23 Ocak 2024 Salı

 İŞGALCİLERİN KOLLUK KUVVETLERİ MANGALAR


Siz Citrus'u bir turunç çeşiti sansanız da anime meraklısı veletleriniz onun manga adı verilen japon çizgi roman sanatının en bilinen serilerinden biri olduğunu iyi bilir. Manga mı, o da ne diyecek olursanız sizin dünyadan da haberiniz yok, hele kız çocuklarınızı hiç tanımıyorsunuz demektir. Onlar imam hatip öğrencileri de olsalar farketmez...
Citrus, Saburouta tarafından yazılan bir yuri manga serisidir. Yuzu adında genç bir kız ile üvey kız kardeşi Mei arasındaki sapkın ilişkiyi ele alıyor. 10 ciltten oluşan bu manganın 12 bölümlük animesi çıktığı hafta satış ve izlenme rekoru kırmıştı.

Tabii hikaye burada bitmiyor bu iki üvey kardeş, musmutlu bir ilişki yaşayıp her türlü rezilliği gösterip serinin sonunda da evleniyorlar. Yanlış duymadınız bir de evleniyorlar. Peki manga severlerin, animecilerin, pedagoji diye ortalığı yıkanların buna karşı hiç sesinin çıktığını duyamazsınız. Oysa çocuk pornografisinde dünyanın ilklerindendir Japonlar.

Çocukların aralarında elden ele çevirdiği bu mangaların aleyhine yazılan çizilen şeyler minnacık da olsa siz onların farkında bile değilsinizdir. Eleştirince de tonla hakaret yersiniz.
Bu manga ve uyarlanan animeler, gerçekten tehlikeli boyutlardalar. +18 içeriği olmayan neredeyse yok. Üstelik bunların yaş sınırına falan bakan hiç kimse yok, uyaran da yok. İş yine başa düşüyor. Ne yaparsak biz yapacağız. Kitap fuarlarını bir dolaşın bakın, çocuklarınız ne tür kitaplar alıyor ve okuyorlar? En çok satan kitaplara bir bakın hele. Ya korku kitapları, ya pornografik animeler ya da yazarı belli olmayan ticari futbolcu kitapları... Sonra da bu kadar embesil nesil nerede yetişiyor ciyaklamaları!

Aileleri bu konuda bilgilendirmemiz lazım ki çocuklarına karşı önlem alabilsinler. Bilmediğimiz tanımadığımız bir içerikten çocuklarımızı koruyamayız. Hep söylüyoruz okumadığınız kitapları çocuklarınıza önermeyin.

PEKİ NEDİR BU MANGA?

Askerlik yapanlar bilir; iki tim bir mangadır. Yani sekiz ile onüç kişiden oluşan en küçük askeri birlikten bahsediyoruz.
Oysa kültürel işgal kuvvetlerinin birimi bu yazımızın konusu.

Manga kelimesinin yazılışında kullanılan sembolleri bir bir çevirince, direk anlamı gelişigüzel tasvir gibi bir şey oluyor. Çok eskiden bugünkü şekliyle manga yoktu. Bundan dolayı neyin tam olarak manga sayıldığı her zaman tartışmalı bir konudur. Tasvirlerin yazısız olması veya hikaye anlatmamasından dolayı manga sayılamadığını savunanlar var. Bu konuda yapacak bir şeyimiz yok.

İlk kez manga kelimesi kullanılmaya 1700’lerde başlanmış. Fakat manga diye adlandırılan bu çizimler çıkmadan çok önce, 1200’lerde tasvirleri kullanarak hikaye anlatan parşömen tomarlar vardı. Çoğu elbette dini içerikteydi.
Bizdeki minyatür sanatını hatırınıza getirin. Biz de baskın kültür olsaydık belki bütün dünya çocukları minyatür çizgi romanlar okurlardı. Ya da kendi kültürümüzü muhafaza ediyor olsaydık en azından kendi çocuklarımıza kendi hikayelerimizi okuturduk. ( Bu amaçla çizgi roman okulunu kurduğumuzu ifade edelim.)
Ah ah...Matrakçı Nasuh'tan bihaber yetişmekte okullarda nesiller... https://www.youtube.com/watch?v=xFVILHc4DRE&t=20s Fırsat bulursanız videoya bir göz atın...

Devam edelim konuya...
Çin’den gelen matbaacılık ve Japonca yazı sistemi manganın gelişmesini çok etkilemiştir. Matbaada en çok tercih edilen tahta bloklara oyulmuş olan şablonlarla baskı yapmaktı. Bu yöntemin avantajı mangaların şablonlar kullanılarak tekrar tekrar basılabilmesiydi. Avrupa’da sıralı harflerle baskı yöntemini tercih edilse de, Japonca’nın yazım şeklinden dolayı bu yöntem çok zordu. Japonca yazılırken kullanılan sembollerin sayısından dolayı sırayla dizilmesi hiç pratik değildi. Ayrıca, Japonların Çince’den aldığı ve kendilerine uyarladıkları 10.000’e yakın Kanji sembolu vardır. Her bir sembol de tek başına bir kelime veya sözcük anlamına gelebilir.(Zinhar Japonya'da tiz harf inkılabı yapıla, dil devrimi gerçekleştirile!)

1603-1868 yılları arasında Edo Dönemi’nde savaşların olmaması ve barışın sürmesi ekonomiyi güçlendirdi. Refah artıkça Japonların bir şey alıp okumak için hem paraları hem zamanları oldu. Ayrıca bu dönemde birçok köylünün ve tüccarın da alım gücü arttı. Bir de, ücretini ödeyerek çocuklarını daha önce sadece asillerin gidebildiği okullara gönderebilmeye başladılar. Haliyle okur yazar oranı da arttı ve bu da daha çok manga okuyabilecek kişi demekti.

İnsanların köylerden büyük şehirlere yerleşmeye başlaması da manganın gelişmesini etkiledi. Şehirlerde yoğunlaşan insanların ürettikleri farklı eserler kültürel akımlar yaratmaya başladı. Bu akımların bir parçası olarak günümüzün mangalarını anımsatacak Kibyoshi adı verilen yayınlar çıktı. Kibyoshi genelde mizahi hikayeler anlatan resimli yazılardır. Amerika'da ise Hogart tarafından bu tarz çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Bunları biraz mizah dergilerine benzetmek çok da yanlış olmaz. Kibyoshi, günlük olayları konu aldığı ve günlük konuşma dili kullandığı için bir kısım insan tarafından aşağı bile görülürdü. Çünkü o zamanlar, geçmiş ve hayali öğeleri konu alan, ve geleneksel süslü Japonca ile yazılan sanat eserleri itibar görüyordu.

Resimlerle hikayelerin anlatılması kültürünün içinde Shunga adında pornografik tasvirler de yapılmaktaydı.

1815’de Katsushika Hokusai tarafından içinde ilk kez manga kelimesi olan Hakusai Manga isimli çizimler yayınlandı. Hakusai Manga, Kibyoshi gibi hem hikaye hem de çizim içermiyordu. İçinde sadece çizimler vardı. Bundan dolayı bu çizimlerin tam olarak manga olup olmadığı tartışılan bir konudur.

1840 yılına doğru yönetim birçok yayını yasakladı. Özellikle güncel konulardan bahseden Kibyoshi de bu yasaklardan çok etkilendi. Böylece bir süreliğine manganın gelişip yayılması çok mümkün olmadı.


Meiji Dönemi denilen sürece girdiğinde Japonya'da 1889’da gelen Anayasa ile yayınlardaki yasaklar biraz olsun kalktı. Ama tabii ki yönetim, uygun bulmadığı konularda yapılan yayınları yine engellemeye devam etti.

Batının etkisiyle hikayeli çizimlerin konusu daha politikleşti ve içindeki yazılar kısaltıldı. Resim eklenmiş Asahi, Mainichi, Yomiuri Shimbun gibi gazeteler çok yaygınlaştı. Böylelikle, politik olmayan çizimli hikayeler yayınlanmaya devam etse bile, bu büyük gazeteler diğer yayınları geride bıraktı.

1920-30’lu yıllarda yönetim yayınlara birçok kısıtlamalar getirdi. Daha sonra Pasifik Savaşı (II. Dünya Savaşı’nın Asya Pasifik ayağı) döneminde çizimler daha çok propaganda materyallerine dönüştü. 1945’de biten Pasifik Savaşı’ndan sonra manga hızla gelişmeye başladı. Hatta sinema ve romanlara oranla çok daha hızlı gelişti. Bunun nedeni olarak Japonya’yı işgal eden Amerikanlar’da çizgi romanın çok popüler olması (zaten bu dönemde toplum epeyi bir Amerikanlaşma geçiriyor), Manganın uygun fiyata alınabilmesi ve ayrıca film çekimine kıyasla çok daha küçük bütçeyle hazırlanması,
Filme oranla manganın yapımının çok daha az vakit alması, İnsanların rahat harcama yapabileceği bir dönemin başlaması gibi nedenleri sayabiliriz.

II. Dünya Savaş’ı sonrasındaki dönemde mangalar bildiğimiz şekliyle düzenli olarak yayınlanmaya başladı. Hatta denilebilir ki Almanlar savaş sonrası Vodvil tarzı eserleriyle Bertol Brecht ile tiyatro sanatıyla hayata tutunmuşlar, Japonlarda Manga ile... Savaşın travmasını bir nevi hafifleterek hayata tutunmuşlardır.
Batıdan da etkilenerek manganın kendine özgü stili gelişti. Mesela Astro boy mangasının çiziminin Disney’den esinlendiği örneği verilir. Bir diğer örnek ise, mangalardaki koca gözlerin batıdaki çizgi romanlardan geldiğinin anlatılmasıdır.

Amerika’daki yerel animasyonlara kıyasla daha ucuz olduğu için tercih edilen Japon animeleri sayesinde yurtdışında manga merağı oluşmaya başlar. 1960’larda Astro Boy isimli manganın animesi Amerika’da gösterilir ve çok tutar. Amerika’da çok popüler olan bir diğer anime ise büyük robotlar ve bunların pilotlarını konu alan Mazinger Z’dir.

1960 -70 yıllarındaki manganın tarihinden bahsetmek için manganın farklı türlerini ve alt kategorilerini anlatmak gerekir. Sadece genel olarak erkekler için yayınlanan shounen manga, kızlar için olan shoju manga ve Gekiga’dan (grafik hikayeler) bahsedeceğim.

Shoju ve Shonen mangada konuların işleyiş şekli yetişkin ve çocuk okurlar için farklıdır. Shonen manga, yani genç erkekler için yapılan, aksiyon ve macera gibi bir zamanlar sadece erkelerin ilgi alanı olduğuna inanılan mangalardır. Erkekler için mangalar olur da, kızlar için olmaz mı. Shoju mangalar ilk çıktığında işlenen esas konu, kadınlara toplum tarafından dayatılan baskıcı rollerden özgürleşme çabasıydı. Bir süre sonra shoju mangada konular aşk ve ilişkilere yoğunlaştı..

Son olarak bir de Gekiga diye adlandırılan karanlık ve dramatik çizimler var. Bunlar mangaların işlediği konular ile yetinmeyenlerin yarattığı eserlerdir. Gekiganın öncülerinden Yoshihiro Tatsumi’e göre, o dönemin mangaları çok çocuksu ve eğlenceli bir tarzdaydı. Gekiga ise bunun tam tersi, tamamen yetişkinler için karanlık konular içermektedir. Şiddet, cinsellik ve o dönemin mangalarında daha önce işlenmesi tabu görülen her konuyu işlediği için bu mangalar “zararlı manga” olarak bile görülmüştür.

***
Günümüze gelecek olursak...Bizdeki etkilerine bir bakınalım dilerseniz.
Ortaokul ve lise çağındaki çocuklar arasında çok popülerleşen mangaların denetimden uzak olması tepkiyi hak etmektedir. Mangaların çoğunda şiddet, porno ve LGBT içerikler yer alıyor. Olayın ciddiyetinde olan Pedagoglar, “Ergenlik gibi hormonların çok hızlı değiştiği bir dönemde, bunu gören çocuk denemek ister. Mutlaka denetlenmeli.” diye konuşmaktalar.

İnternetten bile kolayca erişilebilen mangaların çoğunda şiddet, porno ve LGBT içerikler yer alıyor. Biz de bu tür içeriklerin kısıtlanması gerektiğini ifade etmekteyiz. “Akımları bir kenara bırakıp kendi değerlerimize sahip çıkmalıyız.”

Mangalar, çizgi filmler, diziler, dijital içerikler LGBT dayatması hayatın her alanında. Eşcinsel içeriklerin bu kadar kolay erişilebilir olmasının çocuklar üzerinde yaratacağı etkiyi görmezden gelemeyiz. “İnsan dünyaya yeme, içme gibi cinsellik dürtüleri ile geliyor. Merak doğamızda var. Biyolojik olarak bu şekilde dünyaya gelenler, tıbbi müdahale ile yoluna devam ediyor. Bu mesele değil. Ancak bu konunun çocuklara özendirilmesi yanlış. Merak etmek doğamızda var. Ancak bu tür uyaranlarla merak yanlış yönlendiriliyor. Ergenlik gibi hormonların da çok hızlı değiştiği bir dönemde, çocuk bunu gördüğü zaman denemek isteyecektir. Bu ortamın içinde merakını öldürebilecek çocuk sayısı çok azdır. Çünkü onlar çocuk, muhakeme gücü gelişmemiş, hormonlarının etkisi var. Kural ve yasaklarla bu tür yayınlara erişim engellenmeli. Deneyen çocuk, yeni tavizler de verecektir. Ergenlik diyebileceğimiz 9 yaştan itibaren çevresel uyaranlar aileler tarafından çok dikkatle seçilmeli.”

“Aileler çok uyanık olmalı, bilgili olacak kendini geliştirecek, çocuğundan haberdar olacak. Sabun gibi… Sabunu ne kadar sıkarsanız o kadar elinizden kaçar ama ne kadar gevşek tutarsanız da yine o kadar kolay kayar. Ortasını bulmak zorundayız. Kurallarımız lastik gibi olmalı. Hafif esnetebilirsiniz ama kopmayacak kadar… Bunun için de aileler çocuklarını ve yaşlarının dönem özelliklerini çok iyi tanımalı, bilmeliler. 12 yaş ve üstün akran grupları ön plana çıkar. Toplumumuzda ergenlik dönemi yanlış algılanıyor. Çocuğun hormonları çok yüksek, dürtüler ön planda, akran grubu tarafından kabul görmek, beğenilmek istiyor. Vücuduna ilişkin şikayetleri var. Sakarlıklar yaşıyor. İşte bu dönemde çocuğumuzla daha fazla ilgileneceğiz. Arkadaş gruplarına çok dikkat edilmeli. Nasıl bir grubun içinde? Arkadaşları nasıl bir aileden, kültürden geliyor? Evde kapılar kapanıyor. O kapının ardından elinde telefon neler izliyor, neler okuyor?

“Aile her zaman çocuğundan iki gömlek üstte olmayı öğrenecek. Hep önden gidecek. Netflix mi izliyor, o zaman biz de izleyeceğiz neler izlediğini araştıracağız. Eğitim evde başlar. Çocuğa evde hangi atmosferi hissettirdiysek, çocuk dışarıda da o atmosferi hisseder. Biz çocuğumuzun hamurunu güzel şeylerle yoğurursak dışarıda da iç disiplini sağlayacaktır. Aile, çocuğun yakıtı bittiğinde gelip alacağı benzin istasyonu gibidir. Çevresel uyaranlar çok fazla ise yakıtı bir yere kadar kullanır. Bir süre sonra akranları tarafından onay görmek ve gördüğünü işlemek ister. İşte bu yüzden medyadan tutun, akademik, sosyal toplumsal bütün anlamlarda çevreyi çocukların yaşına uygun şekilde düzenlemek durumundayız.”

İnternette yayınlanan mangaların bir kısmında +18 içerik uyarısı var. Bir pencere açılıp erişmek istediğiniz alanın +18 içeriğe sahip olduğunu bildiriyor. Pencerenin altındaki “tamam” butonunu tıkladığınızda istediğiniz bütün içeriklere serbestçe ulaşabiliyorsunuz. Bu tür içeriklerin +18 uyarısı ile verilmesi yeterli değildir.Bu siteler engellenmeli. Eskiden televizyonlarda şifreli kanallar vardı. Erişim kolaylaştı. Bu içeriklere çocukların ulaşması teknik düzenlemelerle engellenmeli.”

Çocuk odasına kapanıyorsa, biz de espirili yollar bulacağız. Bir gün meyve hazırlayacağız, bir gün mısır patlatacağız, bir gün kahve yapıp yanına gideceğiz. ‘Ben yemek istemiyorum’, ‘Ben içmek istemiyorum’ diyecek. O zaman ‘Ama ben seninle birlikte yemek ve içmek istiyorum’ diyeceğiz. Ona ihtiyacımız olduğunu bilecek. Bazı konuları ona soracağız. Ondan yardım isteyeceğiz. Ailenin her zaman çocuğuna vermesi gereken mesaj, ‘Ne olursa olsun yanındayım’ olmalı. Bazen odasında yalnız kalmak isteyebilir saygı duyacağız. Ama kapı kilitlenmeyecek.”

Çocukluktan ergenliğe geçişte ciddi bir kimlik bunalımı söz konusu olabilir. Çocuklarda cinsellik henüz gelişmemiştir. Bu süreçte kendilerini yeni yeni tanımaya çalışıyorlardır. Sanatçılara, karakterlere öykünme vardır. Böylesine bulanık bir dönemde bu tür içerikler özgürlük olarak kabul edilemez. Özendirme ile bir yönelime kapı açılır. Mangasıyla, filmiyle, dizisiyle bunu sürekli gündemde tutmak bir dayatmadır. Batı’dan fonlanan LGBT dayatması da derhal durdurulmalıdır.

Eşcinsellik, şiddet, porno dayatması Mangayla ilköğretime kadar indi. Anime manga ve Güney Kore dizileri, dansları LGBT propagandası amaçlı. Neredeyse çocuğa evi terk et mesajı veriliyor. Çocuklar bağımlısı olmuş. Bu konu daha geniş kapsamlı işlenmeli.

Son söz:
Unutmayın!
Çocuklarını ihmal eden toplumlar geleceklerini de imha ederler.

Fehmi Demirbağ
23.01. MS2023

8 Kasım 2023 Çarşamba

 SİZ HİÇ BEBEK ÖLDÜRDÜNÜZ MÜ?

Hani andavallılarını kandırmak için rüyasında efendimizi görüpte güya kendisinden aldığı talimatları bu salak kitleye aktaran kardinal efendinin herzeleri bitmek bilmiyor.
Rüya hadisesi ise malum. Aktaranın ifadesi doğrultusunda kabul edilegelen bir olgudur. Bilimsel olarak, laboratuar sonuçlarıyla ispatlanagelen bir şey de değildir. Bütün insanlık kahir ekseriye rüya gördüğü için varlığı da tartışılmazdır. Ayrıca rüya yorumculuğu şarlatanlığa en yatkın iştigallerden biridir. Biz yinede bu hususta rahmani ve şeytani hem rüyanın hem de yorumunun olduğunu söyleyelim; Kuranda adı geçen Yusuf kıssasını hatırlatarak...
Böylesi bir girişten sonra bende dün gece gördüğüm rüyamı paylaşmak istiyorum.
Bulutlar üstündeyim. Güya ölmüşüm. Şaşkınca neler olup bittiğini anlamaya çalışırken bir anda bir bebek karşıma çıktı. Beyazlar içindeydi. Omuzlarının arkasında duran bir çift kanat dikkatimi çekti.
Hoş geldin amca dedi. Bebekçe konuşuyordu. Biz büyükler hatırlamayız belki ama bebeklerin bir dili vardır. Kendi aralarında bir diğer adı aguşça olan bu dili kullanırlar. Hatırladım birden bu dili. Bende cevap verdim aguşçayla; hoş buldum evladım.
Ben dedi. Aylan bebek. Hatırlar mısın Bodrum sahillerine cansız bedeni vuran suriyeli bebek.
Dedim, "nasıl unuturum seni Aylan." Utanarak cevapladım. "Dedi" amca. "Dünyadaki sınavın bitti. Biz bebekler karşılarız dünyadan gelen yetişkinleri. Önce bizimle burada hesaplaşmalısınız, helalleşmelisiniz. Sonra diğer sorgulamalarınız için ilgili birimlere geçersiniz." "Nasıl" dedi, "sızılı vicdanınla mı geldin buraya, onu yoklamaya geldim?"
Sonra tuttu elimden, çekiştirerek büyük bir cam kapının olduğu bir yere doğru sürüklemeye başladı. Buz gibiydi elleri. Tıpkı çaresiz bedeni sahile vurduğu andaki soğuklukta.
Cam kapıyı geçtiğimizde yine bembeyazlığın hakim olduğu büyük bir salona geçtik. İçerisi çocuk doluydu. İçeri bizim girmemizle birlikte bütün dikkatler bize odaklandı. Yavaş yavaş etrafımıza birikmeye başladılar.
Dedi aylan bebek. "Burada, bu salonda büyüklerin zalimlikleri,bencillikleri yüzünden hayatlarına veda eden çocuklar bulunmakta. Şimdi her bir çocuğa dünyadaki hayatında vurdumduymazlığının, sorumsuzlıuğunun neticesi ölümlerinden dolayı hesabını vereceksin. Bizden sonra ayrıca yeryüzünde imha ettiğiniz, eziyet ettiğiniz diğer bitkilerin ve hayvanların hesabını vermeye yan salona geçeceksin. Seni o duruşma, helalleşme salonuna hamamböceği karakafa götürecek."
Şoktaydım. Ya rabbim bu nasıl birşey bu? Rüyada mıyım, gerçekten öldüm mü?
Aylan bebek konuşmasını sürdürürken çocuklar adeta askeri bir nizam içinde sıralanmaya, kümelenmeye başladılar.
Dedi, Aylan bebek. " Amca biliyoruz senin çocuklar ve gençler için nasıl mücadeleler verdiğini. Ama yaptığın bu mücadeleler bile senin aklanmana yetmez."
Küçük elinin işaret parmağı ile bir grup çocuğun olduğu bölümü işaret etti.
"Buradaki arkadaşlar, gayrimeşru ilişkiler yüzünden anne karnında öldürülen...kürtajla katledilen çocuklar. Ki bir kısmını siz büyükler onların ölü bedenlerini kozmetik sanayiinde kullandınız."
Konuşurken sürekli parmağıyla bir grubu işaret ediyordu. Buradaki çocukların sayısı toplam sayısı milyarlarcaydı.
"Bunlar savaş mağduru çocuklar!"
"Bunlar sarhoş kafa ile kullandığınız arabalarınızla yaptığınız trafik kazaları neticesinde ölen çocuklar."
"Bunlar uyuşturucu mağdurları..."
"Bunlar aşağılık nefsiniz için cinsel azgınlığınız için harcadığınız çocuklar."
"Bunlar suçlarınızı örtmek adına cinayete mahkum bıraktıklarınız..."
"Bunlar kültürel yozlaşmanız neticesinde imansız bırakıp ta intiharla buraya gelenler."
"Bunlar hastalıklı ruhlarınız ve cehaletinizle beslediğiniz için arkadaş kurbanı olanlar..."
"Anne baba çatışması ile arada kalan sonrada başka mecralarda huzuru ararken teröristlere kaptırdıklarınız..."
"Bunlar organ mafyasından arta kalanlar"
"Bunlar gıda teörü ile beslerken zehirleyipte küçük yaşta yakalandıkları amansız hastalıktan ölenler."
"Okul servislerinde unutulup ölenler, sizin ihmallerlerinizle çıkan yangında kavrulanlar, boğulanlar..."
"Harcadıklarınız burda. Bir de ölümüne sebep olduğunuzdan öteye...ölümlerine sessiz kaldığınız için ölenler..."
"Ahmak eğitim sistemlerinizle rablerine isyan eden nesiller yetiştirdiniz ya...İşte o gerizekalı eğitim sisteminizin suça itelediği çocuklar...Hırsızlık yaparken, suç işlerken ölüp gidiverenler..."
"Bütün bu çocukları kandırdınız. Hem de şaşaalı sloganlar eşliğinde. Halbuki ensest mağduru bir gençlik yetiştirdiniz. Lgbti gibi sapık yapılanmalara teslim ettiniz. Deist yaptınız. Uyuşturucu mağduru oldular. Teröre bulaştılar. Ahmakça çıkan savaşlarda kıyıma uğrattınız. Adeta bir çocuk soykırımı yaptınız. Ergen olmadan ölenler zaten cennetlikler. Peki günahlarına sebep olduğunuz gençler?"
Tarumar olmuştum. Ağlasam belki bir nebze rahatlayacaktım. Soluğum kesilmişti, sanki Alyan bebeğin denizde son nefesini verirken ki halindeydim. Bu nasıl bir rüyaydı? Kabus olmalıydı!
Alyan bebeğin son sözleriyle rüyamdan uyandım:
"Fehmi amca, hesaplaşmaya hazır mısın? Helalleşmeye..."
CESARETİ OLAN OKUSUN!
Dün gece, gece namazına kalktım. Aldığım abdestle uykum açılmıştı. Aklıma Lut Kavmi geldi. Kavim lanete uğradığında binlerce insan gece namazına kalkmışlardı. Onlarda lanetten paylarını aldılar. Çünkü kötülüğe arkasını dönmüş bir topluluk olmuşlardı. Hepi topu melaneti işleyen güruh 33 kişiydiler.
Namazın son rekatında, gecenin o saatinde telefonum ısrarla acı acı çaldı. Hayrdır inşaallah derken namazımı selamladım. Duamı yarım yamalak yaparken telefona kimin aradığına bakmaksızın alo dedim.
"Seninle konuşmalıyım, konu bu kadar önemli olmasa bu saatte seni rahatsız etmezdim."
Arayan Amerikanya’nın başkanıydı.
"Kudüs meselesine mecbur kaldım. Bizim Amerikan seçimlerini hatırlarsan bir Pizza Gate skandalı yaşanmıştı. Dünya medyası bu konuyu görmezden geldi. Başımı almaya azmetmiş siyonistlere karşı bir evangelik olarak bu tavizi vermek durumunda kaldım. Ki zaten İngilizler Kudüsü sizden 100 yıl önce almıştı. Sizin kanınız donmuşsa ben ne yapabilirm, Fehmicim" dedi.
"Sıkı takibat altındayım. Mail adresine wetransferden bir video dosyası gönderdim. İzlersen beni daha iyi anlarsın. Bir de Müslümanlara söyle, bana küfrederek Kudüs'ü geri alamazsınız. Zaten bu olayı unutturmak için yakın zamanda uygulayacağımız bir iki sansosyonel olayla medyayı yönlendireceğiz. Balık hafızanız olduğu sürece bu gibi olaylarla sizleri işgal etmeye devam edeceğiz. Bakın misal, Kudüs için eylem yapan gençlerinize. Hepsinin göğsünde Amerikan-İngiliz bayraklı tşörtler. İngilizce yazılı desenler...Siz bence öncelikli olarak Kudüs’ü değil imanınızı kurtarın. Evlatlarınızı...Evlerinizi...Sokaklarınızı...Bir şekilde Kudüs’ü nasılsa geri alacaksınız. Bu tarih boyu hep böyleydi. Ha bu arada benim kripto bir Müslüman olduğumu sakın kimseye söyleme. Prens Charles ve ben...Kimse bilmemeli. Obama yavşağı sizi aldattı, Barack Husseın diyerekten...Sizde biraz uyanık olun kardeşim."
FED den bahsetti uzun uzun. Dünyanın yeni bir Yalta Konferesyonuna yolaldığından. Tek dünyanın devletinin, dininin, dilinin, cinsiyetinin bir olması gerektiğinden. Kurulacak yeni Batı konfederasyonundan. Geveze en az bir saat konuştu. Merak ediyordum, gönderdiği maili. Bir an önce konuşması bitsin diye dua faslına geçtim içimden.
Telefonu bir süre sonra kapattığım gibi geçtim bilgisayarın başına. Başkan’ın gönderdiği maili açtım. Videoyu bilgisayara indirdim ve başladım izlemeye.
Bir toplantı kaydedilmişti. Toplantıdaki konuşmalar Açkurudyu dilindeydi. (Bir de tersinden bakın olaylara…)
Videoyu sabah namazına kadar bir kaç kez izledim. Dünyayı sarsacak bir toplantının kaydıydı.
Kısaca özetleyeyim. Videoyu Türkçeye çevirdikten sonra sizlerle sosyal medyada paylaşacağım.
Toplantıya başkanlık eden Mr. Nosam'dı. Dünya Kötülük Konseyinin başı yani.
Beş komisyonla birlikte 2023 yılının değerlendirme toplantısı yapılıyordu.
Mr. Nosam kudurarak konuşuyordu. Ağzından çıkan şalyalar kameranın objektifine kadar gelmişti.
"Sen Uyuşturucu Komisyonu Başkanı Mr. Afyon....Bu sene çalışmanız çok zayıf. Biz Afganistan'ı boşuna mı işgal ettik? Dünya eroin imalatının %94 ü orada gerçekleştiriliyor. O bölgede bilumum terör örgütlerini boşuna mı peydahlıyoruz? Bakın Türkiye'de gençlerde uyuşturucu kullanma yaşı 9 a kadar düşürüldü. Yetmez! Biberonlara kadar inmeli bu iş. Daha çok “kar” istiyorum. Sentetik çeşitler artırılsın. O kadar bilimadamını boşuna mı besliyoruz kardeşim?"
Bu konuşmalar sadece özet olanlar. Geniş olan kısmını daha sonra ayrıca kaleme alacağım. Ama arkadaş siz de okumuyorsunuz ki? Yazsam ne olacak?
Neyse videonun özetine devam edeyim. Bir diğer komisyon başkanına döndü Mr. Nosam.
Enerji komisyonu başkanı Mr. Cereyan'a.
"Fosil yakıtlar konusunu ciddiye alın beyler. Müslümanların elinden son damla petrolü son kanları çıkıncaya kadar alacaksınız. Toryum, bor kaynaklarını lehimize çevireceksiniz. Elektrikli otomobil konusunda özellikle Türkiye'ye dikkat edin. Eron Musk'u geçenlerde oraya gönderdim. Milli otomobil konusunu manüpüle edin. Balkanlar'ı, Kafkasya'yı ve Ortadoğu'yu lime lime edeceksiniz. Elon Musk'ın yeni firması Neuralink’ e hedef verdim:
- İnsan beynine çok ince teller(elektrotlar) yerleştirecek
- Bu teller beyindeki nöronlarla etkileşime geçecek
- Beyin bluetooth ile bilgiyi cep telefonuna aktaracak
- İleride tersi de mümkün olacak, yani dışarıdan beyne bilgi "eklenebilecek""
Bir başka Komisyon başkanına yöneldi Mr. Nosam.
"Sen Mr. Tabanca. Silah stoklarımız çoğaldı. Stok maliyetlerimiz şirketi batıracak. Son 15 yılda ortadoğu'da 30 milyona yakın insan öldürdünüz, ama yetmez. Teknoloji üretim hızımızı artırdı. Siz de tüketim hızımızı artırın. Biyolojik silahlarla çeşitliliğimizi artırın. Türkler okçuluk gibi meşgalelerle kendilerini oyalarlarken siz manyetik silahlar üretin. Robot askerlerin teknolojik gelişimini hızlandırın."
Mr. Nosam adeta öfkeden kuduruyordu.
"Sizin gevşekliğiniz yüzünden zarar ediyoruz. Herşeyi kar mantığında görmeniz gerektiğini nasıl unutursunuz. Sen Mr. Protein. Sen ki, tarım ve gıda komisyonu başkanı. Gdo lu ürünleri yaygınlaştırın demiyormuyum size? Obezite anne karnındaki veletlere kadar sirayet etmeli. Geniş arazileri büyük firmalarımıza peşkeş çekin. Hayvancılığı bitirin. Herkes haram ve zararlı ürünlerle beslenmeli. Hastalıklar artmalı. Dünya nüfusunu azaltmalıyız. Ve sen Mr. Draje. İlaç komisyonu başkanı. Mr. Protein ile birlikte çalışmalısınız. Ortak projeler üretmelisniz."
Kısaca videonun özeti bu şekildeydi.
Ancak son kısmı daha manidardı.
Mr Nosam son kez Amerikanya’nın başkanını fırçalıyordu:
"Lan Başkan...Daha çok kaos, daha çok kar. Hemen Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan et."
Mr. Nosam talimatlarını yağdırmaya devam ediyordu.
“Unutmayın! Modern insanı biz, Amerikan’ya güdümlü topraklarda, İblis’in laboratuarında, el değmeden en modern tesislerde son model tekniklerle ürettik. Kullanım süresi cehennemin dibine kadardır. Amblajı betondan, naylondan ve sentetik mamüllerdendir. Bozuk ambalajlı ürünleri geri dönüşüm ünitelerimize iletiniz. İnsaf, vicdan, ahlak, şeref, haysiyet, onur gibi duygulardan arındırılmıştır. Çağdaş ortamlarda muhafaza ediniz. Manevi ortamlardan uzak tutunuz. Günlük bakımlarını ihmal etmeyiniz; Tv. gazete, film, facebok, twetter gibi yöntemlerle şarz ediniz. Şarkılarla, markılarla, kitlesel eğlence merkezlerinde oyalayınız. Hertürlü duygusal ve mantıki manyetik alan ürünlerimize zarar verebilir. Kullanmadan önce prospektüsünü okuyunuz.
Memnun olmadığınız ürünlerimizi Allah’a havale ediniz. Demokratik platformlarda yıllık bakımını yapınız. Ürünümüzün ortalama kullanım süresi 70 yıldır. Bir erkek ile bir dişiyi rayiç alışkanlık ortamında bir araya getirdiğinizde ürün çoğalması sağlanacaktır. Ancak çoğaltım işlemine ara veriyoruz. Artık “Nötr Cinsiyeti” esas alıyoruz.
Medeniyet beşiğinde sallayınız bebek ürünleri... Yetişkin ürünlerimize ait özellikleri okul denilen servis sağlayıcılarımızda küçük ürünlerimize programlatınız. Her bir küçük ürün mutlaka yetişkinlere benzemeli.
Samimiyetsiz, içten pazarlıklı, her türlü günaha meyilli, güvensiz, saygısız, sevgisiz, menfaatçi, bencil olan ürünlerimiz şehir ortamları için mükemmeldir. Gayri safi milli hasılada, kişi başı tüketimi maximum düzeyde gözeten “vatandaş kimlikli” tescilli marka, oyunu kullanan, vergisini veren, itaatkar olan ürünlerimizi tercih ettiğiniz için şirketimiz teşekkür belgesini mail adresine gönderecektir. Sağcı ve solcu olarak iki ayrı çeşidimiz mevcuttur. Kendi aralarında dindar, az dindar, yobaz, ateist, deist gibi alt modellerimiz de mevcuttur. Fikirsiz ve kişiliksiz yeni modellerimiz kitlesel üretime tabiidir. Ancak hepsine bizim masallarımızı okutacaksınız çocuk çağlarında. Bizim kahramanlarımızın hikayeleriyle büyümeliler.
Londra, Paris, Roma, Moskova, Newyork, Tel Aviv, Vatikan gibi yerlerde şubelerimiz ve tamir servislerimiz bulunmaktadır. Üçüncü dünya ülkelerindeki modellerimiz tıpkı batı ülkelerindeki asılları gibi özelliklere sahip “Original” emitasyonlardır. Dünyadaki en sağlam örnekler T.C. serisidir. Koleksiyonerlerin gözbebeği “Muhafazakar” ve “Kemalist” modeller özel üretimdir. Milli hislerinden arındırılmış, şovenizm ve dogmatizm eksenlidirler. İnsani değer adı altında fabrikamızın ayarları esas alınmıştır. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği programlarımıza uygundurlar. Kadem’e kadem’e bir titizlikle, Feminist virüs programlarıyla donatılmışlardır. Polemik ve hurafe inançlarla besleyiniz. Dedikodu, gıybet, iftira gibi gıdalarını ihmal etmeyiniz. Fitne çıkarmaya bayılır, gereken ortamları sağlayınız.
Genç modellerini anarşi çıkarmada kullanabilirsiniz. Gezi parkında test edebilirsiniz. Paralel programlamaya müsaittirler. Sloganlar başlama komutlarıdır. Lider modellerimiz özeldir. Ancak fabrikamızın bilgisi dahilinde belirli alanlarda kullanılabilir. Modellerimizin kullanım hatalarından dolayı müessesemiz sorumlu değildir.
Şimdi sen çok kazanan hep kazanan biri olmak istersen, dediklerimi, şirketin kurallarını uygulayacaksın. Ama bu kadarını yapamam, bu beni aşar dersen olmaz!
Yol uzun, safı var, temizi var.
Dinleme hocaları, kır kalemleri, kağıtlarını yırt kitaplarını.
Nasihate kulak tıka; daha ilk adımda yumuşatırlar adamın kalbini. Hep merhametsiz, hep acımasız olacaksın. Uyku yok bu yolda! Elin net’te, gözün kar’da ve ekranda olacak; hep daha çok karda, hep kazanmakta. Yeter bu kadarı, olmayacak hayatında!
Hiç yetmeyecek sana hiçbirşey. Daha çoğunu, daha fazlasını, en fazlasını, en büyüğünü isteyeceksin! Kudurtacaksın ananı-babanı! Yıkacaksın aile efradını!
Ocak söndürecek ilikleri kemikleri kurutacaksın. Voleyi vurdun mu uzaklaşacaksın! Döneceksin köşeleri! Düşeni görürsen bir tekme de sen basacaksın! Garibe acıma yok. Dolandırdığına üzülme yok.
Ne bulursan satacaksın! Sattığını bir daha satacaksın. Sattıkca daha çok satmaya, elde avuçta kimin nesi varsa alacaksın. Alacak ve satacaksın! Gerekirse gençliğini! Kutsalın olmayacak!
Her metodu bileceksin. Kimine duygusal görünecek, kiminin hırsına yükleneceksin. Hep kazandırmayı, hemen kazandırmayı, lüks olan her şeyi vaad edeceksin. Hep vaad edeceksin. Havucu gösterip gösterip çekeceksin. Daha iyisini, en iyisini, en yükseğini, en pahalısını önereceksin.
Bizim yolumuzda kimse satmaktan daha önemli değildir. Şirketimizin tek ve biricik prensibi kar’dır.
İnsanları ikiye ayıracaksın, alanlar ve satanlar. Sen hep satan olacaksın.
Logomuz olan, şirket bayrağımız asılı olan her yer bizim vatanımızdır. Bayrağımız gökkuşağıdır.
Savaşta silah satıp, barışta sattığın silahları yok pahasına geri alıp, semirmek isteyen açgözlü ülke liderlerine allayıp pullayıp yeniden satacaksın. Her şeyi satacaksın. Umudu, ağaçların yeşilini, suyu, hatta havayı bile.
Bu kadar da olur mu diyene aldırmayacaksın. Onun aklının almayacağı kadarı yapacaksın.
Bu şirketin bayrağını her yere dikmek için, herkesin her şeyini elinden almaya bakacaksın.En çokta çocukları aldatacaksın. Müzikle, filmle, futbolla, teknolojiyle.
Gördüğün, algıladığın, dokunduğun, düşlediğin her şey satılabilir. Dua isteyene dua, villa isteyene villa, daha güzel bir gelecek isteyene en güzel geleceği satacaksın.
En büyük kar’ı umuttan, vaadden kazanacaksın.
Gözyaşlarını satacaksın. Açgözlülüğü satacaksın. Her ulusun vatandaşı, her dinin keşişi olacaksın. İnsanlığı satacaksın!
Söyleyin bakalım, var mısınız yolumuzda yürümeye?”
Mr. Nosam’ı tanıyasınız diye bir geçiş hikayesiyle sözlerimizi bitirelim artık. Nasıl, balatalarınız ısındı mı? Anladınız mı beni? Kavrayabildiniz mi peki?
Afrika’dan bir kabilenin hikayesini anlatacağım. Afrika, hani başta Fransız milli takımı olmak üzere Avrupa başta olmak üzere dünyanın bütün yeşil sahalarında top oynayan siyah derili futbolcularla gündeme gelen coğrafya. Tvlerde çekilen hayvan belgesellerinin platosu. Afrika kıtasının bilinmedik yerlerinin kaşifi diye yutturulan Livingston. (ki kendisi bir Cizvit papazıdır.) 1840 yılında adımını atar kara derili, kara kaderli insanların yaşadığı kıtaya. Ah ulan, Kartacalılar o savaşı kaybetmeyeceklerdi, Roma’ya karşı! O esnada Afrika’da bugünün 28 devleti Osmanlı Devletine müntesipti. Bir yandan da Amerikanya’lılar kıtada çoktan köle ticaretine başlamışlardı bile.
Cizvit papazları sömürgeci misyonerlerdir. Hatta meşhur bir sözleri vardır ki kulaklarımıza küpe olsun: “Yedi yaşına kadar çocuklarınızı bize verin, sonrasın da sizin olsun!” Hani “Beyaz adam bize geldiğinde bizim topraklarımız onların İncil’i vardı. Şimdi ise bizim İncil’imiz onlarınsa toprağı var” demelerine sebep olan Afrika’yı sömüren Cizvitler’den söz ediyorum.
Hikayemiz şu. Bir özel tv ye mensup çekim ekibi Afrika’nın, modern diye adlandırılan insanlar tarafından henüz adım atılmamış bir bölgesine adım atarlar. Balta girmemiş ormanlar diye tarif edilir ya hani. Hoş o zıkkım balta dünya yağmur ormanlarına bir girdi ki 1950’den beri ormanlık alan oranı yarıdan fazlasıyla azalmış durumda. Sonra da küresel ısınma filan. Kimse de küresel yavşaklık demiyor ama bu mevzuya.
Tutki kabilesi avcılıkla geçimini sürdüren bir kabiledir. Kabilenin genel geçer kuralları üç başlık altında günah, suç ve ayıp olarak katagorize edilmiştir. Kabile lideri Hayis yaşlılığın getirdiği durumdan dolayı kabilesinde otoritesini kaybetmek üzeredir. Kurallar gereği kim ki kabile reisine itiraz eder ya kabile reisiyle ya da reisin belirlediği isimle bütün kabile halkının gözlerinin önünde dövüşürler. Genç lider adayı Matah gözüne Hayis’i kestirir ve meydan okur. Bu esnada modern dış dünyada da Yalta Konferansı düzenlenmektedir.
Tv ekibimizin başı (Şirket Mr Nosam’a ait) kabile ile girdiği diyalogla ilişkilerini güçlendirmiş, bölgede rahat rahat çekimlerini yapmaktadır. Bu tarihi olaya şahit olmak kendisini heyecanlandırır.
Matah hem kabile reisini hem de onun tayin edeceği kişi ile dövüşü teklif eder. Kaybeden hayatıyla öder bu düelloyu. Demok adı verilen gündür, kapışmanın olacağı günün adı. Kabile için bayram günüdür. Kurbanlar kesilir, eğlence tertiplenir. Hatta ormandan topladıkları bir mantar ile de kafayı bulurlar. Eğer mevcut reis kavgayı kazanırsa bir 5 yıl daha kimse reise meydan okuyamaz. Peki bu 5 yıl nasıl tespit edilir? O esnada doğum yapan keçi büyüyüp 10 ayrı doğum gerçekleştirirse süre sona erer. O keçi kutsaldır. Özenle bakımı yapılır. Kavga olacağı zaman o keçi baş kurbandır. Onun eti yeni seçilen reisindir.
Matah kavganın galibi olur. Hayis ve adamının cesedi bal dolu bir sanduka içinde yerleştirilir. Kabile halkı bir sonraki reis gelinceye kadar eski reisin cesedini saklar.
Matah reisliği hak edince önce bütün yönetimi değiştirir. Başta büyücüyü. Sonra işlerini halleden kurbaylarını, yani kabinesini. Askerlerinin komuta kademesini. Yeni eşler edinir. Eski reisin ailesini kabileden sürer. Sıkıntı çıkartabilecek olanlarını öldürür. Cesetlerini kabile merkezinin meydanına gömdürür. Ki halk ayak bastığı yerde eski yönetimin ölülerini düşündükçe azgınlık yapmasın diye.
Tv ekibinin içinde yer alan gizli misyoner ise tebliğ çalışmalarına başlamıştır. Yeni reisin heyecanını kullanarak onu yönlendirmeye başlar. 60 yıllık bir çalışmadan söz ediyorum. Yakın zamanda Mr. Nosam’la ilgili kripto bilgilere ulaştım.O anlatıyordu bütün bunları gizli videoda. Belgeselin bir kısmını yayınlamış İngiliz BBC de. O kabile hakkında dinlediklerimle bugünün dünyasını mukayese etmeye çalıştım bende nacizane. Bir kabilenin dönüştürülme hikayesini dinledim Mr. Nosam’dan. Geleneklerinden nasıl koparıldıklarını…Nasıl modernleştirildiklerini…
Matah Reis dostluğunu geliştirir beyaz adamla. Yeni şeyler öğrenmenin ve beyaz adamın sihirli eşyalarının etkisiyle kendi kabilesinin kurallarını gevşetir. Aslında bizim hikayemizle de örtüşmektedir Matah’ın ve kabilesinin başına gelenler. Bir başka kitabımızda bu konuyu uzun uzun anlatırım sizlere. Ancak son zamanlarda yaşadıklarımızı burdan esinlenerek yorumlamaya çalışın sizlerde. Ha bu arada Avrupa’da top koşturan Nalay Lobtuf isimli topçunun Matah’ın torunlarından olduğunu hatırlatayım. Hani Fransa’nın Dünya şampiyonasında kazandığı zaferin önemli mimarlarından olan…
Kitap boyunca anlatmaya çalıştığım durum şundan ibarettir.
Kargaşa ve kaos yüzyılın ekmeği…Emperyallerin büyük ticareti…Bayağılaşma ya da sıradanlaşma, modernitenin ya da hegemonların yaydığı kültürün ana özelliğidir. Üçlü bir saç ayağına oturur bu düzen.
Birincisi değerlerin saptırılması, ikincisi arzunun manipülasyonu ve kışkırtılması, üçüncüsü gerçek dünyanın sahtesiyle yer değiştirmesi. Yani ahret duygusunun ihmali ve iptali.
Özellikle İslam dünyasındaki dünyevileşme Müslümanlar için varlıklarını koruma adına büyük tehdit içermektedir. Bunların her birisi başlı başına bir kitabın konusudur.
Gelişen teknoloji bir yandan üretimi körüklerken, diğer yandan üretilmişlerin tüketilmesi için üretim yapan insanlara vakit kazandırmanın derdine düşmüştür. Boş zaman, tatil, önemli gün ve haftalar gibi. (Lütfen bu cümleyi bir kez daha okuyun. Hatta ne anladığınızı ifade eden bir kompozisyon-makale yazın.)
Özellikle şehirleşme teşvik edilmiştir. Modernitenin mabedi şehirlerdir. Şehirlere yığılan insanlar burada modernitenin talepleri doğrultusunda yeni bir ortalama kültürün ortak paydalarından nasiplenmeyi tercih ederler. Köyün günahı, şehirlerin sokağında ahlaksızlık kıyafetine bürünür. Korkular, kaygılar ve beklentiler kurulu düzenin normlarına uygun hale dönüştürülür. Herkes kendi değerlerinden taviz vermeye başlar. Hegemonlar hayat standartının belirleyicisidir. Bilim ise belirleyiciliğini aldatma ve kurgulamacılığına adamıştır. En kutsanan devlet bile hegemonların geniş halk yığınlarına karşı kendilerini koruma özelliği edinir.
Bütün ideolojiler kuzendir, akrabadır, yakın ilişki içindedirler. Hepsi yüceler meclisinin, dünya kabilesinin reislerinin menfeatlerine odaklıdır.
Halk yumuşak, kıvrak ve her manaya yorumlanacak kavramların taahhüdüyle oyalanır. Misal mutluluk gibi. Herşey görecelidir.
Miras hukuku ile dünya arazileri parçalanır. Köy ve tarım yetersizleştirilir. Ta ki kocaman şirketler devreye girer ve karteller ve tekeller oluşturulur.
Kitlelerin geçim biçimi memuriyet ve işçilik üzerinedir. Bunlara servis sağlayan esnaf dediğimiz yemleyiciler vardır.
Bankalar tam umudun tıkandığı yerde kartlarıyla devreye girerler umut tazelerler. Devran hep nesillerin devşirilmesi ve tekerrür üzerine kuruludur. Kahramanlar ve düşmanlar hep vardır, bunların mücadelesine tarih ismi verilir. Hep bir tarafın adamı olmak zorundasındır. Hayallerin ve rolün onların belirlediği senaryolara uygun olmak zorundadır.
Kazara ağzından kaçıracak olursan; “Allah’tan başka ilah tanımıyorum” diye…Beni yaradanın normuyla yaşamak istiyorum dersen…Kan kustururlar, kan!
Yalancısındır artık, bozguncusundur. Adalet, empati, hürriyet, eşitlik gibi kelimeleri sarf edemezsin. Kelimelerde onların istediği evsafta anlam taşımalıdır. Kavramları sorgulayamazsın.
Hazcılık, konfortizm, bencillik dinsizlik arazisinde yaşam bulmuştur. Din afyondur. Irkçılık sürekli körüklenen ateştir. Üstünlük tartışmaları üstünlerin seni yakapaça ettiği hususlardandır. Hele cinsi düşkünlük…Homoseksüelliğin türlüsü…Bilumum cinsel sapkınlık insanlığın yeni rotasıdır. Şehirlerde ki aşırı nüfus artışının önüne başka nasıl geçilebilinir ki?
Eğitim, sağlık, güvenlik…hatta trafik bile kaosa dayalı olmalıdır. Genel bir umutsuzluk, karamsarlık kendisini kurtaran kaptan formülüyle biçimlendirilir. Emeklilik posa çıkartma müessesesidir. Üretimi yavaşlatacak her ne varsa engel konulur. Tüketim ise alabildiğince hızlı olmalıdır. Aradaki paradoks “kar” ile telafi edilir. Kar’ın olduğu yerde ise merhamete yer yoktur.
Bahsettiğimiz her bir husus ayrı ayrı müteala edilebilinir. Ancak okuma, bilme, öğrenme tükendiğinden bizim gibi sızılı adamların veryansınları mahdut manada kişilerle çerçevelenmiştir.
Bütün bunların dışındaki bir teklife ise insanlar kapalıdır; Misal İslam! Devrimci özelliği hegemonların işine gelmez. İslam bir sos’dur. Allah ile aldatanlar için geçim malzemesidir. Eskilerin hikayesidir artık bu devrimci duruş. Özellikle Müslümanlık iddiasındaki kalabalıklar kendi iddialarını unutup mevcut kabilenin görüşlerine kendi görüşlerini benzetmenin telaşesine girmişlerdir.
Bir meydan okuyucuya ihtiyaç var.
Matah bir adama yani.
Matah topluluklara belki!
Yeni masallar anlatacak adamlara!
FEHMİ DEMİRBAĞ — 2017

 GARGAT AĞACININ KÖKLERİNE BAKMAK LAZIM


Ey, kardeşlerim!
didişmekten fırsat bulursanız,
dinleyin!
Luciferin fısıltılarına,
verdiğiniz kulaklarınızı,
bir kez olsun bana verin!
Siz nasihat sevmezsiniz,
lafa söze gelmezsiniz,
yalnızca hikaye söyleyeceğim!
seversiniz,
masal dinlemeyi,
masalım ki farklı lakin,
uyutmak için değil,
uyandırmak için...
Bundan çok uzun yıllar önce,
insanlığın ilk cinayetinin işlendiği,
o yıllarda başlar hikayemiz...
her cümleye haşa demeyeceğim ama,
haşalıktık sözlerimiz.
Adem babamız ve havva anamızın çocukları,
biz goyimler doğmuşuz.
ilk haşamız;
luciferle havva anamızın çocukları da,
herşeyin uğruna yaratıldığı,
yahovanın ...
ve iki nehir kuşatır,
siyon yıldızını,
biri nil, diğeri fırat,
hesapta bizim gayseri bilem var!
onlar çekyat üretedursun!
beyoğlundaki,
seçkin goyimlerin mabedi,
nur-u ziya sokağının,
bizim nurcularla ilgisi yok lakin!
o da ne demeyin,
biraz araştırın, inceleyin!
Herşeyden, herkesten,
hakkını almak isteyen bu çocuklar,
şimdilerde filistinde beslenmekteler.
one minute,oh my god!
Eşkenaz, seferad, sebatay!
Vay yavrum vay!
biz gül ağacından,
italyan tasarımlı,
avrupa kazıklarıyla donatırken,
tokili evlerimizi...
onlar gargat ağacı dikmekteler...
biz apartmanlarda,
korkak çocuklar yetiştirirken,
onlar ilk 500' e sahiplendiler!
Black Rock ile oynarlarken zirveye,
Biz hüzünlendik Gazze'ye!
Bankalar, borsalar, sendikalar;
onların!
bize meydanlar!
filmler onların,
seyreden biz!
işte böyle hikayemiz!
ülkemiz nüfusu, şehirlerde...
üç çocuk hayalimiz!
nesilleri telef makinasının mucidi onlar,
düğmeye basan biz!
görünmez medeniyet onların,
tek devlet, tek millet!
biz de menü geniş,
nerde ümmet?
onlarla diyalog,
kendimize blog!
sıkıldınız mı,
anlattıklarımdan!
anti ya da değil,
semitist mi oldum yoksa?
kurbağalar mı ürktü?
sözün özü,
biz onların gargat ağacını,
700 yıl önce,
bir çınarla kuruttuk!
o yer, söğüttü!
anlayana öğüttü...
sözlerim aşmasın maksadını,
kötülemek değildir kötüyü,
bakma sen ona buna,
yahudaya,
kul ol sen kendi yaradanına!
ibret al yeter yani...
bak 6 milyon yahudi,
kök salmışsa, davasın,
davan laklak olamasın...
otur bu yahudiler var ya,
edebiyatına,
ebediyyen sıkıntı başına!
Ey hak yolun yolcusu,
hakikatı ara ki başarasın,
cehennem aynı çukur,
beğenmediğinle yanarsın!
Şapka çıkar luciferin çocuklarına,
sen ademin oğlu bak, yaptıklarına...
bilmediğin şeymiş gibi,
neden şaşarsın?
yahudi yahudi de,
sor bakalım kendine;
sen kimin nesi,
kimin fesi?
Kulak ver diyeceklerime_

Sicarii, Hz. İsa döneminde Yahudi suikastçilerden oluşan gizli bir cemiyetti. Diğer suikastçi grupları gibi Sicarii de dini fanatizm ve delilik ölçüsünde siyasi tarafgirlik karışımıyla üyelerinin körü körüne sadakatini sağlıyordu.

"Hançer" sözcüğünün Latincesi, "sicarus"tur ve Sicarii, basitçe "hançerli adam" anlamına gelir. Bu terim, aynı zamanda Roma arenasında bir gladyatör tipinin de adıdır. Çünkü gladyatörler, taşıdıkları silaha göre adlandırılıyorlardı.

Julius Caesar, Yahudilerin dostu ve hayranıydı. Roma imparatorluğu döneminde onlara devlet kurma ve huzur içinde yaşama izni vermişti. Bu devlet, Haşmoneyan Hanedan'ının kukla Yahudi kral ve kraliçeleri tarafından idare ediliyordu. Ama Roma'nın fethettiği başka bölgelere göre ayrıcalıkları çok daha fazlaydı. Ancak Yahudiler ve onların fatihleri (Romalılar, uzun bir listenin sonundaydı. Diğer fatihler arasında Babilliler, Asurlular, Selevkos Yunan İmparatorluğu da vardı) arasındaki ilişki, sonraki yüzyılda giderek sorunlu bir hal aldı.

Bu yeni anlaşmazlığın iki nedeni vardı: Bağnazlar ve Sicarii Örgütü!:

✓ Zealotlar, Judea merkezli aşırı sağcı bir siyasi partiydi. İngilizcede "bağnaz" anlamına gelen "zealot" sözcüğü, ideolojinin kör ettiği insanlar için kullanılır.
✓ Sicarii, Zealotlardan oluşan gizli bir cemiyetti ve bu cemiyetin üyeleri, Roma işgâline karşı isyan başlatmakla yetinmeyen Yahudilerdi.

Sicarii tarikatı, kanlı bir isyan başlatmaya niyetliydi ve "Helenleşmiş", yani Romalı derebeylerinin etkisi altına girmiş ya da onlara olumlu bakan herkesi öldürerek bunu bir ölçüde başardılar. Sonunda M.S. 68'de aradıkları kıyamet senaryosunu tetiklemeyi başardılar. Şiddetten bıkıp usanan Roma lejyonları, bu zorlu eyaleti işgal etti. Ulusu kıyıma uğratan ve Yahudileri dünyanın dört bir yanına dağıtan üç uzun savaştan ilkiydi bu.

İnançlı Yahudiler, Sicarii'nin Tapınak Dağı'nda, Kudüs'teki en kutsal ibadet yeri Süleyman Tapınağı'nda bile kan dökmekten çekinilmemesinden dehşete düşmüşlerdi. Ancak dini festivaller arasında mekanı dolduran kalabalığın içine karışıp hedeflerini öldürdükten sonra yine kalabalığın arasında kaybolmak, Sicariilerin salt tapınağa hürmet ettikleri için vazgeçemeyecekleri kadar büyük bir fırsattı. Dökülen kan bir Romalıya ya da Roma vatandaşına ait olduğu sürece, Sicariiler için hiçbir sorun yoktu.

İsyanın son dramatik sahnesini dağ şehri Masada'da tasarlayan bir grup Sicarii, teslim olmak yerine topluca intihar etmeyi seçmişti. Onlara boşuna Zealotlar dememişlerdi. Romalılar, birini yakalayıp işkence ettiği zaman, tarihçi Josephus'un anlattıklarına göre adamın cesareti ya da belki de delilik ölçüsündeki setliği, herkesi şaşırtmıştı. Hatta Sicarii çocukları bile işkence gördüklerinde Sezar'ı lider kabul etmeyi reddediyorlardı.

Hz. İsa'ya ihanet eden havarisi Yahuda İskaryot da büyük olasılıkla bir Sicarii idi. "İskaryot" sözcüğü, "Sicariilerden biri" anlamına gelen sicarus sözcüğünün Latinleştirilmiş versiyonuydu.

Judea dümdüz edildikten sonra, Sicariiler, Mısır'a kalabalık bir Yahudi nüfusunun yaşadığı İskenderiye'ye kaçtılar ve onları da isyana teşvik etmeye çalıştılar. İskenderiye Yahudileri, bu teklife bulabildikleri bütün Sicariileri öldürerek karşılık verdi. Geriye kalanlar, birer birer yetkililer tarafından yakalandı ve kısa süre sonra Sicariiler, tarih sahnesinden silindiler.
Mi acaba?
Bu işin günümüze uzantısı ne peki?
Tarihin dehlizlerinde dolaşmaya var mısın? Kesif bir küf kokusu yakacak genizlerini. Soluksuz takıl peşime. Dünden bugünlere bir yolculuk için oku yazılanları.

***
Satanist ve katil Siyonizmin kaynağı püritenliktir. İşte bu kavramı bilmeden bugünleri anlayamayız. Abdullah İbn_i Sebe, Yasef Nassi, Sebatay Sevi'yi tanımadan bugünleri yorumlayamayız.
Yolculuk başlıyor.
Püritenler, kendilerini Eski Ahit'e öylesine kaptırmışlardı ki, Amerika'ya New England (Yeni Ingiltere) yerine New Israel (Yeni Israil) adını vereceklerdi.
Puritanizm Amerika'nın kuruluşunda böylesine önemli rol oynayıp, "Amerikan ruhunu sekillendirirken", bu ülkeye "yahudici / yahudi sempatizani" (judaizer) misyonunu da yükledi elbet. Püritenlik, daha sonra gelişen tüm Amerikan protestanlığını da etkisi altına almıştır.
Püritenler, Yeni Dünya'ya Muharref Tevrat'in içerdiği vahşet boyutunu da getirmislerdir. Tevrat, Yahudilerin, Filistin'i sözde haksız olarak gasp etmis Kenan halkına karşı girişecekleri savaşta uygulamalari gereken bazı vahset emirleri içerir. Bu vahset emirleri, geçmis yıllarda ve günümüzde-yakın gelecekte Israil ordusu tarafından Filistinliler'e karsı uygulanmıstır-uygulanacaktır. Kendilerine rehber olarak Tevrat'ı kabul etmiş olan Püritenler de, Amerika topraklarında uyguladıkları vahşetler için Tevrat emirlerini referans kabul etmişlerdir.
Noam Chomsky, Year 501: The Conquest Continues (Yil 501: İşgal Sürüyor) adlı kitabında Amerikan yerlilerinin Kristof Kolomb'la başlayan baskı ve "etnik temizlik" dolu tarihine el atıyor. Ve Püritenlerin, Amerika'yı "VaadedilmişToprak" olarak gördüklerini, üzerindeki Kızılderilileri de "Kenan Halkı" saydıklarını bildirdikten sonra, Püriten vahşetini söyle anlatıyor:
"New England'daki ilk büyük soykırım hareketlerinden biri, 1637'de Pequot Kızılderilileri'nin yok edilmesiydi. Sömürgeci Püritenlerin, uyguladıkları bu vahşeti göklere çıkaran resmi açıklamaları ise şöyleydi: 'Yeryüzü cennetinde Tanrı'nın istemediği bu Pequot yerlileri temizlendi. Öyle ki, sükürler olsun, artık Pequot ismi taşıyan kimse kalmadı.'
Bugün, 'Tanrı'nın izni altında' yurduna bağlılık yemini eden her AmeriKANya çocuğu, aslında, bu katliamı uygulayan Püritenlerin taşıdığı retoriği ve Eski Ahit'ten (BozulmuşTevrat) kaynaklanan düsünceyi ödünç almaktadır.
Püritenlerin Eski Ahit'ten aldıkları düşünce ise şudur: 'Bilinçli bir biçimde, Tanrı'nın seçilmis halkına ait olan Vaadedilmis Topraklar'daki Kenan halkını yok etmek'.
Katliamı uygulayan Püritenler, yaptıkları işi tümüyle dini liderlerinin kontrolünde gerçekleştiriyorlar, 'kutsal misyon'larını yerine getiriyorlardı. Öyle ki, kızılderili erkek, kadın ve çocuklar tümüyle Eski Ahit emirlerine göre katlediliyorlardı. Kendi kullandıkları Tevrat deyimlerine göre, Püritenler, kızılderili çadırlarını 'kızgın ateşli fırınlara' döndürüyorlar, içindeki kurbanları Tevrat deyimiyle 'olabilecek en kötü ölümle' öldürüyorlardı. Bir baska Tevrat ayetinin deyimiyle ölenler 'ateşin içinde kızarıyor, ancak oluk oluk akan kanları ateşi söndürüyor'du. Katliamı uygulayanlar ise 'Rab (Yehova)'nin övgüsüne layık' oluyorlardi.

Bundan bir kaç yıl sonra ise New York bölgesindeki yerlilerin 'temizlenmesi' operasyonu düzenlendi. Örneğin, Subat 1643'de Güney Manhattan'da Hollanda'lı askerler tarafından Algonquin Kızılderilileri'ne karşı gerçekleştirilen ve David de Vries tarafından aktarılan katliam şöyleydi:
'Askerler pek çok Kızılderili'yi uykularında öldürdüler. Annelerinin göğüslerinden çekilip alınan bebekler anne-babalarının gözleri önünde kılıçla parçalanıyor ve bebeklerin parçaları ateıe atılıyordu. Kundaktaki bebekler beşikleri içinde parçalanıyor, kafalari eziliyor, en taş yürekli adamın bile vicdanını sızlatacak bir vahşilikle öldürülüyorlardı. Bazı bebekler nehire atıldı, onları kurtarmak için anne ve babaları da suya atladı. Ama askerler ne çocukların ne de anne-babaların sudan çıkmalarina izin vermediler, hepsi boğuldu."

Modern dünyanın uygulamaktan bir türlü vazgeçmediği vahşetin ardında, bir de bu tür bir "judaizer" geleneği yatmaktadır.... Püritenlerin uyguladıkları vahsetin İbrani öğretisine dayandığına, Arnold Toynbee de dikkat çeker. Amerikalı sosyolog Thomas F. Gossett'in Race: The History of an Idea in America (Irk: Amerika'daki Bir Düşüncenin Tarihi) adlı kitabında yazdığına göre, Toynbee, "Amerika'daki İngiliz kolonicilerinin Eski Ahit üzerinde yoğunlaşmalarının, onlara, dinsizleri yok etmekle görevli seçilmis bir halk oldukları inancını verdiğini" savunuyor. Gossett, bunun ardından, "Tevrat'taki Israilliler Kenan halkını nasıl yok ettilerse, Massachusettes kolonisindeki İsrailliler (yani Püritenler) de Kızılderilileri öyle yok ettiler" diyor.
Püritenlerin, "Amerikan ruhu"na enjekte ettikleri bu "judaizer" etki, Amerika'nın yahudilik konusundaki yaklaşımını bugüne dek yönlendirmiştir. Amerikan protestanlığıi, Püriten düşüncesinin bir devamı olarak, yahudilerin hep "seçilmis ırk" oldugu düşüncesini benimsemistir. Amerikan-Ibrani iliskilerinin tarihsel gelişimini incelediğinizde Amerikan protestanlığınin taşıdığıbu ilginç misyon, dikkatlerden kaçmaz.

Protestanlık-yahudilik paralelliğini göstermesi açisindan oldukça ilginç bir isimle karşılaşırız.
"1841'de New York'da bir metodist protestan olarak doğan William Eugene Blackstone, gençlik yıllarında Kutsal Kitap üzerinde uzmanlastı... 1878'de Blackstone büyük eseri 'Jesus Is Coming'i (Isa Geliyor) yayınladı ve kısa sürede ün kazandi. Evanjelik cemaatleri onu alkışladılar. Kitabı bir milyonun üstünde sattı ve Ibranice'yi de kapsayan 48 dile çevrildi.
Blackstone, arkadaslari Dwight L. Moody ve Cyrus I. Scofield ile birlikte, Kutsal Kitab'in yahudilerin 'Tanrı'nın seçilmis halkı' olduğu seklindeki hükmünün hala geçerli olduğunu savundu.... Aralarında John D. Rockefeller, Cyrus McCormik, J. Pierpont Morgan gibi isimlerin ve Parlemento sözcüsünün, senatörlerin, hakimlerin, avukatların, gazetecilerin bulundugu 413 seçkin Amerikalı Blackstone'un bu fikrine destek verdi. Yahudilerin seçilmis halk olduğunu destekleyenler, Amerikan elitinin kapsamli bir listesi durumundaydi...
Blackstone, daha sonra Rusya'dan göçen yahudilerin sözkonusu olduğu dönemde, su öneriyi getirdi: 'Niçin Filistin'i Yahudilere vermiyoruz?'...
Peki Filistin 'bizim' miydi ki onu Yahudilere verecektik? Buna karşılık Blackstone, 1878 Berlin Anlasması ile birer Türk eyaleti olan Bulgaristan ve Sırbistan'in Bulgarlara ve Sırplara verildiğini hatırlatıyor ve şöyle diyordu: 'Bulgaristan'in Bulgarlar'a, Sırbistan'in da Sırplara ait oldugu kadar, Filistin de yahudilere ait değil mi?'... Yahudi devleti, aynı Bulgaristan ve Sırbistan gibi, Türk Hükümeti'nden anlaşma sonucu alınacak Filistin toprakları üzerine kurulabilirdi...
Böylece Amerikali bir protestan olan Blackstone, Avrupalı bir yahudi olan Theodor Herzl'den yıllar önce siyasi siyonizmi ortaya atmıştı....
Blackstone, ölümünden iki yıl önce, 1933'de Chicago'daki protestan cemaatine yazdığı mektupta, asırlar önce Püritenlerin eliyle Amerika'ya yüklenmis olan misyonunun hala geçerli olduğunu vurguluyor ve, 'İsrail'in uyanışıyla şimdi her zamankinden daha çok ilgileniyorum' diye yazıyordu, 'Dualarımız ve gayretlerimiz sayesinde beklenen Mesih'lerine kavuşabilirler'."
Püritenlikten kaynaklanmış olan Amerikan protestanlığının yahudilikle olan paralelliğini ve yahudilerle ilgili olarak taşıdığı misyonu baska kaynaklar da vurguluyor. The Lobby: Jewish Political Power and American Foreign Policy (Lobi: Politikadaki Musevi Gücü ve Amerikan Dış Politikası) kitabının yazarı Edward Tivnan, konuyu söyle dile getiriyor:
"Amerikan Siyonist hareketinin önderi Brandeis, yeni kurduğu Amerika Siyonist Organizasyonu'nu geliştirmeye çalışırken, siyonist hareket birdenbire Beyaz Saray'da bir dosta sahip oldu. Bu dost Baskan Wilson'dı. Wilson, Brandeis'i yalnızca 1916'da Anayasa Mahkemesi'ne atamakla kalmayacak, aynı zamanda bu genç arkadaşının seslendirdigi siyonizm teorisine de destek çıkacaktı.
Wilson'in bu tavrı, pragmatik bir siyasi karar olmaktan çok daha öteydi. Bir Prespiteryen papazın oğlu ve Kutsal Kitab'ın sürekli bir okuyucusu olarak Wilson, yahudilerin kaderi ile duygusal olarak ilgiliydi. Amerikan protestanlığında Siyon idealine karşı büyük bir sempati geleneği vardır. Grose, Wilson'ın 'Ben, bir protestan papazın oğlu olarak, Kutsal Topraklar'in oranın gerçek sahiplerine verilmesine destek olmakla yükümlüyüm' dediğini de belirtir."

Amerika'daki Protestan cemaatlerinin önemli bir bölümü, bugün de aynı etkiyi taşımaktadır. ABD'deki köktenci protestan cemaatleri, Israil'i "Tanrı'nın yerine gelmiş bir vaadi" olarak değerlendirirler. Israil'e yapılan Amerikan yardımı hakkındaki en ufak bir eleştiri, bu cemaatlerden büyük tepki alır. Israil Devleti, Tevrat'ta adı geçen yahudilerle özdeşleştirilirken, Gazze ve Batı Seria'da yasayan Filistinliler, Kenan Halkı olarak değerlendirilmektedir. Öyle ki, bu cemaatler, Amerika'nın gücünü koruyabilmesini de Israil'e yaptığı desteğe baglamaktadırlar. Sayıları elli milyonu aşan Evanjelik protestanların liderlerinden Jerry Falwell, "Diğer milletler Israil milletine nasıl davranıyorsa, Tanrı da onlara öyle davranır" diyebilmektedir . Aralarında çok yakın bir dostluk bulunan Evanjeliklerin ve yahudilerin önemli bir bölümünün, "ortak düşmanlari" ise, Noam Chomsky'nin hatırlattığı gibi, müslümanlardır.
Sonuçta, Protestanlığın büyük ölçüde Eski Ahit'e ve İbrani dünya görüşüne dönüş hareketi olduğunu ve bu dönüşün hem sosyo-ekonomik boyutta (kapitalizmin dogması, faizin mesrulaşması) hem de sosyo-politik boyutta (yahudilere karşı olağandışı bir sempati ve hayranlık doğması gibi) sonuçları olduğunu söyleyebiliriz.
Batı kültürünün, ahireti temel hedef olarak belirlemiş olan Katolik düşüncesinden kopup, Kuran'ın "Her biri, bin yıl yaşatılsın ister" (Bakara, 96) hükmüne uygun bir dünyeviliğe dönmesi de, kuskusuz önemli ölçüde bu "İbranileşme" sürecinden kaynaklanmaktadır.
***
Bitirmeden şu Püritenlik konusuna da kısaca değinmek istiyorum. Püritenliğin kökleri İngiliz reformunun başlangıcına dayanır.
Katolikliğin dayatmaları insanları bunaltmıştı. Püritenlik 1500’lerin ortalarında İngiltere’de başlayan bir dini reform hareketiydi. İlk hedefi Katolik Kilisesi’nden ayrıldıktan sonra İngiltere Kilisesi içinde kalan Katolik etkileri ortadan kaldırmaktı. Bunu yapabilmek için kilisenin yapısını ve törenlerini değiştirmeye çalıştılar. Güçlü ahlaki inançlarıyla uyum sağlaması için İngiltere’de daha geniş yaşam tarzı değişiklikleri istediler. Bazı Püritenler Amerika’ya göç ettiler ve bu inançlara uyan kiliseler etrafında inşa edilmiş koloniler kurdular. Püritenlik, İngiltere’nin dini yasaları ve Amerika’daki kolonilerin kuruluşu ve gelişmesi üzerinde geniş bir etkiye sahipti.
Yalnızca İncil değil 'eski ahit' adı verilen Tevrat'ta artık hristiyanların inanç dinamiklerini besler hale gelmişti.

Avrupa tarihinde 16.yy Reform yüzyılı olarak adlandırılır. Reform konsepti Avrupa'nın büyük bir kısmının Katolik Kilisesi'nden ayrılması anlamına gelir. Aynı zamanda bu Avrupa'nın, Papanın hakimiyetinden kurtulmasına ve Protestanlığın kurulmasına yol açan dinsel bir harekettir. Birçok kaynakta, Anglikan kilisesi'nin bu yüzyıldaki reform hareketlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olduğu açıklanmaktadır. Fakat İngiltere'de, reform bundan çok önceleri ortaya çıkmıştır. Hatta İngiltere’deki reform fikirleri, Avrupa'daki reform hareketlerinin öncüsü olmuştur. İngiltere'de John Wycliffe Reformun ilk temsilcisi olmuştur. Ondan sonra 16. yüzyılda Kraliçe Elizabeth'in ciddi gayretlerinin bir neticesi olarak Anglikan Kilisesi Katolik Kilisesi'nden tamamiyle ayrılmıştır. Bu yüzyıldan sonra Anglikan Kilisesi, benzerine az rastlanır ulusal bir kilise konumuna gelmiştir. Ortak Dua Kitabı hazırlanarak Tanrı tarafından seçilmiş bir millet ve kilise oluşturma gayreti içerisine girilmiştir. Birçok ülkede olduğu gibi İngiltere'de de reform kolay olmamıştır. Anglikan Kilisesi tarihinde bir çok zorlu dönem geçirilmiştir. Anglikan Kilisesi oluşumdan sonra misyoner kuruluşlar ve sömürgecilik faaliyetleri sonucunda dünyaya yayılmıştır.
Bu arada 8. Henry'den bahsetmemek olmaz.
***
Henry için “Rönesans Adamı” ifadesini kullanmak yanlış olmayacaktır. Eğlenceye düşkün bir yapıya sahip olup sarayda her gün balolar festivaller düzenlerdi. Özellikle 20’li ve 30’lu yaşlarında oldukça enerjik bir yapısı vardı. Lakin ilerleyen yaşlarında huysuz, çekilmez bir adama dönmüştü.

1536 senesinde altı karılı Henry'nin karılarından biri olan Anne Boleyn’in hamile olması şerefine sarayda bir festival düzenlenmiştir. Henry festivalde katıldığı mızrak dövüşünde attan düşerek bir bacağını yaralamış ve yaralı bacağı ona hayatının sonuna dek acı vermiştir. Başka bir neden de erkek evlada sahip olamadığı için hayattan istediği beklentiyi alamamıştı. Erkek evlat, bir kral için oldukça önem taşımaktadır. Henry ona sahip olamadığı için insanları sevmemeye, şüpheci ve oldukça zalim bir krala dönüşmüştü. Ayrıca genç yaşlarında oldukça enerjik olmasından da bahsettiğimiz üzere, yaşlanınca bunları yapamadığı için krizin eşiğindeydi özellikle yaralı olan bacağı yüzünden oldukça sevdiği at binmek, ava çıkmak dans etmek gibi aktiviteleri yapamamaya başlamıştı. Yalnızca tüm bu sebepler değil, özel hayatında da yolunda gitmeyen şeyler olduğu için Henry oldukça zor bir durumdaydı. Henry, erkek çocuk sahibi olmayı oldukça önemli buluyordu çünkü yakın geçmişte daha önce bir kadının ülkeyi yönettiğine şahit olmadığı için oldukça tereddütlü yaklaşıyordu. Ancak Katolik inancına göre boşanmak mümkün olmadığı ve ilk eşi Catherine’in oldukça önemli bir aileye mensup olması hasebiyle, boşanmanın gerçekleşmesi hiç de kolay olmamıştır. Henry, 1534 senesinde Katolik Roma Kilisesi ile yollarını ayırarak 1534 senesinde Angilikan Kilisesi’ni kurarak kendini de bu kilisenin başı olarak tayin etmiştir. Elbette bu kiliseyi kurmasının tek amacının karısından boşanmak olduğunu söylemek doğru bir ifade olmasa da kendi otoritesini Papa'yla paylaşmak istememesi de önemliydi.

İngiliz Anglikan Kilisesi ilk olarak 1534 yılında Katoliklikten ayrılsa da Kraliçe Mary 1553’te tahta geçtiğinde Katolikliğe geri döndü. Mary yönetimi altında, birçok Püriten sürgün cezasıyla karşı karşıya kaldı. 1558’de Kraliçe Elizabeth tahta geçti ve Katolik Kilisesi yeniden reddedildi; ancak Püritenler için bu durum yeterince iyi değildi.

1608’de bazı Püritenler İngiltere’den Hollanda’ya göç etmişti. 1620’de ise Mayflower bölgesinde Plymouth Kolonisi’ni kuracakları Amerika’daki Massachusetts’e göç ettiler. 1628 yılında başka bir Püriten grubu Massachusetts Körfezi Kolonisi’ni kurdu. Nihayetinde, Amerika’nın New England bölgesinde yayıldılar ve kendi kendini yöneten yeni kiliseler kurdular. Kiliseye tam anlamıyla üye olabilmek için Tanrı ile aralarındaki kişisel ilişkileri ifade etmek zorundaydılar; zira, kolonilere, yalnızca ‘tanrısal’ bir yaşam tarzı sergileyenlerin katılmasına izin veriliyordu.

İngiltere’de kalan Püritenler ise artan hoşnutsuzlukları nedeniyle isyan etti ve sonuç olarak, belirli dini uygulamaları içeren yasalara uymayı reddettikleri için yargılandılar. Bu etken, 1642’de kısmen dini özgürlükler konusunda bir mücadelenin sürdüğü ‘Parlamenterler’ ve ‘Kraliyetçiler’ arasındaki İngiliz İç Savaşı’nın da patlak vermesine yol açacaktı. Oliver Cromwell liderliğinde bu savaştan galip çıksalar da Püritenlerin etkileri gitgide azalacak ve İngiliz Kilisesi’nin etkisi altında güçlerini yitireceklerdi.

1600’lerin sonlarında ABD’nin Salem gibi bölgelerinde yaşanan ‘cadı avları’, Püritenlerin dini ve ahlaki inançları tarafından yönlendirildi. Ancak 17. yüzyıl içerisinde Püritenlerin ABD’deki kültürel gücü de yavaş yavaş azaldı. İlk nesil göçmenler öldükçe, çocukları ve torunları kiliseyle daha az bağlantılı hale geldi. 1689 yılına gelindiğinde, New Englandlıların çoğunluğu kendilerini Püriten yerine Protestan olarak görüyordu; bununlar birlikte, birçoğu Katolikliğe keskin bir şekilde karşıydı.

Amerika’daki dini hareket, sonunda birçok gruba (Quakerlar, Baptistler, Methodistler vb) ayrıldıkça, Püritenizm bir dinden çok bir yaşam felsefesine dönüştü. Özgüven, ahlaki sağlamlık, azim, siyasete mesafeli durma ve sade yaşama odaklanma gibi ögeleri temel alan bir yaşam biçimi haline geldi. Bu inançlar yavaş yavaş, ‘New England zihniyeti’ olarak adlandırılan, kısmen laik bir yaşam tarzına da zemin hazırladı.

DÜNÜ ANLAYAMADAN BUGÜNLERİ YORUMLAYAMAZ, GELECEĞE DE HAZIRLANAMAYIZ.
DÜN BUGÜNLERİN AYNASIDIR.
YARINLARIN YOL HARİTASIDIR.

FEHMİ DEMİRBAĞ KASIM 2023








23 Ekim 2023 Pazartesi

 TARİH SIR SAKLAMAYI BECEREMEZ

Sabredenler için bir şey paylaşacağım.
Okumayı becerenler için.
Hazır mısınız?
...
BATIYI TANIMAK
24 yaşındaki, Güney Afrika Cumhuriyeti Cape Town Üniversitesi öğrencisi Nkosinathi Nkomo
üniversite harcını ödemekte zorlanıyordu ve ufak tefek bazı işler yaparak geçimini sağlıyordu.
Bu arada, oldukça uygun koşullarda, kirli suyu arıtma yolu/metodu buldu ve bunu bir su arıtma şirketine bildirdi.
Çok kısa bir süre sonra, Nkosinathi yüksek bir binanın üst katından yere düşerek öldü.
Polis "olayda kasıt olduğuna dair herhangi bir kanıt bulunmadığı"mı bildirerek olayı kapattı.
Bir kaç ay sonra, o şirket piyasaya Nkosinathi'nin metodunun hemen aynısı olan yeni bir su arıtma cihazı sürdü ve büyük ciro, kar elde etti.
Afrikalıların, Hintlilerin, Arapların, Türklerin, Kızılderililerin, Aborjinlerin, müslümanların özgüvenini yerine getirecek her girişim behemahal engellenmelidir ve engellenir.
Yoksa, batılıların üstünlüğü imajı zarar görür. Doğrudan veya dolaylı olarak sömürdükleri/yönettikleri bu ülkelerdeki halk "yahu biz de normal insanız, batılıların aşağı kalır yanımız yok" diye düşünür. Onca emek boşa gider.
"Adamlar Ay'a gidiyor; biz nelerle uğraşıyoruz" teranesi güme gider.
"Bizden adam olmaz, kırmızı ışıkta durmuyor; yerlere çöp atıyor, sümüğümüzü kolumuza sürüyoruz" demekten vazgeçeriz.
100 yıldır, sadece kötü yönlerimiz, eksikliklerimiz, hem de abartılarak, gündeme getirilir ve tekrarlanır.
Batılıların kötü yönleri sansürlenir, küçültülür ve unutturulur.
Batıda çocuklara cinsel tecavüz bizdekiden 50 kat fazladır; ama bizde 500 kat fazla gündeme getirildiğinden biz dünyanın en ahlaksız toplumu olduğumuza inandırılız.
Hırsızlıkta birinci İsrail, ikinci İrlanda, 3. Belçika'dır. Ama, bunu kimse bilemez. Kimse söylemez ki zaten.
Bizde eğitim yerlerdedir. Halbuki ABD'de yerin de altındadır. İlkokul öğretmenlerinin yarısı öğretmen değil, berber, çiftçi, garson, peyzajcıdır. Yokluktan, öğretmen olarak çalıştırılmaktadır. İlkokul 4.sınıf öğrencilerinin %47'si okuyamıyor ve yazamıyor ABD'de.
Sadece ilk ve ortaokulların bina tamiratı için 600 milyar dolar gerekli. Ama, 60 milyar dolar dahi tahsis edemiyor devlet.
Gültekin Türkmenoğlu kardeşimizin kalemine sağlık.
Hep söylüyorum; batının ne mal olduğunu da kendi milli benliğimizi de tanımak bilmek zorundayız.
Bu bilgi kirliliği ruhların zehirlenmelerine neden oluyor.
Vesselam...
...
Konuyu açalım mı, biraz?
Sabırla okumaya devam edin lütfen!
...
Bütün Dünya Yahudi merkezli İngiliz Püriten Mezhebi'nin etkisi ve kontrolü altındadır.
Püritenler, kendilerini Eski Ahit'e öylesine kaptırmışlardı ki, Amerika'ya New England (Yeni İngiltere) yerine New Israel (Yeni Israil) adını vereceklerdi.
Puritenizm Amerika'nın kuruluşunda böylesine önemli rol oynayıp, "Amerikan ruhunu şekillendirirken", bu ülkeye "yahudici / yahudi sempatizani" (judaizer) misyonunu da yükledi elbet. Püritenlik, daha sonra gelişen tüm Amerikan protestanlığını da etkisi altına almıştır.
Püritenler, Yeni Dünya'ya Muharref Tevrat'in içerdiği vahset boyutunu da getirmişlerdir. DeğiştirilmişTevrat, yahudilerin, Filistin'i sözde haksız olarak gasp etmis Kenan halkına karşı girişecekleri savaşta uygulamaları gereken bazı vahşet emirleri içerir. Bu vahşet emirleri, geçmis yıllarda Israil ordusu tarafindan Filistinliler'e karşı uygulanmıştır. Kendilerine rehber olarak Tevrat'ı kabul etmiş olan Püritenler de, Amerika topraklarından uyguladıkları vahşetler için Tevrat emirlerini referans kabul etmişlerdir. Noam Chomsky, (Yıl 501: İşgal Sürüyor) adlı kitabında Amerikan yerlilerinin Kristof Kolomb'la başlayan baskı ve "etnik temizlik" dolu tarihine el atıyor. Püritenlerin, Amerikayı "Vaadedilmis Toprak" olarak gördüklerini, üzerindeki Kızılderilileri de "Kenan Halkı" saydıklarını bildirdikten sonra, Püriten vahşetini söyle anlatıyor:
"New England'daki ilk büyük soykırım hareketlerinden biri, 1637'de Pequot Kızılderilileri'nin yok edilmesiydi. Sömürgeci Püritenlerin, uyguladıklari bu vahşeti göklere çıkaran resmi açkklamaları ise şöyleydi: 'Yeryüzü cennetinde Tanrı'nin istemediıi bu Pequot yerlileri temizlendi. Öyle ki, sükürler olsun, artık Pequot ismi taşıyan kimse kalmadı.'
Bugün, 'Tanrı'nin izni altında' yurduna bağlılık yemini eden her Amerikan çocuğu, aslında, bu katliamı uygulayan Püritenlerin taşıdığı retoriği ve Eski Ahit'ten (Tevrat) kaynaklanan düşünceyi ödünç almaktadır. Püritenlerin Eski Ahit'ten aldıkları düşünce ise şudur: 'Bilinçli bir biçimde, Tanrı'nın seçilmis halkına ait olan Vaadedilmis Topraklar'daki Kenan halkın yok etmek'.
Buraya kadar bir giriş yapmış olalım. Olayı nereye bağlayacağımı birazdan anlayacaksınız.
Tüm Evrenin dört element ve bu elementlerin birleşimiyle yaratıldığı söylenir. Bu dört element dört temel enerjiyi sembolize eder ve evrenden Dünya’mıza kadar her şey bu dört elementin farklı şekilleriyle meydana gelmiştir. Bu dört temel enerji; ateş, hava, su ve toprak olarak geçmektedir.
Ateş elementi hem bir yön'ü hem de bir baş meleği temsil eder; Güney yönü ve Mikail'i.
Hava elementi Doğu yönünü ve İsrafil meleği...
Su elementi Batı'yı...Meleklerden Cebrail'i.
Toprak elementi ise Kuzey'i işaret ederken meleklerden de Uriel'i. Yani Azrail'i.
Bu dört elementi kontrol eden ve tamamlayan beşinci bir element olarakta ruh veya eter-esir geçmektedir. Evrensel düzende bunu incelersek evrendeki “ki” enerjisi ruh, yıldızlar ateş, gezegenler toprak ve kara delik ve diğer cisimler havayı sembolize eder. Bu sadece evren için geçerli değildir.
Ağaç örneğini vermek gerekirse, ağaçlar topraktan aldıkları mineralleri, yine topraktan aldıkları su ile bütünleştirir ve güneş ışığı ve karbondioksit ile besin sağlarlar. Mineraller toprak, kullandıkları su su elementi, güneş ışığı ateş ve karbondioksit havadır. Lakin bir ağacın “yaşıyor” olması o ağaçta bulunan beşinci elemen olan “ruh” sayesindedir. Aynı şekilde insan vücudu içinde dört element şu şekilde sembolize edilir; Kan ateştir, beden topraktır, duygular sudur, nefesimiz havadır ve beşinci öz ise ruhumuzdur, dört elementin enerji devinimine olanak veren asıl kaynak.
Buradan gelelim tekrardan Yahudi inancının hayata olan yansımasına.
Dört Kutsal Şehir, Yahudi geleneğinde Kudüs, El Halil, Tiberya ve Safed'in dördüne birden verilen genel isimdir. 16. yüzyıl'dan beri Filistin'in kutsallığı, başta gömü olmak üzere, bu dört şehre yayılmıştır.
MÖ 10. yüzyılda, Davud tarafından Kudüs, Kutsal Tapınağın yeri olarak belirlendiği zaman ruhani merkez olan bu şehir Yahudiliğin en kutsal şehri oldu. Kutsal Tapınak'ta kurban için sürekli ateş yandığından bu şehir ateş elementiyle bağdaştırılır.
El Halil, ilk Yahudiler olarak kabul edilen İbrahim, Sare, İshak, Rebeka, Yakup ve Lea'nın mezarlıkları burada bulunduğu için ikinci en kutsal şehirdir. Ayrıca bu topraklar, Yahudi halkı için satın alınan iki topraktan biridir (El Halil, İbrahim tarafından Hititlerden, Kudüs de Davud tarafından Yebusilerden satın alınmıştı). Tarihsel olarak Hebron, Davud'un ilk başkentidir. Yahudi atalarının bu şehirde gömülü olması sebebiyle El Halil toprak elementiyle bağdaştırılır.
Safed, özellikle 1492'de İspanya'dan kovulan Yahudilerin akınına uğramasıyla Kabala'nın merkezi haline geldi. Yahudiliğin ruhani ve mistik branşından dolayı hava elementiyle bağdaştırılır.
Tiberya, hem Kudüs Talmudu'nun derlendiği yer olduğundan hem de Masoretlere ev sahipliği yaptığından önem taşır. Fakat, bu şehrin kutsal sayılmasının ana sebeplerinden biri, hahamların 18. ve 19. yüzyılda Tiberya'yı eğitim merkezi haline getirmesidir. Yahudi geleneğine göre kurtuluş Tiberya'dan başlayacak ve Sanhedrin burada tekrar kurulacaktır. Mesih'in Tiberya Gölü'nden yükseleceğine inanıldığı için bu şehir su elementiyle bağdaştırılır.
Yani Yahudi inancını herşeye sirayet ettirmiştir. Şehirlere de.
Misal Fas'ın Mavi Şehir olarak bilinen meşhur yerine bir göz gezdirelim.
İncil'de Yahudiler'e hitaben "Söyleyin İsrailoğullarına, giysilerinin kenarlarına içinden mavi iplik geçen püsküller taksınlar!" ibaresi gereği Yahudiler kendilerine Tanrıyı ve Cenneti hatırlatan mavi püskülleri kıyafetlerine takmaya başlamışlardır. 1930 lu yıllarda İspanya'dan göçüp Fas'ın Şafşavan (Chefchauen) şehrine yerleşen Yahudiler aynı zamanda oturdukları evleri de Mavi'ye boyamaya başlamışlardır. Şimdilerde Yahudi nüfus kalmamasına rağmen şehir bu davranışı geleneğe dönüştürmüş, şehir turistler ve fotoğrafçılar için bir cazibe merkezi olmuştur.
KUDÜS' LE BİRLİKTE TÜM KUTSALLARIMIZ İŞGAL ALTINDA!
6 Aralık 1917...
Kaybederiz Filistin'i.
İşgal Kuvvetleri konutanlarından General Alanby tekmeler Selahaddin'in sandukasını. "Kalk koca Selahaddin! Biz yine geldik! der. Savaşmadan Filistin'i terkeden komutanımız ise Pera Palas'ta aynı general ile ve ortadoğuyu cetvelleyip yeni haritalara bölen Gertrude Bell ile kurulacak yeni devletin özelliklerinin talimatlarını alır. Weizman yüzyılın başlarında ve ortasında kurulan iki ayrı yahudi devletinden bahseder sonraları.
Venilezesosun oğlu'da Osman Gazi'nin sandukasını yakar-yıkar; "intikamımızı almaya geldik" nidalarıyla.
Ki biz ciddiye almasak ta 7 haziran seçimleri sonrası İtalyan basını manşetler atar, son bin yılın Eyyubisini durdurduk diye, reisten için.
Biz de nacizane yırtınır dururuz bir kaç yıldır: 2017 yi işaret ederek... Filistin'in işgalinin 100. yılını işaret etmişimdir. Ya Yavuz Sultan Selim'in Kudüsün fethi olayını...Ya Selahattin'i...ya da deyip biz bir senaryo yazdık. Bir de roman...Düşmanının silahıyla silahlan düsturuyla...Lobi yapalım...kamuoyu oluşturalım...bilgilendirelim diye...Lakin hiçbir abdestli kapitaliste konunun önemini arzedemedik. Komisyon gündemli hiçbir yetkiliye konunun önemini anlatamadık.
Şimdi salın gözyaşlarını, atın sloganları. Kudüs 100 yıldır işgal altında.
Sanki ilkkez işgal ediliyorcasına tuhafcıktan şaşıralım.
Yahudi imalatlı alet edavatlarımızla lanetleyelim yahudiyi.
Rahatlayalım, gazımızı çıkaralım.
6 Aralık 2017...
Trump Kudüsü İsrailin başkenti ilan etti. Ki çoktan Amerikan kongresi bu kararı çıkartmıştı. Aynı kongresi Ermeni soykırımını da tanımıştı.
Kahrolsun Amerika desek te...
Es geçiyoruz...
Tanrıyı kıyamete zorlamaya çalışan siyonistleri ve evangelik hritiyanları. Püriten İngilizlerden kimin haberi var ki? Kraliçenin islamcıları ne dersiniz bu hususa?
Kudüs işgal altında da sanki Kabe değil!
Sanki İstanbul değil...
Kuran işgal altında...Akıllar gönüller...Kimin umurunda?...Biz dünyevileştikçe...leşleşmeye devam edeceğiz, kim farkında!?
Mescid-i aksa...kanımız da aksa, illa mescid-i aksa!
...
süleyman da asa,
güvelenmiş,
şüphe salan,
üçharfliler,
mescid inşaasında,
gayba kefil sanılanlar,
eceliyle peygamberin,
hükümsüz kaldılar!
aldananlar,
binlerce yıl,
yine de,
yalana inandılar!
...
yetimlerin efendisi,
rabbiyle,
randevuda!
isra ve miraç,
münafığa harç!
ve kutsal kılındı,
beyt-ül makdis!
kimine arz-ı mevud!
ah! Davud!
duvarı mabedin,
ağlama duvarı,
kan ağlatanların!
...
burak duvarıda,
o duvarın gölgesinde kaldı,
filistin!
ve bitmez kin,
filizlendi,
kan verdi, ateş,
ve ateşleri söndü ocakların!
...
bana,
mekke demen,
kudüs ve istanbul,
bir de el-hamra!
kiminde çizmeler,
kiminde kültürel işgaller!
varlığımın dört elementi,
boynumda,
iblisin kementi!
...
soluğum kesilir,
kendimden geçerim!
...
hasretindir,
yaşama nedenim!
ilk kıblem!
...
mescid-i aksa,
miraç sebebim,
sen mapusken,
yaşamayı neyleyim!
...
Aksa...kanım damarlarımdan,
nil olur,
fırat olur,
sevdalara akarım!
sen benim...imanım!
Gelelim Amerikanyaya...
AMERİKANYA
Yıl 1786 idi.
İlk defa, ABD bandıralı bir gemi Osmanlı limanlarından birine yanaştı.
Adı “Grand Türk” idi…
İçine taşıdığı yolcular ise, Anadolu’ya ekilmek üzere gönderilen ilk nifak tohumları olan misyonerlerdi.
İlk önce İzmir ve çevresine yuvalandılar.
Türk devletinin geniş hoşgörüsünden (aslında gafletinden) yararlandılar!
Anadolu’da birçok misyoner okulu açtılar. Okullarına öğrenci olarak da daha çok Bulgarları, Ermenileri, Rumları, İngilizleri, Yahudileri ve Kürtleri aldılar!
Yeni kiliseler kurdular etrafında cemaatler oluşturdular, Matbaalar kurdular ve maalesef bu milletin aleyhinde binlerce kitap, dergi vb. basmak suretiyle kararlı bir şekilde faaliyetlerine devam ettiler!
1863 yılına gelindiğinde bu matbaalarda Ermenice, Rumca, Bulgarca, İbranice, Kürtçe ve Türkçe olmak üzere basılan kitap sayısı 160.000’i aşmaktaydı. 1900 yılına gelindiğinde ise sadece Anadolu’da (İstanbul dâhil) 400’ü aşkın okulda 17.500 civarında öğrenci okutmaktaydılar.
Daha doğrusu, nifak tohumlarını bu öğrencileri zehirlemek suretiyle ekmekteydiler!
Bir karşılaştırma yapabilmek açısından aynı dönemdeki Türk okullarının sayılarını da vermek gerekmektedir. 1913-1914 yıllarında sadece Anadolu değil, bütün İmparatorluk dâhilindeki Sultaniye ve İdadilerin sayısı 63 ve buralarda okutulan öğrenci sayısı ise sadece 6.800 civarında idi.
Osmanlı devleti, 1869’dan itibaren her türlü yabancı okulu yakından izlemeye başlayınca, gözdağı vermek için Osmanlı karasularına ABD savaş gemilerinin gönderilmesini dahi gündeme getirdiler!
Çünkü dönemin ABD Başkanı Theodore Roosevelt’e göre dünyada herkesten önce ezilmesi gereken bir Türk gücü vardı.
Zaten misyonerlere verilmiş olan talimatta da öz olarak başka bir şey denilmiyordu. Misyonerleri Anadolu’ya gönderen güç, onlara verdiği talimatta: “Bir fetih savaşına girmiş askerler olduğunuzu unutmayın. Ve her ne kadar mücadele manevi alanda, kafanın kafayla, kalbin kalple mücadelesi ise de ve sizin silahınız Tanrı’nın inayeti ile güçlendirilmiş manevi bir silahsa da Napolyon’un askeri girişimleri kadar araştırma, bilgi ve düşünmeye ihtiyaç gösterir. Bu mukaddes ve vaat edilmiş topraklar silahsız bir Haçlı Seferi’yle geri alınacaktır” denilmekte idi.
Yani, “Grand Türk”’ün yolcuları aslında; “Büyük Türk”ü “Küçük Türk” yapabilmek için gelmişlerdi…
Fehmi Demirbağ