31 Ocak 2018 Çarşamba


ŞEYTAN İMPARATORLUĞU

Son bağımsız düşünen jenerasyon dönemindeyiz. Gelişen bioteknolojik birikimler insanlığı topyekün bir kıskaca bir cendereye hapsetmek üzere.
Anlatmak istediğim şeyin özeti yukarıdaki satırlar. Şimdi de konuyu açalım.
Dünya Ekonomi Formu adı altında heryıl düzenlenen meşhur Davos buluşması vardır, malum. Hani o zaman için ülkemizin başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan'ın meşhur "One Minute" şerhi düştüğü Davos Zirvesi.
"Ayrışmış bir dünya" sloganı hakim di bu sene ki zirvede. Hemen bütün dünya liderlerinin iştirak ettiği bu zirve ile ilgi bir kaç değerlendirmede bulunacağım.
Bu forumu bu zirveyi siyasi bir sirk olarak değerlendirmemek lazım. Dünya hegemonlarının dünyayı nereye evrileceklerinin tasavvurunun tezahür arenasıdır Davos.
90 lı yıllarda Davos'ta "kök hücre" olayı konuşulmaktaydı. Bu kavram bütün dünyanın gündemine ancak 15 yıl sonra giriverdi.
Yine 90 larda Bill Gates bugünkü cep telefonlarından, akıllı telefonlardan bahsetmişti. Henüz ortada cep telefonu mefumu ortada yoktu.
Bu seneki toplantıda ise meşhur Harari'nin (Homo Sapiens'in yazarı- Kudüs Üniversitesi hocalarından- Yahudi) söylemleri gelecek 20 yılın bile büyük değişimlere şahit olacağını vurguluyordu. Yani önümüzdeki 20 yıl içinde kim öle kim kala ama nüfusunun 25 milyonu 12 yaş altındaki Türkiye için önem arzetmekteydi.
İnsanlık müthiş bir değişime kendini hazırlamalıdır. İnsan adı altında bambaşka bir canlı türüyle yüzleşeceğiz. Yani şu an soluklanan insanlık son insan jenerasyonu.
Homo Sapıens diye isimlendirilen günümüzün türü bağımsız kalabilme yetisini kaybedecektir.
Ki biliyoruz dünyada devlet denilen yapılar küçük elit grupların çıkarlarını (Dünya nüfusunun %3 ü) korumakla mükellef yapılar. Dünya nüfusunun %80 ini ise bu elit gruplara hizmet eden bir orta sınıf var. Geriye kalan kitle ise orta sınıfın kabusu.
İşte bu elitlerin büyük ütopyaları insan olabilme, bağımsız düşünebilme özelliklerini kaybetmiş bir insan yığını elde etmeye odaklanmış vaziyette.
Tarihte devlet ve impararatorlukların güçleri sahip oldukları toprakların büyüklükleriyle orantılıydı.
1850 sonrası makinalaşma, buhar devrimi gibi gelişmeler sürece bir şekilde müdahil olmaya başladı. Makina ve teknolojiye sahip olmak kudretli olmanın ilk nüvesini teşkil etmeye başlamıştır. Toprak sahibi olan feodallar, aristokratlar ve avamlar yeni bir sosyalleşmenin ilk sinyallerini verdi. Kapitalistler ve puroleteryalar iki ayrı başlılığa yol açıyordu.
Yeni çağda ise dataya, verilere sahip olanlar tarihin seyrinde söz sahibi olmaya başladılar. Bu ise dünya yönetiminde çok küçük bir elit gruba söz hakkı tanıyacak gelişmelere sebep olmaktadır. Geriye kalan insanlığın ise tek bir adı belirmektedir; idare edilenler!
Günümüz insanlığının bu bilgi ve iletişim çağında en büyük korkuları arasında hacklanmak yer alır. Sadece bilgisayarlarımız değil verilerimizde hacklanmaktadır. Daha korkuncu ise beyinlerimizin hacklanması.
Beyin dalgalarımız biyometrik sensörlerle müdahaleye hazır hale gelmiştir. Bu dalgalarımız elektrik akımına çevrilerek verilerimiz alınıp analiz edilmektedir. Özellikle sosyal medya kullanıcıları bu konunun en önemli tacize uğrayanları olmaktadır.
Zirvede teklif edilen bir husus vardı ki akıllara seza. Hani ağızlarında tek dünya vatandaşlığı kavramı vardı ya...Pasaportların yerine tek kimlik uygulamasına geçelim teklifi yapıldı. Yani bütün dna, molekül ne varsa bütün bilgilerin bu kimliğe yüklenecek.
Beyin dalgalarınızın kontrolüyle bütün düşüncelerinizin ve reflekslerinizin analiziyle gerektiğinde size müdahele edilir hale gelinecektir.
Biokimyasal müdahalelere hazır olun. E diyebilirsiniz ki ben telefon kullanmıyorum. Ama en yakınınızdakinin telefon frekansı sizi yakalamaya yetecektir. Yani kurtuluş yok.
Hani telefonlarda bir program vardır ya. Sağlık açısından kalbinizin atışını ölçen sağlık verilerinizi tespit eden uygulamalar. Sanmayın ki bu veriler yalnızca size ait. Işık hızıyla bir anda ilgili merkezlere stoklanmak üzere kaldırılıyor. Sizinle ilgili tüm bilgiler itina ile kopyalanılıyor.
İşte bütün bunlar konuşulurken Davos'ta biz ortada yokuz. Ki zaten dünyada piar hususunda, lobi hususundaki zaafiyetimiz ortada. Kendimizi anlatamıyoruz, ifade edemiyoruz ve yeni şeylerde söyleyemiyoruz.
Son iki yılda 12.000 ekabirimiz yanlarına paracıklarını da alarak ülkeyi terkettiler. Hükümet anlık oyalanmalarla meşgulken...Kerameti kendinden menkul üniversitelerimiz laylaylomlarla gün tüketirken...
Ki Türk denilindiğinde, Müslüman denilindiğinde dünyadaki marka değerimiz ortada.
Dünyayı kıyamete sürükleyen bu şeytan imparatorluğuna karşı ne kadar müteyakkızız?
Dünya moleküler yapıyla...frekansla...manyetik alanla yeniden biçimlenirken bir ortaçağ karanlığında bulunmak ne acı. Ortaçağ karanlığını yaşayan batılılardı. Biz ise o çağlarda bugünkü dünyanın aydınlanmasının hazırlıklarını yapıyorduk. El_Alim'in kulları Elalem örgütünün mensubu olduklarından beri ne bize ne de aslında dünyaya huzur yok!
Allah'ın Sünnetullahını okuyamadık. Tabiat kitabını okuyamadık. Hoş inmiş kitabını da okumayı bıraktık ya...
Bio teknolojinin sahipleri dünyanın yeni efendileri oldular. Ne yiyip nasıl yaşayacağımız onlar tarafından koordine edilecek. Hele yakın zamanda münasip yerlerimize bir de chiplerini döşesinler. Buyrun cenaze namazına. Lakin cenazemizi kaldıracak bir imam bulabilirsek.
Bugün dahi İsrail hükümeti Batı Şeria'da her canlıyı an be an gözetim-kontrol altında tutmaktadır. Aynı prensiplerle çalışan Çin'i de göz ardı etmemek lazım. Bizim gevezelikte kullandığımız Facebook'un yapay zeka stüdyolarını...Googlenin...Hatta Amazon isimli alışveriş sitesinin teknolojik yatırımlarınıda görmezden gelmeyelim.

Davos'u anlatmaya çalıştım kısaca.
Siz yine uzun yazdım diye şikayetlenin mübarekler...


FEHMİ DEMİRBAĞ

KİTAPLARIMIZA ULAŞMAK İÇİN
www.eforyayinevi.com
ulaşınız!

TEŞEKKÜRLER REİS!

11 Eylül'den beri Amerika'nın Müslüman Coğrafya üzerindeki kanlı teşebbüsleri nihayet fiili olarak bize de bulaştı. Suriye'de hem sınırlarımızı korumak hem de oradaki fitne ateşini söndürmek için Mehmetçiğimiz de tavrını aldı. Bütün bu çatışmaların asıl sebebinin genel manada İslam toplumlarının ilmen zayıf düşmeleri olduğu kanaatindeyim. Yaklaşık 300 yıllık bir erime batı karşısında bizleri zaafa uğrattı. Onlara benzeyerek, onlar gibi olarak sıkıntılarımızdan kurtulacağımızı zannederken bir de kültürel yozlaşma gerçeği ile karşı karşıya kaldık. Hayatın her alanında onların değer yargılarıyla kuşatıldık. Bu hususta onlarla işbirliğine giren içimizden birileri ile çöküşümüzü daha bir hızlandırdık. Artık Müslüman görünümlü ama algılarıyla batının kuklasına dönüşmüş kitlelere dönüştük. Emperyalizm adı verilen batının bu iştahı fiilende topraklarımızda yer tutmaya başladı. Düşünebiliyor musunuz son 15 yılda 20 milyonu aşkın insanın da ölümüyle sonuçlanan kanlı bir hesaplaşmaya da döndü bu iş. Yıkılan şehirler, milyonlarca sürgün adeta Müslüman'ın kaderine evrildi. Onlarla boğuşmamız, bağımsızlık hamlelerine kalkışmamız gerekirken ümmetin çocukları birbirlerini de boğazlar hale geldi.
İşte bütün bu olan bitenin tek sorumlusu olarak gördüğümüz cehaletle mücadelenin en temel hedefimiz olması gerektiğine inanıyorum.
İmanımızı, aklımızı ve amellerimizi yeniden elde etmeden, inşaa etmeden batıyla olan bu mücadelemiz lehimize hayırlı sonuçlar ortaya koymayacaktır.
Özellikle Lozan karşılığı feragat ettiğimiz Hilafet müessesemiz bizi başsız koymuştur. Özellikle devrim adı altındaki uygulamalar ayrıca bizim geçmişle olan bütün bağlarımızı koparmaya yönelikti. Hele dil devrimi, harf inkılabı adı altındaki zorbalıklar topyekün sefaletimizin de alametlerini bünyesinde barındırmaktaydı. Batılılaşma adı altındaki bütün yaptırımlar çürümemizin nedenlerini oluşturuyordu.
Düşünemeyen, okuyamayan, yazamayan bir topluma dönüştük. Geleneklerimiz köhneleşmişti. Artık beşeri ihtiyaçlarımız gündelik yaşantımızı da normlandırıyordu.
Üniversitelerimiz, okullarımız, siyasetimiz, diyanetimiz, adaletimiz, emniyetimiz her geçen gün büyümekte olan sorunlarımızla baş edemiyor çare adına hertürden ideolojiye amansızca sarılıyor olmuştuk.
Toplumun aldatanları da hergeçen gün çoğalıyordu. Siyasetten, medyaya, cemaatlardan modernitenin bütün unsurlarına kadar hepsi sözbirliği etmişçesine bitmemiz adına adeta son vuruşu yapmaya ahdetmişlerdi.
Nihayetinde günümüze uzandığımızda...
Bir Tayyip Erdoğan kimliği ile karşı karşıyaydık. Övgüden ya da yergiden en çok nasibini alan bir kişilik olarak siyaset arenasında yerini almıştı.
Varlığı ile bana göre makus talihimizden kurtulmak adına alametler taşıyordu. Hataları var mıydı? Olmaz mı? Netice de Türk insanının ortalama kalitesinin bir tezahürüydü. Bizdendi. Kendisi pür-ü pak olsa dahi ziyadesiyle kadrosu hususunda sıkıntılar mevcuttu. Hasılı onlarda bizim içimizden birileriydi. Bu konuyu deşmeyeceğim, ayrıntısına da girmeyeceğim.
Ancak...
One Minutesiyle...
Dünya 5'ten Büyüktür vurgusuyla...
Eğer altını doldurursak hegemonlara karşı bir direnişinde başlangıç cümleleriydi bunlar.
Hele bir de...Dindar ve ahlaklı nesil çağrısı var ki...İşte bu çağrı asırlardır neslimizi dinsizleştirme ameliyelerine karşı bir duruşun adıydı.
Bu çağrıya ben de kayıtsız kalamazdım.
Biliyordum ki...
Bu milletin 25 milyonu 12 yaşın altında. Bizler maalesefki yedi yaşına kadar çocuklarımızı kendi edebiyatımızla, kendi çizgi filmlerimizle, internet oyunlarımızla, oyun ve oyuncaklarımızla informal olarak yetiştirmiyoruz. Sömürgeci, işgalci güçlerin belirlediği bir müfredatla okularımızda tektipleştirerek kurulu düzene kullar-köleler yetiştiriyoruz. Sokaklarımızdan evlerimize kadar bütün ürünleriyle, markalarıyla alışkanlıklarımız yine efendilerimizin belirlediği standartlarda sürüp gidiyor.
Ülkede okuma alışkanlığı edinemedik. İyi ki edinemedik diyorum bir yandan da...Çünkü ülkede basılan kitapların %90 ı tercüme kitaplar. Yani kilise kafasıyla Müslümanlar elde etmemiz mümkün değil.
Hele gençlerimizn durumuna gelince...
Ensestlikten, deistliğe, lgbtden, uyuşturucuya, teröre kadar uzanan bir yelpazede bir kuşatılmışlığı yaşamaktadar.
Ebleh, apolitik, eyyamcı, hastalıklı bireyler olarak yaşamaktalar.
İşte biz de bu sızılarla kaleme aldığımız 19 ayrı kitapla gençlerimize ulaşmak istedik. Türkiyenin dindar ve ahlaklı nesil hedefindeki tek kitap setini hazırladık.
Biliyoruz ki kendi çocuklarına kıyan toplumlar kendi çocuklarını iyi yetiştiren toplumların kölesi olur.
Biliyoruz ki gençlik gelecektir.
Doğmamış torunlarımızı hesaplayarak hayatlarımızı planlamalıyız.
Teşekkürler reis. Ben de bu hissiyatı uyandırdığın için.
Ki yine biliyoruz ki ne buyurmuştu efendimiz?
"Bir kişinin hidayetine vesile olmak, dünya ve içindeki nimetlerden evladır."
Kızıl Elma için elzemimiz, iyiliğe odaklanmak ve kötülükle mücadele etmektir.
En büyük kötülükte cehalettir.
...
Kitaplarımıza ulaşmak için; www.eforyayinevi.com u tıklayınız.

FEHMİ DEMİRBAĞ

30 Ocak 2018 Salı

BAS GİT LAN!
Makattan makadını kaldıramayan maksadına hasıl olamaz diyen Neneme Rahmet olsun.
Oturduğumuz yerden hasıl olsun istiyoruz hayallerimiz.
De get lan!
Şunca cehalet ve tembellikle varacağın yer hüsran mahallesinde tenekeden evlerde kaim olursun ancak.
Malum savaş ortamındayız.
İleri geri laklağın alemi yok.
Mesele bir ırk savaşı değil.
Irk meselesi zaten bizim kitabımızda yok. Zahir kitap okuduğumuzda yok ya...
Bakın, dikkat edin çocuklar için ve ölüler için biz yetişkinlerin kavga ettiği mevzuların hiçbir önemi yok.
Çocuklar bilmez misal, Türk, kürt, laz, çingene konusunu. Ne zenciden anlar ne sarı ırktan. Ne de bilmez misal yine, Sam Amcanın kızıl ırkı yok ettiğini.
Çocuk öğrenmeyi sever delisiye oynayarak..
Acıktığında ya da bir yeri uf olduğunda canı acır. Ağlar...Güler...Terbiyesi mukabili paylaşır arkadaşlarıyla herşeyini. Hayallerini de...
Kavga mı etti? Çarçabuk unutur kinini, öfkesini. İnsanlığın ideal halidir çocukluk. Bir de büyüyerek kirlenmese...Bizi kirlettikleri gibi kirletmesek biz de onları!
Bir de ölülerin kitabında yazmaz ırkçılık. Millet mefumu, vatandaşlık mefumu kabristan ehli olunca anlamını yitirir. Toprak herkese aynı muameleyi yapar. Topraktan geleni toprağa karıştırır.
Misal ahiretinde hesabında ırk yoktur. Duymadım Kürtlere ayrı kazan, ayrı zebani, ayrı ateş, ayrı cehennem!
Hayatı cehenneme çevirenler anlamazlar bu söylediklerimi.
Ne de köşkü farklıdır Türkler için Cennette.
Tek sancak altındadır tüm müminler. Dünyayı cennete çevirmekte elinde yine tüm müminlerin.
Hırslarımız, enaniyetlerimiz ve niyetlerimizdir kavramları anlamlandıran.
Biz akıl nimetini hele nefsimizin cenderesinden bir kurtaralım hele...
İyiliği emreden, tavsiye eden ve yüceltenlerden olalım. Misliyle de mücadele edelim kötülükle.
İspatı kabildir böylelikle iyilik ve kötülüğün tezahürlerini serdetmek.
Tercihini o yönde belirlemek...Çocukça yaklaşmak hayata...Bir ölü gibi de yaşamak. Yani ölmeden önce ölmek. Nasıl da anlam kazanacak bütün anlamsızlıklar. Anlamsızlıklar anlamlanacak.
Uğruna birbirimizi yediğimiz bütün heyulalar yok olup gidecek.
Ama...
Bilmezsek...
Bilmek için düşünmez isek...Düşünüpte okumaz isek...Okuduklarımızı biriktirmez isek...Biriktirdiklerimizi aktarmak için yazmazsak...
Apış arası ve işkembe arası bir hayata mahkum kılarsak kısacık hayatımızı...
Ümmet vücudunda çıbanlar çıkar, irin üretir her bir uzvu.
Cehalet...
Cahiliye çağını hep yaşatır.
İnsin diye vahyin sedası yeryüzüne, bekler dururuz her an Resulullahı!
O hirada...mağarada...Bizde mağarasındayız karanlığın...
Ey hikmet...
Ey idrak kapısı açıl artık dimağımıza...
Düşmana hacet kalmadı...Ümmetin çocukları birbirlerine düştüler...Diyar-ı küfrün şubesi oldular.
De get lan!
Birbirimizle konuşamıyoruz artık...
Onun için öfkeyle bağırıyoruz...
Ne çok küfreder olduk...
Şiddet tek lisan!
...
Savaş zamanındayız...Nasıl geldik buraya?...Birbirimize düştük.
Çünkü ölmeden çürüdük!
De ki kazandık savaşı. Bayraklarımızı diktik düşmanın herbir kalesine.
Ya cehaletle savaşımızı kazanamaz isek...Hep mi savaşacağız...Savaştıklarımıza dinimizi kim tebliğ edecek peki?
...
Ya Hz. Ömer iman etmemiş olsaydı?

FEHMİ DEMİRBAĞ

29 Ocak 2018 Pazartesi

KAYBEDECEK VAKİT YOK!
Hell ülkesinde tutuklandım. Yine malumat toplamak için ülkeye izinsiz olarak giriş yapmıştım. Merak bu ya kafama takılmıştı, bu ülke nasıl kuruldu diye? Arvalap Adası gibi mükemmel bir yer nasıl olur da ikiye ayrılmıştı?
Hell'in kurucu bir lideri var. Bir de 12 kişilik bir kurucu konseyi. Arvalap Adasından bir kişiyi de ayartıp kurulun başına geçirmişler. Etti mi 13. Sara Aaranson, Gerdrude Bell, General Allenby, Lawrence, Abduh, Efgani, Hurrington, Resneli Niyazi, Teodor Hertz, Emmanuel Karasu, Mr. Vahap, Şerif Hüseyin ve o malum şahıs Hell ülkesini Arvalaptan ayırarak kuran kişiler.
6185 nolu yasaya aykırılıktan gözaltına alındım.
Halbuki ülkede metrekareye onlarca casus düşmekte. Başka adaların casusları ülkede cirit atmakta. James Bond, Mike Hammer, Hercules Pariot, Sherloc Holmes, Çakal Carlos en bilinenleri. Benim gibi sıradan bir yazara bile casus muamelesi yapıldı ya...en azından gururum okşandı. Kendimi önemsedim. Hell ülkesinde irticai faaliyette bulunmak diye bir suçlama ile de karşı karşıya bulundum.
Sorularım toplumda huzursuzluğa sebebiyet vermekte imiş. Bölücülük yapıyormuşum. Arvalap bir bütündür, parçalanamaz diye iddiam varmış.
Arvalap'ın resmi dili Açkurudyacayı övüyormuşum filan. Bir de buranın muhalif liderlerinden birisi ile temaslarım varmış. İddiaların ardı arkası kesilmiyor.
Hakimin huzuruna vardığımda "One Minute" dedim. "Arvalap Hell'den Büyüktür" diye de sözümü devam ettirdim.
"Hakim Bey artık modern zamanlardayız. Bilgi ve bilişim çağındayız. Bütün Arvalap halkı merak ediyor Hell neden bizden ayrı düştü diye? Ayrılığın, bölünmenin, parçalanmanın ada halkına ne faydası var?
Hell nasıl kuruldu?
Hell deki kurucu iradeye bağlı olduğunu iddia eden Ceviz kabuğuyla Halkın Payıdır politbürosu hakkımda atılan mesnetsiz iftiraların adresidir.
Ben Hell halkınında bizim Arvalap gibi kendi iradesi ile yönetilmesi gerektiğini savunuyorum.
Madenlerimizi ve diğer kaynaklarımızı neden başka adaların insanları kullansın?
Neden aramızdaki anlamsız düşmanlık sona ermesin ki?"
Ben mahkemede ifademi verirken o esnada hakimin telefonuna gelen mesajın bip sesi ile sözümü kesmek durumunda kaldım.
"Pardun bay sanık" dedi hakim. "Bylock'uma bir mesaj geldi de..."
"Ülkenin Toryum, Bor, Petrol kaynakları Birleşik Ada tarafından zaptedilmekte." Bir an Serdar Topçuoğlu arkadaşın söyledikleri aklıma geldi;
"Dünyanın KOLONİLEŞME ve VAHŞİ KAPİTALİZM ile başka ülkelerin zenginliklerini, mallarını, mülklerini ve hatta insanını SÖMÜREREK ZENGİNLEŞTİĞİ ve bu zenginlikleri de kendi ÜLKESİNE TAŞIYARAK, ÜLKESİNİ MARUF ettiği dönemde,
BİZ, YANİ TÜRKLER, YANİ O DEVRİN OSMANLI İMPARATORLUĞU için duraklama ve gerileme devri başlamıştı.
Üstelik öyle veya böyle sahip olduğumuz İSLAM inancı, hükmettiğimiz topraklarda yaşayan insanların ne DİNİNE, ne DİLİNE nede ZENGİNLİKLERİNE, kapitalist düzen gibi MÜDAHALE ETTİRMEDİ!!!
İşte sırf bu nedenledir ki OSMANLININ hükmettiği coğrafyalarda insanlar, bu gün İNGİLİZCE, FRANSIZCA veya FLAMANCA konuşurlar. Öncelikle bu gerçekle yüzleşmek ve kabullenmek zorundayız!
Ve işte sırf bu gerçek nedeniyle de, MAALESEF Kİ, kendi ülkemizi, ANA VATANIMIZI , KENDİ TOPRAKLARIMIZI SÖMÜRMEK durumundayız...
Bir İngiliz gibi sömürge topraklarında veya zamanında oraları ele geçirmiş ŞİRKETLERİ aracılığı ile dünyanın en ücra köşelerinden ALTIN, ELMAS, BAKIR, KOBALT, KURŞUN, DEMİR ,PETROL çıkarıp, alım, satımını yapıp , para kazanma şansımız yoktur...
Bir Belçika gibi, KONGO isminde ki ülkeyi TÜKETENE dek sömürüp, AVRUPA'nın ortasında yoktan bir ülke olma şansımız da yoktur...
Fransızlar gibi, özgürlüklerini verdiğimiz SÖMÜRGE ülkelerinin tüm MALİ YAPILARINI ve GELİRLERİNİ kontrol ederek, hala paralarından , PARA, mallarından , MAL kazanma şansımız hiç yoktur...
Hollanda gibi eski sömürgelerinde yürütülen TARIMSAL faaliyetleri,kendi ülkesinde yapılmış gibi göstermemiz imkansızdır...
ÇİN NASIL Kİ gelişebilmek adına , kendi insanını, kendi topraklarını, nehirlerini, havasını, suyunu KİRLETİYOR İSE,
MAALESEF ki , ÜZÜLEREK SÖYLÜYORUM ki, İÇİM KAN AĞLAYARAK BELİRTİYORUM ki, ülkemizde GELİŞEBİLMEK ADINA, kendi topraklarını, sularını, nehirlerini ,bitkisini, otunu, böceğini kullanmak zorundadır...
Enerji açığı bulunan ülkemizin, DOĞAYA ZARARI AZ OLAN alternatif enerji kaynaklarına yönelirken, DÜNYA EN BÜYÜK REZERVLERİNDEN BİRİSİNE SAHİP OLDUĞU LİNYİT KAYNAKLARIMIZI kullanarak enerji üretmesi KAÇINILMAZDIR.
KENDİ TOPRAKLARIMIZ ÜZERİNDE, en az 3-5 tane NÜKLEER SANTRAL kurmamız da KAÇINILMAZDIR.
Balıkların göç yolu üzerine BARAJ , kuşların göç yolu üzerine RÜZGAR türbini kurmamız KAÇINILMAZDIR.
En basit şöyle düşünün, EVİNİZDE YAKACAK YOK ve ÇOCUKLARINIZ üşüyor, BAHÇENİZDE Kİ 300 yıllık IHLAMUR ağacının GÖZÜNÜN YAŞINA BAKAR MISINIZ? İşte önemli olan bu TAHRİBATI ne kadar az veya çok yapacağımızdır ancak TAHRİBAT olması kaçınılmazdır."
Devam ettim;
"Hell ülkesinin çocukları Birleşik Adanın müfredatına göre yetişmekte. Siz bizden ayrıldınız ama Birleşik Adaya bağlandınız, farkında değilsiniz.
Çocuklarınız onların edebiyat eserleriyle, çizgi filmleriyle, oyuncaklarıyla şekilleniyor. Bakın biz Arvalap halkı olarak yakın zamanda Afrin Adasına bize ihraç ettikleri terör ürünlerini geri çevirmek için bir nezaket ziyaretine gittik. Ençok velveleyi sizin Hell' deki aydınlar çıkardı.
Adanın tamamındaki Cehalet terörü, Uyuşturucu Terörü, Gıda ve Sağlık Terörü, Anarşi Terörü Hell Adasındaki Birleşik Ada hakimiyetinden sadır olmakta!"
Ben otomatiğe bağlanmış şekilde savunmamaı yapmaya çalışırken hakim kaşlarını çatarak sözümü kesti:
"Sayın suçlu. Bylocktan aldığım talimata göre...Sen himmetini vermeyen, aklını okyanus ötesine bahşetmeyen, hizmet erlerinden olmamış, altın nesil için kılını kıpırdatmamış bir hezeyansın! Efendimiz senin ocağına ateşler salmamı buyurmakta! Kurulu düzene biat etmeyen birisin!"
Üç gün içeride tuttular. Sonra da salıverdiler. Sınırdışı ettiler Hell'den. Cezaevinde de diğer mahkumların kafalarını karıştırmaya başlamışım meğer.
Arvalap'a döner dönmez hemen bir Kültür Karargahı oluşturmaya karar verdim. Hell ülkesiyle ancak bilgi yoluyla ve aydınlanma ile mücadele edilebileceği kanaati hasıl oldu bende.
İnsanlar malum, bilmediklerine düşmandırlar.
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya da yatkındırlar. Fikirsiz zikir ise en tehlikeli sürecin alametidir.
Arvalap Adasındaki okuma olayını çözelim ki sonumuz Hell ülkesine benzemesin.
Haftada bir kitap okumalı Arvalap halkı. Önce elbette ki kitabımız Kur'an-ı Kerim.
Sonra halkın eğitim vasıtası olan sinema filmleri çekmeliyiz.
Offf! Yapılacak çok iş var. Vakit kaybedecek durumda değilim.
Hay Allah! Afrinde durum ne vaziyette acaba? Duam sizinle mücahitler'
FEHMİ DEMİRBAĞ

27 Ocak 2018 Cumartesi

ARVALAP ADASI HAKKINDA

Hakkında o kadar çok şey anlattım ki Arvalap Adasından haberi olmayan kalmamıştır.
Malum yalan dünya derler. Kahpe dünya filan diye değişik betimlemelerle bu dünya hakkında o kadar çok şey söylemiştir ki insanoğlu, uğruna ahiretini ve herşeyini feda ettiği dünya ve içindekiler hakkında tatminkar değildir ve bal gibi de bilmektedir ki yine bu dünyanın geçici olduğunu.
Yalan dünya, yani palavra. Tersinden bakıldığında yani ezberlerin dışına çıkıldığında sırrına vakıf olunan dünya.
İşte bir nevi dünyanın bir yansımasıdır Arvalap Adası'da.
İki yönü vardır bu adanın. Bir Hell denilen Cehennemi bölümü. Bir de diğer tarafı vardır ki yani oranın sultanlığının, idaresinin benim başında olduğu bölüm.
Önce benim kısminı anlatayım.
Orada bilim vardır. İlim hakimdir oraya. Kültür, sanat, edebiyat ve ahlak hususunda herşey yaradılışın nakışındadır.
Adaya ulaşmak istiyorsanız bütün yollar oraya çıkar, yeter ki elinizde bir adresiniz olsun. Tasvir yapacak olursak tarifinin adı bir nevi cennet misalidir.
Hayal kurmasını bileceksiniz evvela. Hayal kurabilmeniz içinde mürekkep pekmezinden şifa bulmanız gerekmektedir. Harf harf hece hece gerçeklerden beslenmeniz gerekmektedir. Akıl nimeti en önemli vasıtadır oraya yol almanız için. Vahiy soluğunuzdur derinliklerine ve zirvesine varmak istiyorsanız. İbadet urbası mintanınız olmalı ki yolda aşınmasın uzuvlarınız. Şükür ve sabır ile yarenliğiniz varsa bir çırpıda adada söz sahibi olanlardan olursunuz. Huzur makamında keyf sürersiniz. Endişe patikalarını kolaylıkla aşarsınız.
Bir de zaman mefumu yoktur adada. Bir bakmışsınız Resulullahla taifte taşlanıyorsunuz, bir de ayaklarının tozu oluyorsunuz medineye yapılan hicrette. Musab ın tebliğine şahid olurken, Saad Bin Ebi Vakkas'ın okuyla yol alıyorsunuz müşrikliğin böğrüne saplanırken. Sultan Alparsan oluyorsunuz, Tarık Bin Ziyad, Selahaddin! Tarih sizin ilham meclisiniz.
Ölülerle konuşuyorsunuz kitaplarına dalarken engin kütüphanesinde.
Barış güvercinlerini besliyorsunuz avuçlarınızla ümit kırıntılarıyla. Aşk pınarından kanıyorsunuz ilahi makamlarının nağmesiyle.
Her varmanız da adaya ne yaşamak istiyorsanız onu yaşıyorsunuz. Ne olmak istiyorsanız siz osunuz. Kim olmak istiyorsanız da o.
Arvalap adasında yıldızları siz kırpıyorsunuz. İstediğiniz kadar güneş, dilediğiniz parlaklıkta ay edinebiliyorsunuz.
Burada haram haram! Zinhar lüzumsuzluk adına ne varsa hepsi lanetli. Ağzınızdan kazara bile olsa küfür çıkmıyor. Hayallerinizle herşeyi biçimlendirmeniz helal.
Bir de Arvalap Adası kimsenin tapulu malı değil. Kim hayaliyle ulaşırsa onun.
Hastalık yok, savaş yok, kıtlık yok, afet yok! Yokluk yok! Bir de bir küçük tüyo vereyim size. Burada sahip olduğunuz herşeyi gerçek dünyanıza götürmek serbest. Hem de dilediğiniz kadar.
Bir de...
Hill bölümünden bahsedeyim sizlere...
Burayla ilgili malumat sahibi olmalısınız.
Kabus treniyle yol alabilirsiniz buraya. Alçaklık, ihanet dağlarını aşarak kolaylıkla gelebilirsiniz. Aslında buraya girmek biz insanoğluna yasak kılınmıştır. Ama bir şekilde merak çukuruna düşerseniz vizeyi almış olursunuz gelmek için.
En kibirli olan buraya sultan olur. Günah ve ahlaksızlık galerisinde eserleri olanlar rol model olurlar. Bütün kapılar som altındandır, tevbe kapısı hariç. Ağaçtan olduğu için pek rağbet eden yoktur. Ki o kapı bizim bölüme açılır.
Ben isimlendiririm bu adaya dair bütün isimleri.
Ödüm kopar Hill bölümünden. Malumat sahibi olmak adına kaçamaklarım olur kısa süreliğine oraya. Topladığım bilgileri paylaşırım benim gibi hayal yolcularıyla.
Kısa bilgiler verdim bu yazımda Arvalap Adası hakkında. Uzun lakırtılara gelmeyenler için. Siz uzun uzun düşünün ancak ada hakkında. Hatta becerirseniz siz de yazın kendi Arvalapınızı.
Kimbilir aynı adanın vatandaşlarıyızdır belki de.
Belki bir yerinde buluşur laflarız bir kahve içimi eşliğinde.
Not: Adamıza kahve Yemen'den gelir. Starbuck's kahve Hill bölümünde!

FEHMİ DEMİRBAĞ



26 Ocak 2018 Cuma



MİDESİ ELVERECEK,
YÜREĞİ YETECEKLER OKUSUN BU YAZIMI!

Bir ara sizlere Arvalap Adasının görünmez yüzünden bahsetmiştim. Herkesin varlığından haberdar olup ta orada neler olup bittiğinden bilgisinin olunulmadığı diyardan. Yakın zamanda kelleyi koltuğa alıp oraları keşfetmek için yola çıktım. Şimdi gördüğüm inanılmaz şeyleri sizinle paylaşmak istiyorum.
Bu esrarengiz yerin aynı zamanda bir korku, dehşet, vahşet bölgesi olduğunu baştan söyleyeyim. Midesi kaldıramayacaklar yazıya devam etmesinler. 16 yaşından küçüklerden bu yazıyı esirgeyiniz, saklayınız. Yüksek oranda gerçeklik saklıdır yazının içeriğinde.
Arvalap Adasının bu gizemli kısmının adı Kurukafa Cehennemi! Her türden sapıklık, sapkınlık burada yaşayan insanların en önemli hasletleri. Minik bir devletleri var. Ülkenin yönetiminde bulunan insanlara "Hegemonlar" deniliyor. Luciferizm diye bir dine mensuplar, şeytana tapınıyorlar. İçki, kumar, faiz ve zina devlet destek ve gözetiminde. Özellikle bu bizim günah dediğimiz, ahlaksızlık dediğimiz uygulamaları cazipleştirmek için ellerinden gelen gayreti esirgemiyorlar. Bilmeyenler onların dış görünüşüne aldanabilirler. Beyler takım elbiseler içerisindeler. Adeta yataklarına bile kravatla giriyorlar. Hanımlar ise alabildiğince bir şıklık içerisindeler. Yapmacık tavırları görgü ve zerafet içinde kaybolup gidiyor. Dışardan insanların ülkelerini ziyarete müsaade etmiyorlar. Dolayısıyla benim ziyaretimde büyük bir gizlilik içerisinde gerçekleşti. Yani büyük miktarlarda görevlilere rüşvet dağıttım. Kurukafa Cehennemi (hellfire hell) kısaca Hell diye isimlendirilen bu ülkede paranız varsa (Hellcoin Doları) herşeyi elde edebilirsiniz.
Kısaca izlenimlerimden notlar aktarmaya başlıyorum.
Hell'de idam cezası uygulaması var. Ahlaklı adamlara tahammül yok. Düzene itiraz edenlerin akıbeti özellikle giyotin. İdam edilen mahkûmların altında, ellerinde bardaklarla bekleşiyordu halk. Tabii ki infazdan sonra aşağıya damlayacak sıcak kanı bardaklara doldurmak için… Halk taze insan kanının epilepsiye iyi geldiğine inanıyorlar. Bu ürpertici inancın kökleri ise yaklaşık 2,000 yıl öncesine dayanıyor: Meşhur Romalı doktor Celsus dönemine… Bu yıllarda hastalara yaralı gladyatörlerin vücutlarından alınan saf kan veriliyordu.
En büyük şehir müzelerinde yer alan “Body Worlds" başlıklı sergisi esas olarak plastinasyon yöntemiyle çürümez hale getirilen derisi yüzülmüş insan bedenlerini bütün halinde veya parça parça sergileyerek anatomiye yabancı kimselere insan vücudunu tanıtmayı amaçlıyordu.
Sergilenen insan bedenlerinin, sahiplerinin rızası alınmadan kullanılmasının, özellikle adadaki kimsesiz, dilenci ve meczup kişilerin bedenlerinden izinsiz istifade edilmesinin ne kadar etik olduğu konusunda süregelen bir tartışma da olmasına rağmen bedenlerden istifade etme düşüncesi adada yeni bir şey değil.
Adadaki bir Lucifer keşişi insan kanından şifalı bir reçel ve marmelat yapıyormuş. “Kâseye koy, hızlıca karıştır, sonra incecik bir ipek bezden geçirerek süz..." Tarifin bir bölümü böyle. Tamamını veremiyorum, zira yürek kaldıracak cinsten değil. Burada insan kendi türünde arıyor şifayı. İnsan bedeni harika bir tedavi kaynağı, insan kanı ise efsunlu bir ab-ı hayat. Kemik, kan ve et dokuları, kimi zaman da iskelet üzerindeki bazı yosunsu oluşumlar buradaki insanların başucundaki ecza dolabı vazifesi görüyor.
Ceset tıbbının malzeme listesinde sadece taze kan yok elbette. “Mumya" ifadesine erken modern dönem gözlükleriyle baktığımızda, mumyalanmış bedenden elde edilen parçalar için kullanıldığını görürüz. Bu gelenekte mumya parçaları doğrudan ilgili bölgeye sürülüyor veya içeceklere karıştırılıyor, böylece vücuttaki ezik ya da çürükler tedaviye çalışılıyordu.
Hakeza Hell ülkesindeki bu uygulamalar bizim dünyamızdaki Avrupa tarihinde de önemli bir yer tutar. Söylentilere göre Fransa kralı I. Francis (1449-1547), yanında ufak bir mumya parçası taşır, kaza ya da olası tehlikelere karşı güvenle geçirirmiş gününü. İngiliz filozof ve yazar Francis Bacon (1561-1626) da mumyacılardan. Bir mumya parçasının yaralanma sırasında akan kanı durduran çok güçlü bir tesire sahip olduğunu öne sürermiş. (Malum, Bacon adlı bu ilginç zat modern bilimi başlattığı için bizde de sık sık kutsanır.)
Avrupa'da insan eti yemenin, savaşta ele geçen rütbe sahibi bir düşmanın etiyle ziyafet çekmenin veya Romalılarda gladyatörlerin kanını içip dinçleşmenin derin bir mazisi var. Ama bunlar biraz da epik bir anlatımla uzak geçmişe işaret ediyor ve istisna olarak algılanıyor. Mesela Arslan Yürekli Richard'ın epik hikâyelerine veya Marco Polo'nun seyahat notlarına düşülen uzak zamanlar, “Avrupa'da yamyamlık" başlığı açısından çok da anlamlı değil. Avrupalının, boyunduruk altına alınıp terbiye edilmesi icap eden “insan yiyen vahşi öteki" kavramını inşa ettiği 'modern' yüzyıllardır.
Haçlı seferlerini hele detaylarıyla derinlerine inecek olsak bir Yamyamlık Seferleri olduğunu da görürüz.
“İnsan eti yemek", “insan kanı içmek" ve “yamyamlık" denildiğinde aklımıza hep “ilkel kabilelerin", “yarı çıplak dans eden karaderili adamların" arasına düşmüş, kaynayan kocaman bir kazan içindeki beyaz adamın manzarası gelir. Hepimize eğer bir gün ıssız bir adaya düşersek, kumsalın hemen gerisindeki dev yapraklı tropikal bitkilerin arasından bizi avlamak ve yemek üzere siyah kafalar uzanabileceği öğretilmiştir. Çizgi romanların ve hollywood hikayelerinin algısı bu yönde olmuştur.
Özetle, eğer “medenî" dünyada değilseniz ve ormanda kaybolursanız karşınıza yamyamlar çıkar, ilkel borularından üfledikleri zafer tınıları ağaç dallarına sarılıp kıvrılan sarı renkli yılanların tıslamalarına karışır ve ormanın derinliklerinde 1,5 metre boyunda bir kazanda kaynayıp boynunda sivri taşlardan kolyeler taşıyan adamlara çorba olursunuz.
Bu, işin karikatür kısmı. 2011 Kasım ayında GEO dergisi “Avrupa'da yamyamlık" üzerine bir dosya hazırladı ve aslında araştırmacıların üzerine bir hayli zamandır eğildikleri bir konuya mercek tuttu: 17-19. yüzyıllarda Avrupa'da yamyamlığın gizli tarihiydi konu. Berlin, Paris gibi Avrupa'nın lokomotif şehirlerinde boy göstermiş ve 19. yüzyıla kadar devam etmiş bir yamyamlığın tarihi de diyebiliriz buna. Lakin 14. ve 15. yüzyıllardan itibaren Afrika ve Güney Amerika'yı ziyaret eden eski dünyalı kâşiflerin, gezginlerin anlattıkları bilinen öykülerden hayli farklı bir tarihti bu.
Rönesans döneminde yaşamış İtalyan düşünürlerinden, babası da bir doktor olan Marsilio Ficino (1433-1499), insan bedeninin yalnızca tedavi edici bir ilaç değil, aynı zamanda bir hayat iksiri olduğunu ileri sürmüştü. Mesela gencecik bir erkeğin kol damarından kanını emmek, bir yaşlıya gençlik aşısı yapacak, yaşam enerjisini enjekte edecektir. Bu inançla, yeni ölmüş genç bedenler ihtiyarların ömrüne ömür katacak kutsal birer kurban görevi görüyordu.
1600'lerin sonlarında, İngiliz Dr. Toope'a ait günlük kayıtlarında, West Kennet toplu mezarından aldığı kemiklerden elde ettiği özel “soylu ilaç" ile birçok kişiyi tedavi ettiği yazılıdır. Dr. Toope “soylu ilacının" tarifini vermese de, aynı yıl Şubat ayında Kral II. Charles'ın ölüm döşeğinde çektiği acıları hafifletmek için kendisine yüksek dozda kafatası tozu verildiğini biliyoruz.
Howard H. Haggard da, 1929'da kaleme aldığı eserinde II. Charles'ın doktorlarının özel bir panzehir, inci şurubu ve amonyağın hepsini birden ölmek üzere olan kralın boğazına boca ettiklerini yazar. İmparatorun onlara karşı koyacak gücü yoktur nasıl olsa. İşte Sir Walter Raleigh'in hazırladığı bu panzehir, kafatası tozu içeren meşhur “soylu ilac"ın ta kendisidir.
16. yüzyılda yaşamış ünlü doktor ve kimyagerlerden, aynı zamanda tıbbî reformist olarak bilinen Paracelsus, taze cesetleri çok değerli bulanlardan biriydi. Nitekim meslektaşlarının cesetlere ilgisizliğini, “Hekimler bu kaynağın kıymetini bilselerdi, kimsenin cesedi darağacında 3 günden fazla kalmazdı" diye eleştirmiştir. Onun takipçilerinden Alman kimyager Johann Schroeder ise ölü bedenin nasıl hayat iksiri haline getirileceği konusunda şu tavsiyede bulunur: “Hastalıktan değil, cinayetten ölmüş, esmer 24 yaş civarındaki bir kişinin kadavrası, bir gece ay ışığında bekletilmelidir. Böylece kokusuz, tütsülenmiş et halini alır." Neden esmer? Çünkü o dönemde bu kişilerin kanının daha sağlıklı olduğuna inanılırdı. Kurbanın hastalıktan değil, cinayetten ölmesi de vücudunda herhangi bir marazın olmadığına işaretti.
Tıbbî yamyamlığın izlerini Avrupa'da 17. ve 18. yüzyıllarda yazılmış ecza reçetelerinde bulmak mümkün. Vücutta neyin nasıl işleme konulacağı, kanın hangi yolla vücuttan çekileceği reçetelerde ayrıntılı olarak tarif ediliyor. Ayrıca henüz can çekişenlerden kan alındığına da rastlamak mümkün. Mesela 15. yüzyılda Papa VIII. Innocent'e ölüm döşeğinde iken şifa bulsun diye kurban olarak 3 genç çocuğun kanının akıtılarak içirildiği, bu çocukların derhal, Papa'nın ise kısa bir müddet sonra öldüğü biliniyor.
Kanda şifa vardır da yağda olmaz mı? Yağlar vücuttan dikkatlice ayrılarak onlardan romatizmal hastalıklara iyi geldiği düşünülen merhemler yapılıyordu. İnsan bedeninin tedavilerde kullanılacak diğer bölümleri ise genellikle küçük parçalara ayrılıp şaraba veya alkole yatırılarak ilaç gibi tüketiliyordu. Peki bu tedavi için kullanılacak cesetler nereden temin ediliyordu? Tabii ki kimsesizlerden, garibanlardan, asılanlardan. Bir de Anna Bergmann'ın işaret ettiğine göre bu tarz bir talep için pek çok genç cesedi bir anda bulabileceğiniz cephelerden. Dolayısıyla genç erkeklerden ilaç yapımında ideal “hammadde" olarak istifade edilmekteydi. Neredeyse sektörleşen bu uygulamanın idam mahkûmları veya cepheler üzerinde yoğunlaşmış olmasının yalnız “beden arzının" kolaylığıyla ilgisi yok. Bir başka sebep, bu genç bedenlerin hastalık geçirmeden ölmüş bulunmaları.
Hal böyleyken, GEO dergisinin ortaya attığı soru çok anlamlı: İnsanları mezarlarından çıkaran, kanını boşaltan, etlerini ayıklayan bir pratiği yamyamlık olarak kabul etmeyecek miyiz? Tarihçilerin bakış açısına göre “yamyamlık çeşitleri" olarak isimlendirilebilecek 3 temel kategori var. Tıbbî yamyamlık da bunlardan biri… Diğeri, “vahşi kabilelerin" bir ritüel olarak insan avlaması. Üçüncüsü ise ilahi dinlerde bile açlıktan ölmemek için ölünün etinin yenmesine izin verilmesi. Ne hikmetse bu yamyamlık tiplerinden sadece ritüel olanı kategorik ırkçı anlatımıyla ve belli bir coğrafyaya hapsedilmiş olarak karşımıza çıkıyor.
Burada amacımız “Avrupalılar da yamyamdı ama…" diye tarih üzerinden zamanını şaşırmış bir analiz yapmak değil. Yine elbette etrafta bir sürü av hayvanı ve bitki varken insan avlayıp yiyen ve bunu festivalle kutlayanlarla, çok çetin şartlarla mücadele ederken ancak yamyamlıkla hayatta kalabilmiş olanlar arasında da (Alive filmini hatırlayalım!) bir ayırım yapmak icap eder. Avrupa'da da uzun süren savaşlar, hastalıklar, veba ve kıtlıklar sebebiyle bu zorlu imtihana defalarca düşülmüştür. Mamafih uzun yıllar devam eden bir pratik olarak sıhhî sebeplerle insan eti yenmesinin yamyamlık literatüründe ve görsel bilgisinde yer almaması yahut birini “vahşi" diye kodlarken, kendi yaptığını “tıbbî" bir uygulama olduğunun söyleyerek hafife almak, bizi “Yamyamlık nedir?" sorusunu tekrar düşünmeye davet ediyor.
Muhtemeldir ki, mezkûr kabile üyeleri buradaki tıbbî pratikleri görselerdi (kafa derisini yüzme, etlerini ayıklama, kurutma, toz yapıp krala içirme gibi) bunun da bir çeşit ayin olduğunu düşünmekte tereddüt etmeyeceklerdi. Lakin Avrupa'nın çok yakın geçmişinde yaşanan bu pratikler ırkî ve coğrafî bir itibarsızlaşmaya maruz bırakılmıyor. Kitlelerce içselleştirilmiyor ya da “alay edilmiyor". Aydınlanma ve Rönesans gibi “altın çağlardan", “yüksek ideallerden" mülhem Avrupa düşüncesine yamyamlığı yakıştırmak, üstelik bu düşünceye Hıristiyan teolojisinde kan ve ruh üzerinden bir yer açmak olur şey değil. İsanın eti ve kanı ritüellerinin arkasında bu sapkınlığıda aramak gerekir. Zira Avrupalının ötekini “vahşi-barbar-insan eti yiyen" olarak kurguladığı yüzyıllar için “yamyamın" her zaman hayatta kalmaya çalışan insan olmadığını söylemek pek kolay değil.
Yamyamlık mutlak olarak Avrupa coğrafyası dışında varolan bir şey gibi gösterilmektedir. Kendi türünü yiyenler elbette ilkel, medeniyetsiz vahşilerden başkaları olamazlardı. Medenî (yani insanların beyaz melon şapkalar taktığı ve filtre kahve içtiği) toplumlarda kendi türünü yemek, tüyler ürperten, kabul edilemez bir şeydir. Bu bağlamda Avrupa'da yamyamlık anlatılacaksa bile başka bir kategori açılarak 'tıbbî yamyamlık' kılıfı giydirilmelidir.
Velhasıl Avrupa'nın yamyamlığı bile bilimsel bir çerçevede sunulmakta, tarihte kendi insanının et ve kanına bu denli ilgi duymuş bu kıta böylece temize çıkarılmaktadır. Her zaman olduğu gibi bütün iyilikler Avrupa'ya, bütün kötülükler onun dışındaki dünyaya.
İnsan insanın sadece canını değil, etini de yer, bunu biliyorduk. Ama bu durum, geçtiğimiz yüzyıla dek sağlık ve uzun ömür adına bir yamyamlık formu olarak süregelişi, tarihin kıyılarına vurmamıştı. Tıp etiğini, insan haklarını ve daha pek çok disiplini yakından ilgilendiren bu konu, eline hassas bir terazi alıp yola koyulacak cesur tarihçileri bekliyor.
Son kez Hell ülkesinde olan bir uygulamadan da bahsetmek istiyorum. Eğer devleti yönetmeye talipseniz. Tiranlardan olacaksanız, özel ayinlerde bulunmak durumundasınız. Bu ayinlerde mimarisi ve dekarasyonu özel yapılmış tabiri caizse sunaklarda...Onlarca küçük çocuğun başı gövdesinden ayrılır. Ölü bedenlere tecavüz edilir.
Daha fazlasını yazamayacağım. Hell ülkesinde Ensest ilişkilerde pek yaygındır.
Yok yok devam edemeyeceğim. Gerçeklerle yüzleşecek okurum yok ne yazık ki...Pizza Gate skandalını ve Yahudilerde ki hamursuz bayramını, iüneli fıçı olaylarını bir araştırın derim.
Özel notlarıma kaydedeceğim bundan sonrasını. Gün gelir bu olanların hesabını soracak bir neil gelir nasıl olsa!


FEHMİ DEMİRBAĞ

24 Ocak 2018 Çarşamba

ARVALAP ADASI YOLCUSU KALMASIN!
Beklenen kar nihayet geldi. İşi Mikail Aleyhisselamdan bilmeyip meteorolojiden medet umanlar yine şaşkınlar. Küresel ısınma diye ifadelendirdikleri şeyin küresel azgınlık olduğunu idrak edemeyenler bizim geçtiğimiz Cuma Sultan Ahmet Camiinde yaptığımız yağmur duasının etkisini yine görmezden gelecekler.
Atomu bilmeyenler...
Frekansı,
Manyetik alanı...
Kör tesadüfler zincirini ilah edinenler nerden bilecekler elbette Rahmanın merhametini? Nasıl algılayabilirler ki Sünnetullahı!?
Yoğun kar yağışı altında Arvalap Adasına doğru yola çıktım. Bu kez adaya gidiş istikametimi Ankara üzerinden gerçekleştireceğim. Hemen Beştepe'deki Caminin Minberinin altındaki mahzenden.
Vay anasını mabetsiz şehre neler oluyor böyle. Şapka inkılabına karşı oldukları için şehirleri bombalanan Rizeli biri kimyasını bozdu seküleritenin. Seküleritenin askerleri yine dün darağaçlarında sallandırıyordu bu memleketin insanlarını? Şimdi Maaşallah Mehmetçik dönemine bir irtica eyleyiş sözkonusu.
Millet koşa koşa askere gidiyor. Başörtülü analar Mehmetçiğin yollarını kesiyor pişirdikleri aşa davet ediyorlar.
Cenazede ülkenin başı kıraat eyliyor Allah'ın sözlerini.
Yoldayım. Arabada, radyoda kulağım. Haber spikeri bölgedeki muhabire bağlanıyor, olduğu yerin ismini vererek.
Muhabir heyecanlı ses tonuyla anlatıyor nefes nefese.
“Şu an önümüzden zırhlı kirpi araçları geçiyor, her birinin içinde 4’er tane asker var”
Vallahi düşmana istihbarat birimi lazım değil, bizim haberlere baksınlar yeter. Hele sosyal medya teröristlerine ne demeli? Ya hu ülkenin yönetimindeki siyasi iradeyi beğenmiyor olabilirsiniz. Onu anlarım da ülkemiz bir savaşın içindeyken aleyhte tavır almanın alemi ne? Yok beğenmiyorsanız ülke yönetimini, önümüzde seçim süreci var. Söyleyin analarınıza yetiştirsin babayiğitleri de biz de şu makus talihimize son verelim.
Mehmed'im Afrin'de. Suriye batağına biz de ayaklarımızı atmak durumunda kaldık. Haçlı seferleri malum 11 Eylülden beri ümmet coğrafyasında.Yok Armegedon, yok Tapınakçılar, Arz_ı Mevud derken fokurdayan bir Ortadoğu Cehennemi. Elbette bariz zulmün kurbanı milyonlarca sivil insan. Mülteciler ya da bir başka isimlendirmeyle muhacirler. Klavye kolluk kuvvetleri olmadık hezeyanlı yorumlarıyla dünyanın gidişatına yön vermeye çalışmaktalar.
Pakrudini, Allah'sız, kitapsız pekakanın 40 yıllık filli terör hareketlerinin zirve zamanlarındayız. Ağababaları cukkalarını semirtmekle meşguller.
Biz ise hayatı ıskalamakla ömür tüketiyoruz. Taş devri dedikleri dönemden bilgi ve bilişim dönemine geldik. Amerika bilgi çağını kavramak adına yılda 52 milyar dolar harcama yapmakta. Kıçı kırık İsrail 2 milyar dolar civarında. Hindistan, Çin, Kanada, Avrupa harala gürele bu yarıştan kopmamaya çalışırken biz...Ya biz?
Bu kadar büyük rakamlar, paralar yapay zeka, akıllı otomobil, akıllı silahlar, uzay ve telekominikasyon alanlarında inanılmaz yeni bilgi ve yeni teknoloji üretiyor. Sanayi devrimini, elektrik devrimini, elektronik devrimini ıskaladık. Şu anda da "bilişim devrimini" ıskalıyoruz. Sanayi devrimini ıskalamada hep Osmanlı'ya laf ettik. Elektrik-elektronik devrimini ıskalamada da TC kurucu irade mirasçıları her türlü eleştiriyi hakkediyor. Şimdibki bilişim devrimini ıskalayan ise bizleriz. Ve kimseye de birşey demek hakkımız yok. Vatandaş, yatırımcı, akademisyen, yönetici, politikacı, öğretmen ve öğrenciler... hepimiz birden ıskalıyoruz. Diyanette ıskalıyor. Birbirimizi suçlamak yerine oturup hep beraber ağlayalım. Hatta ağıt yakalım. Töremize daha uygundur. Nasılsa milliyetçilik tavan yaptı ya...Herkes ırkçı oldu çıktı. Kimi Türk, kimi Arap, Kürt, Laz, Çerkes...Müminlerin kardeş olduğu en sık başvurduğumuz sloganlarımızdan. İcraatta Cehalet Olimpiyatlarında madalya şampiyonuyuz.
Sanki biz başka bir gezegende, başka bir alemde yaşıyoruz. Neler konuşuyor, neler ile ilgileniyoruz. Ne gam, yanmaz kefenlerimiz var biz günahlarımızın azabından koruyacak!
Aklımıza mukayyet ol Ya Rab!
Nihayetinde Arvalap Adasına ulaştım. Burada da anlatacağım o kadar şey oldu. Özellikle adanın insan ayağı değmemiş bölgeleriyle alakalı fevkalade şeyler anlatacağım. Ama şimdilik yeter. Yazıyı burada keseyim. Malum uzun yazı okumak kimilerini daraltıyor.
Bende bu ibareye daralıyorum ama...Müşteri velinimetimiz. Üzmeyelim..Maazallah ya okumaktan vazgeçerlerse? Şunun şurası kaç okuyanımız var ki?
FEHMİ DEMİRBAĞ

22 Ocak 2018 Pazartesi

UYUŞTURUCU KONUSUNA GİRECEĞİM. ORTAK ARIYORUM.

Balık tutmayı oldum olası severim. Denizlerdense tatlı sularda avlanmak daha bir keyif vermekte bana. Olta olarak kevrek dediğimiz sopasını kullanmayı tercih ediyordum kenevirin. Naylon ipi bağlarım kevreğin bir ucuna. Toplu iğneyi eğer büker öyle yaparım kancasını oltamın. Mantar niyetinede yine kevrekten bir parça takarım oltanın ipine gamez ismini verdiğim. Sazan, Tal, Yulanus genelde oltama takılan balık çeşitleri. Bir de belirteyim oltamın iğnesine yem olarak sinek takarım. Danaburnu denediğim diğer yemlerden başlıcasıdır. Mevsimine göre dut'ta kullanırım. Ekmek içi ise başucu yemimdir. Yemlemeyi her konuda severim aslında. Misal ağır bir konumu yazacağım. Hemen naifinden bir hikayeye başlarım. Arkasından da asıl anlatacağım konuya geçiş yaparım. Malum günümüzde okuma sıkıntılı bir durum. Pardon, okuyamama hastalığı diyecektim. Önce okuru merak içerisine sokacak basit bir hikayenin başlangıcını yapar sonra da detaya girerim. Bayılırlar bu taktiğime okurlarım.
Arvalap Adasının tam ortasından geçen Mavera nehrindeydim o gün. Düşünmek isteğimde aslında balığa kaçarım. İmam Maturidi der ki, "İnsan şunu da bilir ki kendisine düşünmemeyi telkin eden his şeytani vesveseden başka bir şey değildir."
Bir anda gözüm elimdeki oltaya takıldı. Oltanın sapına, kevreğe. Kevrek sizin keten, kenevir diye bildiğiniz bitkinin sapı. Sonra Kenevirle ilgili bildiklerimi gözden geçirdim.
"Kenevir 1930’larda önce Amerika’da yasaklandı. Bunun nedeni ise kenevirin, dönemin dev şirketlerinin kazancını baltalamasıydı. Hikayenin arka planındaki kahramanlar ise kağıt üretimi yapan, altın madenleri sahibi, medya patronu W.R. Hearst, bio yakıtla başı dertte olan petrol zengini Rockefeller, plastik madde üretimi için patenti olan ve kenevir nedeniyle kazancının neredeyse % 80’ini kaybeden Andrew Mellon’dur.
Dönemin bu dev şirketleri bir araya gelerek kazançlarını daha fazla arttırmanın önündeki en büyük engel olan keneviri ortadan kaldırmaya karar verdiler. Tam da o sırada hazine bakanı olan Andrew Mellon ABD başkanı Hoover’ın en yakınlarından biriydi. Bu sayede eli güçlenen Mellon kendi yeğenini federal narkotik biriminin sorumlusu olarak atadı. Çünkü aklında keneviri ortadan kaldıracak bir plan vardı. Bu yoldaki en büyük destekçileriyle toplantılar düzenleyerek keneviri karalama kampanyasını başlatmış oldular.
Kenevirin tehlikeli olduğunun öne sürülmesi ve ‘Marihuana’ adıyla en zararlı uyuşturucu olarak yaftalanması Hearst’ün medya şirketleri aracılığıyla kolayca gerçekleştirildi. Marihuananın oy birliği ile yasaklanması, kenevirin üretiminin yasaklanması demekti. 1937’de çıkarılan ‘Marihuana Vergi Yasası’ ile kenevir ticareti yapanlardan ayrıca kazanç sağlandı. Yanında kenevir taşıyan göçmenler sınır dışı edilmeye başlandıktan sonra tüm ABD’de kenevir tamamen yasaklanmış oldu.
Karalama kampanyaları aralıksız bir biçimde medyada yer almaya devam etti. Artan baskılar sonucunda kenevirden elde edilen ilaçlar ve petrokimya ürünleri yasaklandı. Böylece tüm amaçlarına ulaşan dönemin zengin şirket sahipleri güçlerine güç kattı.
Kenevir, Cannabaceae familyasında yer alan tek yıllık bir bitkidir. Kenevir deyince hemen aklınıza esrar gelmesin. O halde öncelikle kenevir-esrar algısına sebep olan ayrımdan bahsedelim. Bu cinse ait 3 farklı bitki türü bulunur. Bunlar; Cannabis indica, C. sativa ve C. Ruderalis’tir. Bizim bahsettiğimiz faydalı tür C. indica. Marihuana olarak bilinen, keyif verici olarak kullanılan tür ise dilimize Hint keneviri olarak geçmiş C. Sativa’dır. Birçok faydası bulunan kenevir tür cinsi dikkate alınmadan ön yargıyla ‘uyuşturucu’ etiketiyle anılır.
Hemen belirtelim;marihuana elde edilen tür, diğerleri ise tıptan, kağıt üretimine, tekstile ve daha birçok sektörde kullanılan sağlıklı kenevir türüdür.. Kenevir ve marihuana aynı cinse ait türler olsa da, hem kimyasal özellik bakımından hem de kullanım açısından önemli farkları bulunmaktadır.

Kenevir içerdiği % 4 ‘kannabinol’ (CBD), % 0,3’ten daha az tetrahidrokannabinol (THC), küçük bir miktar terpen ve flavonoidlerle tıbbi amaçlı kullanımda daha az bir değere sahiptir. Bu sebeple herhangi bir uyuşturucu etki göstermez. Esrar içerdiği % 10-20 oranlarındaki CBD, THC, tıbbi terpen ve flavonoidlerle belirgin şekilde psikoaktif yani keyif verici etkiler gösterir. Kenevir üretiminde % 0,3 oranından daha fazla THC bulunması yasaktır.
Bu noktada yanlış anlaşılmalara yer vermemek adına küçük bir açıklama yapalım hemen. Esrar elde edilen türden üretilen ilaçların tıbbi amaçla doktor kontrolünde kullanıldığında çok fazla ağrısı olan hastalara yardımcı olabildiğinin altını çiziyoruz. Özellikle kalp, epilepsi, insomnia, glokom, astım ve mide rahatsızlıkları için kullanılan ilaçlarda yer alan THC, doğru şekilde kullanıldığında olumlu etkiler gösterir. Esrar kullanımının sağlığa olan zararlarına hiç değinmiyoruz bile.
Günümüzde üretimi ve tüketimi oldukça sınırlı olan kenevir her şeyden önce milyonlarca yıl dünyadan silinmeyen plastikler için en iyi alternatiftir. Artan çevre kirliliği ve dünyaya verdiğimiz her türlü zararı göz önünde bulundurursak kenevir bizlerin yanında masum kalıyor, öyle değil mi?
Kenevirin sağlığa olan faydalarının yanı sıra birçok sektörde kullanıldığına değinmiştik. Kenevir; ilaç üretiminin dışında en çok kağıt yapımında, tekstilde kumaş yapımında, bio yakıt yapımında ve otomotiv sektöründe, plastik vb. petrokimya ürünlerin yerine kullanılmaktadır. Bunun yanında kenevir, sabun yapımında ve bina yalıtımında kullanılan oldukça ekonomik bir bitkidir.
Gerek yağı, gerekse tohumundan faydalanılan kenevir, gerçek bir çevre dostudur. Öyle ki dünyanın hemen her yerinde yetiştirilebilen kenevirin 1 dönüm büyüklüğündeki ekim alanı, 25 dönüm orman arazisinin ürettiği kadar oksijen üretebilir. Üstelik orman ağaçlarının büyümesi yıllar alırken kenevir 4 ay gibi kısa bir sürede yetişir. 1 dönümlük kenevir ekim alanından, 4 dönümlük orman arazisinin ürettiği miktarda kağıt elde edilir. Daha da önemlisi 3 kez geri dönüşümü mümkün olan ağaca karşılık kenevirden elde edilen kağıt tam 8 kez yeniden dönüştürülebilir.
Canvas diye bildiğimiz kumaşın hammeddesinden söz ediyoruz. Keten kumaşlardan. İp endüstrisinden...Halatlardan... Peki böylesine çevre dostu, ekonomik bir bitki neden yasaklandı?
Bu sorulara karşı cevap arayışım beni Arvalap Adasının makus talihinin değişmesine yol açtı. Arvalap Meclisine kanun teklifi hazırladım. Onlarda bu teklifimi yürürlüğe koymak için bana gerekli imkanları sağladılar.
Şu anda Arvalap Adasında Kenevir ekimi ada ekonomisininde en önemli iştigali. Bir ara Haşhaş konusuna da değinmek istiyorum.
En önemli uyuşturucunun cehalet olduğunu belirterek bu yazımı bitiriyorum. Bu uyuşturucu ile mücadele etmek için kendime ortaklar arıyorum.

Var mısınız?


FEHMİ DEMİRBAĞ