15 Mayıs 2018 Salı

KUDÜS HAK EDENLERİNDİR!

“Orduların Rabbi şöyle diyor: Şimdi git, Ameleki vur, ve onların her şeylerini tamamen yok et, ve onları esirgeme, ve erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.”
(Tevrat. 1. Samuel 15/2-4)

“Allahın RABBİN miras olarak sana vermekte olduğu bu kavmların şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ barıkmayacaksın.”
(Tevrat. Tesniye 20/16)

Her geçen gün İsrail'in çocuk ve kadınlara yönelik katliamları artıyor. Bunun yerleşim birimlerini bombalamanın sonucu vuku bulan "çocuk ve kadın katliamı" ötesinde bir düşünce ve anlama sahip olduğuna ilişkin kuvvetli belirtiler var.

İsrail'e göre zaten "Filistin toprakları üzerinde bir halk (insanlar)" yaşamıyor; "Tanrı'nın seçilmiş kavmine vaat ettiği topraklar" kendilerine "Filistinli Arap" ismi verilen insan-altı yaratıklar, bir tür "haşerat" yaşıyor. Şaz Partisi lideri, "Bunları böcek gibi ezmeliyiz, üzerlerine nükleer bomba atalım." demişti. Fakat dahası Filistinlilerin ebediyen "terörist" oldukları yolundaki temel inançtır. Siyonist propagandası, her ne vesile ile olursa olsun, her anıldığında "Filistinli" ile "terör ve terörizmi" yan yana getirmeyi başarmış bulunuyor. Böyle olunca Filistinli analar "anadan terörist" doğuruyorlar. Başka bir ifadeyle bugünün bebeği/çocuğu 10-15 sene sonrasının "teröristi"dir. Bu durumda yarın İsrail'in karşısına elinde taş veya sapanla çıkacağına Filistinli bebeği bugün öldürmekten daha doğal ne olabilir!

Peki Yahudilerin Müslümanlarla derdi nedir?

Efendimiz Hz. Muhammed Kureyş’tendi ve Arap yarımadasında yaşadı. Bugün Say (Safa ile Merve arasında hızlı yürüme) yapılan ritüel, Hz. İbrahim’in eşi Hacer ve oğlu Hz. İsmail zamanına dayanmaktadır. Yani Hz. İbrahim eşi Hacer’i Kabe’nin yakınlarına bırakmış ve Hacer de oğlu Hz. İsmail ile orada hayatlarının bir bölümünü devam ettirmişlerdir.
Peygamberler silsilesini devam ettirdiğimizde Hz. Musa ve sonrasında Hz. Davut gelmektedir.
Hz. Davut’un Calut ile savaşı ayetlerde de geçmektedir. ‚Böylece onları, Allah’ın izniyle yenilgiye uğrattılar. Davud Calut’u öldürdü. Allah da ona mülk ve hikmet verdi; ona dilediğinden öğretti.’ (Bakara, 251)
Calut ya da diğer adıyla Golyat, kafir bir topluluktandır. Ama aynı zaman aralığında Filistin’de yaşayan insanlar vardır ve bu insanlara antik Filistinliler adı verilir. Köken olarak Girit taraflarından olan bu topluluk o yöreye adlarını vermişlerdir. Yani Filistin’de savaş tarih kadar eski.
Filistin ise, Kudüs Hz. Ömer zamanında fethedildi. Peki ondan önce orada kimler vardı?
Peygamberler tarihinden bildiğimiz üzere orada yaşayanlar İsrailoğulları, yani Yahudiler. Müslümanların fethinden önce Kudüs birçok devlet tarafından hakimiyet altına alındı.

M.Ö. 15. Yy’a kadar geri gittiğimizde Kudüs’ün Mısırlı Firavunlar tarafından ele geçirildiği bilgisine ulaşırız. Onlardan sonra Büyük İskender, daha sonra Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde kaldı Kudüs. 636’da Müslümanlar (Hz. Ömer dönemi) Kudüs’ü fethettiğinde şehir bir hristiyan yani haçlı şehri idi.
Kudüs’de en eski yerleşenler, yani Yahudiler bu haçlı döneminde nerede idiler?
Yahudiler işte bu dönemde Hristiyanlar tarafından sürekli eziyet içinde sürgünden sürgüne gönderilmişlerdi.

Hz. Ömer Dönemi’nden sonra Kudüs tekrar 1187 de Selahaddin Eyyubi tarafından haçlıların elinden alındı. .
Daha sonra da 1516 yılında Osmanlı Dönemi başlar ve bu dönem 400 yıl devam eder.

1917 yılında Kudüs İngilizlerin hakimiyetine geçer. 1948 yılında da İsrail devleti kurulur. Arada geçen zamanda Yahudiler o bölgeye gökten indirilmediler. Öncelikli olarak Yahudiler araziler satın alarak oraya yerleştiler. Bu satışlar genellikle Filistinli Arapların gönül rızasıyla gerçekleşmiştir. Arapların Osmanlıya karşı kışkırtılmaları gerçeğini de unutmayalım.
Ve o gün bu gündür sorun/kavga devam ediyor.
Kudüs ile ilgili hakimiyet sorununa salt yerleşen milletler noktasından baktığımızda durum bir hayli karışık. Çünkü ilk yerleşenler Yahudiler, sonrasında gelen Hristiyanlar ve sonrasında gelen Müslümanlar.Şimdi ise Hristiyanların desteğinde yine Yahudiler. Siyonist Yahudiler.
Yerleşik halk yani bugünkü Filistinli Araplar ne zamandır orada yaşayan halk, bu da tam net değil. Belki Hz. Ömer zamanından, belki daha önceden..
Dikkat edilmesi gereken bir nokta da şu:1948 yılında kurulan İsrail için, orayı ele geçirdi mantığıyla bakarsak, tarihte güçlü olan her devlet orayı ele geçirmek için çaba sarfetmiştir. Hz. Ömer’in orayı fethetmesi de aslında güçle yani savaşla gerçekleşmiştir. Yani Kudüs hep hakedenlerin olmuştur, güçlünün olmuştur.
Müslümanlarla Yahudilerin arasındaki kanlı bıçaklı olma durumuna dini yönden ve ayetler açısından bakacak olursak:

De ki: “Ey Yahudi olanlar, eğer siz, (bütün) insanlardan ayrı olarak yalnızca sizlerin gerçekten Allah’ın velileri (dost ve sevgili kulları) olduğunuzu öne sürüyorsanız, şu halde ölümü temenni edin; eğer doğru sözlü iseniz (bunu çekinmeden yapın).” (Cuma, 6)
Bu ayete bakarak, Yahudilerin dinlerini bozduklarını dile getirebiliriz. Sadece kendilerinin Allah’ın sevgili kulları olduklarını vurguladıklarını okuruz.

Peki ya bugünkü müslümanların durumu?
Bugünün müslümanları da, gerçekten müslüman mı değil mi diye bakılmadan, (ve hatta cennetin anahtarı onlarda imiş gibi) sadece kendilerini Mutlak Yaratıcı Rab’in sevgili kulları gibi görmüyorlar mı?

"Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dostlar (veliler) edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez." (Maide, 51)

Bu ayet sürekli söylenir de... "Onları dost edinmeyin." Burada geçen ibare ‘veli’dir. Yani velayet, yani kendi adına temsilci atamak. Yani güvenle kendi adına karar verme yetkisini verme.

Peki bugünün biz müslümanları ne kadar güven telkin etmekteyiz?

"Ey iman edenler, gerçek şu ki, (Yahudi) bilginlerinden ve (Hıristiyan) rahiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar… Onlara acı bir azabı müjdele." (Tevbe, 34)

Yahudi bilginlerinin hali anlatılmakta. Bugün müslüman bilginler, İslami grupların başında olanlar peki ne durumdalar?
Bugünkü İslami gruplara, tarikatlara ve liderlerine bir göz atalım, bakalım kaç tanesi bu ayete uyuyor?

Diğer önemli bir din-bilimsel tespit de şöyle:

Kuran, daha önceki dinleri ve dinlere inananların hallerini örneklerle göstermiş ve böyle olmayın demiş.
Acaba bugünkü müslümanlar, kendilerine gönderilen dinin (İslam’ın) ne kadarını bozmadan yaşamaktalar? Ayetleri bozamıyorlar ancak manalarını ne kadar algılıyorlar ve hayatın içinde doğru şekliyle ne kadar yaşıyorlar? Müslüman olup birçok kötülük yapan insan sayısı kaçtır?
Güven, fesat çıkarma, sözüne güvenme gibi konularda Yahudileri suçlayan müslümanlar, acaba kendileri ne durumdalar?

PEKİ SİYONİST NEDEN ÖLDÜRÜR?

Siyonizm 19.yy sonlarında Avusturyalı gazeteci Theodor Herzl(1860-1904) tarafından ortaya atıldı. Hareketin önderliğini yapan Yahudilerin hiçbiri dindar değildi; hatta aralarında pek çok ateist de vardı. Ama ortaya atılmakla kalmadı, Yahudi camiası tarafından da kabul gördü. Siyonizm büyük devletlerin yönetici kadrolarında kendisine önemli destekler buldu.Herzl’in 1896 yılında yazdığı kitabı Der Judenstaat (Yahudi Devleti) ve 1897 yılında yazdığı, Die Welt(Dünya) gazetesi, 1897 yılında Basel’de toplanan 1.Dünya Siyonist kongresi’nde savunulan düşüncelerin kaynağı oldu. Herzl için Siyonizm’in babası desek, herhalde yanlış bir şey söylemiş olmayız.

Yahudiler MS. 71’de Romalılar tarafından yurtlarından çıkarıldılar. Ve bu yüzden Kudüs’e dönme hayaliyle yaşadılar. XIX.yy’daki “ulusların uyanışı” Yahudi ulusçuluğunun canlanması için elverişli koşullardan biriydi; 1881’den sonra, Rusya’daki Yahudi kırımının artması bunu hızlandırdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının ardından Siyonist hareket, ana hedefi olan Yahudileri Filistin’e yerleştirme projesini hızla hayata geçirdi. Bir tertip savaş olan II. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin soykırımına maruz kalan Yahudilerin de Siyonistler tarafından büyük kafileler halinde Filistin’e götürülmesi ile birlikte, Siyonistler hedeflerine bir adım daha yaklaşmış oldular. Siyonistler, Yahudilerin hayatlarını, kendilerinin devam eden çekişmelerine kurban etmişlerdir. Bağımsız bir devlet olma hedeflerini gerçekleştirmek için, Siyonistler Anti-semitizmi daima planlı olarak kışkırttılar. 2. Dünya Savaşı boyunca, Siyonistler, Yahudileri kurtarmak için para vermeye karşı çıktılar. Siyonist lider Yitzhak Greenbaum 18 Şubat 1943’te Tel-Aviv’de yaptığı bir konuşmasında, şöyle söylemiştir: “Birisi, Siyonist faaliyetleri ikinci derece öneme sahip olmaya iten bu dalgaya karşı gelmelidir.”. Ayrıca şunu da söylemiştir: “Filistin’deki bir inek, bütün Avrupalı Yahudilerden daha önemlidir.” Önem verdikleri şey Yahudileri kurtarmak değildi, aksine, daha çok Yahudi kanı dökülmesi, devletlerinin kurulması için olan taleplerini güçlendirecekti. Sloganları “Rak B’Dam” idi. (Sadece kanla ülkeye sahip olacağız.)
Neturei Karta, yani Siyonizmi kabul etmeyen ve Siyonist devleti tanımayı reddeden Ortodoks Yahudi birliği diyor ki; " Dünya bilsin ki, Yahudi olmak, kendini Tevrat’a adamayı ve Siyonist hurafeyi reddetmeyi ifade eder. Siyonist devletin içinde Yahudiler de dini baskı ve hoşgörüsüzlüğe maruz kalıyorlar. Yahudi dinini yıkmayı hedefleyen Siyonist plana paralel olarak, atalarımıza ait mezarlar yok edildi ve mukaddesata saygısızlık edildi.
Siyonistler dini kurallara itaat etmeyi savunsalar bile, kurulacak devlet yine de ateist bir devlet olacaktır. Siyonist politikacılar ve onlarla birlikte aynı yolda gidenler, Yahudi halkı adına konuşmuyorlar. İsrail ismi onlar tarafından çalınmıştır. Aslında, Yahudi geleneğine ve şeriatına karşı yapılan Siyonist komplo, Siyonizmi, bütün faaliyetlerini ve varlığını, Yahudi halkının en büyük düşmanı yapmaktadır. Siyonistler gelene kadar, Yahudiler Filistinlilerle birlikte Filistin’de barış ve uyum içinde yaşadılar. Gerçek Yahudiler sadece Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin günlük zulüm ve cinayetle işgaline karşı çıkmakla kalmamakta, aynı zamanda Filistin toprağının tamamının işgaline de karşı çıkmaktadırlar.
Tevrat’a göre, Filistin’in tamamı Filistinlilere geri verilmelidir ve işgal altındaki diğer bölgeler de kanuni sahiplerine de geri verilmelidir. TEVRAT’A GÖRE, YAHUDİLER’IN KAN DÖKMEYE, BAŞKA BİR HALKA ZARAR VERMEYE, ONLARI AŞAĞILAMAYA VEYA ONLARI YÖNETMEYE İZİNLERİ YOKTUR. Allah bizden “bir devletin tesis edilmesi için insan gücü kullanmamamızı, uluslara karşı isyan etmememizi, sadık vatandaşlar olarak kalmamızı, zamanından önce sürgünü terk etmememizi” istedi. Bütün uluslar tarafından toprak bize verilse bile, onu kabul etmemize izin yoktur."

Siyonizm, 19. yüzyılda ortaya çıktı. 19. yüzyıl Avrupası’nın iki belirgin karakteri, Siyonizmi de etkilemişti: Irkçılık ve sömürgecilik. Siyonizmin bir diğer belirgin özelliği ise, dönemin diğer ideolojileri gibi din-dışı bir ideoloji olmasıydı. Siyonizm’in fikri öncülüğünü yapan Yahudiler, dini inançları çok zayıf kimselerdi. Hatta çoğu ateistti. Yahudiliği bir inanç birliği olarak değil, bir ırkın ismi olarak kabul ediyorlardı. Yahudilerin Avrupalı milletlerden ayrı bir ırk olduğu, onlarla birlikte yaşamalarının mümkün olmadığı, mutlaka kendilerine has ayrı bir yurt edinmelerinin şart olduğu iddiasıyla ortaya çıktılar. Filistin’i seçmelerinin nedeni dini değil, tarihseldi.

Siyonizm, Ortadoğu’ya girdiği günden itibaren, bölgeye çatışma ve acı getirdi. İki dünya savaşı arasındaki dönemde, Siyonist terör örgütleri, önce Osmanlıya karşı sonra da Araplara karşı kanlı saldırılar düzenlediler. 1948’de İsrail’in kurulmasının ardından da, Siyonizmin yayılmacı stratejisi, Ortadoğu’yu kaosa sürükledi. Bu zulmü gerçekleştiren Siyonizmin çıkış noktası, Yahudi dini değil, 19. yüzyıldan miras kalma ırkçı, sömürgeci ve Sosyal Darwinist ideolojiydi. İnsanlar arasında daimi bir çatışma olması gerektiğini savunan, “güçlüler kazanır, zayıflar yok olur” felsefesini empoze eden Sosyal Darwinizm, Alman milletini Nazizme sürüklediği gibi, Yahudileri de Siyonizme sürükledi.
Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl, 1887 yılındaki bir konuşmasında “Kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı’na. Sloganımız, David ve Solomon’un Filistin’i olacaktır.” demişti. Bu durumda Fırat nehrinin çıktığı Erzurum ve Kapadokya’nın merkezindeki Nevşehir sınır olmak üzere Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgemizle Akdeniz ve İç Anadolu Bölgelerimizin bir bölümü de Siyonistlerin nihai hedefleri arasında bulunuyor.
İsrail Devletinin kurucusu David Ben Gurion’da 1948 yılındaki bir konuşmasında “Filistin’in bugünkü haritası İngiliz manda yönetimi tarafından çizilmiştir. Yahudi halkının,gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine getirmesi gereken bir iş daha vardır. Nil’den Fırat’a kadar.” demiştir.
Sultan Abdülhamid Han’dan Filistin topraklarını satın alma cüretinde bulunan yahudilere,siyonizm tehlikesini farkederek “Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır.” diyerek karşı çıkmıştır..
Bugün Filistin’de uygulanan soykırımın,Irak’ın,Afganistan’ın işgalinin altında yatan nedenlerin başında siyonizm politikası gelmektedir...
...
Uzun sözün kısası, inandığımız şekilde yaşamadığımız için yaşadığımız şekilde inanmaya başladık.

DİYORUM Kİ, HÜR RAMAZANLAR!

KUDÜS FİİLİ İŞGAL ALTINDAYKEN...
MEKKE ZALİMLERİN ESARETİNDEYKEN,
İSTANBUL KÜLTÜREL İŞGALDEYKEN...

EY RAMAZAN TUT BİZİ!

FEHMİ DEMİRBAĞ

















11 Mayıs 2018 Cuma

CEZAEVLERİ ÖZELLEŞTİRİLMELİ Mİ?
Doğrudur, cezaevine girmişliğimiz de vardır, mahkumlara seminer vermek için.
Maltepe cezaevinde seminere başlarken mahkumlara şöyle seslenmiştim: "Sizler ne şanslısınız! Hangi suçtan buradasınız bilemem ama, işlediğiniz suçlar için tevbe etme imkanınız var. Eğer samimi bir şekilde tevbe ederseniz Rabbimiz sizleri bağışlayacaktır. Devletin vermiş olduğu cezayı çekmek, tamamlamak durumundasınız belki amma, ahirette çekeceğiniz ceza için şimdiden kurtulabilirsiniz. Kendinizi bu açıdan sıfırlayabilirsiniz. Geriye kalan ömrünüzü bu şuurla geçirirseniz, ibret alırsanız, tevbe ederseniz ahiretiniz açısından güvende hissedebilirsiniz kendinizi!"
Seminer sonrası cezaevi yetkilisi arkadaş "Hocam buraya seminer vermek için, nasihat vermek için çok sayıda kişiden yardım alıyoruz. Herkesin ilk tepkisi siz suçlusunuz. Cehennemde yanacaksınız!"
"Ele verir talkını, kendi yutar salkımı" durumuna düştüğümüzden beri...
"Bana ne, sana ne, ona ne, kime ne" deyip benmerkezci olduğumuzdan beri...
"Allah-u Alem demeyip, elalem ne der" deyip başkalarının kanaatini gözeterek yaşadığımızdan beri...
"İrşad'ı-tebliği bir kenara bırakıp, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın dediğimizden beri...
Helali- haramı, kul hakkını hayatımızdan çıkarıp, "Devlet malı deniz, yemeyen domuz" dediğimizden beri...
İçki, kumar, faiz ve zina ile gündelik hayatımızı kuşattığımızdan beri...
Toplumumuz suçlu üretiyor.
"Emr-i Bil Maaruf, Neh-i Anil Münkeri" bıraktığımızdan beri...
İyiliği hor görüp kötülüğü baştacı yaptığımızdan beri 300 YILDIR ÇEKTİĞİ BELALARA İLLALLAH DİYEN ÜMMET, HAKKIYLA "LA İLAHE İLLALLAH" DİYEMEDİĞİ İÇİN BU AFETLERE MÜSTEHAKTIR...HALA DA ANLAYABİLMİŞ DEĞİL!
Yüzbinlerce tutuklumuz-hükümlümüz var. Siyasi suçluları saymıyorum. Ceza evlerimizin kontenjanı 163 bin küsur.
Sokaklar, okullar potansiyel suçlularla dolu.
Cezaevlerinin cezalandırıcı olduğu kadar aynı zamanda ıslah edici özelliğinin de olması gerekir.
Düşündüm de...
Cezaevlerinin bir kısmı özelleştirilse...
Geliri özellikle maddi suçlardan dolayı içeri girmişlerden...dolandırıcılardan temin edilse. Mal durumu iyi olanların masrafları kendilerinden, yakınlarından tahsil edilse.
Ayrıca büyük bir imalathaneye dönüştürülse cezaevi... Mahkumlar istihdam mantığında çalıştırılsa. Bir okul düzeneğinde eğitim verilse bunlara. Diyanet dini eğitimlerini verse ayrıca.
Yani ülkeye ekonomik açıdan da külfet olan cezaevleri özelleştirilemez mi? En azından belirli suçtan mahkum olanlar için.
Hani bu konuyu bi düşünelim derim.
Kısa kestim mevzuyu...Uzun uzun konuşalım derim amma!
Toplum bu yapısıyla suçlu üretmeye devam ediyor. Tıkanıklığı af yöntemleriyle halledemeyiz.
Kader mahkumları kavramı bile sıkıntılı. Ya bu mahkumların mahkum ettikleri.
Geciken adaletten tutunda haksız adalet uygulamaları da malum kanayan yaralarımızdan.
Üff ne bileyim yaa...Bir şeyler yapmamız gerekiyor, bir onu biliyorum. Toplumda güven, hoşgörü gibi kavramlar gümbürtüye gitmek üzere. Azgınlaşan, hayvanlaşan bireyler hele bir de gruplaştılar mı iyice tadı tuzu kalmıyor hayatın.
Şehirleşme-modernleşme-sekülerleşme-din bezirganlığı ve cehalet tırtlattı bizi.
İşin temeline inen kafa sayısı da azaldı. Toplumda, anketler öyle diyo birbirine güvenen insan sayısı yüz kişide iki.
Uyarılar tedirgin edici.
Hele bir de nüfusumuzun üçte biri oniki yaşın altındayken bu yetişkin yapımız bu çocukları kendilerine benzetecek, maazallah!
Dertlendim işte...Paylaşayım istedim.
FEHMİ DEMİRBAĞ

9 Mayıs 2018 Çarşamba

TAMAM MI DEVAM MI?
"Kudüs hakedenlerindir."
"Kudüs bizimdi" elbette amma işin hakikatinde, sen sahip çıkmazsan elin oğlu alır elinden kardeşim.
Sen sahip çıkmazsan değerlerine Medine'ye de kilisesini konduruverir.
Sen sahip çıkmazsan değerlerine, başkalarının değerleri senin değerlerin olur.
Daha önce yazmış mıydım, hatırlamıyorum. Ahvalin minvali doğrultusunda tekrarın bile fayda getireceği zehabıyla yine de yazmak istiyorum. (Ben ne dedim ya...Ahval, minval, zehab...bu kelimeler...pardon sözcükler tedavülden...pardon dolaşımdan kalkalı çok oldu. Pardon da özür dü değil mi?) Sizinle başımdan geçen bir olayı paylaşmak istiyorum. Memleketin içinde bulunduğu durumu manidar bir şekilde ifade edebilecek bir olay.
Üç-beş yıl öncesiydi. Ya da biraz daha eski. Memlekete gitmiştim. Gidiş sebebim Kurban Bayramı. Sıla-i Rahim, kurban ibadeti derken bir vesileyle yakınımızın da köyünü ziyarete gittik.
Köy bir dağın yamacında kurulmuş. Güzel bir köy. Ormanlık bölgesi de var tarımsal alanı da. Ama nüfus şu kahrolası modernleşme ve şehirleşme hastalığından dolayı yoğun şekilde azalmış.
Neyse el öpmeler, tokalaşmalar seronomisinden sonra biz büyükler köyün meydanına geçtik. Ziyaret ettiğimiz evde kokudan durulmuyordu çünkü. Evin inşaası ahır üzerine yapıldığından, kerme derler biz de...kurumuş haline tezek...inek dışkısı anlayacağınız. "Besinlerin Oksitlenmiş Kalıntısı" da diyebiliriz kısaca bok'ta. Hah işte bunlar evin altında bulunan ahırın küçük penceresinden doşarı boca edilir. Sonrasında da tarlalara, bahçelere bitki gıdası, yani gübre olarak servisi yapılır. Bu tezek var ya mühimdir ha! Neft (petrol) için Ortadoğu'ya geldiğinde biz bu topraklarda tezek yakıyorduk. Şimdilerde nükleer enerjili dönemdeyiz, yine garibim Anadolu hala tezek yakıyor.
Köyün meydanına geldiğimizde köyün ekabiriyle de bayramlaşma faslına geçtik. Meydan taş döşeme zeminiyle...boy boy çınar ağaçlarıyla...küçücük ahşap camisiyle...kahvesiyle...bakkalıylantam kartpostallık.
İnsanlar bayramlık cicilerini giymişler, kurbanlıklarını halletmişler...ama yüzlerinden düşen bin parça; mutsuzlar. Kirli kasketleriyle başlar önde. Sanki köye bayram gelmemiş gibi. Tanışma faslından sonra öğrendim gerginliğin, bedbinliğin sebebini.
Meğer köyde birkaç gündür tifo salgını varmış. Kanalizasyon karışmış içme suyu şebekesine. Çocuklar başta olmak üzere yatak döşek insan sayısı çok.
Köyün muhtarı, öğretmeni, ekabiri tedirginler. Kafalar önde, bakışlar ayak uçlarında.
E rahat durur muyum? Olayın detayını öğrendikten sonra başladım yorumlarıma, tavsiyelerime.
"Arkadaşlar...Nereye kadar bu bok üstünde yaşamak? Köyün az ötesinde boş alanlar var. Köyün merasına yakın bir yere ortak ahır yapsanız. Hayvanların bakımını birlikte üstlenseniz. Birlikte işletseniz...nasıl olur?"
Yırtık dondan düşer gibi gelmiş olmalı ki sözlerim aval aval bakındılar yüzüme. Ya da dertleri laf dinlemeye müsaade etmiyordu.
"Köhne gelenekler doğru düşünmemizin önündeki en büyük engel. Kimse risk almayı...bırak vazife almayı sevmiyor. Böyle gelmiş böyle gider anlayışı her an ensemizde. Durumdan da hoşnut değiliz ama." Ben de bu tür düşüncelerle içimden kendimce yorumlarımı sürdürdüm.
"Bu boktan düzen değişmeli" diyemedim hülasa. Bu düzen değişmezse tifo'da oluruz, kanserde. Ama hep suçlu arar dururuz. Hepte şikayetçi...
Köylülük toprakla hemhal olmanın adı değildir artık. Köylülük çağı okuyamamanın adıdır. Bakırköy'de de olasanız, Yeşilköy'de de olsanız farketmez, yine köylüsünüzdür çağı okuyamıyorsanız.
Çağı okumakta gerçeğin canına okumak değildir. Batının kafasıyla düşünmek, çatalı sol elle kullanmak ta değildir.
Millet olarak hep bir kurban bayramı modundayız, eyvallah.
Hasbihallerimize de eyvallah.
Ama çocuklarımız bizim yüzümüzden akıl, ruh ve beden hastalıklarına düçarlar. İşte bunu göremiyoruz bir türlü.
Sorgulayamıyoruz da!
Tamam mı devam mı sarmalındayız o kadar.
Memleketi bok götürüyor görelim artık. İstatistikler bile bunun alarmını vermekteler.
Meseleleri partizanca yorumlayarak ülkeye hizmet edemeyiz. Eleştirilerimizin de çözüm odaklı olması gerekmektedir.
Hadi bu arada önemli bir konuyu irdeleyelim bakalım.
1 Ocak 2002 tarihinde, Türk Medeni Kanunu'nda "aile reisi kocadır." ifadesi kaldırılmıştı. 2010 yılında yapılan anayasa
değişikliğinde aile kurumu için "eşler arasında eşitliğe dayanır." ifadesi eklenerek, 2002'deki değişiklik anayasal bir madde haline getirildi.
Bu politikalar doğrultusunda imzalanan İstanbul Sözleşmesi ve bu sözleşmeye dayanarak çıkarılan 6284 sayılı kanun Türkiye'de aile kurumunu bitirme; çocuklarımızı haz piyasasının sermayesi haline getirme, kadınlarımızı ve
erkeklerimizi birbirine düşman etme hedefini gütmektedir. Sözleşmenin imzalandığı 2011 ve kanunun çıkarıldığı 2012 tarihinden itibaren sözünü ettiğimiz trajik tablonun ivmesi artmıştır. Bugün ülkemizdeki aile ve kadın politikaları bir grup feministin eline bırakılmış durumdadır. Bu duruma ilk itiraz etmesi gereken, kendisini "muhafazakâr-dindar" olarak tanımlayan siyasetçi ve çevreler olmalıdır. Hâlbuki dünyanın hiç bir yerinde görülmemiş bir biçimde kendini "muhafazakâr-dindar" olarak tanımlayan bir parti, aileyi yok edecek feminist politikalar yürütmektedir. Buna da bugüne kadar bir kaç küçük grup ve kişi hariç hiç bir itiraz gelmemektedir.Buna yönelik bir itirazımız var mı ?
2009 yılında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın yayınladığı araştırma raporunda "Aile kadınlar için güvenli bir ortam değildir." ifadeleri yer aldı. Aynı ifadeler 2014'te yayınlanan raporda da yer aldı. Buna ek olarak, 2014 raporunda, "evlilik" de şiddet sebebi olarak tanımlandı. Bu raporlarda, aileyi değil, kadını merkeze alan politikalar uygulanması gerektiği belirtildi. İlginç değil mi? Aile Bakanlığı'nın yayınladığı bir raporda bu ifadelerin yer almasına demek ki, Aile Bakanlığı'ndan kimse itiraz etmemiş.
Aynı yıl Fatma Şahin eşcinsel hakların anayasal bir hak olması gerektiğini açıkladı.
2008-2013 yıllarını kapsayan Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı hazırlandı. Sonrasında 2012-2015 ve 2016-2020 yıllarını
kapsayan şiddetle mücadele ulusal eylem planları hazırlanıp uygulamaya konuldu. Bu planların hiç birinde manevi önlemlere yer verilmedi. Sadece feminist perspektif esas alındı.
2016 yılında hükümet erken evlilikten doğan mağduriyetleri gidermek adına yeni bir yasa tasarısı hazırladı. Hükümetin belki de aile ve kadın politikaları adına yaptığı tek olumlu adım olan bu girişim, feminist hareketlerin baskısı sonucu geri çekildi.
Çocuklarımızın ve ailelerimizin geleceği benzin fiyatlarından ve doların yükselmesinden daha önemlidir.
Var mıdır buna dair sözümüz muhafazakar veya İslami çevreler olarak?
Hasılı...
Neye tamam neye devam dememiz gerektiğini şöyle özetleyeyim:
"Sorgulamaya devam, kör cehalete tamam."
***
Tayyip Erdoğan sürecini doğru değerlendirelim ve bu köhne cehaletten kurtulalım.
Bu değerlendirmeyi doğru yapamazsak cümbüş ittifakında halimiz cümbüş olacak.
Çünkü, insan kalitemiz ortada...Vesselam!
FEHMİ DEMİRBAĞ

Yazar Fehmi Demirbağ “Gençlik varsa gelecek var” konulu seminer düzenledi.