27 Temmuz 2018 Cuma


KABİLE DEVLETİ

Afrika’dan bir kabilenin hikayesini anlatacağım. Afrika, hani Fransız milli takımında oynayan siyah derili futbolcularla gündeme gelen coğrafya. Tvlerde çekilen hayvan belgesellerinin platosu. Afrika kıtasının bilinmedik yerlerinin kaşifi diye yutturulan Livingston, (ki kendisi bir Cizvit papazıdır.) 1840 yılında adımını atar kara derili, kara kaderli insanların yaşadığı kıtaya. O esnada Afrika’da bugünün 28 devleti Osmanlı Devletine müntesipti. Bir yandan da Amerikalılar kıtada çoktan köle ticaretine başlamışlardı bile.
Cizvit papazları sömürgeci misyonerlerdir. Hatta meşhur bir sözleri vardır ki kulaklarımıza küpe olsun: “yedi yaşına kadar çocuklarınızı bize verin, sonrasın da sizin olsun!” Hani “beyaz adam bize geldiğinde bizim topraklarımız onların incili vardı. Şimdi ise bizim incilimiz onlarınsa toprağı var” demelerine sebep olan Afrikayı sömüren Cizvitlerden söz ediyorum.
Hikayemiz şu. Bir özel tv ye mensup çekim ekibi Afrika’nın modern diye adlandırılan insanlar tarafından henüz adım atılmamış bir bölgesine adım atarlar.  Balta girmemiş ormanlar diye tarif edilir ya hani. Hoş o zıkkım balta dünya yağmur ormanlarına bir girdi ki 1950’den beri ormanlık alan oranı yarıdan fazlasıyla azalmış durumda. Sonra da küresel ısınma filen. Kimse de küresel yavşaklık demiyor ama bu mevzuya.
Tutki kabilesi avcılıkla geçimini sürdüren bir kabiledir. Kabilenin genel geçer kuralları üç başlık altında günah, suç ve ayıp olarak katagorize edilmiştir. Kabile lideri Hayis yaşlılığın getirdiği durumdan dolayı kabilesinde otoritesini kaybetmek üzeredir. Kurallar gereği kim ki kabile reisine itiraz eder ya kabile reisiyle ya da reisin belirlediği isimle bütün kabile halkının gözlerinin önünde dövüşürler.  Genç lider adayı Matah gözüne Hayis’i kestirir ve meydan okur. Bu esnada modern dış dünyada da Yalta Konferansı düzenlenmektedir.
Tv ekibimizin başı Mr Nosam kabile ile girdiği diyalogla ilişkilerini güçlendirmiş, bölgede rahat rahat çekimlerini yapmaktadır. Bu tarihi olaya şahit olmak kendisini heyecanlandırır.
Matah hem kabile reisini hem de onun tayin edeceği kişi ile dövüşü teklif eder. Kaybeden hayatıyla öder bu düelloyu. Demok adı verilen gündür kapışmanın olacağı günün adı. Kabile için bayram günüdür. Kurbanlar kesilir, eğlence tertiplenir. Hatta ormandan topladıkları bir mantar ile de kafayı bulurlar. Eğer mevcut reis kavgayı kazanırsa bir 5 yıl daha kimse reise meydan okuyamaz. Peki bu 5 yıl nasıl tespit edilir? O esnada doğum yapan keçi büyüyüp 10 ayrı doğum gerçekleştirirse süre sona erer. O keçi kutsaldır. Özenle bakımı yapılır. Kavga olacağı zaman o keçi baş kurbandır. Onun eti yeni seçilen reisindir.
Matah kavganın galibi olur. Hayis ve adamının cesedi bal dolu bir sanduka içinde yerleştirilir. Kabile halkı bir sonraki reis gelinceye kadar eski reisin cesedini saklarlar.
Matah reisliği hak edince önce bütün yönetimi değiştirir. Başta büyücüyü. Sonra işlerini halleden kurbaylarını, yani kabinesini. Askerlerinin komuta kademesini. Yeni eşler edinir. Eski reisin ailesini kabileden sürer. Sıkıntı çıkartabilecek olanlarını öldürür. Cesetlerini kabile merkezinin meydanına gömdürür. Ki halk ayak bastığı yerde eski yönetimin ölülerini düşündükçe azgınlık yapmasın diye.
Tv ekibinin içinde yer alan gizli misyoner ise tebliğ çalışmalarına başlamıştır. Yeni reisin heyecanını kullanarak onu yönlendirmeye başlar. 60 yıllık bir çalışmadan döz ediyorum. Yakın zamanda Mr. Nosam’la bir toplantıda bulundum, o anlattı bütün bunları. Belgeselin bir kısmını yayınlamışlar İngiliz BBC de. O kabile hakkında dinlediklerimle bugünün dünyasını mukayese etmeye çalıştım bende nacizane. Bir kabilenin dönüştürülme hikayesini dinledim Mr. Nosam’dan. Geleneklerinden nasıl koparıldıklarını…Nasıl modernleştirildiklerini…
Matah Reis dostluğunu geliştirir beyaz adamla. Yeni şeyler öğrenmenin ve beyaz adamın sihirli eşyalarının etkisiyle kendi kabilesinin kurallarını gevşetir. Aslında bizim hikayemizle de örtüşmektedir Matah’ın ve kabilesinin başına gelenler. Bir başka yazımızda bu konuyu uzun uzun anlatırım sizlere. Ancak son zamanlarda yaşadıklarımızı burdan esinlenerek yorumlamaya çalışacağım. Ha bu arada Avrupada top koşturan Nalay Lobtuf isimli topçunun Matah’ın torunlarından olduğunu hatırlatayım. Hani Fransa’nın Dünya şampiyonasında kazandığı zaferin önemli mimarlarından olan…
Kargaşa ve kaos yüzyılın ekmeği…Emperyallerin büyük ticareti…Bayağılaşma ya da sıradanlaşma, modernitenin ya da hegemonların yaydığı kültürün ana özelliğidir. Üçlü bir saç ayağına oturur bu düzen. 
Birincisi değerlerin saptırılması, ikincisi arzunun manipülasyonu, üçüncüsü gerçek dünyanın sahtesiyle yer değiştirmesi.
Özellikle İslam dünyasındaki dünyevileşme müslümanlar için varlıklarını koruma adına büyük tehdit içermektedir. Bunların her birisi başlı başına bir yazı konusudur.
Gelişen teknoloji bir yandan üretimi körüklerken diğer yandan üretilmişlerin tüketilmesi için üretim yapan insanlara vakit kazandırmanın derdine düşmüştür. Boş zaman, tatil, önemli gün ve haftalar gibi.
Özellikle şehirleşme teşvik edilmiştir. Şehirlere yığılan insanlar burada modernitenin talepleri doğrultusunda yeni bir ortalama kültürün ortak paydalarından nasiplenmeyi tercih ederler. Köyün günahı şehirlerin sokağında ahlaksızlık kıyafetine bürünür. Korkular, kaygılar ve beklentiler kurulu düzenin normlarına uygun hale dönüştürülür. Herkes kendi değerlerinden taviz vermeye başlar. Hegemonlar hayat standartının belirleyicisidir. Bilim ise belirleyiciliğini aldatma ve kurgulamacılığına adamıştır. En kutsanan devlet bile hegemonların geniş halk yığınlarına karşı kendilerini koruma özelliği edinir.
Bütün ideolojiler kuzendir, akrabadır, yakın ilişki içindedirler. Hepsi yüceler meclisinin, dünya kabilesinin reislerinin menfeatlerine odaklıdır.
Halk yumuşak, kıvrak ve her manaya yorumlanacak kavramların   taahhüdüyle oyalanır. Misal mutluluk gibi. Herşey görecelidir.
Miras hukuku ile dünya arazileri parçalanır. Köy ve tarım yetersizleştirilir. Ta ki kocaman şirketler devreye girer ve karteller ve tekeller oluşturulur.
Kitlelerin geçim biçimi memuriyet ve işçilik üzerinedir. Bunlara servis sağlayan esnaf dediğimiz yemleyiciler vardır.
Bankalar tam umudun tıkandığı yerde kartlarıyla devreye girerler umut tazelerler. Devran hep nesillerin devşirilmesi ve tekerrür üzerine kuruludur. Kahramanlar ve düşmanlar hep vardır, bunların mücadelesine tarih ismi verilir. Hep bir tarafın adamı olmak zorundasındır. Hayallerin ve rolün onların belirlediği senaryolara uygun olmak zorundadır.
Kazara ağzından kaçıracak olursan; Allah’tan başka ilah tanımıyorum diye…Beni yaradanın normuyla yaşamak istiyorum dersen…Kan kustururlar, kan!
Yalancısındır artık, bozguncusundur. Adalet, empati, hürriyet, eşitlik gibi kelimeleri sarf edemezsin. Kelimelerde onların istediği evsafta anlam taşımalıdır. Kavramları sorgulayamazsın.
Hazcılık, konfortizm, bencillik dinsizlik arazisinde yaşam bulmuştur. Din afyondur. Irkçılık sürekli körüklenen ateştir. Üstünlük tartışmaları üstünlerin seni yakapaça ettiği hususlardandır. Hele cinsi düşkünlük…Homoseksüelliğin türlüsü…Bilumum cinsel sapkınlık insanlığın yeni rotasıdır. Şehirlerde ki aşırı nüfus artışının önüne başka nasıl geçilebilinir ki?
Eğitim, sağlık, güveblik…hatta trafik bile kaosa dayalı olmalıdır. Genel bir umutsuzluk, karamsarlık kendisini kurtaran kaptan formülüyle biçimlendirilir. Emeklilik posa çıkartma müessesesidir. Üretimi yavaşlatacak her ne varsa engel konulur. Tüketim ise alabildiğince hızlı olmalıdır. Aradaki paradoks “kar” ile telafi edilir. Kar’ın olduğu yerde ise merhamete yer yoktur.
Bahsettiğimiz her bir husus ayrı ayrı müteala edilebilinir. Ancak okuma, bilme, öğrenme tükendiğinden bizim gibi sızılı adamların veryansınları mahdut manada kişilerle çerçevelenmiştir.
Bütün bunların dışındaki bir teklife ise insanlar kapalıdır. Misal İslam!
Eskilerin hikayesidir artık bu devrimci duruş. Özellikle müslümanlık iddiasındaki kalabalıklar kendi iddialarını unutup mevcut kabilenin görüşlrine kendi görüşlerini benzetmenin telaşesine girmişlerdir.
Bir meydan okuyucuya ihtiyaç var.
Matah bir adama yani.
Matah topluluklara belki!

FEHMİ DEMİRBAĞ

25 Temmuz 2018 Çarşamba


KORKU YAZARI BAY X LE GÖRÜŞTÜM

Ülkemizin dünyaca meşhur korku romanları yazayla bir görüşme, bir röportaj yaptım, bundan bahsetmek istiyorum. Malum kendisinin enterasan yerlerde kitaplarını yazdığı en bilinen özelliklerinden birisidir. “Yazdığım konuları havasında yaşamak için, gerçekliği kaçırmamak için” diye tanımlar bu gerekçesini. Mezarlık, morg, mezbaha kitaplarını kaleme almak için en tercih ettiği yerlerdendir. Cinci hocalardan romanlarına konu alacak hikayeleri toparlar ilk önce. Polislerle düşer kalkar. Cezaevlerini ziyaret eder, ilginç hikayeleri olanların peşine düşer.
Bilebildiğim kadarıyla yazdığı romanların pek çoğu beyazperdeye de yansıdı. İnsanın tek başına kaldığı bir ortamda okuyamayacağı kitaplar yazdı, tek başınayken izleyemeyeceği filmlere konu oldu yazdıkları. Ne kadar doğru bilmem ama, belki şehir efsanesi diyeceksiniz kitaplarını okurken kalp krizinden ölen bir hayli insan olmuş. Filminden birinin çekiminde setteyken bile oyunculardan birinin mortu çektiği de söylenir. Hatta çok sayıda katil vardır ki bu adamın yazdıklarından ilham alarak cinayetlerini işlemiştir.
40 lı yaşlarındaki yazarı yakından tanımaya can atan milyonlarca insanın merakları bertaraf olsun diye kendisiyle yaptığım görüşmeyi kaleme aldım. Siz şu anda kurmaya çalıştığım cümlelerde gözlerinizi gezdirirken ben de tuttuğum notları hızlıca gözden geçiriyorum. Ayrıca hem kendisiyle röportaj yapabildiğim için kendimi çok şanslı adlediyorum.
“Baba katiliyle baban bir safta” isimli romanını dünyada bilmeyen, okumayan yoktur sanırım. Önce o kitaptaki en sarsıcı satırları hele size bir hatırlatayım, sonra röportajı paylaşırım.
“Bütün korku karakterleri Temmuz ayının 27 sinde bir araya gelmiştik. Kanlı ay tutulması vardı bu gece. Beykoz’daki eski kundura fabrikasında buluştuk. Büyük bir ayin gerçekleştirilecekti. Ensest mağduru, dinsizleştirilmiş, uyuşturucu müptelası, terörist bir yapının militanlarından bir kız bulunmuş geniş alanın ortasında gamalı bir haça ellerinden, ayaklarından çivilenmişti. Bu gece biz satanistler için önemli bir geceydi. Lucifer’in mehdisi yeryüzüne inecekti. İsa mesih’in gelişinden önce seronomimizi yapmalıydık. Gökyüzü kaprakaraydı. Gökgürültüsü ise amansızdı. Etrafta yanan kandiller karanlığı yarmaya çalışıyordu. Kandildeki yağ ise daha önce toparlanıp buraya getirilmişti. Çocuk yağları tercih ediliyordu. Zaten Arakan’dan, Filistin’den, Suriye’den çok sayıda ölü çocuk tedarikimiz sözkonusuydu.
Hepimiz geniş bir halka oluşturmuştuk. Herkes te kostümlüydü. Çocuklardan beslenenler tarikati üyeleri, tuzu kurular meclisi, aman sen de boşver kurultay üyeleri, nemelazım, elalem gibi örgütler hepimiz oradaydık.
Kurbanın kutsanması ve kurban edilmesi için akreple yelkovanın saat 3 te buluşması gerekiyordu. Biliyorduk ki bu saatte en büyük rakiplerimiz gece ibadetlerine kalkmış olabilirlerdi. Bize engel olmalarını istemiyorduk.
Mecidiyeköydeki Trump Toversteki ikiz kulelerin önünde bir ekibimiz ecinnilerin padişahını oradan alıp bize getirecekti. Törenimiz öylece başlayacaktı.
Çocuk eşcinseli Mahony’nin pastadan yapılmış heykelinin önünde bizlerde tören süresine kadar ziyafete durduk. Tıpkı pizzagate skandalındaki gibiydi herşey. Yüceler meclisi üyeleri kellesi gövdelerinden ayrılmış küçük bedenlere tecavüz etmeye başladılar. Heryer kan revandı.
Vampirler, kurtadamlar, zombiler kendilerinden geçmişlerdi. İçki, kumar, faiz, zina tanrı heykellerine tapınan tapınana.
Kurbanımız bir yıl öncesinden bu tören için hazırlanmıştı. Markalı ürünlerle bezenmişti bedeni. Gdo lu ürünlerle beslenmişti uzun süre. Obezleştirilmişti. Kurslara, okullara gönderilmişti bu gecenin önemini kavraması için.
Tören bütün hızıyla devam ederken benim de içinde bulunduğum “herşeye sessiz kalanlar” kulüp üyeleri olan biteni sessizce izlemeye devam ediyorduk.
Küçük yaşta tecavüze uğramış çocuklar…katledilmişler…onların isimleri bir bir okunmaya başladı. Her okunan ismin arkasından kalabalıktan çığlıklar yükseliyordu.  Bir kısmı timsah gözyaşı dediğimiz türden ağıtlar yakıyorlardı.
Kadınlı erkekli…hatta cinsiyetsiz yüzlerce insan o anı bekliyorduk. Törene başkanlık eden sarı kafalı bir adam üzerindeki ruhban kıyafetiyle meydanın ortasına kadar geldiğinde sol elini yukarı doğru kaldırdı. Bir anda bütün kalabalık susuverdi.
“Şeytanın çocukları! Ey gıybet yaparak kardeşinin dahi etini yiyenler! Harama helal, helale haram diyenler. Eğriyi doğru, doğruyu eğri bilenler. Kibir tanrısının hasetçi kulları. Acımaktan, merhametten, insaftan uzak olanlar…”
Herbir hitaba “eveett, biz” diye cevap veriyordu kalabalık.
“Bilimi putlaştıranlar! Tanrıya savaş açanlar…İnfak etmeyenler…Zalimler!”
17 dakika boyunca tezahürat eşliğinde başkan konuşmasını sürdürdü. Sonra elindeki neşterle kurbanın derisini etinden sıyırmak için bir hamle yaptı. Çocuğun çığlığını duyan yoktu. Biz duysak ta sessiz kalıyorduk. Çünkü biz “herşeye sessiz kalanlar” kulübünün üyeleriydik.”
Hatırladınız değil mi bu satırları; “Baba katiliyle baban bir safta” isimli kitabın en önemli pasajını?
Şimdi röportajımıza geçelim:
Soru: İlhamınızı nerden alıyorsunuz? Kitabınızda anlattığınız tüyler ürperten sahneleri yazarken nerelerden esinleniyorsunuz? Tabiri caizse şeytanın dahi aklına gelemeyecek sahneleri nasıl betimliyorsunuz? Anlattığınız şeylerin gerçek hayatta gerçeği olabilir mi? Anlattıklarınızda gerçeklik oranı var mı? Abartılı değil mi romanlarınızın konusu? Hayat sizce bu kadar korkunç mu? Neden korku yazıyorsunuz? Hiç komedi türde eser vermeyi düşündünüz mü?
Cevap:

FEHMİ DEMİRBAĞ


   


ARTIK BU TİŞÖRTLERDEN SİZLER DE GİYEBİLECEKSİNİZ.

GAVURCA YAZILI TİŞÖRTLER GİYEREK GAVURA KÜLTÜREL AÇIDAN HİZMET ETMEYELİM.



























23 Temmuz 2018 Pazartesi

GENÇ KARDEŞİM;
Yeryüzündeki varlığı yalnızca gündelik yaşantıdan ibaret olmayan; adalet, eşitlik,özgürlük gibi erdemli davranışlarla bezeli olan milletimizin güzide gençliği...
Sizler aynı ecdadınız gibi bütün insanlık alemi için mazlumların safında saf tutup zalimlere karşı duruşlar sergilemek durumundasınız. Tarihi misyonunuz bunu gerektirmektedir.
Bunun için sağlam iman ile samimi davranışlar üzerine bir hayatı gaye edinmelisiniz. İlimde, irfanda, kültürde, sanatta ve ahlakta yaradılış fıtratı üzerine kendinizi yetiştirmek durumundasınız.
Özellikle insanlık aleminin büyük buhranlar yaşadığı bu günlerde barış, kardeşilik iyilik üzerine düşünen-çareler arayan ve bu doğrultularda gayretkeş olan bir gençlik yalnızca milletimiz için değil bütün alemin huzuru için elzem olan bir arayışın adresidir.
Senin mayanda bütün bu özellikler istisnasız mevcuttur kardeşim.
Yeter ki kendini önemse...Ciddiye al!
Sensin "O"!
Bugün millet olarak "dirliğimizin, birliğimizden geçtiği" bilinci ile varlığımızdan rahatsız olan düşman unsurlara karşı her zamankinden fazla olarak uyanık olmak durumundayız.
Bitmek bilmez Haçlı Seferlerini bağrında eritecek olan "Sen"sin!
Batının rezil kültür işgalini durduracak olan...
Müslümanları birleştirip, İslam'ın kendi kültür kuvvetlerini kuracak, işgalcileri tepeleyip Kudüs'ü...Mescid-i Aksa'yı...ve dahi, Kabe'ye gerçek özgürlüğünü verecek olan...Şeytani şer güçlerin beyinlerimizde, yüreklerimizde, evlerimizde ve yaşadığımız şehirlerde ki hakimiyetini nihayetlendirecek olan, sensin; SEN!
Bunun için doğru okumalar yapmalısın...Yazmalısın da ayrıca!
Peki, şimdi değilse ne zaman?
Hemen!
GENÇ KARDEŞİM!
Sana FİL suresini hatırlatacağım;
Minicik kuşların kocaman filleri nasıl yendiğini anlatan sureyi.
Yaşadığın hayatta kendini ne zaman kuşlar gibi küçük ve savunmasız hissedersen hemen FİL suresini hatırlamanı isterim.
Bizim inancımızda, tarihimizde ve kültürümüzde büyük ve güçlü olanlar HAK sahipleri karşısında her zaman en güçsüz, en zayıf olanlardır GENÇ KARDEŞİM!
ALLAH kendinden yana saf tutanlarla bir ve beraber olur. "O" ise kimden yana olmuşsa galibiyet ve zafer ondan yana olur.
Bizde imkansız diye birşey de yoktur.
KÜN FEYEKUN vardır!
Çünkü "O" ol der ve o olur!
Bizim hikayelerimizde kuşlar filleri hep yener be kardeşim!
Fil Suresi;
Kabe'yi yıkmak isteyen Yemen valisi, Habeşistanlı komutan Ebrehe'nin fillerle Mekke'ye hücumunu ve sonuçta ordusuyla birlikte yok olup gitmesini konu almıştır.
Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle
Görmedin mi Rabbin ne yaptı fil sahiplerine!
Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?
Üzerlerine sürü sürü kuşlar saldı.
Onlara balçıktan pişirilmiş sert taşlar atıyorlardı.
Derken onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi kılıverdi.
Değerli Gençler !
Yaşadığımız hayatı anlamlı kılmanın, hayatta iz bırakmanın yolu okumaktan, aynı zamanda da yazmaktan geçmektedir. Tarih; bize okuyan-yazan, araştıran ve aklı kirletmeden kullanan insanların ve toplumların muazzam derecede ilerlediklerini, zenginleşerek müreffeh hale geldiklerini göstermiştir. Bu gerçekliğin en güzel örneğini yakın tarihimizde atalarımız bizlere bilimde ve sanatta yaşayarak göstermişlerdir. Onları hayırla ve saygıyla yad ediyorum.
Kıymetli Gençler !
Şimdi daha çok okuma ve araştırmalarda bulunarak milletimize ve insanlığa karşı görevlerimizi yapma zamanındayız. İrfan ve hikmeti önceleyerek okuma zamanı... İnsanlığa huzur sunacak formülleri yakalayarak okuma zamanı... Zihinlere yanlış düşünceleri koyarak insanı köleleştirmek isteyenlere 'dur' demek için okuma zamanı...
Lütfen anlayarak okuyun, düşünerek okuyun. Vizyonunuzu geniş tutun. Özgün düşünün.
Size güveniyoruz. Geleceğimizi inançlı gençler olarak size güvenle teslim edeceğimizi biliyoruz.
Durmak yok; okumaya, araştırmaya ve çalışmaya devam.
Kalem sahipleri olarak, aynı zamanda yazmaya da...
Hepinizi sevgiyle selamlıyor başarılar diliyorum.

20 Temmuz 2018 Cuma

EŞEKLİK BİZ DE KALSIN!

Bu anlatacağım hikayede canlılara hiçbir zarar verilmemiştir. Gerçek olay ve kişilerle de bir alakası yoktur.
Hikayemizin konu olduğu yer, Çanakkale’de denizin dalgalarının kıyıyı canhıraş bir şekilde rahatsız ettiği bir küçük köydür. Tarihin en önem arzettiği Truva’nın hemen dibinde. Truva’nın hikayesi malum. Truva'yı savaşla fethedemeyeceklerini anlayan Akhalılar bir hile hazırlarlar. Devasa bir tahta atı Truvalılar’ a hediye olarak sunduktan sonra, savaşı artık bırakıp evlerine dönecekleri izlenimini yaratırlar. Ama gemileriyle uzaklaşıp Bozcaada'nın arkasında beklemeye koyulurlar. Truvalılar hediyenin tanrılara adandığını düşünerek kabul ederler. Savaşın yorgunluğu ve kutlamalarda içilen şarabın etkisiyle herkes uyuduğunda tahta ata gizlenen Akha askerleri atın içinden çıkarak, diğer askerlerin içeri girmesini sağlar, kaleyi ele geçirir ve kenti yağmalarlar.
Çanakkale deyince de Türk-İslam tarihinin en önemli savaşlarından birinin yaşandığı o bölgeyi hatıra getirmemek ne mümkün? Hani “Allah ve Resulu bir konuda hüküm buyurduğu zaman, mümin kadın ve erkeğe o konuda ancak itaat düşer” düsturunu unuttuğumuzda…Hani “Ne zaman ki iyiliği emredip, kötülükten sakındırmaktan vazgeçerseniz, Allah başınıza içinizden kötüleri musallat eder de iyililerin dahi duası kabul olmaz” sünnetullahı gerçekleştiğinde…Hani “Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin, onlar ancak birbirlerinin dostlarıdır” gerçeğini es geçtiğimizde…Hani “ Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin, dininizi değiştirmedikçe asla onlardan olamazsınız” uyarısını unuttuğumuzda…Vatan toprakları bir bir elimizden çıktığında…Son darbeyi vurmak üzere başta İngiliz olmak üzere yedi düvelin namahremimize uzandığında…Okul çocuklarıyla…15 yaşında ki tüyü bitmemişlerle karşı durmaya çalıştığımız, destanlar yazdığımız Çanakkale’de…
Şimdilerde sahillerinde anadan üryanların dolaştığı…İngilizleşmiş nesilleriyle kadehlerin tokuşturulduğu…hala topraklarından şuhedanın fışkırdığı…
Sahilin hemen dibinde küçük bir çiftlikte geçiyor hikayemiz. Biraz ötede yeralan Atabayırı köyün sınırları içerisinde yer alıyor çiftlik. Çiftliğin sahibi bölgenin önemli zenginlerinden Kemal Ağa. Çiftliği düşünce engelli küçük oğlu için yapmış. Onun tedavisi için, rehabilitasyonu için düzenlemiş. Doktor “hasta tabiatla haşir-neşir olsun” diyesiymiş. Şehirde, betonların içinde çocuk huzur bulamazmış.
Bir yandan da Kemal Ağa’nın niyeti eğer Ankara’dan, yukarılardan birilerini ayarlayabilirse kocaman bir otel yapmakmış. “Turizm demek döviz demektir. Döviz demek ülkeye kazanç sağlamak demektir” gibi düşüncelerini yetkililerle paylaşmaya devam ediyormuş. Buranın sit alanı olarak ilan edilmesine ise anlam veremiyormuş.
“Eski günler geride kaldı. Artık savaş yok. Sürekli Çanakkale edebiyatı yaparak dostlarımızı üzmeyelim. Batıyla yakınlaşmak zorundayız” diyerek düşüncelerinin haklılığını ortaya koymaya çalışıyormuş.
Hikayemizin konusu ne Kemal Ağa, ne engelli oğlu ne de turizm sektörü. Hikayemiz çiftlikte geçiyor, doğru. Çiftlikteki hayvanlarla ilgili ancak.
İştah açan çimlerin cazibesi otlakta yayılan hayvanların dikkatini yalnızca işkembe faaliyetine meylettirmişti. Bir yandan da adeta çimenlerin tadını almak için ziyadesiyle gevişte getiriyorlardı. Çenesi düşük inek dikkatlerini dağıtmasa bu keyif asırlarca sürsün isterlerdi.
Bir kaç inek, bir öküz, yaşlıca bir at, bir başka ihtiyar olarak eşek, biraz saftirik koyun, huysuz birkaç keçi, birkaç kovan dolusu arı… Tavuk, horoz, ördek, kaz, hindi derken bir kümes dolusu hayvan. Bir de yine yaşlıca bir köpek…
Kemal Ağanın hasta oğlu elindeki yemleri rastgele kümes hayvanlarına savururken diğer hayvanlarda bir arada otlanmalarına devam etmektedirler.
At bir yandan yerdeki otları ağzında kalan birkaç dişiyle kopartmaya çalışırken bir yandan da sızlanmaktadır.
“Ah be! Dünyaya yarış atı olarak gelmek vardı. Baksana insanlar bile tarladan topladıkları buğdayların en kıymetleri yerini yarış atlarına yedirip kendileri un diye en lüzumsuz yerini yemekteler.”
“Ne yani hayatın haram olan kumara malzeme olarak mı geçeydi?” diye sözünü keser, inek. “Kadere kurşun işlemezmiş. Şikayet edip durma. Allah’ın kıymetli sessiz kullarındanmışsın ki mevlam seni bu otlaklara layık gördü.” Diye de sözünü sürdürdü. “Ya biz ne yapalım. Bize bile bu azgın insanoğlu yemlerimize kemik tozu katarak deli dana hastalığına yakalanmamıza sebep oluyorlar. Hem Anadolu’nun yerli ineği mi kaldı? Her taraf Hollanda inekleriyle doldu.”
“Hatun siyasi konulara girme” diye sözünü kesti ineğin, otlağın tek öküzü. “6284 sayılı yasa otlakta reis’in otoritesini bitirdi.
“Sen şimdi siyaset yapmadın mı?” diyerek inek öfkeli bir möölemeyle susturmaya çalıştı kocasını.
Yavaş yavaş otlakta homurdanmalar artmaya başlamıştı. Her hayvan uluorta konuşmaya başladılar.
At sebep olduğu tartışmayı sakinleştirmek için araya girmeye çalıştı. “Arkadaşlar sakin olalım lütfen!” Tabiri caizse çıngar kopmuştu bir kez. Artık bu tartışma ne şekilde biterdi, belirsizlik harareti artırıyordu.
Öküz öfkeyle bağırdı: “Bana bak hatun…Şu kırma halinle beni tenkit etme. Benim nasıl asil bir soydan geldiği mi bilmiyor musun? Benim büyük büyük babam kim bilmiyor musun?” Cevap beklemeden konuşmasını, bağırtısını artırmaya başladı. “Ben asil bir soydan geliyorum. Fatih Sultan Mehmet gemileri karadan yürütürken, o gemileri halatlarla çeken baş öküzün soyundan geliyorum.”
“Irkçılık yapma” diyerek, bir nevi aile faciasının önüne geçmek için At devreye girdi. “Hamasetin anlamı yok, öküz efendi. Benim de dedem Fatih’in surlardan içeri girerken bindiği at’tır. Huzur içinde geçinip giderken şu otlağın tadını kaçırmayın, ırkçılk yaparak. Hem İstanbul’un fethini iyi düşündünüz mü? Bakın Fatih, Akşemsettin, Ulubatlı Hasan, Macar Urban bir araya gelip hünerleriyle Fetih konusunda uzlaşmasalardı İstanbul’un fethi mümkün olabilir miydi?”
Konuşmanın seyri bütün hayvanların bir araya gelmelerine sebep oldu. Herkes tartışmada söz haklarını kullanmak istiyordu.
Eşek bir yandan anırmaya başladı: ” Yıllardır insanlara yapmadığımız hizmet kalmadı. Ne vefalarını gördük? Bakın nüfusumuz nasıl da azalıyor? Neslimiz tehlikede!”
Keçiler, koyunlar birlikte melediler: “ Hakimiyetimiz domuzlara verdiler, ah şu zalim insanlar!”
Bir anda hayvanların veryansınlarının ortak noktası “insanlar” olmuştu. Tavuklar başta olmak üzere bütün kümes hayvanları gıdaklamaya, gaklamaya başladılar: “Genetiğimizle oynuyorlar. Gdo lu yemlerle besliyorlar. Antibiyotikli, hormonlu ürünlerle beslenmek istemiyoruz.”
Arılar bile tartışmaya dahil oldular. ”Bizi bile sahtekarlığa yönlendiriyorlar. Sahte bal yüzünden güvenirliliğimiz azaldı. Biz yok olursak bütün dünya yok olur, bütün bunun bile farkında değil bu cahil insanlık!”
Çok konuşmaktan acıkmışlardı. Konuşmaya ara vermek durumunda kaldılar. Son sözler eşeğin çenesinden döküldü: “Yine de…” dedi az ötedeki engelli insan yavrusunu göstererek. “ Biz üzerimize düşen hayvanlığı layıkıyla yerine getirelim. Baksanıza şu insan yavrusuna. Ne kadar da masum ve çaresiz. Biz üzerimize düşeni yapalım. Belki bir gün eskiden olduğu gibi merhametli, adil insanlar yetişir yine bu topraklarda… Eşeklik biz de kalsın!”
FEHMİ DEMİRBAĞ

13 Temmuz 2018 Cuma

BİZ İSLAMCILAR

Doğrudur, ne atılımlar yaptık, ne gelişmeler gösterdik.
Yollar yaptık misal, ama Sırat-ı Müstakim (Doğru yol) hususunda gaflete düştük.
Köprüler yaptık, lakin Sırat Köprüsü' nün yolcuları olduğumuz hususunda da ihmallerimiz oldu.
Önceliğimiz gençlerimiz olmalıydı. Gençlik varsa gelecek vardı çünkü. İhmal edersek gençliğimizi, geleceğimizi imha edeceğimizi de ıskaladık.
Ahlak ve maneviyat demlenmedi tüten ocaklarda. Fürüat kafalar baştacıydı ne yazık ki.
Eğitim ve Kültürü garnitür zannettik. Ya da salon doldurmanın adıydı belki de. Sabun köpüğü eylemler, popilizm neyimize yetmiyordu ki?
Oysa ezberlerimiz yetecekti azık olarak medeniyet ve kulluk yolculuğumuz da. Hakikat duvarına tosladığımızda böyle olmadığını anlayıncaya dek.
Hüznü zan etmedik lakin fırsat bulup ta sui-zandan uyarı çeken erbaba. Esvap yeterliydi hoş karşılamaya liyakatsiz, muhteris muhteremleri.
Edebiyat yapma dedik canı acıyanların veryansınlarına...
Felsefe yapıyorsun dedik misyon ve vizyon yapmaya çalışanlara...
İyi ilişkilerin ölçüsü çıkarlarımızdı. Alkışlar arasında yalanlara boğulduk. Tükürüğümüzle boğulacaklar kıs kıs gülüverdiler şaşkınlığımıza.
Köylüydük, ifade kavlinden tarımla toprakla uğraşanlardan olmayarak. Kirli yağlı kasketlerimiz yoktu belki başımızda ama kravatlı-beyaz yakalı kasvetli adamlar olabildik. Şen kahkahalarımız arasında saklamaya çalıştık eski İslamcı günlerimiz. Belki tanırlar baldırı çıplak günlerimizde deyu da arkamızı döndük eski mahallenin ahalisine. Kibirlendi dediler, ciddiye almadık; kıskanıyorlar dedik; hasetlerinden çatlasınlar diye de beddua ettik onlara.
Uzun mayolarımız kaldı bir aramızda fark olarak yeni mahallenin sekülerlerinden ayrıştığımız. Bir de ucubik örtülerimiz. Moda tanrısının müminlerinden olmak üzmüyordu bizi.
Artık rejimin yeni bekçileri bizdik.
Karşılığında çocuklarımızı ve gençlerimizi onlara rehin verdik.
Okullarında yalanladık kendimizi. İçimizin acı ve merhamet hissi normalleşiyor, yani nasırlaşıyordu.
Kimden kimle ilgili ne duysak şaşırmıyoruz artık. Hadi ya o da mı? diyemiyoruz. Şaşırma kabiliyetimizi de yitirdik.
Koltuklarda mabadlarıyla iz bırakanlarımız çoğaldı. Artık her yerde bizden birileri vardı, ama bize tahammülü olmayan.
Hava ılımandı, insanlar ılıman, din de!
Çok hoşgörülü olmuştuk kendimizden başka herkese.
Kültür emperyalizmi bütün askerleriyle herbir kalemizi işgal etmişti. Camilerde bile ayakkabılarımızı güven altına almak için kilitliyorduk. Dilimizde kilitlenmişti.
En büyük sanayimiz olmuştu; çelik kapı sanayii. Ağır sanayi hamlesinden değildi ama. Ağrına giden de pek azalmıştı bu durumun... Güvenlikli sitelerimizde yüzme havuzlu binalarda komşunun karısıyla hemhal olmakmıydı bu çağdaşlık denilen şey.
Ya da liselerimizin, üniversitelerimizin mezuniyet törenlerinde içilen içkiler, yenilen herzeler?
Şu sapıklar da olmasa her şey tıkırındaydı.
Dış güçlerdi sanırım bu sapıkları yetiştirip içimize sokanlar. Biz böyle birşey yapamazdık, şanlı ecdadın torunlarıydık çünkü.
Endülüs' ün, Kafkasya'nın, Osmanlı'nın yok oluş nedenleri de pis kafirlerdi.
Ülkede, ümmet coğrafyasında okuyan kalmamıştı, ne gam. Okunan kitaplarda gavur kafasının ürünleriydi de kimin umurundaydı ki?
İyi bir maaş-gelir, oğlana iş, kıza hayrlı bir kısmet, bir de emeklilik.
Hergün kıldığımız Cumalarımız vardı Kiramen Katibinin kaleme aldığı. Onun yazması yeterliydi. Okuma adına da, arkamızdan bir Fatiha okuyanımız varsa bizden iyisi olamazdı.
Hele 10 Kasım Mevlidleri de bir yaygınlaştı mı?
Ali Şeriati, Seyyid Kutup, Hasan El Benna!
Kendimiz fena halde güncelledik, amenna!
Allah'tan Reis var!
Allah ömrüne ömür katsın!
Hatta ölümsüz olsun!
Ya o giderse!
Sus dilini ısır!
Hem kaderde ne varsa o!
Biz tevekkül ehliyiz.
...
Tevekkül mü?
Al bu kelimeyi de sor bakalım evladına, torununa tosbana.
-Ay baba! Çok banalsin! Çağdışı, yobaz. Bunlar eskilerin hikayesi. Babişko sen onu geçte bana yeni bir ayfon alsana. Sea Pearl'e taşınakya. Filanca koleje yaptıralım kaydımı. Tatile yukarıya gönder beni. Hani siz büyüklerin gittiği beyaz Rusya'ya! Sen annemle aşağıya git, umreye. Babişko YSL, çanta istiyom. Adidas ayakkabı...bla, bla...
...
-Alo...Selamun Aleykum muhterem. Benim komisyonu naptın? Malum masraflar arttı. Yeni yengenin harcamaları çoğaldı. Hadi Allah'a emanet.
...
Filan...
...

Başınızı ağrıttım, affola!

FEHMİ DEMİRBAĞ

TAVUK KÜMESİ

Alibaba’nın Çiftliği’ni duymayanımız yoktur. Duymayan yoktur da, çiftlikle ilgili kaç kişinin yeterince bilgisi vardır, işte o muamma. Bilenler için tekrar olsun, hatırlatma olsun; bilmeyenler içinde bilgi olsun diye size Alibaba’nın çiftliğini anlatmak istiyorum.
Efendim anlatacağım hikayede zaman unsuru yok, mekan da…
Eskilerin hikaye anlatım tarzıyla gireyim konuya.
Evvel zaman içinde, kalbur saman.Develer tellal iken, pireler berber iken…
Yok bu tarz çok gelenekçi oldu. Biraz modernize edeyim.
Evvel time içinde, elek mazi olmazdan önce. Saman dahi üretilirken memleketimde… Köylüler boca olmamışken şehirlere. Develer PR uzmanıyken, pireler couffure shoplarında imaj yaparlarken…
Ben babamın sözünü ikilerken. Beşik meşik hak getire, bebeler bakıcılara teslim ola. Babamı “ben Mervelerde ders çalışıyorum” diye avuturken…
Dillerin yürekçe olduğu bir coğrafyada…Alibaba nam bir zat yaşarmış. Henüz dünyanın kıt kaynakları insanların sonsuz ihtiyaçlarına yettiği zamanlarda…Bu zat’ın babadan kalma bir çiftliği varmış. Üç kıtaya yerleşikmiş çiftlik. Verimli, bereketli, kanaatkar mış ahalisi çiftliğin. Ve dahi hayvanları da. Nebatat dahi bire on verirmiş mahsülünü. Henüz suni gübrede girmemiş, pullukta toprağına.
Burada koca çiftliğin bütün hikayesini anlatmaya kalkışsam sayfalar yetmez. Ne yani Adem’den bu yana olan geçmişini mi anlatayım ya da de ki 1071 le başlayan hikayesini mi?
Bir nevi özetlemeye gayret edeceğim, çiftliğin içinde yer alan tavuk kümesinden bahsederek.
Çiftliğin genişçe bir bölümü kümeslere ayrılmış. Tavukların ki ayrı, ördeklerin ki ayrı, kazların, hindilerin hep ayrıymış. Hatta diğer hayvanlarında ineklerin, koyunların, keçilerin hep ayrı ayrıymış barınakları. Bir domuz denilen hayvan yaşamazmış Alibaba’nın Çiftliği’nde. Onlarda başka başka komşu çiftliklerde yaşam sürerlermiş.
Derken sebebi bilinmez bir şekilde komşu domuz çiftliklerinden birinde bir yangın çıkmış. Allem kallem bütün ahali bir olup söndürmeye çalışmışlar domuz çiftliğindeki yangını. Derken arkasından bir büyük yangın daha. 1. Çiftlik yangını, 2. Çiftlik yangını derken bütün çiftliklerin rahatı, huzuru kaçıvermiş. Çiftlik sahipleri Yalta Mahallesinde toplanıp kararlar almışlar bütün çiftliklerin bundan sonra nasıl hareket edeceklerine dair. İş ilk etapta Alibaba’nın Çiftliğine sirayet etmiş. Domuz sürüleri için yeni alanlara ihtiyaç duyulmuş. Sınırları küçültülmüş Alibaba’nın.
Geliyoruz şimdi asıl hikayemize.
Alibaba’nın Çiftliği’ndeki Tavuk Kümesinden bahsedeceğim. Tavuk Kümesinde asırlardır bütün tavuklar huzur içinde yaşıyorlardı. Başlarındaki yaşlı horoz ve genç horozla tabiri caizse Tavuk Cumhuriyetinde işler tıkırındaydı. Çiftlik sahibinin verdiği yemle yetiniyor, gündelik ürettikleri yumurtalarla da çiftlik sahibini memnun ediyorlardı.
Yaşlı Horoz İbik kümeste adaletten taviz vermiyor, tavukların kendi aralarında gıdaklamalarına fırsat olmuyordu. Yem dağıtımında o kadar adildi ki  onun bu adaletinden ördekler, kazlar, hindiler arasında bile övgüyle bahsediyordu.
Genç Horoz Üürü İbik’in yönetiminden memnundu. Nasıl olsa sabrederse bir gün kümesin yönetimi kendine geçecekti. O da İbik gibi adil bir şekilde kümesi yönetecekti.
Sırası gelmişken hikayemizin bir başka kahramanından da bahsedeyim; Sarı Tilki’den. Çiftlikte herşeyin yolunda gittiği zamanlarda bile gözünü kümese dikmiş Tilki bir şekilde işin pundunda, fırsat kolluyordu. Zaman zaman kümesin dibine gelip önce Alibaba’nın otoritesini sarsmak için çabalar sarfediyordu.
-Siz çok safsınız tavuklar. Alibaba yemin kıymetlisini Kaz’lara ayırıyor. Size de artakalan yemlerden veriyor diyordu.
Diğer kümesleri de ziyaret etmeyi ihmal etmiyor her bir kümes sakinine başka başka fitneler saçıyordu.
-Hey ördekler. Tavukalr sizinle dalga geçiyorlar. Paytak yürümenizi ti’ye alıyorlar.
-Kabarama kabarama kel Fatma. Annen güzel sen çirkin, diyerek hindileri kızdırıyorlardı.
-Kaz kafalılar diyorlar ahmaklık yapanlara Alibaba ve çocukları. Hey kazlar sizi ciddiye almıyor insanlar, diyordu Kaz kümesinin ahalisine.
Derken o yangın olayları olmuştu.
Alibaba çiftliğinin küçülmesiyle yer kazanmak için bütün kümes hayvanlarını bir yapı içine sokmak zorunda kaldı. Kazlar, ördekler, hindiler artık tavuk kümesinde yaşayacaklardı. Hatta domuzlardan bir kısmı da ineklerin, koyunların, keçilerin aralarına serpiştirildiler. Alibaba’nın Çiftliği’nde huzur dolu günler geride kalmıştı.
Tavuk kümesinde önce bu olay şaşkınlıkla karşılandı. Ancak İbik’in bilge yaklaşımıyla çok kısa sürde uyum sorunu çözüldü.
-Onlar bizim kümes kardeşlerimiz. Biz Ensarız. Onlar muhacir. Kim yerinden yurdundan olmak ister ki? Yemimizi de paylaşacağız, folluğumuzu da. Bütün civcivler bizim evlatlarımız. Yiyeceğimiz bir avuç yem. Bunun için kavga etmeye gerek yok.
Şimdilik olaylar olgunlukla karşılanmış, birlik beraberlik kümes içinde tesis edilmişti. Tavuklar tünek için yerleri daraldığından bir-iki mırın kırın edip gıdaklasalar da huzur içinde yaşamanın yolunun kardeşçe paylaşmaktan geçtiğine kani olup sabretmek durumunda olduklarını kabullendiler.
İbik yine de herkes mutmain olsun diye kümesteki düzen için diğer kümes hayvanlarınında temsil hakları olduğunu söyledi. Kümese başkan seçimi için birlikte bir oylama yaptılar. İttifakla İbik başkan seçildi.
O yine adaletle çiftlik sahibinin verdiği yemleri eşit ve adil bir şekilde kümes sakinlerine dağıtmaya devam emmeye devam etti.
O gün menüde mısır dağıtılmışsa kazlara, ördekler, hindilere fazla fazla veriyor, buğday ya da arpa dağıtılmışsa tavuklar daha fazla nasipleniyorlardı. Hatta hayvanlar kendi yemleri üzerinden barter bile yapmaya başladılar. Sadece ördekler ve kazlar için su havuzları sorun teşkil ediyordu.
Herşey bir şekilde yoluna girmişti. Derken hikayemizin kötü karaktersizi Sarı Tilki yeniden gündem oluşturuncaya dek…
İbik bütün kümes halkını tembihlemişti. Hiçbir kümes sakini kümesin telleri arasından kafasını dışarı asla çıkarmayacaktı. Geçmiş zamanlarda birkaç tavuğun kafası tilkinin midesini böyle boylamıştı.
Tilki de asırlık mücadelesine yeni bir rota çizmeye karar kıldı. Önce kümes hayvanları arasında huzursuzluğa sebep olacak fitneleri besleyecekti. Artık gözünü bütün kümese dikmişti. Öyle bir-iki tavukla yetinecek değildi. Plan büyüktü.
Önce kümesten kendisine destek bulmalıydı. Gözüne genç horoz Üürü’yü kestirdi. Onun üzerinden İbik’in otoritesini sarsmalıydı. Kümesin etrafında pusuya yatıyor, kümeste olan biteni dakika dakika kaydetmeye başladı. Çiftlik sahibi hangi saatlerde kümesi yemliyor, İbik ne kadar yem taksimatı yapıyor, günlük yumurta ne kadar sağlanıyor, civcivlerin nüfusu ne kadar? O kadar ayrıntılı bilgi toplamıştı ki artık harekete zamanı gelmişti Sarı Tilki’nin.
Sabah Namazı vaktiydi. Kafesin bir köşesinde İbik Ezan niyetine yüksekçe bir köşeye çıkmış kümes halkını rızıklarını almak için uyandırmaya çalışıyordu. Çiftlik yangınlarından sonra ahaliye bir hal olmuş uyku düzenekleri karmakarışık olmuştu. Hatta kümese getirilen bir veteriner yangının çiftlik hayvanları arasında travmaya sebep olduğunu söylemişti.
-Pistt, diyerek Üürü’nün dikkatini çekti Sarı tilki, bir eliyle uzattığı darıyla birlikte. Korkma ben senin dostunum. Al sana hediye olarak bir avuç darı. Bu mülteciler geldikten sonra yemleriniz azaldı. Sen gençsin. Çok yemen güçlenmen lazım. Yaşlı horoz ne anlar gencin halinden? Yarın yine geleceğim, yine hediyeyele geleceği.
Üürü daha önceki bildikleri karşılığında şüpheyle yaklaştı Sarı Tilki’nin söylemine de hediyesine de. Sarı Tilki hediyeyi kafesin dibine bırakıverdi ve çabucak uzaklaştı oradan.
Üürü tenezzül etmedi Sarı Tilki’nin hediyesine, oralı da olmadı.
Ertesi gün yine aynı saatte geldi Sarı Tilki kümesin dibine. Kümesin dibindeki Meşe ağacının gövdesini kendisine siper yapmıştı.
-Hey genç adam. Hediyemi beğenmedin mi yoksa? Olsun ben yine de hayvanlığımı yapacağım. Hayvanlık bende kalsın. Hediyen olan bir avuç yemi yine hemen kafesin önüne bırakıyorum. İstediğin zaman alabilirsin.
Günler günleri kovaladı. Tilki sabırla her sabah hediyesiyle kümesin önünde bitiverdi. Hatta Üürü ile bir-iki de kelam etmeye başladılar.
-Nasılsın genç adam.
-Sağol, sen nasılsın?
Tilkinin umudu yeşermişti bu diyalogla. Artık bundan sonrası çorap söküğü gibi gelecekti nasıl olsa.
Birkaç gün Alibaba hastalanmıştı ve kümese gelememişti, yemleri dağıtamamıştı. Kümes hayvanları arasında bu huzursuzluğa sebep oldu. Hayvanlar birkaç günde olsa açlık karşısında zorlanmışlardı. Hatta İbik istifa sesleri bile duyulur oldu.
Zamanı gelmişti.
-Selam genç adam. Bırak inadı da sana verdiğim hediyeleri halkın arasında dağıt. Gördün kü ben senin dostunum. Neden, sana zarar verecek olsam şunca hediyeyi vereyim ki?
Tilki kümesten uzaklaşır uzaklaşmaz Üürü özellikle civcivlerin açlıktan şikayetlenmeleri yüzünden mecburen kümesin önünde birikmiş yemleri dağıtmaya karar verdi. Kümesin yaşlıları bir anda ortaya çıkan bu yemden huylandılar.
-Kimse kimseye sebepsiz yere bir şey vermez. Allah rızasını gözeterek verdi diyorsan verenin önce Allah’ını bulması lazım. Hele ki Sarı Tilki’den geliyorsa bu ikram daha çok şüphelenmeliyiz.
Kümes ahalisi adeta ikiye bölünmüştü. Bir kısmı önemli olan yem diyordu ve kendilerini yenilikçiler diye adlandırdılar. Diğerleri domuzdan post tilkiden dost olamaz diyerek gelenekçiler safında yer aldılar. Nihayet açlık duygusu baskın geldi, kümesin dört bir yanına nöbetçiler koyarak başlarını tel örgüden dışarı çıkararak yemleri gagaladılar. Şükür kü kazasız belasız gün bitmiş kursaklar bayram etmişti.
Alibaba iyileşip normal yem dağıtımları başlamasına rağmen özellikler gençler fazla yem göz çıkartmaz diyerek Sarı Tilki’nin getirdiği hediyeyi dört gözle bekler hale geldiler.
Artık İbik’in otoritesi sarsılmıştı. Bütün uyarıların hükmü kalmamıştı. Her sabah Tilkinin hediyesi olan yemler gençler arasında paylaşılır hale gelmişti. Fazla olan yemlerin etkisiyle genç piliçler iyice semirmişlerdi. Hatta aralarında obez olanlarına bile rastlanlıyordu.
Tilki ile gençlerin samimiyeti artmıştı. Müthiş bir güven ve dostluk başlamıştı. Tilki durumdan istifade edip bütün kümesin etrafına yem yığmaya başlamıtı. Görülmüştü ki tilki düşman değildi. Hem kafalar dışarda olmasına rağmen tilki hiçbirine saldırmamıştı. Ezeli düşmanlık ebedi dostluğa dönüşüyordu. Bu durumu eleştirenler ise ancak yobazlardı.
Kümesin kapısının etrafı da yemlenmeye başlanmıştı. Tavuğun tavuktan başka dostu yoktur diyenler, en iyi ördek ölü ördektir diyenler, kazlara yönelik temel fıkrası anlatanlar, glu glucular artık bolluk ve refah dolu günlerin etkisindeydiler.
Civcivler tilkilerin masallarını dinlemeye başladılar. Tilki oyunları oynanır oldu aralarında. Artık kümes eğitiminde Tilkilerin faziletlerinden bahsedilir oldu. Hatta kendilerini Tilki zanneden hayvanlar bile oldu, kümeste. Tilkilerle evlenelim diyenlerde. Belki yemi artmıştı kümesin ama ne otorite kalmıştı ne huzur; başıbozukluk alabildiğince arıp sarmalamıştı kümesi. Hatta bir kısım hayvanlar kümesin yalnızca kendilerine ait olduğunu, bir kısmı kümesin pay edilmesi gerektiğini bile savunmaya başladılar. Birbirlerini gagalayan gagalayana.
Sarı Tilki yavaş yavaş yem dağıtımını kümesin dışına kadar genişletmişti. Hatta kendi inine kadar uzanıyordu yemin dağıtım mıntıkası.
Bir gün tombullaşmış, semirmiş gençler yemin izini takip ederek Tilkinin inine kadar geldiler. İhtiyarların uyarısı kar etmiyordu.
Kümesin nerdeyse yarı nüfusu yem uğruna girivermişlerdi Tilki’nin inine. Sonra inin kapısı hızlıca üstlerine kapanıverdi.
Kümese kadar çığlıkları geliyordu.
-Gıdak gıdak!
-Glu gluuu!
-Vak vak!
-Gak gak!
Alibaba’nın ise olandan bitenden haberi yoktu. O azan romatizmasının derdine düşmüştü. Keşke bir müşteri bulsa da çiftliği elinden çıkarsaydı. Anadolu’da bir sahil kasabasında geçireceği ememklilik günlerinin hayalindeydi.

FEHMİ DEMİRBAĞ

   


   


12 Temmuz 2018 Perşembe

BUGÜN 15 TEMMUZ
Arkadaşlar, dostlar, kardeşler...Aziz Müslümanlar!
Bugün 15 Temmuz!
Bugünü sakın unutmayın!
Bugün tarihin kaydettiği önemli günlerden biri. Tarih yaşıyoruz, tarih yazıyoruz...
Bugün içimizdeki hainlerin dışarıdan aldıkları destekle istikbalimize, istiklalimize, namuzumuza, onurumuza kastettikleri gündür.
Biz Türk milleti olarak bu tür olaylarla çok karşılaştık. Hepsininde üstesinden geldik evvel Allah! Bugünü de atlatacağız. Çocuklarımıza anlatacağımız çok şeyimiz olacak.
Doğrudur, uzunca zamandır süründüğümüz, sömürüldüğümüz...Doğrudur cahil bırakılmışlığımız...Doğrudur imanımızla, aklımızla, ahlakımızla oynanmışlığımız...
Bugün farklı lakin...
Bugün kıyam günümüz, diriliş günümüz!
Makus talihimize set çekeceğimiz gün bugün!
Bugün 15 Temmuz!...
Tek bayrağımız var bizim...Tek milletiz...Tek milletiz...Tektir bizim vatanımız...
Tek-bir Allah'ın kullarıyız! Tek bir kitabın inananlarıyız! Tek Ümmetiz...Biz kardeşiz, onlar sa kalleş!
İşte bugün onlar bir-leştiler!
Bizim de bir olma, diri olma zamanımız geldi!
Toptan Allah'ın ipine sarılacağız...Dağılmayacağız, parçalanmayacağız...
Onlarsa başaramayacaklar, kaybedenlerden olacaklar.
Hak batıl mücadelesinin zirve zamanındayız...
Sabredeceğiz...Direneceğiz!
Allah sabredenlerle beraberdir.
İnanıyorsak zaten üstün olan da, üstün gelecek olan da bizleriz.
Kardeşlerim...
Bizi bizle vuruyorlar, vuracaklar...
Akıllarını, imanlarını, ahlaklarını çaldıkları çocuklarımızla vuruyorlar!
Bugün aklımızı başımıza almanın günü...
Bugün uyanışın, direnişin ve zaferin günü...
Bugün bayram günümüz...
Bugünü unutmayın, siz bugün burada destan yazdınız. Bu destanı yedi düvele okutun...
Müslüman Türk'ün yıkılmadığını bilsinler!
Direnişin, dirilişin destanını tarih boyunca yazan aziz milletim...Ne kadar aziz olduğunu bir kez daha ispatladın!
Şimdi ayağa kalkma zamanı!
Kalk! Doğrul!
Senin merhamet nazarını, adalet anlayışını bekleyen yeryüzünün mazlumları adına haykır.
Haykır dünya zalimlerinin yüzüne: "One Minute", "Dünya 5'ten Büyüktür!"
Boynunun yüküdür Hakkın yanında olman!
Sen Eşref-i Mahlukatın zirve ismisin.
Sen Hakkın, hakikatin gölgesisin!
Kardeşlerim...
Bugün 15 Temmuz!
Bugün bir kez daha ilay-ı Kelimetullah'ı haykırmamız gereken gün!
Allahuekber! Allahuekber!
Fehmi Demirbağ

10 Temmuz 2018 Salı


UZAYDA HAYAT VAR!

Bir zamanlar ailemle birlikte, mutlu bir şekilde Dinogen Gezegeni’nde yaşıyorduk. Size kendimden, yaşadıklarımdan ve ama illa ki bugünkü mutsuzluğumdan bahsetmek istiyorum. Merakla ve sabırla anlatacaklarımı dinlemenizi rica ediyorum.  
İsmim FD6034. Sizin zaman diliminize göre 30 yaşındayım. Bizim Gezegenin zaman dilimine göre ise 15.  Ama önce size bir zamanlar yaşadığım gezegenimiz Dinogen’den bahsetmeliyim.
Essabr Galaksisinde küçük bir gezegendi Dinogen. Kendi güneş sistemimizde irili ufaklı tam 53 gezegen ve o gezegenlerinde uyduları vardı. Dinogen’in sizin Ay’ ınıza benzer  7 uydusu vardı.  Dinogen’in yüzölçümü 780 bin km2 ydi. Gezegenimiz düzdü.
Burada biz, siz insanlara benzeyen Nasni isimli varlıklar ve dinozorlar mutlu mesut yaşıyorduk. Gezegenimizin yönetimi Dinozorlardaydı. Onlar havadan beslenmekteydiler. Bizler ise beslenmemizi dinozorların geri verdikleri soluklardan yapıyorduk. Görüntümüz tamamen siz insanlara benziyordu. Dinogen’ e uzaydaki başka galaksi ve gezegenlerden de zaman zaman yabancılar geliyordu. Bütün kainattaki diğer varlıklar bir şekilde birbirleriyle ilişkilerini sürdürüyor ama asla Dünya ile irtibata geçilmiyordu.
Kainat Kolordu Komutanlığı Dünya ismindeki gezegeni yakından takip ediyor ancak içinde yaşayan mahluklardan biri olan İnsan’dan oldukça çekiniyorlardı. Okullarda okuduğumuz kadarıyla İnsan denilen varlığın iyi diye tarif edilen türünden çok az bulunuyordu. Kötü türleri ise tek başına dahi olsa koca kainatı yok edecek kadar saldırgan ve acımasızdı.
Bundan yıllar önceydi. Lüzumsuzluk ölçüsünde meraklı olan bir bilim adamımız ışınlama makinasını kullanarak ve Kainat Koruma Yasasına bile muhalif davranarak dünyadan bir çift insanı laboratuarına getirir. Uzunca süren çalışmalar yapar üzerlerinde. Dişisi kapris hastalığından ölüverir deneyler aşamasında. Erkeği ile de bir dişi Nisna’yı çiftleştirir. Müthiş bir üreme ile kısa sürede bu yeni tür yavaş yavaş gezegene hakim olmaya başladılar. İlk etapta Dinogen halkı olarak bu yeni türe karşı olumsuzluk içerisindeydik. Dinozorlar Kainat Meclisinin önerisiyle referandum yapılmasını istediler. Nihayet Dinogen kimliği verilmiş oldu.
Bu yeni türün beslenme alışkanlığı bir süre sonra değişim gösterdi. Dinozorları avlamaya ve onları yemeye başladılar. Mevcut yönetimi ihtilal yaparak devirdiler, Dinogen’i ele geçirdiler. İçlerinden birisini kral olarak seçtiler. Zalim King artık Dinogen’in yeni yöneticisi olmuştu. Kendisine yardımcı olarakta oğullarını atadı. Junior Kibir, Junior Riya ve Junior Cühela ile yönetilen  Dinogen’de artık mutsuzluk ve huzursuzluk dolu günler başlamıştı.
Kendileri çoğaldıkça Dinozorların sayısında önemli oranda azalmalar başladı. Dinozorların soluğundan beslenen biz Nasniler içinde hayati tehlike başgöstermeye başladı.
Dinogen’de işler ters gitmeye başlamıştı. Kainat Meclisi bile çare üretemiyordu. Sorunumuzla koca kainatta başbaşa kalmıştık.
Zalim King ve çocukları kısa sürede koca gezegeni perişan ettiler. Hoş kendileri de aynı akibeti yaşadılar. Nihayetinde Dinozorlar yok olma aşamasına geldiler. Onlarla birlikte Nasnilerde yok olma noktasına geldiler. Dinozorların sonu bir süre sonra insanlar arasında açlık tehlikesini başlarına sardı.
Duruma kayıtsız kalamayan Kainat Meclisi Dinogen’den yalnızca beni ve az sayıda kişiyi koruma altına aldı. Diğer Nasni’leri Merkeze götürdüler. Beni de kısa bir eğitimden sonra bu felakete sebep olan insan denilen yaratığın yaşadığı dünyaya gönderdiler.
Aracım dünyanın atmosferine girince Konya Uzay Üssü (KOZA) denilen bir yerden kendimi tanımlamam ve güvenlikli olarak temas kurmam için araçlarıyla bana refakat ettiler.
Koza enterasan bir yerdi. Enteresan bir hikayeyle karşılaştım. Meğer bizim gezegeni mahfeden insan türü kendi gezegenlerini de yok olma noktasına getirmişler.
İnsan denilen varlığın kötü türleri tamamen gezegenin kontrolünü ele geçirmişler. Tıpkı Dinogen’i yok eden Zalim King gibiymiş davranışları. Zalimin oğulları Kibir, Riya ve Cühela gibi.
Zalim zaten orantısız güç kullanan birisiydi. Diğer varlıklara karşı acımasızdı. Yalnızca kendisini düşünür adaletten nefret ederdi. Güvenilmezdi.
Kibir de yalnızca kendisini beğenen biriydi. Sanki bütün kainatı kendisinin sanırdı. Bencildi. Kimse umurunda değildi.
Riya gösteriş meraklısıydı. İkiyüzlüydü. Samimiyetsizdi.
Cühela ise hadsizdi. Hiçbirşey bilmediği halde herşeyi ben bilirim havasındaydı.
İşin özü şu ki bizim Dinogen’i yok eden yöneticilerin özellikleri burada da kötü insanların ortak özellikleriydi.
Dünya’da bir yokoluşla karşı karşıyaydı. Bütün bunları bana KOZA’nın başkanı Abdullah söyledi. Dünya gezegeninde kala kala toplam 100 bin insan kalmış. Onların en büyüğü 15 yaşındaki işte bu Abdullah’tı.
Kötüler onca uyarıyı ciddiye almamışlar. Gün geçmemişki dünyada zarar vermedikleri bir mahluk kalmamış. Önce ormanları yok etmişler. Madenleri…Okyanusları zehirlemişler. Birer ikişer dünya üzerindeki bitki ve hayvanların soyları azalmış. Dünyanın iklim dengesi bozulmuş. Bununla da kalmamışlar, kaynaklar azalıyor diye  insan nüfusunu da azaltmak için müthiş bir gayretin içine girmişler. En acımasız silahlarla birbirlerini yok etmişler. Nükleer, biyolojik, kimyasal silahlar kullanmışlar.  Kendi gıdalarını bozmuşlar. Hastalıklar artmış.
İnanılır gibi değildi Abdullah’ın anlattıkları. Son kalan insanlar, daha doğrusu çocuklar Koza’nın etrafında toplanmışlar, çaresizlik içinde adeta sonlarını beklemekteydiler.
Dünyanın bu son durumunu bende Kainat Meclisine rapor ettim. Kısa sürede cevap geldi. Bir heyet göndereceklerini söylediler. Durumu bende Abdullah’la paylaştım.
Dünyayı bu hale getiren büyüklerden bir kez daha dertlendi. Tek dünya devleti, tek dünya dili, tek dünya dini, tek dünya cinsiyeti gibi sapkınlıklarla dünyanın bu duruma getirildiğini yineledi.
Bir süre sonra dünyalıların UFO adını verdikleri uzay gemileri iniş yaptılar KOZA’nın limanına. Abdullah kendi heyetiyle istişaresini yaptı, Kainat Meclisinin tavsiyesi hükmündeki kararı nasıl karşılayacakları hususunda. Kainat meclisinin teklifi çocukların bir süreliğine uzayda sakin bir gezegende 50 yıl geçirmeleri gerektiği üzerineydi. Çünkü gemilerle gelen bilim adamlarının yaptıkları tetkikler neticesinde eğer dünya insansız kendi başına bırakılırsa belki 50 yıl içinde kendisini toparlardı.
Kısa süre içerisinde hazırlıklar yapıldı. Bütün çocuklar gemilere bindirilerek uzayın boşluğunda yol almaya başladılar.
Geriye Abdullah ile ben kalmıştım. Son gemiye binecektik biz de. O çalışma odasına gidip hazırlıklarını son kez gözden geçirdi. Gemiye binerken koltuğunun altına sıkıştırdığı kitap dikkatimi çekti. Bu ne diye sordum. Gülümseyerek cevap verdi.
“İnancımızın kaynağı Kuran’ı Kerim. Biz bu kitaba uygun yaşamadığımız için gezegenimiz bu hale geldi. Onu diğer çocuklara öğreteceğim, önümüzdeki 50 yıl içinde. Dünyaya geri döndüğümüzde bu kitaba göre yaşayacağız. Bir daha bu kıyameti yaşamasın diye, dünya!” 

FEHMİ DEMİRBAĞ