29 Eylül 2014 Pazartesi


İSLAM DÜNYASININ İLK VE TEK BAĞLANTISIZ KADIN HAREKETİ OLAN "HAVVA'NIN KIZLARI" TOPLUMUN KANAYAN YARASI UYUŞTURUCU VE KÖTÜ ALIŞKANLIKLARLA MÜCADELE KONUSUNDA ÇALIŞMALARINI KARARLILIKLA SÜRDÜRMEKTEDİR.

uyuşturucu ve kötü alışkanlıklarla mücadele

UYUM olsun adı,
uyuşturucu ile,
ve kötü alışkanlıklarla mücadele merkezi...
...
iyiliğe davet ve
kötülüklerle mücadele, eşdeğer olmalı.
...
psikolog, sosyolog,
eğitimci, avukat, hekim olmalı,
bir de diyanetten,
ve emniyetten birer kişi...
heyet değerlendirmeli,
merkeze gelen uyumsuz genci...
...
terapi okuluna gönderilmeli,
komisyon raporuyla ilgili kişi...
...
üç katlı bir yer olmalı,
terapi okulu.
...
en üst kat, yatılı bir yurt olmalı,
orta katta okul,
sanat dahil,
çocuk rehabilite edilmeli...
en alt katta meslek edinme,
belki bir atölye...
...
uyuşturucu ile,
olacaksa mücadele,
ancak böyle olur,
biline!
...
her belediye,
her ilçede,
destek vermeli,
uyum; mücadelede,
en etkin,
mücadele yöntemi!

fehmi demirbağ


23 Eylül 2014 Salı



GELECEĞE MEKTUP


Seni Allah'ın selamıyla selamlıyorum torunum,
Sen bu satırları yaklaşık 21900 gün sonrası okuduğunda...

23 eylül 2014 tarihinde yazıyorum bu satırları sana, 2071 yılında okuman için. Henüz doğmuş değilsin. Kim bilir, nasıl bir yakın gelecekte hangi şartlar altında gözlerini açacaksın dünyaya? Sen doğduğunda ben hayatta olacak mıyım kim bilir?

Fakirlik ve cehaletin egemen olduğu günlerden uzanıyorum sana.

Savaşların, sürgünlerin, ahlaki çöküntünün hakim olduğu bir dünya gündeminin arasına sıkışarak sesleniyorum.
Doğanın fauna ve florasının...habitatının talan edildiği günlerde...

Yaklaşık 1000 yıl önce İlay-ı Kelimetullah sancağını dönemin süper gücü Bizansa karşı bu topraklara diken sultan Alparslan hazretlerinin bir torunu olarak kaleme alıyorum satırlarımı.
Şu an için bu topraklarda yaşayan nüfusun yaklaşık 50 milyonunun tarih olacağı günlere yazıyorum.

Dünyayı nasıl bir gelecek bekliyor bilemiyorum. Hangi sancak, hangi bayrak altında yaşayacağız onu da bilemiyorum. Duam Allah'ın rızasını arzulayan insanların hakim olduğu bir dünya.

Şimdilerde ülkemizdeki iki gücün çatışmasını yaşıyoruz. İki muhafazakar görüş kıyasıya bir çatışmanın içerisindeler. Akparti ve cemaat. Sizin zamanınızda bu iki yapıdan da eser kalır mı bilemem. Muhtemel ki iki yapının da liderlerinin toprakları üzerinde çok otlar bitecek...Çok kar yağacak üzerlerine.

Cemaatin paralel yapılanması adı verilen meçhul uzantıları çözülür mü bilemem. Ya da Akparti içerisindeki başka bir paralel yapılanma olan kalkınmacıların seyri Müslüman toplumun kaderinde nasıl bir seyir takip edecek; bütün bunlar tarihin uzantısı olarak size aksedecek mi bilemem.

Günümüz gençliğinin durumu içler acısı. Ensest sapıklık, çocuk pornosu, uyuşturucu başta olmak üzere bilumum günahın her türlüsü toplumsal dokumuzu perişan etmekte.
Yöneticilerimiz ise ülke nüfusunu şehirlere yığmaktalar. Beton kafalı, naylon yürekli adamlar sizlerin geleceklerini çalmaktalar.

İlim, kültür, sanat, edebiyat ve ahlak üzerine kafa yoran Allahın kulu yok denecek kadar az. Din görevlileri bile suskunlar bu durum karşısında.

Üniversitelerimizin durumu içler acısı. Bir de paralıları çıktı ki ortaya; yalan rüzgarı tenimizi savurmakta.

Sağlık sektörü denilen tıp terörüne karşı teyakkuzda olun!

Aile dokumuz perişan...
Tarım ve hayvancılık politıkamız, enerji politikamız, sanayileşmemiz, endüstriyel alt yapımız, bilgi ve bilişim donanımımız yok, yok, yok!

Karamsar olmanız adına yazmıyorum bütün bunları.

Bu gerçeklerle yüzleşmeye hazır olun ve siz siz olun lüzumsuz mevzularla gün tüketmeyin.

Unutmayın, sizler de torunları olacak gelecek nesilsiniz!

Biz dedelerinizi örnek almayın; ibret alın!

Devletinizin düşmanı olmayın. Ama mevcut sistemi de Allah'ın rızasına uygun olması için çatır çatır eleştirin. Yıkıcı değil yapıcı eylemler üretin.

Ahlak tek refleksiniz olsun!

Biz 2071 yolunda çocuk ve gençlik politikaları da oluşturamadık. Çocuklarımızı batının gümrüksüz ithal kavramlarıyla büyütüyoruz.

Siz, çizgi filmler yapın, kendi değerlerimizi rol model bazında informal olarak gelecek nesle aktarmak için.

Mutlaka da Kitabımız Kuranla ilişki kurun. Onu okuyun ve anlamaya çalışın.

Kişileri ve olayları konuşmayın. Nedenlere odaklanın.

Sorgulayın!

Aklınızı kiraya vermeyin. Tek liderin etrafında bütünleşin; Allah' ın Resulunun!

Irkçılıktan uzak durun! Unutmayın, Müminler kardeştir. Yine unutmayın ki küfür tek millettir. ve yine unutmayın ki; sü (asker) uyur, düşman uyumaz!

Eğer o günlere kaldı ise; Amerika, İsrail, İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya ve Çin'den gelebilecek her türlü fikri uzantıya karşı şüpheyle yaklaşın.

Tabiata karşı saygılı olun. Umarım sizin zamanınıza kadar soyu tükenen tek mahluk "medya maymunları" olur.

Ağaç dikin!

Okuyun ve yazın; medeniyetler kağıt, kalem ekseninde döner.

Rabbinize hesap vereceğinizi asla aklınızdan çıkartmayın!

3071' e, torunlarınıza yazacak bir şeyleriniz olsun!

(2071'de büyük ihtimalle 40 milyon olacak İstanbul. İnsanlar araçların üzerine basarak mesafelerini katedecekler,  ayrıca yaya trafiği oluşturacaklar. Türk otomobilini belki yapmış olacağız ama petrolle çalışan araçlar petrolün tükenmesinden dolayı piyasadan kalkacağı için yaptığımız araçları at, eşek ve katırlara çektireceğiz. Eşek en kıymetlisi olacak. Bu kezde bu hayvanların atıkları belediyelerin en önemli sorunlarını teşkil edecekler. Gavur ise başka teknolojilere adım atarken yine en bilmişlerimiz Türkiye'nin "bor" cenneti olduğunu söylemeye devam edecekler. Kanal İstanbul kenarındaki bütün yapılaşmalarda yine kütüphane kavramı asla gündemde olmayan konuların başında yer alacak. İstanbul geçirdiği büyük deprem sonrası sorumluların geçmiş hükümetler olduğu gerçeğiyle yine yüzleşecek. Acun Ilıcalı almış olduğu 5 ayrı tv kanalında yine yarışmalar yapacak, yeteneklisini arayacak Türkiye' nin. Köpek, kedi, fare, papağan gibi hayvanların hünerlileri her yarışmanın ayrı birincileri olacak. Kulak memesine sütyen yapan bir tasarımcımız Avrupa'ya Türk tekstilini tanıtmanın övüncünü bütün basınla paylaşacak. Trabzonspor gaspedilen şampiyonluk hakkı için "uzay mahkemesine" başvuracak. Karadayı ile Hakim Feride Şadoğlu o zamanda bir araya gelemeyecekler. (-Hadi ufkunuzu geniş tutun! Sizce daha başka neler olacaktır?-)

Bana da Fatihalarınızı göndermeyi unutmayın!

Sizleri nefesimizin sahibi olan Rabbime emanet ederken, tek duam; üzerinizden albayrağımızın gölgesi eksik olmasın!

Dedeniz
Fehmi Demirbağ

8 Eylül 2014 Pazartesi



NEDEN HEROTÜRK?

Projenizin Türk Edebiyatının Gelişimine Yönelik Sağlayacağı Katkılar Nelerdir :*
Öncelikli olarak "Çocuk ve Gençlik" edebiyatımıza batılı bir anlayış ile komple edebiyat ve sanat eserleri ortaya koymak maksadındayız. Artık çocuk ve gençlerimizi salt batının sanal kültür kahramanları ile yetiştirmeyelim. Kendi çocuklarımızı kendi kültürel kodlarımızla yüklemleyelim. En büyük katkı sanırım bu doğrultumuz hususunda olacaktır. Aynen Hacı Bayram-ı Veli'nin dediği gibi; "Çocuklarını kendi değerleri ile yetiştirmeyip onlara kıyan toplumlar, kendi çocuklarını kendileri gibi yetiştiren toplumların kölesi olurlar!"


Projenin Amacı :*
Tarihten aldığı referansla büyük ve merhametli bir medeniyetin müdavimi olan toplumumuza, hedeflerini ve varlık alemindeki gerekçesini hatırlatmak ve unutturmamak için; hassatende millet olmanın yolunun "kendi çocuk ve gençliğine" sahip çıkmaktan ibaret olduğunu edebi bir dil ile aktarımından üzerimize düşen sorumluluk ve misyon ile bir duruş sergilemektir.


Projenin Hedefi :*
Çocuk ve gençlik edebiyatındaki mahzun duruşumuza karşı oluşturulan bir maceralar dizisi oluşturmaktır. Özellikle üstbaşlığı "Herotürk" olan, rol model eğilimli bu çalışma ile ülkemiz adına dünya sanal kahramanlarının arasına bizden de bir "kahraman" çıkartmak hedeflidir.


Konu Tanımı :*
Kahramanımız Ertuğrul'un (HEROTÜRK) arkadaşları olan İtalyan Esta, Çinli Chen, Nijeryalı İbosanjo, İngiliz Widmark ve Yunanlı Niko ile yaşadıkları maceralar örgüsü ile hem fantestik noktada tarihin dehlizlerine girmekteler hem de günümüzün gündem konulu hikayelerine temas etmektedirler. "Kahramanlar, Yeniden Osmanlı" isimli maceramız da bu kalıpla oluşturulmuş, serinin 5. romanıdır.

Projenin Çalışma Yöntemi :*
Çocuklarımız ve gençlerimiz için bir rol model kimliği ile yazdığımız "Herotürk" maceraları önce temel hikayelerini roman ile kurgulamakta, aynı zamanda aynı hikayenin de çizgi romanı üretilmektedir. Konu ayrıca tiyatro oyunları ile zenginleştirilmektedir. Ayrıca hedefte Çizgi Film üretimi de amaçlanmaktadır. Batılı tarzdaki sunum ve çalışma yöntemleri ilkerimizi oluşturmaktadır.


Projenin Neden Desteklenmesi Gerektiği :*
 İlim, kültür, sanat, edebiyat ve ahlak ile kuşatamadığımız milli kimliğimiz kısa sürede toplumumuz üzerinde hevesleri olan emperyal iştahların mezesi olacaktır. Formal eğitim kadar, informal organizasyonunda artık "evlat ve nesil" yetiştirmede önem arzettiğini algılamamız gerekmektedir. İş bu nedenle bütün bu hedefler noktasında yapmış olduğumuz çalışmalarda devletimizin ve kurumlarının da bu uğurdaki mücadelemizde yalnız olmadığımızı göstermesi açısından hertürlü maddi ve manevi desteği hakettiğimizi düşünüyoruz.



"KASIMPAŞALI" ROMAN OLDU!

"Batının dayattığı; zengin kültürümüz ve asil davranış biçimimizde örtüşmeyen herşeye, esaslı bir karşı duruş.
Farkını ilk satırlarda ortaya koyan, yeni ufuklar açan, hayal dünyamızı zenginleştiren ve bizi derin düşüncelere başbaşa bırakan edebi bir anlatım.
Hayatımızın her anına dokunan bu eser; çocukluğumuzda fakir köy soframızdaki ekmeğin lezzeti ile sakin gecelerdeki uykunun dinlendiriciliğini öyle güzel anlatıyor ki.
Gençlikteki fikir çatışmalarını, gurbetin ve yakınlarını kaybetmenin kederi ile candan dostluğun tadını yaşıyorsunuz romanın kahramanları ile beraber.
Olgunlukta, hayatı ıskalamanın ıztırabı ve müslümanın derdini dert edinmenin ezici fikir yorgunluğu.

Sarsıcı.
 Çünkü, bizden öncekilerin çektiklerini çekmeden cennet hayali kurmanın beyhude olduğunu söylüyor.

Tembellik ve çalışkanlık,
Cehalet ve ilim,
Günah ve sevap,
Boyun eğmek ve başkaldırmak,
Korkaklık ve kahramanlık.
Vurucu tasvirler ile okuyucuyu ayağa kaldırıyor, içimizdeki kahramanı harekete geçiriyor.

Hayal ile gerçek birbirine ancak bu kadar yaklaştırılabilir."

Tarkan Karahasanoğlu-GOP Belediyesi Kültür Müdürü böyle yorumluyor yazar Fehmi Demirbağ'ın Kasımpaşalı isimli romanını.

ROMANIN KONUSU

Murat ve Bay X isimli 60 yaşını aşkın iki arkadaşın öyküsüdür aslında romanın konusu. Bütün hayatları dramatik öğelerle bezenmiş Anadolu insanının öyküsü...
Murat yazan, çizen sanatla bütün hayatını yoğurmuş eşini ve çocuğunu Marmara depreminde kaybettikten sonra da hayattaki tek varlığı dostu Bay X'le geçirir ömrünün son günlerini.
"İslamcı" diye nitelendiren bir duruşu vardır hayata karşı, Murat'ın. Yaşadığı bütün sıkıntıların tek sebebinin Anadolu insanına batı tarafından biçilen bir programlamadan kaynaklandığı inancındadır.
Murat; Anadolu insanı, "nereden bozuldu ise oradan düzelir teziyle" Müslümanların kendi kültür ve sanatını çağdaş metodlarla üretmesi gerektiğini savunur.
Bu uğurda eserler üretmeye çalışır. Ancak tek kişilik bir mücadelenin içinde bulur kendisini.
Hedefinde tek bir gaye vardır. Bir "sinema filmi" çekebilse belki düşüncelerini toplumla paylaşabilme imkanına da kavuşacaktır. Tanınmamış olduğu için sözlerinin itibar görmediği düşüncesindedir.
Ancak bütün bunlarla mücadele ederken bir de mücadele etmesi gereken bir başka rakip belirir hayatında; kanser.
Bay X girer devreye, dostunun bu tek kişilik mücadelesine destek olmak için. Son vasiyeti olarak algılar dostunun bu mücadelesini. Onun bir sinema filmi çekmesi için yaptığı mücadeleye omuz verir.
İmkanları ölçütünde düşük bütçeli, ama ses getirecek bir hikayenin peşine düşerler. Bu hikaye neden Türkiye'nin son 15 yılına damgasını vurmuş aymı zamanda bir mücadele adamı olan sayın Cumhurbaşkanımızın hikayesinin peşine düşerler. "Kasımpaşalı" neden filmimize konu olmasın, diye düşünürler.
Macera başlamıştır.

7 Eylül 2014 Pazar


gardaş
beyin tası baş,
düşünsün hele,
gurur, kibir ve haset,
şeytanın üç yüzü,
ahlak ve akıl ise,
ademin iç yüzü,
kabında tarihin,
kaynayan aş,
biraz düşün gardaş!
...
ey çatık kaş;
varlığın ruhundan üflenen,
üfleme;
ne anana, babana,
ne de alnında yazılana!
değil mi gardaş?
...
yaş,
eğer ki merhamet,
adalet,
faziletten yoksun isek,
affedici değilseniz,
ve peşinde değilseniz,
ilmin,
işimiz yaş, gardaş!

fehmi demirbağ


6 Eylül 2014 Cumartesi


HA GAYRET!

Yürek yanar,
ciğer kavrulurmuş mehmedim,
şehadet şerbetine kan,
can kardeşim!
Bacılar, gardaşlar,
herbir bebemiz,
bir mermi,
çok öldük; yetmez mi?
Destan olduk,
bilinmez mi?
Hey Anadolum,
haçlı orduları,
hala gelirler,
deremize tepemize,
musallat olmuşlar,
çağdaşlık diye tepemize!
herbir günah,
bir tabur asker,
süngüsü ölümden beter!
sen, deki uyuşturucu, fuhuş,
yuvalarımız nahoş!
dayan mehmedim!
...
Ey İslamın son kalesi,
burçlarında kendinden düşmanlar,
ecdadına söver,
rabbini bilmezler,
Elif gibi dimdik dur kızım,
dili dualıların torunu,
sen Anadolu!
...
senin beşiğin medeniyet,
toprakla belendin bebeğim,
ümmet-i muhammed,
seni bekler,
gayret et!
ihanet!
gaflet!
dalalet!
hemen terket!
elif kızım, oğlum mehmet,
ha gayret!

FEHMİ DEMİRBAĞ

4 Eylül 2014 Perşembe


2071 yolunda
YENİ TÜRKİYE VE
YENİ ANAYASADAN BEKLENTİLERİMİZ

"ÇOCUK VE GENÇLİK ANAYASASI"


YENİ TÜRKİYE İÇİN
YENİ ANAYASA İLKELERİ




GİRİŞ
Madem ki Anayasa'dan bahsediyoruz. Medine Vesikası mı, Magna Carta'mı? Neyin consessüs' ü ya da? Asker vesayetinin şekillendirdiği metinlerle yıllar tüketen Türkiye toplumu "sivil anayasa" üretebilecek olgunluğa erişti mi?
Yeni Türkiye' ye Yeni Anayasa pek te yakışır doğrusu! Kafalar eski ise ne yapacağız peki? 
Gözetilmesi gereken hususlar eşliğinde öngörümüz aşağıdaki metnimizi idrak'a hazır mıdır sizce de?



GEL ÇOCUK

Gel çocuk, bırak elindeki taşı.
Gel top oynuyak! ip atlıyak!
Gel çocuk, ellerimizde uçurtmanın ipi, gökyüzünü gezek!
Sinemaya yeni film gelmiş, onu seyredek!
Gel çocuk, bir çocukluğa sığmayacak ne çok oyun var; yeni oyunlar bulak!
Gel çocuk, büyükler yine anlamsızca kavga ediyorlar; uzaklaşak!
Gel çocuk bi yerde oturak, büyüyünce ne olacağız; onu konuşak!
Gel çocuk beraber gülüp, beraber ağlayak! Ekmeğimizi paylaşak!
Gel çocuk;
yazak, okuyak,
adam olak!
Gel çocuk, çocuk olak!



İLKELERİMİZ;

1 — Hâkimiyet kayıtsız şartsız  inanç olgunluğuna erişmiş, cehaletten ve fakirlikten arındırılmış milletin öz değerlerine aittir. Öncelikli olarak “kültürel öze dönüş” projesi başlatılmalıdır. “İlim-kültür-sanat-edebiyat ve ahlak” açısından milletin vizyonu belirlenmeli ve bu uğurda operasyonlar tasarlanmalı ve uygulamaya konulmalıdır.

2 — Kanunlar, “İnanç, Akli Gelenek ve İlmi Gerçekler” gözönünde bulundurularak kaynak değerler çerçevesinde yapılmalıdır. İstişare  ve analiz komisyonları tamamen ilmi heyetlerden ibaret olmalıdır. 
Devlet başkanı, Hükümet başkanı, Senato, Meclis ve STK kurulları devletin organlarını oluşturacaktır.

3 — Devlet; ülke, dil ve soy gibi beşerî esaslar üzerine değil, toplumumuzun hakim inanç değerlerinin belirlediği evrensel insani değerlerle  kâimdir.

4 —İnanç, ahlak ve değerlerimizin emir ve yasaklarını icra; iyiliğe yönelik hal ve hareketlerin teşviki, kötülüklerin ise yasaklanması  temel esasdır.

5 — İnanç kardeşliğini tesis etmek, devletin en önemli görevidir. Bu doğrultu aynı zamanda bütün mahlukata karşıda hoşgörü, merhamet ve anlayış hukukunu  edinmeyide şart kılar.

6 — Devlet, sınıf ve din farkı gözetmeksizin, zaruri ihtiyaçlarını temin edemeyenlere yardım elini uzatmakla mükellefdir. Devletin görevi insanların üzerinde bir hakim zümre oluşturmak değil, adaletin tesis ve paylaşımından ibaret olmalıdır.

7 — Vatandaşlar, fırsat eşitliğine sahiptir ve bütün hak ve hürriyetlerden eşit olarak istifade ederler. “Empati ahlakı ve refleksi” oluşturmak devlet eğitim şiaarının en önemli özelliğidir. 

8 — Toplumun ortak inanç değerlerinin müsaade ettiği istisnai haller dışında, sözkonusu haklara tecavüz edilemez ve cezalandırmada da şahsîlik prensibi esas alınır. 

9 — Meşruiyeti kabul edilen bütün toplumsal müntesipler, toplumsal hak ve hürriyetinden tam olarak istifade ederler. Hak arayışında olanların kendini ifade etmelerine genel toplumsal ahlak anlayışında gerekli imkan ve kolaylık sağlanır.

10 — Türkiye toplumunun genel ekserisi dışındaki küçük topluluklar, din ve vicdan ve fikir  hürriyetine sahiptirler; ahval-i şahsiye konusunda isterlerse kendi hukuklarını devletin güvence ve kontrolünde tatbik edebilirler.

11 — Devlet genel manada toprakları dahilindeki bütün fert ve toplulukların hamisi pozisyonundadır. Aynı zamanda dünyadaki bütün insani olaylarında mazlumlardan yana tarafıdır.

12 — Devlet reisinin seçiminde ki usul söyledir.  Bütün iller bazında siyasi partilerin dışında stk lar aracılığı ile ortak üç isim belirlenir. İktidar partisinin belirlediği diğer üç isimle birlikte seçime gidilir.  Ana muhalefet yapıyı temsilende bir kişi bu adaylar arasındadır. Yine ilk üç isim yedi coğrafi bölgenin içindeki illerin temsilcileri ile önmeclisi oluştururlar. Bunlarda kendi aralarında belirledikleri üç isimle yedi bölgenin herbirinin belirlediği bir senato oluşturur.  Bu senato kendi içlerinden birini devlet reisi seçerler. 
Ayrıca siyasi partilerin oluşturtuğu meclis ve meclisin kendi içinden seçtiği bir hükümet başkanı icra ile yükümlüdür. Merkez, sağ, sol başlıkları altında üç temel siyasi partinin oluşumu sözkonusudur. 

13 — Devleti yürütme gücünün başı devlet reisidir; ancak yetkilerinin bir kısmını ferdlere yahut kurullara devredebilir. Kendi istişare kurullarını oluşturabilir.

14 — Devlet reisi, devleti şura usulüne uygun olarak idare etmekle mükelleftir.

15 — Devlet reisi, anayasayı ilga edemez ve istibdad yoluna başvuramaz.

16 — Devlet başkanını seçme hakkına sahip olanlar, azletme hakkına da sahiptirler.

17 — Devlet reisi, medeni haklar açısından diğer vatandaşlar gibidir; kanun dışına çıkamaz.

18 — Devlet ricali de dahil olmak üzere bütün vatandaşlar için tek kanun vardır; bunlan da sadece mahkemeler tatbik eder.

19 — Yargı (kaza) bağımsızdır.

20 — Devlet nizamına aykırı olan, kötülüğü ve anarşiyi teşvik eden ve toplumun inanç değerlerini  tahkir eden yayınlara müsaade edilemez.

21 — Ülkenin vilâyet ve eyâletleri, devletin idarî üniteleridir; kabile, dil ve soya dayalı ünitelere müsaade edilemez.


22 — Anayasanın hiçbir hükmü, toplumun inanç değerlerinin aleyhine aykırı olarak tefsir edilemez.




YAŞAM HAKKININ DOKUNULMAZLIĞI 

Yaşam hakkı, kişinin sahip olduğu diğer tüm hak ve özgürlüklerin kullanılabilmesini sağlayan en önemli temel haktır. Tüm özgürlüklerin ilki ve vazgeçilmezidir. Bu nedenle yaşam hakkı karşısında diğer bütün haklar ikincil haklardır. İnsan varlığının ve fizik devamlılığının koşulu, yaşamaktır. Bu ise ancak kişi güvenliği ve beden özgürlüğüne sahip olmakla anlam kazanır. 
Yaşam hakkı değerlendirilirken ve onu koruma amacı güdülürken göz önüne alınması gereken maddi ve manevi hususlar vardır. İnsan biyolojik ve moral varlığı ile bir bütün-dür. Yaşam hakkının maddi unsuru biyolojik varlık olarak karşımıza çıkar. Biyolojik varlığın korunması ise, bu varlığa dışarıdan hiçbir müdahalede bulunulamaması ve var-lığın kendi doğal gelişmesini sonuna kadar sürdürmesi demektir. Moral varlık ise manevi unsuru oluşturmakta ve insan onurunun, entelektüel gelişiminin korunmasını içerir. 
İnsan onuruna yaraşır bir hayat sürdürmenin mümkün olması için; kişinin doğuştan ge-tirdiği, dokunulamaz, bölünemez, devredilemez ve vazgeçilemez haklarının var olan hukuk sistemince tanınması ve bu hakların devlete, üçüncü kişilere ve hatta hak sahibi-nin kendisine karşı en iyi şekilde korunması gerekmektedir. 
İnsanlık tarihi onurlu bir yaşam mücadelesinin verildiği yüzyıllarla doludur. Yaşam hakkının bu seyri doğal olarak, farklı coğrafya ve hukuk sistemlerinde aynı gelişim sü-recini göstermemiştir. 
İslam hukukunun merkezinde birey vardır. Cahiliye Arap toplumunda kadınlara ve köle-lere reva görülen hukuksuzlukların önüne geçilmiş, insan onuru ait olduğu yere yerleşti-rilmiştir. Kız çocuklarının sebepsiz yere öldürülemeyeceği1, canların ve malların mu-kaddes olması2, bir masumun hayatının ve haklarının bütün insanlık için de olsa feda edilemeyeceği gibi hükümler esas alınmıştır. Yaşama, maddi ve manevi varlığını geliş-tirme hakkının sadece iktidar sahiplerine ait olduğu bir dünyada adalet yeniden tesis edilmiştir. 

Yaşam hakkı hususunda Allah’ın hâkimiyeti fikri esastır ve insan bedeninin kimsenin hâkimiyeti altına alınamayacağı öngörülür. Kendini öldüren yahut kendi bedenine zarar veren kişi Allah’ın kendisi üzerindeki haklarına tecavüz etmiş olur. Yaşamın sona erme-sindeki temel prensip Allah’ın verdiği canı yine onun alabileceği doğrultusundadır. Kişinin kendisini öldüremeyeceği ve kendi bedenine zarar veremeyeceği hususları ayetlerle  kesin olarak yasaklanmıştır. Temel bilgi kaynağı olan Kur’an ve Peygamber uygulamaları ile “insanların doğuştan getirdikleri dokunulamaz ve vazgeçilemez hakları” ilan edilmiştir. Henüz dönemin hiçbir coğrafyasında görülmemiş özgürlükler ve haklar Müslüman topluma verilmiştir. 

Batı’dan çok öncesinde bu haklara sahip olan Müslüman toplumun, verilen hakları layıkı ile kullanması iktidarlarca engellenmiştir. Bireye verilen bu hakların muhafazası için, İslamiyet’in doğuşunun henüz ilk asırlarında mücadele edilmeye başlanmıştır. Öyle ki bu mücadele, “insan hakları kavramı” ile 20. yüzyılda tanışmış olan batı hukuk sistemine kadar taşınmıştır. 
Bütün dünya, insan haklarını, medeniyetin bir ölçütü olarak sunarken, İslami insan haklarının uygulanmasında ve temsilinde problemlerin olması ironiktir. Bu ironi iki sebebe matuftur: Teori ve pratik Müslümanların insan haklarını evrensel bir değer olarak kabulü çok eski tarihlere dayanmasına rağmen, bu evrensel kabul edilen hakların uygula-masında yaşanan aksaklıklar Müslümanların müzmin bir sorunu olarak hala durmaktadır. 

16 - 17. yüzyıllara kadar insanların köle, serf ve daha sonra tebaa olarak sınıflandığı Batı’da ise, kişi, hukuki ve siyasi bakımdan “birey” olarak değerlendirilmemiştir. 1809’larda kadının insan olup olmadığını tartışılmış, Fransız İhtilâli’ne kadar özel mülkiyet hakkı dahi tanınmamıştır. Aydınlanma çağı denilen yüzyıllarda ise bilim, sanat ve felsefe alanlarında meydana gelen değişimlerle insanın değeri ortaya çıkmış ve insan hakları önem kazanmaya başlamıştır. 
Kilise hukukuna göre yaşam hakkı kutsaldır ve intihar Tanrı’ya ve ruha karşı işlenmiş bir suç olarak kabul edilmiştir. Buna ilişkin cezalar kilise hukukunda altıncı yüzyılda ortaya çıkmışken, sivil hukukta oldukça geç ortaya çıkmıştır. İlk olarak 1215 tarihli Magna Carta’da keyfi ölüm cezasını önlemeye yönelik düzenlemeler getirilmiş, 1628 tarihli İngiliz Haklar Bildirgesinde ise yasaya aykırı bir şekilde ölüm cezası infaz edilemeyeceği hükme bağlanmıştır. Temel hakların çağdaş anlamda topluca ve anayasa gücünde pozitif hukuka aktarılması ilk olarak 1776 Virginia Haklar Bildirisi ile gerçekleşmiştir. Bu bildirinin 1. maddesinde tüm insanların doğuştan eşit, özgür ve bağımsız oldukları vurgulanmıştır. Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nde yaşam hakkının evrensel bir değer olduğu ve gerek ulusal gerekse uluslararası hukuktan bağımsız olarak değerlendirilmesi gerektiği belirtilmiştir.

Müslüman toplumlarda kişinin birey olarak kabul edilmesi mücadelesinden ziyade, verilen hakların uygulanabilirliği hususunda mücadeleler verilmiştir. Batı’da ise kişinin kendisini birey olarak kabul ettirmek hususundaki verdiği uzun mücadele, 20. yüzyıl  fikir akımlarının etkisi ile bambaşka bir yöne doğru evrilmiştir. Yaşam hakkının muhafazası için yoğun bir mücadele veren insanlık, bireyselciliğin gelişimi ve kendi kaderini belirlemenin en önemli değer olduğu algısı ile nerede, nasıl ve ne şekilde öleceği konusunda karar vermeyi istemiş ve bunu bir hak olarak sunmaya başlamıştır.  Kişi, “vücut bütünlüğünün dokunulmazlığı”nı, dolayısıyla insanca yaşamasının teminatı olan yaşam hakkını, ölmeyi seçmek özgürlüğüne feda eder duruma gelmiştir. Bireylerin tercih hakları, yaşam hakkının kutsallığının önüne geçmiştir. 

Öyle ki günümüzde bireyselcilik akımı insanların kendi vücutlarına istedikleri gibi dav-ranabilecekleri fikrinin oluşmasına da sebebiyet vermiştir. Oysaki bizim anayasamızda ve daha pek çok anayasada8 “yaşam hakkının dokunulamaz ve vazgeçilemez” haklar olarak sınıflanması; hiç kimsenin, hatta hak sahibinin kendisinin bile, bu haklara ve uzantısı olan haklara hiçbir koşulda dokunamayacağı anlamına gelmektedir. 
Yaşama hakkının bütün boyutları ile kullanılabilmesi için önce bireyin bir bütünlük içinde dünyaya gelmesi, sonra bu bütünlüğün geliştirilmesi, sonra da bu bütünlüğe -toplum yararı için bile olsa- sınırlama getirilememesi gerekmektedir. Buna göre yaşama hakkı beden bütünlüğünün korunmasını gerektirir. Dolayısıyla yaşam hakkı öldürülemezlik ilkesini doğurur. Öldürülemezlik ilkesi ise insanın önce kendisine karşı korunmasını gerektirir. Kişi bizzat kendisi bile, yaşamına, yaşamını sağlıklı bir şekilde sürdürme olgusuna zarar verecek bir eylemde bulunamaz. Bu sonucu gerçekleştirmeye yönelik yükümlülükler altına giremez, intihar edemez, herhangi bir organını satamaz. Bedeni üzerinde deneylere ve ötenaziye izin veremez. Hak sahibinin bu konudaki rızası, bu işlerin yapılmasına meşruluk kazandıramaz. 

Velâkin, yirminci yüzyıl fikir akımları “bireyin tercih özgürlüğü” gibi süslü ifadelerle yaşam hakkının dokunulmazlığını sabote etmiştir. Bu ise insanın onurlu yaşam mücadelesine yapılmış en büyük ihanettir. Yaşam hakkı, kimsenin tercihine bırakılmayacak kadar mühim hususları bünyesinde barındırmaktadır. Zira yaşam hakkının uzantısı olan diğer bütün hakların korunması bu hakkın korunmasına bağlıdır. Yaşamını onurlu bir şekilde sürdüremeyeceğini düşünen kimsenin intiharı, yaşamının artık katlanılmaz olduğunu düşünen bir hastanın yahut yakınının ötanaziyi tercih edebileceğini savunur duruma gelmiştir. Çünkü bu akım hastalıklı bir bedene çare bulmak zorunluluğumuz olduğu gibi kederli bir yaşama da çare bulmamız gerektiğini söyler. Bunu gerçekleştirmenin yolu olarak da ölüm’ü işaret eder. 
İnsan yaşamını sadece haz aldığı ve fayda sağladığı oranda değerli kabul eden materyalist bakışın hezeyanları olan bu görüş, yaşam hakkını dokunulabilir kılarak insanlığa en büyük ihaneti gerçekleştirmiştir. Bu kapsamda yaşamını acılar içinde sürdürmek istemeyen biri intiharı/ötanaziyi tercih edebilir, bebeğinin sakat doğacağı endişesi ile kürtajı,  topluma fayda sağlamadığı ve hatta topluma yük olduğu gerekçesi ile bütün engellilerin öldürülmesini tercih edebilir. Üstün ırk yaratma çalışmaları bu görüş ile olumlanabilir. Acıların dinmesi için uyuşturucu kullanımı tercih sebebi olarak düşünülebilir. Sıkıntı ve kederimizi sınırsız alkol ve sigara ile savuşturmak bir tercih sebebi olabilir. 
Oysa saydığımız bütün bu vakıalar, kitlesel bir yok etme projesinin ürünüdür. Aksine toplumun huzurunu bozan yüksek orandaki şiddete karşı ise alabildiğince hoşgörülüdür, bu bakış açısı. İdam cezalarının men' i gibi. Maksat kaos büyüsün!
Tercih hakkı, yaşam hakkının önüne geçirildiği takdirde, bütün bu tehlikeler ile de karşı karşıya kalmamız kaçınılmaz görünüyor. Küresel bir krize dönüşmüş olan sigara ve alkol tüketimi, bireysel tercih özgürlüğü olarak değerlendirildiği için bu hale gelmiştir. Oysa kimsenin yaşamını sağlıklı bir şekilde sürdürme olgusuna zarar verecek bir eylemde bulunamayacağı gerçeği dikkate alındığında birey ve toplum bu tehlikelere atılmaktan da kurtulmuş olacaktır. 
Uyuşturucu madde satışı ve temininin pek çok ülkede suç olmasına karşın kullanımının suç teşkil etmemesi yine batılı materyalist algının bir neticesidir: Tercih özgürlüğü(!) İnsan ve dolayısıyla toplum sağlığı “tercih özgürlüğü” kavramına kurban edilemeyecek kadar büyük bir öneme haizdir. 

Topluma yük olduğu gerekçesi ile engelli insanların ölüme terk edilmesi, dayanılmaz acılar çektiği gerekçesi ile hastaların ötenazi hakkı, kürtaj, yaşamın sağlıklı bir şekilde devam ettirilmesi yükümlülüğünün inkârı ile birlikte sigara, alkol ve hatta uyuşturucu madde kullanımının meşruiyet kazanması ancak yaşam hakkının kutsallığı tezi ile önlenebilecek ve anayasal güvence altına alınan bu hakların dokunulmazlığı ancak bu şekilde sağlanabilecektir. 
İnsanın doğumla birlikte getirdiği dokunulmaz olan yaşam hakkı adına verdiği kadim mücadelesi küresel oyunlara kurban edilmek isteniyor. Uyuşturucu madde, alkol ve sigara kartelleri ve piyasaları da düşünüldüğünde yaşam hakkının kutsal kabul edilmemesi gerektiğini savunacak güç odaklarının varlığı ve etkisi yadsınamayacaktır. 
Bununla birlikte yaşam hakkı, bireyi kendisine bağımlı ederek günden güne ölüme sürükleyen bu maddelerin tahakkümüne terk edildiği takdirde, insanlığı bekleyen kaos, sermayesini uyuşturucu, sigara ve alkol üzerine hızla inşa etmeye devam edecektir. 

Modern dünyada, yaşam hakkı adına yapılan mücadelenin seyri bahsettiğim güç odaklarına doğru yön değiştirmiştir. Bu gerçeği ne kadar erken fark edersek insanlığın kendi rızası ile intiharına zemin hazırlayan bu büyük projeyi engellemek o ölçüde mümkün olacaktır. 




21. YÜZYIL'A AHİ EVRENCE BİR BAKIŞ

 "Bir varmış, bir yokmuş...Evvel zaman içinde...Çocuklar varmış cennet meyvesi, çocuklar varmış varlıklarına ömür feda, çocuklar varmış yaşam sevinci; hayat kaynağı! Öylesine enerjileri varmış ki bu çocukların, yerlerinde duramazlarmış; kıpır kıpırmışlar!

Her şeyi karıştırmak isterlermiş, büyük bir merakla. Ama; anneleri varmış, elleriyle tesis ettiği düzenin bozulmasından hoşlanmayan. Anneleri varmış, çocuklarının bir anda yetişkin olmalarını bekleyen. Babalar; ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü sayarmış kendini yalnızca. Önceleri evdeki düzeni karıştırırken, anne tarafından meraklarına yasak konan çocuklar; sonraları hem annelerini hem babalarını rahatsız eder olmuşlar. Kafalarını karıştırır, işlerini karıştırır olmuşlar. Ne görseler sorar olmuşlar o sıralar, ne düşünseler sorar olmuşlar. Tam da zamanında gelirmiş akıllarına bir şey sormak. Tam, anne komşuyla pek mühim bir şey konuşurken ya da baba tam kestirecekken koltukta, sorular başlarmış birden. Ya “git şurdan” derlermiş çocuğa anne – baba. Ya da hiç alakası olmayan bir yanıt verirlermiş. Dönerlermiş uğraşlarına böylelikle yeniden. Bundan öte, en gerekli zamana gelmeden daha, merakın ne kadar gereksiz(!) ne kadar kötü(!) bir şey olduğunu keşfedermiş çocuklar. Her merak uyandığında içlerinde, kendilerinde suçluluk hissederlermiş…
Eş – dost varmış o zamanlar da. Konuk geldiklerinde eve, çocuğun en ufak hareketinde annesine babasına yüklenirler, “çok şımartmışsınız siz bunu” derlermiş.
 Utanırmış haliyle zavallı anne – babalar,  rezil olurlarmış konu komşularına. Eş dost gidince evden, konuşurlarmış çocukla anlayacağı dilden! Adeta çocuktaki yüksek enerji, anne babada yüksek sinire dönüşürmüş haklı olarak (!) Anne baba çocuklarının en iyi olmalarını beklermiş. Zira, hata yapmazmış en iyi olanlar… Oturursa kalkmasını isterlermiş, kalksa oturmasını. Çünkü çocukmuş onlar ve onlar ne yapıyorsa tersi doğruymuş onlar ne yapıyorsa tersi doğruymuş yaşamın her alanında. Çocuklar defalarca anlatmak istemişler kendilerini; ne dinleyen olmuş onları, ne anlayan. Çoğu kez “seni yaramaz” deyip gülüvermişler çocuğa. Ve çocuklar; bu kez de kendilerini anlatsalar bile birilerinin onları dinlemeyeceklerini, dinleseler de anlamayacaklarını öğrenmişler. Arada bir doğru bildiklerini söylemeye çalışmış çocuklar; “sus” denilmiş. Kendilerine “sen çocuksun, senin aklın ermez.” Komşunun çocuğu gelip, oyuncağını onunla paylaşmayınca da; “bak sen büyüksün, hadi ver oyuncağını kardeşine…” Böylelikle de büyüklük ve küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini öğrenmişler. Yaşayarak öğrenmişler(!)
 Eeeee daha ne istiyorlarmış ki çocuklar; aç değillermiş, açık değillermiş. Ve bunca şeyi öğreniyorlarmış anne babalarından. Büyüdükçe, öğrendikleriyle yaşar olmuşlar.
 Anne babaların merak ettiklerinin dışında bir şeyleri MERAK ETMEMEYİ kendilerini İFADE EDECEĞİM diye boşa zaman harcamamayı, büyüklükle küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini(!) yaşar olmuşlar.
 Her şeye hakim olmayı istemekle, bir hakim bulabilmenin çabası içerisinde MUTSUZ olmayı öğrenmiş çocuklar, çocukluklarında…
 İnsan kişiliğinin % 35’ini anne ve babasının kromozomlarından alır. % 25’ ise henüz anne karnındayken yaşadıkları belirler. % 30’unu ise okul çağına kadar ki yaşadıkları olaylar belirler. Geriye kalan % 10’luk bölüm ise sonrası hayatına bırakılmıştır. 
 Türkiye tüm kurum ve kuruluşlarıyla problem yumağı olmuş bir ülke konumunda. Herkesin, çözüm önerilerine dair nice görüşleri söz konusu. Ancak bütün bu görüşlerin ortak özelliği “insan” merkezli olmayışı. Özellikle en temel yaklaşım “ekonomik insana” dair tezler üzerine kurulu.
 Bu ülkenin iki temel kaynağı söz konusu: birisi insan, diğeri toprak. Her ikisinin ortak özellikleri uzunca yıllardır nadasa bırakılmaları.
Batı dünyası bütün kurum ve kuruluşlarıyla "moleküler" düşünceler üretip, didik didik ederken bilimsel bütün yaklaşımları... Bizler hala "satıh" kabilinden yüzeysel gündemlerle gün tüketmekteyiz. Geleceğimiz için  "Çocuk ve Gençlik" açılımları üretmeliyiz. Nasıl bir geleceğe talip isek artık o yola yönelik bütün arayışlarımızı belirlemeliyiz. 
Çocuklarımızın geleceği aynı zamanda toplumumuzunda geleceği olacaktır. Hatta insanlığın geleceği...
 Biz bu çalışmamızla  “insan merkezli” bir yaklaşımla ülkenin problemlerine bir bakış açısı getirmeye çalışacağız. Bu arada “İnsan”a tanımlama getiremez isek de tüm iyi niyetine rağmen hayata dair yorumlarımızın haybeye olduğunu da vurgulamak zorundayız.
 O halde insan başarı denklemine, mutluluğa giden yol tarifini veremez isek yeni bir akıntıya karşı kürek çekme sınavından başka bir şey yapmamış olur, laf kalabalıklarından birini de biz üretmiş oluruz.
 İnsanımızı ıslah edici bir programa adım atamak zorundayız. Bunun için bireyi hedef alarak, toplumun en küçük nüvesi olan “Aile” kavramını yeniden imar etmekle işe başlamak durumundayız. İlk önce ailenin en hassas dengesi “anne”lik mesleğini ehilleştirmeliyiz.
 Hep dile getirilen “Türkiye’nin sorunu eğitim sorunudur” betimlemesinin mihenk noktasına “kadın ve anne” kavramlarını oturtmalıyız. Kadın ve aile aynı zamanda mutlu ve başarılı çocuklar için ortam yeterliliği demektir. Bireyin oluşa geldiği ilk kurum olan “Aile”nin imarı, sağlıklı bir toplum olmasının da ilk koşuludur.
 Aşağıda sıralayacağımız biline gelen hususlar temel prensiplerimizdir. Bu akışkanlığın ciddiye alınması gerekir. Bu bir illiyet bağıntısı silsilesidir. 
 Eğer bir çocuk ELEŞTİRİLMİŞSE, kınamayı ve AYIPLAMAYI öğrenir.
Eğer bir çocuk KİN ORTAMINDA büyümüşse, KAVGA etmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk ALAY edilip AŞAĞILANMIŞSA, SIKILIP UTANMAYI öğrenir.
Eğer bir çocuk UTANÇ duygusuyla eğitilmişe,kendini SUÇLAMAYI ögrenir.
Eğer bir çocuk övülmüş ve beğenilmişse,TAKTİR etmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk hakkına saygı gösterilerek büyümüşse, ADİL olmayı öğrenir.
 Eğer bir çocuk güven ortamı içinde yetiştirilmişse, İNANÇLI olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk kabul ve onay görmüşse,KENDİNİ SEVMEYİ öğrenir.
Eğer bir çocuk aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse,bu dünyada "mutlu" olmayı öğrenir.
 Duygusal ve ruhsal yapısı sağlıklı olarak inşa olmuş birey; akıl,inanç ve sezileriyle kendini geleceğe hazırlayan bir toplumun asil unsurudur.
 Türk insanı olarak hayatı yalnızca batı  penceresinden yorumlama hastalığını üzerimizden atmamız gerekiyor. İnsanlık aleminin mensupları olarak yalızca tek yönlü yorumlarla değil de bir bütün olarak “gezegen insanı” olarak hayata, “emaneti üstelenmişler” noktasında yaklaşmalıyız.
Unutmayalım; unutmak ihanettir, unutmak sevdaları...
...
Hainlerle doldu yeryüzü;
insanlığa ihanet edenler,
işgal ettiler,
dünyanın başkentlerini...
Cinayetle başladıya,
hikayesi insanlığın;
geleneğe devam!
En kolayı öldürmenin,
çocuklara...
Çürük binalar yap!
yıkılsın, altında kalsınlar.
Aç bırak!
Seslerini nasıl duyursunlar?
Yağmur ol yağ bombalarla.
Kefensiz gömülsün,
minicik elleri!
Annesiz bırak, babasız,
diri diri gömülsünler!
Sevgisizlik mezarlığında,
acımasızlık taşını,
dikin başucuna!
En moda ölüm biçin onlara;
hele ki müslüman çocuklara.
Mazeretiniz olsun,
petrol kuyuları,
gayri safi milli hasılalar!
Siz hala bir çocuk öldüremediniz mi?
Beceremediniz mi?
Üzülmeyin,
cinayetten pay almak,
çok kolay!
Susmanız yeterli!
Görmezden gelmeniz cinayeti!
Ya da çalın hayatlarından.
Öldürmek kadar kutsal, hırsızlık.
Marka marka kemirin,
çocukluk düşlerini!
Okutun, yetiştirin,
onları da ihanet şebekesine,
kaydettirin!
Öldüremediklerinizi,
kendinize benzetin!
Önce unutmayı öğretin.
Kendileri olmayı bilmesinler,
unutsunlar insanlığı!
Şen kahkahalarla başlayın derse,
girsinler kümese!
Yemleyin; dizilerle, filmlerle!
Banane demeyi öğretin,
sokakta bir kediyi tekmeletin!
Sanane desin ardından!
Bencil olmayı öğretin,
adına da kendi ayaklarıyla durmasını,
öğrensin deyin!
Merhamet musluklarını kesin,
ağlamayı hemen kessin!
Ağlayan çocuk,
dil kullanmakta aslında,
itiraz etmekte yanlışa.
Sesinizi yükseltin,
soru sormasına müsade etmeyin!
...
Dünyanın masumlarını,
çocukları...
Nasıl bir canavara dönüştürüyoruz,
asla bilmesin!
Ona çocukluğunu unutturun,
İşte bu!
Asıl akla gelmez sorun!
Misal, Hitler çocuk değil miydi?
şimdilerin esedi?
Tarihteki onlarca zalimin hikayesi,
büyümüş çocukların,
küçük çocukları katli!
...
İnsanlık sevdası lazım bize,
hafızası kaim!
Unutturmayın asla çocuklara,
çocukluklarını!
...
Nerden bilsinler,
korkmayı, sevmeyi, nefreti?
Emerler annelerinden süt gibi,
dünyanın bütün çocukları,
her bir kelimeyi!
...
Ya çikolata tutuşturun ellerine,
ya yetim deyip geçiştirin...
Onları sömürün,
taze etlerini kemirin!
Okullar kurun,
mezar misali bedenlerinde,
insanlıklarını kurutun!
...
Beşeri ideolojilerinizle,
rablerini unutturun!
Deliler gömleği giydirin,
ergenlerine.
Tornadan geçirin,
tesviye!
Nasihat edin veresiye!
...
İçimdeki çocuk,
yazdırdı bu satırları!
Satırbaşı;
çocuk ruhlu olanlara,
okutun sizde;
bu yazılanları!

HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?
Okumayan, okuduğunu anlamayan, anladığını yorumlayamayan bir topluluk oluverdik. İddia ediyorum şu kitabı dahi okumaya gayret edenler en azından bazı kelimeleri anlama konusunda bana bile kızacaklar, "Türkçe" yazmalıymışım diye. Çünkü insanımızın günlük kelime kullanım sayısı diplerde. Neyse sözüm bu arkadaşlara değil zaten. Anlamaya gayret edenlere olacaktır.
Rönesans’a  kadar “medeniyet” kaşesini bizim düşünce iklimimiz üstlenmiştir. Sonrasında maalesef ki diğer yitik medeniyetler arasına bizlerde dahil olduk. Ancak bir gerçeklik ifadesi olarak belirtelim ki bizim “medeniyet” anlayışımız “nur”un tamamlanması statüsünde olduğundan henüz söylenesi sözümüz vardır. İçinde bulunduğumuz ahval keyfimizi kaçırmasın. 18. yy. sonra “medeniyet” ile tanışan batı bunun keyfini nimetlerden istifade noktasında bir müddet daha yaşasın. 

Medeniyet, dünyadaki bütün milletlerin ortak malıdır.Her toplumun bugünkü medeniyet çizgisinde az olsun çok olsun bir payı vardır.Sadece bu pay Avrupalılara ait değildir.Bu medeniyet paydasında Çin,Mısır, Hint, Roma, v.b. Medeniyetlerin de bir payı vardır.Medeniyet yarışı uzun koşulu bir bayrak yarışına bezer.Ortaçağda bu bayrağı İslam Medeniyeti almış olup sonra gerileme dönemine girince bu bayrağı Batılılar almıştır.Batı bugünkü seviyesine sadece kendi kendilerine gelmemiştir.Müslüman bilim adamlarından bir çok sahada etkilenmişlerdir. Bilim alanındaki keşiflerin bir çoğu, 9. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar uzanan dünya tarihinde , dönemin en ileri uygarlığı olan "İslam Uygarlığı"nın ürünüdür. Akıla ve bilgiye dayanan bu uygarlık, dünyanın bugün sahip olduğu pek çok değere de kaynaklık etmiştir.
Kur’an'da, evrenin yaratılışı ve kainatın düzeni ile ilgili ayetlerin bildirilmesi, İslam’da akla, bilgiye ve bilgi sahibi olmaya büyük önem verilmesi, doğada Allah'ın varlığının delillerinin görülmesi, evrendeki her nesne ve varlığın birbirine olan uyum ve bağlılığı; Ayrıca toplumsal yaşantının getirdiği ihtiyaçtan kaynaklanan ( Oruç, namaz vakitleri için Astronomi v.b.) sebeplerle söz konusu dönemde bilimsel ilerleme Müslümanlarda görülmüştür.
Teknik ilimler, tıp, astronomi, cebir ve kimya gibi birçok alanda önemli neticeler elde eden Müslüman bilim adamları, medeniyet ve kültür sahasında kısa zamanda kendilerini tüm dünyaya kanıtlamışlardır. Buluşlarıyla uygarlığa vesile olan Müslümanlar, ilerlemenin yolunu açmışlardır.Batı’daki Rönesans ve Reform hareketlerine öncüllük etmişlerdir. ( Prof.J.Risler “Müslüman astronomistler, matematik alimleri derecesinde Rönesans’ımıza tesir ettiler.” -E.F.Gautier “ Yalnız Cebir değil, diğer matematik ilimlerini de, Avrupa kültür dairesi, Müslümanlardan almış olduğu gibi, bugünkü Batı matematiği gerçekten İslam matematiğinden başka bir şey değildir.
Müslüman bilim adamları öncelikle, bilim evrensel olduğu için – İlim Çin’de dahi olsa gidip alınız.(Hadis) - Batı'da Roma ve Doğu'da başta Çin olmak üzere, diğer devletlerde geliştirilen bilim ve teknolojiyi rehber almışlar ve önemli kaynakları tercüme etmişlerdir. Bu bilgi birikiminin içinden imanî ve teknik anlamda yanlış ve tutarsız olan noktaları çıkartarak, kendilerine fayda sağlayacak duruma getirmişlerdir. İlk adım niteliğindeki çalışmalarının ardından, elde ettikleri bilgileri değerlendirip yorumlayarak bilim ve teknolojiye özgün olarak katkıda bulunmaya başlamışlardır. Beşinci yüzyılın ikinci yarısında doğup gelişen İslamiyet, deneye ve gözleme dayalı bilimin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır.
İslam Tarihi'ne baktığımızda, Kuran'la birlikte Ortadoğu coğrafyasına bilimin de girdiğini görürüz. İslam öncesindeki Araplar, türlü batıl inanışa ve hurafeye inanan, evren ve doğa hakkında hiçbir gözlem yapmayan bir toplumdur. Ancak İslam'la birlikte bu toplum medenileşmiş, bilgiye önem verir hale gelmiş ve Kuran'ın emirlerine uyarak evreni ve doğayı gözlemlemeye başlamıştır. Sadece Araplar değil, Türkler, Kuzey Afrikalılar gibi pek çok toplum, İslamiyet'i kabullerinin ardından aydınlanmıştır. Kur’an'da insanlara öğretilen akılcılık ve gözlemcilik, özellikle 9. ve 10. yüzyıllarda büyük bir medeniyetin doğmasına yol açmıştır. Bu dönemde yetişen çok sayıda Müslüman bilim adamı, astronomi, matematik, geometri, tıp gibi bilim dallarında çok önemli keşifler gerçekleştirmiştir

 Rönasans devrinde, Copernic Dünya’nın Güneşin uydularından biri olduğunu anlatırken Ptoleme’ninde dünyasını karartmış oldu. Yeryüzünün, evrenin merkezi olduğu inanışı yeni tartışmaları getirdi. Galilee ile Coprnic’in iddiaları pekiştiren kilise ilk ciddi paniğini yaşamaya başlıyordu. Aristo’nun Saint Thomas D’aquin, Dante’nin dünyaları da kararıyordu.
 Marco Polo Asya’nın kudretini Batı’ya aşılarken, Colomb, Gama yeni maceraların, havarilerin, fatihlerin sayısı artırıyordu. “İlim” tarihte ilk kez Hıristiyan “batı”nın damarlarında dolaşmaya başlamıştı.
 Gütenberg matbaasıyla ilmin “iletişimini” sağlıyor, Machiavel, Copernic, Luther aydınlanma çağının havarileri olarak “tanrı”, "melek" yada kutsiyet ifade eden kavramları “batı”lı insanın gündeminden çıkartıyordu. Kilisenin otoritesinin bitişi “Avrupalı milletleri” tarih sahnesine alıyordu.
 Tanrı makamına “ modernite ve teknoloji”ve kutsallaştırılmış bilgi oturtulurken İsa ve Meryem ancak foklorik bir ritüel olarak kentin ara sokaklarında ya da bir yerlerin sıkılmışlıklarında bir sığınak dokusu olarak anlam ifade ediyordu. Endüstriyel ekonomi insanı şekillendirirken “İsa inancı” dahi “üretim ve tüketim” sarmalında kendine yer bulabiliyordu.
 İnsan, felsefe ve bilim arasındaki tartışmalar bireyin huzursuzluğunun yeni sebebidir. Aldatan bilim bütün insanlığı kuşatmıştır. İnsanlığın tesellisi yada avuntusu teknoloji ile eşyaya verilen yeni şekillendirmelerdir. Sanat,şiir gibi avuntular, fazilet ve güzelliğin önüne geçti. İrade faziletin unsurlarından sayılarak yalnızca “dünya nimetine” yöneldi.
 Makineleşmeyle birlikte insanı yeni bir “yeryüzü hakimiyeti”mücadelesi bir kez daha şekilleniyordu. Bir "ölümsüzlük" kalmıştı ulaşılması gereken tek ütopya. İdeolojiler son yüzyılın yeni dinleriydi artık. Pascal ve Descartes’le birlikte, bir fikrin açıklığı onun doğruluğu için yeterli sayılıyordu.
 İdeolojiler, zekanın fantezileri akla uygunluk çerçevesinde hayat tarzı için esas teşkil ediyordu.
 Oysa bir medeniyetin sürekliliği, salt felsefi prensipler üzerine değil yaradılışın gereği olan fıtrati iman ve çevresinin ilmi kavramları üzerine kurulması gereğine bağlıdır. 
 Volteire ve ansiklopediciler akımı Adam Smith’in görüşleriyle yeniden tanımlanırken bir kısım insanların zenginliği insanlık aleminin hürriyet ve mutluluğun ön koşulu haline getiriliyordu. 
 Küreselleşme dininin temelleri iyiden iyiye pekişiyor bu dinin yeni peygamberleri olarak ta “iş adamları” statükolarını perçinliyorlardı. Popüler kültürün yıldızları yeni dinin yeni ilahlarıydı.
 Lavoisier modern kimyanın başlangıcını yaparak yeni bir “ferisiler” dönemi “modern illüzyon” ile betimliyordu. Bağımsızlık, refah, hürriyet, bilimsellik, demokrasi yeni dinin amentüsünü içeriyordu. Bütün bunlar "çağdaşlık" ambalajında tek seçenek olarak sunulmaktaydı insanlığa.
Aristokrasi, burjuva ile askeri ve kilise feodolitesi ise yerini kapitalist feodileteyle yer değiştirdi. Ekonomik liberalizm ahlaki manipülosyonlara yol açıyor “uygar insan” terimi yeni dinin “müminlerinden” sayılıyordu.
 "İyi ile kötüyü ayıran denge" ideolojilerin, kaprislerin ve enaniyetin ihtirasları karşısında yitirildi. Bireysel dünyalarında iç disiplinleri kalktı. Vicdanın yerini kanunlar, polisler ve silahlı kuvvetler aldı. İmaj en önemli kavramdı. "Algı" ve "olgu" ise tek hedef. Doğruluk, şeref sorumluluk, saflık, kahramanlık, arkadaşlık, komşuluk gibi kavramlar ancak övgü içerip, gerçek hayatta anlam bulamayan terimlere dönüştü. Yeni yaşam alanları modern hapishanelerimizdi. İnsanat bahçeleri kuruldu, şehir şehir...
 Toplumsal çarelerin yetersiz arayışları bireyi kendi kabuğuna yöneltirken “ben merkezli” kişilikler gelecek nesiller içinde sağlıklı emareler taşımamaktadır. Ruhsal tedavi merkezleri uyum rehabilatasyonları için istasyon hükmüne girdi.
 Modern devlet anlayışı ise yalnızca mülkün, banka, endüstri ve ticaretin koruyuculuğuna kilitlenince “vatandaş” ise yalnızca “tüketici” kimliği ile “istatistik” verileri açısından anlam ifade etmeye başladı.
 Yasama – Yürütme – Yargı ile Askeri – Siyasi ve Ekonomik oluşumların tezatları bireyi hep “çarkın dişlisi” konumuna itekledi. “Global Kaosçu Düzen” bu yüzyılın genel adı oldu. “Demokratik Hürriyet”, hakları kutsanmışların genel insan kitlelerine empoze ettikleri kocaman bir yalandan ibarettir. 
Sosyal uçurumlar kurulu düzenlerin yaşama şartıdır.
 Fransız ihtilali, hem aristokratlara hem de proterlere karşı idi. Sonucunda ise burjuva bu kavganın gerçek hakimi olarak “galip” hanesine adını yazdırdı.
 Türkiye öncelikli olarak “psikolojik yaşı 10’u” geçmeyen insanların “oy”larıyla geleceğini yönlendirme hastalığından kurtulmalıdır. Yöneticilerini ilmen – ahlaken rüştünü toplum nazarında belirlemiş yerel adaylarını bir takım üst kıstaslarla belirleyip meclisinin dokusunu öyle belirlemelidir. “Kaosçu düzenin” kurmayları olan kendi burjuvasının etkisinden kurtarmak istiyorsa önce “seçme ve seçilmenin” gerekleri üzerinde kafa yormalıdır.
 Gerçekte “insan hakları” denilen bir kavram yoktur, modern anlayışta. “İnsan ihtiyaçları” esas teşkil eder, insan haklarına. Önce bu ihtiyaçların akıl – inanç – bilim adamlarınca ortak platformda ele alınması gerekir. 
 Türkiye olarak nasıl siyasi bir meclis oluşturuyorsak acilen “ilim meclislerini” de tesis etmek durumundayız. Yani istişare heyetleri. Çözüm siyasi değil, insani olmak durumundadır. Siyasilere düşen görev ise kendi “insani” davranışları ile topluma “örnek” olmuşluklarında yer bulacaktır. Rol model olmalıdır; yönetici ve liderler. 
 Hayat yolunda Türkiye olarak artık pusulasız gitmemiz söz konusu değildir. İçinde bulunduğumuz buhranlı günlerde panik yapmadan “tarihin muhasebesini” yeniden ve objektif olarak yapmamız gerekmektedir. Ve her şeyden öteye Türkiye yeniden tüm kurumlarıyla bir barış ortamı kurmalı öncelikli olarak da “Allah” ile barışmalıdır. Ya da nasıl bir “Allah”a inandığını tespitinde bulunmalıdır. Son dçnemlerdeki "dinsel" pazarlamanın önüne geçişmelidir.
 Kozmik kanunların, kimyanın, fiziğin, hücrenin sahibi “yüce yaratan” ile onun yarattıklarından bir tanesi olan “insan”ı tekrar bir araya getiren “sulhun” ilk adımlarını atmakta biz Türk toplumuna önemli adımlar düşmektedir. Tarihi misyonumuz bize bu sorumluluğu haklı gerekçelerle yüklemektedir.
 Ordu, üniversite, idare, adliye çevrelerindeki, tehlikeli rakiplere karşı girişilen tavırlar bire bir anlatıma indergendiğinde mantıklı karşılanacak sosyal hadiseler değildir. Ancak “mayası bozulmuş” insan çekirdeği etmen yapılarda tehlikenin boyutlarını da göz önüne koymaktadır. Maalesef ki bir ideale bağlananlar, çıkarını gözetmeden çalışanlar,  iki yüzlü yada deli olarak algılanmaktalar. İnsanların kalbinde iyilik yapmak, dürüst kazanarak çalışmak değil de maddi menfaat sağlama kaygısı yerleştirilmektedir. “Kar tutkusu” paranın iktidar sağladığı bir sürece sürüklenmiştir. İstenenler sıradanlaşmış, para ise araç statüsünden sıyrılarak amaç konumuna yüklenmiştir. Suç ve ceza oranındaki adaletsizlikler sosyal  dokuyu zedelemiş, aile kurumu parçalanma aşamasına getirilmiştir. Helal ve haram dairesi yerini getiri-götürü hesaplarına bırakmıştır. Besmele başlangıç cümlemiz olmaktan çıkmıştır.
 Türkiye’deki ceza evlerinin kontenjanı 60 bin kişidir. Oysa parçalanan dokusu sayesinde sokaklarda salınan kimsesiz çocuklarımızın sayısı 200 bin civarındadır. Birer potansiyel suçlu konumundaki bu insanlarımız yarının ciddi tehlikelerinden birini oluşturmaktadır. Halbuki bu 200 bin çocuğu “geleneksel devşirme” ile silahlı kuvvetlerimizin alt yapısına indirgesek hem profesyonel orduya geçişi sağlayabiliriz, hem de şimdiden geleceğe yönelik bir tedbir zincirinin de ilk halkasını oluştururuz.
 Bireysel yaşantımız amaçsız ve disiplinsiz olunca topyekün olarakta eğlence batağına akmaktayız. Bu ise bizleri tembellik, uyuşturucu ve alkol, fuhuş ortamına keyifli fakat bencil bir hayata yönlendirmektedir. Yaratılış kanunlarına ters olan bu yapılanma bizleri topyekün bir yok oluşa da sürüklemekte, insanlık bu girdabı savaşlarla çözmeye çalışırken dünya “uygar görünümlü, barbar insanların” dünyası olmaktadır. 
 Modern diye lanse edilen toplum ilk önce insanın asli unsuru  “kadının asli fonksiyonunun” ne olduğunu ortaya koymalıdır. Kadın tüketim toplumunun metası olmaktan kurtarılmalıdır. Kadının insan olarak zihni ve organik gelişiminin “annelik duygusuna” yönlendirilmesi gerekir. 
 Burada kalitetif bir anlayışla “eş” ve “anne” kavramlarının altının doldurulması gerekir. Hedef sağlıklı nesiller olacağına göre, sağlıklı gelecek için konsessüsünüz olmalı. Burada sorgulamadan edemiyorum, başörtüsü yasağının arkasında yatan düşünceyi.
 Otomobil sahibi olmayı, hayvan yetiştirmeyi ciddiye alan modern toplum gelecek nesillerin taşıyıcısı olan genç kızlara karşı aynı özeni ne zaman gösterecektir. 
 Acaba okullarımızda “potansiyel anne ve babaların” eğitilme süresine ne zaman ihtiyaç duyacağız? İdeal eş, ideal anne, ideal baba sürecini ne zaman başlatacağız? İdeal meslek erbabı kadar "ahlaklı meslek erbabı" odak noktamız olacak mı?
 Bir eğitim ihtilali ile okulları kuru kuruya diploma ve sertifika üreten üzüntü fabrikaları olmaktan çıkartıp, ahlaki, entelektüel, estetik, mesleki ve ölüm sonrasına dair duygulara cevap veren "vicdani müesseseler" haline getirmek zorunda değil miyiz?
 İşte benzeri tarzdaki bir sorgulama mekanizmasının işletilme zamanını yaşamaktayız. Sorularımız ne kadar içten olursa cevaplarımız da o kadar berrak olacaktır. Her insanilik iddiasındaki "beyin" Türkiye ve İnsanlık geleceği için üzerine düşeni yapmak durumundadır.
 Ben bir birey olarak bütün hissiyatımla kuyuya taş atmaktayım. Düşünce havuzunda bir damla olmaktır, niyazımız.

GLOBALİZASYON, BİREY, ve DEVLETİN BEKASI

Geleneksel toplum yapımızda istişareye önem vermek (danışmak), zorlamayı reddetmek, içtenlik ve merhamet zemini esas unsurumuzu oluşturmuştur. En büyük düşmanımız önyargı, en çok ihtiyaç duyduğumuz şey ise diyalogdur.

Baskıcı yaklaşımların insanı ahlaksızlaştırdığı, ikiyüzlülüğe, 
samimiyetsizliğe ittiğini vurgulamamız yerinde olur. Siyasi ve askeri otoritenin kültürel inanç sistemimizi göz önüne alması, geleceğimiz büyük önem taşımaktadır. Birey esas alınmadığı takdirde toplumsal huzurun bozulacağı sonucu kaçınılmazdır. Yalnızlaşan insan birbirinden kopuk bireylerin oluşturduğu kaosçu bir toplumu var edecektir.

İçinde bulunduğumuz savaş psikolojisi Türkiye'nin ve dünyanın büyük bir kültürel değişim sürecinde olduğunun da işaretlerini barındırmaktadır. 
Devlet fetişizmi, aşırı vatanseverlik bu psikolojik blokajda birtakım 
sendromların da ön habercisidir. İnsanın beş kutsalı, yani yaşam, mal, nesil, düşünce, inanç, ideolojik devlet anlayışıyla  kutuplaşmalarda en  fazla olumsuz etkiye tabi olan unsurlardır.

Özellikle "özgürlük korkusu" bireyselleşmenin önündeki en büyük engeldir. 
Adalet ve güven duygusuna ihtiyaç duyulurken totaliter anlayış, birtakım yüce idealler adına bireyin gelişiminin önüne set çekecek, nihayetinde toplumsal infiallerin de ortaya çıkmasına engel olamayacaktır.

Bugün dünya iklimlerine hakim olan anlayış, büyük bir güvensizlik ortamına mahkum olmuştur. Dünyanın gelişmiş ya da gelişmemiş tüm toplumları, oluşmuş ya da oluşturulmuş olan kaosun girdabında boğuşurken gelecek korkusu değişik 
nedenlerle tüm insanları içsel bir paniğe sevk etmektedir. "Korku" ya da "beklentilerin" çeşitliliği artırılmıştır.

Maalesef ki bu gidişat bir şekilde sivil bir çatışma döneminin de 
alametlerini taşımaktadır. Birey olarak ele aldığımız insan düşünme ve duyumsama özelliklerini taşıyan bir varlıktır. İnsan oğlunun gezegenin en üstün varlığı olmasının özelliği güçlü olduğundan değil; akıllı olduğundandır. Akıl ise "irade" sahibi olmayı gerektirir.  İnsan beyni kuru gerçekleri hipokampus bölümüyle kaydederken 
duygusal çeşniyi amigdal isimli hücreler grubuna kaydetmektedir. Yüz ifademizin şekillenmesine bu bölge yön verirken korku, öfke, heyecan; depresyon, neşe, sevinç gibi tüm kimyasal özelliklerin bir network mantığıyla burada kaydedildiğini de unutmamak gerekir.

Beyne gelen uyarıları talamus bölgesi süzgeçten geçirir, bu bilgiler oradan beyin kabuğuna gönderilir. Duygusal şartlanmalara bağlı olarak bazı bilgiler doğrudan amigdala gönderilir. Çocukluk dönemlerinden korkutularak yetiştirilmiş insanların beyinlerinde böyle refleksler oluşmaktadır. 
Sormadan düşünmeden itaat etmek konusunda duygusal şartlanmalar meydana  gelmektedir. ileri aşamada kölelik burada zemin bulur.

'Sorma, düşünme; itaat et' zihinsel şartlanması bilinçli bir eğitim ve 
öğretim metodolojisiyle çağımızın doğrusu olan 'sorgula, düşün, uygula' pratiğine yönelmesi gerekmektedir. 'Türk'e Türk'ten başka dost yoktur.'; 'Ya sev ya terk et' gibi yüklemeler tüm iyi niyetli çağrışımlarla donanmış olmasına rağmen realite bunun böyle olmadığını tüm tarihsel dokusuyla ortaya koymaktadır.

Önemli olan, özgüveni ve çevresine itimadı olan ve kültürel doğrularla donanmış olan birey, hamasetten kurtularak geleceğin dünyasını kurmak hususunda daha akılcı bir yol izleyecektir.

Günümüzde savaşlar artık cephelerde kazanılmamaktadır. Sıcak savaştan öteye psikolojik savaş taktikleri bundan sonraki dünyanın haritalanmasında önemli rol oynayacaktır.

Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi Türk toplumu olarak 
evlatlarımızı hangi ahlak ile yetiştireceğimizin adını koymamız gerekir. 
İnanca dayalı bir ahlak mı, geleneklere dayalı bir ahlak mı; ya da kurulu yapıların öngördüğü tek tip insan ahlakı mı?
Bu arada insan davranışlarını paranoid, obsesif, püriten, narsist; anti sosyal tavırlara karşı hangi güdülerle kontrol altına alacağız? 

Özellikle kabul görmüş ve yetkiyi eline almış yönetici kesimi bu tür davranış bozukluklarına sebep olan ortamlardan nasıluzaklaştıracağız. Aristo'nun, Sokrat'ın; Akşemseddin'in temsil ettiği akılcı ve duygusal gücü göz ardı ederek İskender'in ya da Fatih'in liderliğinin sonuçlarına toplumu hangi ortamda hazırlayacağız? Günümüz yönetim anlayışındaki parlamenter demokrasi tarzında gücünü halktan alan bir iradeye hangi verilere dayalı olarak değer aşılayacağız?

İnsanın yetişme aşamasındaki şiddete maruz kalmasının etkilerini yetişkin insan statüsünde gördüğümüzde ve bu kişiyi yönetici vasfına oturttuğumuzda; yani kavgacı bireysel ilişkilerin profilini çizdiği bireyi hangi unsurlarla yönetici vasfına koyacağız? Modern bilim stresli ortamlarda yetişen neslin büyüme hormonlarına verdiği zarardan dolayı kısa boylu insanların ortaya çıktığını söyler.

Günümüzün bilimsel ortamı sinir iletileri ve beyin kimyası ile dini ve ahlaki deneyimler arasındaki bağlantıyı bulmaya çalışırken hatta Profesör Andrew Newberg'in 'Tanrının beynin sabit bir parçası" olduğu'nu öne sürdüğünde biz hala pozitivist bir anlayışın körelimini mi yaşayacağız.

Moleküler biyoloji ve genetik bilimdeki ilerlemeler her türlü duygunun genler tarafından salgılanan enzimler tarafından yönlendirildiğini söyler. 
Sosyal bilimlerle uğraşanlar, dolayısıyla toplum mühendisleri genleri dikkate almak zorundadırlar. Filhakika küreselleşmenin tüm detayları tartışıldığı şu savaş ortamında psikolojik etkenlerin teknolojik etkenlerle bir arada tutulması gerekmektedir.

Toplumların zihinlerine şekil verme ve zevklerini biçimlendirme amacıyla kullanılan psikolojik savaş yöntemleri artık stratejik amaçlıdır; bir kültürel savaştır. Sovyet manifestosunun, hakim unsur olan Batı blokuna karşı direnişini yitirmesinde, yani sembolik değerlerle 'blueajean pantolon, ciklet"karşısında nasıl tarumar edildiğini de görmezden gelemeyiz.

Batı değerlerinin ekonomik ve askeri üstünlük için bütün dünyaya ihraç edilmesi aynı zamanda batıdaki sorunların da tüm dünyaya yayılmasına neden oldu. 
Bireysel mutluluklar bozulurken "küresel kaos" da başlamış oldu. Düşünen beyinler ise bu kültürler çatışmasında ister istemez 'tarihin sonu' gibi, "medeniyetler çatışması" gibi birtakım handikap düşüncelere yönelmek durumunda kaldılar.

İntiharların artması, yeni din arayışları, yıkıcı tarikatlerin ve satanizmin hızla yayılması; psikolojik savaş mağdurlarının durumu ister istemez bu kaosun en bariz göstergelerini oluşturmaktadır. Şu anda dünyada bir milyar üç yüz milyon insan açlık sınırındayken yani dünya nüfusunun % 20'si olan Batı toplumları dünya kaynaklarının %80'ini tüketirlerken bugün bu adaletsiz 
ve haksız tutumun küresel bir reflekse dönüşeceğini de göz önüne almak durumundayız. İsyan kapıdadır. Bu ise öfke topluluklarını çoğaltacaktır. Yakın zamanın gezi olaylarını bu açıdan değerlendirmeliyiz. Atın önündeki et ile itin önündeki ot öfke patlamasına gebedir.

Adaletli bir global düzene ihtiyaç vardır. Toplumsal barış ve bireysel 
mutluluğun sağlanması için aklı rehber aldığını söyleyen batı değerleri duygusal doğu değerlerinden ve doğu ahlakından yararlanma noktasına gitme yolunu arayacak mıdır? Bu uğurda doğu toplumları bunu gündeme taşıyacakmıdır. Cesur İslam alimlerine bu konuda büyük sorumluluklar düşmektedir. Bir İslam Unescosuna ne dersiniz? 

Güdümlü siyaset ortamları birtakım kirli ilişkilerin getirdiği ve yaşattığı vahşi kapitalizm realitesinin son marifeti olarak dünyayı bir 'Üçüncü Dünya Savaşı' arifesine getirdiği şu ortamda bilim dünyası ''Genom Projesi' ile evrenin sırları konusunda önemli adımlar atmaktadır. Yerimizi ve safımızı belirlemez isek ümmetin çocukları olarak çok dayak yemeye devam edeceğiz. Eğer kazasız belasız bu ortamları atlatır isek dünyanın geleceğini şu çerçevede görebiliriz:

1. İnternet değişik teknolojik buluşlarla daha da büyüyecek ve önem kazanacaktır. 3D teknolojileri ıskalanmaması gereken hedeflerdendir. Bu teknolojiye dayalı sinema ve internet oyunları çocuklarımızı şekillendirmede asli unsur olacaktır. 

2. Yeni enerji kaynakları yeni teknolojilerin belirlenmesinde esas unsuru oluşturacaktır.

3. Beden gücünün yerini mekanik makinalar alırken bilgisayarlar zihinsel çalışmaların yükünü azaltacaktır.

4. Bilgi teknolojisi dünyanın her yerine yayılacak, aletler küçülecek (hatta bedeninizin içinde taşıyabileceksiniz) Cyborg'lar oluşacaktır.

5. Bağımsız bir dünya kültürü oluşacak, ara kültür ve dillerden çoğu yok olacaktır. Bu kültür hakim zihniyetin etkisinde şekillenecektir.

6. Akıllı evler oluşturulacak, büro gökdelenler gereksizleşecektir. İnsanlar kırsal kesimlere, tatil yörelerine yerleşecek, elektronik rahatlık insanı evinden dışarı çıkaramayacak; bir nevi modern hapishaneler oluşacak, yeni bir yalnız yaşam türü oluşacaktır.

7. İnsan alabildiğine anti sosyal olacak, suçlarda artışlar oluşacaktır. Gettolar ile merkezler aynı şehrin iki ayrı dünyasını oluşturacaktır.

8. Klasik zekaya dayalı eski tip okul eğitimi yerine paketlenmiş eğitim sistemi uygulanacaktır. Bu yaşam boyu eğitim düşüncesini yaygınlaştırırken uzaktan eğitim modeli tüm dünyaya egemen  olacaktır. Formal eğitim ticaretin bir gereği olurken informal eğitim aynı zamanda bir kültür kuvveti olarak silahlı güçlerin uzantısı olacaktır.

9. Sanal ortamlar ve sanal gerçekler hayatın her alanına sahip olacaktır. 
İnsan tüketimleri (fizyolojik, biyolojik ve sosyal gereksinimler) daha endüstriyel formata dönüşecektir.

10. İnsanlar daha az bilecek; ancak bilgiye istediği anda ulaşabilecektir. 
Depolanmış bilgi kaynakları vasıtasıyla daha çok bilgiye ulaşacaklardır. Bilgi artık bir mal hükmünde olacaktır.

11. Bencilliğin yol açacağı kişisel çıkar tutkunluğu daha büyük toplumsal yaralara sebep olacaktır. Ayrıca bütün bunlar yaşanırken bir arayış modu olmak üzere din yükselen değerler arasında alternatif bir özellik taşıyacaktır. Sertifikalı inançlar kendi yıldızlarını yaratacaktır.

Bütün bu özellikler bireyin göz ardı edilmesinin geleceğin toplumsal 
dokusunun da tekrar olumsuzluklara gebe olacağının acı işaretlerini 
taşımaktadır.

İlla ki devletten ve toplumdan söz ediyor isek olması gereken şekil apaçık şu hali içermelidir. Bir devletin şekillenmesinde ilk etapta belirli bir kavmin ağırlıklı rol oynayacağı şüphesizdir. Ancak devletin akibeti bir ırka dayalı anlayış ile götürülemez. Bir felsefenin, ideali, doktrini, akılcı bir programı olmalıdır.

İktidarın ele geçirilmesi mutlak muktedir olmanın alameti değildir. Elbette ideal bir devlet fikrinin toplumda yer bulması için ırki özelliklere ihtiyaç duyulur. Ancak o toplumu oluşturan diğer katılıkcı mini toplulukların da duyarlılıklarının göz önünde bulundurulması gerekir. Günümüz insan aklı işte 
bu noktada muhalefeti olması açısından demokraside karar kılmıştır.

Devletin bir fiziki sınırı olduğu kadar aynı zamanda duygusal sınırları da söz konusudur. Belki arazi şartları ve coğrafi engeller, devletin sahibi olan topluluğun sayısı, teşebbüs ve hamle kabiliyeti etkin rol oynarken diğer komşu ülkelerin kriterleri de bu etkileşimde öne çıkar. Aidiyet duygusu vatandaşlığa dayanak teşkil eder.

Çeşitli cemaatlerin ve toplumsal katmanların taleplerini kolektif bir akla uyarlayamaz isek bu birlikteliğin bekası da bir süre sonra tartışılır hale gelecektir. Muhalif grupların birbirini çelmelemesi bir süre sonra genel toplumsal huzurun da bozulmasına sebep olacaktır. Kontrollü bir iç muhalefetin varlığı devletin gücünü zayıflatmayacak, aksine çok seslilik adına artıran bir işleve sahip olacaktır.

Devlet bu güç kaynaklarından istifade etmesini bilmelidir. Katılımcı bir sistem netliği belirlenmiş milli hedefler doğrultusunda ulusal çıkar politikalarıyla kendisine rota çizmeyi bilmelidir. Sosyal devrim bir toplulukta arzu, iştiyak ve hak talebinin doğmasıyla başlar. Ordu ve halk desteği aynı duyarlılıkta mutlak iktidarı oluşturur.

Devlet olmak ise kaçınılmaz bir şekilde ağır ve hantal bir statükoyu da beraberinde getirir. Devletin ilk kuruluş yıllarındaki törelerin muhafaza edilme arzusu modernize edilmez ise klasik bir devlet muhafazakarlığını geliştirecektir. Devletin üst yapısında oluşmuş olan bürokratik yapılanma ister istemez lüks ve konforun, israfa ve arpalıkları paylaşımı getirecektir. Bu kez açıkları kapatmak için yeni vergiler ve borçlanmalar devleti acz içine düşürecek, dışarıdan ve içeriden yükselen ciddi muhalif güçler devletin akıbetini sorgulayacaktır.

Devletleri insanların hayatına benzetmek gerekir. İşte burada birey her şeyiyle ön plana çıkmaktadır. Bireyin gelişimi ise dürüst ve cesur idarecilerin makro projelerle onun önünü açmasıyla olur.

Bir taraftan savaş gündemimizi oluştururken öte taraftan yakın vadedeki arap baharının yeni konjoktürel yalpalanmalara yol açacağı gerçeği bizim içinmilat olma gerçeğinden hala uzaklaştıramamıştır. Avrupa Birliği dahi son dönemdeki çırpınma ve küresel bankerlerin istidap refleksiyle farklı ve ani bir değişime yönelirken Türkiye'nin artık basiretsiz ve ferasetsiz politikalara 
tahammülünün kalmadığının da acı bir gerçeğini bugün derinliğine yaşıyoruz.

Hal böyleyken bu duyarsızlığın sorgulamasını da samimi olduğunu iddia eden insaf sahibi beyinlere havale ediyoruz.

İNSAN, EKONOMİK DEĞER VE İSTATİSTİK    

İnsan nedir? Türkiye devleti yaşanmışlıklarında ya da yakın tarih adı altındaki geçmişinde; sermaye birikiminin sınırlı olduğu ve normal yollarla çok uzun zaman alacak olan büyük ölçekli girişimlerin yaratılması sürecinin ancak devletten transfer edilecek fonlarla mümkün olacağı bir sistem bir toplum tanımını ortaya koymuştur. Bu ise oluşabilecek toplumda ahlaki reflekslerden uzak, "rant"tan istifade edecek yeni bir sınıfın ortaya çıkmasına sebep olmuştur.  

İlay-ı Kelimetullah davasından uzaklaştırılan toplumumuzun genel çatısı değişik eğilim ve yönlemlendimelerle özellikle son dönemlerde kimseleri tatmin etmeyen tanımsız manada milliyetçilik, dindarlık ve çağdaş insan temeline dayandırılmıştır. 

Mevcut kaos bu üç sınıfın çatışması prensibine dayalı olarak bireyi es geçmiştir. Milli irade atanmışlar ve seçilmişler arasında sıkışırken kolektif ruh anlayışı bireyin tanımlanmamasından dolayı topluma genel manada nüfuz etmemiştir. Bireyi hangi kültür ve ahlak ile ya da hangi normlarla ele alıp yetiştireceği noktasında toplum bir çelişkiye terk edilmiştir. 
Anne ya da baba olacak insanlar o anın heyecanıyla standartları icabı da anne karnındaki yavrunun psikolojisiyle uyarılırlarken doğum sonrası çocuğun şekillenebileceği terbiyenin tereddüdünü yaşamaktadırlar. Bir taraftan gelenekler bir taraftan dinsel öğeler bir taraftan milli strateji (kolonizasyon) nasıl bir insan tipinin ortaya çıkacağı noktasında büyük tenakuzlar resmeder. 
Haram helal, dini açıdan ifade edilirken seküler bakış açısı bunu iyi ya da kötü olarak betimlemektedir. Yalan söylemek, çalmak, aldatmak, iftira atmak, dedikodu yapmak gibi hayatın içerisinde yer alan kavramları hangi anlayışla çocuklara aktarmak durumundayız? Terbiye dediğimiz eğitimin en önemli unsuru olan etmeni hangi ahlaka göre tanımlamak durumundayız? 

Böylesi bir çocuk yetiştirme süreci ise bizi toplum olarak yetişen nesillerin normunda belirsizliklere itmektedir. Günümüzde modernlik, çağdaş olma, cesurluk ve özgürlük sembolleri altındaki insanlar uyuşturucu, fuhuş, kumar, alkol gibi hayatın gerçeklerinde belirsizlikler arenasını ortaya koyar. Dolayısıyla yönetimin bireye yönelik ortak akıl ve ortak vicdan ile yeni tanım belirlemesi gerekmektedir. 
Türk insanının genel dokusu hangi ilkelere göre belirlenecektir? Psikologlar genel insan davranışını bireye indirgediğinde empati kelimesini öne çıkarırlar. Kişinin kendini karşısındaki insanın yerine koyması... 

Psikoloji, sosyoloji, felsefe, mantık, teoloji, güzel sanatlar gibi bilim dalları kökenini insanda bulmaktadır. Oysa bu zamana kadarki genel insan tanımımız ekonomik değerlerle ve istatistiki rakamlarla ifade edilmiştir. Bu da bir emtia raporunun analizi şeklinde görülen bir varlık olarak vahşi kapitalizmin süzgecinde ruhsuz ve hedefsiz bir insan kitlesi ortaya koymuştur. Yani yöneticilerimizin birinci görevi öncelikli olarak insan kalitesini yükseltmektir. 

Sonuçta enflasyon ekonomik kriz gibi kavramlar kısa sürede bertaraf edilebilir.
Pekiyi bozulan insan dokumuzu hangi sermayeyle düzeltme yoluna gidebileceğiz?
Bu soru bizi özellikle yedi yüz yıl cihanşümul özellikler içeren Osmanlı’nın yapısını irdelememize sebebiyet verir. Osmanlı yönetim itibariyle monarşik özellikler göstermesine rağmen sosyal dokusunda halkın kendi örgütlenmesini yapmasına da müsaade etmiştir. Loncalar, vakıflar, tekkeler, medreseler sosyal dokuya nüfuz etmiş günümüzün bir nevi sivil toplum kuruluşlarıdır.

 O halde günümüz Türkiye’sinin bir sivilizasyon hareketiyle tabana yayılması gerekmektedir. Yani bir tarafta devlet dediğimiz merkezi yönetim diğer tarafta yerel yönetim, bir başka tarafta ise halkın örgütlendiği sivil toplum kuruluşları...
Bugünün Türkiye’sinin yalnızca İstanbul’undan yola çıkarak sosyal dokusuna baktığımızda tekstil egemen özelliğini hemen fark edebiliriz. Beylikdüzü’nden Tuzla’ya kadar olan yelpaze buram buram tekstildir. O halde tekstil sivil toplum dernekleriyle (İstanbul nüfusunun 2,5 milyonu direkt olarak tekstille iştigal etmektedir.) ilişkilerinin daha düzeyli olması gerekmektedir.
Halkla bütünleşme adına ve halkın nabzını tutmak için bu tür derneklerin yönetimle doğrudan teması sağlanmalıdır.
IMF’ye,Nato’ya, Dünya Bankasına, Washinton’a, bağlı kulaklar bir an için yükselen feryatları bir duyabilseler!
Temenni!
...
Ah Temenni!
...
“Bir kısım kendini değiştirmedikçe, Rab onları değiştirmez.”
Ya... da...
“Nasıl yaşarsınız öyle idare olursunuz.!”
Sahi devlet neydi?
Senin amcan, benim dayım, onun teyzesi!
Kim imza atıyorsa o!
Yani biz!
Yani önce biz; yani önce “ben” adam olmalıyım!

MATRUŞKA PARALEL EGEMENLİK    
Ülkelerin iç düzenlerinde toplumla devlet arasına giren örgütlenmelerden beklenen, devlet egemenliğine paralel bir egemenlik kurulmasıdır.
Ülkelerin iç düzenlerinde toplumla devlet arasına giren örgütlenmelerden beklenen, devlet egemenliğine paralel bir egemenlik kurulmasıdır. Paralel egemenlik demek, o ülkede yeni bir güç odagı olustururak, yeni ve etkili bir ortak yaratmak, erki anayasal sorumluluk tasımayanlara devretmek anlamını tasır. Vatandaslarda bu ikilemde büyük bir tenakuz yaşar. Kaos düzeninin filiz bulacağı ortam artık hazırdır.Yeni egemenlik, nüfuz alanı ile devletin egemenlik alanına galebe çalmaya başlar. Özgürlük gibi kutsal betimlemelerin arkasına sığınan emperyal güçler ulusalcılık gibi kavramlarında naif sıfat kazanmalarına yol açar.Milli bir kompleks toplumun tüm bireylerini etkisi altına alır.
Paralel yönetimin oluşturulma süreci, ülkeden ülkeye uygulamada küçük değişiklikler göstersede, ana program değişmiyor.İçine sızılan devlet bürokrasisinin de yardımıyla, yaygın bir “medyatik” ve “enteklektüel” yedek güç operasyonuyla, Amerikalılar’ın “manufacturing public perception” dedikleri “kamuoyunun algılama silsilesini üretme” sürecinde, aşamalar birbir geçilerek ülke insanları, aslında kendilerine benimsetilmiş olan düşünce ya da eylemleri, bizzat kendilerine aitmişçesine algılayıp- uygulamaya geçiyorlar.

Beyin temizleme, beyne yeni algılama düzeneği yerleştirme, örgütleme, kimlik oluşturma ve eyleme geçirme süreci birbirini takip eden  adımlarla gerçekleştiriliyor:

-Kamuoyu oluşturuculara (bizdeki adlandırmayla) aydınlara, yazarlara, bilim adamlarına- yönelik içerde ve dışarda masrafları karşılayarak, konferanslar, toplantılar düzenlemek. Katılımcılarla doğrudan ilişki içinde, ilgili ülke hakkında bilgi almak ve “düşünce” ve “örgülenme” özgürlüğü başlığı altında yeniden yapılanma düşüncesini kabul ettirmek.

-Alt örgütler yoksa, hemen Helsinki Nihai Senedi kapsamında Helsinki Yurttaşlar ve Ortak Zemin Merkezleri örgütlemek ve koşullar olgunlaştıkça, uzatan yönlendirilebilecek bir ilişkiler ağı altında insan hakları dernekleri ve benzeri örgütlenmelerin kurulması,

-Yeni propaganda aygıtlarının (radyo, gazete, dergi, televizyon, internet yayını) devreye sokulması. Bilimsel magazinsel içerikli, insan hakları ilkeleri üstüne sürdürülen yayınların yoğunlaştırılması. İnsan hakları ihlallerinin yaratılmasıyla sürecin hızlandırılması. Gerekiyorsa toplumsal şiddeti gezi olayları gibi aktivitelerle meşrulaştırmak, etkisinden duygusal ortam yaratmak.

-Casuslar yerine yayın muhabirleriyle yerinden bilgi elde etmek için yaygın bir yayıncı eğitim programının gerçekleştirilmesi,

-Bilimsel ve toplumsal konferansların çoğaltılması. Yerel vakıf ve “think tank” derneklerinin kurulması,( Genel manada yapılan bu değerlendirmelerden tamamen milli hassasiyet içinde kurulan, faaliyet gösteren yapılar asla kastımız dahilinde değildir. Ancak temkinli olmak adına ülkemizin geleceği için hassas olmamız gerektiğinin altına vurguda bulunmak istiyorum.)

-İşadamları derneklerinin, sendikaların kurulması, varolanların içine bilim danışmanlarıyla sızılması. Siyasi partilere eğitim programlarıyla, particilik dersleriyle yaklaşarak kadroların yönlendirilmesi gençliğin “düşünce özgürlüğü” ve “siyasi katılımcılık” propagandasıyla örgütlenmesi,

-Gizli ve yarı gizli istihbarat çalışmalarının azaltılması, buna karşılık medya muhabir ağıyla açık ve yaygın istihbarat toplanması, olanaklıysa Amerikan televizyonlarının yerli şubalerinden yayına geçilmesi, eksik-yanlış bilgilendirmeyle kitlelerin yönlendirilmesi, yerel medya ile eğitim-konferans-gezi düzenleyerek kalıcı bağlar oluşturulması, 

-Etniklik kışkırtıcılık: Etnik ayrılıkları güçlendirmek üzere kültür anımsatma programlarına başlanarak yerel toplantılardan uluslar arası toplantılara adam taşınması,  ulusal-bölgesel tarihin bütünleştirici özelliklerinin anımsanılarak, yerel tarih, yerel kültür araştırması adı altında en eskiye özlem yaratılması,

-Yanlış ve eksik bilgilendirme: Kitlelerin akıl denetimlerini ele geçirmek üzere yoğun propaganda ve yanlış bilgilendirmeyle tarihsel devlet kurumlarının ve etnik sürtüşmeleri önleyen geleneksel kurumların yıpratılması, toplumsal kimliği karıştırmak için tarihsel ve toplumsal gelişim gerçeklerini bozarak yeni kimlikli topluluklar oluşturulması. “Dinlerarası diyalog” “hoşgörü” gibi programlarla egemen devletin seküler yaklaşımı ile mevcut dindarlar arasında polemikler oluşturulması, çatışmalar yaratılması..    

-Yolsuzluk kampanyaları: Yerinden yönetim talepleri ile merkezi yönetim arasında ayrışmalar tesis edip, yolsuzluk olayları ile de topluma aşağılık duygusu yerleştirilip çaresizlik boyutunu yükseltmek.

-İktisadi ortamı denetleme: Para piyasalarının uluslar arası spekülatör ve tefecilere borç ekonomisinin gereği olarak açılması,

-Merkezi yönetime güvensizlik yaratımı: Kritik dönemlerde iktisadi bunalıma düşürülen sanayici ve üreticilerin konferans ve sempozyumlarla güvensizliklerinin artırımı,

-İşadamlarının örgütlenmesi:Serbest Pazar veya serbest ekonomi söylemlerinin işadamları örgütlenmeleriyle kamuoyuna maledilmesi,

-Ulusal sanayinin yıkımı: Ulusal iktisadın çökertilmesi için, ulusal sanayileşmenin ve enerji kaynaklarının yıkıma uğratılması...Çevreci akımların üzerinden ulusal madenciliğin, doğal yakıt üretim kaynaklarının ulusal egemenlik sınırlarının dışına çıkartılması,

-Orduları ulusal kimliğinden koparma: Ordunun profesyonelleştirilmesi, ordunun günlük siyasi konuların içine çekilmesi, orduyu halkın hassas olduğu konularda taraf kılmak,

-Silahlı gücünün zayıflatılması: Ulusal silah sanayini engelleyip, iktisadi bunalım bahane edilerek ordunun yenilenme alımlarının yapılmayışı, ulusal sınırların gevşetilmesi,

-İnanmış örgüt liderlerinin yetiştirilmesi:Yeni ultra liberal önderlerle yeni partilerin kurulması; parti programlarının kışkırtmaya yönelik içerikte olması,

-Ulusal bunalımlar yaratılarak,güven ortamının zedelenmesi:Sık sık iktisadi krizlerle bunalım aralarının azaltılması. Devletin gücünün gözüktüğü kaynakların yabancı sermayeye geçirilmesi.Yabancı sermayenin devletin imtiyazlı noktalarına yerleşmesi,

-Ulusal üretim birimlerinin ele geçirilmesi: Ağır sanayi, enerji, iletişim kurumlarının özelleştirme programlarıyla terki, büyük projelerin ihlali...

-Devlet yönetiminin kargaşayla ele geçirilmesi: Seçim darbesiyle egemen devletin ele geçirilmesi. Merkezi direniş durumunda kitle gösterileri düzenlenmesi. Etnik ya da mezhepsel kışkırtma ve çatışmaların körüklenmesi.

-Belediye hizmetlerinin yabancı şirketlere devri: Toplumsal hizmetlerin karlılık adına devri; su-elektrik gibi kentsel işletmelerin devri içinde düşünsel altyapının oluşturulması,

-Kültürel kaynaşmanın yıkımı:”Çok kültürlülük” propagandasıyla ortak kültürün batının değerlerine açık edilmesi. Batının dinsel kurumlarının ulusal egemenlikten pay talep etmesi.

-Federatif yapı için yasal düzenlemelerin alt yapısı hazırlanacak, bunun içinde şiddet olayları tertip edilerek gerekli ortam tesis olunacak; “dirty work” un bütün kuralları itina ile uygulanacaktır.

-Ülke içinde benzeri faaliyetler yürütülürken insan hakları gibi kavramlar dışarıdan empoze edilip uluslar arası kamuoyunun edinim şartlarından da istifade olunacaktır. 

-Etnik ve dinsel ayrışımların sermayesi ise parasal ve siyasal olarak müttefiklerden temin edilecektir. Küllenmiş tarihsel acılar, çatışmalar temcit pilavı misali halkın gündeminde taze tutulurken, halkın milli benliği yabancı kültür ve düzenine özenme eğilimleri kışkırtılır.

-İşin kaos boyutuna yakın komşu ülkeler çekilirken ülke yalnızlaştırılır. Yıllardır birlik ve beraberlik içinde yaşayan toplumlar önce ayrışır sonra da çatışır. 

SONUÇ: Batı kartellerinin eline geçmiş, enerji kaynakları, hertürden iç korunması kaldırılarak açık pazarlaştırılmış ve güvenliği Batı’nın ordularına terkedilmiş koloni halk! Ekonomisi yabancıların eline geçmiş, zayıflamış merkezi egemenliğiyle dış politikada karar yetkinliği bitmiş, dış dayatım kurallarına mahkum bir devlet, tarihsel ve kültürel egemenliğini yitirmiş, Batı’nın alt dereceli bir hizmetkarına dönüşmüş bir halk yığını...Azalmış olan yeryüzünün hammadde kaynaklarının  keyfiyetli paylaşımı için haklı-haksız gerekçelerle dünya nüfusunun azaltılması adına demokratik katliamlar tertiplemek…

NORMLARIN ÖNCÜLÜĞÜ VE ÖNCELİĞİ  

Bir atasözümüz der ki: “Bir adam yedisinde neyse, yetmişinde de odur.”  Yine Cizvit papazları der ki: “Çocuğunuzu yedi yaşına kadar bize teslim edin; sonrasında sizin olsun.” . Şu ana kadarki yazdıklarımızda  toplumu, insanlığı ve tarihi geniş bir perspektifte ele almamızın gerekliliğinin mesajlarını verdik! Aslında meselenin özü, bireydir. Tekil olarak insan; hatta bir ölçüde tüm 20. Yüzyıl ideolojilerinin açmazı da burada düğümlenmektedir. Herkes toplumu tarif etmeye kalkışmıştır. Toplumun nüvesi olan birey, göz ardı edilmiştir. Çağdaş insanlığın konsensüsü, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi dahi (niyeti öyle olmasına rağmen) yine toplumcu bir yaklaşım ortaya koymaktadır. 
Kavganın kökeninde aslında yaradılış, insanın kökeni, inancı veya felsefesi yatmaktadır. Tanrısalcı yaklaşım insanı bir kul olarak ele almakta, ödevler ve sorumluluklar yüklemekte; karşılığında ise dünya ve ahiret kavramlarıyla mutluluk ya da mutsuzluğa (cennet ve cehenneme) düçar kılmaktadır. Oysa Darwin’e dayalı düşüncenin ürünü olan manifestosu insanı sorumsuz kılmaktadır. Tabii bu arada hakim olan 20. Yüzyıl kültürünün kökenine temel teşkil eden Avrupa tarihini tüm açılımlarıyla görmek durumundayız. Örnek, bir Otuz Yıl Savaşları yalnızca Almanya’nın 24 milyon olan nüfusunu 4 milyona indirmiş; (O dönemde Osmanlı'nın başındaki Avcı Mehmet samur peşinde Edirne’nin derelerinde koşuşturmaktadır. Osmanlı’da içler acısı sonuna doğru pupa-yelken yol almaktadır.) Kral, derebeyi, din adamları üçgeninde bir kaos ortamı yaşanmıştır. O kaosun bugüne taşınan intikamı bir özlem uyandırmış, bu ise toplumsalcılığı ön plana çıkarmıştır. 
Empati denilen insanın bireyden toplum olmaya geçiş aşamasındaki köprü, bir inanca dayalı olmak zorundadır. Bu ise kendini karşısındakinin yerine koymak demektir. Kendinden sonraki aşama toplumsalcılığı doğuracaktır. İnsan toplumsalcılık aşamasına geçerken doğa, toplum, zaman ve ego dörtlüsüyle bir kıskaç altındadır. Toplumun kuralları ve yaşanan zaman içinde bulunulan ortam tek başına dış etkiyi oluştururken yaradılışa dair bir kavram olan ego, bambaşka bir görünüm ortaya koymaktadır. Yani laboratuara sokulamayacak kavramlar insanın ruhaniyeti, maneviyatı, moral değerleri insanın gerçek şeklini ortaya koymaktadır. 
İşte 20. Yüzyıl düşünürleri bu soyut kavramları pozitivist amaçlarla es geçmişler; dolayısıyla 20. yüzyıl kaosunu oluşturmuşlardır. Sonuçta insanın mutluluğuna dair olan topyekün arayış cinnete dayalı bir toplum yapılanmasını ortaya çıkarmıştır. 
Türkiye’nin yakın plan ve yakın tarih görüntüsündeki skalası şöyle belirlenebilir. Medeniyet yitirmiş bir toplumun şaşkınlığı, çareler arayan bir aydın açmazı, tamamen kimliksizliğin verdiği bir bedbinlik, güncel yaşamı etkisi altına almış genç Türkiye adeta felçli bir vücut haline dönüşmüştür. Bütün organlar mevcut;
ancak birbirleriyle ilişiksiz. 
Herkes iyi niyetli, çözüm önerileri ortaya koymakta; ancak körlerin fil tanımı gibi gerçekten uzak. Türkiye, sorunların çözümü noktasında adeta bir toplum mühendisliği mantığıyla nasıl bir birey yetiştirmek istediğinin kararını vermek durumundadır. Somut bir örnek olarak, Tekel’i vasıtasıyla sigara üreten, üretilmiş olan sigaraya da Sağlık Bakanlığı aracılığıyla “Sağlığa Zararlıdır” ibaresi bir çelişki mantığındadır. Bunu toplumun hemen tüm katmanlarına yaygınlaştırabiliriz. Çocuğu yetiştirirken önce aile içi hukuk olan anne babanın çapı, kültürü, vasfı belirgin rol oynamakta; hemen peşinden gelenek ve görenekler devreye girmekte, sonrasında toplumun denilen denizin girdaplarına çocuk terk edilmektedir. 
Bilimsel hiçbir veri burada aktif rol oynamamaktadır. Bir din olgusu var ki tanımı bir türlü yapılamamıştır. Bir Diyanet mantığındaki resmi din anlayışı, hurafelerden örülü başka bir din anlayışı, Türkiye’deki tarikatlerin ve cemaatlerin algılamasıyla kendini gösteren bir başka din anlayışı, ilahi mesajlara dayalı gerçek din anlayışı arasında hakikatleri arayan genç bir beyini düşünün. 
 Şöyle ya da böyle dinin normlarına ayak uyduran, ya da onu kabullenen genç beyin bu kez dış olguda laiklik kavramıyla karşılaşmaktadır. Hoşgörüye dayalı bir laiklik, hemen peşinden despotluğa varan laikçi bir tutum insanımızı sendeletmektedir. Yine ayrıca bu toplumun Alevi, Sünni gibi tarihsel kökenlere dayalı arayışları yine devreye girmekte, insanımız bir kez daha bocalamaktadır. Adeta herkes “sahibinin sesi” konumuna düşmektedir. Bu arada oryantalistleri, Tapınak şövalyeleri’ni, Armageddoncuları, Masonları ve bilumum komplocuları “dahili ve harici bedhahları” devreye koyduğumuzda yine kafalar karışmaktadır. 
Devreye girmesi gereken bilim maalesef üniversitelerin çatı altlarında kendine yer bile bulamamaktadır. Herkes bir şeylerin bezirganı konumundadır. Ayrıca ülkenin yaşadığı ekonomik ve sosyal dengesizlikler insanımızı ya kaderciliğe ya da isyana itmektedir. 
New York Times muhabiri John F. Burns’a göre Kürtler yüz yıllık hayallerini gerçekleştirerek bağımsız devletlerini çoktan kurdular. Saddam, Humeyni, Esed, Işid, Taliban gibi çıban mevzular ve Amerika kavramı arasında bocalayan Ortadoğu, bize “Misak-ı Milli”yi çoktan unutturmuş; adeta Türkler olarak Batı’ya çekilmeyi bir çözüm olarak göstermiştir. Başka bir gerçek daha yakın planda kapımızı çalmak üzere. Eğer son yüz yıl savaşlarının temelinde petrolün yattığı gerçeğini kabullenecek olursak bugün Orta Asya’nın Ortadoğu’ya alternatif yeni bir enerji merkezi olmasını bilmeliyiz. 
Rusya, Orta Asya’da atağa geçmek için yeterli imkan ve stratejiye sahip değil. Amerika’nın stratejisi ise çok açık. Bölgeye yeni boru hatları döşeyerek Rusya’yı devre dışı bırakıp Uzakdoğu’ya açılmak. Bu ise oraların insan dolgusu olan İslami kimlikler üzerinde yine birtakım hesapların yapılmasını zorunlu kılacaktır. Bir Türkmenistan doğalgazı belki de Afganistan’ın yasal işgalini gerektirecek On Bir Eylül’ü doğuran en önemli unsurdu. Ya da bölgenin bir Afgan eroini ile yoğun bakıma alınması... 
Her gün yaklaşık otuz bin kişinin susuzluktan öldüğü dünyamızda yepyeni hesaplar bir şekilde yavaş yavaş gündemimize girecektir. Petrol ve su bundan sonraki ilk yirmi yıla damgasını vuracak stratejik kavramlardır. ve diğer nükleer yakıtlar. Toryum için Küreciğe yerleşen müttefikimiz aynı zamanda elbette tüp bebeği İsraili kollamayı hesaplarken geleceği de ıskalamamanın derdindedir.   Dünyada cadı kazanı kaynamaya devam ederken Türkiye’nin hala “tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan” mantığındaki arayışları bu millete çok şey kaybettirmektedir. Zihniyet devinimi ve kültürel dönüşüm olmaz ise ha başkanlık sistemi ha başka şey; gerçeğimiz: Kölelik sistemi!
Şu anki sükunetimizi öncelikli olarak borçlu olduğumuz tekstil sektörü halkın geçimini bir süreliğine daha üstlenecektir. Gerek bavul ticareti yoluyla ve gerekse sınır ticareti yoluyla halkın bireysel olarak geçimini sağladığı bu sektörler birçok üst hesabın boşa çıkmasını da sağlayacaktır. Ancak yakın gelecek dört ayrı kıskaçta Türkiye’yi ciddi tehlikelere sürüklemektedir. 
Bunlardan birincisi ekolojik çevre kirlenmesi ve erozyon, ikincisi tarımda yetersizlik, üçüncüsü enerji açmazı ve son olarak su kaynaklarının yok olmasıdır. 
Bugünleri tekstilcilerin kişisel becerileriyle atlatan politikacılarımız, acaba yarınlara karşı nasıl bir hesap içindedirler. İhracatımızın 150 milyar dolar olduğu söyleniyor. İçindeki fatura dalaveresini geçecek olursak "kar marjını da" sorgulamalıyız. Etrafımızda oluşan savaş ekonomisinin getirileri ve kirli para trafiğinin getirileri milletimizin helal hükmündeki geliri olamaz. Kısa dönemli bu rahatlama bizim asıl rehavetimizin sebeplerindendir. Ayrıca adeta bir ver kurtul mantığıyla kendimizi AB kapılarına atmamız bir teslimiyetçiliği gerektirmeyecek mi? Kopenhag’ın, Maastricht’in kriterleri olur da Müslüman Türk’ün kriterleri olmaz mı?
Evlatlarımızı yetiştirirken nasıl bir terbiyeyle yoğuracağımızı bir taraftan ele alıp diğer taraftan ise insan hayatının sınırlı, insanlığın ise çok daha uzun sürelere ihtiyaç duyduğunu bilmeliyiz. 
Şu anda atalarımız diye nitelendirdiğimiz bir dönem yaşayan insanların bize bıraktıkları doğruların ve yanlışların birikimlerini yaşıyoruz. Bu şu demektir ki torunlarımız konumundaki yarının insanları bizlerin doğrularını ve yanlışlarını miras alacaklardır. 
O halde tarihsel misyonu olan Müslüman Türk’ün kriterlerine rücu etmemiz gerekmektedir. Varlığımız ve geleceğimiz buna bağlıdır. Bizi bu zamana kadar oyalayan ve uğruna kavga ettiğimiz tüm lüzumsuz kavramları iğdiş edip kendimize yol açabilecek yeni ufuklar belirlememiz gerekiyor. Artık vicdanı olan, insafı olan, aklı olan herkesin ortak menfaatler hususunda Türkiye için bir araya gelmesi gerekiyor. 
Bir kısım aklı evveller bilmiyorlar mı ki kendi şahsi menfaatleri için sattıkları bu ülkenin değerleri yok olduğunda onlar o menfaatleriyle hangi topraklarda, hangi bayrak altında yaşayacaklar? Efendileri bir süre sonra kendi emellerini gerçekleştirdiklerinde onları el üstünde mi tutacak? Filistin davası bunun açık bir ispatıdır. O halde çok ciddi bir muhasebenin yapılma zamanı gelmiştir. Ya bağımsız bir Türkiye ya da tarihin derinlikleri. Ayrıca unutmayalım mezarlıklar vazgeçilmezlerle doludur.

BİLMEK VE UYGULAMAK
Başarılı bir mimar, öğretmen, hekim, tekstilci olunabilir. Ancak unutulmamalıdır ki bu özellik, 'iyi insan' olmaya yeter bir özellik değildir. Mesleki başarı 'ideal insan'ı tek basma oluşturamaz- İnsanı asıl şekillendirmesi gereken laboratuara sokulamaz özellikleridir.
Yalan söylemek, hilekarlık, uyuşukluk, gıybet, dedikodu, iftira gibi 'kötülük' ifadelerinin sonucunu - etkilerini fen, hukuk, ya da diğer modem ürünler somutlayamaz. Eski site, ortaçağ, liberalizm, marksizm insanlara hayatlarını geliştirebilecek yöntemleri sunamadıkları için birer birer çöktüler. Özellikle toplum olarak da etkisini yoğun bir biçimde yaşadığımız liberalizm insanlara dar felsefi görüşü, gerçekliğin adi yönlerini sunduğu ve aklı yanılttığı için kuzeni Marksizmle birlikte son dönem insanlığını da hüsrana uğrattılar.
İçinde yalnızca aşk ve öfke unsuru taşıyan marksizm idealden öteye geçemedi. Çatışmaya dayalı muhteviyatı içeriğinde çok kompleks olan insan ruhuyla bir türlü uzlaşamadı. Oysa şahsi hayat ile sosyal hayatın prensipleri uzlaştığında bir yandan kişisel başarı diğer yandan gelişmiş toplum modeli ortaya çıkar. Bireyin ise kontrol mekanizmalarından öteye emniyete ihtiyacı vardır. Emniyet, yani güven ve adalet duygularının tesis edildiği ortam gelecek için duyulabilecek kaygıları da ortadan kaldıracaktır.
İnsan davranışları korkular ya da beklentiler üzerinde şekillenir. Bunun kılavuzu ise kolektif bir ahlakın ve hayat anlayışının uzlaşışında yer bulur. Kadın çocuğunu yetiştirebileceği gereken imkanlara kavuşmalı, bir baba ise evine ekmeğini getirebilmek için çalışabilmeli ve insanlar yine ortak bir akıl ile de var oluş sebeplerini inanç, gelenek, bilim süzgecinde şekillendirmelidir.
Halbuki insanlık Rönesans'tan beri 'medeniyet' meşalesini üstlenmiş olan batıcı bakış açısıyla merkeze salt ekonomiyi koyarak zekayı, imanı, bilimi, dini, aşkı ve matematiği 'bir tüketim paradoksu'nun içine yerleştirmiştir.
Hayat hakkındaki yaklaşık fikirler yalnızca organik özelliklerimize indirgenmiştir. Sonuçta oluşan kısır döngü, toplam bir 'cinnet insanı' tipi ortaya koymuş, bu ise özellikle yüzyılımızı 'felaketlerle iç içe' yaşamaya mahkum bırakmıştır. Bu kez laboratuarlar tekrar devreye girerek 'çözümsüzlüğe çözüm' üretme arayışına itilişlerdir. Entelektüeller ise acziyet içinde 'küresel' bir savunu ile modernitenin ve teknolojinin büyüsünde yeni yok oluşlara kılıflar aramaktadırlar.
Dünya merhamete dayalı yeni bir soluğa ihtiyaç duymaktadır.Çözümü ortak hayatta, insanların birbirlerinin hakkında aramak gerekir. Ortak hayatın şartları felsefi kavramlara göre değil, evrensel bilimin ışığındaki verilere göre değerlendirilmelidir. Ekonomi çıkışlı insan değil de 'bütün' olan insana yükleme yapmak gerekir. Bu ise fedakarlık ve devrim sürecine ihtiyaç duymaktadır.
İnsan tüketimlerinden olan alkolü bu çerçevede ele alabiliriz. Ekonominin ve endüstrinin bir gereği olan alkol, hayatın gerçeklerindendir. Oysa akıl, mantık, tüm bilimsel verilerle alkolün karşısındadır. Psikoloji, sosyoloji, mantık, felsefe, teoloji tüm verileriyle alkole karşı bütün itirazlarını ortaya koyarlarken 'global kaosçu düzen' alkolü hayatın gereklerinden biri haline getirmiştir.
Bütün bu gereksinimlerine rağmen alkolü ancak kuvvetli inanç ile pasifize edebiliriz. Bunun başlangıç noktası ise kendilerini çocuklarına adayabilecek kadın ve erkek (yani insan) tipini ihdas etmemiz gerekiyor. Bir bilişsel faaliyet olan din duygusunu bütün etmenleriyle devreye sokmak gerekmektedir. Dini bir kuvvetler ayrılığı karmaşasına sokmaksızın "insanın ruhsal ihtiyacı" kategorisinde görerek hayatta kurumsallaşmasını gerçekleştirmek gerekmektedir.
Sosyal hayatın bir büyük kurguda ve organizasyonda kavranması gerekmektedir. Bir zamanlar birlikte çalıştığımız, sıkıntılara birlikte göğüs gerdiğimiz ölüp gidenlerimiz de dahil olmak üzere tüm insanlık aleminin birer mensubu olduğumuzu 'aidiyet' duygusuyla algılamak zorundayız.
İdeal insanın 'insanlara faydalı olan' olduğunu ve 'güzel ahlak' ile bezenmiş, 'elinden, belinden, dilinden' zarar umulmayan insan olduğunun da tespitinde bulunmalıyız.
Doğa, toplum, zaman, iç benlik duvarlarıyla sıkıştırılmış insanın 'bir yeryüzü cenneti arayıcısı' olduğunu unutmayalım. Bilmeliyiz ki 'Adem' ne ise 'ben' oyum. Ancak kriterlerimiz farklıdır. Dedem, babam, ben ve oğlum sürecini aynı işlevde yaşayan insan, yarının toplumunu hazırlamak için bugünün gerçeğinde uzlaşma sağlaması gerekmektedir.
Torunlarının hesabını yapan anlayışın ise evladını yetiştirmede organize olması gerekiyor. Kendi az gelişmişliğiyle ruh dünyası kararmış insanların tüm insanlık için bir yük olduğunun da farkında olmamız gerekir.
Gelecek, bir ideal için bütün tehlikeleri göğüslemeleri gerekenlerin fedakarlıklarında saklıdır. Hiçbir şey yapmadan sürekli eğlence ve tüketim kıskacında ömür tüketen'yığınlar'a söylenecek sözümüz yok. Bilgelik emekli maaşlarına mahkum bırakılan hayatların eleştirilerinde saklı değildir. 
Tembelliklerimizi ve iştahlarımızın tatminlerini iptal zamanındayız. İnsanlık mesleğini yaşamak isteyenlere yol açıktır. Herkesin kendi hesabım vereceği gün ise çok yakındır.

YENİDEN BÜYÜK TÜRKİYE
'Hiç ummadığınız zengin semtlerde bile kuvay-i milliye örgütlenmeleri gerçekleşiyor.' Moralleniyosunuz biranda…Ulusal şuur ölmemiş, bu millet halen ayakya filan oluyosunuz…Ama kazın ayağının ısrarla perdeli ve paralel oluşu…’Hıımm’ diyosunuz…Yoksa bir bit yeniği durumu ile daha mı karşı karşıya geliyoruz? Peygambere hakaret bu insanlarında tüylerini diken diken etti mi? Kuvvacılıklarının manevi boyutunda Allah ve Resulu yer almakta mı? Laikçiliklerinin kamusal alanında din hala bir ritüel mi? İnanç derken İslamın amentüsümü, batı standartları mı? Cidden Vatan mı, başka uzuvların korkusu mu? Antiamerikancılıktan nasiplendiler mi? Emekli olunca erkekleşen birkısım paşaların durumu ne bu yapılanma içinde?..
Kuvva-i Milliyeci  bu adam ve kadınların çoğu yabancı sermayeli şirketlerde, üst veya orta düzey pozisyonlarda çalışan, kredi ile aldıkları klimalı son model arabalar kullanan, tatillerini ya yurtdışında ya da tatil köylerinde geçiren, bu ülkenin şanslı evlatları. Çözümün Anadolu’da olduğunu haykırıp kendi insanını kapıcılığa layık görenler… İnsanlarının inançlarını küçümseyenler, Şehitliğe evet Amma şehit analarının örtüsüne hayır diyenler… Karhaneci Beyaz’ın İmamlığında reformist İslama hasret duyanlar… 
Bugüne kadar politika ve ülke meseleleri ile de, 'bana dokunmayan yılan bin yaşasın' cümlesinden daha öte ve derin bir anlayışla ilgilendiklerini görmedim. Neymiş efendim 200.000 sokak çocuğu potansiyel suçluymuş… Alkol, fuhuş, kumar sokaklara taşmış… Türk aile hayatı dejenerasyon sürecinde imiş…Ensest ilişki denilen çirkeflik realitemiz olmuş. Bilumum seksüel sapıklar haklılık derdinde...  Bini bir paradan komplo teorileri efendiler bunlar… 
Bugüne kadar ülkedeki sorunları gözucu ile televizyon ekranlarından izleyen beyaz yakalı, beyaz Türkler kitlesi ; sorunun kapıya dayandığını görünce, hiç beklemediğiniz bir ruh haline bürünüyor. 
 Türkiye'nin beyaz yakalı burjuvazisi gittikçe 'Kürtleri', evini istila eden böcek olarak gören bir anlayışla 'faşistleşiyor'. “Kürtler” ise mukadderatlarını ısrarla kendilerini ve kadınlarını cahil bırakan çürümüş gelenekselliklerine itiraz yerine batının aymaz taşeronu kızıl, kominist ve illa ki “Allah’sız terör örgütünün himmetine terk etmişler. Varsın bu arada yıllardır secdeye durdukları batı, dünya kamuoyu nezdinde haçlı seferlerinin startını vermiş olsun. Dani(bozuk)markası paçavra zihniyetiyle Allah Resulune hakaret etsin, İsviçre bebek katilini bilboardlarıyla yüceltsin; Norveçte mantıksız katliamlar bize fatura edilmeye çalışılsın, Almanta, İngiltere ve Amerika her daim bizi dinlesin... biz mal beyanlarıyla gün tüketelim. Oynanan oyunların hesabını kim verecek pek merak ediyorum. Amaaan çok mu önemli; iktidar olup, muktedir olamayan dostları ya da iktidar hevesleri kursaklarında olanları  kongre ya da seçim heyecanları biraz daha oyalar…heyecan bir  basmış ki sormayın… Ergenekon, balyoz, şike, paralel operasyon üstüne operasyon…
'Faşiştleşme' kelimesini; bu kelime ile lekelenmeye çalışan vatanseverleri muaf tutarak kullanıyorum. 
'Faşistleşme'; vatanı 'senden' olmayandan arındırıp, tek renkleştirmenin tanımıdır; 
'Milliyetçilik' ise; vatanı bütün renkleri ile bütünleştirip, tek çatı altında toplamanın tanımı. Kültürel milliyetçilik! Diyoruz ki: bu ülkenin ortak paydasının genel adıdır Türklük… Mimar Sinan kadar Türk olabilmek…Tarihsel şemsiyemizin umum adı… İman ve ülkü kardeşliğinde ayrım yoktur. Nasıl ki domuzdan post gavurdan dost olmaz ise… Alman Almanlığından, Fransız Fransızlığından vazgeçtiği gün biz de vazgeçelim Türklüğümüzden. Mümkün mü? Ne önemi var canım; büyüğümüz ‘diyalog’ diyor da başka konularda ‘Dut yemiş bülbül’… Kardeşe beddualı gazap dolu sözler! Hani nerde kürsülerde Allah Resulu için dökülen gözyaşları? Neden meydanlara nehir olupta taşmayan sevda selimiz? Taş olmuş yüreklerimiz taş… İmam hatiplerimiz neden anlatmazlar Allah'ın dinini?
Böyle bir ortamda; Ülkede yakın zamana kadar binlerce şehit verilirken; 
Bünyesinde çalıştığı çok uluslu şirketler ülke ekonomisini adım adım ele geçirirken;
Hele ki Nato?
Birleşmiş Milletler, hangi konuda birleşmiş? 

Ülkedeki siyasi yapı hallaç pamuğu gibi atılırken seyretmekle yetinen ve burjuva hayatından zerre ödün vermeyen beyaz yakalılar ve kahredici boyutta ki yalakalar;  şehirdeki arazisinin 'Kürtler' tarafından istila edildiğini, annesinin çantasının kapkaç şebekelerinden birine kurban gidince tepki vermeye başlıyor. 
Ve bu tepki; 
'Vatana sahip çıkma' içgüdüsünden çok, 
'Malına sahip çıkma' içgüdüsü ile çok sağlıksız bir boyutta baş gösteriyor. Malına çıkma da Mortgage tehlikesinden bizar…
O kadar ki; Anadolu insanının köklerinde bulunan Milliyetçilik ve bu bayrağı taşıma iddiasında olan MHP gibi partileri bile solda bırakacak; faşizan bir 'Ari Türkiye' anlayışının tohumları bu süreçte ekilmeye başlanıyor. Ha bir de şu kamusal alan tartışmaları…Allah canınızı almaya salaklar güruhu…
Plazalardaki yemek masalarında; 'Bu adamlar iyice şımardı ve tepemize çıkmaya başladı, böyle giderse temizlemeden başka bir seçenek kalmayacak' diyenlerden tutun da; 
'Abi bu ordu niye uyuyor; yok mu bir gecede bu adamların elebaşlarını yok edecek güç bu adamlar da?'sorularını soranlara kadar bir çok beyaz yakalı yalaka ile karşılaşmaya başlıyorsunuz. 
Nedir bu kürt ve laz mafyası paradigması?
Anadolu'nun özünden kaynaklanan, toprak kökenli Milliyetçilik'e alternatif; Metropolitan merkezli, mal kökenli bir 'Ari Türkiye' faşizminin ilk filizleri boy gösteriyor. 
İstanbul sermayesinin üst katları Anglo-Sakson-Yahudi efendilerinin koordinasyonunda, Kuzey Irak merkezli aşiret sermayesi ile derin bağlar geliştirirken;(Bavul ticareti ağırlıklı toz-toprak ticaretini es geçin efendim…Laleli parazadelerimi…Af buyur… Yeni yetme zenginler?) 
Bu sermayenin alt katlarında istihdam edilip;beyinlerini emperyalizmin uç noktalarında hizmete sunmaları karşılığında ülke standardının kat be kat üstünde yaşam imkanları sunulan beyaz yakalı yönetici kitleler ise; plazalardan sitelerindeki evlerine kadar olan yol üzerinde artık gittikçe daha fazla huzursuzlanmaya başlıyorlar. 
Bir yandan daha modern bir hayata sahip olacağını zannedip AB'yi destekleyen; diğer taraftan; yaşam alanı çeteler tarafından tehdit edilmeye başladıkça, 'temizleyeceksin bunları bir gecede, rahat edeceksin' demeye başlayan, kafası hayli karışık bir garip vatandaş türü ile karşı karşıya kalmaya başlıyoruz. Metrosexsüalite bir nev’i lightmen’ i yeni idol olarak betimlerken İslamcı camianın ‘cılığı’ Ali Bulaç- Ahmet Hakan polemiğini salyaladı. Sahi ya hangisi daha kolpa?…Papuçlarımın münevverleri…Ya da Ankaranın taşları, gözlerimin yaşları…Şak şakçılar…
Burada ilginç olan bir nokta daha var...
Türkiye'nin plazalarında bu toprağın alışık olmadığı bir tür milliyetçilik serpiliyor ki; bu milliyetçilik Anadolu bozkırlarının, tarihten kaynaklanan, efsanelerinden entellektüellerine her şekilde donanımlı Milliyetçilik kültürünün 'vatan-toprak-millet' merkezli toparlayıcı özelliğini değil; 'malıma mülküme zarar veriyorlar, ele geçiriyorlar' tepkisinden beslenen, kaynağını Anadolu'dan değil, yabancı faşizan metinlerden alıp ezoterik imgelerle süslenen, 'temizlikçi-saflaştırıcı' bir özellik taşıyor. Omuzlarında yıldızlar; Altlarında koltuklar; 
Türkiye'de sermayeden toprağa, siyasetten kültüre bir çok alt ve üst yapı Millet'in elinden uluslar arası çetelerin eline geçerken; hedefte sokak soytarılarını  odaklayanlar, Türkiye Cumhuriyeti'nin gördüğü en kapsamlı ihanet sürecini izleyenler ise; çocuklarımızın vebalini üstünde taşıyor. Gelecek bu vebalin altında hepimizi ezer dostlar. Cidden endişelerimiz derinleşmeye başladı. Bizim bu münevver duruşumuza karşın sizlerin desteği ise yalnız olmadığımız duygumuzu pekiştirecektir.
Destek mi?
Pardon yaa…Unuttum bi anda…Soru-yorum: Sizler Nasrettin Hoca’nın mı, yoksa Nasrettin Hoca’yı Timur karşısında yalnız bırakanların mı çocuklarısınız?
Hade bakalım bu satırlar ne kadar titretti yüreğinizi? Biz ki dans ettik yine kelimelerle…Siz yoksa ekran karşısında obezleşerek  dans edenlerden misiniz?
UNUTMAYALIM
İnsanlık tarihi; husumet ve bu husumete bağlı sonu gelmez çatışmaların, kanlı savaşların yaşandığı acı dolu sayfalardan ibarettir. Bu savaş bir nevi; iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, hak ile batılın arasında cereyan ede gelmiştir. Zalim ve mazlum kavramlarını ortaya çıkarmıştır savaşlar ki; galip ile mağlubun dışında!
Biz Türklerin İslam dairesine girdikten sonra batılının bizlere uyguladığı Haçlı Seferlerini unutmamız mümkün değildir. Her ne kadar günümüzde diyalog ve hoşgörü kavramları yerli yersiz, uluorta kullanılmaya başlandıysa da tarih bizlere karşı uygulanan zalimce sahifelerden ibarettir. Enson yitirdiğimiz devlet-i Osmaninin akıbeti ise ortadadır. Cumhuriyet tarihimiz ise batılının entrikaları ile kapkaranlıktır.
2. Dünya Savaşından sonra kapitalist ve komünist dünya arasında danışıklı oynanan soğuk savaş oyunları bittiğinde, dünya hükümranı olarak bir başına kalakalan kapitalist zihniyet, kendisine bu kez hasım olarak eskimeyen düşmanını yepyeni bir şekilde dünya kamuoyuna ve pazarına sunarak azılı düşman ilan etmiştir.
11 Eylül kurmacası ile bu oyunun startı verilmiştir.
Arkasından, yıllarca Kominist Rusların işgaline karşı destansı mücadele gösteren Afganistan fiilen bu kez batılı şer odaklarının ağabeyi tarafından haksızca talan edilmiştir.
Irak üzerinden fiili ve kültürel olarak Arap coğrafyası… Arap Baharı adı altında romantik bir tezgahtır aslında!
Suriye halkı kanlı iç savaş trajedisini hala yaşamaktadır.
Türkiyem üzerinden oynanan oyunun oyuncusu Komünist bir terör örgütü olan PKK ya ise Kürdistan hayali üzerinden bir başka böl-parçala-yut senaryosu uygulanmaktadır.
Arakan’da hunharca yakılan Müslümanların sızısı Batılının fast-food köfte kokularından AVM koridorlarında ılımlı İslama konuçlanan bizlere ise ulaşamamaktadır. 
Sokak yaşamlarımızda; dinimizde ve geleneğimizde olmayan kavramlar boy göstermektedir; Ensest ilişki, homoluk, lezbiyenlik, zina, çocuk pornosu, alkol, faiz, uyuşturucu…Dedikodu, gıybet, iftira, yalan söylemek günah kabilinden değil sanki… Sokaklar dolusu ahlaksızlık terörü ile de günbegün vurulmaktayız. Her günah bir başka günahın tetikçisi...Çürümenin eşiğindeyiz!
“Oku” ile başlayan bir dinin müdavimlerinin hayatında kitap okumak insan ihtiyaç sıralamasında 235. sırada! 
Batılının şer güçlerinin markalarınca hem ahlaken, hem iktisaden kuşatılmışız; birbirimizle dalaşmaktan fırsat bulup da bütün bu gerçekleri görmezden gelerek!
Batılı şer güçler yeni düşmanını belirledi: İSLAM! Yani Bizler!
Biz İslam mensubu kavimlerinde düşmanları ortada! Yani Bizler! Onlar dışarıdan, biz içerden birbirimizi kemirmekteyiz, tarihten ibret almadan!
Müslümanlar laboratuarlara, kütüphanelere girmeli artık!
“Müminler Kardeştir” düsturuyla asırlardır coğrafyaları şekillendirmedik mi? Nedir bu kavmiyetçilik hastalığı? 
Batı yalnızca bize düşman değil ki? İnsani olan bütün değerlerin düşmanıdır. Batılının günümüzdeki değerleri yeryüzünü talan etmedi mi? İki koca cihan harbine ne demeli? Teknoloji ile kendi ihtirasını biçimlendiren batılının bu batıl tavrı kendi insanlarını bile mutsuz kılmakta. New York’taki evsizlerin hali neden içini sızlatmaz şer güçlerin? “Yeni Dünya Düzeni” eskimeyen şeytani bir aldatmaca değil midir? Ya bu zalimin çizmesi altında onursuzca yalnızca sızlanarak yok olmayı bekleyeceğiz ya da yeniden İslam Medeniyetini ihya edeceğiz. İnanın İslam’ın şefkat eline Bolivya’nın, Şili’nin, Fransız’ın da çocuklarının ihtiyacı var! Bir cinnet çılgınlığındaki batıyı durdurmanın tek çaresi Medeniyetimizin dirilişini gerçekleştirmektir. Bunun yolu ise artık çocuklarımıza kendi kültürel kodlarımızı yüklemlemekten geçer. 
İLİM ile donanıp, KÜLTÜR ile içselleşip, SANAT ile tezahür,EDEBİYAT ile ifade etmeliyiz ki, İSLAM AHLAKI ile de EVRENSEL İNSANİ DEĞERLERİ insanlığın gündemine alabilelim.
Kürt kardeşlerim!
“Kürt sorunu” dediğiniz, Türkiye’nin olduğu kadar “Kürtler” adına konuşan birilerinin de sorunudur. “Kürtler”in her türlü insani hak arayışlarının yanında olduğumuzu deklare ederek diyoruz ki; BİZ BİRİZ! Ancak kendimize de soralım;  ne zaman ki bize öğretilen hissiyat ile ve bilgi ile 21. yüzyılda yaşadığımız bizlere unutturulmaktadır. Bir ortaçağ skolastizmi kürt kardeşlerimizin boyunduruğu olmuştur. Artık sorma zamanı gelmedi mi; Ne zaman ahlaken savunmaları mümkün olmayan önderlere ya da örgütlere bel bağlamaktan vazgeçeceksiniz? Türk hükümetlerinin “resmi tarihi”nden yakınırken, PKK ve uzantılarının söylemlerine teslim olmaktan geri duracaksınız? Ne zaman bizzat kendi aydınları tarafından ihmal edilmiş budunlarının acısını “Yeni Dünya Düzeni”nde var olabilmek için petrolsüz, doğalgazsız çabalayan kan kardeşleri Türklerden çıkarmaktan vazgeçeceksiniz? Bütün bunlar bir süreç meselesidir, gayret meselesidir. Bunu çözüm süreci olarak mı göreceğiz, çözülme süreci mi?
Berdel, aşiret, kan davası, toprak ağalığı gibi köhne yapıların çözümü anadilde eğitim hakkı kadar öncelikli değil midir?
Kürt sorunu deyip duruyoruz. Türkiye’de nitelikli “eğitim sorunu” bahsedilen terör meselesinden çok daha tehlikeli bir sorundur. Biz ilkokul seviyesindeki soruların içinden çıkamayan üniversite mezunlarımızla geleceği nasıl kurgulayacağız, bunu sorgulayalım! Bu çocuklarımız, batının kültür değerleriyle yetiştirdiğimiz çocuklarımız Güneydoğu da dahil olmak üzere, hangi sorunla baş edecekler? Hangi milli ve evrensel reflekslere sahip olabilecekler ki? 
Türkiye’nin bir de 2023 hedefleri var. 2053, 2071! Evet… 2 trilyon dolarlık milli gelir öngörülüyor. Bunlar bizzat sayın Hükümet erkanı tarafından dillendirilen fevkalade sevindirici hedefler. Velâkin, ulaşılabilir olmaları için işgücünün istihdam edilebilir nitelikte olması şart. Oysa, eğitim sistemimizin nitelik ve nicelik olarak ne denli yetersiz olduğunu sağır sultan duydu. Melbourne Enstitüsü’nün 2012 raporu Türk yükseköğretim sistemini 50 ülkelik listesinde 46. sıraya koydu. İran bile bizden daha iyi durumda. Gençlerimiz hedeflediğimiz ligde rekabet edebilecek donanıma haiz değil. Astronomisiz kozmoloji, matematiksiz teknoloji, biyolojisiz çevrecilik, fiziksiz, kimyasız eskatologya, notasız müzik, tarihsiz siyaset… 21. yüzyılın “Türkiş” ütopyası. Barbyler, Bentenler, Spidermanler ve Mickey Mauslarla yetişen nesil! Ve bu uğurda dışarıya pompaladığımız yetim hakkı dövizlerimiz… Aklımızı başımıza toplamazsak terör filan değil, entel görünümlü cehaletimiz dağıtacak bizi! Dağılan bilyelerden son yuvarlakta siz olacaksınız kardeşlerim.
Biz ortak yönlerimizi payda yapalım. Bu coğrafya dış dünya tarafından Müslüman Türk olarak bilinmektedir. Yurt dışına çıktığınızda bu ülkenin ateistide olsanız vasfınız Müslümandır. Çingene de olsanız, kürtte olsanız, çerkezde olsanız siz Türk vatandaşısınız. Bu coğrafyanın markası Müslüman Türk’tür. Birilerinin egosu tatmin olsun diye de 2000 yıllık Türk tarihini neden es geçelim ki ayrıca. Eğer "kürtçülük" ayrı bir alternatif olarak sunuluyorsa bü toprakların diğer insanlarını da çok daha fazla haklı gerekçelerle "Türkçülüğe" yönlendiririz ki; işte bu kardeşi kardeşe kırdırma mayasının tutması demektir.  
Bölünmek değil birleşmek kaderimiz olmalıdır. “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılmadıkça, parçalanırsınız!” diyen rabbimize kulak verelim. Birliğimiz dirliğimizdir prensibini unutmayalım!
Evet, yeni kurulan devletimizin cumhuriyet hükümetleri çok büyük hatalar yaptılar. Jandarmanın dipçiği yalnızca sizin ensenize inmedi. Hepimiz zulümlerden nasiplendik. Bizim sonu gelmeyecek kavgamız kimin işine gelebilir ki, bir baksanıza! Bizler evlatlarımızı yitirirken kimlerin kurşunlarını sıkmaktayız birbirimize? Ve asla sizin sesiniz olamaz batılının taşeronu olan bir terör örgütü! Mezarlarımıza bir bakalım, yan yana yatmıyor mu ecdadımız? Aynı türkülerle büyümedik mi? Aynı sokaklarda kirletmiyor mu çocuklarımız kıyafetlerini? Aynı okul sıralarında çürütmüyorlar mı dirseklerini!
Açılım diyorlar!
Açılalım; birbirimiz olduğumuzu söyleyelim birbirimize!
Hangi Akil adam söyleyecekse söylesin artık; “Müminler kardeştir!”
Musalladan sonra nereyi yurt edineceğiz dostlar!
Rabbimiz bizi ayrı ayrı yurtlara yerleştirmeyecek; Türkler şuraya, kürtler buraya!
Ya cennetliğiz, ya cehennem!
Ya iyiyiz ya da kötü aslında!
Bir kavga vereceksek eğer, cehalete, yoksulluğa ve zulme karşı verelim; hep beraber! 
Uranyum, toryum, bor, demir, çinko, altın, manganez, poliüretan, bakır, kurşun, gümüş, molibden gibi kıymetli maden cevher yatakları BÜYÜK DESTAN KAHRAMANI Battal Gazimizin memleketi Malatya’mızın KULUNCAK ilçe sınırlarındaki mevcudiyeti ile, rezerv olarak ÜLKEMİZİN geleceğine umut vaad etmektedir. 
Hele ki toryum… Dünya rezervinin %78’i Kuluncak’ta…%8’ide Manisa Edes’de. Zararsız radyasyona haiz nükleer enerji kaynağı yani. Bir çuvalı ile bir şehrin tüm enerji ihtiyacını karşılayabilirsiniz.
İşte bu bölgede konuşlandı Amerika’nın füzesavarları. Ya da Kuluncağın önemini örtbas eden dikkatsavarlar!
Ki Kuluncak New Age Akil Adamlarımızın gaflet, delalet ya da ihanet içerisinde olarak biçimlendirecekleri Kürdistan sınırları içerisinde. Yani şimdilik gayri resmi başkenti Amed olan, Kürdistan’ın! İnanmayan Googleearht’ın map ine bakıversin!
Bölgenin efsanesi ise yaşadığı çağda, çağının en büyük küresel gücüne kök söktürmekte mahir idi; Bizans’a… Battal Gazi! Eskişehir’de kıyameti bekleyen büyük mümtaz şahsiyet!
Osmanlının yedi düvelle boğuşup, can çekiştiği günlerde Anadolu’nun bağrına Bağdat demiryolu döşenmiştir, Alamanlar tarafından. Biz tezek yakaduralım en büyük enerji kaynağı olarak, o günlerde; Osmanlımızın topraklarından olan Arapların yaşadığı bölgeye “neft” seferleri düzenlenmektedir “gavurlarca!”: Petrol! Şimdilerde kazık yiyerek ithal ettiğimiz doğalgaz enerji ihtiyacımızı daha ne kadar karşılar?
Arap yöneticiler İngiliz’le işbirliği yaparken Anadolu’nun Bir milyon evladı Peygamber kucağı Medine’ye Serpuşlu çizmesi değmesin diye şehid olmuştu, kızgın çöllerde!: “Burası Muştur, yolu yokuştur” Türküsünde gidip te gelmeyenler acep kimlerdir? Aynen “hey onbeşli, onbeşli” isimli Tokat türküsündeki onbeş yaş ortalamasındaki gibi…Mersin, Sivas, Balıkesir, İstanbul liselerinin mezuniyet veremediği o günlerdeki gibi! Şimdinin lise mezuniyet törenlerindeki reşit dahi olmayan çocuklarımıza boca edilen içkili fuhuş partileri ise başka bir mevzuu!
Ne diyordu Filistinli Bakan; “Osmanlıya ihanetimizin bedelini ödüyoruz!” O Filistin’deki çocuklar ise zalim İsrail yönetimini şeytan taşlar misali taşlarken, nasır tutmuş minicik elleri dedelerinden miras aldıkları baldıran şarabının etkisi ile bölgelerinden çıkan petrolden elde edilen naylondan çiçeklere dahi o kadar uzaktılar ki… Naylondan sevgilere ise bir o kadar aşina!
Kimse soramadı PKK ya! Onların ihanet içindeki eli kanlı komünist, ahlaksız ve Allahsız yöneticilerine; Ya hu görmüyor musunuz Kürt halkının içine çekildiği berdel, kan davası, cehalet ve hatta ensest tuzağı? 
Yozlaşma bütün Ümmet-i Muhammed’in sorunu değil mi? 25 milyon nüfusumuz 12 yaş altındaki çocuklarımızdan ibaretken çocuklarımıza yönelik bir informal eğitim sistemimiz var mı? 
Düşman aynı değil mi? Bütün Evlad-ı Fatihan toprakları işgal altında değil mi, şirkin kültür değerleri ile!
Ana dilde eğitim mi? Geçiniz Kürtçeyi… Ortalıkta Türkçe mi kaldı? Dilimize de, dinimize de PEPE değil miyiz?
Müslüman Mücahit Afganlı kardeşim dünya eroin üretiminin %94’ünü bir başına üstlenirken öğrenci anlamındaki “Taliban” kimin öğrencisi?
100 dolarlık eroin Afgan dağlarından yola çıkınca, Pakistan’da 7000$…
Şeriatçi İran’da, 12.000$,
Çağdaş, laik Türkiyem’de ise 22.000$! Ya da kısaca 40.000 vatan evladı! Ya da kısaca PKK! Ardından da gelsin silah sektörü, ilaç sektörü!
Peki ya toplamda 150 milyar $ olan 76 milyon nüfusumuzun ihracat rakamına ne demeli? Kar marjı ise % 4! Yani 6 milyar dolar ile geçinmekte, 76 milyonluk nüfus! Mevcut borcumuzdan bahsetmeyelim, IMF ye borcumuzu kapattığımız şu günlerde.
Apple’nin 500 milyar $, Microsoft’un 250, Google’nin 150, Face’nin 100 ve Twitter’in 12 milyar$ olan büyüklüklerinden bahsetmenin ne gereği var şimdi?
“Kültür Ekonomisi” desem siz el hafifliği ile bereketten mi bahsedeceksiniz?
Peki, sizce; Arz-ı mevud uzantısından haberdar mıdır genişletilmiş Ortadoğu projesinin sevdalıları? 
Gelin bu kez hep beraber arayalım, Battal Gazi’yi! O Bizans’a kafa tutan yiğit adamı!
Ya da;
China malı seccadelerimizde kıldığımız namazlarımızda Allah’tan yardım isteyelim, “Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez” ilahi buyruğuna rağmen! Ki; “Onlar kıldıkları namazlardan gafildirler!”
KALDIR KAFANI TÜRKİYE

Başta Amerika olmak üzere dünya siyasetinde ve ekonomisinde merkez olan Batı, dünya üzerindeki egemenlik alanlarını yavaş yavaş kaybetmektedir. Teknoloji alanında bir dev olan Amerika'nın ekonomik üstünlüğü acık bir şekilde tehdit altındadır.

1950'li-1960'li yıllarda dünya gayrisafi milli hasılatının tek basına % 55'ini üreten Amerika bugün bu hasılatının ancak %23;'lerini üretmekte ve bu pay her geçen gün daralmaktadır. Bunun ana sebepleri arasında iktisat teorilerini de şaşırtan bir şekilde Çin merkezli ucuz emeğin teknoloji merkezli Amerikan ekonomisini tehdit etmesi ve dünya pazarlarını ele geçirmesidir. Bugün Amerika'da bir isçinin ortalama saat ücreti 15$ civarında iken Çin’de bir isçinin ortalama saat ücreti 45 Amerikan senti civarındadır. Aradaki farkı siz düşünün. Bu durum CIA raporlarında da belirtildiği gibi Amerikan egemenliğine çok büyük bir tehdittir. Amerikan ekonomistleri ve siyaset bilimcileri tarafından yapılan analizlere göre önümüzdeki 15 yıl içerisinde Çin, Amerika’yı ekonomik olarak geçecek ve daha sonraki 10 yıl içerisinde dünya siyasetinde belirgin bir güç olacaktır.

 Amerikan üstünlüğüne tehdit oluşturan öteki iki gelişmeden birisi Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra çok büyük bir sarsıntı yasayan Rusya'nın Putin önderliğinde kendini toparlaması ve basta Asya olmak üzere dünya politikasında güç ve denge oluşturabilmek için acılımlar yaratabilmesidir. Rusya’nın yaşadığı birçok probleme karsın elinde bulundurduğu ve dünya politikalarında açabileceği bir kaç kartı bulunmaktadır. Bunların başında sahip olduğu doğal gaz ve petrol rezervleri, üstün teknolojiye dayalı silah üretimi ve bakir iç pazarı. (Biz Laleliyi ıskalayıp duralım) Sovyetlerin dağılmasından sonra dünya gücünden bölgesel bir güç olmaya düsen Rusya kendisini toparlamaktadır.

Amerikan üstünlüğüne tehdit olan son unsur ise Avrupa devletlerinin bir araya gelip oluşturduğu ortak pazar ve serbest dolaşım düşüncesi etrafında oluşturulmaya çalışılan Avrupa Birliği’dir. AB her şeyden önce ekonomik bir güçtür ve içinde birçok handikaplar taşımasına rağmen dünya politikalarında önemli bir şekilde rol oynamak için oluşturulmuş bir mekanizmadır.
 Dünya politikasında ve ekonomisinde ABD hegemonyasını tek başına kıramayacak olan ülkeler basta kendi bölgeleri olmak üzere çeşitli alanlarda işbirliğine gitmektedirler. Buna örnek olarak askeri alanda büyük bir güç olan Rusya'nın dünya ekonomisinde dev olan Çin ile  askeri, siyasi ve ekonomik alanlarda geliştirdiği işbirliği projeleridir. Asya'da oluşan bu yapılanmaya bu aralar Asya'nın parlayan yeni yıldızı Hindistan'ın da dahil olabileceği ihtimali belirmektedir.
 Kendi içerisindeki kuruluş ve yapılanma sorunlarını asmaya çalışan Avrupa Birliği ise bir zamanlar düşman gördüğü Çin-Rusya merkezli yapılanmaya hızla yaklaşmakta bu yakınlık Birleşmiş Milletler toplantılarında kendisini açığa çıkartmaktadır.

Kısaca özetlemek gerekirse, dünya politikalarında çok güçlü bir değişiklik meydana gelmekte ve bu değişim çok büyük sarsıntılar ve boşluklar ortaya çıkartmaktadır.

Gücü ne olursa olsun hegemon devletler de insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler. Geçmişte birçok hegemon devlet bunu ispatlamıştır. Amerika’nın en büyük handikap’ı acık dolar basma üzerine kurduğu imparatorluk, doyum noktasına ulaşmış iç pazarı, tüketim malları üretiminde kaybettiği pazar, çürümüş ve deforme olmuş sosyolojik iç yapısı ve dünya siyasetindeki 'arrogant' yani kibirli ve küstah durusudur.
 Girdiği periyodu çok iyi kavrayan Amerika uzun bir zamandır planladığı stratejiyi George Bush'un hemen iktidara gelmesinden sonra meydana getirdiği 11 Eylül olayıyla birlikte sahneye koymuştur:Obama'yla devam edegelen Evangelik şablonlarla dünya genelinde askeri üstler açıp militarist bir güç olmak ve ekonomik büyümenin en önemli motoru olan petrolü ve gazı kontrol etmek.Evet petrolü ve gazı kontrol eden dünya ekonomisini de kontrol edecektir.Savaş güç savaşıdır.Mevcut güçle gelen güç arasındaki yer değiştirme her zaman çatışmalı ve kanlı olmuştur.Bu bağlamda, Amerika mevcut güçtür, Çin ise olası gelen güç.... Her halükarda ise kurban İslam coğrafyasıdır. Dünya nimetlerinin %80; ine sahip olan Müslümanlar bu nimetlerin ancak % 10 undan istifade edebilmektedirler. Türkiye’nin komşularıyla ticaretinin mevcut ticaretinin ancak %5 ini kapsaması gibi… Amerikanı’nda, Avrupanın’da, Çininde, Rusya’nın da ortak düşmanı İslam’dır… Hatta İslam dünyasının da ortak düşmanı; İslam’dır. Çünkü İslam dünyasına hükmeden egemenler mutlak egemenlerin sadık birer kölesidirler.
Ve kirlenmiş beyinler sayesinde bu acı gerçeği fark eden o kadar az insan var ki…
Sanki vahyin ilk indiği günleri yaşıyoruz.
 Bir yanda Bizans, öte de Pers sultası…
 Bir de Mekke’nin müşrikleri… Hani kendilerini İbrahim’in dininin hamisi sayanlar… Putları kendilerine aracı kılanlar… Heva ve heveslerini rab edinenler de cabası…

Cidden tarih tekerrürmüş dostlar.

KÜRESEL HESAPLAR
Dünya ciddi anlamda henüz tanımı yapılmamış “küresel” tabirinin etrafında değişik yorumlara giderken özellikle Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” ya da Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezleri arasında bocalarken Türkiye, iç tartışmaları gündemini ziyan etmekte; yaşana gelen beliksizliklere her geçen gün yenilerini eklemektedir. Oysa paktlaşan dünya bir tarafta NAFTA’sıyla, diğer tarafta AB süreciyle ya da Asya-Pasifik arayışlarıyla, Genişletilmiş Ortadoğu Projesiyle ”küreselleşme” denilen şeyin belirsizliğini paylaşım olarak ortaya koyarken Türkiye, safını belirleyememişliğin verdiği bir kararsızlıkla yoğun bir bocalama yaşamaktadır. Halbuki bu tür kavramlar uluslar arası konjonktürlerde konum ararken geleneksel devlet politikaları göstermektedir ki henüz “hinterland” ımızdaki ülkeler milli hedeflerinden vazgeçmemişlerdir. Bir Yunan “megalo idea”sı,Ermeni’nin “Ararat” sevdası; Rus’un “Sıcak Deniz” hülyası ya da İsrail’in “Arz-ı Mev’ud” u bu tezimizi ispatlamaktadır. Şimdilerde “Yaşasın Kürdistan!”
Bizler, bizlere yedirilmek istenen “küreselleşme”sakızını çiğnerken benzeri ülkeler, asla da milli hedeflerinden şaşmamışlardır. Oysa genç Türkiye Cumhuriyeti’nde, kuruluş gerekçelerinden biri olan ve 20.Yüzyıla taşınan yeni hedef “Batılılaşma” bir türlü rengini ortaya koyamamış; şu ana kadarki tüm siyasi partilerin topluma önerdikleri reçeteler de milleti feraha kavuşturamamıştır. Yalnızca maddi açıdan örneklersek, bugün içinde bulunduğumuz 700 küsür milyar dolarlık toplam borcumuz geleceğe gerek bireysel gerekse toplumsal olarak sıcak bakmamızı gerektirecek ciddi bir portföyü ortaya koyamamaktadır.
Bütün bu söylediklerimiz bir karamsar tablo ortaya koymak adına değil; ama acilen laf ebeliğiyle gün tüketmenin hiç kimseye fayda sağlamayacağını ve bir an önce bütün toplumsal hastalıklarımızın teşhisinin ciddi manada yapılıp, tedaviye geçilmesi gerektiği üzerinedir. Genetik yapılanmamızda bunu gerçekleştirebilecek milli hasletlerimiz olduğu gibi, artı değer ifade edebilen nice zenginliklerimizin olduğunu da (Çar çur etmeksizin) bir an önce fark etmemiz gerekiyor. O halde yeniden yapılanma sürecine acil adım atması gereken ülkemiz, öncelikli olarak aşağıda zikredeceğimiz temel konularda tavrını belirlemelidir.
A)Yönetim: Tüm kesimlerin üzerinde ittifak ettikleri tarzda ve haklı gerekçelerle belirlendiği üzere gerek anayasa üzerinde gerekse yasama-yürütme-yargı ve basın kavramları üzerindeki belirsizliklerin ve tartışmaların önüne geçilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede öncelik siyasi partiler ve seçim kanunu üzerindeki yolsuzluğu doğurucu etmenlerin önünün alınması gerekmektedir. Sırasıyla bankalar kanunu, uluslararası anlaşmalar ve özellikle ekonominin kayıtdışılıktan kurtarılmasına yönelik ön tedbirlerin alınması gibi düzenlemeler herhangi bir yerden gelebilecek direktifle değil, içsel bir arayışla ortaya konulmalıdır. Bunun başarılabilmesinin yolu da en azından geçici olarak milli bir mutabakatın tavır olarak ortaya konulmasından ibaret olacaktır.
B) Eğitim: Bu süreç gerek birey eğitiminde düşünebileceğimiz gibi gerekse de toplumsal eğitim çerçevesinde ele alınmalıdır. Özellikle aile olgusunun geleneksel Türk ailesi rotasından asla saptırılmaması gerekir. Hele ki bu yapının bozulması ya da üzerinde birtakım uygulamalar yapılması gelecek adına ciddi tehlikeler içermektedir. En temel nüvemiz olan Türk ahlak anlayışı korunmalı, buna dair manevi değerlerimiz ideolojik kaygılardan uzak ve bilimsel olarak ele alınmalıdır. Bu çerçevede kültür-sanat ve spor gibi takviye unsurlar toplumun birleştirici ya da yakınlaştırıcı özelliklerinden olacaktır. İlim, kültür, sanat, edebiyat ve ahlak gözetilmesi gereken ana unsurlar olmalıdır.
Eğitim denildiğinde yalnızca "okul" aklımıza gelmemelidir. "Hayat boyu öğrenme" tebliğ ve irşad mantığında olmalıdır.
C) Çevre: Olayı yalnızca piknik yerlerinde bırakılan “naylon poşet” naifliğinde görmememiz gerekir. Bir ulusal toprak projesinden dahi bahsedemediğimiz bu ülkede ciddi bir erozyon tehlikesini ya da kimyasal tehlikeleri gündeme nasıl taşıyabiliriz? Dolayısıyla sanayileşme sürecindeki Türkiye’nin yine özellikle bilimsel kaygılarla geleceğini bilinçli bir tarzda ortaya koyması gerekir. Yakın vadede bir “Haliç” gerçeğini yaşadık ki, “Altın Boynuz”un etrafına serpiştirilen ve bir kısım kesimlerin fabrika sahibi kılındığı bu coğrafya çok kısa bir süre içinde ülkemizi yalnızca “Haliç” in temizlenmesine yönelik bir projede 800 trilyonluk bir yükle karşı karşıya getirmiştir. İddialar odur ki, şu ana kadar yalnızca Trakya Bölgesi’nde fizibilitesiz yapılan tekstil boyar fabrikaları yer altı su kaynaklarını kirletmekte, yakın gelecekte buraların temizlenmesi adına da şu ana kadar tekstilden kazandığımız tüm sermayenin harcanmasına yol açacaktır.
D) Enerji: Modernitenin en belirgin özelliklerinden birisi de kişi başına tüketilen enerji miktarıdır. Bir ölçüde de sanayileşmenin olmazsa olmaz koşullarından birisinin hele ki maliyet hesaplarında öncelik teşkil eden bu konuya ilişkin yatırımların planlı ve uzun vadeli olması gerekmektedir. En önemli enerji kaynağı olarak artık “nükleer enerji” konusunu gündemimize almamız kaçınılmazdır. Hem enerjiyi elde ederken maliyet hem de enerjinin diğer üretim alanlarındaki etmenliğini göz önünde bulundurmak için apansız yakalanacağımız yeni kriz ortamlarında mı gündemimize alacağız?
E) Tarım ve hayvancılık: Hem endüstriyel formatında kaynak teşkil eden hem de insan yaşamı için kaçınılmaz cevapların sergilendiği bu iki sektörün “kendine yeterlilik” bakış açısında ele alınması gerekiyor. Ayrıca istihdam boyutunun, ciddi bir toprak politikasının göz önüne alınacağı bu konuda yine ulusal bir “su politikası” nın da masaya yatırılması gerekmektedir. Bu konuda özellikle GAP projesinin acilen millilik çerçevesi içerisinde ele alınıp politikalar oluşturulması gerekir.
F) Yer altı zenginlikleri: Son dönemlerde basına da yansıdığı kadarıyla yalnızca “bor” madeni üzerindeki tartışmalar bu konudaki belirsizliğin de acı bir göstergesini oluşturmaktadır. Dünyada rezerv açısından petrol kaynaklarının son yirmi yıla endekslemesi bizim acilen bir “petrol arama” önceliğini gütmemiz gerekmektedir. Diğer yer altı kaynaklarının da milli bir devlet politikası çerçevesinde rehabilite edilip yeryüzüne çıkarılması gerekmektedir. Diğer yer altı kaynaklarının da milli bir devlet politikası çerçevesinde rehabilite edilip yeryüzüne çıkarılması gerekmektedir. Madenciliği "soma" tradejilerine dönüştürmemek gerektiği de elzem hakikatimizdir.
G) Dış Politika: Tarih boyunca olduğu gibi bundan sonrasında da dünya "Ortadoğu ve Kafkasya" politikaları üzerine inşa olunacaktır. Özellikle geleceğin dünyasında “su”, bu politikaların belirlenmesinde aktif rol oynayacaktır. Bahsi geçen bu bölgeler ülkemiz coğrafyasında yaşayan insanların manevi açıdan da bağlarının olduğu yerledir. Biz doğrudan etkileyebilecek bu bölgelere dair uzun vadeli politikaların belirlenmesi gerekmektedir. Elbette ki şiarımız “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” tur. Çünkü inancımız olan İslam, "sulh" demektir.
H) Sivilizasyon: Başta Kızılay olmak üzere ülkenin her tarafında faaliyet gösteren hayır-hasenat derneklerinin (Deniz Feneri Derneği, ihh gibi) sayılarının artması ve faaliyetlerinin, alanlarının genişletilmesi sosyal dokumuzun en ihtiyaç duyduğu önceliklerimizdendir. Toplumsal güvenini tazelemiş bir Kızılay gerek yurt içinde gerekse yurt dışında milli kimliğimizin en önemli temsilcisi kılınabilir. Milletiyle empati bağlantısı kurmuş yönetici kimliği hem lokal uygulamalarla hem de ulusal anlamda geleceğimizin sigortası işlevini oluşturacatır.
Bütün bu ya da buna benzer sıralayabileceğimiz unsurlar açısından iç dinamiklerimizin göz ardı edilmemesi gereklidir. Hedef güçlü Türkiye’nin inşasıdır. Ancak ciddi bir sorgulama sürecinden kendimizi geçirmemiz gerekiyor. Artık itiraf noktasındayız. Özellikle yönetici kesimin ya da kısaca politikacıların popülizmden vazgeçip bir siyasetçi kimliğine bürünmeleri gerekmektedir. Ayrılıklarımızı değil, birleştirici unsurlarımızı göz önüne almamız gerekmektedir. Klasik bir söylemle aynı geminin yolcuları olduğumuzu unutmamamız bizleri başarıya ulaştıracaktır. Hele ki komşuluk ilişkilerimizde menfaatini bilen bir Türkiye, hem kendisi hem de tüm dünya barışı adına vazgeçilmezliğini pekiştirecektir.
Burada özellikle “bavul ticareti” üzerine düşeni yapmış; halkların yakınlaşmasında olumlu roller üstlenmiştir. Her iki tarafın da arz-talep dengesi üzerine menfaatleri tesis edilmiş, kısmi da olsa halklar üzerinde bir refah unsuru görevini icra etmiştir. Organizatör konumundaki devlete düşen görev ise bu olgunun yaşanmasında özellikle imaj makerlık kimliği kazanımı, ticaretin artı değerlerinden birisi olarak göze çarpmıştır.
Uluslar arası ilişkilerde “eko-partner” kavramına gereksinim duyulmaktadır. Ülkemiz diğer ülkeler ligindeki konumunu belirlemeli, tandasına uygun bir sanayi belirlemeli, kademeli politikalarla da bu hedefine en kısa sürede yol almalıdır. Son dönemlerde yapıla gelen sermaye kaçışına yol açan “nereden buldun?” gibi mesnede dayalı olmayan rizikoların yaşanmaması gerekiyor. Ya da iç piyasa ticaretimiz açısından da karşılıksız çeke hapis cezasının kalkması gibi müeyyideden yoksun yine riziko taşıyıcı uygulamalara tevessül etmemek gerekiyor. Eğer acil çözüm arıyorsak Türkiye, hazineyi dolduran esnaf yapılanmamızı göz ardı etmemeli; istihdam gibi sunumu olan bir sektörü sosyal açılardan kaale almalıdır. Ve uluslar arası rekabette SSK, vergi, enerji, gümrükler gibi tartışmaya açık acil tedbir isteyen konularda  özellikle tekstilcinin yanında yer almalıdır.
Esnaf yapımız, küçük üreticilerimiz  girmiş olduğu uluslar arası arenalardaki rekabet ortamının acımasızlığında ülkesini büyük bir özveriyle temsil ederken yanında artık idarecilerini de görmek istemektedir.
Yani ülke geleceği adına bütün yaşanılanlar göstermiştir ki üç ana denklem grubunun örtüşmesi gerekmektedir. Öncelikli olarak akademisyenler, aydınlar, bilim adamları... Hemen peşinden ise pratisyenler, işadamları, sanayiciler... Nihayetinde ise politikacılar, yöneticiler ve bürokratlar. Esnaf yapımız pratisyen grubuna dahil olarak ülkenin yükünü çekme adına yıllardır mücadelesini sürdürmektedir. Artık yükün daha da ağırlaştığı bu süreçte herkes elini taşın altına sokmak zorundadır. Ülkemizin ticari elçilikleri ve hatta konsoloslukları bürokrasi merkezleri gibi değil, işlevselleştirilmelidir. Ekonomik istihbarat, veri ve envanter toplama özelllikleri olmalıdır.
Kapitalist, komünist ya da liberal ekonomi anlayışlarının en büyük yalanı 'sosyal devlet' anlayışıdır. 'Kâr' maksatlı bir algılama üretim denkleminde ağırlıklı rol oynayan 'işçi' sınıfını bir kıskaçta tutarken nasıl olur da 'sosyal' bir kimliğe atıfta bulunarak 'insani' bir kimlik edinebilir? Sosyal devlet, çalışanın, gayret edenin, üretenin hakkı olan kaynakları 'başkalarına' nasıl sunabilir?
Modernitenin geliştirdiği teknolojik gelişim bir taraftan yoğun bir şekilde üretim-tüketim dengesini de bozmaktadır. Milli ekonomiler ithalat ve ihracat paradoksunda uluslar arası sermayelerin cenderesinde çırpınmaktadırlar. İhracat fazlası ülkenin içindeki para stokunu artırarak fiyat yükselmelerine sebebiyet vermektedir. İhracatın artışı ise ülke içi üretimin gerilemesine ve işsizliğe yol açmaktadır.
Enflasyon ya da işsizlikle mücadele yurt dışından bağımsız bir ekonomi politikası artık gerçekleştirilemez hale gelmiştir. Özellikle de dolar-euro kapışması, milli ekonomileri büyük bir kaosa sürüklemektedir. Hele ki ülkemizin içinde bulunduğu yoğun borç batağı geleceğimiz adına hiç de iç açıcı olmayan tabloları da sergilemektedir.
İşte bu sıkışıklığımızın emniyet supabı olan temelsiz ve lalettayn sektörlerimiz , üretim, istihdam ve ihracat boyutuyla iç dinamiklerimizi bir süreliğine daha zinde tutacaktır. Ancak merkezin tertiplediği ekonomik yaklaşımlar (makro körlük) basiretsizlik neticesinde yaklaşan yeni sınırlar-yeni yönetimler-yeni devletler oluşumu sıradan insanların cenderesini daha bir zorlayacaktır.
Serbest dünya ticaretini güvenceye almak uğruna (ki burada uluslar arası kartelin çıkarlarını göz önüne alalım) işsizlik ve enflasyondan kaçınma (dünya ticaret hacminin düşmesinden dolayı) yeni entrikaları da ortaya koyacaktır.
Gümrüklerin ya da kotaların kaldırılması, para birimlerinin birbirine bağlanması, sermayenin hareketliliği ve serbest ticari alanların oluşturulması siyasi iradeleri yönlendirmektedir.
Orta, düşük gelir tabakalarının artan sefaletleri şiddet ve suç oranlarını da yükseltmektedir. Bu ise geleneksel Türk aile dokusunun 'değer' yargılarını etkilemekte, sosyal kaos düzeni ekonomik kaos üzerine inşa edilmektedir. Milli irade ve hedefinde kafası karışık ülkemiz ise kaos ortamlarının sersemletici etkisiyle de her 10 yılda siyasi her 5 yılda da ekonomik olarak krizlere yakalanmaktadır.
'Küresel cinnet' tüm insanlık alemini 'ahlaki' açıdan bozulmaya mahkum kılmaktadır. Gıpta ettiğimiz Almanya'da dahi 50 bin çocuk (bizde bu rakam 200 bin civarındadır) 'kimsesiz' kimliğiyle sokaklardadır. 1987-93 yılları arasında sosyal yardım alan gençlerin sayısı yüzde 60 artmıştır. 25 yaşın altındaki 500 binden fazla insan işsizdir.
Sefalet değişik cepheleriyle yaşanmaktadır. İşsiz akademisyenler, bakıma muhtaçlar, yaşlılar, kadınlar değişik katmandaki kitleler...İşte bu ortamda insanların 'devlet baba'larmdan beklediği yaklaşım onun 'sosyal' yönüne atıftır. Oysa küresel rekabet kabiliyeti direkt olarak üretimin ucuzlatılmasına yönelik olarak 'işgücü maliyetleri'nin ve sosyal ödemelerin kısıtlanmasına yöneliktir. İşgücü maliyetleri ucuzladığında genel kitlenin alım gücü düşmektedir.
Bu üretim fazlalığını gerektirmekte, böylelikle güçlülerin üretici kimliklerini muhafaza etmeleri sağlanmaktadır. Bu 'sarmal kaos' tavuk yumurta ikilemi ile tüm insanlığı sarsacak yeni arayışlara da gereksinim duyuracaktır.
Türkiye'yi her şeye rağmen ayakta tutan, ekonomik ve sosyal dokuyu muhafaza eden küçük ve orta ölçekteki firmaların kayıt dişiliğidir. İstihdam noktasında, yaşayan ekonomi kenar mahallelerin merdiven altlarındaki tekstil ağırlıklı atölyelerde soluk almaktadır.
Zaten devletin olması gereken 'sosyal' yönünü insanlarımız gelenekçi yapılarıyla 'vakıf, dernek, bağış, zekat, sadaka' gibi müesseseleriyle bu zaman kadar gerçekleştirdiler.
İktisadi dokumuz, bereket, nasip, kısmet temelli iken kapitalizmin söylemleri doku uyuşmazlığı göstermektedir.
Merkezi yönetim anlayışımız ilk etapta halkı kendine yakıştırma değil de kendi bünyesini halka adapte etme noktasına gelmek zorundadır. Bu ise reel ekonomi bazlı bir anlayışı Ankara'ya hakim kılmanın ilk adımıdır.
Artan işletme kârları yeni istihdam alanları oluşturmak için değil, maliyet gerekçesi ile mevcutların ortadan kaldırılmasını gerektirmektedir. Emek yoğun üretim alanları da daha esnek hareket edeceği ülkelere kaymaktadır. Yeni ürünlerin de emek-yoğun özelliğini teknoloji yoğuna kaydırması ile de 'işsizlik', istihdamsız büyüme' stratejisinden dolayı her geçen gün artmaktadır.
Firmalar bu kez gayretlerini üretim ve istihdama değil, banka-borsa değerlerine yönlendirmektedir. Bu da firma birlikteliklerini getirmekte, bu ise yeni işsizler ordusuna yenilerini eklemektedir. Çünkü birleşen firmaların hisse senetlerinin değeri artmaktadır. İşletmelerin performansları ise borsadaki değerlerine göre ölçülmektedir.
Firmalar arası rekabet ise üretilen malların daha ucuza arzını değil, kârların yükseltilmesini hedeflemektedir. Bu ise malın fiyatı ile üretim maliyeti arasındaki münasebet için bir ara kavram olan 'marka' mantığına yükleme yapmaktadır.
İşsiz kalan ve kalabilecek emekçinin sesi ise şimdiden tehlike girdabında yankılanmaktadır.
Son iki yüz yıldır bedelini ağır şekilde  ödediğimiz sanayileşmenin ilerlemesi insanlığa ne kazandırdı? Ya bize? Nerde üretilmiş otomobillerimiz, uçaklarımız?  İşte bu sorunun alacağı şekil 'batı medeniyeti'nin de final sahnesini oluşturacaktır.

Kısaca;  
Bütün estetik değerlerimizi yitirmişiz. İnsani olgusunu oluşturan felsefe, ahlak ve siyaset kapımızdan geçmez olmuş. Kelimeler iğdış edilmiş, kavramlar manipüle. Gözlerimizin önünde tüm toplumun beyinleri alınmış; koca ve yüce Müslüman Türk toplumu bir “yığına” dönüşmüş. 
 Bütün bu yığını illüze eden tek şeytani güç ise, “şer odaklarının” yerli uzantısı “basın ve yayın organları!”
 Yakın çevrem olayları negatif yorumladığımdan dem vurarak benim olumsuz profilimi bana haykırmaktalar.
 Ah birde benim gördüklerimi bir görebilseler!
 Doğru!
 Ben bu zamana değin “Perihan ablayı, Mahallenin muhtarlarını, Asmalı konağı, Aliye’yi, Kurtlar vadisini hiç izlemedim.
 Okuduğum kitaplar arasında hiçbir zaman Barbara Cartland’ın yazdıkları yer almadı.
 Hiçbir topçunun, popçunun ya da mevcut medya ilahlarının dinlerine dair ilmihal bilgisine hiç sahip olmadım.
 Hiçbir politik görüşte saf tutmadım. Bütün politikacıları “külliyen maslahatçı” bildim.
 Referanslarımın kaynağında Vahiy ve Bilim yer aldı.
 Dini dincilerden, bilimi de ateistlerden öğrenme gereği duymadım.
 Din önce yaratıcıyı bulmak ve onu anlamaya çalışmaktı. İslam sonralarda gündemime girdi; Taksimdeki İtalyan kilisesinde “lailaheillallah” derken….
 70 milyon tek vücut olmuş, TV mabedinde secdeye kapanırken ben…
 “Değişmez kardeşim” inancı toplumda yaygınlaştıkça içimizdeki “gavur’ların” sayısı çoğalmakta; Gavur İzmir “derken de” gavurlaşıyoruz!
 “Değişmez; böyle gelmiş-böyle gider” dedikçe, ülkemizden, devletimizden ve kendimizden nefret eder hale geliyoruz.
 “Ben değişmedikçe” demedikten sonra bu ülkeyi birbirine bağlayan bütün değerler çürümekte ve kokuşmaktadır.
 Bu işler öyle yasalarla filan olacak gibi de değil. Avrupa hayali yalnızca bugünlerimizin rüyası hiç değil. Tanzimat’tan beridir, ne zamanki bu rüyalara ve hülyalara daldık; hep kabus, hep düş kırıklığı…
 Yüz elli yıllık bu yılgınlık, aydınlarımızı daha da bir kararttı. Toplumda aynılıkların değil; ayrılıklarımızın konuşulduğu uzlaşılmaz cepheler oluşturuldu. Cephe adına ortalıklarda dolaşan komünistler, faşistler, kemalistler, liberaller ve dinciler sizi aldatmasın. Kafaları karışık şekilde çaresizlikten çareyi hep beraber dışarıda aradılar. Ne sol bu ülkenin solu oldu, nede sağ olan ölenlere oldu.
 Kendi halkın, kendi marifetinle, kendi politik yapılarınla, kendi sosyal kurumlarınla, kendi sosyal gerçeklerinle yeni dinamikler peşinde koşan yok! Hazırı varsa tabldot fikirler, yasalar neyimize yetmiyor ki?
 Oysa gerçek şu ki, eleştiri üreten kurumlarınız, alternatif üreten insanlarınız yoksa, bu topraklarda hiçbir ithal sistem tutunamaz.
 Meclisin eleştirel olması, üniversitelerin, hukuk camiasının, aydınların, yazarın-çizerin, kültür ve din adamlarının toplumu zinde tutacak tarzda “itirazcı” olmaları gerekir. Elbette eleştiri “samimiyet” ve “bilmek” üzerine kurulmalı.
 Eleştirinin “bağımsız” olması ise ön koşuldur.
 Bu toprakların zehir’i “batıcılıktır.” Asla iflah olmadık, olamayız da… “iflas” olmak ise kaçınılmaz sonumuzdur.
 Milliyetçilik, milli din, milli tören, milli devlet hepsi Fransız ihtilalinin bize bıraktığı fikrin çöpleriydi. Yüz elli yıldır aynı çöpten besleniyoruz. Hala doymadık gitti.
 Bunca lafın sonunda “Eee… anladık be kardeşim, çözüm ne peki?” dediğinizi biliyorum.
 Çözüm sizsiniz!
 Önce yüreklerinizi bir yoklayın!
 Sonra bildiklerinizi!
 Ve yaşayıp yitirerek geride bıraktığınız günlerinizi!
 Şu satırları okuyabiliyorsanız eğer, sizde umut var demektir dostum. Mücadeleye, okumaya devam…
 Siz farklısınız.
 Her şeye rağmen okuyorsunuz!
 Ve hala soruyabiliyorsunuz; “Çözüm ne peki?”
 Sizce çözüm ne ise bence de o!
 Çözüm biziz dostlar!
 Ben yazdım, siz okudunuz!
 İşte yangının kıvılcımları çakıldı bile!