23 Şubat 2022 Çarşamba

 TİYATRO OYUN METNİ:


İSTİKBAL İÇİN İSTİKLAL

 

Karaköy Gümrüğündeyiz. Sahnenin sol tarafında, yüklerin indirilip, bindirildiği yerin az ötesinde, genelde hamalların mola verdikleri bir çay ocağında sivil iki vatandaş kendi aralarında hararetli bir şekilde konuşmaktadırlar. Bu 2 isimden biri Babanzade Ahmet Naim, diğeri de Said-i Nursi’dir. 

Sahnenin sağ köşesinde hamallar çuval ve sandıkları istiflemektedirler. Hamallardan biri Zenci Musa’dır. Az ötede ortamı teftiş eden işgal kuvvetleri komutanı General Hurrington ve yaveri bulunmaktadır. 

(OYUNCULAR: Babanzade, Said-i Nursi, Mehmet Akif, Zenci Musa, General Hurrington; Yüzbaşı Bennet, 2 hamal, 2 esnaf…10 kişi)

SAİD: (Köstekli saatine bakar) Üstad nerede kaldı? Başına bir iş gelmiş olmasın?

BABANZADE: Telaşlanma! Akif’in herhangi bir randevusuna geciktiği görülmüş şey değildir. Hem o gecikmedi, biz erken geldik.

SAİD: Hay Allah! Benim köstekli yine durmuş sanırım. Zor zamanlarda yaşıyoruz. At izi it izine karışmış. İnsan sevdikleri için endişelenmekte haklı. Hele küffarın çizmesi Evlad-ı Fatihan topraklarını çiğnerken sakin olmak da mümkün değil.  Öyle ya Akif verdiği sözleri tutmasıyla meşhurdur.

BABANZADE:  Mehmet Akif, sözünü yerine getirmemeyi “namusa mugayir’ sayar. Akif, Meşrutiyetin ilk senelerinde, bir cuma günü Midhat Cemal’le sözleşir. Akif, O’nun Çapa’daki evine gidecektir. O gün adam boyu kar yağar. Arabalar, tramvay, tren ve vapur, hava şartlarından işlemez. Sütçü ve ekmekçiler, kar ve tipiden dışarı çıkıp, dağıtım yapamaz. Vakit öğle olmuştur ve ekmekçiler hâlâ, ortada gözükmemektedir. Derken kapı çalar: Midhat Cemal, karşısında Akif i görür. Büyük şairin bıyığının yarısı donmuştur. Midhat Cemal, Akif in kar ve tipiye rağmen, Beşiktaş’tan Çapa’ya nasıl geldiğini merak eder. O, bu mesafeyi yürüyerek kat etmiştir. Akif ise, arkadaşının hayretine şaşırır. Akif: “Gelmemem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lâzımdı. Çünkü geleceğim diye söz vermiştim.” cevabı üzerine;
Midhat Cemal, daha da şaşırır ve: “İnsanların birbirlerine verdikleri sözün, bu kadar korkunç bir şey olması beni ürküttü.” der ve ardından Akif’e esprili bir cevap verir:
“Akif. Sen eğer verilen sözün manasını bu türlü anlıyorsan, bana izin ver de ben bu türlü anlamayayım. Benim verdiğim sözün, şiddetli bir lodosa bile tahammülü yoktur.” Hatta bu söz vermedeki hassasiyetini gören Mithat Cemal, sonraki tarihlerde ona söz vermekten çekinir.

SAİD: İnanmış adamdır Akif.

BABANZADE: Çok yakın dostlarından Fatih Gökmen de Akif’in söz verme hassasiyeti konusunda şunları anlatır: “Akif, verdiği söze bağlı olmayanlara insan gözüyle bakmazdı. Aramızda geçen bir olayı anlatayım: Ben Vaniköy’de oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi’nde. Bir gün öğlen yemeğini bende yemeyi, sonra da oturup sohbet etmeyi kararlaştırdık. O gün, öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sele boğuldu. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabii gördüm. Yakın komşulardan birine gittim. Yağmur, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Eve döndüğümde ne işiteyim, bu arada. Mehmet Akif Bey sırılsıklam bir vaziyette gelmiş. Beni bulamayınca, evdekilerin bütün ısrarlarına rağmen içeri girmemiş. “Selam söyleyin” demiş ve o yağmurlu havada dönmüş gitmiş! Ertesi gün, kendisinden özür dilemek istedim. “Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felaketle, yerine getirilmezse mazur görülebilir.” dedi ve benimle altı ay dargın kaldı.” demiştir.

SAİD: Ne diyordu Allah’ın Resulu;  “Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların zarar görmediği kimsedir.” İşte o Müslüman ki, yalan söylemez, emanete ihanet etmez ve verdiği sözde durur. İşte bu özelliğe sahip Müslümanlar için de Allah, Al-i İmran suresinde diyor ki,  Sizin içinizden (insanları) hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan bir topluluk olsun. Bunlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”

BABANZADE: Eyvallah Said. Ektiğini biçer insan. Biz bugün bu fırtınaları yaşıyorsak zamanında ektiğimiz rüzgarlar nedeniyledir. Öyle ki, ilahi ilke tecelli etti; Efendimizin işaret ettiği gibi “Ne zaman ki iyiliği emredip, kötülükten sakındırmaktan vaz geçerseniz Allah başlarınıza kötülerinizi musallat eder de iyilerin dahi duası kabul olmaz!.”

SAİD: Peygamberimiz “Sizden biri İslam’a aykırı bir iş görürse onu eliyle değiştirsin, buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin buna da gücü yetmiyorsa kalben buğz etsin ki bu da imanın en düşük derecesidir” buyuruyor. İşte ahvalimiz en zayıf imanın olduğu zamanı işaret ediyor. Öyle olmasa ne işi vardı yurdumuzda İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ın, Yunan’ın…hülasa yedi düvel’in?

( İki arkadaşın konuşmaları devam ederken sahnenin sağ tarafı hareketlenir.)

Az ötede ağır yükleri indirip, kaldıran Zenci Musa kendi kendine bir yandan da söylenmektedir. Ara ara öksürmektedir.

ZENCİ MUSA: Trablusgarp’ta İtalyan kafirlerine karşı verdiğimiz mücadele esnasında tanımıştım kumandanımı; Kuşçubaşı Eşref’i. Şunca zamandır ayrı düştüm kendisinden, özlemi yakar içimi. Taa o zamanlar Şeyh Senusi’nin direnişine katılmıştım. O günden beri yakar içimi devletimin ahvali. Kafkasya’da, Balkanlar’da, Mağrıptan Maşrıka kadar ümmetin her bir coğrafyasında, Süveyşten Çanakkale’ye kadar dökülmedik kanımız mı kaldı! Olsun, vatana can feda da görürüm ya şu İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ın çizmesini dedem Fatih’in emaneti İstanbul’da ciğerim yanar…Af ki af…Of ki of!...

Musa’nın yanına selam vererek Mehmet Akif yaklaşır.

AKİF: Ne oflarsın koca adam.

MUSA: Ve aleykumselam…ve rahmetullahi ve berakatühü!

Bir hamlede Akif’in eline sarılır elindeki çuvalı bir kenara atarak. Hasretle kucaklaşırlar.

MUSA: Vay koca şair! Üstadım! Ne işin vardır senin buralarda?

Akif az ötede oturan 2 kişiyi işaret eder. Onlara da eliyle selam eder.

AKİF: İki kadim dostla hasbihalim olacaktı. Onun için uğradım buraya. Gelmişken sana da bir selam vereyim dedim.

MUSA: Hoş gelmişsin, sefalar getirmişsin. Bak gücenirim dostlarınla muhabbetten sonra tiz ayrılmayasın buradan. Yemek yiyelim, eski günlerden konuşalım. Özledim be koca şair seni…(Duralar) Hem kumandanım Eşref’de sürgün olduktan beri yalnız kaldım koca memlekette… Dünya dar gelir bana!

AKİF: Necid çölünde, isyancı Arap şeyhlerini yola getirmek için kurulan nasihat heyetinde ki bir yolculuğumda tanımıştım seni Musa. Seninle o çöllerde güreşmedik mi, ok mu atmadık, kılıç mı kuşanmadık? Daha o zamanlar senin ahlak ve terbiyene hayranlık duyarak,  seni pek severek, yaptığın kahramanlıklardan takdir ederek şu dizeleri kaleme almıştım.

“Eşref Bey’in emir eri, Zenci Musa

Omuz vermiş, göğe çıkmış: Nebi İsa”

Lakin…(Duralar) Duyduğum şeyler canımı sıktı.

MUSA: (Tereddüt ve şaşkınlıkla…Biraz da sıkılarak, mahcup bir şekilde) Hayırdır, beyim? Bir cürmümüz mü, bir yanlışımız mı olmuştur.

AKİF: Olmaz mı? Oldu ki şikayetlenmekteyim.

MUSA: Bilerek hata işlemekten Rabbime sığınırım. Bilmeden işlediğim kusurlardan da yine Rabbimin merhametine sığınırım beyim. Bilmeden işlediğim kusurumu söyle ki bileyim beyi; Rabbimden af dileyeyim.

AKİF: Fedakarlık ve feragatinin haddi hududu yoktur Musam. Sen ki bu millete, bu ümmete her türlü cömertliği verdin. Müsaade et de bu milletde sana vefasını göstersin.

MUSA: Estağfirullah beyim. Ne haddime! Lakin hala kusurumu bilemedim.

AKİF: Sen ki red etmedin mi Bayazıt Camiinde perişan olarak gecelersin de... Sen ki Yemenden beri bildiğin Ali Sait Paşanın geçimin için önerdiği Karaköy Gümrüğünde önerdiği kahyalık teklifini red edersin; “Kahyalığı yaşlı, eli ayağı tutmaz bir emektara verin. Çok şükür benim gücüm kuvvetim var, bana hamallık işi verin, ben onu yapayım” diyerek…

MUSA: Efendim…Şey…

AKİF: Daha bitmedi. Bilirim ki hastasın, verem olmuşsun. Yine duydum ki bütün ısrarlara rağmen sırf devlete yük olmamak için bir hastaneye yatmayı da kabul etmezsin. Diyeymişsin ki, o yatağa mecbur olan başka bir Müslümana verin, yatsın, şifa bulsun.

MUSA:  Merak buyurmayın…Tiz zamanda Üsküdar’daki Şeyh Ataullah Efendi’nin Özbekler Tekkesi’ne geçeceğim. Hem vatan sağolsun da, vatan bu küffarın işgalinden kurtulsun da bizim hayatımızın ne önemi ola ki!

AKİF: Sen yine de kendine dikkat et. Şu hasta ve garip halinle bile Anadolu’ya silah sevkiyatı i.in gizli gizli çalışırsın. Rabbim senden razı olsun Musam! Allah kumandanına da tez zamanda özgürlüğünü versin, sizi birbirinize kavuştursun.

MUSA: Ne güzel dua buyurdun koca şair. Biz de senden ilhamımızı alırız. Seninde ne fedakarlıklar yaptığını iyi biliriz. Hem ki biz Çanakkale’de İngiliz’le vuruşurken senin o muhteşem şiirinle teselli olurduk.

AKİF: Söylettirene hamdolsun. Allah bir daha bu millete Çanakkale gibi savaş vermesin.

MUSA: Vaktin varsa…Müsaade edersen…Sana okumak isterim o güzel şiirini…

AKİF: Estağfirullah…Ezberledin mi yoksa? Mahcup ettin şimdi beni!

MUSA: (Şiiri okumaya başlar)

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!”
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam ;
Atılan her Iağamın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre .
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer ;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ nâmıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.

Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

 

AKİF: Hay yüreğine sağlık. Ne güzel okudun. Duygulandırdın beni. Neyse nasip olursa görüşelim inşallah. Dostlarım beni bekler. Randevu saatimde yaklaştı. Bekletmeyeyim onları.

MUSA: Nasip olursa koca şair…Nasip olursa görüşmeyi dilerim…

AKİF: Kal sağlıcakla…Allah’ıma emanet olasın.

MUSA: Ümmet-i Muhammed emanet olsun Rabbimize!

 

Mehmet Akif Said ile Babanzade’nin bulunduğu tarafa doğru yönelir.

AKİF: Selamun aleykum

SAİD-BABANZADE: Aleykumselam…

BABANZADE: Kimdi o yiğit adam? Kaptırdınız kendinizi muhabbete…Dedim, Akif ilk kez randevusuna gecikecek.

(Gülüşürler)

AKİF: Eskilerden eskimeyen bir dost! Bilin, tanıyın deyu size de hikayesini anlatmak isterim; müsaadenizle…

(Burada metin uzun olduğu için sahnede yer alan diğer 4 ayrı figüranda canlandırma yaparlar)

Aslen Sudanlı olan Musa, 1880 yılında Girit’te, bir Türk mahallesinde dünyaya gelir. Kahire’de yaşayıp Osmanlı’ya sadakatle bağlı olan dedesi, küçük yaşlarda Musa’yı yanına alır ve onu dinine bağlı bir mümin, devletine bağlı bir nefer olarak yetiştirir. 1911 yılında İtalyanların Libya’yı işgali sırasında gönüllü Osmanlı askeri olarak Libya’ya gidip Şeyh Senusi’nin direnişine katılır.

Cephede Teşkilat-ı Mahsusa üyesi Kuşçubaşı Eşref Bey’le tanışır. Uzunca boylu, iri cüsseli ve cesur olan Zenci Musa, Eşref Bey’in dikkatini çeker. Sonraki yıllarda “Kuşçubaşı Eşref’in emir eri olma şerefine nail olduğum andan itibaren Çerkez Komutanımı babam bildim.” diye bahsedeceği Kuşçubaşı Eşref’in emir eri olur.
1912 yılında Balkan Harbi çıkınca maiyetine girdiği komutanıyla birlikte cepheye gider. Batı Trakya Cumhuriyeti’nin kurulduğu, Edirne’nin geri alındığı cephede komutanının âdeta gölgesi olur. Canhıraş çarpışır, devleti için mücadele eder.
Balkan Savaşları henüz bitmişti lakin 1914 yılında tüm dünya milletlerini etkileyecek olan I. Dünya Harbi patlak veriyordu. Devletimiz istemese de 4 yıl sürecek uzun bir savaşın içerisinde buldu kendini. Yorgun, bitkin ve büyük kayıpları olsa da Osmanlı, Çanakkale, Kafkasya, Filistin, Kanal ve Hicaz cephelerinde işgal devletlerine karşı var gücüyle savaşıyordu. Çanakkale’de korkusuzca savaşanlar arasında Zenci Musa da vardı. Çanakkale Savaşı bitmiş, zafer kazanılmıştı ancak vatan için görev devam ediyordu.


HAMAL 1: I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Enver Paşa bir gece yarısı Teşkilat-ı Mahsusa’nın son lideri Kuşçubaşı Eşref’i evinde ziyaret eder. Mezkûr cepheler ile verilen görevlerde vazifesini büyük bir başarıyla ifa eden ve bir Osmanlı ajanı olarak hemen her şeyden haberdar olması münasebetiyle kendisine, kuşların dilini biliyor ki her durumdan haber alıyor düşünceleriyle “Kuşların Şeyhi” lakabı takılan Kuşçubaşı Eşref Bey’e, “İngilizler Kuzey Arabistan’ı ele geçirdiler. Oradan da yavaş yavaş yukarıya doğru ilerleyip Filistin topraklarına sızıyorlar. Biz bunları yukarıdan püskürtmeye çalışıyoruz. Fakat İngilizleri güneyden de vurmadıkça savaşı kontrol altına alamayız. Güneyde bulunan kolordumuzda yeteri kadar askerimiz mevcut değil lakin bizim gibi düşünen, bizim gibi hisseden, bizim gibi vatan sevdalısı olan Yemenliler var. Oralarda olan askerlerimize ve Yemenlilere yardım etmemiz gerekiyor ki bir an evvel toparlanıp; hem isyan eden Şerif Hüseyin birliklerini dağıtsın hem de İngilizleri geri püskürtmeyi başarsın. Onların derlenip toparlanması için gereken parayı gönderecek olan da yine biziz. 300 bin altın hazır. Para buradan, İstanbul’dan gidecek.” der Enver Paşa.

HAMAL 2: Eşref Bey bir an şaşırır. Enver Paşa’nın gözlerinin içine bakarak, “Nasıl gidebilir ki bu altınlar Yemen’e? Yemen’le İstanbul arasındaki Orta Doğu işgal altında. Medine’de Fahrettin Paşa canhıraş direniyor, nasıl gidebilir, kim götürebilir bu parayı Yemen’e?” Enver Paşa’nın cevabı hazırdır:  “Bu parayı sen götürebilirsin Kuşçubaşı Eşref.”


Kuşçubaşı Eşref, Arap yarımadasını iyi bilmesi, aşiretleri tanıması, Arapçasının mükemmel derecede olması hatta kabile kabile şiveleri ihtiva etmesinden dolayı evvela emir eri Zenci Musa’yı ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan güvendiği 70 kadar adamını toplar. Altınlar her birine dağıtılır ve kendisi de bir Arap edasıyla kılık değiştirir. İki ayrı kola ayrılarak Medine’de buluşmak üzere yola koyulurlar ve sözleştikleri gibi bir sorun yaşamadan Medine’ye ulaşmayı başarırlar. Fahrettin Paşa, Eşref’e, “Medine’den bir adım dahi dışarı çıkamazsın çünkü İngiliz istihbaratı 300 bin altınla sizin Yemen’e gittiğinizi öğrendi. Sizi ben ordumla Hayber’e kadar götürürüm. Hayber’de ordumla uğurlarım ancak sizi orada bıraktığım anda, daha birkaç kilometre dahi ilerlemeden kuşatırlar.”


ESNAF 1: Eşref Bey, “Neye mal olursa olsun bunu yapacağım.” der ve Fahrettin Paşa’nın ordusuyla Hayber’e giderler. Hayber’den dışarı çıkalı daha 10 kilometre olmadan Cembele mevkiinde 25 bin kişilik İngiliz-bedevi birlikleri Eşref Bey ve adamlarının etrafını kuşatırlar. Burada bir gün bir gece son neferine kadar çarpışırlar fakat en sonunda başına aldığı bir darbe ile yaralanan Eşref Bey esir düşer. Kendisi küçük düşürülmek için yayan ve perişan bir vaziyette yürütülerek Edward Lawrence’in içinde bulunduğu bir çadıra götürülür. Eşref İngilizler’e başlarına 100 yıllık bela saracaklarının tehdidinde bulunur. (İRA)
Ancak Eşref’in adamlarından iki kişi altınları develere yüklemiş hâlde kaçmayı başarır. Çünkü Kuşçubaşı Eşref kendisini yem etmiş, emir eri Musa’yı görevlendirerek çöle göndermiş ve her ne olursa olsun Yemen’e ulaşmasını emretmişti. Altınların kaçırıldığını anlayan İngiliz kuvvetleri Zenci Musa ve arkadaşlarının peşine düşmüş ancak ne Musa’yı ne de arkadaşlarını yakalamayı başarabilmişlerdi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Zenci Musa altınlarla birlikte Sana’ya ulaşmayı başarır.

ESNAF 2: Altınların teslimi sırasında görevini yapmanın mutluluğu fakat komutanının esareti sebebiyle yaşadığı üzüntüyle Ali Sait Paşa’ya buruk bir ses tonuyla, “Çok şükür başardık fakat Eşref Bey’imizin düşman eline düşmesine engel olamadık.” der.
12 Ocak 1917’de gerçekleşen bu olay London Times Gazetesi’nde sekiz sütunla manşetten verilir. İngilizlerden kaçarak 300 bin altını Ali Sait Paşa’ya teslim eden Zenci Musa artık bütün İngilizler tarafından tanınmaktadır. Zenci Musa, vatana hizmet aşkıyla büyük bir işe imza atmış ancak engin bir muhabbet ve sadakatle bağlı olduğu komutanı Eşref Bey’den de ilelebet ayrılmıştır.
Zenci Musa altınları teslim ettikten sonra yine gönüllü olarak Yemen’deki direnişe katılır. Büyük kahramanlıklar gösterir fakat İngilizlere esir düşer. I. Dünya Savaşı’nın bitiminde serbest bırakılır. 1919’a kadar Yemen’de kalır fakat Millî Mücadelenin başladığını duyar duymaz İstanbul’a gelir. Ancak ne bir kuruş parası ne de kalacak bir yeri vardır. 

SAİD: Üstad bu Musa senin şiirlerinde yer verdiğin Asım’ın Nesli olmaya…

BABANZADE: Müstefid olduk canım arkadaşım Akif, anlattıklarından. Lakin artık bizim görüşmemizi icap ettiren önemli konumuza geçelim. Musa’nın ki gibi ne hikayelerimiz, Musa gibi ne kahramanlarımız var bizim. Birbirlerimize üzülecek anımız yok. Düşman artık fiili işgalden kültürel işgale de meyletti. Bir beka sorunuyla da karşı karşıyayız. Acilen karşı durmamız gereken hususlar var, onları konuşalım diye bir araya geldik.

SAHNENİN SAĞ TARAFINDAYIZ

GENERAL: Yüzbaşı Bennet… Söylediğimi yaptınız değil mi? Müslümanların kanaat önderlerinin çocuklarına musallat olacaksınız. Onları değişik alışkanlıklara bulaştıracaksınız. Rol modellerini gözden düşüreceksiniz.

YÜZBAŞI: Evet efendim. Sömürge bakanımız Glagstone’nin dediği gibi “Hristiyanlar gibi yaşayan Müslümanlar elde etmek” için  elimizden geleni yapıyoruz. Ayrıca… İstanbul’a giriş ve çıkış yapacak olanlara vize işlemi de başlattık efendim. Bizden izin almadan kimse İstanbul dışına çıkış yapamaz.

GENERAL: Unutma Bennet…Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar mühim bir ülke.

Onları silahla savaşarak alt edemeyeceğimizi gördük Çanakkale’de, Kut’ül Amare’de… Müttefikleri Almanlar cephede kaybettiler diye yenik sayıldılar Türkler. Hoş, biz Kudüs’ü aldığımızda bizimle birlikte sevindi müttefikleri. Onun için İstanbul’da bulunduğumuz süre içinde…Onların gelecek nesillerini, ahlâka aykırı telkinlerle bozup yozlaştırmalıyız. Aile hayatını yıkmalı. Onlara baskı kurmalı, azınlıkları Ermenileri, Rumları kışkırtıp üste çıkarmalıyız. Sanatı zayıflatarak, edebiyatı müstehcen ve şehevî hale sokmalıyız. Toplumun değer verdiği kutsalları, hürmeti yıkmalı, hürmetle anılan kimseler hakkında rezilâne olaylar uydurmalıyız.  Hudutsuz bir lüks, baş döndürücü modalar icat etmeli, çılgınca israfı desteklemeli, herkesi borçlandırmalıyız. Kalabalıkların vakitlerini eğlencelerle, oyunlarla oyalamalı, herkes düşünmekten alıkonulmalıdır. Aşırı-marjinal görüşlerle, halkın fikirleri zehirlenmeli, gürültü ve kargaşalıklar çıkarılmalıdır. Genel hoşnutsuzluklar meydana getirilmeli, sosyal sınıflar arasına kin ve güvensizlik sokmalıyız. Saçma fikirler ortaya atarak, halkı  uygulanması imkânsız yollara sevk etmeli, onları boş hayallerle oyalamalıyız.Hayat pahalılığını sürekli azdırmalı ve lüks tüketim yaygınlaştırılmalıyız. Türklerin kaderi artık elem, ızdırab ve yoksulluk ve cehalet olmalı…

(Duralar. Az ötedeki Musa’yı fark etmiştir.

GENERAL: Bu iriyarı zencide kim ola ki?

YÜZBAŞI: Efendim, Musa derler. Hani şu kuvvetlerimizi atlatıp altınları Yemen’e ulaştırmayı başaran Sudanlı Zenci Musa var ya, işte o gümrükte hamallık yapıyor.

(Birlikte Musa’nın yanına giderler.)

GENERAL: Selam sana iri adam. Marifetlerini duydum. Senin gibi Afrika kökenli çok askerim var orduda. Eğer bizimle çalışmak istersen altına boğarım seni. Bu perişan halinden kurtarayım seni. İstediğin rütbeyi seve seve vereyim sana.

(Musa heybetli şekilde General’e doğru ilerler. Dibine yaklaşınca adeta kükrer.)

MUSA: “Komutan, her teklif, herkese yapılmaz. Senin bu teklifin beni ancak rencide eder. Benim bir devletim var: Devlet-i Osmanî. Bir bayrağım var, o da ay yıldızlı bayrak. Benim bir tek komutanım var o da Kuşçubaşı Eşref. Ama şunu bil ki bu iş daha bitmedi. Sizinle mücadelemiz devam edecek.”

(SAHNENİN SOL TARAFINA GEÇERİZ.)

Devam edecek…

AKİF: Evet dostlar. Bir araya gelmemizi gerektiren konuya geçelim artık. Said İngilizler senin için bir yakalama emri çıkartmışlar. Artık ortalıklarda pek gözükmesen iyi edersin. Anglikan Kilisesine verdiğin cevap pek hoşlarına gitmemiş anlaşılan.

BABANZADE: Bir de yazmış olduğun işgalcilerin aleyhine olan yazıların iyice tedirgin etmiş onları. Anadolu’nun direnişinden bahsedermişsin. Bir de işgalcilerle işbirliği yapmaya çalışanları kaleminle yerden yere sokarmışsın!

SAİD: Görmez misiniz beyler? Özellikle müttefik askerleriyle azınlıkların davranışlarına bir bakınız; meskenlere el koyuyorlar, Türklere hakaret ediyorlar, değerli eşyalarını gasp ediyorlardı. Ayrıca halkın, bayrak, ezan gibi kutsal değerlerine de saldırıyorlar. Posta paketleriyle yurtdışına ‘sikke’ ve külçeler halinde altın da kaçırıyorlar. Bir de kültürel işgal var ki… İşgali yalnızca tüfekle yapmıyorlar…

AKİF: Müslüman gençleri alkole, uyuşturucuya alıştırmak için yapmadıkları fedakarlık yok. Fuhuş artsın diye neler yapmıyorlar ki?! Bakın kısa zamanda 22 tane sinema salonu açtılar İstanbul’da; edepsiz filmler çekiyorlar yalnızca bizim gençlerimize izlettirmek için. Veznecilerde revü kızlarının olduğu eğlence merkezleri açtılar. Ramazan eğlenceleri adı altında bile, direklerarası gösteri merkezlerinde yaşanan kepazelikler cabası. Flürye’de plaj da açıldı. Moskof kaçıp gelen beya

BABANZADE: Bir yanda bu işgalden kurtulmak adına milli mücadele vermemiz gerekirken diğer yandan da ahlaki yozlaşmayla da mücadele etmeliyiz. Mazhar Osman gibi dostlarla da konuştuk Yeşilay adında (Hilal-i Ahdar) bir örgütlenme için harekete geçmeliyiz. Belki bu İngiliz kafiri vatanı terk eder de lakin bu yozlaşmayla mücadele etmez isek geride İngilizleşmiş kendi çocuklarımızla karşı karşıya kalırız.

SAİD: Öyle ya, inandığımız şekilde yaşamaz isek bir süre sonra yaşadığımız şekilde inanmaya başlarız. Toplumu dönüştürmenin yolu da gençlerden geçiyor. Gavur bunun farkında. Gençliğimizi bozmak adına hiçbir fedakarlıktan kaçınmıyorlar.

AKİF: (Az ötedeki fıçıları gösterir.) İşte şu viski fıçılarının içindekileri Müslüman gençlerin kursaklarından geçirmek istiyorlar. İstiyorlar ki Müslüman Türk gencinin aklı başından gitsin de kendilerine gönüllü köle olsunlar.

BABANZADE: Bir de yetim çocuklarımıza musallat oldular. Onları özellikle Almanya’ya kaçırıyorlar. Nihayetinde bu evlatlarımızı bir haçlı olarak yetiştirecekler.

SAİD: Arkadaşlar, bu işgalcilerle mücadele etmek için neşriyata önem vermeliyiz. Hak yolunda kalem oynatıp hakikati milletimizle paylaşmalıyız. Çanakkale savaşından teyyareler yalnızca bomba atmadılar. Propaganda içerikli kartpostallar da saldılar gökyüzünden yeryüzüne. Edebiyatçılar savaşı dahi dediler bu savaşa. Yazarlarıyla da savaşta saf tuttular.

AKİF: Hak batıl mücadelesi bu. Kıyamete kadar bitmeyecek. Onlar davalarından milim şaşmazlar. Biz de gafletimizle, cehaletimizle adeta destek veririz onlara.  El altından  kurdurdukları “İngiliz Muhipler Cemiyeti” nde İstanbul alimlerinin yarıdan fazlası varsa durum cidden ciddi. Vatanı savunmak için saf tutanlara isyancı deniliyorsa varın işin vehametini siz yorumlayın. Fedailere ihtiyacı var artık vatanın!

SAİD: Elbette şu meşakkatli günlerde dahi ümitvar olunuz. Şu istikbal inkilabı içinde en gür sada İslam’ın sadası olacaktır. Yeter ki evladlarımıza sahip çıkalım. Evladlarımızı ihmal edersek geleceğimizi imha ederiz.

AKİF: Bana müsaade. Yeşilay’ın kurulmasının kararını aldığımıza göre benim yola revan olmam gerek. Anadolu’ya geçeceğim. Milleti irşad etmeliyim. Millet yıllardır süren savaşlardan bitkin ve bezgin düştü. Moral vermeliyim. Herbir karışını dolaşmalıyım istiklal savaşımız için Anadolu’nun.

BABANZADE: Allah bütün ümmet-i Muhammed’in yar ve yardımcısı olsun. Hassatende sen de yardımcın olsun kardeşim.

AKİF: Son kez Musa’ya da bir uğrayayım da helalleşeyim bari. Gönül koymasın.

(Akif Musa’nın yanına gider.)

AKİF: Selamun aleykum Musam!

MUSA: Aleykumselam. Bana uğramazda gidersin diye içerlemiştim beyim. (Öksürür.)

AKİF: Hay Allah bak yine acı acı öksürürsün.

MUSA: Geçer beyim sen beni düşünme!

AKİF: Gel bir tabibe götüreyim seni de aklım sen de kalmasın. Birazdan yola revan olacağım. Anadolu’ya geçeceğim.

MUSA: Ben de gelmek isterdim beyim senle! Lakin…(Öksürüğü artar. Yere doğru yığılır. Akif’in kollarındadır.)

AKİF: (Bağırır.) Bir araba bir araba bulun çabuk. Musamı hastaneye kaldıralım.

MUSA: Yok beyim yok. Beni Özbekler Tekkesine götürün. Sevgiliyle buluşmam ordadır. (Kendinden geçer. Akif’in haykırışı yankılanır.)

AKİF: Musaaaaaaa!

1.      PERDE SONU

 

 

 

 

 

2.      2. PERDE


(Bütün öğrenciler İstanbul Üniversitesi’nin önünde beklemektedirler. Bir huzursuzluk içindedirler. Sebebi Akif’in vefat haberidir.)

 

1.ÖĞRENCİ: Duydunuz mu ahali?! İstiklal marşımızın şairi Mehmet Akif vefat etmiş. Cenazesi Beyazıt camiinden kaldırılacak.

2.ÖĞRENCİ: Duyduk! Lakin hiçbir erkan katılmayacakmış cenazeye!

1.ÖĞRENCİ: Olsun biz millet olarak kaldırırız cenazemizi. Asım’ın Nesli burada. Hemen bir bayrak getirin, cenaze geldiğinde naaşına saralım üstadımızın.

2. ÖĞRENCİ: Müsterih olunuz! Onun adı her sabah ve her akşam, Türk İstiklâl Marşı genç göğüslerden gür bir ses dalgası halinde ufuklardan ufuklara yayıldıkça, milletin sevgisinden örülmüş bir ebediyet halesi içinde yaşayacaktır.

3. ÖĞRENCİ: O Akif ki istiklal harbinde bu milletin manevi lideri idi. Vefasızlık gösteremeyiz. O ki Allah bu millete bir daha istiklal marşı yazdırmasın diye milletinin derdiyle dertlenen biri değil miydi?

4. ÖĞRENCİ: Ayrıca yazdıklarıyla hayatı arasında tam bir uyum olan ve buna aykırı davranışları affetmeyen bir karakter abidesi olarak bilinen Akif bu milletin yüz akıdır.

5. ÖĞRENCİ: Yazmış olduğu İstiklal marşı için takdir edilen ücrete tenezzül etmemiş her kuruşunu hayr derneklerine bağışlamıştır. Üzerinde giyecek paltosu bile olmamasına rağmen hem de…O ki Teşkilat- ı Mahsusa O’nu Berlin’e görevli gönderdiğinde arkadaşlarına olan ikramını cebinden ödemişti. Asla milletin imkanlarına el uzatmamıştı.

6. ÖĞRENCİ: Akif’i unutturmamalıyız gelecek nesillere. Ondan ilham alacak çok şeyimiz var.

7. ÖĞRENCİ: Ney üfleyen, yüzme, gülle, güreş ve uzun yürüyüş gibi sporlara meraklı, hoşsohbet, çevresindekilerle şakalaşmayı seven, zeki ve nüktedan bir insan olan Mehmed Âkif, kendisini yakından tanıyan dostları arasında verdiği sözleri her şartta tutmasıyla tanınan bir kişiydi. Nitekim Baytar Mektebi’nde okurken bir arkadaşı ile, birinin önce ölmesi halinde diğerinin onun çocuklarına bakacağına dair sözleşmeleri buna örnektir. Yirmi yıl sonra Âkif, geçim sıkıntısı içindeyken bile sözüne sadık kalarak vefat eden arkadaşının çocuklarını evine almış ve kendi evlatlarıyla birlikte okutup yetiştirmiştir.

8. ÖĞRENCİ: Siyasetle ilişkisi olmamış lakin toplumsal olaylara asla kayıtsız kalmamıştı merhum. Öyle ki Meşrutiyetin ilanından 10 gün sonra daha önceleri gizli bir cemiyet olarak faaliyet gösteren ve daha sonra partileşecek olan İttihat ve Terakki Cemiyetine üye olmuştu. Ancak Akif, cemiyete üyeliğe girişin gereklerinden biri olan “Cemiyetin bütün emirlerine,kayıtsız şartsız itaat edeceğim” şeklindeki yemindeki “kayıtsız şartsız itaat “kısmına itiraz eder ve sadece iyi ve doğru olanlarına şeklinde düzeltilmesi şartıyla yemin edebileceğini söylediğinden cemiyet yeminini Akif’le değiştirmişti.

9. Mehmed Âkif’in inanç dışında bir dünya düzeni olarak ele aldığı İslâm’ı daima çağındaki meselelere en isabetli çözümler üretecek şekilde takdim etmesini de unutmayalım. Dinin cevherinde olan ebedîlik dünün, bugünün olduğu kadar yarının insanına da hitap etmeyi gerektirir. “Böyle gördük dedemizden” demenin mânası yoktur. “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” gelecek nesiller içinde bir klavuz olmalıdır.

5.ÖĞRENCİ: Dindar Akif bize güzel bir örnektir. Ezanın yasaklanıp da Türkçe ibadet saçmalığına düşüldüğünde Kuran Tercümesi isteyenlerin niyetlerine hizmet etmemek için yazmış olduğu çalışmanın basımını bile men etmişti.

4.ÖĞRENCİ: Dünyada çekmediği eziyet mi kaldı? Ailesi bile perişan oldu.  Yıllarca yurdundan uzak kaldı. Dün gece Beyoğlu’nda Said Halim Paşa’nın misafiri olarak kaldığı Mısır Apartmanında Hakk’a emanetini teslim etti.

1. ÖĞRENCİ: Akif’i anlatmakla bitiremeyiz. Lakin gözümüzü açtık ‘Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa efkâr-ı umumiyesi’ nakaratından başka bir şey işitmedik. Kiminin adaleti, kiminin hamiyeti, kiminin dehası, kiminin ilerlemesi kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini, bilmeyenlerimiz tercümelerini okuduk. Biraz da Akif’i anlamaya gayret edelim.

2. ÖĞRENCİ: Zağanos Paşa Camiinde, Hacı Bayram Camiinde, Nasrullah Paşa Camiinde söylediklerine bir kez daha bakalım. Safahat isimli eserini mutlaka okuyalım, okutturalım.

3. ÖĞRENCİ: Akif ne diyordu; “Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki ilerlemeleri inkar olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu ilerlemeleriyle ölçmek katiyyen doğru değildir. İddiam odur ki; heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır.”

 

 

4.ÖĞRENCİ: “Bu sömürgecilerin  bütün insanlara bilhassa Müslümanlara karşı öyle kinleri, öyle düşmanlıkları vardır ki, hiçbir suretle sakinleştirmek imkanı yoktur. Seküler ya da laiklik görüntüsüyle güya dinsiz geçinirler. Hürriyeti vicdan diye kainatı aldatıp dururlar. Hele biz Müslümanları, biz şarklıları taassubla itham ederler dururlar! Heyhat, dünyada bir müteassıb / yoz-yobaz millet varsa Avrupalılardır, Amerikalılardır. Taassubdan hiç haberi olmayan bir millet isterseniz o da bizleriz.” İşte bize millet olma şuurunu veren Akif’i elbette ahret yolculuğunda yalnız bırakamayız!

 

5.ÖĞRENCİ: Cenaze gelinceye kadar hep beraber milli şairimizin kaleme aldığı İstiklal Marşını söylemek üzere davet ediyorum.

 

(İstiklal Marşı okunur.)

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
‘Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va'dettigi günler hakk'ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri ‘toprak!' diyerek geçme, tanı:
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arsa değer belki başım.

 Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!

 

 BİTTİ

 

15 Şubat 2022 Salı

 BİR SADAKAT DESTANI: 

ZENCİ MUSA

Aslen Sudanlı olan Musa, 1880 yılında Girit’te, bir Türk mahallesinde dünyaya gelir. Kahire’de yaşayıp Osmanlı’ya sadakatle bağlı olan dedesi, küçük yaşlarda Musa’yı yanına alır ve onu dinine bağlı bir mümin, devletine bağlı bir nefer olarak yetiştirir. 1911 yılında İtalyanların Libya’yı işgali sırasında gönüllü Osmanlı askeri olarak Libya’ya gidip Şeyh Senusi’nin direnişine katılır. Trablusgarp Osmanlı’nın dört bir yanından gelen gönüllü askerlerin muhteşem direnişine sahne olurken Zenci Musa da burada büyük yararlılıklar sağlar. Cephede Teşkilat-ı Mahsusa üyesi Kuşçubaşı Eşref Bey’le tanışır. Uzunca boylu, iri cüsseli ve cesur olan Zenci Musa, Eşref Bey’in dikkatini çeker. Sonraki yıllarda “Kuşçubaşı Eşref’in emir eri olma şerefine nail olduğum andan itibaren Çerkez Komutanımı babam bildim.” diye bahsedeceği Kuşçubaşı Eşref’in emir eri olur.

1912 yılında Balkan Harbi çıkınca maiyetine girdiği komutanıyla birlikte cepheye gider. Batı Trakya Cumhuriyeti’nin kurulduğu, Edirne’nin geri alındığı cephede komutanının âdeta gölgesi olur. Canhıraş çarpışır, devleti için mücadele eder.
Balkan Savaşları henüz bitmişti lakin 1914 yılında tüm dünya milletlerini etkileyecek olan I. Dünya Harbi patlak veriyordu. Osmanlı Devleti istemese de 4 yıl sürecek uzun bir savaşın içerisinde buldu kendini. Yorgun, bitkin ve büyük kayıpları olsa da Osmanlı, Çanakkale, Kafkasya, Filistin, Kanal ve Hicaz cephelerinde işgal devletlerine karşı var gücüyle savaşıyordu. Çanakkale’de korkusuzca savaşanlar arasında Zenci Musa da vardı. Çanakkale Savaşı bitmiş, zafer kazanılmıştı ancak vatan için görev devam ediyordu.
I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Enver Paşa bir gece yarısı Teşkilat-ı Mahsusa’nın son lideri Kuşçubaşı Eşref’i evinde ziyaret eder. Mezkûr cepheler ile verilen görevlerde vazifesini büyük bir başarıyla ifa eden ve bir Osmanlı gizmeni (ajan) olarak hemen her şeyden haberdar olması münasebetiyle kendisine, kuşların dilini biliyor ki her durumdan haber alıyor düşünceleriyle “Kuşların Şeyhi” lakabı takılan Kuşçubaşı Eşref Bey’e, “İngilizler Kuzey Arabistan’ı ele geçirdiler. Oradan da yavaş yavaş yukarıya doğru ilerleyip Filistin topraklarına sızıyorlar. Biz bunları yukarıdan püskürtmeye çalışıyoruz fakat İngilizleri güneyden de vurmadıkça savaşı kontrol altına alamayız. Güneyde bulunan kolordumuzda yeteri kadar askerimiz mevcut değil lakin bizim gibi düşünen, bizim gibi hisseden, bizim gibi vatan sevdalısı olan Yemenliler var. Oralarda olan askerlerimize ve Yemenlilere yardım etmemiz gerekiyor ki bir an evvel toparlanıp; hem isyan eden Şerif Hüseyin birliklerini dağıtsın hem de İngilizleri geri püskürtmeyi başarsın. Onların derlenip toparlanması için gereken parayı gönderecek olan da yine biziz. 300 bin altın hazır. Para buradan, İstanbul’dan gidecek.” der Enver Paşa. Eşref Bey bir an şaşırır. Enver Paşa’nın gözlerinin içine bakarak, “Nasıl gidebilir ki bu altınlar Yemen’e? Yemen’le İstanbul arasındaki Orta Doğu işgal altında. Medine’de Fahrettin Paşa canhıraş direniyor, nasıl gidebilir, kim götürebilir bu parayı Yemen’e?”
“Bu parayı sen götürebilirsin Kuşçubaşı Eşref.”
Kuşçubaşı Eşref, Arap yarımadasını iyi bilmesi, aşiretleri tanıması, Arapçasının mükemmel derecede olması hatta kabile kabile şiveleri ihtiva etmesinden dolayı evvela emir eri Zenci Musa’yı ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan güvendiği 70 kadar adamını toplar. Altınlar her birine dağıtılır ve kendisi de bir Arap edasıyla kılık değiştirir. İki ayrı kola ayrılarak Medine’de buluşmak üzere yola koyulurlar ve sözleştikleri gibi bir sorun yaşamadan Medine’ye ulaşmayı başarırlar. Fahrettin Paşa, Eşref’e, “Medine’den bir adım dahi dışarı çıkamazsın çünkü İngiliz istihbaratı 300 bin altınla sizin Yemen’e gittiğinizi öğrendi. Sizi ben ordumla Hayber’e kadar götürürüm. Hayber’de ordumla uğurlarım ancak sizi orada bıraktığım anda, daha birkaç kilometre dahi ilerlemeden kuşatırlar.”
Eşref Bey, “Neye malolursa olsun bunu yapacağım.” der ve Fahrettin Paşa’nın ordusuyla Hayber’e giderler. Hayber’den dışarı çıkalı daha 10 kilometre olmadan Cembele mevkiinde 25 bin kişilik İngiliz-bedevi birlikleri Eşref Bey ve adamlarının etrafını kuşatırlar. Burada bir gün bir gece son neferine kadar çarpışırlar fakat en sonunda başına aldığı bir darbe ile yaralanan Eşref Bey esir düşer. Kendisi küçük düşürülmek için yayan ve perişan bir vaziyette yürütülerek Edward Lawrence’in içinde bulunduğu bir çadıra götürülür.
Ancak Eşref’in adamlarından iki kişi altınları develere yüklemiş hâlde kaçmayı başarır. Çünkü Kuşçubaşı Eşref kendisini yem etmiş, emir eri Musa’yı görevlendirerek çöle göndermiş ve her ne olursa olsun Yemen’e ulaşmasını emretmişti. Altınların kaçırıldığını anlayan İngiliz kuvvetleri Zenci Musa ve arkadaşlarının peşine düşmüş ancak ne Musa’yı ne de arkadaşlarını yakalamayı başarabilmişlerdi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Zenci Musa altınlarla birlikte Sana’ya ulaşmayı başarır. Altınların teslimi sırasında görevini yapmanın mutluluğu fakat komutanının esareti sebebiyle yaşadığı üzüntüyle Ali Sait Paşa’ya buruk bir ses tonuyla, “Çok şükür başardık fakat Eşref Bey’imizin düşman eline düşmesine engel olamadık.” der.
12 Ocak 1917’de gerçekleşen bu olay London Times Gazetesi’nde sekiz sütunla manşetten verilir. İngilizlerden kaçarak 300 bin altını Ali Sait Paşa’ya teslim eden Zenci Musa artık bütün İngilizler tarafından tanınmaktadır. Zenci Musa, vatana hizmet aşkıyla büyük bir işe imza atmış ancak engin bir muhabbet ve sadakatle bağlı olduğu komutanı Eşref Bey’den de ilelebet ayrılmıştır.
Zenci Musa altınları teslim ettikten sonra yine gönüllü olarak Yemen’deki direnişe katılır. Büyük kahramanlıklar gösterir fakat İngilizlere esir düşer. I. Dünya Savaşı’nın bitiminde serbest bırakılır. 1919’a kadar Yemen’de kalır fakat Millî Mücadelenin başladığını duyar duymaz İstanbul’a gelir. Ancak ne bir kuruş parası ne de kalacak bir yeri vardır. Bir ikindi vakti Beyazıt Camii’nde namaz çıkışı kendisini Yemen’den tanıyan Ali Sait Paşa ile karşılaşır. Ali Sait Paşa, “Musa, bu vatana çok hizmet ettin, emeklilik için dilekçe ver kabul edeyim.” der. Zenci Musa şöyle bir etrafına bakar ve “Paşam, ben bu fakir milletin parasını kabul edemem.” diyerek teklifi reddeder.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra Ali Sait Paşa hamallar kâhyası Ferit Bey ile anlaşarak; birkaç gün sonra kendisine geldiklerinde hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi Musa’ya Karaköy Gümrüğünde kâhyalık teklif etmesini söyler. Vakit gelip hamallar kâhyasının yanına gittiklerinde Zenci Musa’ya, Ferit Bey tarafından Karaköy Gümrüğü kâhyalığı teklif edilir. Zenci Musa “Beyim, benim gücüm kuvvetim yerinde hamdolsun. Kâhyalığı siz yaşlı bir Müslüman’a verin ben eğer hamallık lazımsa yapayım.” der ve hamallığa başlar.
Zenci Musa artık bir hamaldır fakat devletine hizmet etmekten hiçbir zaman geri durmamaktadır. Gündüzleri gümrükte hamallık yapmakta, geceleri Özbekler Tekkesi’nden Anadolu’ya giden silah sevkiyatı için çalışmaktadır. İki metre on santim olan boyu ve her daim yerinde olan kuvvetiyle gümrükte kimselerin kaldıramadığı yükleri kaldırmaktadır. Ancak Mondros Antlaşmasının imzalanması üzerine İstanbul’a gelen işgal kuvvetleri ve hemen her yerde Fransız, İngiliz ve İtalyan askerlerini şehirde görmek ona her şeyden ağır geliyordu.
İstanbul işgal kuvvetleri komutanına bir gün, hani şu kuvvetlerimizi atlatıp altınları Yemen’e ulaştırmayı başaran Sudanlı Zenci Musa var ya, işte o gümrükte hamallık yapıyor, derler. İşgal kuvvetleri komutanı General Harrington, Zenci Musa’nın yanına gider ve kendileri ile çalışması hâlinde onu altına boğacağını, bu perişan hâlden kurtulacağını, söyler. Aldığı teklif karşısında bir Osmanlı vatandaşı olarak olağanca heybetiyle oturduğu yerden doğrulan Zenci Musa, General Harrington’a “Komutan, her teklif, herkese yapılmaz. Senin bu teklifin beni ancak rencide eder. Benim bir devletim var: Devlet-i Osmanî. Bir bayrağım var, o da ay yıldızlı bayrak. Benim bir tek komutanım var o da Kuşçubaşı Eşref. Ama şunu bil ki bu iş daha bitmedi. Sizinle mücadelemiz devam edecek.” diye haykırır. Her şeyi parayla satın alabileceğine inanan küstah bir İngiliz’e gücünü imanından alan bir Bilal-i Habeşi cevabıydı belki de Zenci Musa’nın bu sözleri.
Uzunca bir müddet gündüz ve gece görevlerine devam eden Zenci Musa’nın bedeni onca savaşa ve içerisinde bulunduğu elim duruma artık dayanamaz, vereme yakalanır. Kendisini tanıyanlar mevcut hastalığı sebebiyle bir sanatoryuma yatmasını ve tedavi olmasını defaatle teklif etmelerine rağmen Zenci Musa “Oraya gücü olmayan fakirler yatırılsın, ben inşallah iyileşirim.” diyerek bavulunu alır ve Özbekler Tekkesi’ne yerleşir. Özbekler Tekkesi Şeyhi Ataullah Efendi tarafından kendisine bir oda tahsis edilir lakin az bir vakit içerisinde Zenci Musa’nın bedeni vereme yenik düşer. Vefat ettiğinde kendisinden geriye yalnızca tahta bir valiz kalmıştır.
Ömrünü sadakatle vatanına adayan Sudanlı Zenci Musa’nın valizi açıldığında içerisinden; bir adet Mushaf-ı Şerif, bir adet ay yıldızlı bayrak, beyaz bir kefen bezi, bir Osmanlı haritası ve Kuşçubaşı Eşref’in solmuş bir fotoğrafı çıkmıştır. Zenci Musa’nın sadakatle bağlı olduğu komutanı Kuşçubaşı Eşref ise o vakitlerde esir tutulduğu Malta’dan kurtulmuş ve Millî Mücadele için çalışmaya başlayacağı sırada emir erini istemiştir yanına ancak vefat haberini vermişlerdir. Kuşçubaşı Eşref ise büyük bir üzüntüyle çok sevdiği emir eri için hatıratında “Ben Malta’dan kurtulup Millî Mücadele’nin bayrağını açma şerefine mazhar olduğum sıra, o benim kahraman Arabım veremden ölmüş.” diye not düşmüştür.
Kuşçubaşı Eşref’le birlikle Nasihat Heyetiyle Arabistan’a seyahatleri sırasında Zenci Musa’yı tanıyan Mehmet Akif Ersoy ise abide bir Osmanlı olan Zenci Musa için, “Eşref Bey’in emir eri Zenci Musa / Omuzundan arşa yükseldi Nebi İsa” mısralarını kaleme almıştır.
Zenci Musa, yaşadığı müddetçe kendisini var eden topraklara her daim borcunu ödeyerek yaşamış, cepheden cepheye canhıraş vaziyette bir akıncı ruhu ile büyük kahramanlıklar göstermiş, kendisine emanet edilen 300 bin altını gram eksiksiz Ali Sait Paşa’ya teslim etmiş, yatacak yeri, giyecek elbisesi dahi olmadığı hâlde emekli maaşı almayı ar saymış, işgal kuvvetleri komutanına “Bu iş daha bitmedi!” diye inançla haykırmış, mahzun ve masum kıtanın Osmanlı yüreklisiydi.
Fedakârlık dolu hayatı, feragat timsali kişiliği ile ömrümüz oldukça minnetle yâd etmemiz gereken Sudanlı Zenci Musa, 1919 yılında Özbekler Tekkesi’nde vefat etmesinin ardından Özbekler Tekkesi Haziresine defnedilmiştir. Lakin bugün Zenci Musa’nın mezarının yeri tüm çabalara rağmen bulunamamış olduğundan, 2012 yılında Üsküdar Belediyesi ve bazı vakıfların girişimiyle temsili bir mezar yeri belirlenmiş ve oraya Musa’nın şerefli hayatını anlatan kitabe konulmuştur.
Mezar yerlerini dahi bilmediğimiz şehitlerimize, evlatlarını bir kez dahi görmeden cephe cephe vatan kurtarmaya çalışan komutanlarımıza, Osmanlı’nın onuru ve şerefi için gidiyorum diyen paşalarımıza ve daha nice kahramanlarımıza, Zenci Musa’nın şahsında minnet ve şükranlarımızı sunuyoruz.
Dünde olanı bugüne, bugünde olanı yarına hakkıyla taşıyabilme gayesi ile…

Nermin TAYLAN

14 Şubat 2022 Pazartesi


NASRULLAH PAŞA CAMİİ HUTBESİ

Akif’in Kastamonu’da Nasrullah Paşa Camii kürsüsünden yaptığı tarihi vaazı, Sebilürreşad yazarı Eşref Edip Bey tarafından kayda alınmış ve o dönem Sebilürreşad Mecmuası’nda yayımlanmıştı.

Mehmet Akif’in Kastamonu konuşmasının Sebilürreşad’da yayımlanması üzerine, Meclis bütçesinden Sebilürreşad’ı bastırarak cephelere gönderilmesi talimatı verilmişti. Akif’in Sebilürreşad da yayımlanan o konuşması, Sevr anlaşmasıyla ilgili de en net tavırlardan biri olmuştu.



“MEHMET ÂKİF BEY'İN KASTAMONU NASRULLAH CAMİİNDEKİ CUMA VAAZI


"NASRULLAH" KÜRSÜSÜNDEN[1]

Türk Milletine hitap

Kastamonu 19 Teşrinisani 1336 (1920)

Cuma günü


Bismillâhir-Rahmani-r Rahim

Ya eyyahe-llezine âmenu lâ tettehizu bıtaneten min dunikum la yelunekum habalen, veddu ma anittum, kad bedetil-boğdau min efvahihim vema tuhfi suduruhum ekber, kad beyyenna lekûm-ul-âyati in küntüm ta'kilum.

TERCÜMESİ

(Yaeyyuhe-lleziîine âmenu) ey iman etmiş olanlar, ey Müslümanlar, içinizden olmayanlardan, size yabancı kimselerden dost ittihaz etmeyiniz. Âyeti çelileki (bitane) içli dışlı görüşülen, kendisine her türlü sırlar emanet edilen samimi dost, yarıcan, arkadaş, mahremi esrar manalarınadır. Öyle bitane ki (la ye’lünekum habalen) sîzlere karşı mazarrat ika etmekten, aranıza fitneler, fesadlar sokmaktan hiç bir vakit geri durmazlar. Ellerinden gelen fenalıkların hiç birini sizden esirgemezler. (veddu ma anittum) Sizin sıkıntılara, musibetlere, felâketlere uğramanızı isterler. (Kad bedetil-bağdau min efvahiİim) görmüyor musunuz, hakkınızda besledikleri düşmanlık ağızlarından taşıp dökülüyor. (ve ma tuhfi sudurahum ekber) bununla beraber yüreklerinde, sinelerinde gizlemekte oldukları kinler, garezler, husumetler, o bir türlü zabtedemeyip de ağızlarından kaçırmakta oldukları adavetten çok büyüktür, çok şiddetlidir. (Kad beyyenna lekum ul âyeti in kuntum ta’kilun) bizler size her biri ayni hikmet, mahzı ibret olan âyetlerimizi böyle sarih bir surette bildirdik. Eğer sizler akı karadan, iyiyi kötüden seçer, hayrını, şerrini düşünür aklı başında adamlarsanız bu hikmetlerin, bu ibretlerin muktezasınca hareket ederek, hem dünyada, hem ukbada felâh bulursunuz.

TEFSİR

Ey Müslümanlar, sizin için bu âyeti celileye ittibadan başka selâmet yolu yoktur. Takib edilecek hattı hareket, düstur-u siyaset tamâmile bu âyeti celilede mündemicdir. Binaenaleyh meali ulvisini bir kere de toplayıp ifade edelim. Cenabı hak buyuruyor ki:

— Ey müminler, size ellerinden gelen fenalığı yapmakdan çekinmeyen, bu hususta hiç bir fırsatı kaçırmayan, dininize yabancı kimseleri kendinize mahremi esrar, dost, arkadaş ittihaz etmeyiniz. Bunların sureti hakdan görünerek size güler yüz göstermelerine, hayırınızı ister gibi tavırlar takınmalarına asla kapılmayınız. Onların gece gündüz isteyip durdukları sizin felâketinizden, izmihlalinizden, esaretinizden başka bir şey değildir. Baksanıza, size karşı kalplerinde besledikleri düşmanlık o kadar dehşetli ki bir türlü zabtedemiyorlar da ağızlarından kaçırıyorlar. Halbuki yüreklerinde kök salmış olan husumet, ağızlarından taşan ile kabili kıyas değildir, ondan çok fazladır, çok şiddetlidir. İşte bütün hakikatleri, âyatı celîlemizle sizlere açıktan açığa tebliğ ediyoruz, bildiriyoruz, Eğer aklı başında insanlarsanız, eğer dareynde[2] zelil olmak, hüsranda kalmak istemezseniz bizim âyatı celilemizin gereğince hareket ederek felâh bulursunuz.

Bu âyeti celile surei Âli İmrandadır. Surei Tevbede de "Ey Müslümanlar, Cenabı Hak içinizden hak yolunda mücahedede bulunanları, Allah ile onun resuli muhtereminden, bir de müminlerden kendisine dost ittihaz etmeyenleri görmedikçe sizler öyle başı boş bırakılacak mısınız, zannediyorsunuz?"

Bu iki âyeti celileden başka diğer âyatı kerime daha vardır ki, hep ayni ruhtadır.

★ ★ ★

Ey camaati Müslimin! insan için kendi aleyhine bile çıksa hakkı, hakikati söylemek lâzımdır. Ben de bir zamanlar Kitabullahı telave’t ederken bu gibi âyatı celileye geldikçe "acaba sair milletlere karşı bir az şiddetli davranılmıyor mu? Yabancılar hakkında daha merhametli olmak icab etmez mi idi?" gibi düşüncelere dalardım. Vakıa bu hatıraların sırf şeytanî vesveselerden başka bir şey olmadığını bilirdim. Lâkin velev şeytani olsun, o düşünceleri içimden söküp alıncaya kadar hayli mücahedelere mecbur kalırdım. Acaba bu vesvesenin menşei ne idi? Burasını araştıracak olursak işi bir az tabiî görürüz. Öyle ya, gözümüzü açtık, Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa efkârı umumiyesi nakaratından başka bir şey işitmedik. Kiminin adaleti, kiminin hamiyeti, kiminin dehası, kiminin terakkiyatı kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini, bilmeyenlerimiz tercümelerini okuduk. Edebiyatları, hele edebiyatlarının ahlâkî, insanı, içtimaî mevzuları pek hoşumuza gitti. Müelliflerin kıymeti ahlâkiye ve insaniyelerini, eserlerile ölçmeye kalkıştık. İşte bu mukayeseden itibaren aldanmaya, hatadan hataya düşmeye başladık. Bu adamların sözleri ile özleri arasında asla münasebet, müşabehet olamayacağını bir türlü düşünemedik. İşte okuyup yazanlarımızın çoğuna ârız olan bu hata bir zamanlar bana da musallat oldu. Bereket versin ki yaşım ilerledi, tecrübem arttı; hususile Avrupa’yı, Asya’yı, Afrika’yı dolaşarak Avrupalı dediğimiz milletlerin esaret altına, tahakküm altına aldıkları biçare insanlara karşı reva gördükleri zulmü, gadri, hakareti gözümle görünce artık aklımı başıma aldım. Demin söylediğim şeytani vesveselere kapılmış olduğumdan dolayı Cenabı Hakka tevbeler ettim.

Dünyada Avrupalıları bihakkın anlayan ve anladığını da iki cümle ile hülâsa edebilen bir Müslüman varsa o da eazimi ümmetten fazılı mağfur Hersekli Hoca Kadri efendi merhumdur. Âlemi İslâmın en fedakâr, en faziletli erkânından Mısırlı Prens Abbas Halim Paşa bir gün musahabe esnasında demişti ki:

— Hoca Kadri Efendiyi zaten Mısır’dan tanırım. İrfanına, uluvvi cenabına hayran olurdum. Bir aralık Fransa’ya uğramıştım. Paris’de ilk işim bu muhterem Müslümanı ziyaret oldu. Kendisi ile bir az hoş beşden sonra dedim ki:

— Hocam! senelerden beri burada oturuyorsun. Şarkın, garbın ulûmuna, funnununa cidden vakıf bir nadirei fıtratsın. Yakinen gördüğün şeyler tabiidir ki tecrübeni, görgünü, arttırmıştır. Öğrenmek isterim, Avrupalıları nasıl buldun?

— Paşa! Bu adamların güzel şeyleri vardır. Evet pek çok güzel şeyleri vardır. Lâkin şunu bilmelidir ki o güzel şeylerin hepsi, evet hepsi yalnız kitaplarındadır!

Hakikat, hoca merhumun dediği gibi Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki terakkileri inkâr olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu terakkileri ile ölçmek kat’iyyen doğru değildir. Heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı. Fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır.

Bunların bütün insanlara, bilhassa Müslümanlara karşı öyle kinleri, öyle husumetleri vardır ki, hiç bir suretle teskin edilmek imkânı yoktur. Sureta dinsiz geçinirler. Hürriyeti vicdan diye kâinatı aldatıp dururlar. Hele biz Müslümanları, biz şarklıları taassubla itham ederler dururlar! Heyhat. Dünyada bir mü'teassıb millet varsa Avrupalılardır, Amerikalılardır. Taassubdan hiç haberi olmayan bir millet isterseniz o da bizleriz.

★ ★ ★

Ey camaati müslimin! Bilirim ki bu sözlerim sizin senelerden beri avutulmuş, uyutulmuş fikirlerinize biraz aykırı gelecektir. Onun için bir iki misal getirmek icab ediyor:

Bilirsiniz ki bizim harbi umumiye girmemizden en çok müstefid olan bir millet varsa o da Almanlardı. Şunu ihtar edeyim ki ben bu kürsüde harbi umumiye girmek mi lâzımdı, girmemek mi evlâ idi, girmeden durabilir mi idik, bir az daha geç mi girmemiz muvafık idi? gibi meselelerin hiç birini mevzuubahis edecek değilim. O benim sadedimin, salâhiyetimin haricindedir. Ortada bir vak'a var ki biz Almanlarla birlikte olarak harbe girdik. Yüz binlerce şehit verdik. Yüz binlerce hanuman söndü. Milyonlarca sâmân kaynadı gitti. Şimdi Almanlar için ne lâzım geliyordu? Ne yapacaklardı? Şüphesiz bütün dünyanın, bütün dünyadaki milletlerin kendilerine ilânı harp ettikleri bir zamanda böyle yegâne müttefikleri olan bizleri sinelerine basacaklar, bütün gazeteleri ile, bütün kitapları ile, bütün ediplerde, bütün muharrirlerde bizi alkış, teşekkür tufanları içinde boğacaklardı. Heyhat! Bu umumî harbin ilk senesinde ben mühim bir vazife ile Berlin'e gitmiştim. O aralık Almanya hükümeti bize dedi ki:

— Bizim meclisi mebusanımızdaki bilhassa katolik meb'uslar kıyamet koparıyorlar: Almanlar gibi mütemeddin, rnütefennin bir millet nasıl oluyor da Müslümanlar gibi, Türkler gibi vahşilerle ittifak ediyorlar? Bu, bizim için zül değil midir?... diyorlar. Aman, makaleler yazınız, eserler yazınız, biz onları Almancaya tercüme ettirelim. Tâki Müslümanlığın da bir din, Müslümanların da insan olduğu bunların nazarında taayyün etsin!

Almanya hükümeti haklı idi. Çünkü Alman milleti nazarında Müslümanlık vahşetten, Müslümanlarsa vahşilerden başka bir şey değildi. Onların gazetecileri, romancıları; hele müsteşrik denilip de şark lisanlarına, şark ulûmu fünûnuna, şark ahlâk ve âdatına vâkıf geçinen adamları mensup oldukları milletin efkârını asırlardan beri bizim aleyhimize o kadar müthiş bir surette zehirlemişlerdi ki, arada bir anlaşma, bir barışma husulüne imkân yoktu. Biz o sırada kendimizi onlara tanıtmak için, tabii elden geldiği kadar çalıştık. Lâkin tamamı ile muvaffak olduğumuzu asla iddia edemem. Heriflerin taassubu yaman! Kökleşmiş bir takım kanaatler hakkı görmelerine mani oluyor.

Harp esnasında, bilirsiniz ki Almanya imparatoru İstanbul’a gelmişti. Biz safderun Müslümanlar halifenin müttefiki sıfatı ile o misafire karşı nasıl hürmette, nasıl ikramda bulunacağımızı şaşırdık. Bu şaşkınlıkta o kadar ileri gittik ki darülhilâfenin, yani İstanbul'un minarelerini kandil gecesi imiş gibi kandillerle donattık. Alman dostluk yurdu binası kurulacak denildi, bol keseden bir kaç camimizi heriflere peşkeş çektik. Ha! Gelelim bizim bu gibi fedakârlıklarımıza karşı gördüğümüz mukabeleye! Düşmanlar Kudüsü bizim elimizden gasbettikleri zaman bu felâket harbi umumi üzerine büyük bir tesir ika etmişti. Yani Filistin cephesinin bozulması muharebe terazisini düşmanlarımızın tarafına epeyce eğdirmişti. Binaenaleyh müttefikimiz olan Almanlarla yine Almandan başka bir şey olmayan Avusturyalıların bu işten bizim kadar müteessir olmaları icab ederdi. Ey camaati müslimin! İşe bakın ki Kudüs, velev ki İngilizlerin eline geçmiş olsun, velev ki bu memleketin düşman eline geçmesi, bu cephenin bozulması yüzünden muharebe bizim hesabımıza kaybolsun, tek Müslümanların elinde, Türklerin elinde kalmasın da hasmımız da olsa dindaşımız olan İngilizlerin eline geçsin, diyerek Viyanalılar şehrâyin(kutlama, şenlik) yaptılar. Evlerini donattılar. Bu maskaralığı men edip yakılan elektrik fenerlerini söndürünceye kadar Avusturya hükümetinin göbeği çatladı. Artık taassubun hangi tarafta, hürriyetin, müsamahakârlığın hangi tarafta olduğunu bu misallerle de anlamazsanız kıyamete kadar anlayacağınız yoktur.

★ ★ ★

Avrupalıları, Amerikalıları dinsiz derler. Size bir hakikat daha söyleyeyim mi? Dünyada din ile en az mukayyed olan bir memleket varsa o da bizim memleketimizdir. Bugün cuma olduğu halde Kastamonu'nun en şerefli bir camiinde, görüyorsunuz ya, kaç saflık cemaat bulunuyor! Dünyanın en mamur, en yeni memleketi olan Berlin'de pazar günü büyük kiliseler hıncahınç dolar. Hem kiliseleri dolduran cemaati avamdan ibaret zannetmeyiniz. Bütün zenginler, milletin münevver dediğimiz tabakasına mensup adamlar, temiz temiz giyinmiş halk bu cemaati teşkil eder. İngiltere'ye gittiğiniz takdirde şayet cumartesi gününden etinizi, ekmeğinizi tedarik etmezseniz pazar günü aç kalırsınız. Çünkü kıyamet kopsa dinî bir gün olan pazar günü hiç bir dükkânı açtıramazsınız. İngilizler duasız sofraya oturmazlar, duasız sofradan kalkmazlar.

Rumeli zenginlerinden bir adam tanırım, ki ziraat tahsili için bir oğlunu Amerika'ya göndermişti. Çocuğun kendi ağzından işittim.

Diyor ki:

— Memleketin acemisiyim. Lisanlarını lâyıkı ile bilmiyorum. New-York'ta, bir otelde bulunuyorum. Gece canım sıkıldı. Oturduğum odada bir piyano vardı. Azıcık tıngırdatayım dedim. Sazın perdeleri üzerinde parmaklarımı hafifçe gezdiriyordum. Aradan iki üç dakika henüz geçmemişti ki odanın kapısına yumruk inmeye başladı. (Ne oluyoruz? diye kapıyı açtım. Bir de baktım ki otelcinin karısı hiddetinden ateş kesilmiş, bana alabildiğine söğüyordu. Karı benim ne barbarlığımı, ne saygısızlığımı, ne ahlâksızlığımı, hülâsa hiç tutar bir yerimi bırakmadı. Meğer o gece hıristiyanların eizzesinden, yani velilerinden birisinin gecesi imiş. Geceyi o veliye hürmeten ibadetle geçirmek icab edermiş! Piyano çalmak maazallah küfür derecesinde günahmış! Artık karıya memleketin acemisi olduğumu, bu hatanın benden kastım olmaksızın sadır olduğunu anlatıncaya kadar akla karayı seçtim. -

Ey camaati müslimin! Bizim diyarda cuma namazı kılınırken tavla şakırtıları, sarhoş nareleri duyulduğu nadir vakalardan değildir, zannederim.

Görüyorsunuz, herifler dinlerine nasıl sarılmışlar, asabiyeti diniye meselesinde ne kadar ileri gitmişler! Bu da sebep-siz değil. Çünkü onların doğar doğmaz beşikte, bir az büyüyünce eşikte dini, millî telkinat ile kulakları dolar. Yabancılara karşı husumet, adavet hisleri her fırsattan bilistifade kendilerine verilir. Kendi cinslerinden, kendi dinlerinden, kendi renklerinden olmayan mahlûkatı beşeriyenin insan sayılamayacağı, bunların kafalarına iyice yerleştirilir. O sebepten bunların, bir şarklıyı, hele bir Müslümanı sevmesine imkân yoktur. Ressamları, meydana getirdikleri türlü türlü resimlerle, şairleri şiirlerle, hikâyecileri gayet maharetle yazılmış romanlarla, siyasileri gazetelerle hep onların bu hislerini canlandırır dururlar.

★ ★ ★

Anlıyorsunuz ya, biz nasıl yetişiyoruz, onlar nasıl yetiştiriliyor? Bu heriflere karşı olan duygumuzu hiç bir vakit onların ilimlerine, san'atlarına sıçratmamalıyız. Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara uymazsak yaşamamıza, milletimizi yaşatmamıza imkân yok.

Biz Müslümanlar bin tarihinden itibaren çalışmayı bıraktık. Atâlete, ahlâksızlığa döküldük. Avrupalılar ise gözlerini açtılar, alabildiğine terakki ettiler. Görüyorsunuz ki denizlerin dibinde gemi yüzdürüyorlar. Havalarda ordular dolaştırıyorlar. Madem ki vatanın müdafaası farzı ayındır, bu farzın mütevakkıf olduğa esbabı elde etmek farzdır; O halde onların kuvvet namına neleri varsa hepsini elde etmek için çalışmak hepimize farzı ayadır. Ne hacet! (Ve eiddu lehum mesteta’tum min kuvvetin = Düşmanlara karşı ne kadar kuvvet tedarik etmeye, hazırlamaya imkân bulursanız derhal hazırlayınız) emri İlâhisi sarihdir. Şüpheye, düşünmeye, taşınmaya mahal yoktur. O halde ne yapacağız? Aramıza sokulan fitneleri, fesadları, fırkacılıkları, komitecilikleri, daha bin türlü ayrılık gayrılık sebeplerini ebediyen çiğneyerek el ele, baş başa vereceğiz. Birden çalışacağız. Çünkü bugün dünyanın, dünyadaki hayatın tarzı büsbütün değişmiş. Yalnız başına çalışmakla bir şey yapamazsın. Toplar, tüfekler zırhlılar, şimendiferler, limanlar, yollar, tayyareler, vapurlar, elhasıl düşmanları bize üstün çıkaran, yarım milyar Müslümanın bir kaç milyon frenge esir olmasını temin eden esbab ve vesait ancak cemiyetler, şirketler tarafından meydana getirilebilir. Demek, Müslümanlar Allahın, Kitabullahın, Resulullahın emrettiği, tavsib ettiği vahdete, birliğe, cemaate sarılmadıkça âhiretlerini olduğu gibi dünyalarını da kurtaramazlar Her şeyden evvel vahdet, cemaat, teavün. Bir kere bunu elde edelim, alt tarafı Allahın inayeti ile kolaylaşır.

Bununla beraber icabında Avrupalılarla birleşebiliriz Ancak bu birleşmek bize hiç bir vakit onların iç yüzünü unutturmamalıdır. Yani vatanımızın, dinimizin menfaati, ticaretimizin, servetimizin, refahımızın terakkisi namına icab ederse, mümkün olursa mütekabil, müşterek menfaatler üzerine bunlarla çekişe çekişe pazarlık ederek ittifak ederiz. Ancak bu pazarlıklarda son derecede açık gözlü bulunmamız lâzım gelir.

★ ★ ★

Biz Müslümanlar ise maalesef gerek içimizdeki, gerek dışımızdaki yabancıların sözüne kanıyoruz da birbirimize itimad etmiyoruz. Onlardan giydiğimiz külahı kendi dindaşlarımıza, kendi kardeşlerimize giydirmek için uğraşıyoruz. Cenabı hak (innemel mu’minune ihvetun) "Müminler, birbirlerinin kardeşinden başka bir şey değildir" buyuruyorken yazıklar olsun ki biz, o kardeşlikten çok uzakta bulunuyoruz. Ancak ayda, âlemde bir kere camiye geliyoruz. Huzuru İlâhide birleşiyoruz. Fakat namazı bitirip papuçlarımızı koltuklayarak dışarıya fırlayınca birbirimize karşı derhal ya hasım, yahut hiç olmazsa bigâne kesiliyoruz. Âyatı kerime var, namütenahi ehadisi şerife var. Bunlara göre: Müslümanlardan biri diğer dindaşlarını kendi öz kardeşi bilmedikçe, onların meserretile mesrur, musibetile, matemde mahzun olmadıkça tam Müslüman olamaz. İmanın kemali camaati müslimine sımsıkı sarılmakla kaimdir. "Müslümanların derdini, kendine dert etmeyen Müslüman değildir." buyuran resuli hakim (Sallallahü Aleyhi vesellem efendimiz hazretleri) diğer bir hadisi şeriflerinde buyuruyor ki: "Dünyanın öbür ucundaki bir Müslümanın ayağına bir diken batacak olsa ben onun acısını kendimde duyarım. Bütün Müslümanlar bir araya gelerek tek bir vücudu meydana getiren muhtelif uzuvlara benzerler, insanın bir uzvuna bir hastalık, bir acı isabet etse diğer uzuvların kâffesi o hasta uzvun elemine ortak oldukları gibi bir Müslümanın da diğer dindaşlarının acısına, musibetine, matemine kabil değil bigâne kalamaz. Kalabiliyorsa demek ki Müslüman değil."

"El mu’minu lil mu’mini kel bunyani yeşuddü "ba’duhu ba’dan" "Bir müminin diğer mümine karşı vaziyeti yekpare bir duvarı vücude getiren perçinleşmiş kayaların birbirine karşı aldığı vaziyet gibidir.. Öyle olacaktır. Öyle olmalıdır." Hadisi şerifini elbette işitmişinizdir. Ashabi kiram hazeratı arasındaki vahdet, muhabbet, teavün cümlenizin malumudur. Bu din uluları, bu Allahın en sevgili kulları huzuru İlâhiye cemaatle durdukları zaman saflar adeta ─maruf tabir veçhile─ sabun kalıbı halini alırdı. Birbirleri ile o kadar ittisal hasıl ederlerdi ki üzerlerindeki libaslar daima omuz başlarından eskirdi. O muazzam saflar, müselsel yekpare bir dağ gibi kıyam eder, öyle rükûa varır, öyle secdeye kapanırdı. Vahdetin, namazdaki bu tezahürü namaz haricinde de böylece devam eder giderdi. O sayededir ki İslâm, Aleyissalâtü Vesselâm efendimizin risaleti celilelerinden itibaren yirmi otuz sene zarfında dünyayı kuşatmıştı.

Hadis kitaplarını, siyer kitaplarını, tarihi İslâm sayfalarını gözden geçirince ashabı kiram arasındaki birliğe hayran olmamak elden gelmiyor. "Eşiddau alel kuffari rulhemau beynekum"[3] vasfı ilâhisile tasvir buyurulan o kahraman fitretler "hakikat birbirleri hakkında ne kadar merhametli, ne derecelerde rikkatli idiler, düşmanlarına karşı ise.nasıl şedid idiler! (ezilleten a-lel mu’minin, azitten alel kâfirin = müminlere karşı, mutavazı, halim, selim, şefik, rahim, kâfirlere karşı ise vakur, metin, mekin, şedid) olmak İslâmın hususiyetlerindendir. Yazıklar olsun, biz bu hususiyetlerden, bu meziyetlerden, büyüklüklerden mahrum olduk. Dinimizden olmayanlara karşı yapmadığımız müdahene, göstermediğimiz nezaket kalmıyor. Birbirimizi ise bir kaşık suda boğmak istiyoruz. Cesaretimiz, kabadayılığımız, asıcılığımız, kesiciliğimiz hep kendi aramızda. (Be’suhum beyneihum şedidun, tahsebuhum cemian ve kulubuhum setta) = kendi kendilerine karşı oldu mu hücumları dehşetlidir. Zahir hallerine baksan toplu bir cemaat zannedersin. Halbuki hepsinin yüreği (başka başka hislerie çarpıyor, mealindeki âyeti celile, ki münafıklar vasfındadır, bugün tamamile bizim halimizi gösterir oldu. (Bundan ne kadar sıkılmamız icab eder, artık onu siz takdir ediniz.

★ ★ ★

Ey camaati müslimin! Kuranı kerim tilâvet ederken bir çok yerlerinde sünnet lafzi celiline tesadüf edersiniz, evet meselâ (Sünnetellahi-lleti kad halet fi ibadiih — Sûnnetellahi fillezine halev min kabl — ve len tecide İisunmeti-llahi tahvila — sünnete men kad erseîena) gibi daha bir çok âyatı. Kerimede hep bu sünnet kelimesini okursunuz. Kitabullahdaki sünnet, resulallahm sünneti değildir. Peygamberimizin sünneti cümlemizin malûmu, Kuranın sünneti ise cenabı hakkın ezelî ve ebedî olan kanunu demektir. Evet, Allahu zülcelâlin bu âlem hakkında cari bir çok kanunları var. Cemadatta, nebatatta, hayvanatta, yıldızlarda, aylarda, güneşlerde, dağlarda, denizlerde, yerlerde, göklerde, elhasıl bizim bildiğimiz, bilmediğimiz, ne kadar mahlûkat varsa bunların hepsinde ayrı ayrı kanunlar caridir. Bu kanunlar vaz’ı İlâhî olduğu için insanların tertib ettikleri kanunlar gibi ömürsüz değildir. Ta ezelde meşiyyeti İlâhi muktezasınca ibda olunan bu hükümlerin, bu kanunların hiç bir maddesi, hatta hiç bir kelimesi, hiç bir noktası değişmez. Bunun böyle olduğunu Kitabullah' da bize sarahaten bildiriyor. Şimdi diğer mahlûkatta, diğer âlemlerde hâkim olan sünneti İlâhiyi, yani cenabı hakkın ezelî ve ebedî kanunlarını bir tarafa bırakalım da yalnız insan kümeleri, beşer yığınları demek olan milletler, ümmetler üzerinde hüküm süren kanunu İlâhiyi tetkik edelim; evet milletlerde cari olan bu kanunun mahiyetini biz Müslümanlar doğrudan doğruya Cenabı Haktan, yani onun bize gönderdiği kitabı hakiminden öğreniyoruz: Ümmeti İslâmiyenin dünyada, ukbada felahını, necatını, saadetini, refahını, sâmânını temin eden emirler yok mu, işte onların her biri Allahın bir sünneti, yani bir kanunudur, (vela teferreku) tefrikadan, ayrılık gayrılık hislerinden uzak olunuz, (vela tenazeu) — ey Müslümanlar birbirinize girmeyiniz, sonra kalplerinize meskenet, cebanet, aciz, fütur çöker de devletiniz, saltanatınız, şevketiniz, kudretiniz, kuvvetiniz, hepsi elinizden gider (vasbiru sebatdan, azimden katiyyen ayrılmayınız. İşte bunlar gibi bir çok öğütler, bir çok emirler var ki milleti yaşatmak, dini yaşatmak istersek bunların muktezasına tevfiki hareket etmekliğimiz zaruridir. Demek, milletlerin hayatı, bekası, istiklâli, selâmeti için, aralarında vahdet hükümferma olması lüzumu bir kanunu İlâhi imiş!

★ ★ ★

Ey camaati müslimin! Milletler topla, tüfekle, zırhlı ordularla, tayyarelerle yıkılamıyor, ve yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın "kale içinden alınır" sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. Evet, dünyada bu kadar sağlam, bu kadar “şaşmaz" bir düstur yoktur. İslam tarihini şöyle bir gözümüzden geçirecek olursak cenupta, şarkta, şimalde, garpta yetişen ne kadar, Müslüman hükümetleri varsa hepsinin tefrika yüzünden, aralarında hadis olan fitneler, fesadlar, nifaklar, şikaklar yüzünden istiklâllerine veda ettiklerini, başka milletlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Endülüslüler, Gazneviler, Moğollar, Selçukiler, Mağribiler, İraniler, Faslılar, Tunuslular, Cezairliler.... hep bu ayrılık gayrılık hislerine kapıldıkları için saltanatlarını kaybettiler. Biz Türkiye Müslümanları dünyanın üç büyük kıt’asına hakimdik. Koca Akdeniz, koca Karadeniz hükmümüz altında bulunan cesîm cesîm memleketlerin ortasında birer göl gibi kalmıştı. Ordularımız Viyana önlerinde gezerdi. Donanmalarımız Hind okyanuslarında yüzerdi. Müslümanlık rabıtası ırkı, iklimi, llisanı, âdatı, ahlâkı büsbütün başka olan bir çok milletleri yekdiğerine sımsıkı bağlamıştı. Boşnak İslavlığını, Arnavut Lâtinliğini, Pomak Bulgarlığını.... elhasıl her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak İslâm camiası etrafında toplanmış, kelimetullahı iylâ için canını, kanını, bütün varını güle güle, koşa koşa feda etmişti. Fakat sonraları aramıza Avrupalılar tarafından türlü türlü şekiller, türlü türlü isimler altında ekilen fitne, tefrika, fesad tohumları bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeğe, dallanmağa, budaklanmağa başladı. O demin söylediğim rabıta gevşedi. Artık eski kuvveti, eski tesiri kalmadı. Kalemizin içinden sarsılmaya yüz tuttuğunu gören düşmanlar kendi aralarında birleşerek, yani biz Müslümanların memur olduğumuz vahdeti onlar vücude getirerek birer hücumda yurdumuzun birer büyük parçasını elimizden alıverdiler. Bugün bizi Asyanın bir ufak parçasında bile yaşayamayacak hale getirdiler.

Size bir vak’a anlatayım: Mısrı Ülyada dolaşıyordum. Orada aklı başında bir Müslümanla görüştüm. Bahsimiz kiyasete intikal etti. Dedim ki:

— Şaşıyorum. On beş milyonluk koca Mısır’da yabancı asker olarak az kuvvet gördüm. Nasıl oluyor da bu kadarcık kuvvetle koca bir iklim muhafaza edilebiliyor?

Bu sualim üzerine o zat dedi ki:

— O yabancı devletin ricalinden biri ile samimi görüştüm. Sizin aklınıza, geleni ben de düşünmüş de, demiştim ki:

— Günün, ya'hut senenin birinde meselâ Osmanlı hükümeti kırk elli bin kişilik bir ordu hazırlayarak Mısır’a sevk edecek olursa siz ne yaparsınız?

— Hiç bir şey yapmayız. Müdafaa imkânı olmadığı için Mısırlarını kendilerine teslim eder çıkarız. Yalnız şurasını iyi biliniz ki biz hiç bir zaman Osmanlıların Mısıra kırk bin kişi değil, kırk kişi sevk edebilecek derecede yakalarını, paçalarını toplamalarına meydan bırakmayız. Memleketlerinde bitmez tükenmez meseleler çıkarırız. Onlar birbirleri ile uğraşmaktan göz açamazlar ki, bir kere olsun Mısır’a dönüp bakmağa vakit bulabilsinler.

Ey camaati müslimin! Gözünüzü açınız, ibret alınız. Bizim hani senelerden beri kanımızı, iliğimizi kurutan dahilî meseleler yok mu, Havran meselesi, Yemen meselesi, Şam meselesi, Arnavutluk meselesi, bilmem ne meselesi... Bunların hepsi düşman parmağı ile çıkarılmış meselelerdir. Onlar öyle olduğu gibi bugünkü Adapazarı, Düzce, Yozgad, Bozkır, Biga, Gönen, Konya isyanları da hep o mel'un düşmanların işidir. Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir. Allah rızası için olsun aklımızı başımıza toplayalım. Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak, çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketlerin halkı hicret edecek yer bulabilmişlerdi. Neuzübiliah biz öyle bir akıbete mahkûm olursak başımızı sokacak bir delik bulamayız.

SEVR MUAHEDESİ

Zaten düşmanlarımızın tertib ettikleri sulh şartları bizim için dünya yüzünde hayat hakkı, hayat imkânı bırakmıyor. Bu sefer Anadolu'nun bir hayli kısmını yeniden dolaştım, halkın fikrini yokladım... Baktım ki zavallıların bir şeyden haberi yok. Vakıa nisbetle havas geçinen takım, bu şartların pek ağır olduğunu biliyor, lâkin ilimleri son derecede icmalî. Avam ise hiç bir şeyden haberdar değil. Zannediyorlar ki memleketin kenarları, yani Hicaz gibi, Bağdat gibi, bir iki yer elimizden çıkmakla iş olup bitecek; Rumeli, İstanbul, Anadolu Suriye yine bizde kalacak, artık çiftçi çiftile çubuğile; esnaf san'atile, dükkânile; ülema medresesile, mektebile; tüccar alışı ile, verişile meşgul olacak! Heyhat! Düşmanlarımız bizi ne hale getirmek için geceli gündüzlü çalışıyorlar, biz ise halâ ne gibi hülyalarla kendimizi avutuyoruz!... Allah rızası için olsun, şu muahedenamenin bizim hakkımızdaki maddelerini okuyunuz. Okumak bilmiyorsanız birisine okutunuz da dinleyiniz.

Maazallah onu kabul ettiğimiz gün acaba nemiz kalıyor? Bir kere Rumelilide hiç bir alâkamız kalmıyor. Çatalca istihkâmatı da dahil olduğu halde, denizin öbür yakasındaki memleketler kâmilen gidiyor. Halife diye İstanbul'da bir şeyler bırakılıyor. Lâkin kendisine yalnız ─tıpkı Roma'daki Papa gibi─ yedi yüz asker bulundurmak hakkı veriliyor. Vakıa Müslümanlar İstanbul'dan bu sefer koğulmuyor. Fakat Yunanlılar Çatalca istihkâmatına sahip olacakları için tabiidir ki, Çekmece civarında istedikleri kadar asker yığarlar, Avrupa'da bir karışıklık zuhur ettiği gibi İstanbul'u alıverirler.

Şimdi bir sual varid olacak;

— Neden İngilizler İstanbul'u doğrudan doğruya kendisine almasın da Yunanlılara versin?

İngilizlerin bu kadar büyümesi, müttefiklerinin işine gelmiyor. Binaenaleyh payitahtımızı da alacak olursa araları büsbütün açılacak. Ancak hem Rumeli’yi, hem Aydın vilâyetini elinde tutabilmek için Yunanlılar kuvvetli bir donanmaya muhtaçtır. Bunu ise çaresiz İngilizlerden tedarik edecek. Anlaşıldı ya, İstanbul'un Yunan elinde bulunması demek, daima donanmasına muhtaç olduğu İngilizlerin elinde bulunmak demektir. Rumelinin, İstanbul'un, Aydın vilâyetinin yunanlılar elinde bulunması ne demektir, biliyor musunuz? Oralarda tek bir Türk Müslüman kalmaması demektir. Vaktile eski Yunanistan’la Mora’daki halkın yarısı Rum ise yarısı da Müslümandı. Bugün o havalide tek bir dindaşımız kalmamıştır. Bu müsalaha mucibince verilecek memleketlerde de bir müddet sonra ayni hal zuhura gelecektir. Evet, Müslüman ahali katliam ile korkutulacak, hicrete mecbur edilecektir.

★ ★ ★

Bu muahedenin takib ettiği maksat şudur: Düşmanlar, bizden mümkün olduğu kadar fazla adam öldürtmek, kendisinden son derecede az insan harc etmek istiyorlar. O sebepten, bir taraftan rum, ermeni çeteleri teşkil edecek; bunlara para, silâh dağıtarak, Türkler arasında katliam yaptıracak. Diğer taraftan da Müslümanlar, Türkler arasından para ile, yahut iğfal ile adamlar bularak, bizi birbirimize doğratacaktır; ki bu zaten olup duruyor. İşte düşmanın, Anadolu'nun iç taraflarında çıkarttığı isyanları bastırmak için biz İzmir, Balıkesir cephelerindeki kuvvetimizi azaltmağa mecbur olduk da Yunanlılar burnumuzun dibine kadar sokuldular.

★ ★ ★

Neuzübillah muahedeyi kabule mecbur olduk mu, Anadoluda asker besleyemiyeceğiz. Yalnız bir miktar jandarma kuvveti bulundurabileceğiz. Bu jandarmalar içinde külliyetli miktarda rum, ermeni, yahudi bulunacak. Zabitlerin yüzde onbeşi, ki tabiî hep yüksek rütbeliler olacaktır, ecnebiden gelecektir. Anadolu mıntaka mıntaka ayrılıp her mıntaka bir ecnebi zabitin eline verilecektir.

Meselâ Karadeniz sevahili mıntakasındaki İngiliz zabiti bütün inzibat kuvvetlerine kumanda edecek, o zaman istediği gibi rum, ermeni çeteleri vücude getirerek Müslümanların üzerine saldıracaktır. Netekim bu usulü İngilizler Kars'da, Ardahan’da; Fransızlar Adana'da, Maraş'da pek güzel tatbik ettiler. 

Bilirsiniz ki Anadolu'nun iki mühim iskelesi vardır: Biri İstanbul, biri İzmir. Elimizdeki üç buçuk şimendüfer hattı bu iki limanda nihayet buluyor. Şimdi İstanbul sözde bize bırakılıyorsa da oranın idaresi, gümrükleri, vergileri, zabıtası kâmilen başka ellerde, yani bizim dahil olmadığımız bir komisyonun elinde bulunuyor. Bu komisyonda tabii düşmanlar hâkim olduğundan bizim ihracatımıza, ithâlâtımıza istediği gibi müşkülât çıkaracak. Gümrük tarifesini, şimendüfer tarifesini, liman tarifesini ona göre tertib ederek Anadolu’daki Müslüman tüccarı tamamiîe iflâs ettirecek. Zaten mütarekedenberi İstanbul'daki Müslümanların ticaretine el altından hep böyle güçlükler çıkarılmıştır. Bundan maksat ise Müslümanîarı fakir, sefil bırakmaktır.

★ ★ ★

Bu muahede mücibince devletimizin bütçesi İngiliz, Fransız, İtalyan murahhaslarından mürekkep bir komisyon tarafından tertib olunacaktır. Bu komisyonda bizden bir adam bulunacaksa da rey sahibi olamayacaktır, yani düşman bu komisyonda istediğini yaptıracaktır. O halde verdiğimiz vergiler hep rumların, ermenilerin menfaatine sarf olunacaktır. Onların çocukları bizim paramızla mektepler açıp okuyacaklar, adam olacaklar. Sanatı, ticareti, ziraatı kâmiîen ellerine alacaklar. Bizden yalnız ırgad yetişebilecek.

★ ★ ★

Gelelim uhud meselesine:  Ey camaati müsiimin!

Frenkce bir kelime var: Kapitülasyon! Manası: bizim bilerek bilmiyerek, keyfî yahut iztirari, ecnebilere verdiğimiz eski imtiyazlardır. Bunların bir kısmı adliyeye aittir. Meselâ içimizde yaşayan ecnebi tab’asından biri ne yaparsa yapsın hükümetimiz tarafından tevkif olunamaz. Caniyi yakalamak için mutlaka mensup olduğu sefaretin adamı hazır olmalı.

Tevkif olunduktan sonra sefaretine teslim edilmeli. Binaenaleyh ecnebiler bu muharebeden evvel bizim içimizde ali-kıran kesilmişti. Adam döverler, adam vururlar, adam öldürürler, ötekinin berikinin emlâk ve arazisini gasbederler. Bütün yaptıkları yanlarına kalırdı. Biz bu imtiyazları harbin bidayetinde kaldırmıştık. Şimdi sulh şeraitini kabul ettiğimiz gibi bunlar yine avdet edecek. Hem nasıl avdet edecek, biliyor musunuz? Avrupa devletleri tebasına münhasır olan o imtiyazlar şimdi rumlara, ermenilere, yahudilere verilecek.

Artık bunun ne demek olduğunu matuhlar bile anlar.

Gelelim bu imtiyazların iktisadı kısmına: Ecnebi tab’ası temettü, belediye ve saire gibi vergilerden müstesnadırlar. Şimdi, rumlar, yahudiler, ermeniler de müstesna olacaktır. Açıkçası bütün parayı Müslümanlar verecekler, bütün parsayı içimizdeki gayrı müslimler toplayacak!  

★ ★ ★

Ya gümrükler meselesi... O da bir âfet! Biz başka memleketler gibi gümrüklerimize sahip değiliz. Memleketimize sokulan eşyadan istediğimiz gümrüğü alamayız. Halkımızın fakir düşmesine en birinci sebep budur. Bunu bir az izah edelim. Evvelâ ziraatimizi ele alalım. Rusya gibi, Romanya gibi, Amerika gibi toprağı zengin memleketlerde ekin pek ucuza mal oluyor. Heriflerin vapurları, şimendüferleri de çok olduğundan dünyanın her tarafına kolaylıkla arpa, buğday gönderiyorlar. Binaenaleyh bu memleketler İstanbul piyasasına döktükleri ekini bizden, yani Anadolu'dan daha ucuza mal edebilirler. Bizim çiftçilerimiz ise malını İzmir, İstanbul gibi büyük şehirlerde kurtarabilecek para ile satamayacağından hem ekemez, hem fakir düşer. Buna karşı ne çare olabilir? Evet, çare hariçten gelecek ekin ve sair yiyecek şeylere öyle bir gümrük koymaktır ki, bu gümrüğü verecek ecnebi tüccar piyasada malını Anadolu'dan gidecek maldan daha pahalıya satmak mecburiyetinde kalsın. İşte Fransa gibi, Almanya gibi toprağı çok zengin olmayan hükümetler kendi köylülerini hep bu usul sayesinde kurtarabilmiştir. Bizde ise bu çareye müracaat kabil olamayacağından muahedeyi kabul ettiğimiz gibi çiftçimiz bitecektir...

Gelelim sanayie: Bilirsiniz ki memleketimizde bir çok ham eşya yetişir: Keten, kenevir, pamuk, yün, tiftik, deri. Sonra türlü türlü madenler. Biz bunlardan istifade edemiyoruz. Meselâ bir dokuma fabrikası, yahut demir fabrikası açmaya kalkışsak, Avrupa'nın, Amerika’nın fabrikalarile başa çıkamayız. O halde ne yapmalıyız? Bizim sanayiimiz de onların sanayi derecesini buluncaya kadar hariçten gelecek mamulat üzerine münasip bir gümrük koyabilmeliyiz. Koyamadığımız gibi hiç bir müessesemiz, hiç bir fabrikamız bir sene bile yaşayamaz. Bilirsiniz ki kendimize mahsus tezgâhlarımız, bezlerimiz vardır. Bunlar memleketimizin her tarafında satılıyordu. Ahalimize de bir çok menfaat temin ediyordu. Halbuki ecnebi fabrikalarile rekabet edemediğinden dolayı ezildi gitti. Şu halde halkımız ziraatini, sanayiini ileri götüremez, ticaretini de gayri müslimlerin vergi vermemesi yüzünden başa çıkaramazsa tabiidir ki sefil olur, perişan olur. Haydutluktan başka yapacak bir iş bulamaz.

★ ★ ★

Şimdi bir mühim mesele var. Onu tetkik edelim: "Neden düşmanlar bizim mahvımızı temin için bu kadar uğraşıyorlar?"

Evet, bunlar harbi umuminin bidayetinde "biz bütün milletlerin istiklâli için harbediyoruz!" tekerlemesini muttasıl tekrar edip durdukları için mahkûmiyetleri altında bulunan yüz milyon Müslümana da istiklâl sevdası geldi. Mısır'da, Hind’de birbiri ardınca isyanlar başladı. Vakıa onlar bu isyanları kendilerine mahsus olan müthiş bir vahşetle bastırdı. Lâkin bunların bir daha baş kaldıramamaları için dünyada hiç bir Müslüman memleketin müstakil kalmaması lâzımdı. Mütarekeden sonra ise müstakil olarak iki Müslüman hükümet kalmıştı ki biri bizdik. Diğeri de İran idi. Biliyorsunuz ki İran hükümeti İslâmiyesinin icabına baktılar. Himayelerini lânet halkası gibi acemlerin boynuna geçirdiler. O halde yalnız biz kaldık.

Ey camaati müslimin!

Biz ise asırlardanberi âlemi İslâmın başında olarak ehli salible çarpışıyoruz. Dünyanın bütün Müslümanları selâmetlerini, necatlarını, yıllardan beri müştak oldukları istiklâllerini kurtarmak için bizden örnek alıyorlar.

"Yüzlerce milyon Müslümana nısbetle bizim bir avuç mesabesinde olan halkımızın ne ehemmiyeti vardır?" demeyiniz.

İyi biliniz ki bu bir avuç halkın bütün âlemi İslâmda pek büyük mevkii, pek büyük itibarı vardır.

Bütün Müslümanlar bilirler ki maazallah Türk milletinin devrilmesi bütün cihanı imanı sarsacaktır. Bütün Müslüman yurtlarını en müthiş zelzelelere tutulmuş gibi hasara uğratacaktır.

Mütarekeyi müteakip Mısır'da, Hind'de hatta daha dün elimizde iken bugün işgal altında bulunan Irak’da, Suriye’de zuhur eden ihtilâller, isyanlar, kıyamlar gösteriyor ki, biz Türkiye Müslümanları öyle âlemi İslâmın ve dolayısile düşmanlarımızın lâkayıt kalabileceği bir küme değiliz. O sebepten düşmanlar bizi büsbütün mahvetmeye ne kadar çalışsalar kendi menfaatleri namına o kadar haklıdırlar. Ama diyeceksiniz ki:

— Bugün bütün dünyaya hâkim olan düşman satveti karşısında bizim ne ehemmiyetimiz olur ki herifler senin dediğin gibi bizim günün birinde büyüyeceğimizden korksunlar da bu kadar ihtiyatlara lüzum görsünler?

Yanılıyorsunuz. İş öyle değil. Avrupalılar yalnız bugünü, bugünkü hadisatı seyretmekle kalmazlar. Onlar yarını, gelecek seneyi, hatta gelecek asrı, hatta bir kaç asır sonrasını tahmin etmek, hesab etmek isterler. Heriflerin siyaseti müthiştir. İşte o müthiş siyaset sayesinde kendileri ne oldular, bizi ne hale getirdiler; görüyorsunuz. Binaenaleyh velev bir kaç vilâyetten ibaret bir Anadolu hükümetinin kalmasına bile kendi ihtiyarlarile, yani muztar kalmadıkça, kabil değil, razı olamazlar.

— Pek âlâ! Ne yapabilirsiniz? Uzun zamanlardan beri devam eden dahilî, haricî muharebeler, bilhassa Balkan muharebesile şu harbi umumî, bizde can bırakmadı, kan bırakmadı, para bırakmadı, hiç bir şey bırakmadı. Düşman ise bu kadar kuvvetli. Şeraiti sulhiyeyi çar naçar kabul edeceğiz. Bu tıpkı silâhsız bir adamın dağ başında müsellah haydutlar tarafından kuşatılmasına benzer. İster istemez eşkıyanın emrine boyun eğecek...

Pek doğru! Yalnız iki nokta var. Bir kere o müsellah haydutlar ortalarına aldıkları biçareden parasını isteseler, üzerindeki elbisesini isteseler, ayağındaki pabucunu, başındaki külâhını isteseler biz de vermesini tasvib ederdik. Lâkin bununla kanaat etmiyorlar ki. Biçare herifin kollarını, bacaklarını kestikten sonra: 

— Boynunu uzat! Kafanı devir! diyorlar. Madem ki teklif bu kadar ağırdır. Artık bunu hiç kimse kabul edemez, ister istemez dişile, tırnağile uğaşır, çabalar, nefsini imkânın son derecesine kadar müdafaaya bakar.

Ey camaati müslimin! İşte bugün bizden istedikleri, ne filân vilâyet, ne filân sancaktır, doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, varlığımızdır, devletimizdir, dinimizdir, imanımızdır.

★ ★ ★

Bir de o müsellah olduğunu kabul ettiğimiz haydutların başları pek boş değil. Korktukları tehlikeler var. Biz zaruri olan müdafaai hayat vazifesinde bir az daha sebat edecek olursak emin olunuz ki cehennem olup gidecekler. Galiba maksat anlaşılmadı. Biraz izah edelim.

Kuvvetlerinin, kudretlerinin pek büyük olduğunu bildiğimiz düşmanlarımızın önünde bugün iki müthiş tehlike var: Biri onların kendi ta’biri veçhile İslâm tehlikesi, diğeri komünistlik tehlikesi! İslâm tehlikesini herifler çoktanberi hesaba almışlardı da ona göre ellerinden gelen tedbiri tatbikten geri durmamışlardı. Lâkin altı yedi senedenberi devam eden bu harp bir çok hesapları alt üst etti. Bir çok tahminler yanlış çıktı. Bugün düşmanlar artık müstemlekelerindeki insanlardan eskisi gibi emin olamıyorlar. Beşeriyetin gözü açıldı. Mahkûm milletler kendilerinin hakim milletler elinde ne büyük bir kuvvet olduğunu bu sefer gözlerile gördüler. Kanlarını, canlarını kimlerin hesabına döktüklerini anladılar. Harbin her türlü safahatında bulundular. Hücum nedir, müdafaa nasıl olur? En son icad olunmuş silâhlar, bombalar nasıl kullanılır? Hepsini bilfiil öğrendiler. Hele tahakkümleri, esaretleri altında yaşadıkları Avrupalıların kendilerini harbe sürüklerken verdikleri vaadlerin hiç birinin aslı faslı olmadığına, bu gidişle kıyamete kadar kendileri için hürriyet, refah, rahat yüzü görmek nasip olamıyacağına iyice yakin hasıl ettiler. Bugün cihan eski cihan değil. Hele Asya hiç o bildiğimiz halde bulunmayor. Bilumum şarkta, bilhassa Müslümanlarda büyük bir intibah, bir uyanıklık mevcut. Asya’nın şimal kısmında yaşayan dindaşlarımız kâmilen denilecek derecede müsellah, mütebakisi de bir taraftan silahlanıyor, fikirler gittikçe değişiyor. İstiklâl sevdaları her yerde uyanıyor. İşte bütün bu hareketler İslâm tehlikesi namı altında toplanarak düşmanlarımızı titretiyor.

İkinci tehlikeye gelince: Komünistlik denilen bu hareket Avrupa'nın doğrudan doğruya kalbine çevrilmiş bir silâhtır. Senelerden beri sosyalistlik namı altında için için kaynayarak Avrupa hükümetlerini ürkütüp duran bu hareket bugün artık yanar dağlar gibi alevler saçmaya başladı. Bu yangının kıvılcımları Paris, Londra, Roma ufuklarına dağılır, oralarda yer yer yangınlar çıkarır oldu. Çünkü hükümetleri ne kadar uğraşsa, ne kadar çabalasa buna karşı gelemiyor. Zaten böyle bir yangın için Avrupa'nın her tarafında istidad vardı, hazırlık vardı. Sermaye sahiplerde amele arasındaki gerginlik son senelerde, bilhassa bu muharebe esnasında son dereceyi bulmuştu. Ruslar ön ayak olarak çarı, çarlığı, asilzadelerin bitmez tükenmez imtiyazlarını, servetlerini, sâmânlarını, hâk ile yeksan edince, Avrupa’daki sosyalistler de ayaklanmaya azmetti. Bu adamlar diyor ki:

— Bu harp, bu yedi seneden beri devam eden âfet kırk, elli milyon beşerin doğrudan doğruya harp meydanlarında helâkine sebep oldu. Bir o kadar insanı da bu sönen hayatların arkasından bikes, perişan bir halde bıraktı, manevî bir ölüme mahkûm etti. Netice ne oldu? Bir ¡kaç zalim hükümet istibdadım artırdı. Milyarlarca servet sahibi bir kaç muhtekirin hâzinelerini, kasalarını doldurdu. Fukara tabakasının, işçi tabakasının sefaletini artık tahammül edilmeyecek derecelere getirdi. Ahlâk namına, haya namına, ırz namına, haysiyet namına, insaf namına bir şey bırakmadı. Hepsini sildi süpürdü. Kimsenin kimseye emniyeti, itimadı kalmadı. Âlemi beşeriyet her türlü insanlık duygularından sıyrılarak yırtıcı hayvanlar derekesine indi. O halde biz kimin için çarpışmış, hangi gayeye hizmet etmiş olduk? Bununla beraber sulh şeraiti diye ortaya atılan hezeyannameleri bundan böyle milletlere asla rahat huzur temin etmiyecektir. Bilâkis bunların aralarındaki ihtilâfları, husumetleri, rekabetleri, kinleri, intikam hislerini büsbütün körükleyecektir. Artık beşeriyet buna tahammül edemez. Artık sefil mahiyetleri bütün çıplaklığı ile meydana çıkan bütün bu teşkilâtı, bütün bu müessesatı yıkmalı, yerine yenilerini koymalıdır...

İşte bunların mülâhazaları aşağı yukarı bu merkezdedir. Garbin ukalası, hükeması çoktan beri böyle bir akıbetin zuhurunu bekliyorlardı. Dışı gözlere pek parlak görünen medeniyeti haziranın içinden çürümeye yüz tuttuğunu, günün birinde palıdır küldür yıkılacağını söyleyip duruyorlardı. Benim bu kürsüden söyleyecek bir sözüm varsa, o da garp medeniyeti dediğimiz o rezil âlemin bir an evvel hâk ile yeksan olmasını temenniden ibarettir.

Ey camaati müslimin! Sakın bu sözlerimden benim ilim düşmanı, maarif düşmanı, terakki düşmanı olduğuma zahip olmayınız. Benim bütün insanlar hesabına bilhassa dindaşlarım namına istediğim bir medeniyet varsa, o da her manasile pek yüksek, namuslu, vekarlı bir medeniyettir, yani bir medeniyeti fazıladır. Garp medeniyeti maddiyattaki terakkisini maneviyyat sahasında kat’iyyen gösteremedi. Bilakis o ciheti büsbütün ihmâl etti. Hayır ihmâl etmedi; bile bile payımâl etti. Avrupalıların ne mal olduklarını anlayamayanlar zannederim ki bu sefer artık gözlerde görerek hatalarını tashih etmişlerdir.

Avrupa hükümetlerini titreten komünizm tehlikesi de budur. Bütün sömürgeci devletler, bu tehlike karşısında şaşırdılar ve gittikçe, şaşkınlıkları artacaktır...

★ ★ ★

Ah, siz o sömürgeciler elinden zavallı Asya’nın neler çektiğini biliyor musunuz? Sömürgeciler tarafından idare olunan hangi memleketin bir şehrine gitseniz iki mahalle görürsünüz ki, biri sömürgecilere, diğeri yerlilere aittir. Hiç bir yerli için yabancıların cemiyetine girebilmek kabil değildir. Bir yerli temiz giyinmek istese, vergi vermeye mecbur tutulur. Şimendiferlere binseniz görürsünüz ki, yerliler için ayrı vagonlar vardır. Hastahanelere gidiniz, ayrı koğuşlar vardır. Biçareler o vagonlara binmeye, o kovuşlarda yatmaya mecburdur. Sömürgecilere:

— Niçin bu biçarelere insan muamelesi etmiyorsunuz?

Diye soranlara:

— Maymunlar adam olur, bunlar adam olmaz cevabını verirler.

Bir Sömürgeci, yerliyi istediği gibi döver; cezâ lâzım gelmez. Şayet öldürürse pek hafif bir cezayı nakdî ile kurtulur. Yerlinin kazancının yüzde tamam altmışı hükümet tarafından alınarak Sömürgecilerin ihtiyaçlarına sarf olunur. Yerli nüfusun üçte birinden fazlası karnını doyurmaktan âcizdir. Bu sefalet gittikçe artıyor. Bundan bir asır evvel hesab etmişlerdi: Seksen sene zarfında onsekiz milyon yerli açlıktan ölmüş. Bu son asrın ilk onaltı senesi zarfında ise ayni sebepten helâk olanların miktarı yirmi milyonu bulmuş. Yetmiş sene evvel bir yerli, günde bizim para ile kırk para kazanırken, bugün bu kazanç onbeş paraya inmiştir. Bununla beraber zavallı yerli sömürgeciden üç kat fazla vergi verir. Peki, bu vergiler ne olur, bilir misiniz? Sömürgecilerin hâzinelerine toplanıp müstemlekat ahalisi arasında nifak çıkarmaya, fesad çıkarmaya sarf edilir. Evet, son yüz sene zarfında Asyanın bu ülkesi varidatından tamam yüz milyon İngiliz lirası müstemlekâtta sefer yapmak için harcolunmuştur. Sömürgeciler buradaki kumaş tezgâhlarını yok etmek için ustaların baş parmaklarını kesmekten bile çekinmemişlerdir. Bunlar yerli sanayii mahvetmek için hiç bir mel’anetten geri durmazlar. Seksen milyon Müslüman yerli için lise derecesi bir tek mektep var. Sömürgeciler bu mektebe son derecede düşmandırlar. Bir yerli en ufak silâhı bile taşıyamaz. Büyücek çakı taşıyanlar şiddetli cezaya çarpılır. Mütarekeden beri kasapların bıçakları, berberlerin usturaları akşamları polis karakollarına teslim ediliyor.

Gelin bir az da Afrika'ya geçelim. Cezair’de, Tunusda, Fas’da Müslümanlara, sömürgeciler tarafından hayvan muamelesi edilir. Oradaki hiristiyanlar, yahudiler a’sar gibi, ağnam gibi vergilerin hiç birini vermezler. Müslümanlara gelince, bizim zamanımızdan kalma vergilerin hepsini verdikten başka, sömürgecilerin vazettikleri kapı, pencere vergilerini de verirler. Bunun için biçare Müslümanlar topraklarını, akarlarını, hayvanlarını muvazaa suretile çok zaman hristiyanların, yahut yahudilerin üzerine çevirmeye mecbur olurlar. Bu mecburiyet yüzünden külliyetli para verdikleri gibi ekseriya mallarını da kaybederler. Sırf Müslümanların vergisile yaşayan belediyelerde, hiç bir Müslüman âzâ bulunamaz. Şayet bulunursa rey sahibi olamaz. Gerek Cezair’de, gerek Tunus’da kabilelerin müşterek mer’aları vardır. Lâkin bu mer'alar muttasıl sömürgeciler tarafından bedava gasbedildiği için biçare Müslümanlar hayvanlarını geçindiremiyorlar. Zarurî olarak cenuba, yani çöle doğru çekiliyorlar. Sömürgeciler Afrika'daki müstemlekelerine kendi milletleri için köy teşkil edecekleri zaman, arapların elindeki araziyi bedava alırlar. Bununla kalmayarak, o yeni köye lâzım olan suyu civardaki Müslüman köylerinden getirip, müs'lümanları susuz bırakırlar. Bu suretle vücude getirilen her hristiyan köyüne varidat bulmak için yine Müslüman köylerine çullanırlar. Onlardan alacakalrı belediye rüsumile o hiristiyan köyünü refah içinde yaşatırlar. Bir sömürgeci, Müslüman aleyhinde ikamei dava etmez. Çünkü lüzum görmez. Onu isterse döğer, isterse öldürür.

Ey camaati müslimin! Zaman, zemin müsait olsa size sömürgeci adaletinden (!), sömürgeci medeniyetinden,(!) bir çok parlak nümuneler daha gösterirdim. Mamafi ibret alacaklar için bukadarı da yetişir zannederim. İşte sefaletlerinin derecesini kısaca anlattığım o zavallı dindaşlarımızın, hiç olmazsa düştükleri felâkete düşmemek için artık gözümüzü açmalıyız. Düşmanımızın bizi de onların hâline getirmek için bugün elinde iki vasıta var. Ziyade yok, çünkü haddi zatında gerek keyfiyet, gerek kemiyet itibarile mühim olan kuvvetlerini dağıtmıştır.

Bu iki kuvvetin birincisi yunan ordusu, İkincisi memleketimizde çıkaracağı, daha doğrusu çıkarmakta olduğu nifak! Zaten bu ikinci kuvvet olmasa birincisinin hiç ehemmiyeti yoktu. Biz aklımızı başımıza alarak el ele verdiğimiz gün inayeti hakla memleketimizi, istiklâlimizi kurtarmaklığımız muhakkaktır. İşte vilâyati şarkiye ahalisi gözünüzün önünde duruyor. Bunlar düşman istilâsı ne demek olduğunu gözlerde gördükleri için, bu sefer düşman igfalatına kapılmadılar. Aralarında tefrika çıkmasına, nifak çıkmasına meydan bırakmadılar. Can cana, baş başa verdiler; yurtlarını çiğnemek, kendilerini esaret altına almak için hudut boyunda fırsat gözetip duran düşmanı tarımar ettiler. Kars gibi en müstahkem bir kaleye bayrağımızı dikerek ileriye doğru yürüdüler, gittiler. Cenabı Hak o kahraman mücahitlerimize tevfikler ihsan buyursun; Anadolu'muzun garbindeki bu sefil düşmanı da ermenilerin bihakkin, uğradıkları akıbete uğratsın!...

— Âmin!...

Bizi mahv için tertib edilen muahedei sulhiye paçavrasını mücahitlerimiz şark tarafından yırtmaya başladılar. Şimdi beri taraftaki dindaşlarımıza, kardeşlerimize düşen vazife Anadolu'muzun diğer cihetlerindeki düşmanları denize dökerek o murdar paçavrayı büsbütün parçalamaktır. Zira o parçalanmadıkça İslâm için, Türk için bu diyarda beka imkânı yoktur.

Ey camaati müslimin! Hepiniz bilirsiniz ki buhranlar içinde çarpınıp duran bu dini mübin, bu mübarek yurt bizlere vediatullahtır[4]. Kahraman ecdadımız bu suphanî vediayı siyanet uğrunda canlarını feda etmişler, kanlarını seller gibi akıtmışlar, muharebe meydanlarında şehit düşmüşler; Rayeti İslâmı yerlere düşürmemişler. Mübarek naaşlarını çiğnetmişler; yurdun harimi pakine yabancı ayak bastırmamışlar. Babadan evlâda, asırdan asıra intikal ede ede bize kadar gelen bu emaneti kübraya hiyanet kadar zillet tasavvur olunabilir mi? Yoksa bizler o muazzam ecdadın ahfadı değil miyiz? Ağyar eline geçen Müslüman yurtlarının hali bizim için en müessir bir levhai ibrettir. Endülüs diyarını gözünüzün önüne getirin. Cihanın bu en mamur, en medenî, en mütefennin iklimi vaktile sinesinde on milyon Müslüman barındırırken bugün baştan başa dolaşsanız, tek dindaşımıza rast gelemezsiniz. Allahın vahdaniyetini garbin afakına yetiştiren o binlerce minarenin yerlerindeki çan kulelerinden bugün teslis velveleleri aksediyor. Şevketin, medeniyetin, irfanın, ümranın müntehasına varmışken birbirlerine düşerek vatanlarını üç buçuk İspanyola karşı müdafaadan âciz kalan bu zavallı dindaşlarımızdan olsun ibret alalım da İslâmın son mültecası olan bu güzel toprakları düşman istilâsı altında bırakmayalım. Yeisi, meskeneti, ihtirası, tefrikayı büsbütün atalım, azme, mücalhedeye, vahdete sarılalım. Cenabı kibriya Hak yolunda mücahede için meydana atılan azim ve iman sahiplerile beraberdir.      

Ya İlâhi bize tevfikini gönder!

— Âmin!

Doğru yol hangisidir, millete göster!

— Âmin!

Ruhi İsîâmı şedaid sıkıyor, öldürecek.

Zulmü tedib ise maksudi mehibin gerçek,

Nare yansın mı beraber bu kadar mazlumin?

Bigünahız çoğumuz, yakma ilâhı!

— Âmin!

Boğuyor âlemi İslâmî bir azgın fitne;

Kıt’alar kaynayarak gitti o girdap içine.

Mahvolan aileler bir sürü masumundur;

Kalan âvârelerin hali de malûmundur.

Nasıl olmaz ki tezelzül veriyor arşa enin?

Dinsin artık bu hazin velvele yarep!

— Âmin!

Müslüman yurdumu her yerde felâket vurdu;

Bir bu toprak kalıyor dinimizin son yurdu.

O da çiğnendi mi, çiğnendi demek dini mübin.

Hakisar eyleme yarep onu olsun!

— Âmin!

V’elhamdü llillahi rabbilâlemin.  

★ ★ ★

Bir Ek

Merhum üstad Akifin Kastamonu’da Nasrullah camii kürsüsünden Türk milletine hitaben irad ettiği ve her hakikati bütün çıplaklığı ile aydınlattığı bu mev’iza, o zaman memleketin her tarafında, her camiinde okunmuş, müteaddid defalar basılarak her yere gönderilmiştir.

Şu vesika, mev’izanın nasıl karşılanmış olduğunu vuzuh ile gösteriyor:

Elcezire cephesi kumandanı Nihat paşadan Mehmet Akif’e telgraf:

"Nasrullah camii şerifinde irad buyurduğunuz mev’izayi havi mecmuanızın ancak bir nüshası elde edilebilmiştir. Diyarbekirin camii kebirinde Cuma namazından sonra kıraat edilerek mü’minini hazıra envari maneviyesinden hisseyabi tenevvür ve tefeyyüz olmuşlardır. Fakat bu istifade pek mahdut kalacağından cephe mıntakasını teşkil eden Elaziz, Diyarbekir, Bitlis, Van vilayetlerde civar müstakil mutasarrıflıklar halkı da nasibdar edilmek ve şerefile hukuku doğrudan doğruya zatı âlinize ait olmak üzre Diyarbekir matbaasında tab ve teksir ettirilerek bütün cepheye tevzi edilmiştir. Cenabı Hakkın mesaii diyanet ve vatan perverinizi meşkûr eylemesi temennisile ihtiramatımı takdim eylerim."

10/2/37

Elcezire K / Nihat

***

Mehmet Akif Bey'de şu cevabı vermiştir:

Diyarbekir’de Elcezire Kumandanı Nihat Paşa Hazretlerine;

Hakkı âcizanemdeki teveccühati devletlerine an samimilkalb teşekkürler ederim. Nasrullah kürsüsündeki mev’izanin o havalide ve o cephedeki bütün dindaşlarımıza tebliğine himmet ve delâlet, cidden sezavari minnettir Cenabı Hak, pek kıymettar bir rüknü bulunduğunuz kahraman ordumuzu zaferden zafere isal ve ümmeti İslâmiyede belirmeğe başlayan intibahı müzdad buyursun. Âmin.

16 Şubat 337

Mehmet Akif

O zaman Ankara'da intişar etmekte olan "Sebilu-r-Reşad" da 314 üncü (17 Şubat 1337) sayısında şu malûmatı veriyor:

"Nasrullah kürsüsündeki mev'izayi ihtiva eden nüshamız ikinci defa basılmışsa da kısmı küllisi garp ordusuna gönderildiği cihetle o da bitmiştir. Müsait bir zamanda üçüncü bir defa basılacaktır".

Bütün bu malûmat, merhum Mehmet Akifin Nasrullah kürsüsünde irad ettiği mev’izanın bütün milletçe okunmuş, dinlenmiş, çok iyi karşılanmış ve herkese hakikati öğretmek hususunda son derece müessir olmuş olduğunu vuzuh ile gösteriyor.

[1] Nasrullah Camii Şerifi Kastamonu'dadır. Merhum Mehmet Akif 1336 (1920) yılının Sonteşrin ayında Kastamonu'da idi ve 19 Teşrinisani Cuma günü Kastamonu’nun 'bu camii şerifinden bütün Türk milletine hitab ederek millî mücadelenin hakikî mahiyetini, millî vahdeti koruyarak canla, başla savaşmanın Türk milleti için hayatî bir vazife olduğunu, Sevr muahedesini kabul etmenin Türk milleti için ölümden başka bir şey olmadığını," tereddüde yer bırakmayan kat'iytftle anlatarak bütün milleti Sevr muahedesini yırtmağa davet etti. Onun bu mev’izesi ayrıca bir risale halinde basılarak memleketin her tarafında, bütün camilerinde ve bütün toplanma yerlerinde okundu ve bir taraftan dahilî nifaklara son vermeğe, diğer tarafından Türk milletini kalkındırmağa yardım etti. Bu mev’ize ve hitabe tam manasile tarihî bir vesikadır. Ve bu vesika o zaman millî mücadelenin karşılaştığı her meseleyi tavzih etmektedir.

[2] Dünyâ ve âhiretde

[3] Kafirlere karşı sert, birbirine karşı merhametli.

[4] Allahın emanetidir.”