27 Ocak 2020 Pazartesi



Merhameti Hatırlamanın ve Hatırlatmanın Kısa Tarihi


Osmanlı Devleti’ne bağlı topraklardan birisi Cezayir… Topraklarını dayılar yönetiyor. Bağlı dediysek gevşek bir bağ bu, daha çok ay ve yıldız bağlıyor, şimdiki bayrakları gibi. Osmanlı güçsüz düşünce Afrika-i Osmani topraklarına çökmeye çalışıyor Fransa. Osmanlı’nın topraklarını korumaya mecali yok. Yerel direniş bir sufinin elinde şekilleniyor: Emir Abdülkadir. Fransızlara kıt imkanlarla kök söktürüyor. Teslim olmak yok lügatinde, direnişi nakış gibi işliyor mağrip topraklarına. Fransızlara kayıp da verdiriyor. Savaşın ortasında bir İsviçreli değirmen işlerini büyütmek için Cezayir’e geliyor. Fransızlardan aldığı imtiyazla işe koyuluyor. Sonra direnişin lideri Emir Abdülkadir’le tanışmak istiyor. İkili buluşuyorlar, Mağrip topraklarının sıcak günlerinde Emir Abdülkadir misafiriyle yakından ilgileniyor. Abdülkadir’in ahlakı dikkatini çekiyor İsviçreli misafirinin. Savaşıyor ama savaşının kuralları var. Kadınlara, çocuklara, ibadethanelere, din adamlarına, hayvanlara dokunmuyor savaşırken. Neden böyle yaptığını soruyor İsviçreli ve Emir de ona İslam savaş ahlakını anlatmaya başlıyor. İsviçreli oradan uzaklaşıyor. Sonra Napolyon’la buluşmak üzerine Avusturya ordularıyla birbirlerini boğazladıkları Solferino muharebesine gidiyor ve yaralı askerleri görüyor. İnsan ıstırabının yakıcı acısına gözleriyle tanık oluyor. Bugün Cenevre Konvansiyonu olarak bildiğimiz maddeleri bir araya getirerek Kızılhaç’ı kuruyor. Emir Abdülkadir’den öğrendiği ilkeleri dünyaya öğretmek için gayret sarf ediyor. Emir Abdülkadir, Fransızlarla giriştiği mücadeleyi kaybediyor ve esir düşüyor. Fransızlar bu şerefli komutanı Osmanlı’ya teslim ediyorlar. Sultan Abdülmecid, Emir’e izzet ikramda bulunuyor ve Hacca yolcu ediyor. Orada diğer bir direniş devi Şeyh Şamil’le karşılaşıyor. Emir Abdülkadir ömrünün sonuna kadar Osmanlı topraklarında yaşamaya devam ediyor. İlham verdiği İsviçreli Henry Dunant, merhameti ayağa kaldıran fikri tüm dünyaya yaymaya muvaffak olur. Fikrin doğduğu yer eski Osmanlı topraklarıdır, Cezayir’dir. Yeşereceği yerlerden biri de yine Osmanlı toprakları olacaktır. Emir Abdülkadir’in mücadelesinin bir benzerini Avusturya’ya karşı Macarlar vermektedir. Hayatlarını tehlikeye atma pahasına bir mücadeleye girişirler. Nazım Hikmet’in dedesi başta olmak üzere bir grup Polonyalı ve Macar mağlubiyete uğrar ve çaresiz Osmanlı topraklarına sığınırlar. Avusturya bu üst düzey subayların kendisine verilmesini ister. Sultan Abdülaziz şu cevapla mukabele eder: “Bize sığınanları düşmanın merhametine teslim edeceksek bu topraklarda saltanat sürmemizin ne anlamı olabilir?”  Bu gruptaki Macarlardan biri daha sonra Abdullah ismini, Macarlı Abdullah Paşa namını alacak Karl Eduard Hammerschmidt’tir. Hem doktordur hem jeolog hem de askerdir. Avusturya’nın baskıları nedeniyle bir süre Şam Askeri Hastanesi’nde, İstanbul’dan uzakta görev yapar. Henry Dunant’ın Cenevre’deki girişimlerinden haberdar olur ve Osmanlı topraklarında yaralı askerlere yardım için bir cemiyet kurmaya niyetlenir. Ordunun işine karışılmasından pek hoşlanmadığı yıllardır ve uluslararası alandaki bu çalışmalara dahil olmak için Hırvat kökenli Osmanlı Serdarı Ekrem Ömer Paşa’nın kapısını çalar. Hatta Cenevre ile yaptığı yazışmalardan ikincisinde muhatap olarak kendisinin değil Ömer Paşa’nın alınmasını ister. Çerkes Aziz Bey, Saray Sertabibi Marko Paşa ve Serdarı Ekrem Ömer Paşa kendisiyle birlikte dört kurucudan biri olarak tarihe geçer.
Bugün 150. yılını idrak eden Kızılay, işte böyle bir hikayenin sonunda kurulur.Osmanlı Yaralı Askerlere Yardım Cemiyeti olarak. Sonra Hilal-i Ahmer olur. Dünyanın ilk Kızılayı; Irak, Lübnan, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan, Filistin, Libya, Mısır başta olmak üzere birçok ulusal Kızılay cemiyeti için ana olacaktır. Kurulan şubeler, ayrılan topraklardan sonra o toprakların merhamet pınarı olarak görev yapacaktır.Trablusgarp’ta, Balkan Savaşlarında, İstiklal Harbinde her görevi kendisinin bilip durumdan vazifeler çıkarak merhamet teşkilatı olacaktır Kızılay…Bugün dünyanın her yerinde Emir Abdükadir’in mayaladığı düşüncenin, Abdullah Paşa’nın suladığı fidanın serpilmesine tanıklık ediyoruz. Merhameti şefkati yeniden hatırlıyor ve hatırlatıyor. Geçmişini keşfediyor, gizli kahramanlarıyla tanışıyor. Tarihini tarif ederek kendini yeniden tanıyor. Emir Abdülkadir, Henry Dunant ve Macarlı Abdullah Paşa… Hiçbiri hayatta değil ama hepsi her zaman aklımızda. Merhameti hatırlamamızın kısa tarihinin büyük kahramanları olarak…
Bu hikayenin tüm ayrıntılarını adeta yaşayarak anlatan Hilal-i Ahmer 33. Umum Reisi Dr. Kerem Kınık imkanı olduğunda çok daha tafsilatlı şekilde kaleme alacaktır. Yapmaya çalıştığım ondan işittiklerimi mütevazi bir not olarak aktarmak.
Halil İbrahim izgi

21 Ocak 2020 Salı

GAZETE OKURU MUSUNUZ?
Günümüzde gazete okuyan kaldı mı, merak ederim. Ki zaten okuma konusunda kabız bir milletiz. Hele internet ve bilgisayar konusunda tutunamayacak durumlardan birisi de kağıda basılı gazeteler. İnternet gazeteciliği ise sosyal medya sayesinde hele ki herkesi gazeteci-yazar yapıverdi, gitti. Gazete-dergi, kitap, radyo, tv derken evrilen bir iletişim ve bilişim dönemindeyiz.
Ya yakın tarihte gazetecilik ne durumdaydı. Savaş dönemlerinde özellikle. Birinci Dünya Savaşı’nda esir düşen Osmanlı askerlerinin, “esir askerlerin moralini yüksek tutmak ve eğitim faaliyetinde bulunmak” amacıyla onlarca gazete çıkardıkları ortaya çıktı.
Birinci Dünya Savaşı’nda esir düşen Osmanlı askerlerinin, “esir askerlerin moralini yüksek tutmak ve eğitim faaliyetinde bulunmak” amacıyla onlarca gazete çıkardıklarını kaçımız biliyor?
Esir düşen Mehmetçikler, sadece Mısır kampında “Nilüfer, Ocak, Hilal, Türk Varlığı, Işık” gibi 23 gazete çıkardı, Rusya, Hindistan, Tataristan ve Sibirya gibi farklı kamplarda “Püsküllü Bela, Köpük, Niyet, Altay, Ne Münasebet” gibi isimlerde 10’dan fazla gazete yayımladı.
Birinci Dünya Savaşı sırasında esir tutulan 202 bin 156 Mehmetçiğin kamplarda verdikleri hayatta kalma mücadeleleri üzerinden kaç kitap yazılır, kaç film çekilir. Ama bu konuda da mümbit olduğumuz söylenemez.
Savaş döneminde esir düşmenin savaştan daha ağır olduğu gerçeğinde biliriz ki askerlerin çektikleri çile dolu hayatlarını gazete çıkararak, eğitim faaliyetlerinde bulunarak renklendirdiklerini hatırlatırım.
Tarihin bu bölümlerini didiklediğimizde görürüz ki, Mehmetçik için ölüm kampları kurulduğunu, askerlerin esaret süresinde büyük çileler çektiğini, hayatta kalma mücadelesi verdiklerini, hele Mısır’daki İngiliz kamplarında kör edildikleriniü esir düşen Osmanlı askerlerinin uğradığı zulümlerin anlatılarak bitirilemeyeceğini haykırmak isterim.
Birinci Dünya Savaşı’nın en önemli iki kavramının “esaret” ve ölüm” olduğunu çoğu 15-25 yaşlarında 2 milyona yakın insan hayatlarını, vatanları ve kendilerini yönetenlerin idealleri uğruna feda etmiş, 1 milyon kadarı da esaret kamplarında çile çekmiştir.
Türk esirleri, esareti unutmak için kamplarda spor, musiki, dil, okuma-yazma, gazete çıkarma ve benzeri faaliyetlerle uğraşmışlardı. Cesaret tarihinin sadece genç Mehmetçiklerin ve onları yöneten yiğit subayların Mısır çöllerinde, Hindistan’ın bunaltıcı ikliminde, Burma bataklıklarında, Sibirya’nın buz kaplı dağlarında, Korsika ve Guyan zindanlarında çektikleri çileden ibaret değildi.
Cesaret tarihinin kendilerine “esirlerin gittikleri bölgelerde elle yazıp, karbon kağıdı ile teksir ettikleri gazeteleri, hayatını kaybedenlerin medfun olduğu şehitlikleri, kaldıkları bölgelerdeki Müslümanların her yolu kullanarak onlara yaptıkları maddi yardımları, hatta hayatlarını tehlikeye atarak onların vatanlarına dönebilmeleri için hazırladıkları sahte pasaportları” gibi en az 202 bin 152 kişinin rol aldığı bir trajediyi de yad etmeliyiz.
Mısır’daki esir Türk subayları Seydibeşir’de Tan, Yarın, Nilüfer, Hilal, Ocak, İzmir, Nasreddin Hoca, Sada, Zincir, Türk Varlığı ve Esaret Albümü, Seydibeşir’e yakın Kuveysna Kampı’nda Esaret, Tıraş, Karikatür, Tetebbu, Tan ve Badiye, Tura’da Kafes ve Işık, Zekazik’te Kızıl Elma ve Garnizon, Kahire’de Kafes ve Heliopolis’te Güvercin olmak üzere 23 gazete çıkarıyorlardı. Bu gazeteler elle yazılıp, karbon kağıdı ile teksir edilmek suretiyle basılıyordu.
Hindistan-Burma’da Bellary Kampı’nda Binbaşı Cemal Bey yönetiminde “Ajans” adında gazete çıkarıldığını da belirtelim.
Bunun dışında Püsküllü Bela, Köpük, Tulu (Doğuş) ve Kara Günler adlı 5 gazete çıkarılmıştı. Thatmyo Kampı’nda da Türk esirleri İrewadi (İravadi) ve Ne Münasebet adlı iki gazete çıkarmaktaydılar. Civardaki kamplara da gönderilen ve elle çoğaltılan bu gazetelerde şiir, haber, coğrafi ve sosyal konulardaki yazıların yanında karikatürler de bulunmaktaydı. Bu kamplarda nisbeten daha eğlenceli gazeteler çıkarılmıştı
Rusya Malaşovadom’da esirlerin Mehmet Asaf Bey yönetiminde “Niyet” isimli Osmanlıca haftalık bir gazete çıkarıldı. Bu gazetenin de elle yazılıp karbon kağıdı ile teksir edilmek suretiyle basılmıştır. Gazeteye diğer kamplardan da yazılar gönderilmiş, siyaset dışı güncel konulardan bahseden gazeteyi Mehmet Asaf 37. sayıya kadar devam ettirmiştir.
Krasnoyarsk’ta da Türk esirler tarafından el yazması “Kurtuluş” isminde bir gazete çıkarıldı. Bu gazetede gerek kamp içindeki olaylar gerekse kampın etrafındaki bölgeler hakkında yazılar yer aldı. Ayrıca Türk esirlerin 10 Aralık 1915-1 Mart 1918 tarihlerinde 101. sayıya kadar gelebilen “Vaveyla” isimli bir dergi de çıkartmışlardır.
Tek nüsha halinde basılan derginin kağıt ve mürekkep kıtlığı yüzünden çoğaltılamadı. 12 sayfalık derginin amacının “imkanlar dahilinde Türk esirlerini eğitmekti.Dergide mizahi yazılar, bilmeceler ve bulmacalar, hatta Rus gazetelerinden çevirilerde bulunuyordu.
Kazan’daki Türk esirlerin “Şimal Yağı” ve “Kurultay” adında iki gazete, Ufa’dakilerin ise “Altay” adında bir gazete çıkardılar. Buradaki Türk esirlere Tatarlar ve Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin de yardım ettiğini unutmayalım.
Şimdi şunca imkana rağmen mürekkebe, okumaya, yazmaya, incelemeye, araştırmaya, sorgulamaya neden bu kadar uzağız diye düşünmeye başlayalım.
Fehmi Demirbağ

15 Ocak 2020 Çarşamba

YOK DEVE!
Avustralya’daki develerin tarihi 1860’lı yıllara dayanıyor. Avrupalı kolonistler, ülkenin iç kesimlerini keşfetmek, ülkeyi güneyden kuzeye boydan boya geçebilmek amacıyla develerden faydalanmayı düşünmüş. 1860’te Afganistan’dan Dost Muhammed ve iki arkadaşı ile 24 deveyi ilk kez bu amaçla Avustralya’ya getirmişler. Ardından 1866’da 120 deve ile birlikte 12 Afganistanlı daha getirilmiş. Her yıl yeni gelenlerle birlikte bu sayı giderek artmış. Deve bakıcıları kendi adlarıyla anılan ‘Gan Town’ adlı bir kasaba da kurmuşlar. Karayolu ve tren hatları gelişince develer boşa çıkmış, doğaya salınan hayvanların sayısı yıllar içinde yüz binleri bulup, çiftliklere zarar verir hale gelince de ülkenin önemli bir sorunu haline gelmiş.
2010 VE 2013 yılları arasında 200 bine yakın deve helikopterli keskin nişancılar tarafından katledilmişlerdir.
Son deve katliamına ne gerekçe gösterilmiş peki?
Develer çok su tüketiyormuş!
İddia bu.
Golf sahalarıyla meşhur Avustralya'nın bu iddiasını hele bir masaya yatıralım bakalım.
Ortalama 1 golf sahası günde 1200 ton su harcıyor, yılda 43.800 ton eder.
Avustralya'da çalışır durumda 1800 golf sahası varmış. Bunların yıllık toplam su tüketimi yaklaşık 80 milyon ton.
Bir deve günde 90 litre su içer ve 2 ay susuz yaşayabilir. Bu hayvana günde 1.5 litre su yetiyor.
En abartılı tahminle bir devenin yılda 1000 litre (1 ton) su içtiğini varsayın.
Bir avuç zengin golf oynasın diye 80 milyon ton suyu heba eden, golf sahaları açmak için ormanlık alanları talan eden Avustralyalı "beyaz"lar, devenin içtiği suya göz dikip deve soykırımı yapıyorlar.
Bu alçaklar yarın su daha azalınca yoksul insanları da helikopterle vururlar ama golf oynamayı yine de bırakmazlar.
Siz Avustralya'da su içen koalaya bakıp üzülürken, bir tek golf sahası kapanmadı, bir tek yüzme havuzu boşaltılmadı, kimse eğlencesinden, dansından, duşundan mahrum kalmadı.
Aborjinleri yok etmekten kaçınmayan İngiliz kafalı Avustralya'lılardan daha ne beklenilir ki?
Avustralya’nın yerlileri, 18. yüzyılda kaşif ve sömürgeci güçlerin geldiği zamana kadar dış dünyadan tamamen kopuk yaşadı. O güne kadar geleneksel yaşamlarına devam ediyorlardı. Okyanusya’da, Paskalya adasının sakinleri dışındaki tüm kültürler, yazısız ve sözlü kültüre bağlı bir şekilde yaşıyordu. Bu yüzden bu kültürlerde bilgiler, şarkılar ve hikayelerle nesilden nesile aktarılıyordu.
18. yüzyılda buraya gelen sömürgeciler, Avustralya’nın yerlisi Aborjinleri “barbar vahşiler” olarak tanımladı. Bunun sebebi, Aborijinlerin sosyal bir düzene ve klan hiyerarşisine sahip olmamasıydı. Fakat bu klanlardaki yaşama ve evliliğe yön veren karmaşık kurallar çok daha sonra anlaşılabildi.
Aborjinlerin efsanelerinin birçoğu hala yazıya geçirilemedi. Fakat günümüzde de yaşayan bu halk, kısmen de olsa kültürünü korumaya devam ediyor.
Yapılan bir araştırmada, Avustralyalı Aborjin erkeklerinin tüm Y kromozomu dizilimi incelendi. Bu dizilim, Aborjinlerin yerel genetik tarihinin kıtaya 50.000 yıl önce ayak basan ilk yerleşimcilere dayandığını ortaya koydu. İnsanlar Avustralya kıtasına ilk defa 50.000 yıl önce ulaştı.
Çalışma, daha önce ortaya atılmış olan Hindistan’dan Avustralya’ya günümüzden 4-5 bin yıl önce büyük bir göç yaşandığına dair teorileri çürüttü. Bu yeni DNA dizilimi çalışması, prehistorik dönemde böyle bir göçün yaşandığına dair herhangi bir kanıt bulamadı. Ama sonuçlar Avustralya’da uzun süreli bağımsız bir genetik tarihin olduğunu gösterdi.
2016 yılında Batı Avustralya’nın Kimberley bölgesinde MÖ. 44,000 yıl öncesine tarihlenen, kanguru kemiğinden yapılmış bir süs eşyası bulundu. (Göbeklitepe 12.000 yıl öncesine ait) Avustralya’da bulunan 46,000 yıllık işlenmiş bir kanguru kemiği, eğer gerçekten burna takılmak için tasarlandıysa, insana ait şimdiye kadar bilinen en eski kemik takı olma özelliğini taşıyor.
Bu takı, 50,000 yıl önce Avustralya’ya ilk gelen insanların, Afrika ve Avrupa’daki çağdaşları kadar kültürel açıdan gelişmiş olduğunu gösteriyor. Parçanın, kanguru kemiğinden yapıldığı ve yerliler tarafından buruna takılan hızma benzeri bir işlev gördüğü düşünülüyor.
Avustralya’da daha önce bu kadar eskiye tarihlenen bir kemik takı bulunmaması, Afrika’dan Avustralya’ya gelen ilk insanların yolculukları sırasında kemik alet yapma bilgisinin kaybolduğu şeklinde yorumlanıyordu.
Nesilden nesile binlerce yıllık kesintisiz bilgi aktarımı
Avustralya Aborjinlerinin sahip oldukları bilgileri nesilden nesle aktarmak için ezber yeteneklerini kullandıkları biliniyor. Aborjinler, yaşadıkları dünya ile ilgili sahip oldukları bilgileri hafızalarında saklayıp, binlerce yıl korumayı başarabiliyor.
Aborjinler hayvan türleri, fiziksel özellikleri, hayvanların diğer türler ve bitkilerle ilişkileri hakkında detaylı bilgilere sahipler. Araştırmacılar ise Aborjinlerin binlerce yılın birikimi olan bu bilgilere nasıl sahip olduklarını merak ediyordu. Bu konu üstüne yapılan çalışmalar için Aborjinler ile yapılan görüşmelerde, kabile yaşlıları, sahip oldukları bilgileri dansların, öykülerin, şarkıların ve mekanların içinde nasıl şifrelediklerini anlattı.
Hafıza ile ilgili çalışmalarda insan beyninin hafıza ve mekan arasında bir ilişki kurarak evrildiği biliniyor. Çocukluğumuzu geçirdiğimiz mekanları tekrar ziyaret ettiğimizde normalde aklımızda olmayan anıların bir anda ortaya çıkması da bu hafıza ve mekan ilişkisinden kaynaklanıyor. Mekan, hafıza ile bağlantı kurulabilecek ayırt edici özellikleri olan herhangi bir yer olabilir. Bunlar yeryüzü şekilleri, kutsal alanlar ve hatta soyut tasarımlar olabilir.
Aborjinlerde kabilenin en yaşlıları en derin bilgileri hafızalarında saklıyor. Aborjin kültüründe bilginin gelecek nesillere aktarılması için kutsal ve gizli bölgeler bulunuyor. Örneğin Anangu Kabilesi, Uluru’da bulunan neredeyse her çentik, yarık ve tümseği ezbere biliyor.
Aborjinler kendilerini yaşadıkları toprakların sahibi olarak görmüyorlar. İnançlarına göre, bu toprakları ataları ve efsanevi varlıklar adına kolluyorlar ve kullanıyorlar. Bu efsanevi varlıklar, Aborjinler için kişileştirilmiş tanrılar değil, “Düş Zamanı” varlıkları olarak adlandırılıyor.
Düş Zamanı varlıkları ilk olarak boş dünyayı, sonra yüzey şekillerini, daha sonra ise dağları, nehirleri, hayvanları ve insanları yarattı. Aynı zamanda insanlara ateşi kontrol etme, silah kullanma, avcılık, klan düzeni, evlilik kuralları gibi yaşama dair bazı kurallar getirdiler.
Bu varlıklar dünyayı yarattıktan sonra buraya bakma görevini insanlara bıraktılar ve geride bazı izler bıraktılar. Düş Zamanı varlıklarının dünyayı dolaşırken izledikleri yollara “düş yolları” adı veriliyor ve bu yollar kutsal kabul ediliyor. Aborjinler ritüelleri sırasında, Düş Zamanı yollarını izleyerek, düş zamanı varlıklarınca açılmış patikalarda yürüyor. Bu yolculuklar sırasında şarkılar söylüyor. Bu yüzden bu yollara Şarkı Yolları da diyorlar. Bu şarkılarda genellikle Düş Yolları tarif ediliyor.
Düş zamanı varlıkları, hala Aborjinlerin dünya anlayışları için bir temel oluşturuyor. Bu varlıklar, mağara duvarlarında, kayalarda, hayvan postlarında, ağaç kabuklarında, kısmen hayvan, kısmen insan biçiminde resmedilmişler.
Aborijinler Düş Zamanı varlıklarını ataları sayıyor. Bu yüzden uzun bir süre Avrupalılar, Aborijinleri “tarihsiz bir halk” olarak tanımlamışlar. Bazı Aborijin halkları atalarını hayvanlara dayandırıyor. Atalarının kendi çocukları için belli yerlere manevi güç bıraktıklarına inanılıyor. Kabile mensupları genellikle kendi bağlı oldukları klanın totem hayvanına göre atalarını anar (kuşkadın, kanguruadam).
Yaratılış döneminin ata varlıkları Wandjina olarak adlandırılıyor. Bu bulut ve yağmur ruhlarının denizden çıkıp gölcüklere ve pınarlara girdiklerine inanılıyor. Mağara resimlerinde betimlenen Wandjinaların gözleri ve burunları abartılı bir şekilde büyük fakat ağızları yok. Aborjinler, insanlardan memnun kalmayan Wandjinaların ağızlarını açtıklarında büyük su taşkınlarına neden olabileceklerini ve kayalardaki resimlerini de Wandjinaların bizzat kendilerinin yaptıklarını düşünüyor.
Aborjin efsanelerinin birçoğunda, Yurlungur ya da Wollunqua adlı Gökkuşağı Yılanıyla ilgili hikayeler yer alıyor. Bu yılan, Avustralya’nın en değerli kaynaklarından suya hükmetmesinden dolayı, en önemli Düş Zamanı varlıklarından biri sayılıyor. Düş Zamanı sırasında sudan çıktığı düşünülüyor ve Aborjinler için bereketi simgeliyor. Bu yılan aynı zamanda Düş Zamanı sırasında dünyadan ayrılmayan tek varlık olarak kabul ediliyor. Güney Avustralya’da Akuru adıyla anılan bu yılanın, burada pınarlarda yaşadığına ve onları koruduğuna inanılıyor. Sular taştığında yılanın rahat edemediği ve gerindiği düşünülüyor. Pınardan su almak isteyen bir kişi, önce yılanı uyarmazsa yutulabilir.
Aborjin klanları, öte dünyayla bağlantı kurduklarına verdikleri isim olan Korrobori adı verilen ve önceden belirlenmiş bir düzenle dans ederek, müzik çalarak ve şarkı söyleyerek Düş Zamanı varlıklarıyla bağlantıya geçiyorlar. Bu törende sahnelenen oyunlar, müzikler, danslar her klanda farklı oluyor ve kutsal sayılıyor. Bu yüzden korrobori’ye başkalarının katılması ya da izlemesi yasak. Gösterilerde Düş Zamanı sahneleri canlandırılıyor.
Orta Avustralya’daki bir çölün ortasında yer alan ve doğal olarak oluşmuş dev bir kayaç olan Uluru kutsal sayılıyor. Anangu halkına ait olan bu kaya oluşumu, 1985 yılında Anangulara geri verildi. Kutsal olduğu için tırmanmak yasak. Kayanın biçimi, Düş Zamanı efsaneleriyle açıklanıyor. Efsaneye göre kırmızı kertenkele Tjati’nin bumerangı kayaya saplanıyor. Tjati bunu çıkarmaya çalıştığında ise kayanın kuzeybatı tarafında anahtar biçiminde oyuklar oluşuyor.
Avustralya yerlilerinin hikayeleri, deniz seviyesindeki değişimler ve kara parçalarının kaybolması gibi 10,000 yıldan daha önce gerçekleşen olayları oldukça doğru bir şekilde anlatıyor. Bir araştırmada, Avustralya’nın genelinden yerli halkların hikayeleriyle, son 20,000 yılda deniz seviyesindeki yükselmelerin bilimsel kronolojisi karşılaştırıldı. Yerli halkların sözlü geleneklerinin, bilinen deniz seviyesi değişimlerini ve kara kütlesindeki azalmaları doğru olarak belgelediği keşfedildi.
Aborjin hikayelerinde, Avustralya’da çoğunun nesli Pleistoesen (16,000-50,000 yıl önce) döneminde tükenen büyük hayvanlardan ve kuyruklu yıldızlardan da bahsediliyor. Bu durum, yerli Avustralyalıların kültürünün devamlılığını gösteriyor.
Hikayeler 10,000 yıldan uzun bir süre boyunca sözlü anlatım sayesinde günümüze kadar gelmiş. Eğer insanlar 10,000 yıl önce bu hikayeleri anlatıyorduysa ve bugün hala anlatmaya devam ediyorlarsa, bu kültürün devamlılığının bir kanıtı. Bu örnekte aynı hikayenin 500 nesil boyunca aktarımı söz konusu.
Avustralya Aborjinlerinin efsaneleri binlerce yıl önce gerçekleşen meteor düşmesi gibi doğa olaylarına dair izler barındırıyor. Aborjinlerin meteor olaylarından bahseden hikayeleriyle 4700 yıl önce gerçekleşen çarpışmalar sonucu oluşmuş kraterler arasında bağlantı kuruldu. 4700 yıl önce Kuzey Bölgesinde bulunan Henbury’de meteor yağmuru yaşandı. Araştırmacılar, sözlü geleneklerin bu kadar ayrıntılı olmasının, Aborijinlerin Henbury olayına tanık olduklarını ve bunu efsane haline getirerek binlerce yıl boyunca nesilden nesile aktardıklarını söylüyor.
Aborjin erkekler krater topluluklarının yakınına gitmeyi reddediyor, çünkü burası ateş şeytanının güneşten gelip yere çarparak herkesi öldürdüğü yer. “Ateş şeytanı insanları kutsal yasaları çiğnedikleri için yaktı”.
Avustralya’nın her yerindeki Aborjin geleneklerinde ateşten yıldızların gökyüzünden düşerek kulakları sağır edici bir ses çıkardığı, oluşturduğu yıkıntıyı bölge boyunca savurduğu ve yeri ateşe verdiği ile ilgili benzer hikayeler bulunuyor.
Aborjin sözlü gelenekleri doğayla ilgili ayrıntılı bilgi birikimi içeriyor. Bunların arasında tsunamiler, depremler, volkan patlamaları, meteor düşmesi ve güneş tutulması gibi çok seyrek gerçekleşen olaylar da var. Henbury hikâyesi, sözlü geleneklerin 200 nesilden daha uzun süre aktarıldığının bir örneği.
Aborjinler gelecek nesillere aktaracakları hikayelerine elbette develeri de eklemişlerdir.
FEHMİ DEMİRBAĞ
SİGARA HARAM DEĞİLDİR 
AMA İÇİLMESİ DE CAİZ DEĞİLDİR
Siz bakmayın diyanetin şimdilerde sigaraya haramdır fetvası vermesine. Hoş aynı cesareti başka konularda da göstermesini bekliyoruz amma. Nerede o yürek diye de kestirip atıyoruz işte. Hani içki, kumar, faiz konuları...Zina...Eşcinsellik!...İstanbul sözleşmesi filan!
Bir zamanlar sigara içmek sağlık demekti... Çünkü sigara üreten firmalarla ilaç üreten firmaların patronları aynıydı. Doktorlar reçeteye solunum hastalıklarının tedavisi için ilaç niyetine yazıyorlardı sigarayı. Çocuklarla reklamları yapılıyordu. Sigara özellikle Hollywood'da delikanlılığın kitabında yazıyordu. Sonra zararları kanıtlanınca, milyonlar bu illet yüzünden süründükten, öldükten sonra, son günlerin kampanyaları başladı.
Şaşırmayın; eroin bile ilk çıktığında ilaçtı ve eczanelerde rahatlıkla satılıyordu.
Margarini de sağlık olarak bilirdik. Yıllarca reklamlarda yer aldı. Sonra bir gün öğrendik ki, kötüledikleri, tu bela ettikleri terayağı sağlık, meğerse margarin hastalıkmış.
Süte sağlık kaynağı dediler. Pastörize ettiler, sütün sağlık olmasının sebebi olan faydalı mikropları öldürdükten sonra çocuklarımıza içirdiler. Bir gün diyecekler ki bunlar da zararlıymış.
Tuz yemeyin diyorlar. Tuz tansiyonu artırır diyorlar. İnsanlar mineralsiz kalınca kendilerini halsiz hissediyor, onlara ilaç satıyorlar çünkü. Yakın zamanda tuzun tansiyonla alakası yokmuş diyecekler.
Ki aklıma geldi söyleyeyim. Bilirsiniz Nestle'yi; dünyanın en büyük çikolata markasını. Aynı zamanda bu firmanın şeker ilacı ürettiğinden haberdar mıyız peki? Hem hastalandır, hem şifa ver. Allah'ım nasıl bir şizofrenik bir durum bu?
Kalorisiz yiyecek reklamı yapıyorlar. Şekeri çıkarınca, sağlıklı oluyormuş. Şekeri çıkarıp ne koyuyorlar peki? Kanserojen etkisi kanıtlanmış, şekerden onlarca yüzlerce kat tatlı olan, pankreası daha çok yoran, muhtemelen şeker hastalığına yol açan endüstriyel tatlandırıcıları koyuyorlar. Kalorisiz ama kanser eden yiyecekler. Diyet colayı hatırlayın lütfen.
Zamanında kadınlara menapoz geciksin diye hormon replasman ilaçlarını sattılar. Milyonlarca kadın kullandı bunu. Sonra "pardon bu kanser yapıyormuş" deyip işin içinden çıktılar. Talidomid verdiler gebelerin içi bulanmasın diye, bebekler kolsuz bacaksız doğunca yine pişkince sırıttılar.
Şu aşı meselesinin de aslında üstüne korkusuzca gitmek lazım.
Bilim yavaş yavaş gelişiyormuş. Bu uğurda yapılan gayretler de kutsalmış. Cennetleri dünya olduğu için ceplerini doldurdukları paralar da ödülleri oluyor. Ölen, sakat kalan milyonlar da bilim gazileri, şehitleri...
Unutmayın, biri size "modern bilim" diyorsa, oradan kaçacaksınız. Bakmayın onların kafasının karışık olduğuna, bal gibi biliyorlar neyin doğru neyin yanlış olduğunu, ama size biraz daha zehir satıp bir de ilaçlamak, cehenneme gidene kadar biraz daha ilahlık taslamak dertleri.
Bizim bildiğimiz "ilim", "bilim" diye uyduruk bir tanrıya dönüştükten sonra oldu ne olduysa, hiçbir şey yaratmayan, insanlara yararı dokunmayan bir şeyi ilah edindi insanlar. "Bilim insanı" olunca, bu koca çarkları olan sömürü sisteminin sözcüsü oldular. Muazzam bir puta dönüştüler ki sıkıysa eleştir? Bugünün ve yarınların belası eşcinselliği bile bugünlerde bilimsellik zokasıyla millete yedirmeye çalışıyorlar.
Hepsini geçtim. Bilim adı altında oluşturulan eğitim kurumlarına bir bakın hele; insanlık buralarda karartılıyor, insaniyet burada can çekişiyor. Dünyanın en azılı suç örgütleri okullardan yetişiyor desem kim sizlerden kim itiraz edebilir bana. Tektipleştirme ve köleleştirme düzenleri ne yazık ki okullarımız!
Siz siz olun, ne sağlıkta, ne dinde, ne eğitimde, ne de gıdada hangi sektör olursa olsun aklınızı kapitalizmin sözcülerine kiraya vermeyin. Karşılığı dünyada da ahirette de perişanlık olur vesselam...
Biraz sorgulayın be güzel ülkemin safdirikleri...
FEHMİ DEMİRBAĞ

5 Ocak 2020 Pazar

GENÇLER ÜZERİNDEN DÖNÜŞTÜRÜLÜYORUZ
Toplum olarak tartışılmaz bir gerçeğimiz var; OKUMUYORUZ!
Hoş okusak da ayrı bir dert; ülkede basılan kitapların % 90'ı tercüme. Yani bu 2 ayrı veriyi ortaya koymaktadır; YAZMIYORUZ DA!
Hoş neyi yazacağız ki, BİLİM ÜRETEMEDİĞİMİZ gerçeği de ayrı bir perişan olduğumuz başka bir konu.
Yakın zamanda ifşa oldu; 200 üniversitemizin 65 rektörünün uluslararası arena da bilimsel makale yazmadıkları ortaya çıktı.
Hani 325 bin öğretim üyesinin bulunduğu...Buna rağmen yeterli akademisyenin olmadığından 45.000 açığın bulunduğu üniversitelerimiz. Fen bilimlerinin alabildiğince cılız, sosyal bilimlerin zirve yaptığı sistemden bahsediyorum. Hani biz yetişkinler ömürlerimizi veriyoruz ya, çocuklarımız okuyup adam olsunlar diye onları üniversiteli yapmak için hem kendilerimizi hem onları harcadığımız sistemden bahsediyorum.
Yakın zamanda Fetoş bu işin ekmeğini iyi yemişti. Çaldığı üniversite sorularıyla (diğer sınav sorularıyla) kendi militanlarını devletin önemli kademelerine sızdırırken toplumda kendilerinden topyekün olarak altın neslin beklentisindeydi.
Kentleşme saplantısı üniversitelilik hastalığını körüklüyordu, bir yandan da. Liseler meslek edinme özelliğini yitireli çok zaman olmuştu. Hele o zıkkım AVM' ler Kültürel İşgal kolonilerinin kaleleriydi.
Bütün bunlar "Görünmeyen Üniversite"nin kapanmasından sonra ivme kazandı.(Biraz derinlik gerekiyor bu cümleyi kavramak için. Ya da bilmiyorsanız, araştırın kardeşim.)
İlim üretemiyor olduğumuz gibi iyilik de üretemez olmuştuk. İyilikten anladığımız ya ecdadın yaptıklarını saymak...İşte orman hayvanlarına yem dağıtmak, zimem defteri gibi gibi....
Eski Ramazanlarda hali vakti yerinde olan kişiler, tek başlarına hiç tanımadıkları, bilmedikleri mahalleleri dolaşmaya çıkarlarmış. Oralardaki bakkal, manav veya başka esnaf dükkanlarına uğrar, dükkanın ıssız bir anını kollar ve dükkan sahibiyle baş başa kalınca sorarlarmış:
“Zimem defteri var mı?”
Zimem defteri, borçlunun ismini ve ne kadar borcu olduğunu gösteren, günümüzde kullanıldığı şekliyle hesap defteridir.
Zimem defterinin olduğunu öğrenen kişi, kimin ne kadar borcunu ödediğini bilmeden, öğrenme gereği de duymadan, “Baştan, ortadan ve sondan şu kadar miktar sayfanın borcunu hesapla.” dermiş.
Hesabı ödedikten sonra da “Haydi Allah kabul etsin” deyip dükkandan çıkarmış. Borç ödeyen kişi kimin borcunu ödediğini, borcu ödenen kişi hayır sahibinin kim olduğunu bilmezmiş. Bilme gereği de duymazmış.
Eski Ramazanlarda bu şekilde borç ödeyenin de, borcu ödenen kişinin de Allah (cc) rızasından başka niyeti, düşüncesi ve isteği olmazmış.
Ne mi anlatmaya çalışıyorum?
Biz yetişkinler bir önceki neslin garabetinden nasibimizi aldık, yetişemedik. Yine aynı şekilde yetişemediğimizin alametlerini yeni nesle aktarır olduk. Her neslin yaptığı gibi yeni nesilden şikayetlenerek...
Dede, baba, ben, oğul, torun akışkanlığında halkalardan birinde sıkıntı oluşunca sonradan gelenlere bu sirayet eder.
Dün bir haber okudum. Lağımımızın iyice taştığının alametlerini taşıyan bu haberle bir kez daha irkildim; geleceğimiz adına endişelerim arttı.
Ensest, deizm, lgbt, feminizm, bilumum bağımlılıklar, cehalet, terör, kültürel yozlaşma evlatlarımız üzerinden geleceğimizi kuşatıyor diye yıllardır bas bas bağırırım. Bu konuda elimizde son 2 kalemiz kaldı derim; biri liseli gençlik, diğeri aile!
Lisede yitirlen gençliğin üniversiteye gidince zulmün 1453'te başladığını ciyaklamalarına yakın zamanda şahit olmadık mı, toplumsal olaylarda.
Fetoş önce akaidi bozdu islamizasyonuyla...
Siyasal İslama sızdı, onları dünyevileştirdi.
Bütün sivil toplumun kademelerini duyarsızlaştırdı.
Buyrun habere geçelim ve neticeyi görelim.
Sakarya Üniversitesi’nden Dilek Menküç’ün Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) İstanbul’da merkezi sınav ile öğrenci alan fen lisesi, sosyal bilimler lisesi ve Anadolu liselerinde araştırma yaptı. Menküç'ün hazırladığı yüksek lisans tezinde öğretmenler, öğrencilerin inanç problemleri yanında güncel konuları tartıştıklarını belirttiler. Öğretmenler, "Bazıları feminist takılıyor. Kadınlar arka planda hep kafalarında böyle bir algı var” ifadelerini kullandı. Öğretmenler ayrıca çocukların deizmi yaşadığını ancak farkında olmadıklarını belirtti.
Cumhuriyet'ten Ozan Çepni'nin haberine göre “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenlerinin Görüşleri Işığında Liselerde Deizm Düşüncesi” başlıklı tezde, öğretmenlerin görüşleri örnekler verilerek aktarıldı. Ders içeriklerinin bu çağın ihtiyaçlarına yanıt vermediğini belirten öğretmenler, “Öğrenciler din dersi öğretmenlerinin kuşatıcı olmasını istiyorlar. Ötekileştirici hiçbir eylem ve söylemi istemiyorlar. Öğrenciler bir kere sizi deniyorlar. İnanç konularında mesela direkt derste diyor: ‘Ben ateistim.’ Sizin o anki tepkiniz onun için bir adım. Siz eğer ‘Sen nasıl ateistsin sus, otur çarpılacaksın’ diye yaklaştığında bu çocuk zaten derse ve size karşı tamamen kendisini kapatıyor” görüşlerini iletti.
Öğrencilerin inanç problemlerinin yanında güncel konuları da din üzerinden tartıştıklarını belirten öğretmenler, İslamda kadının yeri, kadının şahitliği, bir erkeğin birden fazla kadınla evlenebilme meselesi, kadın erkek ilişkisi, kadının dövülmesi, mirasın erkekle kadına eşit bölünmemesi, kadının örtünmesi gibi konuların da derslerde tartışıldığını ve öğrencilerin eleştirilerini aktardı.
Öğretmenler, “Kadın mevzuları var. Bir erkeğin dört kadınla evlenmesi durumu var. Buna benzer mevzular başımızı ağrıtıyor. Toplumdaki yaygın konular. Derste bir konu açıyorsun hemen bu konulara geliyorlar, tepkililer. İslam kadını biraz daha alt planda tutuyor gibi sonuçlarla çaresizlik içinde hissediyorlar kendilerini. Çare olarak bazıları feminist takılıyor. Kadınlar arka planda hep kafalarında böyle bir algı var” ifadelerini kullandı.
Deizmin okullarda öğrenciler arasında etkili olduğunu düşünen öğretmenler, “Yüzde yüz. Hem de ne biçim etkili. Özellikle de nitelikli okullarda. Ben on beş senelik bir öğretmen olarak deizmin özellikle son beş yılda falan popüler olduğunu gördüm. Deizmi kimse bilmezdi biz öğretmenliğe başladığımız yıllarda. Ama şimdi mesela bu okulda bilmeyen az çıkar” görüşünü iletti. İslamın temsili konusunda yetersiz görünüm sergileyen müslümanlar bu gençlere "Siz Müslümansanız, ben değilim" diye bir tepkimeye de sebep oluyorlar.
Araştırmada öğretmenlerin “İsmi konmamış bir deizmi herkes yaşıyor. Herkesin hayatı bu ama ismi konmamış. İbadetsiz, duasız bir din var. Pasif bir deist yaşam var. Çocuklar deizmi yaşadıklarının farkında değil ama deizmi yaşıyorlar. Siz ona dışarıdan bakınca deizm diye adlandırırsınız ama çocuk ben deistim demiyor veya deizmi yaşıyorum demez. Bu konunun empoze edilen bir tarafı yok. Kimsenin öğrettiği yok. Ama çocuk otoriteden kaçıyor. Din de kontrol mekanizmasıdır. Bu kontrolden kaçmak için inancı kabul ediyor ama uygulamada eksikliği var. Moda olan bir deizmi yaşıyorlar ama deist değiller.”
Yani müslümanlık iddiasındaki kurum ve kişiler temsil konusunda başarılı sınav vermeyince gençlere örnek olamıyorlar.
fehmi demirbağ
Bugün hayranı olduğumuz onca şey kültürümüze, yaşantımıza ithal gelmişken... Bize, kendime, gerekliğe inanmamı sağlayan yüzde yüz yerli, yüzde yüz gerçek, yüzde yüz sanatçı biriyle tanışma, konuşma ve bunları sizlerle paylaşma fırsatına sahip oldum…

SANATLA GEÇEN BİR ÖMÜR…

Bize kendinizden bahseder misiniz?
Fehmi Demirbağ, Tokatlıyım. İşçi bir babanın, oğluyum. Makinistlik yapmaktaydı babam şeker fabrikasında. Liseye kadar eğitimimi Tokat’ın Turhal ilçesinde yaptım. Endüstri Meslek Lisesi’nde Elektrik Bölümünü bitirdim. Sonra İstanbul’a geldim. Hukuk Fakültesi, peşinden Güzel Sanatlar Fakültesi okudum. Daha sonra Reklam ajanslarında çalıştım. Kendi Reklam Ajansımı kurdum. Radyo, televizyonlarda çıktım, tiyatrolarda oynadım. Daha sonra yazmaya çizmeye başladım, yaklaşık 47 tane kitaba dönüştü bu geçmiş birikimlerim. Nihayetinde liselerde söyleşi yapmaktayım. Halen devam eden bir televizyon kanalında haftalık olarak program yapmaktayım. Yakın bir zamanda Türkiye bir ilk olan bir çalışmaya imza atmak üzereyiz, bir çizgi roman okulu açıyoruz. 1 Mart’ta açacağız Allah’ın izniyle. Bütün çalışmalarımız mümkün mertebe çocuk ve gençlik edebiyatı üzerine yoğunlaşmış vaziyette. Çizgi film yaptık, Türkiye’nin en kaliteli çizgi filmi oldu, TRT kanalından cevaplar bekliyoruz. Kısacası sanatla geçen bir ömür…

HeroTürk adı altında roman yazdınız. Bize HeroTürk’ten bahseder misiniz? HeroTürk kimdir?
Türkiye’de çocuklarımızı bizler maalesef batının değerlerine göre yetiştiriyoruz. Çocuk deyip geçmeyin, bu ülke nüfusunun yirmi beş milyonu, on iki yaş altında. Yani Türkiye’nin gelecekten bahsedebilmesi adına çocuklarını kendi değerleriyle yetiştirmesi lazım. Olay sadece bir aitlik duygusu değil. Çünkü olayın bir sonra ki aşaması kültür ekonomisi söz konusu. Bizler kendi kazanımlarımızı, maddi manada, batının değerlerine bu ölçüde absorbe etmekteyiz. Nihayetinde de bu maddi ve manevi noktada da bir ölçüde tükenmişliğimizi de ortaya koymakta. HeroTürk neden ortaya çıktı? İşte dedik ki, çocuk edebiyatında yüzde doksan tercüme eserlerle varız. Sadece çocuk edebiyatı noktasında yoksunluğumuz yok, aynı zamanda çizgi film, internet oyunları vb. bunlarda da yokuz. Daha da önemlisi oyuncak sanayisinde yokuz. Kendi çocuklarımıza batının kahramanlarıyla, karakterleriyle özdeşik hale getirdik. Şartlar bu konuda kültürel erozyona sebebiyet verdi ki, misal veriyorum İstanbul. Özellikle alışveriş merkezleriyle yeni yapılan sitelerle adeta konstantinopole dönmek üzere. Yani bütün yaşam alanlarımız İngilizce isimlere terk edilmiş vaziyette. Yani gakkoşu, dadaşı, Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş insanlar İstanbul’da, bir keyfiyet içerisinde iken, birbirlerine adres verirken ‘’My World sitesinde oturuyorum.’’ Diyor. Biz mahalle kültürüyle büyüyen insanlardık, ma halle yani hal birlikteliği. Şimdi onu siteye çevirdik. Yani Yunan Polis Devleti. Yani her açıdan kuşatılmış bir Türkiye gerçeği var. İşte buna itiraz etme maksatlı, HeroTürk diye bir rol model ortaya koyalım dedik. Bununla ilgili yaklaşık altı tane roman yazdık. Dört cilt çizgi roman ortaya çıkardık, tiyatro oyunları yaptık, çocuk dergisi çıkardık, niyetimiz çizgi sinema filmi. Bir üst perdeden de asıl niyet, nasıl Hollywood’un Walt Disney’i varsa, artık bizim de kendi çocuk ve gençliğe yönelik bir enstitüye dönüşmemiz lazım. HeroTürk’ün asıl maksadı bu. Çocuk edebiyatına bu ölçüde teşvik etmek.


AHLAKİ DEĞERLERE SAHİPSEN, SEN ZATEN KAHRAMANSIN !

HeroTürk bizden biri ve geçmişimizi anlatan bir kahraman. Neden Hero? Neden Kahraman Türk değil?
Hikayenin başlangıcı şu, aslında bu çok karşılaştığım bir soru. Yani Türk ve Hero’yu insanlar ister istemez itiraz ediyor. ‘’Madem Türk kahramanı, neden HeroTürk?’’ ilk karşılaştığımız soru bu. Bizde diyoruz ki, bu soruyu soran insanlar. Madem bu kadar samimisiniz, neden Renault, neden Marlboro, neden Show TV, neden bu soruları sormuyorsunuz da ortaya yeni çıkartmaya çalıştığımız bir çalışmaya itiraz ediyorsunuz? Eyvallah koyduk bir köşeye artık. Karakterimizin aslında ismi Ertuğrul.  Henüz bu Diriliş Ertuğrul dizisi başlamadan önce başladığımız bir çalışma. Ertuğrul mühim bir isim Türk Tarihi açısından. Bakın Osmanlı kurucusu Ertuğrul Gazi. Osmanlı batarken de Ertuğrul karakteri var. Nasıl? İşte Ertuğrul fırkateyni ile biz Japonya’ya, ki biz bugün robotun rol teknolojisinin önemli cazibe merkezi olan Japonya’ya atfen, bizler Alameti Farika isimli ilk robot çalışmasını gönderdik Abdülhamit’le. Ne ile, Ertuğrul fırkateyni ile birlikte. Yine bizim bitişimizde Ertuğrul ismi çok önemli. Neden? Kaz dağlarında arıza yapmış bir uçak tamir edilir ki toplam iki tane uçağımız vardır. Bu Ertuğrul uçağı ile biz, Çanakkale’de Ertuğrul körfezinde, Nusret mayın gemisi ile mayınlar döşeriz ki İngiliz fırkateynilerini denize gömelim diye. Yani Ertuğrul bu açıdan sembolik bir isim. Türkiye’nin kendi değerleri ve kendi içinde yaşadığı süreç ile alakalı da Ertuğrul’un annesi Bitlis’li bir kürt. Babası ise Tokat’lı bir çerkez. Dolayısıyla biz burada hamasi bir ırkçılıktan yana değiliz. Bir millet tavrı ortaya koymaya çalışıyoruz. Hikaye aslında 1280’ler de Marco Polo’nun Çin’i ziyaretiyle başlıyor. Çin’in de başında o zamanlar Moğol bir Türk hükümdarı olan Kubilay Han bulunmakta. Onu ziyaretiyle başlar, Kubilay Han Marco Polo’ya 17 yıllık ziyaretinden sonra teşekkür etmek için bir kısım hediyeler veriyor. Vermiş olduğu hediyelerin bir tanesinden Alaaddin Sihirli Lambası çıkıyor. Malum 1001 Gece Masalları Hikayesi vardır. 1001 Gece Masalları Hikayesinin en meşhuru ise Alaaddin ve Sihirli Lambasıdır. İnsanlık hep bunu okumuştur. Alaaddin’in bir lambası vardır. Lamba ovuşturulduğunda içinde Cin çıkar. Hiç kimse şunu sormamıştır, ilk kez biz sorduk. Bu cini, bu lambaya kim hapsetti? İşte biz burada hikayemizi yazarız, kötü kalpli bir kraliçe vardır Isabel, cine kötülük yapmak maksatlı lambaya hapsetmiştir. Çünkü; sihir ve büyü Hristiyan mitolojisinde çok yoğundur. Meşhur tapınak şövalyeleri, kutsal kaseler vb. bunlara da atıfla. Nihayetinde cin Alaaddin tarafından kurtarıldığında, lambadan çıkartıldığında Alaaddin’e teşekkür etmek maksatlı, bir yelek hediye eder. Aynı yelekten bir de kendi oğlu Şems’e hediye eder. İki yelek tılsımlıdır, bakınız sihirli değil tılsımlı! Bunu günümüzdeki moleküler yapı itibariyle maddenin bugün envai türdeki, bütün Dünya’yı manyetik alan, frekans ve moleküler yapı üzerinde bu noktalara aslında değinmeye çalıştık. İki yelek hediye edilir, bir tanesi Alaaddin tarafından İslam medeniyetine sunulur. Bir diğer yelekte, Marco Polo ile birlikte Venedik’e gelir. Venedik üzerinden Reformlar, Rönesanslar batının aydınlanmacılarına, bilim adamlarına, sanatçılarına dönüşür. Alaaddin’in tılsımlı yeleği kayıptır. Yelek neden mühim? İnsanlık tarihinin, en ergonomik kıyafeti yelektir. Yani Amerika’nın çöllerinde gördüğünüz kızıldereliler de yelek giyer, bedevide yelek giyer, çocuklara karşıda klimatik bir kıyafettir. Yani sıcak ve soğuk dengesini koruması adına. Biz aslında buradan, anne ve babalara da sesleniyoruz. Diyoruz ki, çocuklarınıza yelek giydirin, sırtlarına havlu tıkıştırmayınız. Nihayetinde yelek kahraman yeleğini kendisi bulur, kahramandan kastımız ise biz diyoruz ki kahraman olmak için pelerine gerek yok. Uçmaya da gerek yok. Normal ahlaki değerlere sahipsen, sen zaten kahramansın. Mesajımız budur. Günümüze geldiğimizde bir antika çarşısındadır Alaaddin’in yeleği. Bu yeleği nihayetinde bir Roma Büyükelçisinin oğlu olan Ertuğrul, bir Pazar günü gezisinde yelekle karşılaşır. Yeleğinde bir özelliği vardır, yelek sahibini bulur. Yani Ertuğrul’u bulur. Ertuğrul’un yelekle tanışmasıyla o anda bir olay gerçekleşir. Olay şudur; Venedik Belediye Başkanının kızı Esta, bir gondol gezisi sırasında bir de astım hastası olduğu için, çocuk suya düşer ve boğulmak üzeredir. İşte o anda kahramanımız Ertuğrul çıkar ortaya, atlar suya kurtarırız Esta’yı. Dolayısıyla, Venedik Belediye Başkanı kızı, Ertuğrul’da Türkiye Büyük Elçisinin oğludur. Nitekim bir bürokratın çocuğu, bir bürokratın çocuğunu kurtarmıştır. Bu gazetelere ne diye yansıması lazım? Mesela benzer olaylarda kahraman polis, kahraman itfaiyeci, kahraman Türk. Hero Türk. Aslında HeroTürk’ten kastımız budur. Niyetimiz nedir? Aslında ben bunu Türkiye üzerine değil, Türkiye üzerinden Batı’ya da, Batı’nın çocuklarının da artık bu saçma sapan Hansel ve Gretel hikayeleriyle büyümesin istiyoruz. Daha sonra maceraları başlar, İstanbul ve Venedik kardeş kenttir. Niyetimiz bunu bütün dünyaya yaymak, lansmanını çıkarmak, yayımını yapmak.

HeroTürk’ün yapımına neyden etkilenerek başladınız?
İşin aslı o zamanlar benim ikinci oğlum, bir gün sabah kahvaltısındayız bir Müslüman anne – baba olarak nasıl yetiştirirsiniz? Geleneklerle vb. besmele ile başla, sofraya geçmeden ellerini yıka, dişini fırçala gibi. Ama ben şunu fark ettim ki, çocuklarımız bizim değil. Biz yurdum kahvaltısı yaparken, çocukların Tanrıları televizyonlar. Ben domates, biberi masaya koyduğumda, onun yemek tercihi mısır gevreği oluyor. Bir de anneler – babalar, çocuklarının maymunudur, şaklabanlık yaparlar ağızlarını açsınlar diye. Ben maymunlukta biraz aşırıya gittim, resimli, cicili biçili tabaklar aldım. Yemeğin bir aşamasındayken çocuk dedi ki, baba yemeğim bitti. Gözüm gayri ihtiyari tabağa takıldı, bir baktım ki fare! Fare vardı deyince midemiz bulanıyorken, korkuyorken ama korkmayınız Mickey Mouse o! Mickey Mouse gülümsemeye sebebiyet veriyor, Türkiye gerçeğinde şu var bizler çocuklarımızın adlarını geçmiş isimler veriyoruz. Muhammed koyuyoruz, üzülmeyiniz ki Michael olacak. Çünkü bizler kendi değerlerimize göre evlatlar yetiştirmiyoruz. Ne milli nede manevi.

HeroTürk çizgi romanının ‘’çocuk ve gençlik’’ edebiyatımıza katkıları nelerdir?
Çocuk ve gençlik edebiyatında yokuz, biraz öncede belirttiğim gibi. Şuan da ‘en’ diyebildiğimiz kitap dağıtım firmalarına gidin bakın çocuk edebiyatının, normal yayıncılıkta bile yüzde doksan tercüme eserlerle dolu. Dünya nüfusunun yüzde otuzu yedi milyar kitap tüketmekte. Bilgiye kim sahipse dolasıyla hakim güç o oluyor. Şimdi çocuk edebiyatında zaten hiç yokuz, mevcut olanı Türkçeye çevirmek bu çocuk edebiyatı demek değildir. Dış dünya kültürünüde tamamen dışlıyoruz noktasında değil ama bizim her şeyden öte kendi çocuklarımıza, kendi şarkılarımızı, kendi masallarımızı, kendi hikayelerimizi kurgulamamız lazım.

Herotürk’ün, Marvel vb. Dünya çapında bilinen çizgi romanlardan farkı nedir?
Milli olmasıdır, tamamen bu ülkenin gerçekleriyle ortaya çıkmıştır. Biz istiyoruz ki artık Batman Gotham’a dönsün, Superman artık Metropolis’e geri dönsün, biz istiyoruz ki Ben Ten Tokyo’ya geri dönsün. Artık bu ülkelerde kahramanlık yapmalarını gerektirecek bir şey kalmadı. Diğerlerinin özelliği nedir? DC. Comics, Marvel vb. bunlar endüstriyel kuruluşlar. Sürekli sinemayla da özdeş haldeler ve bütün lisanslı ürünler noktasında öndeler. Türkiye’de bir anne baba evlendiklerinde çocuklarının olacağının haberini alınca hemen akrabayla taarruza başlarlar. Pembe ya da mavi kuvvetler hazırlığa kalkışır. Çocuğun cinsiyeti, erkek ya da kız fark etmez. Hemen akrabalar, çocuğun odasını yaparlar. Duvarlar boyanır, pembedir ya da mavidir. Dikkat edin, odanın dizaynı Mickey Mouse ya da Hollywood kahramanlarınca donanır. Çocuk doğdu kundağa yatırıldı, yatağı Mickey Mouse, çocuk ağladı kafasını sağa çevirdi duvarda resim, masada oyuncaklar Mickey Mouse, tavana bakınca avize Mickey Mouse, ağladı ağzına tıkıştırılan emzik Mickey Mouse, kıyafetleri vb. Mickey Mouse. Mickey Mouse bir fare ve bu farede bizi kemiriyor ama kimse bunun farkında değil. Hem de bunu paracıklarımızla yapıyoruz.

HeroTürk sadece çocuk kitlesine mi hitap ediyor?
Hayır, ülkemizde lise üniversite 25 milyon öğrenci kesimi var. Yani 20 milyon civarında ilk okul, orta okul, lise, lisans, yüksek lisans, öğrenci vb. yaklaşık 25 milyon öğrenci kesimi olan bir ülkeyiz. Ama dikkat edin bu ülkede okuma alışkanlığı %3. Yani 2 milyon 400 kişi, bu dünya anket uygulamasıyla da örtüşüyor hemen hemen. 2 milyon 400 kişi kitap okuma alışkanlığı içerisinde. Kitap okumuyorsa bir şeylerin canına okuyor demektir. Martaval okuyacak demektir, partal okuyacak demektir. Dolayısıyla eğitimin millileşmesi lazım, müfredatın kesinlikle değişmesi lazım. Laboratuvar hayatımıza girmesi lazım.



HeroTürk sadece çizgi film ve çizgi roman olarak mı kalacak?
Hayır, sadece bir başlangıç noktasında bu işin bir çocuk edebiyatı açısından özellikle ve gençlik edebiyatı açısından bir start noktası lazım. Ki komik bakın konuşurken start diyorum. Biz bir defa dilimizi kaybettik, 1894 senesinde Red House ilk İngilizce Türkçe sözlük hazırlarken, yaklaşık 90 – 100 bin civarında Türkçenin zenginliğiyle karşılaşıyor. Kelime dağarcığı ile. Biz allem kalem bunu 5 bin kelimeye düşürdük, yaşadığımız süreçlerle birlikte. Bugün üniversite mezunlarımız bile 250 kelime ile mezun oluyor. Halk sokakta 50 kelime ile düşünüyor, yaşıyor. 50 kelime ile Tanrıyı kavramaya çalışıyor, yine 50 kelime ile kainatın sırrına vakıf olmaya çalışıyor, 50 kelime ile aşık olmaya çalışıyor, 50 kelime ile ticaret yapmaya çalışıyor. Ki düşün bugün okuduğu gazetenin adı bile A M K. Bunun için HeroTürk’ün kültürel yapıda bir devrim bir dönüşüm olması gerektiği kanaatindeyiz. Sadece sinema filmi değil, bunun lisanslı ürünlere dönüşmesi, yani batının nasıl Superman, Batman’ı varsa artık HeroTürk’ün de Dünya’ya ulaşma, destan yazma niyeti budur.
Son olarak, yazar olmak dışında şu alana yönelsem kesin başarılı olurdum dediğiniz bir meslek dalı var mıdır?
Başarılı olurdum, oldum da. Reklam ajansım vardı, tekstil işine girdim vb. bu iş benim yapmak istediğim tek iş. Çünkü; ben hayatta bu konuda samimi olmak lazım, ben televizyon izlediğim de, ki bir televizyon programcısı olarak söylüyorum. Şu an, şu dakika bakılsa yaklaşık Türkiye’de 300’ün üzerinde kanal var ve yoğun bir şekilde tartışma programları var. Yani memleketimiz de bir sürü, memleketin gidişatını beğenmeyen kafalar, dudaklar, ağızlar konuşmakta. Ama memleketin hali ortada. Çünkü; samimi şeyler konuşmuyoruz, işin aslına yönelik şeyler konuşmuyoruz. Misal veriyorum, bugün üniversiteler 133.500 öğretim üyemiz var, 3/2’si intihalci. 45 binde açığımız var. Üniversitelerin hali bu iken, Milli Eğitim’in hali bu iken, yani adaleti nerede bulacaksın, emniyeti nereden bulacaksın. Yani sürekli böyle bir kaotik bir cehalet ortamındayız. Cehaletin olduğu yerde de her türlü fitne, fücur, fesat olacaktır. Fakirlik olacaktır. Biz başka yerlerde suçlu aramayalım. Ne olmak isterdim? Ben bu işi bilerek yapıyorum, ben bu işi biraz kendime ideolojide edindim. Çünkü; çocukların dürtülüp uyandırılması, Harry Pother kuşağı dediğimiz özellikle liseli gençlerin yakalanması lazım. Çünkü; bu çocuklar  bir zaman sonra uzay filmlerinde olduğu gibi olacak. Bu benim kendi hayatımın gayesi. Ben Rabbim’e bir şeyler yapmaya çalıştım diyebilmeliyim.
Sizce şuan günümüzde olan yazarlardan kalemini en çok beğendiğiniz yazar kimdir?
Her şeyden öte, kalemini satmayan yazarlara bayılırım. İsim ver deseniz, veremem. Ama çok bilindik yazarların, maalesef sipariş olduğu kanaatindeyim. Sunum, bir proje olduğu kanaatindeyim. Asıl 1950’ler de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, George Orwell’un sponsorluğunda, yani bunlar sadece Türkiye’de değil, Dünya’da da bu şekilde. Meşhurlar denilen şey, biraz o meşhur olmanın bedelini ödeyerek geliyorlar. Çünkü meşhurluğu ne sağlıyor, siyaset sağlıyor, medya sağlıyor. Medya sahibinin sesi, Hakk’ın sesi değil ki. Dolasıyla en meşhuru, Nobel edebiyat ödülü almış yazarımız var. Ama adam ecdadına küfür ettiği için geçmişte Ermeni soykırımı var dediği için ödüllendiriliyor. Ben nasıl bunlara karşı hoşgörüyle yaklaşırım ki? Milli değerlerim daha ağır basıyor. Kalem eğer sahibine bağlı, konjonktüre bağlı, fiyatına bağlı, etiketine bağlı değişiyorsa zaten ortada yazarlık falan yok demektir. Her halde eskilerde kaldı, yani iyi yazarlar eskiler kaldı. Şimdi sadece proje adamları var.



SENA AKDAĞ