30 Eylül 2015 Çarşamba

ENSAR MISINIZ, MUHACİR Mİ?


Memleketteydim bayramda. Sonrası yine İstanbul. Sonrası yani yine koşuşturmaca. Yağmur, çamur, trafik derken malum, lüzumsuz yoğunlukla yine ömür takviminden yaprak düşmeye başlamıştı yani tıpkı mevsiminde olduğumuz sonbahar yaprakları gibi.
"Perşembeye ordayım" demişti arkadaşım. Hac'dan dönüş tarihini vermişti. Umre sayısını bilmiyorum ama bu sanırım 4. Hac ziyareti idi.
Mina'yı sordum önce. Ölenlerin sayısını. Nasıl olduğunu filan.
"Boşver be üstad" dedi. "Kader" diye geçiştirdi sorularımı. Çin malı seccade getirmiş, pusulalısından. Hurma, takke, tesbih...Biraz da zemzem. Hediyelerimi takdim ederken Zemzem Towersta geçirdiği mubarek saatlerden bahsetti uzun uzun. Seneye Hilton'da kalacakmış. Arkadaşları çok meth etmişler orayı. Bu kez 3. eşiyle gitmiş kutsal topraklara.

Son model jeepini havalimanındaki otoparktan ben aldım. Bagajlar, valizler derken 2 saatte ancak çıkabildik havalimanından. Aslında şoförü gelecekmiş karşılamaya da Hac'da benimle ilgili birşeyler gelmiş aklına. Sıcağı sıcağına paylaşmak istemiş.
"Olur" dedim.
Sonra ver elini Başakşehir. 2 ve 3. numaralı eşleri orada ikamet etmekteler. Ama ayrı villalarda. 1 numaralı yenge ise boğazdaki malikanesinde mukim.

Yengeyi evine bıraktık. "Hadi" dedi. "Doğru fabrikaya!" Kıraç taraflarındaki fabrikasına yol aldık.

Yol boyu konuştu durdu. Tıkanan trafikte dilenen Suriyeli çocukları fırçaladı durdu. "Ne mültecisi kardeşim? Dünyanın başına bela oldular!"
"Ensar-muhacir" diyecek oldum. Dinlemiyordu ki beni.

"Senin yukarıyla ilişkin iyidir dostum dedi. Şu bizim arazi işine aracı ol da...Bak babanın hayrına koştur demiyorum ha! Kurulacak yeni şirketin başına da seni getirelim. Okkalı bir de maaş verelim. Bitir o ormanlık alandaki arazi işini...AVM ve rezidans yapalım. Adını da aynı Kabe' deki gibi Zemzem Towers koyacağım. Huzur buluyorum o mübarek topraklarda..."

Yol boyu konuştu durdu. Bense yeni bitirmeye çalıştığım hikaye üzerinde düşünüyordum. Hikayeyi de kısaca paylaşayım sizlerle. Aslında hikaye bilindik birşey ama, adı üstünde hikaye işte...

...
Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları dükkanının vitrinine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar henüz açılmak üzere olduğundan, ayakkabılara da rağbet fazlaydı. Gerçi sattığı ayakkabılar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkan için de yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle..
Adam çocuğa bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti.Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:
- Küçükk!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşünür müsün? Bu seneki modeller bir harika!.
Çocuk, ona dönerek:
- Gerçekten çok güzeller!. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.
- Bence önemli değil!. diye, atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da vicdanı.

Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmasını sürdürdü:
- Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.
Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:
- Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?
- Çok basit!. dedi, adam. Eğer vicdanımız yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükafat görecekler...

Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işaret ederek:
- Baktığın ayakkabı, sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin?
Çocuk, başını yanlara sallayıp:
- Üzerinde 30 lira yazıyor, dedi. Almam mümkün değil ki!.
-İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder. Çocuk biraz düşünüp:
- Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki?
- Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım.

Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:
- Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.
- İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır.
- Tamam işte!. dedi adam. 5 lira da öğrenci indirimi yapsak, geriye kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!.

Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek
- Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.
- Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?
- Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş.. dedi, adam. Antika eşyalardan haberin yok her halde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30- 40 lira eder.

Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları, üzerinden atabilmiş değildi.Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:
- Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!..
Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu.

Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
- Babam haklıymış!. dedi. 'Sakat olduğum için, üzülmeme hiç gerek yok!'
evladım demişti.

...
Hikayem aşağı yukarı bu şekildeydi. Sanırım okurları etkilebileceğim hikayelerimden birini daha kaleme almış olacaktım.
"Nasıl" dedi arkadaşım.
"Nasıl gidiyor, yazdığın kitapların satışı?"
Sonra yüksek sesle, azarlarcasına yine seslendi.
"Oğlum bırak şu yazma çizme işlerini. Para yok bu işlerde. Hem kimsenin de okuduğu filan yok. Gerçekler başka, hayaller başka. Sen benim şu işimi hallet, doldur cebine yeşilleri...Sonra kitap mı yazıyon, nutuk mu çekiyon...artık sen bilirsin!"
...
Avcılar gişesinde arabasından indiğimi hatırlıyorum arkadaşımın.
"Oğlum, nereye gidiyon? Manyak mısın lan" diye seslenişini bir de. saatlerce TEM de yürüdüğümü, trafiğin akış yönünün tersine.

Hayatım hep böyleydi zaten; hep tersine gitmeyi sevmişimdir...ya da tercih etmişimdir oldum olası.
Az ötedeki yol boyu akan kalabalığın arasına karışıncaya kadar yürüdüm.

Yürüdüm, Suriyeli mültecilerle uzun süre. Evet ben de "öz vatanımda parya olduğumdan," iltica edecek bir memleket buluncaya kadar yürümeliydim.

Bir an kalakaldım olduğum yerde. Elimi cebime attım. Belki birazcık yol parası ya vardı ya yoktu. Geriye döndüm bir anda.

Hayır!
Memleketimde kalmalıydım ve direnmeliydim...

Daha yazılacak hikayelerim vardı, çünkü!



Fehmi Demirbağ

29 Eylül 2015 Salı

DELİRTMEYİN ADAMI GARDAŞ!


İnsanlar üç türlüdür gardaş. Delileri vardır...Dahileri...ve de senin benim gibi olanları. Yani sıradan olanlar kahir ekseridirler alemi insanlığın. 
Bunlarda kendi aralarında iki türlüdür gardaş. Makadlarını mahattan kaldıranlar ile ilelebet zıbarıp yatıverenler. Yani tembeller...

Deliler ve dahiler ibretlikdir gardaş. Normaller şükretsinler diye yaratılmışlardır yüce yaratıcı tarafından. Sözümüz yoktur onlara. Velakin normaller mühimdir işte. Normallerin anormalleri ise tembel olanlardır. Kıllarını kımıldatmazlardır onlar. Sürekli şikayetçi olanlardır yani.

Bak gardaş, iki hikaye anlatayım da kısadan, kıssadan hisse kapasın gardaş.

"Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun üzerine kocaman bir kaya koydurmuş, kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler olacak?.
Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancıları, saray görevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi kayanın etrafından dolaşıp saraya girdiler. Pek çoğu kralı yüksek sesle eleştirdi. Halkından bu kadar vergi alıyor, ama yolları temiz tutamıyordu. Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu.
Sırtındaki küfeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarıldı ve ıkına sıkına itmeye başladı. Sonunda kan ter içinde kaldı ama, kayayı da yolun kenarına çekti. Tam küfesini yeniden sırtına almak üzereydi ki, kayanın eski yerinde bir kesenin durduğunu gördü. Açtı. Kese altın doluydu. Bir de kralın notu vardı içinde. "Bu altınlar kayayı yoldan çeken kişiye aittir" diyordu kral. Köylü, bugün dahi pek çoğumuzun farkında olmadığı bir ders almıştı. "Her engel, yaşam koşullarınızı daha iyileştirecek bir fırsattır."

Bu hikayenin ilkiydi gardaş. Hele dinle bak sıra ikincisinde.

Yıl 1943.
Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok.

Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır:

“Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.

– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?
– Alıyorum.
– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten…

23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.

O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir.

Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen var.

O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden başka güç tanımayan ama ülkesine gram faydası da olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır.

İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İade Sandığı” yazar. Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.

Kütüphaneye de bir yazı asar:

“Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.”

Köydeki çocuklar şaşırır.
Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir.

 “Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der.

Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir.

Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.

Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar.

Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor.

Zenith ve Singer’e mektup yazar: Yani meşhur dikiş makinası firmalarına.

“Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.

Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.

Girişimcilik ne biliyor musun?

Bulunduğun yere yenilik katmalısın.

Mutlaka adım atmalısın.

Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş. İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.

Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.

Önümüz seçim.
Ne bileyim, içimden bu hikayeleri anlatasım geldi.

Hani devletin başındaki kişi, "one minute" diyor ya..."Dünta beşten büyük!" ve "dindar ve ahlaklı nesil" diyor ya...

Belki imamefendiler, öğretmenler...profesörler...makadlarını kaldırırlar mahatlarından!

Fehmi Demirbağ

28 Eylül 2015 Pazartesi


KUTSAL KASE TOKAT KALESİNDE!


Babilin kuleleri gibi dikiliverdiler kısa süre içerisinde Kabe'yi kuşatan modern yapılar. Kabe ise Osmanlı sonrası İngilizlerce çizilen haritalar gereği  Suud kraliyetince işgal altındadır.

Bu bayram Mina'da şeytan taşlama esnasında cehalet şeytanı yine devrededir ve yaklaşık 800 hacının vefatının da baş aktörüdür.
Bense Sıla-i Rahim için gittiğim memleketim Tokat'ta Cuma namazını eda etmek için Ali Paşa Camiin avlusundayım.
Ezan vaktini beklerken aklımda türlü düşünceler. Bir an aklıma İstanbul'daki Kılıç Ali Camii gelir.  

Akdeniz’de 5 yıl boyunca Osmanlı leventleriyle savaşan Cervantes, Türklerden o kadar korkmuş ki, Don kişot gibi bir hikâyeyi yazmış. Hikâyedeki yel değirmenlerinin Türkleri temsîl ettiği söylenir. Don Kişot da aptal bir savaşçıyı, yani Avrupalıları temsîl ediyor. Bu hikâyede Türklerle savaşmanın aptallık olduğunu vurgulamıştır Cervantes.

     İşte Avrupalı aydınlardan ediplerden biri daha. Kendileriyle gurur duydukları yazarları, bizim câmilerimizde inşaat işçileriymiş bir zamanlar. Taş taşımışlar hürriyetlerini kazanabilmek için. Hem de sakat kollarıyla. Floransalı meşhur ressam ve heykeltıraş Leonardo da Vinci, Sultan 2. Bayezid’e iş istemek için yazdığı mektupta, Haliç üzerine bir köprü yapmak için yalvarırken ve mektubu, pâdişâha “Ceneviz’den Leonardo isimli kâfirin gönderdiği mektup” başlığıyla arz edilirken, İspanyol yazar Cervantes de Kılıç Ali Paşa Câmii’nde inşaat işçisi olarak çalışıyordu. Yani bir zamanlar Avrupa’nın meşhur ressamları, heykeltraşları, şâirleri, yazarları, Osmanlı Sultanlarının kapısında duvar işçileriydi bir zamanlar.
Kılıç Ali Paşa Camii, Ayasofya’nın küçültülmüş bir modeli gibidir lâkin Mimar Sinan bu camiyi Ayasofya’nın basit bir kopyası şeklinde değil de, onun eksik yönlerinin tamamlanıp, mimari yönden daha geliştirilmiş hali olarak yapmıştır. Yani bu cami, basit bir taklit değil, Ayasofya mîmârîsinin bir ileri aşamasıydı. İhtimal ki Mimar Sinan şu düşüncelerle yapmıştı bu camiyi: “ Ayasofya’nın mimarları Antemius ve İsidorus yerinde ben olsam bu binayı nasıl yapardım? Ya da Ayasofya esasen böyle olsa daha mükemmel olurdu. ” İşte bu düşünceden ortaya çıkan eser: Kılıç Ali Paşa Camii.

Daha ezana yarım saat var. Tokat ise hem bayramdan hem de yaklaşan genel seçimden dolayı oldukça hareketli. "Bakımsız Tarzan Simiti" adını verdiğim Tokat simitini ise öğle yemeği niyetine atıştırmakla meşgulum bir yandan da Namazı beklerken.

Namaz sonrası belediyede önemli bir toplantıya iştirak edeceğim. Biraz da onun heyecanı var üzerimde. Bütün Tokatlı yetkililer o toplantıda olacaklar. Bende sunumumu gerçekleştireceğim. Sunumum ne hakkında mı olacak?

Arzedeyim.


Battal Gazi'yi tanımayanınız yoktur sanırım. Cüneyt Arkın filmleriyle en azından aşinasınızdır bu isme.

Battal Gazi Tokat'ın bir ilçesi olan ve benimde aslen oralı olduğum Turhal kalesini almak istediği halde alamaz. Sonrada muhakkak bu kalenin Yeşil Irmakla bağlantısı var diye karşı bağlardaki söğütlerin altına pusuya yatar. Bir za­man sonra ellerinde kovalar ile üç kadın belirir. Sularını doldurup dehlize doğru yönelirler.  Battal  Gazide peşlerinden gider. En son­daki bayan Battal Gaziyi fark ettiği halde, bozuntuya vermez. Fakat kaleye varır varmaz, kale muhafızlarına ihbarda bulunur, "Arkamız­da yabancı bir şahıs var" diye. Battal Gazi yakalanıp zindana atılır. Battal Gazi kaleye esir düşünce, burada başlar sesli sesli Kur' an okumaya. Kale muhafızının kızı Varvara bu Kur'an ziyafetinden etkilenir ve Müslüman olur. Sonra da babasına kilise yaptıracağım diye Ulu camiyi yaptırır. 
İnşaat bitiminde babası kontrole gelir. Bir bakar ki ne görsün kilise yerine cami yükseliyor. Kızgınlıkla kızına kılıcını sallar. Yaralanan Varvara sürüne sürüne (vara vara) oradan uzaklaşır. Varvara suyunun çıktığı bölgeye gelince ruhunu teslim eder. Öldüğü yerden bugünkü Varvara suyu ve gözeleri-kaynakları çıkar. Cenazesini de yanındaki tepenin zirvesine defnederler. Tepenin ismi de bundan böyle Varvara tepesi adını alır.

Battal Gazi kim midir?
Türk gazi tipinin mükemmel bir örneğini aksettiren Battal Gazi, gerek kahramanlığı, gerekse evliya karakteriyle Anadolu insanı üzerinde son derece etkili olmuştur. Bu yüzden de Battalnâme Anadolu halkı arasında asırlarca sözlü olarak yaşamıştır. Ayrıca Anadolu dışında yaşayan Türk toplulukları arasında da sevilmiş, yazılıp okunmuştur. Tamamen Müslüman Türk geleneklerine göre meydana getirilmiş olan Battalnâme'nin yazıya geçiriliş tarihi henüz kesin olarak tayin edilememekle birlikte, eserin 11-12. yüzyıllarda Danişmendliler zamanında söylendiği ve Danişmendnâme'nin yazılış tarihi olan 643'ten (1245-46) önce yazıldığı tahmin edilmektedir.

Yani İslam sonrası bu toprakların ilk iki  destanına evsahipliği yapar Tokat. Battalname, Danışmendname... Hem tarihi olayların hem de metinlerin yazıya geçirilişi açısından Dânişmend Gazi Destanı, Battal Gazi Destanı ve Saltık Gazi Destanı zincirinin ikinci halkasını oluşturur. Dânişmend Gazi Destanı, Battal Gazi Destanı'nın tamam olduğunu, Battal Gazi ve gaza arkadaşlarının ebediyete intikal ettiğini bildiren cümlelerle başlar.

XI. Yüzyılda yaşamış Türk devlet adamı Melik Dânişmend Gazi'nin hayatını, savaşlarını, Anadolu'daki bazı şehirlerin fethini ve çeşitli kerametlerini anlatmaktadır. Danişmendnâme'de hikâye edilen olayların tarihi gerçeklere uygunluğu, kahramanlarının yaşamış Türk beyleri olmalarından, Anadolu coğrafyasının gerçek isimleriyle anılmasından dolayı uzun süre tarih kitabı olarak nitelendirilmiştir.

Bir süre önce İslam Ülkeleri arası bir EDEBİYAT FESTİVALi önermiştim Belediye başkanına. 
Malum koca İslam Ümmeti halen çocuklarını batının kültür değerleriyle yetiştirmekteler. Müslümanlar artık çocuklarına rol model olarak kendi kahramanlarını sunmak durumundadırlar. Bunun için hikayelere, çizgiromanlara ve hatta çizgifilmlere ihtiyacımız vardır.

Bu sene Kasım ayının ikinci haftası ilkini gerçekleştireceğimiz bir Edebiyat Festivali. Festival ilk etkinlik yılında ÇOCUK VE GENÇLİK edebiyatını işleyecek. Yeni yazarlar, yeni eserler tanıtılacak kamuoyuna...Edebiyatın teşviki hususunda arayışlar sunulacak topluma.

Namazdı, toplantıydı derken girdiğim derin düşüncelerimden omuzuma dokunan bir el ile kurtuldum. Biri silkeliyordu beni. Kafamı çevirip te yüzüne bakakaldığım kişi oldukça şaşırttı beni. Sıkı durun, ismini sizinle de paylaşacağım. Eminin siz de çok şaşıracaksınız. 


O ise şaşkınlıktan adını yüksek sesle haykırmamam için eliyle ağzımı kapattı.

"Sen!" dedim.
"Senin ne işin var burada?"
Sırnaşıkça ama içtenlikle bir çırpıda oturuverdi yanıma. Teklif beklemeksizin elimdeki Bakımsız Tarzan Simidimden de bir parça da koparıverdi. 
"Çaysız simit olmaz be oğlum" dedi. Hemen arkadaki küçük çay ocağının garsonuna seslendi. "İki çay!"
Şaşkınlığım yakalara takılı rozet gibi kalakaldı suratımda. Konuşmama fırsat vermiyordu bile ki atıvereyim yüzümdeki salakça ifadeyi.
"Lan Fehmi" dedi, bozuk Türkçesiyle. "Söylesem inanamazsın" dedi arkasından. "Eminim ki bu söyleyeceklerim şimdilik aramızda bir sır olarak kalacak!" Başladı anlatmaya.
"Hani" dedi, 1456 yılında Fâtih, Wlad'i Eflâk prensligine tayin etmiştiya. Wlad, kardesi Radul ile birlikte Osmanlı sarayında rehine olarak bulunmuştu. Hüküm sürdüğü memlekete Fâtih'in yardımı ile sahip olmasına ve Pâdişaha karşı dost kalacağına dair yemin etmiş bulunmasına rağmen Wlad, sözünde durmayarak Osmanlılar aleyhine Macarlarla anlasma yapmıştı.Fâtih'in, Karadeniz ve Trabzon'da bulundugu sıralarda, Eflâk'ta bazı hadiseler olmaktaydı. Burada Türklerin "Kazıklı Voyvoda", Macarlarin "Drakula" (Şeytan), Ulahların "Çepelpuç" (Cellad) dedikleri Wlad adında zulüm delisi bir adam, halka idarenin en korkuncunu tattırmaktaydı. Bu çılgın adam, vahşi ve insanlık dışı birtakım zevklere sahipti. O, kazıklara vurulmuş ve işkence içinde can vermekte olan Türklerin meydana getirdigi büyük halkanın ortasında, saray halkı ile birlikte yemek yemekten zevk alırdı. Eline Türk esirleri geçince ayaklarındaki derinin yüzülmesini ve meydana çıkan kırmızı etlere tuz ekilmesini, sonra da bunları keçilere yalatmasını emrederdi. Böylece, diri diri ayaklarının derisi yüzülen esirlerin işkencesi, daha büyük olurdu. O, kendisine gönderilen Osmanlı elçilerinin sarıklarını başlarına çiviletmişti. Fâtih Sultan Mehmed, onu İstanbul'a davet eder. Ancak Wlad, düşmanlarının çokluğundan ve memlekette bulunmadığı bir sırada tac ve tahtının Macarlara verileceğinden korktuğundan, Eflâk'ı düşmanlarına karşı muhafaza edecek bir kuvvetin gönderilmesini rica eder. Bunun üzerine Pâdişah, Silistre Beyi Yunus Bey ile Çakırcıbaşı Hamza Bey'i Eflâk'i beklemek üzere görevlendirir. Yunus Bey ile ÇakırcIbaşı Hamza Bey, Tuna kenarına geldikleri vakit, nehrin donmuş olduğunu görürler. Bununla beraber Tuna'yı geçmek hazırlıkları yaptıkları ve dostluktan başka bir şey ümid etmedikleri, hatta itibar göreceklerini sandıkları bir sırada Wlad'ın büyük bir saldırısına uğrarlar. Bu baskında Yunus Bey şehid, Hamza Bey de esir edilmişti. Wlad, daha sonra Hamza Bey'i öldürerek başını Macar kralına gönderir. Kan dökücü Wlad, aldığı esirlerin tamamını kazığa vurduktan sonra, Osmanlılara ait bazı sehir ve kasabaları tahrip etmekten de çekinmez.Bütün bu olanları haber alan Fâtih Sultan Mehmed, hiddetinden ve üzüntüsünden yerinde duramayarak 150 bin kişilik bir ordu ve 25 büyük, 150 küçük parça deniz kuvveti (nehir donanması) hazırlayarak, Allah'ın kullarına zulm eden bu zâlimi ortadan kaldırmak için Eflâk seferine çıkar. Fâtih, Eflâk ortalarına kadar gittiği halde, Wlad'in kuvvetleri ortalarda görünmüyorlardı. Wlad, Fâtih'in, casusları vasıtasiyle önceden haber aldığı bir gece baskını düzenleyerek Pâdişahı öldürmek ister. Fakat bunda muvaffak olamadığı gibi, perişan bir halde canını zor kurtarıp kaçabilir. Osmanlı akıncıları onu bulmak için bütün Eflâk’ı tararlar. Pâdişah da ordusuyla prensliğin başkentine yürür. Şehrin yakınında kazıklanmış 15 bin adamdan kurulu korkunç bir orman görünce nefretle "Devlet kuvvetini böyle kullanmış, tebeasına ve Allah'a karşı bu denlü cinayetler islemiş bir adam, asla itibara layık değildir" der.Yaralı olarak kaçıp Macarlara sığınan Wlad, onlardan yardım ister. Fakat Macar Kralı, hiç yoktan Osmanlılarla bir anlaşmazlığa düşmek istemediğinden bu yardımı yapmamış, hatta Wlad'i yakalayarak haps etmişti. Öte taraftan Osmanlılar, Wlad'in kardeşi Radul'u oniki bin duka yıllık vergiye bağlayarak Eflâk prensliğinin başına getirdiler. Böylece Eflâk, mümtaz bir eyâlet haline getirilerek, Osmanlılara sıkıca bağlanmış oldu.

1476 yılında Osmanlı ordusu ile giriştiği savaşta esir alınan Eflak Beyliği prensi Kont Dracula’nın Tokat kalesinde esir tutulduğu herhalde çok az kimse bilmektedir."

Eeee be adam ne söylemeye çalışıyorsun? Anlat ta bilelim artık." Ben bir anda karşıma çıkan bu eski dostun herzamanki gibi beni şaşırtmalarına nisbetende olsa alışkındım. Ama siz dostlar sıkın biraz dişinizi daha da dostumun anlattıklarını sizlerle paylaşmama müsaade edin.  
"Burada bulunan iki yapının zindan olarak kullanıldığını düşünüyoruz. Çıkarılan yapılar bunu gösteriyor. Dracula’nın da oda olarak nerede kaldığını tahmin etmek zor ama buralarda bir yerde kaldığı tahmin ediliyor. Bu alana giriş tamamen sağdan sağlanıyor ve sol tarafları barınak olarak inşa edildiği için zindan olduğunu tahmin ediyoruz." 

"Bunun için mi Tokat'tasın?" diyebildim dostuma.
"Sabret Fehmi Kardeş. Şimdi geldik olayın bomba kısmına. Bütün vücud azaların pürdikkat kesilsin ve dikkatlice dinle beni."

Sanırım üç yıl önce en son yurtdışındaki bir toplantıda bir araya gelmiştik. Kalabalık bir kokteylde fısıldıyarak "Sıkı dur. Bomba bir olayın peşindeyim." demişti, sanki bu günü işaret edercesine. 



“Longinus’un Mızrağı” ya da “Kutsal Mızrak” olayını duymuşsundur, hani.  Çarmıha gerili olan İsa’nın göğsüne saplandığı söylenen mızraktan bahsediyorum. 


"Dikkat et dostum, kutsal kase'den, kutsal mızraktan bahsedilir de...Kimse Hz. İsa'nın böğrünü deşen kişiden kimse bahsetmez.

Herşey sorgulanmıştır. Hitler’in “Spear of Destiny”e (Kader Mızrağı) olan düşkünlüğü misal. Longinus’un mızrağı olarak da bilinen bu silah, Avusturya İmparatorluk Müzesinde bulunmaktadır ve iddialara göre çarmıhtaki İsa’nın böğrünü deşen mızrak budur.
1913 yılında Adolf Hitler, Viyana sokaklarında suluboya resimler satarak geçimini sağlarken, soğuktan donmamak için sık sık Hofburg müzesine giderdi. Müzedeki onca değerli eşya arasında bir tanesi vardı ki bu çok dikkatini çekiyordu. Bu, Hz.İsa'nın çarmıha gerildiği sırada bir Romalı askerin ona sapladığı öne sürülen bir mızraktı. Mızrağa sahip olanın dünyaya da egemenlik kurmaya başlayacağına inanılmaktadır.
Bu mızrağı tüm Avusturyalı Kutsal Roma İmparatorları yanlarında savaşa götürmüşlerdir. Walter Stein, Hitler’in bu silah tarafından adeta büyülendiğini ve Longinus’un mızrağına sahip olunca Nazilerin dünya egemenliğinin ve Hıristiyanlık üzerindeki zaferlerinin kesinleşeceğine inandığını yazmaktadır. Bu silahın Hitler için ne denli önem taşıdığı belli değildir, çünkü sonunda mızrak Nazilerce ele geçirildiğinde Hitler, en azından herkesin arasındayken hiçbir ilgi ve sevinç göstermez.

Nazilerin kayıp kutsal eşyalara, özellikle Hıristiyanlığa ait olanlara, özel ilgi besledikleri bilinmektedir. Edilgenlik, eşitliğe inanç gibi Batı uygarlığını yozlaştırdıklarına inandıkları tüm değerlerin yabancı ve Doğulu bir din olan Hıristiyanlıkça Ari ırka zorla yutturulduğunu düşünen Nazilerin, Hıristiyanlık karşıtı bu güdüleri göz önüne alınınca, Hıristiyanlığın kutsal eşyaları için bu ilgileri oldukça şaşırtıcı duruma gelir.

“Phisummum” Projesi ve “Deccal” (Anti Christ = İsa Aleyhtarı)

1923 yılında Hitler misyonu için hazırlanırken, Almanya’da başka bir önemli olay daha oluyordu. Thule örgütünün anahtar üyeleri, Aleister Crowley’in Locası“Astrum Argentinum” (İlluminati’nin Gümüş Yıldızı Tarikatı) ile birlikte“Phisummum” denilen ortak bir gizli projeyi yürürlüğe sokmuşlardı. Bu proje ve gizli tarikatın bütün amacı “Zaman Yolculuğu”nu gerçekleştirmek idi. Bu projeyi yürüten gizli örgüt,Thule’nin içindeki çekirdek kadronun oluşturduğu,“Kara Güneş Tarikatı” idi. Bu arada şunu da belirtmeden geçmeyeyim, gerek Thule, gerekse Vril örgütü, bugün hem Almanya’da hem de dünyada mevcuttur ve faaliyetlerine devam etmektedir.

“Phisummum” projesinde, “Kara Güneş Tarikatı”, “Kutsal Kase”yi (Graal) geçmiş yüzyıllardan günümüze getirerek, “Deccal”in yardımcılarının eline bir güç olarak vermeyi düşünmüştü. Bu majikal işleme, Aleister Crowley ve diğer büyücüler de katılmıştı. Bu büyücülerden bazıları yüksek rütbeli Nazi’lerdi.

Bu işlem sırasında “Longinus’un Mızrağı”, majikal güç kaynağı olarak kullanılmış ve sex majisi de uygulanmıştı. Sonuçlarını “Kara Güneş” örgütünün kontrol ettiği bu majikal işlemler sonunda, zamanda küçük fakat çarpık bir pencere açılmıştı. Aynı yıl projenin başkanı üstad Dietrich Eckhart’ın ölümü üzerine, takipçileri zamanda bir çatlak açarak, 1943 yılında Amerika’da gerçekleştirilen “Philadelphia Deneyi”nin oluşmasına sebep olmuşlardı.


Bir an dostum konuşurken soluksuz kalacağını zannettim. İşte tam o anda beklenen Cuma Namazının ezanı okunmaya başlanmıştı. 

"Ezan bitinceye kadar, öykümde biter...Meraklanma " dedi. "Belki Namaz sonrası bir Tokat Kebabı ısmarlarsan hikayenin tamamını anlatırım" dedi. 
Dedi, "Kazıklı Voyvadanın peşisıra geldim, memleketine. Seninde Tokatlı olduğunu unutmuşum bu arada. Bilseydim gelmezden önce temasa geçerdim seninle. Buralar bir harika dostum. İnsanlık tarihi buralarda..."
Kaldığı yerden hikayesini bitirmeye çalışıyordu aynı aceleciliğiyle.

"Vlad'ın derdi aslında ölümsüzlüktü. Kutsal Kasenin peşinde asırlardır koşan herkes gibi. Hz. İsa ölümsüzdüya hani. Hah işte, İsa'nın böğrünü deşen kişi bir kaseye doldurmuştu mızrağıyla deştiği yerden akan kanını. Ve bir dikişte kafasına dikivermişti sonra o akan kanı. Çünkü İsa dirilmişti. O gün bugündür o romalı askerinde hayatta olduğu söylenilir. Bütün o bilgilerle kafayı yer kısaca Vlad.  İstanbulda Çemberlitaş'ın altından kutsal kaseyi elde eder. Ve o Romalı askerin soyundan gelenlerin peşine düşer, kanlarını emip/içip ölümsüzlüğe kavuşmak için. Türklerin ise ölümsüz olduklarına inanır. Onun içindir Türk düşmanlığının sebebi. Çünkü siz Türkler Şehidlerin ölümsüz olduğuna inanırsınız."



"Yani..." dedim.
"Yanisi" dedi. "Kutsal Kase'yi Kont Drakula Tokat Kalesine saklamış. Onu bulmaya geldim." Vampir filmlerinin hikayesi de bundan ibaret yani.

Caminin kapsına gelmiştik. Ben içeri girmek için hamle yaparken arkadaşım benden önce Camiye adımını atmıştı bile.
Al bir şaşkınlık daha!
"Gel" dedi. "Önsaflarda yer tutalım."
Dedim "nasıl yani?"

"Ah! Özür dilerim. Söylemeyi unuttum. Geçen sene Kudüste Müslüman oldum. Ve hep senin gibi dua ediyorum. Allahım, Ümmet-i Muhammed'e HÜR CUMALAR NASİP EYLE!"

Dan Brown önde ben arkada dalıvermiştik cemaatin arasına. 
"Müslüman adım artık Danyal...Şimdilik aramızda kalsın!"


 Fehmi Demirbağ
HAÇLI SEFERLERİ VE MASONLUK






 Haçlı seferleri düşüncesinin doğuşunda Ortaçağ Avrupa toplumunu zorlayan unsurlar aslında siyasal, sosyal ve ekonomik nedenlerdir. Batılılarca bu hareketin en önemli unsuru olarak ileri sürülen dini motif sadece itici bir güçtür. Haçlı Seferleri her ne kadar Hıristiyan inancının bir ürünü olarak bilinse de, aslında temeli bütünüyle maddi çıkarlara dayalı olan savaşlardır. Avrupa'nın büyük bir yoksulluk ve sefalet içinde yaşadığı bir devirde, Doğu'nun ve özellikle de Ortadoğu'daki Müslümanların refah ve zenginliği, Avrupalıları özellikle de Kilise'yi cezbetmiştir. Bu cazibenin, Hıristiyanlığın dini öğretileriyle de süslenmesi sonucunda, dini görünüm altında, fakat gerçekte dünyevi amaçlara yönelik bir "HAÇLI" zihniyeti ortaya çıkmıştır. Hıristiyanların, daha önceki devirlerde temelde barışçı bir siyaset izlerken, ani bir dönüşle savaşçılığa eğilim göstermelerinin asıl nedeni de budur. Yıllardan beri süregelen açlık, yolsuzluk ve topraksızlık sıkıntılarının doğurduğu kargaşa yanında ücretli askerlik anlayışı savaşçı ve kolonizatör bir yayılma hareketi de başlamış bulunuyordu. Bu hareketin başlamış olmasına öncülük etmiş olan kilisenin doğuya yapılacak olan bir seferin sağlayacağı faydaları topluma yayarken dini motifi ön planda kullanması çok normaldi. O halde kutsal toprakları kurtarma sloganı hareketin hedefini açıklamaktan çok hareketi gizlemek, örtülemek anlamıyla kullanılmış oluyordu. Kutsal topraklar İslam’ın ikinci halifesi Hz. Ömer’in 638 yılında Kudüs’e girmesiyle 457 yıldan beri aralıksız Müslüman hakimiyetindeydi. Batı Hıristiyanları da yüzyıllardan beri bu duruma ciddi bir reaksiyon göstermemişlerdi. Batı Hıristiyanlığının en yüksek makamı olan Roma Kilisesi’nin en önemli çabası İslam dünyasına karşı mücadeleden çok Hıristiyanlık aleminin tek efendisi olmaktı. Ancak İstanbul Patrikliği de aynı iddiada olunca tarihi akışın zorunlu hale getirdiği Schisma -Ayrılma- terimiyle ifade edilen iki kilise arasındaki ayrılık 1054 yılında gerçekleşti. Bizansın askeri gücünü yitirmiş olması batının Bizans’ın yerini alabileceği düşüncesini doğurdu. Böylece aynı zamanda yüzyıllardan beri Akdeniz çevresine hakim bulunan İslam’ın gücü kırılıp bu topraklara sahip olunabilirdi. Gerçekten de 1096 yılında başlayan Birinci Haçlı Seferleri orduları daha Kudüs’e varmadan önce Urfa’da, sonrada Antakya’da Haçlı devleti kurmaları onların bu maksatlarını açıkça ortaya koymuştur. 1074 yılında Bizans İmparatoru VII. Mikhail Papalığın aracılığıyla Avrupa’dan Türklere karşı ücretli asker yardımı istemekteydi. O dönemdeki Papa VII Gregorius böyle bir yardımı uygulama aşamasına getirecek durumda değildi. Ancak 15 yıl sonra Bizans İmparatoru I. Komnenos ile papalık tahtına çıkan II. Urbanus arasında bu konu tekrar gündeme alındı. Anadolu’da Türklerin hâkimiyetinin bölünmüş olması Bizans İmparatoru’nu yapılacak güçlü bir seferle bu hâkimiyeti tamamiyle yok etmeye inandırmıştı. Papa II. Urbanus için İmparator’un teklifi bulunmaz bir fırsattı. Bir kaç bin kişiyle sınırlı kalacak ücretli asker toplamak yerine batının kavgacı 2 şövalyelerini topraksız köylülerini aç ve sefalet içinde yaşayan herkesi para ve toprak sahibi olacaklarını aşılayarak zengin doğuya daha büyük bir askeri sefer düzenlemek Avrupa bakımından çok faydalı bir girişim olurdu. Böylece bu çağrı aynı zamanda İsa aşkına, din uğruna fedakârlık ve sevgi üstüne de oturmalıydı. Haçlı Seferleri'nin başlangıç noktası, 1095 yılının Kasım ayında, Papa II. Urban'ın başkanlığında ve üç yüz din adamının katılımıyla gerçekleşen Clermont Konseyi oldu. Bu konseyde o zamana kadar Hristiyan dünyasında hâkim olan barışçı doktrin terk edildi ve Haçlı Seferleri'nin temeli atıldı. II. Urban, Clermont Konseyi'nin sonunda, farklı toplumsal sınıflara mensup bir kalabalık önünde yaptığı konuşma ile bu durumu ilan etti. Papa II. Urban bu meşhur söylevinde, Hıristiyanlardan kendi aralarındaki çekişme ve savaşları bırakmalarını istedi; zengin, fakir, ‘asil’, ‘köylü’ herkesi tek bir bayrak altında birleşmeye ve ‘kutsal toprakları Müslümanların elinden kurtarmak için’ savaşmaya çağırdı. Ona göre bu, ‘kutsal bir savaş’ olacaktı. Bu çağrı Hıristiyanlık âleminde büyük bir coşkuyla karşılandı. Bu coşkuyu anlamak için 10. yüzyıl sonlarındaki Avrupa’ya bakmamız gerekir. O devirde Karolenj Devleti’nin merkezi gücü parçalanmış, her eyalette otorite farklı kişilerin eline geçmişti. Şövalyeler çevreyi teröre boğmaktaydı. Kısaca şiddet insanların tanıdığı tek otorite haline gelmişti. Kilise önce Tanrı barışı çağrısıyla bu şiddet hareketlerini önlemeye çalışmış. Ancak bu çağrı şövalyelere etki etmemişti. Bu nedenle Haçlı Seferi çağrısı şövalyelerin yaşam anlayışına uygundu. Bir şövalye kılıcını ailesi ve efendisi için kullanmak zorundaydı. Urbanus çağrısında: “Babalara, oğullara, yeğenlere sesleniyorum- Akrabalarınızdan biri vurulsa kendi kanınızdan olanın intikamını almaz mıydınız ve efendimiz ve din kardeşlerimizin intikamını almanız daha da gerekli değil mi?” dedi. Çağrı temasında işlenen öç alma fikrinin Hıristiyan toplumunda ne derece etkili olduğu Avrupalı Musevilere karşı kendini gösterdi. Önce Fransa’da başlayan ve Avrupa’ya yayılan Yahudi düşmanlığı – antisemitizm – Musevi cemaatinin öldürülmesine ve malların tahrip ve gasp edilmelerine kadar ulaştı. Haçlı Seferi’ne katılmaya karar verenlerin Haçlı yemini etmeleri ve üzerlerinde haç işareti taşımaları öngörüldü. Papa sözlerini bitirdikten sonra ilk katılmayı bildiren kişi Le Puy piskoposu Adhemar oldu. Papa böylece Meryem’in göğe uçuş gününe denk gelen 15 Ağustos’u başlangıç alarak 15 Ağustos 1096 tarihini hareket günü ilan etti. Asiller arasında sefere katılacağını ilk açıklayan Toulouse kontu Raymond de St. Gilles oldu. Seferin en büyük temel gücünü oluşturan ordu Aşağı Lorreine Dükü Godefroi de Boullain ve kardeşleri Boulgne Kontu Eustache ve Baudouin’nın emrinde toplandı. Aralık 1096’dan itibaren düzenli Haçlı orduları Bizans’a gelmeye başladılar. Gelen orduların komutanları İmparator Aleksios’a vasallık yemini etmek zorundaydılar ve arkasından Anadolu topraklarına geçip İzmit yakınlarındaki karargâha yerleşiyorlardı. Haçlılar buradan İznik’e doğru yürüyüp şehri kuşatacaklardı. İznik çok sağlam surlarla çevrilmiş olup savunma bakımından çok iyi bir durumdaydı. Ama Haçlılar sayıca çok fazlaydı. Çıkan savaşta ilk günde Haçlılar çok kayıp vermelerine rağmen Kılıç Aslan geçici olarak çekilmeyi yeğledi. Altı haftalık kuşatmadan sonra İznik Bizans’ın eline geçti. 26 Haziran’da Haçlılar 3 Anadolu içlerine yürüyüşe geçtiler. Bu arada Kılıç Aslan İznik’ten çekildikten sonra Anadolu’da kuvvetlerini toplamaya çalışıyor ve Haçlıları durdurmak amacıyla yeni savaşa hazırlanıyordu. Ancak Eskişehir yakınlarındaki ikinci savaş da Türkler için bir hüsran oldu. Kılıç Aslan ordusunu tekrar geriye çekti. Böylece Haçlılar yürüyüşlerine devam ettiler. Fırat’ın doğusunda bulunan Urfa bölgenin en önemli ve zengin şehriydi ve İbrahim Peygamber’in doğum yeri olarak biliniyordu. 10 Mart 1098 tarihinde Baudouin burada ilk Haçlı devletini kurdu. Haçlılar uzun bir yolculuktan sonra 20 Ekim 1097’de Antakya önlerine geldiler. Aylar süren kuşatmadan sonra ancak içerden organize ettikleri bir ihanet ile şehri aldılar ve yaklaşmakta olan Musul Valisi Kurboğan’ın ordusunu beklemeye başladılar. Bu arada şehirde kıtlık başgösterdi. Ancak Haçlıların moralini yükseltecek mucizeler de oluyordu. Bunlardan biride İsa’nın böğrünü delen kutsal mızrağın Antakya Petrus kilisesinde toprağın içinde gömülü bulunması idi. Haçlılar Ocak 1099’da Kudüs’e doğru yola çıktılar ve 15 Temmuz 1099’da Kudüs’ü kuşattılar. Kudüs bu arada Fatimilerin hâkimiyetinde idi. Kudüs uzun süren kuşatmalardan sonra fethedildi. Papa II. Urbanus ise bu haber Roma’ya ulaşmadan birkaç gün önce ölmüştü. Şehir fethedilmişti. Ama nasıl idare edilecekti? Ayrıca Kudüs’e doğru ilerlediği bildikleri Mısır ordusuna karşı ne yapılacaktı? Şehrin idaresi için Kral mı yoksa Patrik mi seçilecekti. Oluşturulan meclis kral olarak Raymond’u seçti. Fakat Raymond bu görevi kabul etmedi. Onun üzerine Godefroi Krallığa getirildi ve daha sonrada Arnoul adında bir papaz Kudüs Patrikliği’ne atandı. Godefroi de Bouilon 1090’lı yıllarda Prieure De Sion adlı örgütü kurmuş ve bu örgüt siyonizm ülküsünü savunmuştur. Haçlı ordusu Kudüsü ele geçirince Godefroi ordugâhını Sion Tepesi üzerine kurmuştu. 1101 YILI HAÇLI SEFERİ Papa II. Urbanus’un yerine seçilen II. Pascalis Hıristiyanların Kudüs’ü ellerinde tutmak için daha fazla insan gücüne ihtiyaç olduğunu düşünüyordu. Bunun için İkinci Haçlı Seferi çağrısını yaptı. Bu çağrıya krallar çok ilgi göstermedi. Sefere çıkacak üç büyük ordu dükler, kontlar ve kilise ileri gelenlerinin öncülüğünde kuruldu. Bizans İmparatoru Aleksios bu habere hiç sevinmedi. Çünkü Birinci Haçlı Seferi’nin sağladığı imkânla Ege Bölgesi’ni ve Anadolu’nun batı ve güney kıyılarını ele geçirmişti. Dolayısıyla ikinci bir Haçlı Seferi tamamen gereksizdi. Almanlar, Lombardlar ve Kuzey Fransızlardan oluşan üç ordu İzmit’te buluştu. Haçlılar burada Kudüs’e gitmek yerine Amasya ve Niksar üstüne yürümeye karar verdiler. Böylece kendilerine bağımsız devletler kurabileceklerdi. Haçlılar 03 Haziran 1101’de İzmit’ten hareket ettiler. Selçuklu Sultanı Kılıç Aslan Haçlıların yürüyüşüne Çankırı’ya kadar müdahale etmedi ve Çankırı’dan itibaren orduyu gerilla taktiğiyle yıpratmaya başladı. Nihayet 2 Ağustos Cuma günü Haçlılara saldırdı ve üç tam gün devam eden savaş sonunda Haçlılar yenildi. Ancak zaferin tadı çıkmadan ikinci bir Haçlı ordusunun Konya’ya ilerlediği haberi geldi. Kılıç Aslan Danişmend Beyi ile birlikte Haçlılar’ın üzerine yürüdü ve Ağustos ayının kızgın sıcağında yapılan savaşta 4 Haçlılar yenildi. Fakat mücadele bitmemişti. Üçüncü bir Haçlı ordusu İznik-Akşehir üstünden selçuklu topraklarına girmişti. Türkler Haçlılar‘ın yürüyüş yolu üstünde her türlü gıda kaynağını kuruttukları için Haçlılar çok zorlanıyordu. Kılıç Aslan bütün kuvvetlerini yaz boyunca suyu kurumayan Ereğli Irmağı kenarında pusuya yatırdı. Nasılsa su ihtiyacı yüzünden buraya geleceklerdi. Nitekim Haçlılar gelince Türk okçularının pususuna düştüler. Sonuç Haçlılar için yine büyük hüsrandı. Daha fazla insan gücü sağlayarak Kudüs Krallığı‘nı kuvvetlendirme isteği Türklerin kılıçları arasında yok olup gitmişti. Bu Haçlılara vurulan ilk darbeydi ve arkası gelecekti. İKİNCİ HAÇLI SEFERİ: Urfanın 24 Aralık 1144’de Türkler tarafından fethi haberi Avrupa’da şok etkisi yaptı. Doğudaki Haçlı Devletleri zor durumdaydı ve yardım bekliyorlardı. Bunun üzerine Papa III. Eugenius 1145 yılı Aralık ayında yeni bir Haçlı Seferi için çağrı yaptı. Fransa Kralı VII. Louis ve Başrahip Bernard de Clairvaux çabalarıyla büyük destek sağladı. Bernard Alman Kralı III. Konradı’da sefere katılmaya ikna etti. Konrad’la birlikte birçok Alman asilzadesi ve o sırada 24 yaşında bulunan yeğeni Friedrich von Schwaben de hacı kabul ettiler. Amcasının ölümünden sonra Alman İmparatoru olan bu genç 42 yıl sonra III. Haçlı Seferine çıkacak olan ünlü Friedrich Barbarossa’dır. Doğuda ise durum farklıydı. Bizans İmparatoru Manuel Komnenos batı dünyasına sempati duyuyorsa da, Bizans’ın Avrupa’nın yardımına ihtiyacı yoktu. Manuel Haçlıların gelişinden önce Selçuklu Sultanı I. Mesud ile barış yaptı. Ancak bu anlaşma yüzünden Batılılarca Hıristiyanlığa ihanet etmekle suçlanacaktı. Manuel ayrıca bu Haçlı seferini fırsat bilen Bizans düşman Sicilya Kralı II. Roger’in İmparatorluğa bir saldırısından korkuyordu ve korktuğu da başına gelecekti. İslam dünyasına gelince Seyfeddin Gazi Musul’da, kardeşi Nureddin Mahmud’ta Halep’te hüküm sürüyordu. Anadolu’da ise Türk hâkimiyeti tamamen yerleşmişti. Sultan Mesud sınırlarını genişletmiş fakat Haçlılar’ın gelişi dolayısıyla huzursuzluk duymaktaydı. İstanbul’a ilk ulaşan Alman ordusuydu. Manuel ve Konrad birbirlerini tanımamakla birlikte ilişkileri ortak düşmanları olan Sicilya Kralı II. Roger’e duydukları nefretle birbirlerine daha yakın duruyorlardı. Nihayet Fransızların gelişinde önce Alman ordusunun Anadolu’ya geçmesi sağlandı ve kendilerine Türklerle savaşa girmeyip doğrudan Antalya’ya gitmeleri öğütlendi. Konrad ise onun sözlerine kulak asmadı ve İznik’e gelince ordusunu ikiye böldü ve kendisi İznik’ten doğuya yöneldi. Alman ordusu 25 Kasım 1147’de Dorylaion yakınlarında Sarısu Irmağı’na ulaştı ve burada Türklerin hücumuna uğradı. Sultan Mesud 50 yıl önce babasının aynı yerde Haçlılara olan yenilgisinin intikamını fena aldı. Alman ordusunun onda dokuzu savaş alanında öldü. Akşam karanlığı basarken Konrad kurtulan birkaç yüz kişiyle İznik’e doğru kaçtı. Almanlardan bir ay sonra Fransa Kralı VII. Louis İstanbul’a gelerek İmparator’a vasallık yemini verdikten sonra Anadolu’ya geçti ve Denizli’ye doğru ilerlemeye başladı. Denizli’yi boşaltan Türkler, Haçlıları daha ileride beklemeye başladılar. Nitekim Kral Mesud Haçlılara Toros Dağları’nı geçerken saldırdı. Kral Louise kendini bir ağaca tırmanarak kurtardı. Haçlı ordusu yıpranmış vaziyette yürüyüşüne devam etti. Kral Louise ve maiyeti 19 Mart 5 1148’de Antakya’ya vardı. Antakya Prinkepsi Raymound de Poiters Kralı ve gelen orduyu görmekten memnundu. Çünkü Halep hükümdarı Nureddin yükselen kudretini ezmek için can atıyordu. Bütün Haçlılar Filistin’e vardıktan sonra toplanıp ne yapmaları gereğini tartıştılar. Çıkan karar Dimaşk’a saldırıydı. Ancak bu yanlış bir karardı. Çünkü Dimaşk Frankların tek Müslüman müttefikiydi ve böyle bir girişim Dimaşk Emiri Unur’u Nureddin’in kucağına itecekti. Bu durum karşısında Nureddin’de Dimaşk’a doğru ilerlemeye geçti. Dimaşk kuşatıldı ama sonuç Haçlılar için yine hüzrandı. Bunun üzerine Alman Kralı Konrad Akka’dan deniz yoluyla Selaniğe gitti. Fransa Kralı Louise ise 1149 yazına kadar Kudüs’te kaldı ve sonra başarısızlığın suçunu İmparator Manuele yükleyen hislerle ülkesine doğru yola çıktı. İKİNCİ HAÇLI SEFERİNDEN SONRA DOĞUDA DURUM İkinci Haçlı Seferi’nin başarısızlığı Halep Hükümdarı Nureddin Mahmud’un Suriye’de hâkimiyetini arttırmasına yol açtı. Nureddin ilk olarak Antakya Prinkepsi Raymond’u savaşta yenerek öldürdü. Bu arada Kudüs Kralı III Baudouin bölgede nufüzunu arttırmış ve Antakya işlerinin sorumluluğunu Prenses Constance ile evlenen Renaud’a devretmişti. III. Bouoduin bu arada Bizans Kralı’nın yeğeni Theodora ile evlendi ve İmparator Manuel’i bir hafta Antakya’da ağırladı. Fakat İmparator Nureddin’e karşı savaşmaya gönüllü değildi ve düğünden sonra ordularını alarak İstanbul’a döndü. Kudüs Kralı III. Boudouin otuzlu yaşlarda ölünce yerine kardeşi Amaury geçti ve tahta çıktıktan bir yıl sonra 1163’te Mısır’a saldırdı. Fatimiler Suriye Kralı Nureddin’den yardım isteyince Nureddin en sadık kumandanı Sirkuh’un idaresinde Mısır’a birlikler yolladı. Sirkuh bu sefere yeğeni Selahaddini de almıştı. Yapılan muhtelif savaşlarda iki taraf da birbirine üstünlük sağlayamadı. 1169 senesinde Sirkuh Kahire’yi fethetti. Böylece Mısır’da fiili ve askeri idare Sunnilerin eline geçti. İki ay sonra Sirkuh öldü ve yeğeni Selahaddin Eyyubi başa geçti ve Mısır’da idareyi ele aldı. 1171 yılında Fatimi halifesinin yerine Bağdat Abbasi Halifesi’nin adını camiideki dualarda zikrettirdi. Bu sırada son Fatimi Halifesi de ölünce 272 yıllık Fatimi Hilafeti ve devleti son buldu. 1174’de Suriye ve Mısır Hükümdarı Nureddin ölünce çıkan iktidar mücadelesini Selahattin kazandı ve İslam birliğini yeniden kurdu. Nureddin’in vefatından iki ay sonra Kudüs Kralı Amaury de öldü. Yerine Kral olan IV. Baudouin 1185 yılında 24 yaşında ölünce Kudüs Krallığı’nda işler iyice karıştı. Kudüs askerlerinin Müslüman ticari kervanlara saldırması ve ganimetleri gaspetmesi Selahaddin Eyyubi’yi sonunda Haçlılarla savaşın kaçınılmaz olduğu varsayımına getirdi. Bu arada Selahaddin harekâtını gözleyen Franklar korku ve telaşa kapılmışlardı. Kudüs Kralı Guy Tampliyeler ve Hospitaliyeleri Akka’ya çağırdı. 10.000 askere yakın bir kuvvet Akka’da toplandı. Franklar Taberiye yönünde ilerlemeye devam ederken Selahaddin’de onları karşılamaya hazırdı. Hittin yaylasında yapılan savaş sonunda Kral Guy dâhil olmak üzere çok sayıda esir alındı. Tampliyeler ve Hospitaliyeler gibi olan Tarikat Şövalyeleri kılıçtan geçirildi. Kral Guy’un hayatı bağışlandı ve kutsal haç Müslümanların eline geçti. Kudüs Krallığı’nın bütün askeri gücü bir günde yok edilmişti ve sıra artık şehirlerin ele geçirilmesine gelmişti. Bir 6 hafta içinde 52 şehir fethedilmiş sıra Kudüs’e gelmişti. Kudüs’ün teslimi müzakereleri sonuçsuz kalınca Selahaddin Kudüs’ü kılıçla fethetmeye yemin etti. 26 Ağustos 1187’de Kudüs’ü kuşattı ve 02 Ekim 1187’de Kudüs’e girdi. Ortodokslar ve Yahudiler Kudüs’te kaldılar ve Hıristiyanlara ait kutsal yerlerin idaresi Ortodokslara verildi. Selahaddin fetihlerine devam etti. Ancak tek fethedemediği yer Sur şehri oldu. Bu arada Avrupa’da Üçüncü Haçlı Seferleri çağrıları yapılmaya başlamıştı. ÜÇÜNCÜ HAÇLI SEFERİ: ALMAN İMPARATORU FRIEDRICH BARBORASSA’NIN HAÇLI SEFERİ Friedrich Barbarossa 27 Mart 1188’de haçı kabul etti ve hazırlıklarına başladı ve 1190 Mart ayında Çanakkale Boğazı’ndan Anadolu’ya geçti. Selçuklu Sultanı II. Kılıç Aslan Alman ordusuna yol boyunca tacizde bulundu. Buna rağmen Alman ordusu Konya’ya kadar geldi ve 10 Haziran’da Silifke ovasına indiler ve burada öncü birlikler İmparator’un nehir kıyısında yatan cesedi ile karşılaştılar. Friedrich’in bu ani ölümü Alman ordusunu mahvetti. Askerlerin çoğu Avrupa’ya geri döndüler. Barbarosso’nun yeğeni Friedrich geri kalanlarla Akka önüne geldi. Burada Selahaddin’le yapılan çatışmalar iki tarafada üstünlük sağlamadı. Bu arada İngiliz ve Fransız kralları da ordularıyla Filistin’e ulaşmışlardı. Kral II. Philippe ve Kral II. Henry aslında haçı yıllar önce 1188’de kabul etmişlerdi. Ancak birbirleriyle savaş halindeydiler. Savaş, Henry’in 1189’da ölümüyle son buldu ve yerine oğlu I. Richard kral oldu. Böylece iki kral anlaşarak 1190’da üçüncü Haçlı Seferi için yola çıktılar. Akka kalesi 1189 Ağustos ayından beri kuşatma altındaydı ve Selahaddin’in İngiliz ve Fransız orduları buraya ulaşmadan önce Akka’yı Haçlı kuşatmasından kurtarması gerekirdi. Ancak bunu yapamadı. Haçlılar 12 Temmuz 1191 günü şehri teslim aldılar. Böylece tam yüzyıl sürecek ve ikinci krallık adıyla anılacak Haçlı hâkimiyetinin başkenti belirlenmişti. Selahaddin Kudüs’ü fethetmiş ancak Haçlıları tam olarak Filistin ve Suriye’den söküp atamamıştı. Akka’nın ele geçirilmesinden sonra Fransa Kralı Philippe yorgunluğunu öne sürerek yola çıktı. Akka’da ganimetin paylaşılmasında dışlanan Avusturya Markgrafı Leopold ise yüreği Richard’a karşı kin ve öfkeyle dolu olarak ülkesine döndü. Böylece ipler Richard’ın eline kalmıştı. Richard Kudüs’ü kuşatmak istiyordu. Richard Kudüs’ü alamadı ama Selahaddin’le yapılan anlaşmada Kudüs’e haç ziyareti yapmak, burada Latin papazlar bulundurmak haklarını elde etti. Kral Richard 9 Ekim’de Akka’dan denize açıldı. Dönüş yolunda Viyana yakınlarında Leopold’un adamları tarafından yakalanarak Alman İmparatoru VI. Heinrich’e teslim edildi. Richard muazzam bir fidye ve vasallık yeminiyle 1194’de esaretten kurtulup yurduna dönebildi. Böylece Kudüs’ü geri almak için yapılan üçüncü Haçlı Seferi amacına tam ulaşamadıysada Akka ve Kıbrıs Adası’nın fethi Haçlılara uzun bir süre daha bu bölgede tutunabilmelerini sağladı. DÖRDÜNCÜ HAÇLI SEFERİ: 1203 – 1204 7 Papa III. Innocentius Bizans İmparatoru III. Aleksios ile Doğu ve Batı Kiliselerinin birleşmesi hususunda görüşüyordu. Doğu Kilisesi kendisine boyun eğmeli ve Roma Hristiyanlığın tek yüksek merkezi olmalıydı. Haçlıların başlangıçta hedefi Kudüsü tekrar zaptetmekti ve bunun için ilk önce Mısır’a saldırıp İslamın gücünü yok etmek gerekiyordu. Fakat Venedik’in işe karışması seferin kaderini etkiledi. Venediğin Mısır ile ticari bağlantıları olduğundan çıkarlara uygun düşmüyordu. Buna karşılık Bizans’tan nefret eden Venedik Kostantinopol üstüne yapılacak bir seferin çok daha yararlı olacağına inanıyordu. Seferin komutanı Enrico Dandalo Haçlıları Venedik’te toplamaya başladı. Venedikliler Haçlıları gemilerle taşıyacaklardı ve Haçlılar bunun için Venediklilere para ödeyeceklerdi. Fakat gerekli para bir türlü sağlanamıyordu. Bunun üzerine Enrico Dandalo Haçlılara bir teklifte bulundu. Venedik yıllardan beri Dalmaçya bölgesindeki hâkimiyeti sağlamak için Macarlarla çatışma halindeydi ve üstünlük sağlayamıyordu. Eğer Haçlılar bölgenin güçlü şehri Zara’nın alınmasına yardımcı olurlarsa Venedik, Haçlılar’ın borçlarını erteleyebilirlerdi. Elde edilecek ganimetle Haçlılar borçlarını ödeyebilirlerdi. İtirazlara rağmen Haçlılar Zara Şehrini aldılar. Haçlı ordusu henüz Zara’dayken Aleksios’tan bir mesaj Enrico Dandola’ya ulaştı. Aleksios amcasının yerine kendisini Bizans tahtına çıkarttıkları taktirde Haçlıların Venediğe olan borçlarını ödemeye, Mısır seferi için para ve yiyecek yardımı yapmaya ve Haçlı ordusuna 10.000 kişilik bir Bizans birliği vermeye hazır olduğunu bildirdi. Haçlılar fazla düşünmeden bu teklifi kabul ettiler. Bizans İmparator adayı Aleksios 1203’te Zara’ya geldi ve Haçlılar tarafından İmparator ilan edildi. 24 Haziran 1203’te Konstantinopolis’e geldiler. Tahtı gasp etmiş olan III. Aleksios onları yiyecek ve parayla defetmeye çalıştı ancak başaramadı ve şehirden kaçtı. Bunun üzerine Bizans hükümeti hapiste olan eski İmparator II. İsaakios’u yeniden tahta çıkartarak Enrico Dandola’ya artık savaşa gerek olmadığını bildirdi. Ancak oğul tarafından kabul olunan şartlar baba II. Isaakios tarafından da kabul edilmeliydi. Böylece 1 Ağustos 1203 yılında prens Ayasofya’da yapılan bir törenle IV. Aleksios ünvanıyla İmparator oldu. Aleksios verdiği sözleri devamlı erteliyordu. Bizans halkı huzursuzluğun doruğundaydı. Haçlıların verdiği ultimatom bardağı taşıran son damla oldu. Genç İmparator en güvendiği danışmanı Aleksios Murtzuphlos tarafından yakalanıp hapse atıldı ve boğduruldu. Murtzuphlos kendini V. Aleksios ünvanıyla İmparator ilan etti. Haçlılar bu taht değişikliğini kendilerine meydan okumak olarak değerlendirdiler ve artık tek çözüm Doğu Roma İmparatorluğu’nun yok edilmesiydi. Şehir zaptedildikten sonra kim imparator seçilirse herşeyin dörtte birini alacaktı. Gerisi Haçlılarla Venedikliler arasında yarı yarıya paylaşılacaktı. 13 Nisan 1204’de şehir düştü. Haçlılar olağanüstü bir vahşetle çok acı bir katliam yaptılar. Haçlılar bundan sonra Konstantinopol’de Latin İmparatorluğu adıyla elliyedi yıl sürecek olan (1204-1261) bir hâkimiyet kurdular. Flander Kontu IX. Baudouin kral seçildi. Dördüncü Haçlı Seferi Bizans İmparatorluğu’na vurduğu darbe ile Anadolu’daki Türk hâkimiyetinin güçlenmesine yarar bile sağladı. BEŞİNCİ HAÇLI SEFERİ 8 Papa III. İnnocentius Konstantinopol’de kendisinin değil Venedik’in tayin ettiği birinin Patriklik tahtında oturmasına çok kızmıştı. Hâlbuki Doğu Kilisesi’nin zaptı, dünya çapında tek ve en yüksek Papalık hâkimiyetinin yaratılmasında bir hamle olmalıydı. İnnocentius’un ölümünden sonra Papa seçilen III. Honorius’un gayretleriyle 1217 yılının Eylül ayında Beşinci Haçlı Seferi’nin ilk grubu olan Avusturya Dükü V. Leopold ile Macar kralı II. Andreas’ın birlikleri arka arkaya Filistine doğru yelken açtılar ve ekim ayında Akka’ya vardılar. Yapılan ilk toplantı sonucu Mısır’a saldırmaya karar verdiler. İlk hedef Nil deltası üzerindeki Dimyat’tı. Uzun uğraşlardan sonra Haçlılar Dimyat’ı aldılar ama amaçları tüm Mısır’ı fethetmekti ve bunu yapmak içinde Avrupa’nın en büyük hükümdarı olan Almanya ve Sicilya İmparatoru II. Friedrich’in gelmesini bekliyorlardı. II. Friedrich’in en büyük arzusu Kudüs’e hükümdar olmaktı. Haçlılar İmparator II. Friedrich’i beklemelerinden yararlanan Sultan El-Kamil karşı saldırıya geçip Dimyat’ı tekrar geri aldı. Böylece beşinci Haçlı Seferi de büyük hüsranla bitti. ALTINCI HAÇLI SEFERİ: İMPARATOR II. FRİEDRİCH’İN HAÇLI SEFERİ Roma Kilisesi iki yıldan az bir zaman içinde iki defa gülünç duruma düşmüştü. Dördüncü sefer Bizans İmparatorluğu’nu mahvetmiş, beşinci sefer ise fiyaskoyla bitmişti. Bu arada Anadolu, Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad’ın şahsında en kudretli hükümdarını bulmuştu. Beşinci Haçlı Seferi bitiminden bir yıl sonra Akka Kralı Jean de Brienne Avrupa’yı ziyarete karar verdi. Hem Papa’ya yardım konusunda konuşmak hem de kızı olan Jolanda için koca aramak niyetindeydi. Papa’ya isteklerini açtı. Papa ve Alman İmparatoru Friedrich gelecekteki bir Haçlı seferinin toprak fetihlerinin Akka Krallığı’na teslim teklifini kabul ettiler. Bu arada karısı ölen İmparator Friedrich genç Jolande ile evlenmeye karar verdi. Son Haçlı seferinin başarısızlığı Friedriche büyük sorumluluk yüklemişti. Üstelik Akka Kraliçesi Jolandey’le evlendikten sonra şimdi Haçlı Devleti’nin kralı olarak yıllardan beri ertelediği Haçlı seferine artık çıkmak zorundaydı. Bunun üzerine 15 Ağustos 1127’de Haçlı seferine çıkacağını ilan etti. Binlerce savaşçıdan oluşan büyük ordusu 1127 Ağustos ayında Brindisi’den gemilere binerek denize açıldı. Fakat hemen yolun başında Friedrich’in hastalanması onun geri dönmesini gerektirdi. Bu zorunlu gecikmeyi bildirmek üzere Friedrich Papa II. Gregorius’a bir elçi gönderdi. Fakat Gregorius olayın gerçekliliğine inanmayıp derhal İmparator Friedrich’i afaroz etti. Afaroz edilmiş bir kişi de Haçlı Seferi lideri olamazdı. Ancak bu afaroz İmparatoru hiç etkilemedi. 1228 ilkbaharında sefere çıktı. Bu arada İmparatoriçe Jolanda 1228 Nisanı’nda Konrad adı verilen bir oğul doğurduktan sonra ölmüştü. Jolande’nin ölümüyle Friedrich de taşıdığı Akka Kralı sıfatını kaybetmişti. Tam bu sırada Mısır Sultanı El-Kamil’den gelen elçi heyeti sultanın kardeşi Suriye Hükümdarı ElMuazzam’a karşı İmparator’dan yardım isteğini iletti ve Friedrich yardım ettiği taktirde ona Kudüs’ü vereceğini belirtti. İmparator Friedrich Akka’ya geldiğinde büyük bir muhalefetle karşılaştı. Patrik ve Tarikak Şövalyeleri afaroz edilmiş bir kişiyle beraber olmak istemiyorlardı. Friedrich sadece Alman Şövalye Tarikatı ve 9 yanında gelen Haçlı ordusu desteğine sahipti. Bunun üzerine Friedrich Haçlı seferini diplomasiye çevirdi ve Sultan El-Kamil ile Kudüs’ün teslimini görüşmeye başladı. 18 Şubat 1229 da yapılan antlaşmayla Sultan El-Kamil Kudüs’ü, Betlehem ve Nazareth şehirlerini Montfort ve Toron kaleleriyle Celile bölgesini Haçlılar’a vermeyi kabul etti. Ancak El-Aksa ve Haremül-Şerif Müslümanların elinde kalacak ve Müslümanlar serbestçe ibadet eeceklerdi. On yıl için geçerli olacak bu antlaşmanın Haçlı seferleri tarihinde bir benzeri daha yoktur. Haçlılar hiç savaşmadan sadece diplomasi yoluyla Kudüs bölgesini ele geçirmişlerdi. Ancak bu bile Friedrich’e saygınlık ve hayranlık kazandırmadı. 10 Haziran’da ülkesine geri döndü. Ancak Papa’nın birlikleri topraklarını işgal etmişti. Friedrich bunları dışarı atmak için savaştı ve batıya dönüşünden tam bir yıl sonra 23 Temmuz 1230’da Papa IX. Gregorius ile barıştı ve afarozdan kurtuldu. ALTINCI HAÇLI SEFERİNDEN SONRA DOĞUDA DURUM VE MOĞOLLAR: Moğollar tarih sahnesine Cengiz Han’ın 12. yüzyıl sonunda kurduğu devletle fırtına gibi girdiler. Cengiz Han 1219 yılında Batı Asya’ya döndü ve Müslüman dünyasının bütün dengelerini bozdu. Türkiye Selçuklu Sultanı II. Keyhüsrev 1243’de Kösedağ Savaşı’nı Moğollara karşı kaybedince bütün ülke Moğol tehtidi altına girdi. YEDİNCİ HAÇLI SEFERİ 1243’de Papalık tahtına çıkan IV. İnnocentius 1245 yılında Haçlı Seferi çağrısını yaptı. Fransa Kralı IX. Louis buna hazırdı. Fransa Kralı iyi bir savaşçı ve aşırı bir dindardı ve daha sonra kilise onu aziz ilan edecekti. Fransa Kralı IX. Louis’in tek saplantısı Müslümanları yok etmekti. Haçlı ordusu 17 Eylül 1248’de Kıbrıs’a vardı. Akka Krallığı’nın baronları Tampliyeler ve Hospitaliyeler de Kıbrıs Adası’na geldiler ve yapılan planda Mısır’a saldırı karalaştırıldı ve ilk önce Dimyat kuşatıldı. 1249 yılında Dimyat alındı ve Üç Şövalye Tarikatı’na binalar verildi. Cenevizliler, Pisalılar ve Venedikliler de paylarını aldılar. Haçlılar için ikinci hedef Kahire’ydi. Ancak Memluklu savaşçılar sayesinde Mısırlılar kısa sürede toparlandılar ve Turanşah komutasında Haçlıları sıkıştırmaya başladılar. Savaş Haçlılar için tam bir hüsran oldu. Kral Louise esir düştü ve kendisini Dimyat’ı teslim ederek ordusunu da bir milyon Bizans altını ödemek şartıyla kurtulabilecekti. 6 Mayıs tarihinde Dimyat teslim edildi ve kral serbest bırakıldı. Memluklar, daha çocuk iken esir alınıp asker olarak yetiştirilen Türk köleler idi ve çok iyi birer asker olarak yetiştiriliyorlardı; böylece özgürlüklerini kazanıyorlardı. Sultanlarına ve komutanlarına son derece bağlıydılar. Ancak Turanşah davranışlarıyla Memlukları kızdırınca Komutan Baybars Turanşah’ı öldürdüp en yüksek mevkide bulunan Kumandan İzzeddin Aybeki naib ilan ettiler. Bu arada Kral Louise bütün ordusunu esaretten kurtarmış olarak doğuda kalmaya devam etti. Amacı Moğollarla 10 anlaşıp tekrar bölgede Haçlı hâkimiyetini sağlamaktı. Louise 1253 yılında Moğol Prensi Batu’nun oğullarından Sartak’ın Hıristiyanlığı kabul ettiğini duyunca ona elçiler göndererek Hıristiyan kardeşlerine yardım için onları Suriye’yi almaya teşvik etti. Sonunda Kral Louis 1254 yılında Akka’dan ayrılıp ülkesine doğru yola çıktı. Bu arada Moğol tahtının varislerinden Hülagü 1256 yılında İran seferine başladı. İlk hedef Haşhaşi kalesiydi. Kalenin zaptından sonra Bağdat’a yüründü ve 1258’de Bağdat alındı; sayısı 80.000’i bulan bütün Müslümanlar öldürüldü ve bunlara Abbasi Halifesi de dâhildi. Moğollar sırasıyla El-Cezeriye’yi, Halep’i alarak Antakya önlerine geldi. Antakyalılar Moğollar’ın otoritesini tanıdılar. Moğollar bunun üzerine yollarına devam ederek Dimaşk’ı da aldılar. İslam’ın sonu gelmiş gibi görünüyordu. Irak ve Suriye’deki Müslüman hâkimiyeti tamamen yok olmuştu. Bu arada Hülagü Mısır’a Memluklara elçi göndermiş ve Sultan’a kendisinin vasalı olmasını bildirmişti. Ancak Memluklular elçiyi öldürerek Moğollara meydan okumuştu. İki taraf arasındaki savaş kaçınılmazdı. Ayn Calut mevkiinde yapılan savaşta Moğollar yenildiler ve komutanları Kütboğa’da öldürüldü. Bu savaşla Moğolların yürüyüşü durduruldu ve Müslümanlar yakındoğuda hâkimiyeti tekrar ele geçirdiler. Bu zafer sayesinde Memluklular Osmanlılar’ın yükselişine kadar yakındoğunun en güçlü devleti oldular. Zaferden beş gün sonra Memluk Sultanı Kutuz Dimaşki ve Halep’i geri aldı ve Mısır’a dönmek üzere Dimaşk’tan ayrıldı. Ancak en kuvvetli komutanı Baybars’la da arası açılmıştı. Baybars’a verdiği Halep valiliği sözünü tutmayınca Baybars bir av partisinde Kutüz’ü öldürttü ve Memluk Sultanı oldu ve Hıristiyanlara karşı seferlerine başladı. Sırayla Yafa’yı, Akka’yı ve 18 Mayıs 1268’de Antakya’yı fethetti. Böylece doğudaki Haçlı Krallığı hızla çöküşe geçti. Tampliyeler bölgedeki kaleleri terkederek ayrıldılar. SEKİZİNCİ HAÇLI SEFERİ Kral Louise 1254’de Fransa’ya döndükten sonra doğudaki Franklarla ilişkisini sürdürdü. Akka’ya ve Franklar’a devamlı para gönderiyordu. Louise 1267’de yeniden yemin ederek ikinci kez Haçlı seferi hazırlığına başladı. Bu arada kralın kardeşi Charles Sicilya’ya hâkim olmuştu ve Tunus Emiri Mustansır’a Sicilyalı mültecileri kabul etmiş olmasından dolayı diş biliyordu. Ağabeyine Tunus Emiri’nin Hıristiyanlığı kabul etmeye hazır olduğunu, Emiri ve bölgeyi Hıristiyanlığa kazandırmanın kolay olduğunu söyleyerek kandırdı. Fransız ordusunu taşıyan filo 18 Temmuz 1270’de Kartaca’ya vardı. Savaş olmadan yaz sıcağı ve salgın hastalıklar Haçlıları perişan etti. Kral Louise de dâhil olmak üzere binlerce kişi öldü. Böylece sekizinci sefer de dördüncüsü gibi Müslümanlar’a zarar verememiş ama binlerce Hıristiyanın canına kıymıştı. DOĞUDA HAÇLI HÂKİMİYETİNİN SONU Memluk Sultanı Baybars için artık Frankları iyice köşeye sıkıştırmak zamanı gelmişti. İlk önce Tampliye Şövalyeleri’ne ait Castel Blanc’ı, arkasından Hospitaliyelere ait Krak de Chevaliers kalelerini daha sonra da yine Hospitaliyeler kalesi olan Akka’yı aldı. Bu kalelerin zaptı Trablus yolunu açmış oldu. Başkenti 11 Antakya’yı kaybetmiş olan Bohemund Sultan Baybars’la anlaşmayı yeğledi. Baybars Mısır’a dönmeden önce yolu üstündeki Şövalye Tarikatı’na ait bulunan Montfort Kalesi’ni de fethetti. Bu arada İngiliz veliahdı Edward bin kişilik bir kuvvetle Akka’ya varmıştı. Ancak Sultan Baybars’la anlaşmayı tercih etti. Baybars da asıl tehlikeyi Moğollar olarak gördüğü için anlaşmaya taraftardı. Çünkü Franklar artık tamamiyle elindeydi. Baybars öldükten sonra yerine Suriye birliklerinin Emiri Kalavun geçti ve Moğollarla yapılan savaşta Moğolları kesin yenilgiye uğrattı. Bu sırada savaşta Moğolların safında bulunan Hospitaliye Şövalyeleri’nin büyük kalesi Markab’ın alınması vardı ve bir aylık kuşatmayla alındı; sırasıyla 1289’da Trablus alındı. Trablus’un Müslümanlarca fethi Akkalılar’ı endişeye düşürdü ve Kral II. Henri anlaşmanın uzatılmasını istedi. Kısa bir süre huzur döneminden sonra kendilerini yeni bir Haçlı grubu diye adlandıran çoğunluğu işsiz güçsüz takımından oluşan İtalyan serseri savaşçılar Akka’ya geldiler ve Müslümanları öldürmeye başladılar. Bunun üzerine Sultan Kalavun savaş hazırlıklarına başladı. Ancak ömrü vefa etmedi ve Akka seferi oğlu Sultan El-Eşref’e kaldı. Nisan 1291’de şehir kuşatması başladı ve 18 Mayıs’ta şehir sultanın eline geçti. Fakat Tamplier Tarikat binası şövalyeler tarafından 10 gün süreyle savunuldu. Haçlı Devleti’nin son merkezi olan Akka’da fethedilmişti. Sultan Eşref derhal Akka’nın yıkılmasını emretti. Haçlılardan hiç bir iz kalmasını istemiyordu. Akka’nın fethinden sonra Hospitaliyeler önce Kıbrıs’a sonrada Rodos’a yerleştiler ve 200 yıl boyunca Rodos Şövalyeleri adı altında faaliyet gösterdiler ve Aralık 1522’de Rodos’un Sultan Süleyman tarafından fethi üzerine Malta’ya yerleştiler. Tampliyeler ise muhtelif ülkelere dağıldılar. HAÇLI SEFERLERİNİN TOPLUMSAL SONUÇLARI Batı toplumunda yeni bir sosyal sınıf ortaya çıktı. Tacirler ve işçiler ve bunlar zaman içinde burjuva denilen orta sınıfı oluşturdu. Kentlerin nufüsü çoğaldı ve toplumlarda yeni bir ekonomik düzen oluştu. Haçlı seferlerinin başlangıçtaki başarısı Papalığa prestij kazandırdı. Ancak üstüste gelen hoşnutsuzluklar Roma Katolik Kilisesi’nin güç kaybına uğrattı ve dini hoşnutsuzluk 16. yüzyılda Protestan Kilisesi’nin kuruluşunu getirdi. Ancak Roma Kilisesi Haçlı Seferleri sayesinde etkisini Asya kıtasına yaymayı başardı. Dominiken ve Fransisken keşişleri doğuya yerleşerek misyonerlik faaliyetlerinde bulundular. Karşılıklı ticaretin gelişmesiyle para hareketlilik kazandı ve dünyada ilk kez bankacılık faaliyetleri başladı. Tampliyeler ve hemen ardından Venedik ve Floransa bankaları kuruldu. Şeker kamışı ve doğunun şifalı bitkileri Haçlılar sayesinde Avrupa’ya geldi. İpekli ve pamuklu kumaşlar pazarları süsledi. İslami motiflerle süslü camdan veya madenden yapılmış vazolar pazarlarda satılan lüks eşyalardı. Arapça ve Farsçada kullanılan bazı renk isimleri avrupa dillerine girdi. Lila –leylak- ve Carmine –kırmızı- gibi. 12 Haçlılar tıp konusunda da doğudan çok şey öğrendiler. Tesbih Haçlılar yoluyla batının Katolik Kilisesi’ne girdiği gibi yine Hint asıllı olup Müslümanlar’dan öğrendikleri satranç oyununu da batıya taşıdılar. Yeldeğirmenlerini de Avrupa’ya Haçlılar götürdü. İlk defa 1180 yıllarında Normandiya bölgesinde kullanıldı. İtalyanlar Müslüman gemicilerden deniz pusulasını öğrendiler. Mimaride sivri kemer uygulamasını batı mimarisine soktular. Uzun bir duraklamanın ardından XI. yüzyıldan itibaren askeri ve ticari genişlemeyle çevreye yayılan Avrupa, bu yüzyılın ilk atılımını Haçlı Seferleri ile başlatmıştır. Bu seferlerle Avrupa içi ticaret genişlediği gibi Avrupa'nın diğer ülkelerle de alış-veriş gelişmiş, Avrupalı tacirler Uzakdoğu'ya kadar gitme olanağını bulmuşlardır. Başka bir kazanç Ortadoğu endüstrisinin Avrupa'ya taşınmasıdır. Haçlı Seferleri ile beraber gelişecek olan denizcilik, Cenova ve Venedik misali gibi sonradan gelişme gösterecektir. Limanlar birer ticaret merkezi olacaktır. Sonuç olarak Haçlılar doğunun zenginliğini sanat ve ilmini batıya taşımakta büyük rol oynadılar. TAPINAK ŞÖVALYELERİ Tarihin en gizemli topluluklarından biri de hiç kuşkusuz Tapınakçılar’dır. Fransızca’da ‘Templiers’, İngilizce’de ‘Templars’ olarak adlandırılan bu şövalyelerin gizemi günümüzde de varlığını korumaktadır. Özellikle de Mason Dernekleri’nin bu şövalyelere sahip çıkmaları günümüzde de süregelen bir ilgiye kaynaklık etmektedir. TARİKAT’IN DOĞUŞU 1099 yılında Kudüs ve Filistin’deki kutsal yerler Haçlılar’ın eline geçmişti. Ancak Haçlı kuvvetlerinin burada güven içinde olduklarını söylemek çok güçtü. Buradaki Müslüman kuvvetler, özellikle de 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra akın eden Türkler Haçlıları güç durumda bırakmaktaydılar. Bölgeye Hıristiyan hacı adaylarının da sürekli gelmesi bölgede özel güvenlik önlemlerinin alınmasını gerektirmekteydi. Hacı adayları ya fanatik Müslümanların ya da etraftaki haydutların kurbanı olmaktaydılar. Bölgede güvenlik sağlanması ve hacı adaylarının güven içinde seyahatlerinin gerçekleştirilebilmesi için –kaynaklara göre- dokuz şövalye Fransa’da, Champagne bölgesinde, Hugues de Payns önderliğinde toplanmışlardır. Elimizdeki kayıtlara göre bu şövalyeler Hugues de Payns, Geoffroy de Saint-Omer, André de Mantbard, Payen de Montdidier, Archambaud de Saint-Aignan, Geoffroy Bisol, Hughes Rigaud, Rossal ve Gondemare’dir. Hac yollarının emniyeti için yola çıkıp Kudüs’e varan bu şövalyeler, Kral II. Baudouin tarafından çok iyi karşılanmış ve kendilerine şehirde bir yer tahsisi edilmiştir. Bu yıllar, 1119 –1120 yılları, tarikatın aynı zamanda ilk yıllarıdır. Tarikatın bu yıllardaki adı ise ‘İsa’nın Yoksul Şövalyeleri’ dir. Birkaç sene sonra ise kral II. Baudouin, oturmakta olduğu ve Süleyman’ın Tapınağı olarak bilinen yeri terk etmiş ve burayı bu şövalyelere tahsis 13 etmiştir. İsa’nın Yoksul Şövalyeleri’nin adı ise bundan böyle ‘Tapınakçılar’ olarak anılmaya başlamıştır. Takip eden yıllarda Tapınakçı Şövalyeler’in sayısı hızla artmaya başlamıştır. Artık savunmaya ihtiyaç duyan hacıların korunmasını üstlenmek isteyen şövalyeler kendilerini Tapınakçılar’ın arasında bulmaktadırlar. Özellikle Hayfa Limanı ile Kudüs arasındaki yolun korunmasını Tapınakçılar üstlenmiştir. Tapınakçılar’ın sayılarının artması artık Saint Augustin’den esinlenerek konulan kuralların yerine yeni, bu tarikata mahsus kuralların konulmasınnı gerektirmişti. 1127 yılında Hugues de Payns beş arkadaşı ile birlikte Roma’ya, Papa II. Honorius’u ziyarete gitmiş ve bu topluluk Papa tarafından dini bir örgüt olarak tanınmış ve 13 Ocak 1128’de kurallar konulmuştur. Latince olan bu kurallar ‘Latince Kurallar’ olarak geçer. 12 yıl sonra uygulanacak olan ‘Fransızca Kurallar’ ise bunlardan çok az farklıdırlar. Aslında Tapınakçılar’ın tanınmasında ve kuralların konmasında, daha başka bir deyişle tarikatlaşmasında önemli bir isim rol oynamıştır: Saint Bernard de Clairvaux. 1090 doğumlu olan Saint Bernard de Clairvaux, genç yaşlardan beri çevresinde tanınmaya başlanmış, gerek davranışları gerekse de din kültürü ile ünü yayılmıştır. 1153 yılındaki ölümüne kadar etrafında hem sevgi dolu bir din adamı hem de karizmatik bir lider olarak saygı görmüştür. 20 Ağustos’taki ölüm tarihi, ona ait bir kült gününe dönüşmeye başladığında ise Kilise müdahale etmek zorunda kalmıştı. Saint Bernard de Clairvaux gibi önemli bir kişiden destek alan Tapınakçılar böylece hem savaşçı şövalye olarak hem de dindar rahipler olarak kendi kurallarını uygulamaya başlamışlardır. Tapınakçılar ayrıca kendilerini diğerlerinden ayırmak için beyaz elbiseler de giymeye başlamışlardır. Tapınakçıların kıyafetlerinin en belirgin özelliği ise beyaz elbisenin üzerinde bulunan kırmızı haçtır. Tampliyeler ilk kez kurulurken 1118-1127 yıllarında içilen antla şövalyeler yoksul bir yaşam süreceklerine, mal mülk edinmeyeceklerine söz vermişler ve kendilerine Mesih’in Yoksul Askerleri adını takmışlardı. Buna karşılık zaman içinde Avrupa’nın tüm ekonomik etkinliğini ellerinde tutarak önemli boyutta varlık edinmişlerdi. Örgütün kurucusu Huges de Payens Kudüs’e gitmeden önce Fransa’da Champagne Kontu’nun vasalıydı. Örgütün kuruluşunda Kudüs Kralı Boudouin de destek olmuştu. Kudüs’ün Hıristiyanların elinde bulundugu 200 yıl sürecinde krallık belli bir soy ağacını izleyerek geçmiyordu. Kudüs Kralı batılı soylularca bu ülkede yerleşmeye razı gönüllüler arasından seçilirdi. Kaynaklarda Tampliyeler’in üstlendikleri görev olarak Kudüs’e gelen Hıristiyanlar’ın geçtikleri yollarda güvenliği oluşturmaktı. Kral II. Boudouin Tampliyeler’e karargâhlarını kurmak için üzerinde Süleyman mabedinin yıkıntılarının bulunduğu tepeyi vermişti. Tampliyeler de isimlerini mabet ya da tapınak anlamına gelen ‘temple’ sözcügünden aldılar. Tampliyeler’in ilk örgütlenmede sadece dokuz şövalyeden oluştukları söyleniyor. Kuruluşun gerçekleştiği Troyes Konseyi’nde Tampliye Tarikatı’nın ve üyelerinin bağlı kalacağı kurallar da düzenlenmişti. Bunun için Sistersiyen tarikatının ilkelerinden esinlendi. Sistersiyenler 1098 yılında Benediktinler’den ayrılarak bağımsız bir tarikat oluşturmuşlardı. Benediktinlerin ‘Kara Keşişler’ olarak anılmalarına karşın Sistersiyenler ‘Beyaz Keşişler’ olarak anılırlardı. Çünkü giydikleri cübbenin rengi beyazdı. Tampliyeler de bu beyaz giysiyi olduğu gibi alarak üstüne ünlü kırmızı 14 renkli Tampliye haçını yerleştirdiler. Büyük Üstat Hueges de Payens 1130 yılında Kudüs’e geri dönerken Avrupa’da en az 300 şövalye bırakmıştı.1139 yılında önceleri bir Sistersiyen keşişi olan Papa Innocentus II bir bildirgeyle Tampliyeler’i doğrudan ve yanlızca Papa’ya bağladı. Böylece Tampliyeler Papa’ya bağlı olmakla birlikte kendi yasalarını kendi yapan, kendi kendilerini yöneten özerk bir kurum oldular. TARİKATIN BÜYÜMESİ Zaman içinde Tapınakçılara birçok şövalye katılmış ve örgüt büyümeye başlamıştır. 1147 yılında tarikatın ikinci Üstadı Robert de Craon öldüğünde sadece Kudüs’de 700 şövalye ve onlara hizmet eden 2400 kişi vardı. On üçüncü yüzılda birçok eyalette varlık göstermekteydiler. Bunların arasında Provence, Bourgogne, Catalogne, Portekiz, gibi yerler de vardı. Filistin’de üç büyük eyalete bölünmüşlerdi: Kudüs, Tripoli ve Antakya. Bu yüzyılda Tapınakçıların çok sayıda şatoları vardı. Tapınakçılar hem asker hem rahip oldukları için kadınlarla ilgilenmezler, boş vakitlerinin çoğunu ibadetle geçirirlerdi. Tapınakçılar hem birtakım ayrıcalıklara sahip oldukları için hem de güvenilir oldukları için kutsal topraklara giden haçlıların paralarını da taşıyorlardı. Tapınakçılar ayrıca hem katılanlardan gelen gelirle hem bağışlarla iyice de zenginleşmişlerdi. Bunun dışında söylentilere göre Tapınakçılar civardaki Müslümanlardan da para almaktaydılar. Tapınakçılar bu arada Orta Doğu’da ve İberya’da bir çok savaşlara katılmış ve başarılar da sağlamışlardı. Sonuç olarak, Tapınakçılar Haçlı Seferleri ve Hristiyan Krallıkları döneminde güçlerinin doruğuna çıkmışlardı. Tampliyeler’in güçleriyle ilgili örnekler verecek olursak: - 1215 yılında İngiltere kralı John Magna Carta’yı imzalarken Tampliyeler’in Londra üstadı Aymeric de Saint Maur da kralla birlikte belgeye imza koydu. - 13. yüzyılda uluslararası düzeyde uyusmazlıklarda hakemlik yapıyorlardı. - Papalık dâhil ülke krallarına borç verirlerdi. - Tarikatları vergiden muaftı. - Değerli mallar taşırlar, isteyenlerin paralarını komisyon karşılığı koruma altına alırlardı. Örneğin 1260’lı yıllarda İngiltere tahtının adayı Prens Edward Tampliyeler’e tam 28189 bin sterlin borçlanmıstı. Bu az bir para degildi. Yıllık Şövalye kirası 55 sterlindi. Tampliyeler’in bu güçlerinden sıkılanlar da vardı. Örnegin 1252 yılında İngiltere Kralı III. Henry babası Kral John’un Tampliyeler’e verdiği değeri hiçe sayar gibi davranıyordu. Tampliyeler’in İngiltere’deki ayrıcalıklarını kısmak isteyince Tampliyeler’in Londra’daki üstadı herkesin önünde “Ey Kral, eğer dilini tutmayı beceremezsen krallıgını yitirebilirsin” diye bağırmıştı. Tampliyeler ekonomik ve siyasal etkinliklerin yanısıra düşünsel işlerle de yakından ilgilenirlerdi. Müslüman dünyası ile kurdukları yakın ilişkiler sebebiyle değişen düşünme tarzları Hıristiyan dünyasında yadırganıyordu. 13. yy. ikinci yarısında Roma Katolik Kilisesi bu durumu kaygıyla izlemeye başladı. Çünkü Tampliyeler’in düşünceleri ve eğilimleri Kilise’nin ‘Ortodoks’ (belli dogmalara bağlı) tutumuna karşı ‘Gnostik’ (gizemci yöntemle araştırma) bir yaklaşım üzerine kuruluydu. Hele hele İbranice öğrenmiş olanların Kabalistik yöntemlerle İncil’i sorgulamaya başlamış olmaları çok ürkütücüydü. Tampliyeler bu dönemde hem ticari hem askeri deniz filoları oluşturmuştu. Hemen 15 her yerde kendilerine özgü kiliseleri vardı. Kiliseler daha çok Bizans stiline benzer tarzda yapılmıstı. Ayrıca birçok yerde kendi bakımevlerini, ev hastenelerini kurmuşlardı. Bu bakımdan Hospitaliyelerle aralarında çok yakın bir işbirliği vardı. Tampliyeler’in 12.yy sonlarında Kudüs’teki merkezleri yozlaşmaya başlamış. 1185 yılında Kudüs Kralı Baudouin IV öldükten sonra, çıkan uyuşmazlıklar neticesi iç savaş çıktı. Bunu fırsat bilen Müslümanlar 1187 yılında Kudüs’ü geri aldılar. Hıristiyanlar ard arda düzenledikleri seferlerle Kudüs’ü geri aldılar ancak Orta Doğu’da eskisi gibi rahat edemediler. Tampliyeler de kendi başlarına buyruk değillerdi. Arkalarındaki kurum ‘Prieure de Sion’ idi. Her ikisinin de Büyük Üstadı yetmiş yıl boyunca aynı kişiler oldu. Ancak bunun kalıcı olmamamsının en büyük sebeplerinden biri 1185 yılında Kudüs’te seçilecek yeni kral konusunda Büyük Üstad Ridefort’un çıkardığı sorunlardır. Bu olaydan hemen sonra Tampliyeler ile içli dışlı olan İngitere tahtının varisi Richard ile Fransa kralı II. Philippe üçüncü Haçlı Seferi’ne çıkmışlardır. Bu seferde Richard tıpkı bir Tampliye Şövalyesi gibi giyinmiştir. Tampliyelerden kopan Prieure de Sion örgütünün ilk Büyük Üstadı da Jean de Gisors olmuştur. Tampliyeler böylece 1188 yılından itibaren kendilerini özerkçe yönetmeye başladılar. TARİKATIN SONU Sağlanan bütün başarılara rağmen doğuda Latin krallıkları çok uzun ömürlü olamamışlardı. 16 Haziran 1291’de son kale de Müslümanların eline geçtiğinde sadece 16 Tapınakçı şövalye kalmıştı. Kalan şövalyeler ise Fransa’ya yerleşmişlerdi. Belli bir amaç için kutsal topraklarda toplanan Tapınakçı şövalyelerin Fransa’da tarikatın varlığını sürdürmelerine için hiçbir neden yoktu. Artık tarikat ömrünü tamamlamıştı. Ancak şövalyeler bunu kabul etmek bir yana zenginlikleri ile ayrıcalıklı bir konumda varlıklarını sürdürüyordu. Tapınakçı şövalyelerin bu zenginliği, paraya ihtiyacı olan Fransa kralı Güzel Philippe’nin (Philippe le Bel) dikkatini çekmekteydi. Bu arada Tapınakçı şövalyeler hakkında çıkan söylentiler de kralın işini kolaylaştıracak gibi durmaktaydı. Sonunda kral ustaca bir komplo ile 13 Ekim 1307’de Tapınakçı şövalyelerin büyük bir bölümünü tutuklamayı başardı. Aralarında Büyük Üstad Jacques de Molay’ın da bulunduğu bu grup büyük işkencelere maruz kalmış ve kendilerine atfedilen suçlardan büyük bölümünü kabul etmişlerdir. Bu suçlamalar arasında birbirlerini kalçalarından ve kaba etlerinden öpmeleri, eşcinsel ilişkide bulunmaları, haça tükürmeleri, Bafomet (Bohamet) adı verilen bir puta tapmaları da vardı. Uzun mahkemelerden sonra Tapınakçıların sonu ateşte yanarak gelmiştir. Ancak ölümlerinden ve tarikatın yok olmasından sonra da haklarında söylentiler devam etmiştir. Umberto Eco'nun kitabında aktarılan bir bilgi de bu açıdan ilginçtir: "Beaujeu'den sonra, tarikat, varlığını bir an bile ara vermeksizin sürdürdü. Aumont'dan günümüze dek, tarikatın kesintisiz bir dizi Büyük Üstadı'nı biliyoruz. Bugün tarikatı yöneten, ünün yüce görevlerini yürüten gerçek Büyük Üstad’ın ve gerçek Üstlerin adları ve oturdukları yer bir giz, yalnızca gerçek aydınlanmışlarca bilinen erişilmez bir giz olarak kalmışsa, bunun nedeni, tarikatın saatinin henüz gelmemesi, vaktin henüz dolmamasıdır..." 16 Konuyla ilgili çoğu kaynak tarafından, Büyük Üstad Jacques de Molay'ın ölümüyle birlikte, hayatta kalan Tapınakçılar tarafından bir komplo tasarlandığı öne sürülür. Buna göre, Tapınakçılar'ın amacı, kendilerini yasaklayıp Üstad'larını öldüren Papalığın ve bazı Avrupa krallıklarının yıkılmasıdır. Bu amacın nesiller boyunca aktarıldığını ve Tapınakçılık'ın devamı olan İllüminati ve Masonluk gibi örgütlerce sürdürüldüğü söylenir. Masonluğun etkisiyle gelişen ve Fransız tahtının yokolmasını sağlayan Fransız Devrimi de bunun bir sonucu olarak yorumlanır... Hatta yaygın bir söylentiye göre, Fransız Devrimi sırasında Kral XVI. Louis'nin giyotinle kafasının kesildiği gün, bilinmeyen biri sekiye çıkar ve 'Jacques de Molay, Öcün alındı!' diye bağırır. TAPINAKÇILARIN GİZEMLERİ Tapınakçıların gizemleri daha tarikatın kuruluşu ile başlar. Aslında tarikat kurulduğu andan itibaren ezoterik bir karakter göstermiş ve amacını saklamıştır. Tarikatın ezoterik karakteri mühründe de görülmektedir. Aynı ata binmiş iki şövalye şeklindeki bu mühür değişik araştırmacılar tarafından değişik şekillerde yorumlanmıştır. Bazı araştırmacılar bu sembolü birbirini kollayan iki şövalye olarak yorumlarken bazıları da bunu tarikatın ilk yıllarındaki fakirliğini belirttiğini iddia etmişlerdir. Aslında bu mühür, Saint Bernard’ın da (çarpışma iki yönlüdür, yeryüzünde ve gökyüzünde) şeklinde belirttiği gibi, misyonun maddi ve manevi olan iki yönünü temsil etmektedir. Bir başka deyişle görünüşteki amaçları Kutsal Topraklara giden hacılara yardım etmek olan tarikatın aslında bir de ruhsal bir amacı vardı. Tarikatın ezoterik yönünün bir başka göstergesi de inisiyasyon törenleridir. Bu törenler bütün ezoterik topluluklarda görülen törenlere benzemektedir. Aday kabul edilmeden önce çeşitli sınavlardan geçmektedir. Bu sınavların tam olarak neler olduğunu bilemesek de dört elementle ilgili bir takım törenler olduğunu , bazı moral değerlerin sorgulandığını öğrenmekteyiz. Bu sınavları geçen adayı, geceleyin, on iki şövalye beklemekteydi. Dışarıda bekleyen adaya şövalyeler niçin kapıya geldiğini üç defa sorarlar, yanıtını kabul edince içeri alırlardı. Tarikata kabul edilme ise törenle olmaktaydı. Tarikatın bir ilginç karakteri de o zamanki Orta Çağ düşüncesinden farklı düşünsel yapısı idi. Ezoterik düşünceye olan yatkınlığı Tapınakçıları diğer tarikatlardan ayırtmakta ve etrafta yanlış anlamalara yer vermekte idi. Tapınakçıları tam bir ezoterik topluluk olarak düşünmek doğru olmaz ancak tarikatın zaman içinde böyle bir karakter aldığını ve diğer ezoterik topluluklara kaynak olduğu için bu özelliğinin fazla abartıldığını söyleyebiliriz. TAPINAKÇILARIN İSA HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ Tarih boyunca süregelen rivayetlere göre Tapınakçıların İsa hakkındaki görüşleri Hıristiyanlıktan çok daha farklıdır. Yaygın olan bir rivayete göre Tapınakçı şövalyeler Johannit mezhebe mensupturlar. Bilindiği gibi, Hıristiyanlık tarihine baktığımızda İsa’nın gelişinden önce Vaftizci Yahya’nın kişiliğinin öne çıktığını görürüz. Ancak Yahya, kabul edilen İncillerde İsa’nın geleceğini müjdeleyip onun vaftiz olmasını sağlayan bir kişidir sadece. Hatta Matta İncili’nde Yahya şöyle der : “Gerçi ben sizi tövbe için suyla vaftiz ediyorum, ama benden sonra gelen benden 17 daha güçlüdür. Ben O’nun çarıklarını çıkarmaya bile layık değilim. O sizi Kutsal Ruh ve ateşle vaftiz edecek.” Ancak zaman içinde bazı topluluklar Yahya’yı İsa’dan daha önemli tutmuşlar hatta bu düşüncelerini çağlar boyu, İsa betimlemelerinde aslında Yahya’yı resmederek sürdürmüşlerdir. Aslında Tapınakçıların Johannit olduklarına dair çok da somut deliller yoktur, ancak kendilerine yöneltilen birtakım suçlamalarda Johannit mezhebe yöneltilen suçlamalara benzer suçlamalar vardır. Son yıllarda yapılan araştırmalar ise, biraz zorlamalı da olsa, bazı Tapınakçı sembollerinde Johannit mezhebine ait izler bulmaktadırlar. Tapınakçılara yakıştırılan başka inanışlara göre de Tapınakçılar İsa’nın Thomas isimli bir ikizi olduğuna ve yeniden dirilmenin ancak böyle gerçekleştiğine inanmakta ve ayrıca Maria Magdelena’nın İsa’nın karısı olduğunu öne sürmektedirler. TAPINAKÇI ŞÖVALYELERİN MÜSLÜMANLARLA OLAN İLİŞKİLERİ Haçlı Seferleri sırasında kutsal topraklara giden Haçlılar içinde Müslümanlar ile en yakın ilişkileri kuranlar Tapınakçılardır. Söylentilere göre Tapınakçılar Müslümanlardan para da almaktadırlar. Tapınakçıların en çok ilişki kurdukları topluluk ise İsmailiye mezhebinden türeyen Haşhaşiler’dir. Haşhaşiler (Batıda ‘Assasin’ diye anılırlar ve katil anlamına gelen bu sözcük buradan türemiştir). Hassan Sabbah’ın Alamut kalesini almasından sonra buraya yerleşen müritlere verilen isimdir. Haşhaş içtikten sonra cinayet işledikleri öne sürülen bu topluluk aslında dejenere olmuş bir ezoterik öğretiye bağlılardı. Ancak Hassan Sabbah’ın kişiliğinden de kaynaklanan nedenlerle siyasete de karışan Haşhaşiler Tapınakçıların ezoterik İslam’ı tanımalarında etkili olmuşlardır. Tapınakçılar Müslümanlarla ilişki kurdukları için çok suçlanmışlar, hatta Tapınakçıların taptığı ileri sürülen Bafomet/Bahomet adlı putun aslında Mahomet (Muhammed) sözcüğünden geldiği ve Tapınakçıların Muhammed’e taptıkları söylenmiştir. Aslında Orta Çağ’da Batı’da Müslümanların Muhammed’e taptıkları zannedildiği bilindiğinden Tapınakçıların Müslüman olmakla da suçlandıklarını düşünebiliriz. SONUÇ VE TAMPLİYELERİN MASONLUĞA ETKİLERİ Tampliyeler, zengin olan Doğu kültürünün Batı’ya taşınmasında aracılık yapmışlardır. Yaptıkları işler sayesinde ekonomiksel güç elde edilmiştir. Paris Mabed’i adeta Avrupa’nın finans merkezi haline gelmiştir. Bu finansal globalleşme beraberinde düşünce ticaretini de getirmiştir. İslam ve Musevi kültürleri ile yakınlaşmaları Tampliye kurumlarını yeni fikirlerin, yeni bilgilerin ve yeni teknolojilerin kaynaştığı, gerekli ve akılcı olanlarından yararlanıldığı bir ortam haline getirmiştir. Edindikleri bunca tecrübe, rasyonel ve hümanist bir ideolojinin doğmasına yol aşmıştır. Edindikleri bu sentez Tampliye Şövalye’lerini Avrupa’nın Katolik, Orta Doğu’nun Sünni doğmalarının çok ötelerine geçmelerini sağlamıştır. Her zanaattan ustalar himayelerine alınmıştır. En iyi zırh yapımcıları, en iyi dericiler, en iyi taş yontucular ve en iyi taş ustaları Avrupa’ya getirilmiştir. Birçok katedral ve abbe gotik mimarisiyle yapılmıştır. İlk Tampliyelerin keşfettikleri Kutsal Kozmik Yasaların geometrik bilgileri Tampliye Masonlarının bu görkemli eserlerinde hayat bulmuştur. Euklides, Pythagoras gibi üstadların teorileri pratiğe dönüşümü 18 sağlanmıştır. Operatif Masonluk’ta mimari meslek dışında ilk kabul edilenlerin Tampliyeler olduğu ileri sürülmektetir. Tampliyeler ve diğer şövalyelik tarikatları Hıristiyan dünyasında çağdaş Masonluk için esinleme kaynağı olmuş örgütlerdir. Tarih boyunca çok sayıda ‘Şövalyelik Tarikatı’ oluşturulmuştur. Ancak bazıları varlıklarını uzunca yaşatabilmiştir. Çağdaş Masonluk için önemli olan şövalyelikler, Tampliyeler, Hospitaliyeler (Malta Şövalyeleri) ve Tötonikler (Germen Şövalyeleri) diyebiliriz. Bu örgütler, o dönemde büyük bir gelişim gösteren Doğu kültürünü Batı’ya taşınmasında aracılık etmişlerdir. Karanlıklara gömülü Orta Çağ’da çalışmalarını gizli olarak sürdürmek zorunda kalmışlardır. Ezoterik ekolleri kullanmışlardır. Amaçları Hıristiyanlığa hizmet etmektir. Ancak, Roma Katolik Kilisesi için endişe verici ve huzursuzluk kaynağı olmuşlardır. O dönemde Avrupa’da bütün halk köle sayılmaktatır. Böyle bir ortamda Tampliyeler halk için kurtuluş umudu olmuşlar mıdır? Bu lider ve cesur oluşları Vatikan’ı rahatsız etmiş olabilir mi? Tampliyeleri Manihelist olma suçlamasıyla yargılayan Vatikan en sonunda 1312 yılında bu tarikatı kapatır. Dönemin Papa’sı Clementus V’dir. Roma Katolik Kilisesi Manihelist düşünceyi tehlikeli görmektedir. Manieizm’i incelemek gerekirse, MS. 300 – 350 yıllarında İran’ın batı kesminde Mani Peygamber çıkmıştır. Bu peygamber, bütün dinleri birleştirdiğini savunur. Mistik bir söylenceyle de süsler. İkinci bir özelliği de, gnostik bir mezhep olmasıdır. Bilgi ile aydınlanılmasını ortaya koyar. Gizli bir bilginin sezgiyle algılanmasını söyler. Tampliyeler, Manihelistik düşünceden bir sentez çıkarmışlar mıdır? 1314 yılının Mart ayında Büyük Üstat Jacques de Molay yakıldı. Bazı kaynaklarda belirtildiği gibi, Büyük Üstat ölümünden bir kaç gün önce tarikatın yönetim yetkilerini gizlice bir başka Tampliye Şövalyeleri’ne devretmiştir. Bu kişilerin, Beajeu Kontu, Johann Larmenius ve Peter d’Aumont oldukları söylenir. Engizisyon’dan kaçmak zorunda kalanlar İskoçya ve Portekiz’e gitmişlerdir. Katolik Kilisesi tarafından aforoz edilen İskoç Kralı Robert Burce Tampliyeler’e kucak aşmıştır. Robert Burce, spekülatif Masonluk için çok önemli bir davranış göstermiştir. İskoç Masonluğu’nun doğuşunu sağlamıştır. Bu davranış, çağdaş Masonluğun ileri derecelerinde Tampliyelere verilen önemin gerekçelerini açıklar. Beaujeu Kontu önderliğindeki Tampliye Şövalyeleri İsveç’e gitmiş ve Mason Locaları kurmuşlardır. İsveç Riti doğuşunu sağlamışlardır. Larmenius önderliğindeki Tampliye Şövalyeleri uzun süre kendi içlerinde kapalı kalmış ve Mabet Tarikatı olarak örgüt kurmuşlardır. Peter d’Aumont önderliğindeki Tampliye Şövalyeleri İskoçya’ya gittiler. Mason Locaları ile kaynaştılar. İskoçya Royal Tarikatı’nı kurdular. Spekülatif Masonluk’ta ilk kez ‘Şövalyelik Dereceleri’ oluşturulmasında bu tarikatın ilke ve yöntemleri örnek alındı. Orta Çağ’daki Tampliye Şövalyeleri, çağdaş Masonluğun ritlerinden bir çoğunun ileri ve yüksek derecelerinden bazılarının kapsamında yaşatmıştır. Tampliyelerin gerçeğini anlamak için, aydınlanmamızdan itibaren bu erdemli düzene gerçekten dâhil olduğumuzu hissetmeliyiz. Her Mason 19 Şövalyelik geleneğinin onurlu bir üyesi olduğunu ileri Masonik derecelerde daha da iyi idrak edeceğini düşünmeli ve hak etmek için gerekli çalışmalarını sürdürmelidir. Masonluk, gotik mimari ile doğan meslek örgütlerinde bulunan ahlak, din ve törensellik tohumları, uygun bir ortam bulma şansına kavuşarak gelişmiştir. 17. yüzyılda operatif özelliklerin giderek azalması ile tümüyle düşünsel bir yapıya dönüşmüştür. Bu dönüşüm döneminde kimi gizli kaynaklardan yeni özellikler de katılmış ve bu gelişme, tüm Masonluğu türetecek olan Londra Büyük Loca’sının 1717 yılında kurulmasına hizmet etmiştir. Andrew Michael Ramsay, Iskoç asıllı – genç yaşlarda Filedelfiyalılar adlı ezotorik örgüte girmiş teolog ve hukukçudur. Şövalyeliği ise 1715 yılında girdiği St. Lazarus tarikatı ile eş orantılıdır. Bu tarikat Fransa’nın Orleans şehrinde kurulmuş ve Katolik Kilise tarafından tanınmamıştır. Bu gizli tarikat 14. yüzyıl Tampliyelerden sonra bir tür şövalyelik tarikatına dönüşmüştür. Ramsay aynı zamanda fizik bilgini Sir Isaac Newton ile de yakın dosttur. 1729’da İngiltere’de Royal Society üyeliğine kabul edilmiş ve daha sonra Mason olmuştur. 20 Mart 1737 günü Paris Büyük Loca’sının bir toplantısında sözcü olarak yaptığı konuşmanın muhtelif pasajlarında Masonluğu Tampliyelere yani şövalyelere bağlar. “Haçlılar zamanında Filistin’de birçok prens ve yurttaş aralarında birleşmişler; kutsal topraklarda Hıristiyanların mabedini yenilemeye; mimarisini ilk kurulduğu zamana getirmeye kendilerini adayarak and içmişlerdi. Puta tapan ve Müslüman Araplar arasında birbirlerini tanıyabilmek için din kaynağından alınma birçok işaret ve sözcük yani simgeler üzerinde anlaşmışlardı” – dese de - kutsal topraklar olarak nitelenen Kudüs’te Hıristiyanların eskiden kalma önemli bir mabedi yoktu. Hıristiyanlar Kudüs’ü ele geçirdikleri zaman Sion Tepe’si üzerinde eski bir Bizans bazilikası kalıntılarından söz edilmesi düşünülse bile – asıl bahsedilen Süleyman Mabedi’dir ve Ramsay bu mabede Hıristiyanlık adına sahip çıkmaktadır. Şöyle devam eder: ‘’ Bir süre sonra tarikatımız Kudüs Aziz Yahya Şövalyeleri ile sıkı bir birlik oluşturdu. O zamandan beri localarımız Aziz Yahya adını aldı. Bu birlik İsrailoğulları’nın ikinci mabedini yaparken bir ellerinde mala ile harç işlerken diğer ellerinde bir kılıç ve kalkan taşırlardı. Aziz Yahya şövalyeleri Hospitaliyeler’in diğer bir adıdır.(Aziz Yahya localarının büyük bölümü İskoç localarıdır). Bu aşamada 2. Mabedi biraz açarsak: ‘’MÖ. 586’da Babil Kralı Nebukadnezar’ın Kudüs’ü ele geçirip Süleyman Mabedi’ni yıktırması ve İsrailoğullarının büyük bir kısmını tutuklayıp Babil’e götürmesinden 40 yıl sonra Pers Kralı Kyros topraklarına kattığı Babil’de sürgünde olan İsrailoğullarına özgürlüklerini verir. Öylece bir kısmı Prens Zorababel’in önderliğinde Kudüs’e döner ve aynı yerde yeni bir mabet yaparlar. Bu ayrıntılar Tevrat’ta yazılıdır. Yapıcıların bir ellerinde mala diğer ellerinde kılıç bulunması ise daha çok Masonik bir alegoridir.” Ramsay’ın konuşma içeriği Fransa’yla sınırlı kalmadı. Bu söylevde Masonluğun tüm insanların birlik ve beraberliğini sağlamak için çalıştığı belirtiliyordu. Roma Katolik Kilisesi’ne göre bunu ancak Papalık sağlayabilirdi. Bunun üzerine Katolik Kilisesi alarma geçti. Tüm bu sorunlar Ramsay’ın üstü kapalı da olsa Masonluğun temeline 20 Tampliyeleri yerleştirmesinden oluşmuştu. Tampliyeler denince bir Ortaçağ tarikatından söz edildiğini biliyoruz. Peki, kimdi bu Tampliyeler; nasıl bir örgüttü ki 18.yy spekülatif Masonluğun ve İskoç ritinin temelini oluşturuyordu? Aslında Tapınakçılar için söylenecek çok şey vardı, ancak biz bu yazı bir başlangıç olduğundan özellikle Tapınakçıların gizemlerine, gizli öğretilere ya da onlara yakıştırılan düşüncelere burada yer vermedik. Özellikle de Orta Çağ ve hatta günümüz Hıristiyanlarının İsa’nın hayatını sorgulamaları ve İsa hakkında geleneksel kilise öğretisinin dışında geliştirdikleri görüşler bu konuya daha da ışık tutabilirdi. Ancak özellikle de İsa ile ilgili olan düşüncelere girmemeye de çalıştık. Bu, daha sonraki çalışmaların konusu olabilir ancak. Bu arada Johannit mezhepler de, özellikle de İstanbul ile olan alakadan ötürü üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Kaba hatları ile tarihini anlatmaya çalıştığımız Tapınakçıların gizemleri bugün hala gündemde. Yazılan bir çok kitapta Tapınakçıların bir çok ‘bilgiye vakıf’ oldukları, tapınağın anahtarına, Kutsal Kab’a, Ahit Sandığı’na, değişik hazinelere sahip oldukları sürekli yazılmakta. Bazı cemiyetler ise bu topluluğu gereğinden fazla abartmaktalar. Tapınakçılar tarihin derinliklerinde yerlerini alırken, ezoterik bir toplulukken parayla, maddiyatla uğraşıp ateş üzerinde yok olarak günümüzde de varlığını sürdüren ezoterik topluluklara ders vermiyorlar mı?