24 Ağustos 2022 Çarşamba

 ÇAY VE SİMİT HAKKINDA

Her şehrin kendine ait kokusu, kimliği vardır. Söyleyin İstanbul'u nasıl tarif etmek gerekir diye soran olursa onlara; çay ve simit deyiverin.
Kimi manolya kokusunda ısrar edebilir...
Deniz kokusu da diyen olabilir, martı çığlıkları arasında...
Ya da Tahtakale'deyseniz belki de aklınıza yalnızca kahve kokusu gelebilir.
Kokoreç kokusuna ne demeli?
Ya da stad kenarlarındaki ızgara tükürük köfteleri...
Hepsinden bir parça izler barındırsa da ben İstanbul'u en güzel çay ve simitle tasvir edebiliriz diye ısrar edeceğim.
Hatta belki de Yakın tarihin emperyalist dünyasını da...
Açalım efendim...

1600’lü yıllar…
Çay ve simit… Bu ikili hele ki İstanbul’da yaşıyorsanız maziye daldığınızda yaşanmışlıklarıyla hayatınızın en güzel kartpostal hatıralarını oluştururlar. Hele boğazda vapurla yolculuk yapıyorken avucunuzun arasındaysa çay bardağı sıcacık… Sonra da diğer elinizde tuttuğunuz simitten bir parça kopartıp bindiğiniz vapuru peşi sıra kovalayan martılara atıveriyorsanız…Çay ve simit yazılmadık şiirlerin unutulmaz mısralarında yerini almaya hazırdır. Yazıyı sabırla bitirdiğinizde çay ve simit’e dair bambaşka ifadelendirmelerle karşılaşacaksınız. Neler öğreneceksiniz, neler!
Önce simitten bahsedeceğim.
Simit’in tarihi 1600’ lü yıllara dayanmaktadır. Eğer simit’in dünyanın başka neresinde olduğunu ayrıca merak ediyorsanız bilin ki, başka bir ülkede olmadığını göreceksiniz. Bu yüzyıllarda sultan sofralarında, saray mutfağında da yerini almayı başarmıştır. Aslında simit bir bakıma saraylı idi. Bazı padişahların, ramazan aylarında iftar davetleri sonrası yollarda saf tutan askerlere simit hediye edildiği biliniyor. Dolayısıyla simide, "padişah hediyesi" sayılacak kadar değer veriliyordu. Ama ben size gurabanın ziyafeti susamlı tavuktan bahsetmeyeceğim, John Smith’den bahsedeceğim. Birazdan… Konuları birbirlerine ilintilemeyi unutmayalım lütfen. Hiçbir şey tek başına bir şey değildir. Her şey bir bütünün parçalarıdır. Parçaları bir araya getirin ve öyle bakın olaylara ve hatta yaradılışa!
Şimde, çay’a gelirsek… 1600’lü yılların başlangıcında Çin kökenli çayın Avrupa’yla tanıştığı yıl olarak tarihe geçer. 1635 yılından sonra, Hollanda ve Fransa, Avrupa’da çay tüketimine öncülük eden ülkeler olurlar. İlk demlik örneklerinin Çin’den Avrupa’ya ulaşması ise 1650’li yıllarda gerçekleşir.
Çayın Amerika’ya ulaşmasına öncülük edenler bugünün New York olarak anılan New Amsterdam’a yerleşen Hollandalı koloniler, Amerika’nın ilk çay tiryakileri olarak tarihe geçerler. 1800’lü yıllarda, Avrupa ve Amerika’da yavaş yavaş çay endüstrisi boy göstermeye başlar.
Thomas Lipton’un ilk dükkanı da 1871 yılında, İngiltere / Glasgow'da hizmete girer. 1890 yılına gelindiğinde Thomas Lipton, Seylan’da ilk çay tarlasını satın alır. Hindistan’dan getirilen çay tohumları 1903 yılından itibaren Kenya ’da yeşermeye başlar.
Amerika’da sıcak havalarda çay satmakta zorlanan Richard Blechynden, çayı soğuk halde sunmayı akıl eder. Amerika kökenli Ice tea kavramı da işte bu tesadüfle doğar. Poşet çayın keşfi ise 1908 yılında gerçekleşir.
Üst sınıflara hitap eden pahalı bir içecek olmaktan uzaklaşarak gitgide herkes tarafından tüketilen bir içecek haline gelen çay, çeşitli yeniliklerle birlikte gelişmeye devam eder. Bundan sonra anlatacağımız olaylar silsilesi ise çay ve tütün ilişkisi üzerine olacaktır. Hani tiryakinin çay ve cigarayı bütünleştirdiği o manzum fotoğraf! İlerleyen bölümlerde tütün savaşlarını irdeleyeceğiz.
Satır arasına şunu da ekleyeyim. Bu bilgiler kitabın ilerleyen bölümlerinde daha da pekiştirilecektir. İngilizlerin işgal kuvvetlerinden olan Doğu Hindistan Kumpanyası (şirketi) Boston'a dört tane çay gemisi gönderir. Ancak gönderilen gemilerden mallar indirilmez. Bu daha önceden alınmış bir karardır. Hatta gelen mallar "köleliğin tohumları oldukları" gerekçesiyle geri çevrilir. İngiliz sömürgeciliğine itiraz eden Amerikanın yeni yerleşimcileri ise sömürgecilikte level atlamışlardır. İroniktir yani… Mallar geri indirilmediği gibi, gemiler de geri gönderilir. Ancak geri gönderilen gemiler Britanya'dan tekrar Amerika'ya dönerler. Bu sefer de vali Hutchinson gemileri limanda tutar ve vergileri ödemesini ister. 16 Aralık gecesi tedhişçi sons of liberty'den 130 mohawk (kızılderili) giyimli adam, bütün çayları gemiden suya boşaltır. Yaklaşık 3.2 milyon dolarlık bir zarar bırakırlar. Bu olay Amerika'nın en temeline yapılan bir saldırı olarak algılandığı için ses getirir. Townshend ve çay yasaları Amerika kolonilerinin "kendi kendini vergilendirme" kararına aykırı düşmüştür. Koloniler kendi düzenlerinde devam edemedikleri için İngiltere karşıtı olmuş ve bağımsızlık savaşı'nda kendilerine bir neden bulmuşlardır. Boston tea party (Boston çay partisi) de onlar için bağımsızlık yolunda bir nevi ilk kurşundur da denebilir.

Çay; Çince bir kelime. Yaklaşık beş bin yıldır da Çin’de biliniyor. Hoca Ahmet Yesevi’den beri de Türkler tarafından bilindiği söylenmekte. Osmanlı’da II.Abdülhamidin başarısız Bursa’da yetiştirme tecrübesinden sonra, Doğu Karadeniz’in uygun olduğu anlaşılmış iklim olarak, 1900’lü yıllarda. 1924’de Atatürk’ün teşviki ile Rize’de çay yetiştirilmesi hususunda kanun çıkarılmış. Ve... çay sevmiş yeni yurdunu. Ev sahipleri de sevmiş onu... yıllar içinde bizden biri olmuş, bizimle özdeşleşmiş; demleme şekli ile, ince belli bardak ile, içim ve sunum örfü ile...
Çay, bizi temsil eder her şeyi ile: “Tavşanı kanı” bir çay kırmızıdır. Siyah ya da yeşil değildir, başka yerlerdeki gibi. Çay ve şeker; kırmızı beyazdır, bayrak gibi... tabak bile kırmızı beyazdır. Baharda açan kırmızı beyaz lalelere benzeyen bardağı ile, Altay’lı lale gibi öz be öz Türk’dür artık.
Çay, sıcaktır, dostluğa davettir; ilk ikram edilen... Her iki manada da içini ısıtır, içen tarafların. Kalpleri de ısıtır; dostluk kurar. Dostluğu devam da ettirir.
Çay, arkadaş canlısıdır da... içimi, paylaşımı ve muhabbeti keyif verir, yaşam sevinci verir. Her zaman, her daim içilebilir. Saygı ve sevgi ile ikram edilen, cam bardakta mücessemleşmiş saygı ve sevgidir, bir bardak çay.
Çay, barışçıldır, bir barış enstrümanıdır. İnsanın içini ısıtır ötekine; kalbini yumuşatır sıcaklığı ile. Asude bir dinginliğin ifadesidir ruhta. Çay, sadedir, berraktır, dolaysızdır. Gizem, saklılık, sofistikelik yoktur; şeffaftır. Vatanı uzak doğudaki gibi seremonik değildir bizde. Herkes yapabilir, herkes içebilir. Demokratik bir içecektir yani.
Çay; yoksulların, ariflerin, şairlerin, yalnızların, aşıkların ve az ile yetinmeyi bilen kanaatkârların, tevazu ehlinin içeceğidir.
Çay; sade yaşamı da anlatır aslında, Gominist Nazım Hikmet’in dediği gibi; çay, simit ve peynirle olanı... sade ve basit yaşayıp, sade ve basit bir şekilde ölmeyi...
Çay, Necip Fazıl’ın “çaycı getir ilaç kokulu çaydan, dakika düşelim senelik paydan” dediği gibi sıkıntıyı tüketendir, diğer taraftan; zifiri karanlık zindanlardaki gibi paylaşacak kimsen yoksa bile... Yar olur, yaran olur; dert ortağı olur seninle...
Çay, seyrine çıkılan güzelliğin hazzını potansiyelize eder ayrıca. Güzeli güzelleştirir yani. Orhan Kemal boşuna mı demiş “bir gün çay içelim seninle, çaylar benden manzara senden olsun…” diye.
Çay, yalnızlığa da iyi gelir; kadın ve şehvet gibi, karışık... Bardağın ince belli olması ile... avuçta hissedilen ama insanın hücrelerine kadar yayılan sıcaklığı ile... Belkide bu yüzden ”anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel, namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer…” demiştir Can Yücel. Kim bilir?
Çay, platonik aşıkların yoldaşı, sırdaşı ve arkadaşıdır birde. Sevgiliden bir parça, onun ile birlikte, sevgililere eşlik edendir hep; romantizmi tamamlayan. “Şimdi diyorum; Şimdi, Bir deniz, Denizde vapur, Gökyüzünde martı, Semaverde çay olmalı. Bir de çaya yaren.” diyen Cemal Süreya, sevgilisini “Açık çay içerdi hep. Demli olunca bardağın diğer tarafından beni göremezmiş. Öyle derdi hep” diye hatırlamış.
Çay; kelimeleri ve duyguları tüm anlamlarıyla çözme, hayatı sorgulama ile yaşayan Sezai Karakoç’un da efkârla içtiği olmuş şüphesiz. “Dans eden bir kadının ayak bilekleri gibidir onlar / Judy Garland gibi çay, kan gibi çay / O çaylardan su içenlerin gözleri / Benim çay bardağımda senin gözlerin olur / Senin gözlerin sizin çay bardağınızda.”
Çay severler için müşkil, kaotik, paradoksal ve cevapsız bir çok soru olmuştur hep: “Çay varken aşık olunur mu? Çaysız aşk olur mu? Sensiz çay olur mu?”
Çay, bir erdem dersi de verir ayrıca: Özbek şair Erkin Vahidov’un dediği gibi “Ne kadar kibirli olursa da bardağın önünde eğilir çaydanlık. Öyleyse bu büyüklenme niye? Bu kibir bu gurur niçin? Mütevazı ol. Hatta bir adım bile geçme gurur kapısından. Bardağı insan bunun için öper daima alnından…”
Çay; hayata dair acı gerçekleri de ders veren bir ermiş olur bazen. Sonra bize çay bir gerçeği daha öğretir; “bekleyen her şey soğur, acır ve bayatlar” der filozofça. Yapacağınız iyi, güzel ve hayırlı şeyleri bekletmeyiniz sakın der, sanki.
Çay için daha neler, neler denmez ki? Ötelere aitmiş de göklerden dökülürmüş bardağa sanki; semavî bir nimet, özel bir ihsan-ı İlahi gibi...
Zaten neler dememiş ki eskiler..., yeniler...:
“Çay var içersen, ben var seversen, yol var gidersen”
“Geleydin bir çay içimi; sen çay dökerdin, ben de içimi…”
“Çayı közde, sevgiyi gözde, tebessümü yüzde, adamlığı özde, mutluluğu azda arayın..!”
“İnsan bir çaya benzer; sıcak suyun için de demlenene kadar gerçek rengini bilemezsiniz.”
“Çay deyince, demlik ve bardaktan ötesini görenlere, selâm olsun…”
“Yağmur bereket. Çay umut getirir.”
“Kızlar anadan öğrenir çay demlemeyi, oğlanlar babadan öğrenir o çay demleyen mis elleri öpmeyi.”
“Çay çanağına çay, pay çanağına pay koyacaksın.”
“Bize düşen dua edip, çay içip beklemek.”
“Neyse ki çayın demi var hayatın gamına inat!”
“Çay demlene dursun sen yanıma dur.”
“Biz Türk’ler samimi kişileriz, bir bardak çaya hikayemizi veririz.”
“Öyle hünerli bir kadın değilim ama sen al beni. Ben çay demlerim sen de beni.”
“Çayın da derdi var, ateşler içinde yandığına göre, unutulduğunda soğuduğuna göre, bekleye bekleye acıdığına göre var bir derdi.”
Çernobil kurbanı çay...Karadeniz de artan kanserlerin müsebbibi. Doğusunda ülkemin gaçak çay!
Ama...
Şakir'e çay yok işte...
...

Gelelim simit’e. John Smith’e! İngiltere'de doğmuştu. 1580'da o kasaba kilisesinde vaftiz edilmişti. Babası oranın asil toprak sahibi olan Lord’dan toprak kiralayan bir ortakçı çiftçi idi. John Smith o zamanların şartlarına göre için iyi bir eğitim almıştı.
16 yaşında iken babası ölmüş ve John Smith'de evini bırakarak Avrupa'da paralı askerliğe başlamıştır. Önce bahriye kalyonlarında denizci oldu. Sonra Fransa Kralı IV. Henri'nin, özellikle Hollanda bölgesinde, İspanyollara karşı yaptığı savaşlarda Fransız ordusunda bulundu. Hollanda'lıların İspanyollara karşı yaptıkları bağımsızlık savaşları sırasında İspanya İmparatoru II. Filip ordularına karşı savaşan Hollanda ordusunda paralı asker olarak görev yaptı. Sonra Akdeniz'e geçti ve bu denizde korsanlık yapan Hıristiyan gemilerinde korsan olarak çalıştı.
Sonra Macaristan ve Erdel'e gitti ve buralarda paralı askerlik yaptı. 1593-1606 Osmanlı-Avusturya Savaşı sırasında Avusturya ordularında kiralık askerdi.
Buraya küçük bir anekdot bırakayım. Haçova meydan muharebesini bilin isterim. Smith’in de katıldığı bu savaştan almamız gereken dersler bulunmaktadır.
1595’te ölen Sultan 3. Murad’ın yerine 3. Mehmed tahta geçmişti. Yeni Padişah tahta geçişinin üzerinden çok zaman geçmeden, büyük bir yenilgi haberiyle sarsıldı. 70 bin kişilik büyük bir Avusturya ordusu, Mehmed Paşa komutasındaki Estergon Kalesi’ni ele geçirmişti. Vezirleri Padişah’a dedesi Kanuni Sultan Süleyman gibi sefere çıkması gerektiğini söylüyorlardı. Devrin en önemli ulemalarından ve kendi hocası olan Hoca Saadettin Efendi’nin de teşvikiyle, uzun bir aradan sonra Padişah, ordunun başında 25 Haziran 1596’da İstanbul’dan hareket etti. Ordu, 12 Ekim’de Eğri Kalesi’ni fethetti. İki ordu da, 22 Ekim 1596’da Haçova sahrasında karşı karşıya geldi.
100.000 kişilik Avusturya imparatorluk ordusu Alman, İspanyol, papalık, Floransa, Macar, Çek ve Leh’lerin paralı askerlerinden meydana geliyordu. Osmanlı kuvvetleri de hemen hemen aynı sayıda idi. Osmanlı ordusu klasik savaş düzeni almıştı; merkezde padişah ve vezirler bulunuyordu, sağ ve sol kolda Anadolu ve Rumeli askeri dizildi. İki gün süren Haçova muharebesinin birinci gününde, Avusturyalıların birlikleri püskürtülmüş ve düşmana ağır kayıplar verdirmişti. Bir süre sonra Osmanlı askerleri dağıldılar. Kısa anlatmaya çalışıyorum. Merkeze hücum ederek müdafaa hattını yaran Habsburg kuvvetleri buradaki ağırlıkları, hazine ve eşya sandıklarını yağmalamaya başladılar.
Ordunun hazinesini muhafaza eden sipahi ve yeniçeriler de mağlup olmuş, düşman, hazine sandıkları üzerine çıkarak, bayraklarını sandıklarının üzerine dikip, sevinçten dans etmeye başlamıştı.
Düşman askeri, hazine sandıklarına bayrak dikecek kadar otağ-ı hümayuna yaklaşınca padişah Üçüncü Mehmed’in hayret ve endişesi iyice artmıştı. O sırada yanında bulunan hocası Sadeddin Efendi’ye, "Efendi, şimdiden sonra çare ve tedbir nedir?" diye sormuştu. Metanetini muhafaza eden Hoca Sadeddin Efendi, "Padişahım, lazım olan yerinizde sabit ve kararlı durmaktır; cengin hali budur" diyerek Padişah’ı sakinleştirmişti. Ancak bazı düşman askerleri padişahın otağına kadar gelmiş, burada Padişah’ı koruma derdine düşen Enderun ağaları tarafından öldürülmüştü. Savaş, bu derece aleyhte gelişirken, harp talihi beklenmedik bir şekilde Türklerin lehine dönmüştü. Osmanlı karargahındaki seyis, aşçı, deveci, katırcı ve karakullukçu denilen hademe grubu, yağmaya dalan düşman askerlerine karşı kepçe, çadır kazması, balta ve odunlarla hücuma kalkarak, önlerine geleni tepelemeye koyuldular ve "Kafir kaçtı!" diye bağırmaya başladılar. Bu sesin etkisiyle düşman askerleri paniğe kapıldı. Toparlanıp hücuma geçen Osmanlı kuvvetleri karşısında müttefikler panik halinde kaçmaya başladılar; büyük bir kısmı da bataklığa sürülerek imha edildi ve böylece kesin bir zafer kazanılmış oldu. Osmanlı ordusunun zaferle biten en büyük meydan savaşlarından birini teşkil eden Haçova mücadelesi, dönemin tarihçileri tarafından Çaldıran ve Mohaç savaşlarından bile daha üstün tutulmuş Savaşın ertesi günü yapılan yoklama sonucu Haçova'dan kaçtıkları veya savaşa katılmadıkları tesbit edilip timarları ve ulufeleri ellerinden alınan askerler Anadolu'da Celali gruplarına katılarak karışıklıkların artmasına yol açmışlardır.
Tarihte yaşanılan bütün olaylar başka olayların tetiklemesiyle başka olaylara evrilmişlerdir. Biz Smith’in hikayesine devam edelim. 1602'de bir Kırım Hanlığı süvari birliği ile yapılan bir çarpışmada John Smith yaralı düşer ve esir olarak alınarak İstanbul'a gönderilir. John Smith hatıralarında bir Osmanlı-Türk ileri geleni tarafından köle olarak satın alındığını ve bu kişi tarafından Rum asıllı genç bir cariyesine köle olarak verildiğini ifade etmektedir. Yine hatıralarında John Smith bu cariyenin kendisine aşık olduğunu ve onu daha iyi sahibe göndermek üzere, Kırım'da bulunan cariyenin ağabeyine bir mektupla gönderdiğini yazmaktadır. Yine hatıralarına göre yeni sahibi ona iyi muamele etmemiştir. Bunun üzerine John Smith yeni sahibini öldürerek Türk kıyafetinde çaldığı bir at ile Don Nehri üzerinde bulunan bir Rus Çarlığı kalesine kaçar. Oradan Lehistan üzerinden güney Avrupa'ya oradan da Kuzey Afrika'ya geçer ve oradan da nihayet 1604'te İngiltere'ye döner.
Sonradan hatıralarını yazan John Smith bu hatıralarında bu gençlik yılları maceralarını abarttığı da ortadadır. Ama her halukarda sonraki Amerika maceraları daha ilgi çekici olduğu için 1604'e kadar maceraları üzerinde pek derin araştırma bulunmamaktadır.
Eylül 1608 ile Ağustos 1609 arasında Virginia bölgesindeki oluşturulan bu Virjinya kolonisinin lideridir. Ardında bıraktığı yazılarda kendi rolünü abartmaya eğilimli olduğu için, tarihçiler anlatılarının ne kadarının gerçek olduğu konusunda şüphe taşırlar.
İlk İngiliz yerleşimleri sırasında Virjinya'da yaşayan kızılderili reisi olan Powhatan ile kızı Pocahontas arasındaki kavgayı anlatan mektubu ile ünlenmiştir. Smith, Pocahontas'ın babasının kendisini öldürmek istediğini ve o an için 11 yaşında olan kızının onu kurtardığını duygusal bir dille anlatmış ve Pocahontas Amerikan folklorunun kahramanlarından biri haline gelmiştir.
Pocahontas’ın asıl adı Matoaka'dır. Pocahontas ise 'şımartılmış' anlamına gelen bir lakaptır. 1612 yılında, Pocahontas 17 yaşındayken, köle ve işçi arayışı içinde olan İngilizler'in tuzağına düşer. Bir yıla yakın bir süre Jamestown'da tutsak edildi. Şef powhatan'dan memnun olmayan bir grup İngiliz yerleşimci, Pocahontas'ı fidye için bir ingiliz gemisine kaçırmak adına Pocahontas'ın kabilesine rakip bir yerli kabileye para öder. Bir gece ay ışığı altında gezen Pocahontas'ı yakalarlar ve gemiye götürürler. Geminin kaptanı Pocahontas'ın yakalanmasını emretti ve ardından bakır bir ibrikle yardım eden yerlilere ek ödeme yaptı. Kızılderili grupları arasında çekişmeler vardı ve İngilizler de bunu kendi lehlerine bir duruma çevirmişti.
(Kral James ve James İncili konusunda biraz araştırın derim. Hatta eliniz değmişken Bakire Mary konusunu…Hani Virginia tütünü üzerinden ele alıyoruz ya tarihi…Herşeyi de bizden beklemeyin be kardeşim.) Bu sırada John Smith ile de arkadaş olur. Tutsaklığı sırasında, 28 yaşındaki İngiliz dul tütün tüccarı olan John Rolfe, Pocahontas'tan hoşlanır. Rolfe'un asıl amacı yerli bir prensesle evlenerek gücüne güç katmak ve yaptığı tütün sömürgeciliğinde çalışacak yerli işçiler bulmaktır. Rolfe, Pocahontas'a onunla evlenirse, onu buradan kurtaracağını söyler ve Pocahontas’da bu teklifi kabul eder. Böylece ilk defa bir şefin kızı, bir İngiliz ile evlenmiş olur.Rolfe, Virginia Valisi'ne evlenme isteğini şu şekilde açıklar: "Eğitimi kaba, davranışları barbarca, soyu lanetli bir kafir ile tarım işletmesinin yararı, ülkemizin onuru, Tanrı'nın yüceltilmesi, kendi kurtuluşum ve dinsiz bir yaratığı gerçek Tanrı'ya ve İsa dinine döndürmek..."
Pocahontas Hristiyan olmasının ardından Rebecca Rolfe adını alır. İbrahim peygamberin oğlu İshak’ın eşi, Yakup peygamberin annesi Harran’lı Rebaka’nın adıdır. Bu evlilik sayesinde Pocahontas'ın babası Powhatan, kabilesi ile İngilizler arasındaki barış da pekişti. Algonquin'ların şefi Powhatan, İngilizler adına yiyecek toplaması gerektiğine inandırıldı ve ona İngilizler tarafından "Algonquinlerin Kralı" adı takıldı. O sırada kıtlık çeken ilk İngiliz yerleşimcileri Pocahontas sayesinde açlıktan kurtarıldı. Powhatan, kızını John Rolfe'ye verince, İngilizlerin dostu olduğuna inandığını gösterdi. Pocahontas, evlendikten kısa bir süre sonra Rolfe ile Thomas Rolfe adında bir çocuk sahibi oldu. 1616 yılında Rolfe, Pocahontas'ı Londra'ya götürdü. Pocahontas, burada vaftiz edildi. Ancak, Londra'nın havasına ve iklimine hiç alışamadı. Vücudu da bağışıklık sisteminin bilmediği hastalıklar kaptı. Ayrıca yaşadığı yeri de özlemeye başladı. Pocahontas, geri dönmek için birkaç girişimde bulundu, ancak hiçbiri başarılı olamadı. 21 yaşında öldü. Cesedi Gravesend'da yakıldı.
1618 yılında babası Powhatan öldü ve İngilizler’in onu hayatı boyunca kullandıklarını anlayan Algonquinler intikam almak istedi. Ancak İngiliz silahlarının gücünü küçümsediler. Kısa bir süre sonra sekiz bin Algonquin'den yalnızca bin kadarı kalmıştı.
Pocahontas'ın trajik gerçek yaşam öyküsü aşırı basitleştirmeler ile doğrudan yalanlarla doludur ve bu sahtekarlıkların her biri de gerçeklikten uzaktır.
Pocahontas hakkındaki gerçek, popüler kültürde sunulan parlak ve neşeli, colors of the wind şarkısı söyleyip saçlarını rüzgarla dans ettiren versiyonundan çok uzak derecede üzücüdür. İngiliz yerleşimcilerle olan etkileşimi, o dönemden beklediğimiz şiddette ve önyargılı şekilde gerçekleşmişti. Pocahontas'ın kendisi hala ilham verici ve önemli bir tarihsel figürdür, ancak gerçek yaşam öyküsü farklı geçmişlere sahip kızılderililer arasındaki ortak durumlar hakkında iyi hissettiren bir hikaye değildir.
John Smith, Pocahontas tarafından kurtarılması ya da onunla yaşadığı iddia edilen aşk hakkında 15 yıl kadar hiç yazmadı. Dahası Smith, Pocahontas ile maceralarının gerçekleştiği söylenen süre boyunca seyir defterine bolca yazdı ancak Pocahontas'tan nedense hiç bahsetmedi. Smith nihayet Pocahontas hakkında yazmaya başladığında, Pocahontas farklı bir İngilizle evlenmişti. Pocahontas, eşi ile çapraz atlantik ziyaretleri sayesinde İngiltere'de zaten ünlüydü ve Smith de bu ünden yararlanmak için Pocahontas ile ilgili aşk hikayesini yazdı. Oradayken, Pocahontas bazı nüfuzlu kimselerin onur konuğu olarak oyunlara katıldı ve hatta kral ve kraliçeyle tanıştı. Ayrıca John Smith'e rastladı ancak onunla tek bir kelime bile konuşmadı.
Pocahontas 14 yaşında yetişkinliğe doğru ilerlerken evlilik çağına geldiğinde kendisi için özenli bir değişiklik sürecine girdi. Şefin kızı olarak modaya yön verici olma gayretindeydi ve tek askılı bir geyik derisi elbise giydiği biliniyordu, bu da arkadaşları arasında moda oldu. Ayrıca derisini geleneksel dövmelerle kaplattı. Avrupa modasını oraya yerleşen İngilizlerden gören Pocahontas, sonradan yerel Avrupa modasına adapte olmak adına tıpkı onlar gibi giyinmeye başladı ve şapkalar takmaya başladı.
John Smith ve Pocahontas'ın herhangi bir romantik ilişkisi olsaydı bile birbirlerine hiçbir zaman evlilik bağı ile bağlanmamışlardır. Pocahontas, hayatında iki kez evlenmişti. İlk eşi 14 yaşındayken evlendiği kocoum olarak bilinen bir kızılderili savaşçıydı. Kocoum ile aşk için evlenmesine rağmen evliliği iyi geçmedi.
Jamestown'da fidye için tutulurken, Pocahontas'a Avrupa gelenekleri, dili ve dini aşılandı. Başlangıçta işkence gördü ve devamında büyük bir asimilasyon süreci başladı. Baskılı eğitimi, Pocahontas'ı İngiliz sömürgecilerinin yerli Amerikalılar’la müzakerelerde kullanması için uygun bir diplomat haline dönüştürdü. Garip bir şekilde Pocahontas babasına, kendi kaçırılmasıyla başlayan gergin süreci yatıştırmak için gönderildi. Pocahontas, babasına İngilizler’den memnun olduğunu ve iki grup arasında daha fazla kan dökülmesini engellemek istediğini bildirdi. Ancak evine dönmekten ziyade onlarla birlikte kalarak bu barışı sağladı. Halkının ölmesini istemiyordu ve İngiliz dayatması onu buna zorlamıştı.
Pocahontas'ın hikayesi, İngilizler için barışın ve yerlileri kendi dinlerine geçirmenin sembolü haline gelmişti. İngiliz kültürüne asimilasyon, tüm kızılderili halkının Hristiyanlığa dönüştürülmesi ve gerekli olan her konuda Kızılderililer’in medenileştirilmesi esastı.
Biraz da John Rolfe’den bahsedelim. Kuzey Amerika'nın ilk İngiliz yerleşimcilerinden biriydi. Virginia Kolonisinde bir ihracat mahsulü olarak ilk başarılı tütün ekimi ile tanınır .
Amerikan yerlileri Avrupalılar kıtaya gelmeden önce tütün kullanmaktaydılar. İlk Avrupalı yerleşimciler tütün içmeyi Kızılderililerden öğrenerek tütünü daha sonra gittikçe popüler olacağı Avrupa'ya taşıdılar. Amerikan Yerlileri arasında tütün eğlence amacıyla değil ayinlerinde ve ancak deneyimli şamanlarınca dini gerekçelerle kullanmalarına karşın Avrupalılar tütünü eğlence ve vakit geçirme amacıyla yaygınlaştırdılar. Aynı zamanda ilaç formunda kullanmışlardı ki günümüzün kanser ilaçlarına eşdeğer tutuluyordu.
Tütün aynı zamanda Amerika'nın güneyinin hızla sömürgeleştirilmesine de yol açmıştır. İlk sömürge yayılımının ardında tütün üretimini arttırma isteği de bulunmaktaydı. Avrupalılar Amerika'ya getirdikleri zenci kölelerle açtıkları alanlarda tütün ekimi yapmaya başladılar.
Tütün 1500 yıllarında Küba, Dominik gibi Antil adalarından İspanyol gemicileri vasıtasıyla İspanya'ya ve oradan Avrupa'ya yayılmıştır. Anadolu'ya ise Osmanlı İmparatorluğu zamanında 1600’lü yılların başlarında Venedikli tüccarlar tarafından sokulmuş ve kullanılışı kısa bir zamanda yayılmıştır.
Rolfe , İngiltere’de doğdu, 1585'te vaftiz edildi. O sırada İspanya, kazançlı tütün ticareti üzerinde sanal bir tekele sahipti. Yeni Dünya'daki çoğu İspanyol kolonisi tütün yetiştiriciliğine daha elverişli güney iklimlerinde bulunuyordu. İngiliz yerleşim yerlerinden Jamestown ise bu dengenin değişeceği yer olarak tarihe geçmiştir. Tütün tüketimi arttıkça ticaret dengesi İngiltere ve İspanya arasındaki ilişkiler ciddi şekilde etkilenmeye başladı. Rolfe, İngiltere'nin Virginia'daki yeni kolonisinde tütün yetiştirerek İspanyol ithalatını azaltma fırsatını gören çok sayıda işadamından biriydi. İspanya, İspanyol olmayan bir kişiye bu tür tohumları satan herkese ölüm cezası vermesine rağmen, bir şekilde özel bir popüler türden kendisiyle birlikte almak için tohumlar elde etmiş, ardından da yetiştirmişti .
Tescilli Virginia Company of London'ın bir projesi olan Jamestown (Sömürgeciliğin arkasında bu Company’leri yani şirketleri iyi araştırmak lazım.), ilk yerleşimciler grubu tarafından 1607'de kurulmuştu. Bu koloni, daha önceki İngiliz yerleşimleri kadar sorunlu olduğunu kanıtladı.Buraya yardım filoları gönderildi. Bu tedarik filolarından birinde Rolfe ve eşi Sarah Hacker’de vardı. Bermuda civarında bazı yolcu ve mürettebat bu yolculuğu tamamlamadı. Bazıları ölmüş ya da öldürülmüş, denizde kaybolmuştu. Bermuda'da gömülü kalanlar arasında Rolfe'nin karısı ve bebek kızı da vardı. Başka bir yardım filosunun gelişiyle oldu Jamestown'un terk edilmesinin önlendi ve koloninin geride kalanları hayatta kaldı. Rolfe'de oraya yerleştikten sonra uzun süredir ertelenen tütün işine başladı.
İspanya ile Avrupa pazarları için rekabet ederken, İspanyol yerleşimlerinin keyif aldığı sıcak iklimlerin yanında bir sorun daha vardı. Virginia'dan gelen yerli tütün İngiliz yerleşimciler tarafından beğenilmediği gibi İngiltere pazarına da hitap etmedi. Bununla birlikte Rolfe , beraberinde getirdiği elde edilmesi zor İspanyol tohumlarını kullanarak daha makbul türler getirmek istedi. Kuzey Amerika'da tütün bitkilerini ticari olarak yetiştiren ilk kişi oldu; 1612'de başlayan bu tatlı tütünün ihracatı, Virginia Kolonisi'ni karlı bir girişime dönüştürmesine yardımcı oldu. 400 yıl sonra bugün bile tütün, Virginia'nın ekonomisinde önemli bir yere sahip.

FEHMİ DEMİRBAĞ

 CESARETİ OLAN OKUSUN!

Dün gece, gece namazına kalktım. Aldığım abdestle uykum açılmıştı. Aklıma Lut Kavmi geldi. Kavim lanete uğradığında binlerce insan gece namazına kalkmışlardı. Onlarda lanetten paylarını aldılar. Çünkü kötülüğe arkasını dönmüş bir topluluk olmuşlardı. Hepi topu melaneti işleyen güruh 33 kişiydiler.
Namazın son rekatında, gecenin o saatinde telefonum ısrarla acı acı çaldı. Hayrdır inşaallah derken namazımı selamladım. Duamı yarım yamalak yaparken telefona kimin aradığına bakmaksızın alo dedim.
"Seninle konuşmalıyım, konu bu kadar önemli olmasa bu saatte seni rahatsız etmezdim."
Arayan Amerikanya’nın başkanıydı.
"Kudüs meselesine mecbur kaldım. Bizim Amerikan seçimlerini hatırlarsan bir Pizza Gate skandalı yaşanmıştı. Dünya medyası bu konuyu görmezden geldi. Başımı almaya azmetmiş siyonistlere karşı bir evangelik olarak bu tavizi vermek durumunda kaldım. Ki zaten İngilizler Kudüsü sizden 100 yıl önce almıştı. Sizin kanınız donmuşsa ben ne yapabilirm, Fehmicim" dedi.
"Sıkı takibat altındayım. Mail adresine wetransferden bir video dosyası gönderdim. İzlersen beni daha iyi anlarsın. Bir de Müslümanlara söyle, bana küfrederek Kudüs'ü geri alamazsınız. Zaten bu olayı unutturmak için yakın zamanda uygulayacağımız bir iki sansosyonel olayla medyayı yönlendireceğiz. Balık hafızanız olduğu sürece bu gibi olaylarla sizleri işgal etmeye devam edeceğiz. Bakın misal, Kudüs için eylem yapan gençlerinize. Hepsinin göğsünde Amerikan-İngiliz bayraklı tşörtler. İngilizce yazılı desenler...Siz bence öncelikli olarak Kudüs’ü değil imanınızı kurtarın. Evlatlarınızı...Evlerinizi...Sokaklarınızı...Bir şekilde Kudüs’ü nasılsa geri alacaksınız. Bu tarih boyu hep böyleydi. Ha bu arada benim kripto bir Müslüman olduğumu sakın kimseye söyleme. Prens Charles ve ben...Kimse bilmemeli. Obama yavşağı sizi aldattı, Barack Husseın diyerekten...Sizde biraz uyanık olun kardeşim."
FED den bahsetti uzun uzun. Dünyanın yeni bir Yalta Konferesyonuna yolaldığından. Tek dünyanın devletinin, dininin, dilinin, cinsiyetinin bir olması gerektiğinden. Kurulacak yeni Batı konfederasyonundan. Geveze en az bir saat konuştu. Merak ediyordum, gönderdiği maili. Bir an önce konuşması bitsin diye dua faslına geçtim içimden.
Telefonu bir süre sonra kapattığım gibi geçtim bilgisayarın başına. Başkan’ın gönderdiği maili açtım. Videoyu bilgisayara indirdim ve başladım izlemeye.
Bir toplantı kaydedilmişti. Toplantıdaki konuşmalar Açkurudyu dilindeydi. (Bir de tersinden bakın olaylara…)
Videoyu sabah namazına kadar bir kaç kez izledim. Dünyayı sarsacak bir toplantının kaydıydı.
Kısaca özetleyeyim. Videoyu Türkçeye çevirdikten sonra sizlerle sosyal medyada paylaşacağım.
Toplantıya başkanlık eden Mr. Nosam'dı. Dünya Kötülük Konseyinin başı yani.
Beş komisyonla birlikte 2023 yılının değerlendirme toplantısı yapılıyordu.
Mr. Nosam kudurarak konuşuyordu. Ağzından çıkan şalyalar kameranın objektifine kadar gelmişti.
"Sen Uyuşturucu Komisyonu Başkanı Mr. Afyon....Bu sene çalışmanız çok zayıf. Biz Afganistan'ı boşuna mı işgal ettik? Dünya eroin imalatının %94 ü orada gerçekleştiriliyor. O bölgede bilumum terör örgütlerini boşuna mı peydahlıyoruz? Bakın Türkiye'de gençlerde uyuşturucu kullanma yaşı 9 a kadar düşürüldü. Yetmez! Biberonlara kadar inmeli bu iş. Daha çok “kar” istiyorum. Sentetik çeşitler artırılsın. O kadar bilimadamını boşuna mı besliyoruz kardeşim?"
Bu konuşmalar sadece özet olanlar. Geniş olan kısmını daha sonra ayrıca kaleme alacağım. Ama arkadaş siz de okumuyorsunuz ki? Yazsam ne olacak?
Neyse videonun özetine devam edeyim. Bir diğer komisyon başkanına döndü Mr. Nosam.
Enerji komisyonu başkanı Mr. Cereyan'a.
"Fosil yakıtlar konusunu ciddiye alın beyler. Müslümanların elinden son damla petrolü son kanları çıkıncaya kadar alacaksınız. Toryum, bor kaynaklarını lehimize çevireceksiniz. Elektrikli otomobil konusunda özellikle Türkiye'ye dikkat edin. Eron Musk'u geçenlerde oraya gönderdim. Milli otomobil konusunu manüpüle edin. Balkanlar'ı, Kafkasya'yı ve Ortadoğu'yu lime lime edeceksiniz. Elon Musk'ın yeni firması Neuralink’ e hedef verdim:
- İnsan beynine çok ince teller(elektrotlar) yerleştirecek
- Bu teller beyindeki nöronlarla etkileşime geçecek
- Beyin bluetooth ile bilgiyi cep telefonuna aktaracak
- İleride tersi de mümkün olacak, yani dışarıdan beyne bilgi "eklenebilecek""
Bir başka Komisyon başkanına yöneldi Mr. Nosam.
"Sen Mr. Tabanca. Silah stoklarımız çoğaldı. Stok maliyetlerimiz şirketi batıracak. Son 15 yılda ortadoğu'da 30 milyona yakın insan öldürdünüz, ama yetmez. Teknoloji üretim hızımızı artırdı. Siz de tüketim hızımızı artırın. Biyolojik silahlarla çeşitliliğimizi artırın. Türkler okçuluk gibi meşgalelerle kendilerini oyalarlarken siz manyetik silahlar üretin. Robot askerlerin teknolojik gelişimini hızlandırın."
Mr. Nosam adeta öfkeden kuduruyordu.
"Sizin gevşekliğiniz yüzünden zarar ediyoruz. Herşeyi kar mantığında görmeniz gerektiğini nasıl unutursunuz. Sen Mr. Protein. Sen ki, tarım ve gıda komisyonu başkanı. Gdo lu ürünleri yaygınlaştırın demiyormuyum size? Obezite anne karnındaki veletlere kadar sirayet etmeli. Geniş arazileri büyük firmalarımıza peşkeş çekin. Hayvancılığı bitirin. Herkes haram ve zararlı ürünlerle beslenmeli. Hastalıklar artmalı. Dünya nüfusunu azaltmalıyız. Ve sen Mr. Draje. İlaç komisyonu başkanı. Mr. Protein ile birlikte çalışmalısınız. Ortak projeler üretmelisniz."
Kısaca videonun özeti bu şekildeydi.
Ancak son kısmı daha manidardı.
Mr Nosam son kez Amerikanya’nın başkanını fırçalıyordu:
"Lan Başkan...Daha çok kaos, daha çok kar. Hemen Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan et."
Mr. Nosam talimatlarını yağdırmaya devam ediyordu.
“Unutmayın! Modern insanı biz, Amerikan’ya güdümlü topraklarda, İblis’in laboratuarında, el değmeden en modern tesislerde son model tekniklerle ürettik. Kullanım süresi cehennemin dibine kadardır. Amblajı betondan, naylondan ve sentetik mamüllerdendir. Bozuk ambalajlı ürünleri geri dönüşüm ünitelerimize iletiniz. İnsaf, vicdan, ahlak, şeref, haysiyet, onur gibi duygulardan arındırılmıştır. Çağdaş ortamlarda muhafaza ediniz. Manevi ortamlardan uzak tutunuz. Günlük bakımlarını ihmal etmeyiniz; Tv. gazete, film, facebok, twetter gibi yöntemlerle şarz ediniz. Şarkılarla, markılarla, kitlesel eğlence merkezlerinde oyalayınız. Hertürlü duygusal ve mantıki manyetik alan ürünlerimize zarar verebilir. Kullanmadan önce prospektüsünü okuyunuz.
Memnun olmadığınız ürünlerimizi Allah’a havale ediniz. Demokratik platformlarda yıllık bakımını yapınız. Ürünümüzün ortalama kullanım süresi 70 yıldır. Bir erkek ile bir dişiyi rayiç alışkanlık ortamında bir araya getirdiğinizde ürün çoğalması sağlanacaktır. Ancak çoğaltım işlemine ara veriyoruz. Artık “Nötr Cinsiyeti” esas alıyoruz.
Medeniyet beşiğinde sallayınız bebek ürünleri... Yetişkin ürünlerimize ait özellikleri okul denilen servis sağlayıcılarımızda küçük ürünlerimize programlatınız. Her bir küçük ürün mutlaka yetişkinlere benzemeli.
Samimiyetsiz, içten pazarlıklı, her türlü günaha meyilli, güvensiz, saygısız, sevgisiz, menfaatçi, bencil olan ürünlerimiz şehir ortamları için mükemmeldir. Gayri safi milli hasılada, kişi başı tüketimi maximum düzeyde gözeten “vatandaş kimlikli” tescilli marka, oyunu kullanan, vergisini veren, itaatkar olan ürünlerimizi tercih ettiğiniz için şirketimiz teşekkür belgesini mail adresine gönderecektir. Sağcı ve solcu olarak iki ayrı çeşidimiz mevcuttur. Kendi aralarında dindar, az dindar, yobaz, ateist, deist gibi alt modellerimiz de mevcuttur. Fikirsiz ve kişiliksiz yeni modellerimiz kitlesel üretime tabiidir. Ancak hepsine bizim masallarımızı okutacaksınız çocuk çağlarında. Bizim kahramanlarımızın hikayeleriyle büyümeliler.
Londra, Paris, Roma, Moskova, Newyork, Tel Aviv, Vatikan gibi yerlerde şubelerimiz ve tamir servislerimiz bulunmaktadır. Üçüncü dünya ülkelerindeki modellerimiz tıpkı batı ülkelerindeki asılları gibi özelliklere sahip “Original” emitasyonlardır. Dünyadaki en sağlam örnekler T.C. serisidir. Koleksiyonerlerin gözbebeği “Muhafazakar” ve “Kemalist” modeller özel üretimdir. Milli hislerinden arındırılmış, şovenizm ve dogmatizm eksenlidirler. İnsani değer adı altında fabrikamızın ayarları esas alınmıştır. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği programlarımıza uygundurlar. Kadem’e kadem’e bir titizlikle, Feminist virüs programlarıyla donatılmışlardır. Polemik ve hurafe inançlarla besleyiniz. Dedikodu, gıybet, iftira gibi gıdalarını ihmal etmeyiniz. Fitne çıkarmaya bayılır, gereken ortamları sağlayınız.
Genç modellerini anarşi çıkarmada kullanabilirsiniz. Gezi parkında test edebilirsiniz. Paralel programlamaya müsaittirler. Sloganlar başlama komutlarıdır. Lider modellerimiz özeldir. Ancak fabrikamızın bilgisi dahilinde belirli alanlarda kullanılabilir. Modellerimizin kullanım hatalarından dolayı müessesemiz sorumlu değildir.
Şimdi sen çok kazanan hep kazanan biri olmak istersen, dediklerimi, şirketin kurallarını uygulayacaksın. Ama bu kadarını yapamam, bu beni aşar dersen olmaz!
Yol uzun, safı var, temizi var.
Dinleme hocaları, kır kalemleri, kağıtlarını yırt kitaplarını.
Nasihate kulak tıka; daha ilk adımda yumuşatırlar adamın kalbini. Hep merhametsiz, hep acımasız olacaksın. Uyku yok bu yolda! Elin net’te, gözün kar’da ve ekranda olacak; hep daha çok karda, hep kazanmakta. Yeter bu kadarı, olmayacak hayatında!
Hiç yetmeyecek sana hiçbirşey. Daha çoğunu, daha fazlasını, en fazlasını, en büyüğünü isteyeceksin! Kudurtacaksın ananı-babanı! Yıkacaksın aile efradını!
Ocak söndürecek ilikleri kemikleri kurutacaksın. Voleyi vurdun mu uzaklaşacaksın! Döneceksin köşeleri! Düşeni görürsen bir tekme de sen basacaksın! Garibe acıma yok. Dolandırdığına üzülme yok.
Ne bulursan satacaksın! Sattığını bir daha satacaksın. Sattıkca daha çok satmaya, elde avuçta kimin nesi varsa alacaksın. Alacak ve satacaksın! Gerekirse gençliğini! Kutsalın olmayacak!
Her metodu bileceksin. Kimine duygusal görünecek, kiminin hırsına yükleneceksin. Hep kazandırmayı, hemen kazandırmayı, lüks olan her şeyi vaad edeceksin. Hep vaad edeceksin. Havucu gösterip gösterip çekeceksin. Daha iyisini, en iyisini, en yükseğini, en pahalısını önereceksin.
Bizim yolumuzda kimse satmaktan daha önemli değildir. Şirketimizin tek ve biricik prensibi kar’dır.
İnsanları ikiye ayıracaksın, alanlar ve satanlar. Sen hep satan olacaksın.
Logomuz olan, şirket bayrağımız asılı olan her yer bizim vatanımızdır. Bayrağımız gökkuşağıdır.
Savaşta silah satıp, barışta sattığın silahları yok pahasına geri alıp, semirmek isteyen açgözlü ülke liderlerine allayıp pullayıp yeniden satacaksın. Her şeyi satacaksın. Umudu, ağaçların yeşilini, suyu, hatta havayı bile.
Bu kadar da olur mu diyene aldırmayacaksın. Onun aklının almayacağı kadarı yapacaksın.
Bu şirketin bayrağını her yere dikmek için, herkesin her şeyini elinden almaya bakacaksın.En çokta çocukları aldatacaksın. Müzikle, filmle, futbolla, teknolojiyle.
Gördüğün, algıladığın, dokunduğun, düşlediğin her şey satılabilir. Dua isteyene dua, villa isteyene villa, daha güzel bir gelecek isteyene en güzel geleceği satacaksın.
En büyük kar’ı umuttan, vaadden kazanacaksın.
Gözyaşlarını satacaksın. Açgözlülüğü satacaksın. Her ulusun vatandaşı, her dinin keşişi olacaksın. İnsanlığı satacaksın!
Söyleyin bakalım, var mısınız yolumuzda yürümeye?”
Mr. Nosam’ı tanıyasınız diye bir geçiş hikayesiyle sözlerimizi bitirelim artık. Nasıl, balatalarınız ısındı mı? Anladınız mı beni? Kavrayabildiniz mi peki?
Afrika’dan bir kabilenin hikayesini anlatacağım. Afrika, hani başta Fransız milli takımı olmak üzere Avrupa başta olmak üzere dünyanın bütün yeşil sahalarında top oynayan siyah derili futbolcularla gündeme gelen coğrafya. Tvlerde çekilen hayvan belgesellerinin platosu. Afrika kıtasının bilinmedik yerlerinin kaşifi diye yutturulan Livingston. (ki kendisi bir Cizvit papazıdır.) 1840 yılında adımını atar kara derili, kara kaderli insanların yaşadığı kıtaya. Ah ulan, Kartacalılar o savaşı kaybetmeyeceklerdi, Roma’ya karşı! O esnada Afrika’da bugünün 28 devleti Osmanlı Devletine müntesipti. Bir yandan da Amerikanya’lılar kıtada çoktan köle ticaretine başlamışlardı bile.
Cizvit papazları sömürgeci misyonerlerdir. Hatta meşhur bir sözleri vardır ki kulaklarımıza küpe olsun: “Yedi yaşına kadar çocuklarınızı bize verin, sonrasın da sizin olsun!” Hani “Beyaz adam bize geldiğinde bizim topraklarımız onların İncil’i vardı. Şimdi ise bizim İncil’imiz onlarınsa toprağı var” demelerine sebep olan Afrika’yı sömüren Cizvitler’den söz ediyorum.
Hikayemiz şu. Bir özel tv ye mensup çekim ekibi Afrika’nın, modern diye adlandırılan insanlar tarafından henüz adım atılmamış bir bölgesine adım atarlar. Balta girmemiş ormanlar diye tarif edilir ya hani. Hoş o zıkkım balta dünya yağmur ormanlarına bir girdi ki 1950’den beri ormanlık alan oranı yarıdan fazlasıyla azalmış durumda. Sonra da küresel ısınma filan. Kimse de küresel yavşaklık demiyor ama bu mevzuya.
Tutki kabilesi avcılıkla geçimini sürdüren bir kabiledir. Kabilenin genel geçer kuralları üç başlık altında günah, suç ve ayıp olarak katagorize edilmiştir. Kabile lideri Hayis yaşlılığın getirdiği durumdan dolayı kabilesinde otoritesini kaybetmek üzeredir. Kurallar gereği kim ki kabile reisine itiraz eder ya kabile reisiyle ya da reisin belirlediği isimle bütün kabile halkının gözlerinin önünde dövüşürler. Genç lider adayı Matah gözüne Hayis’i kestirir ve meydan okur. Bu esnada modern dış dünyada da Yalta Konferansı düzenlenmektedir.
Tv ekibimizin başı (Şirket Mr Nosam’a ait) kabile ile girdiği diyalogla ilişkilerini güçlendirmiş, bölgede rahat rahat çekimlerini yapmaktadır. Bu tarihi olaya şahit olmak kendisini heyecanlandırır.
Matah hem kabile reisini hem de onun tayin edeceği kişi ile dövüşü teklif eder. Kaybeden hayatıyla öder bu düelloyu. Demok adı verilen gündür, kapışmanın olacağı günün adı. Kabile için bayram günüdür. Kurbanlar kesilir, eğlence tertiplenir. Hatta ormandan topladıkları bir mantar ile de kafayı bulurlar. Eğer mevcut reis kavgayı kazanırsa bir 5 yıl daha kimse reise meydan okuyamaz. Peki bu 5 yıl nasıl tespit edilir? O esnada doğum yapan keçi büyüyüp 10 ayrı doğum gerçekleştirirse süre sona erer. O keçi kutsaldır. Özenle bakımı yapılır. Kavga olacağı zaman o keçi baş kurbandır. Onun eti yeni seçilen reisindir.
Matah kavganın galibi olur. Hayis ve adamının cesedi bal dolu bir sanduka içinde yerleştirilir. Kabile halkı bir sonraki reis gelinceye kadar eski reisin cesedini saklar.
Matah reisliği hak edince önce bütün yönetimi değiştirir. Başta büyücüyü. Sonra işlerini halleden kurbaylarını, yani kabinesini. Askerlerinin komuta kademesini. Yeni eşler edinir. Eski reisin ailesini kabileden sürer. Sıkıntı çıkartabilecek olanlarını öldürür. Cesetlerini kabile merkezinin meydanına gömdürür. Ki halk ayak bastığı yerde eski yönetimin ölülerini düşündükçe azgınlık yapmasın diye.
Tv ekibinin içinde yer alan gizli misyoner ise tebliğ çalışmalarına başlamıştır. Yeni reisin heyecanını kullanarak onu yönlendirmeye başlar. 60 yıllık bir çalışmadan söz ediyorum. Yakın zamanda Mr. Nosam’la ilgili kripto bilgilere ulaştım.O anlatıyordu bütün bunları gizli videoda. Belgeselin bir kısmını yayınlamış İngiliz BBC de. O kabile hakkında dinlediklerimle bugünün dünyasını mukayese etmeye çalıştım bende nacizane. Bir kabilenin dönüştürülme hikayesini dinledim Mr. Nosam’dan. Geleneklerinden nasıl koparıldıklarını…Nasıl modernleştirildiklerini…
Matah Reis dostluğunu geliştirir beyaz adamla. Yeni şeyler öğrenmenin ve beyaz adamın sihirli eşyalarının etkisiyle kendi kabilesinin kurallarını gevşetir. Aslında bizim hikayemizle de örtüşmektedir Matah’ın ve kabilesinin başına gelenler. Bir başka kitabımızda bu konuyu uzun uzun anlatırım sizlere. Ancak son zamanlarda yaşadıklarımızı burdan esinlenerek yorumlamaya çalışın sizlerde. Ha bu arada Avrupa’da top koşturan Nalay Lobtuf isimli topçunun Matah’ın torunlarından olduğunu hatırlatayım. Hani Fransa’nın Dünya şampiyonasında kazandığı zaferin önemli mimarlarından olan…
Kitap boyunca anlatmaya çalıştığım durum şundan ibarettir.
Kargaşa ve kaos yüzyılın ekmeği…Emperyallerin büyük ticareti…Bayağılaşma ya da sıradanlaşma, modernitenin ya da hegemonların yaydığı kültürün ana özelliğidir. Üçlü bir saç ayağına oturur bu düzen.
Birincisi değerlerin saptırılması, ikincisi arzunun manipülasyonu ve kışkırtılması, üçüncüsü gerçek dünyanın sahtesiyle yer değiştirmesi. Yani ahret duygusunun ihmali ve iptali.
Özellikle İslam dünyasındaki dünyevileşme Müslümanlar için varlıklarını koruma adına büyük tehdit içermektedir. Bunların her birisi başlı başına bir kitabın konusudur.
Gelişen teknoloji bir yandan üretimi körüklerken, diğer yandan üretilmişlerin tüketilmesi için üretim yapan insanlara vakit kazandırmanın derdine düşmüştür. Boş zaman, tatil, önemli gün ve haftalar gibi. (Lütfen bu cümleyi bir kez daha okuyun. Hatta ne anladığınızı ifade eden bir kompozisyon-makale yazın.)
Özellikle şehirleşme teşvik edilmiştir. Modernitenin mabedi şehirlerdir. Şehirlere yığılan insanlar burada modernitenin talepleri doğrultusunda yeni bir ortalama kültürün ortak paydalarından nasiplenmeyi tercih ederler. Köyün günahı, şehirlerin sokağında ahlaksızlık kıyafetine bürünür. Korkular, kaygılar ve beklentiler kurulu düzenin normlarına uygun hale dönüştürülür. Herkes kendi değerlerinden taviz vermeye başlar. Hegemonlar hayat standartının belirleyicisidir. Bilim ise belirleyiciliğini aldatma ve kurgulamacılığına adamıştır. En kutsanan devlet bile hegemonların geniş halk yığınlarına karşı kendilerini koruma özelliği edinir.
Bütün ideolojiler kuzendir, akrabadır, yakın ilişki içindedirler. Hepsi yüceler meclisinin, dünya kabilesinin reislerinin menfeatlerine odaklıdır.
Halk yumuşak, kıvrak ve her manaya yorumlanacak kavramların taahhüdüyle oyalanır. Misal mutluluk gibi. Herşey görecelidir.
Miras hukuku ile dünya arazileri parçalanır. Köy ve tarım yetersizleştirilir. Ta ki kocaman şirketler devreye girer ve karteller ve tekeller oluşturulur.
Kitlelerin geçim biçimi memuriyet ve işçilik üzerinedir. Bunlara servis sağlayan esnaf dediğimiz yemleyiciler vardır.
Bankalar tam umudun tıkandığı yerde kartlarıyla devreye girerler umut tazelerler. Devran hep nesillerin devşirilmesi ve tekerrür üzerine kuruludur. Kahramanlar ve düşmanlar hep vardır, bunların mücadelesine tarih ismi verilir. Hep bir tarafın adamı olmak zorundasındır. Hayallerin ve rolün onların belirlediği senaryolara uygun olmak zorundadır.
Kazara ağzından kaçıracak olursan; “Allah’tan başka ilah tanımıyorum” diye…Beni yaradanın normuyla yaşamak istiyorum dersen…Kan kustururlar, kan!
Yalancısındır artık, bozguncusundur. Adalet, empati, hürriyet, eşitlik gibi kelimeleri sarf edemezsin. Kelimelerde onların istediği evsafta anlam taşımalıdır. Kavramları sorgulayamazsın.
Hazcılık, konfortizm, bencillik dinsizlik arazisinde yaşam bulmuştur. Din afyondur. Irkçılık sürekli körüklenen ateştir. Üstünlük tartışmaları üstünlerin seni yakapaça ettiği hususlardandır. Hele cinsi düşkünlük…Homoseksüelliğin türlüsü…Bilumum cinsel sapkınlık insanlığın yeni rotasıdır. Şehirlerde ki aşırı nüfus artışının önüne başka nasıl geçilebilinir ki?
Eğitim, sağlık, güvenlik…hatta trafik bile kaosa dayalı olmalıdır. Genel bir umutsuzluk, karamsarlık kendisini kurtaran kaptan formülüyle biçimlendirilir. Emeklilik posa çıkartma müessesesidir. Üretimi yavaşlatacak her ne varsa engel konulur. Tüketim ise alabildiğince hızlı olmalıdır. Aradaki paradoks “kar” ile telafi edilir. Kar’ın olduğu yerde ise merhamete yer yoktur.
Bahsettiğimiz her bir husus ayrı ayrı müteala edilebilinir. Ancak okuma, bilme, öğrenme tükendiğinden bizim gibi sızılı adamların veryansınları mahdut manada kişilerle çerçevelenmiştir.
Bütün bunların dışındaki bir teklife ise insanlar kapalıdır; Misal İslam! Devrimci özelliği hegemonların işine gelmez. İslam bir sos’dur. Allah ile aldatanlar için geçim malzemesidir. Eskilerin hikayesidir artık bu devrimci duruş. Özellikle Müslümanlık iddiasındaki kalabalıklar kendi iddialarını unutup mevcut kabilenin görüşlerine kendi görüşlerini benzetmenin telaşesine girmişlerdir.
Bir meydan okuyucuya ihtiyaç var.
Matah bir adama yani.
Matah topluluklara belki!
Yeni masallar anlatacak adamlara!
FEHMİ DEMİRBAĞ

 OT GELİP SAMAN GİTMEK

İletişim çağında iletişemiyoruz.
Hır gür ile geçiyor ömürler.
Herkes herkesle kavgalı.
İnsan kendine düşman.
İnsan tanımını yitirdi nihayetinde. Kainatı, yaradılışı isimlendiremez oldu.
Sonuçları konuşur olduk, sebepleri ıskalayarak.
Açalım konuyu...
"İYİ İNSAN OLMANIN KODLARI"
Yaklaşık 15 yıl önce yazdığım kitabımın ismi buydu.
Efendimiz buyuruyor ki " Hira Dağını yerinden oynatabilirsiniz ama insanların huylarını değiştiremezsiniz."
Eğitimciler son dönemlerde kodlamadan bahsetmekteler. İyi de kötü de kodlanır. Alışkanlığa dönüştürdüğünüz davranışlar bir süre sonra huya dönüşür. Artık can çıkar huy çıkmaz denilen şey gerçekleşir.
İnsan denilen kavramı tanımlıyamıyoruz. Davranışları günah-sevap, suç-ceza ve gelenekçi ayıp olgularıyla ifade etmeye çalışıyoruz ki toplum olarak bu konuda kafamız karışık.
Eğitim sistemimizin garabeti hususunda hemfikiriz. Kimse olandan bitenden memnun değil. Hatta bu garabet bu ülkede Fetö ismi verilen bir canavar oluşturmuştur. Bu canavarı siyaset ve diyanette beslemiş büyütmüştür.
Özetle biz çocuklarımızı iyiliğe ve düşünmeye kodlayamıyoruz.
Bütün hastalıklarımızın temelinde bu yetersizliğimiz yer almaktadır.
Örnekleyelim...
Japonya: Yaşamak için üreteceksin.
İngiltere: Geçmişini bilmeyen geleceği tayin edemez.
Almanya: Üretim ve yaşam disiplinle başlar
Peki 7 yaşındaki Stefan, Claudia ve Klaus “Üretim ve yaşam disiplinini” öğrenirken biz çocuklara ne öğrettik?
Milli değerleri, manevi duyguları öğretilmesi ve dürüstlüğün vurgulanması gereken yaşta Ali’yi bir ata baktırmışız, yetmemiş, boş kalmasın diye de topu tutturmuşuz.
Ali’yi seyis olarak yetiştirmiyorsak ya da yedek kaleci gibi alıştırmıyorsak, biz bütün bunları Ali’ye niye yaptık?
Sizce de Stefan, Charles ve Kiyoshi dört nala koşarken bizim garip Ali’miz arkalarından yeterince bakmadı mı?
Hadi Ali, bakmayı bırak, şimdi öğrenme, araştırma, geliştirme, sorgulama, merak etme ve koşma zamanı!
Bunun için çocuk ve gençlik edebiyatına ihtiyacımız var.
İnternet oyunlarına...
Çizgifilmlere...
Milli kimlik ve içerikte evrensel değerlere dönük sinemaya...tv dizilerine...
Oyun ve oyuncaklarımızın bizim olmasına...
Hatta fıtri beslenme alışkanlıklarına bile...
Bütün bunları akledecek, salık verecek, uygulayacak yöneticilere...
Yetişkinlerle çok vakit kaybediyoruz...
Biraz da çocuklarımızla vakitlerimizi değerlendirelim.
Vesselam!
Biraz daha açalım konuyu...
1966 yılında, Amerika’nın tanınmış yalan makinesi uzmanı Cleve Backster, güvenlik görevlilerine poligraf aygıtının kullanımı eğitimini verdiği okulunda uykusuz bir gece daha geçirdi.
Sonra sırf eğlence olsun diye, yalan makinesinin elektrotlarını kocaman yapraklı tropikal bitkisinin üzerine yerleştirdi. Yalan makinesi çeşitli korku, sevinç, şaşkınlık gibi durumların elektriksel değişimlerini ölçtüğüne göre, belki bitki de su dökünce seviniyordur diye alaylı alaylı güldü.
Bitkiyi suladığında galvanometre zikzaklar çizerek aşağı doğru indi. Oysa yukarı doğru bir hareket bekliyordu Backster. Yaprağını sıcak kahveye soktuğunda da beklediği tepkiyi görmedi.
Sonunda kibriti alıp bitkiyi yakmayı düşündüğünde her şey değişti. Bitki çılgınca galvanometrenin ibresini tavan yaptırdı. İnanamadı Backster. “Nasıl yani?” dedi kendi kendine, “Bitki düşüncelerimi mi okudu?”.
İnsanlık tarihinin önünde yeni bir dünya açılıyordu artık. Deneyler deneyleri kovaladı. Bitkilerin sadece düşünceleri okumakla kalmayıp çevrelerindeki her şeyi hissettikleri de çıktı ortaya. Kaynar suya atılan karideslerin ölümlerini, eline iğne battığında duyulan acıyı da hissediyordu bitkiler.
Hatta kilometrelerce ötede olunsa bile yaşanan sevinç ve üzüntüleri de hissediyordu. Hatta korkudan baygınlık bile geçiriyordu.
Bir gün şehir dışından gelen bir botanikçi bayan içeri girdiğinde bütün bitkiler sessizleşti. Hiç birinden tepki gelmiyordu. Sanki hepsi birden sessizliğe bürünmüştü. Taaa ki o bayan havaalanından uçağa binip gittikten 45 dakika sonra yeniden tepki vermeye başladılar.
Bayan botanikçinin bitkileri kurutup ölçümler yaptığını öğrendiği zaman anladı Backster, bayanı görünce bitkilerin korkudan bayıldıklarını.
Bir deney tasarladı. 6 yardımcısına aynı gece aynı saatlerde yapmak üzere farklı görevler verdi. Görevlerden biri gece yarısı gelip laboratuvardaki bitkilerden birini söküp parçalamaktı.
Ertesi gün o gece bitkiyi parçalayan yardımcı içeri girdiğinde bütün bitkiler çılgınlar gibi haykırmaya başladı galvanometrelerin ibrelerinin tavan yapmasını böyle adlandırıyor Backster.
Bu deneyden anlaşıldı ki bitkiler sadece hissetmiyor, aynı zamanda hafızaları da var. Ve Amerika’da bazı adlî vakalarda bitkilerin şahitliğine başvurulmaya başlandı. Bitkiler asla yanlış sonuç vermiyordu çünkü yalan nedir bilmiyorlardı.
Bu çalışmalar makale olarak yayınlanmaya başlayınca dünyanın dört bir yanından bilimadamları konu üzerinde çalışmalara başladılar. Sonuçlar akıl almaz.
Koparılmış bir yaprak, kendisine güzel sözler söylenmesi durumunda normal yapraktan aylarca daha uzun süre canlı kalabiliyor. 120 km mesafedeki bir acıyı, sevinci hissedebiliyor.
İnsanların düşüncelerini okuyabiliyor, kötülük yapanları hafızasına kaydedebiliyor. Aynı zamanda bu bilgileri diğer bitkilerle de paylaşıyor.
Kendisine kötü davranılan bitki üzüntüsünden intihar bile ediyor.
Yanındaki bitkinin susuz kalması durumunda kendi suyunu onunla paylaşıyor.
Bitkiler, bütün canlılarla iletişim kurma konusunda bizim hayallerimizin ötesinde bir hassasiyete sahip. Her biri doğanın bir parçası. Belki bir gün onları daha iyi anlama imkânımız olursa bize tarihin bütün yaşanmışlıklarını bile anlatabilirler. Avatar filminin esin kaynağı da bu çalışmalar ve elde edilen sonuçları.
Bilelim ki dünyanın herhangi bir yerinde bir bitkiye kötü davranılırsa, bütün bitkiler bunu hissediyor.
...
Ya hislerini yitiren insanlık?
İletişemiyoruz iletişim çağında.
Ot geldik saman gidiyoruz vesselam!
Fehmi Demirbağ