24 Ağustos 2022 Çarşamba

 OT GELİP SAMAN GİTMEK

İletişim çağında iletişemiyoruz.
Hır gür ile geçiyor ömürler.
Herkes herkesle kavgalı.
İnsan kendine düşman.
İnsan tanımını yitirdi nihayetinde. Kainatı, yaradılışı isimlendiremez oldu.
Sonuçları konuşur olduk, sebepleri ıskalayarak.
Açalım konuyu...
"İYİ İNSAN OLMANIN KODLARI"
Yaklaşık 15 yıl önce yazdığım kitabımın ismi buydu.
Efendimiz buyuruyor ki " Hira Dağını yerinden oynatabilirsiniz ama insanların huylarını değiştiremezsiniz."
Eğitimciler son dönemlerde kodlamadan bahsetmekteler. İyi de kötü de kodlanır. Alışkanlığa dönüştürdüğünüz davranışlar bir süre sonra huya dönüşür. Artık can çıkar huy çıkmaz denilen şey gerçekleşir.
İnsan denilen kavramı tanımlıyamıyoruz. Davranışları günah-sevap, suç-ceza ve gelenekçi ayıp olgularıyla ifade etmeye çalışıyoruz ki toplum olarak bu konuda kafamız karışık.
Eğitim sistemimizin garabeti hususunda hemfikiriz. Kimse olandan bitenden memnun değil. Hatta bu garabet bu ülkede Fetö ismi verilen bir canavar oluşturmuştur. Bu canavarı siyaset ve diyanette beslemiş büyütmüştür.
Özetle biz çocuklarımızı iyiliğe ve düşünmeye kodlayamıyoruz.
Bütün hastalıklarımızın temelinde bu yetersizliğimiz yer almaktadır.
Örnekleyelim...
Japonya: Yaşamak için üreteceksin.
İngiltere: Geçmişini bilmeyen geleceği tayin edemez.
Almanya: Üretim ve yaşam disiplinle başlar
Peki 7 yaşındaki Stefan, Claudia ve Klaus “Üretim ve yaşam disiplinini” öğrenirken biz çocuklara ne öğrettik?
Milli değerleri, manevi duyguları öğretilmesi ve dürüstlüğün vurgulanması gereken yaşta Ali’yi bir ata baktırmışız, yetmemiş, boş kalmasın diye de topu tutturmuşuz.
Ali’yi seyis olarak yetiştirmiyorsak ya da yedek kaleci gibi alıştırmıyorsak, biz bütün bunları Ali’ye niye yaptık?
Sizce de Stefan, Charles ve Kiyoshi dört nala koşarken bizim garip Ali’miz arkalarından yeterince bakmadı mı?
Hadi Ali, bakmayı bırak, şimdi öğrenme, araştırma, geliştirme, sorgulama, merak etme ve koşma zamanı!
Bunun için çocuk ve gençlik edebiyatına ihtiyacımız var.
İnternet oyunlarına...
Çizgifilmlere...
Milli kimlik ve içerikte evrensel değerlere dönük sinemaya...tv dizilerine...
Oyun ve oyuncaklarımızın bizim olmasına...
Hatta fıtri beslenme alışkanlıklarına bile...
Bütün bunları akledecek, salık verecek, uygulayacak yöneticilere...
Yetişkinlerle çok vakit kaybediyoruz...
Biraz da çocuklarımızla vakitlerimizi değerlendirelim.
Vesselam!
Biraz daha açalım konuyu...
1966 yılında, Amerika’nın tanınmış yalan makinesi uzmanı Cleve Backster, güvenlik görevlilerine poligraf aygıtının kullanımı eğitimini verdiği okulunda uykusuz bir gece daha geçirdi.
Sonra sırf eğlence olsun diye, yalan makinesinin elektrotlarını kocaman yapraklı tropikal bitkisinin üzerine yerleştirdi. Yalan makinesi çeşitli korku, sevinç, şaşkınlık gibi durumların elektriksel değişimlerini ölçtüğüne göre, belki bitki de su dökünce seviniyordur diye alaylı alaylı güldü.
Bitkiyi suladığında galvanometre zikzaklar çizerek aşağı doğru indi. Oysa yukarı doğru bir hareket bekliyordu Backster. Yaprağını sıcak kahveye soktuğunda da beklediği tepkiyi görmedi.
Sonunda kibriti alıp bitkiyi yakmayı düşündüğünde her şey değişti. Bitki çılgınca galvanometrenin ibresini tavan yaptırdı. İnanamadı Backster. “Nasıl yani?” dedi kendi kendine, “Bitki düşüncelerimi mi okudu?”.
İnsanlık tarihinin önünde yeni bir dünya açılıyordu artık. Deneyler deneyleri kovaladı. Bitkilerin sadece düşünceleri okumakla kalmayıp çevrelerindeki her şeyi hissettikleri de çıktı ortaya. Kaynar suya atılan karideslerin ölümlerini, eline iğne battığında duyulan acıyı da hissediyordu bitkiler.
Hatta kilometrelerce ötede olunsa bile yaşanan sevinç ve üzüntüleri de hissediyordu. Hatta korkudan baygınlık bile geçiriyordu.
Bir gün şehir dışından gelen bir botanikçi bayan içeri girdiğinde bütün bitkiler sessizleşti. Hiç birinden tepki gelmiyordu. Sanki hepsi birden sessizliğe bürünmüştü. Taaa ki o bayan havaalanından uçağa binip gittikten 45 dakika sonra yeniden tepki vermeye başladılar.
Bayan botanikçinin bitkileri kurutup ölçümler yaptığını öğrendiği zaman anladı Backster, bayanı görünce bitkilerin korkudan bayıldıklarını.
Bir deney tasarladı. 6 yardımcısına aynı gece aynı saatlerde yapmak üzere farklı görevler verdi. Görevlerden biri gece yarısı gelip laboratuvardaki bitkilerden birini söküp parçalamaktı.
Ertesi gün o gece bitkiyi parçalayan yardımcı içeri girdiğinde bütün bitkiler çılgınlar gibi haykırmaya başladı galvanometrelerin ibrelerinin tavan yapmasını böyle adlandırıyor Backster.
Bu deneyden anlaşıldı ki bitkiler sadece hissetmiyor, aynı zamanda hafızaları da var. Ve Amerika’da bazı adlî vakalarda bitkilerin şahitliğine başvurulmaya başlandı. Bitkiler asla yanlış sonuç vermiyordu çünkü yalan nedir bilmiyorlardı.
Bu çalışmalar makale olarak yayınlanmaya başlayınca dünyanın dört bir yanından bilimadamları konu üzerinde çalışmalara başladılar. Sonuçlar akıl almaz.
Koparılmış bir yaprak, kendisine güzel sözler söylenmesi durumunda normal yapraktan aylarca daha uzun süre canlı kalabiliyor. 120 km mesafedeki bir acıyı, sevinci hissedebiliyor.
İnsanların düşüncelerini okuyabiliyor, kötülük yapanları hafızasına kaydedebiliyor. Aynı zamanda bu bilgileri diğer bitkilerle de paylaşıyor.
Kendisine kötü davranılan bitki üzüntüsünden intihar bile ediyor.
Yanındaki bitkinin susuz kalması durumunda kendi suyunu onunla paylaşıyor.
Bitkiler, bütün canlılarla iletişim kurma konusunda bizim hayallerimizin ötesinde bir hassasiyete sahip. Her biri doğanın bir parçası. Belki bir gün onları daha iyi anlama imkânımız olursa bize tarihin bütün yaşanmışlıklarını bile anlatabilirler. Avatar filminin esin kaynağı da bu çalışmalar ve elde edilen sonuçları.
Bilelim ki dünyanın herhangi bir yerinde bir bitkiye kötü davranılırsa, bütün bitkiler bunu hissediyor.
...
Ya hislerini yitiren insanlık?
İletişemiyoruz iletişim çağında.
Ot geldik saman gidiyoruz vesselam!
Fehmi Demirbağ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder