28 Aralık 2018 Cuma

TORUNLARIMIZA DA ACIMIYORUZ!
Tanzimat'tan tazminatlı günlere...
Tezyinat fikriyata!
Meşrutiyet'ten mecburiyetli günlere...
Bahaneler şahane!
Ne günler yaşadık, ah yaşamaz olaydık!
Öncesini Hammer'den dinledik,
Duyduk ki kemküm süklüm püklüm!
Koç yiğitler büklüm büklüm!
Nasırlaştı hisler muasırlık yolunda,
Kasır'lar virane bu asırda!
Katırlar ne anasını dinler ne babasını
Ne din kaldı ne de dinleyen
hatırlamaz kimse şehirde, geldiği kasabasını!
Dirilerden fayda yok, umutlar ölülerde
Halbuki yaşayan ölüler,
ölümsüzlüğün derdinde!
Ey mermer lahit altında yatan,
kalkta bak eserine
utancından girersin yerin yedi kat dibine!
Lal olmuş diller şeytanın korosunda,
çamurdan adamlar adamlık iddiasında!
Devir devir devrildik,
Her kündeye gelişimize acaip sevindik!
Hal böyleyken halloldu her şey,
Her şey hep şer, hep şer!
Tarih bile tarih oldu,
Naylondan çiçekler bile soldu!
Bu ne biçim tuğyan,
bu nasıl bir karabasan!
Karasabanlı günleri, insanlık özler oldu!
Dışarıda kar var.
Akıllarda kar!
Soğuktan dönen insanlık,
Yüreklerde Ateşten sıcaklık!
Dedem, babam ben ve oğlum,
sana nasıl bir dünya bırakacağız,
Ah! Doğmamış torunum!..
Fehmi Demirbağ
İNSANIN YARATILIŞI

Konumuz; bir embriyonun ilk oluşum sürecinin Kuran'da anlatılış mucizesi!
Eğer Kuran 1400 yıl önce Allah tarafından gönderildi ve Allah'ın sözleri ise (ki öyle) bu gerçekten dikkate alınması gereken ciddi bir iddiadır!
Bu iddianın bir kanıtı yoksa onun Allah lafzı olmadığı süphesine kapılmak kaçınılmaz olabilir. Lafı fazla uzatmadan bir test yapalım.
Mü'minun suresi 12 - 14 ayetlerinde Allah insanı nasıl biçimlendirdiğini detaylı olarak anlatıyor. ''İnsanı çamurdan oluşan bir özden yarattık. Sonra onu dayanıklı bir karar yerinde bir damlacık (alak) haline getirdik'' diye başlıyor ayetler. ''Alak'' kelimesine birazdan döneceğim.
''Sonra o damlacığı asılıp tutulan bir şeye dönüştürdük. Sonra asılıp tutulan şeyi bir çiğnemlik et parçası ''mudga'' haline getirdik, Mudgayı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere et giydirdik.''
21.yy bilim ve teknolojileri doğrultusunda şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; bu ayetlerde anlatılan insanın gelişim süreci kronolojik olarak doğrudur! Ama burada en çok ikinci aşamaya yani embriyonun gelişim aşamasına dikkat çekmek istiyorum. Bu ayetlerde embriyoyu tasfir eden kelime ''alak'' ve bu kelimenin tercüme edildiğinde 3 farklı anlama geldiğini görürüz;
1) Kan pıhtısı,
2) Askıda olma durumu; asılı olma, bir şeye tutunma gibi,
3) son anlamı ise sülük, şu kan emici sülüklerden bahsediyorum.
Aslında bu 3 tanımda ilk başta insan embriyosunu anlamamızda pekte yardımcı olmuyor ve ''Ne alaka'' diyesimiz geliyor. Peki neden bu kelime kullanılmış ve bu 3 farklı manaya denk düşen şeylerin insan embriyosuyla bir alakası olabilir mi?
1) Embriyo kan pıhtısı olarak tanımlana bilir mi?
Embriyonik gelişmenin 3. haftasında kalp tüpü damarlarla birleşerek ilkel bir kardiyovasküler sistem oluşturur. 3. hafta yani 21. gün bittiğinde kalp atmaya ve kan dolaşmaya başlar.
2) Askıda olma, tutunma...
Burada askıda ya da asılı olma durumuna dair akla gelen ilk şey göbek bağıdır. Ama bu örneği kullanamayız çünkü bahsettiğimiz şey ikinci aşama. Göbek bağının henüz daha bebek oluşmadan ''Bağ sapı'' adı verilen bir oluşumdan meydana geldiğini biliyoruz. Bağ sapı embriyo meydana gelir gelmez oluşur. Embriyonun bağ sapı; John Allen ve Beverley Kramer tarafaından, gelişen embriyonun sölom boşluğunda asılı durmasını sağlayan bir nesne olarak tanımlanmıştır.
Sonuç olarak bir embriyo asılı durumdadır ve kan pıhtısına çok benzer...
3) Gelelim asıl bombaya, peki bir embriyonun sülükle ne alakası var?
25. gündeki bir embriyonun anatomik yapısı tıpatıp bir sülüğe benzer. 22. günündeki bir embriyonun başı da bir sülüğün sırtı ile aynıdır. Bir annenin karnındaki 22 - 25 günlük bir embriyonun başını ancak bir mikroskopla görebilirsiniz. Ve bu akıllara durgunluk veren ve çıplak gözle görülebilmesi imkansız olan olayı bir insan zihninin tahmin etmesi imkansızdır!
Bu ayetler bize 1400 yıl önce ''Ümmi'' biri yani okur yazar olmayan biri tarafından tebliğ edildi.
Elhamdülillah, iyi ki Müslümanım!!!

27 Aralık 2018 Perşembe

NOEL BABA'YA MEVLİD Mİ OKUTSAK NE?
Hani Hukukuyla, hamamıyla ve dondurmasıyla bildiğimiz Roma var ya, MÖ 753 yılında Romulus tarafından küçük bir şehir devleti olarak kurulmuştur ve ticaretteki başarısıyla tüm İtalya’ya hakim olmaya başlamıştır.
MÖ 509 yılında Roma kralı sürgüne gönderilmiştir ve Roma, senato tarafından yönetilen bir cumhuriyete dönüşmüştür. Roma’nın tam adı "Roma Senatosu ve Halkı" olmuştur. Bu dönemde Roma Akdeniz’de hem ticari hem de askeri alanlarda hakim olmaya ve toprak olarak genişlemeye başlamıştır.
Bir ara hatırlatın, size Kartaca'lılardan da bahsetmek istiyorum. Ya da ben bahsedinceye kadar siz biraz zahmete girin de araştırın.
Neden Roma'dan bahsedeceğim.
Elbette içinde bulunduğumuz Yılbaşı ve Noel ortamından söz etmek için.
Her ne kadar Trump bile 7 yaşındaki çocukların bile inanmaması gereken bir olgu olduğunu hatırlatsa da Noel için, bizim yerli kuduruktan bir Hristiyan'dan daha tutkulu bir şekilde bu olayı yaşamaya ve içselleştirmeye çalışıyorlar.
Devam edeceğiz Roma meselesine. Ama önce şu Noel ve Noel Baba kavramlarına bir göz atalım.
Noel deyince aklımıza ne gelir? Çam ağaçları, kar, hediyeler, Noel Baba, Kırmızı don, Hindi hatta Milli Piyango. Yok o yılbaşı denilse de sabredin uzun uzun anlatacağım. Peki neden Noel bize bunları çağrıştırır? Neden Noel bu tarz şeylerle anımsanır? Bu Noel imajı gerçek midir?
Yazıyı uzun bulanlar şimdiden geri dönsünler, okumasınlar. Bıktım arkadaş bu yazı uzun olmuş lakırtısını duymaktan. İçimizden geldiği gibi siz aydınlanasınız diye yırtınıyoruz, göz nuru döküyoruz...Bir de küstahça uzun yazıdan şikayet duymuyor muyum; kahrediyorum.
Noel kelimesi Latince “nasci” kelimesinin geçmiş zaman çekimi olan “natus”tan gelir ve günümüz Türkçesi’ne Fransızca’dan gelmiştir. Bu kelimeyle anlatılmak istenen İsa Mesih’in doğumudur.
Siz Fransız kalmayasınız diye ayrıntılara da dikkat etmeye çalışıyorum.
Eski Ahit'te (Tevrat yani. Yeni Ahit'in ismi de İncil'dir. Tanrı'yla insanların arasındaki anlaşmadır muharref kutsal kitaplar. ) yazar ki “Seninle kadını, onun soyuyla senin soyunu Birbirinize düşman edeceğim. Onun soyu senin başını ezecek, Sen onun topuğuna saldıracaksın.” (Yaratılış 3:15)
Kafanız karışmasın diye de fazla uzatmayacağım mevzuyu.
Noel Baba denilen kişi ise aslında, MS. 3. yy sonunda, Türkiye’nin Antalya Şehrindeki antik Patara bölgesinin küçük bir köyünde doğmuş olan Nikolas isimli bir din adamıdır. Nikolas çok zengin bir ailenin tek çocuğu olarak, Hristiyan değerleriyle büyür ve ebeveynlerini çok genç yaşta bir hastalıktan dolayı kaybeder. Kendisine kalan mirası İsa Mesih’in buyruğuna göre kullanmaya gayret eder: “Eğer eksiksiz olmak istiyorsan, git, varını yoğunu sat, parasını yoksullara ver; böylece göklerde hazinen olur. Sonra gel, beni izle” (Matta: 19: 21)
İşte Nikolas, tüm mal varlığını hasta, yaşlı, bakıma muhtaçlara yardım için kullanıyordu. Hayatını Tanrı’ya ve insanlara hizmete adamıştı ve bu sayede genç yaşta Myra Episkoposu olmuştu. Episkopos Nikolas dünyaya, ihtiyaç sahiplerine karşı olan cömertliği, çocuklara olan sevigisi ve denizcilere olan kaygısından dolayı ün salmıştı.
Hristiyanlara acımasız bir baskı uygulayan İmparator Diocletian (MS 244 – 311) zamanında, Episkopos Nikolas da inancı dolayısıyla sürgün ve hapis hayatı yaşamıştır. Konstantin’in imparator olmasıyla serbest bırakılmış ve MS 325 yılında İznik Konsilli’ne katılmıştır.
Yani yaklaşık İslam gelmezden önce 300 yıl öncesinin bizim deyimimizle bir Evliya-onlar Aziz diyor- olan kişiden söz ediyoruz. Yani bir Müslüman kişiden. Malum İslam kavramını biz Allah'ın vahyettikleri, Müslüman kavramını ise Allah'ın vahyini kabul edenler için kullanıyoruz.
(Acaba Aziz Nikola için bir Mevlid programı düzenlesek mi, ne? Hem O'nu günümüz Hristiyanlarının suistimalinden kurtarmış oluruz. Hem de Tevhid kavramına açıklık getiririz.
Aziz Nikolas ile ilgili birçok hikaye vardır. Bunlardan en ünlüsü kendi köyünde fakir bir adamın üç kızıyla ilgilidir. O günlerde bir genç kızın çeyizi ne kadar büyükse, evlilik şansı o derecede artardı. Eğer hiç çeyizleri yoksa, kızlar köle olarak verilirdi. İşte bu fakir adamın kızlarının hiç çeyizi olmadığı için köle olarak satılmak üzerelerdir. Bir gün bu fakir adamın evinin penceresinden üç kese altın atılır ve kurumak üzere sobanın önüne konulan ayakkabıların yanına düşer. Bu altın keselerinin Aziz Nikolas tarafından atıldığı ortaya çıkar. Bu, şimdilerde çocukların Aziz Nikolas’ın, yani Noel Baba’nın hediyelerini özlemle beklerken uydukları bir gelenek haline gelir. (Biz de evlenirken erken kadına mehr verirken, hristiyanlarda kadın erkeğe drohma adı altında bir bedel verir.)
20. yy’da, özellikle dünyanın sekülerleşmesinden sonra; Aziz Nikolas, Santa Claus’a, yani Noel Baba’ya dönüşmüştür. Bunda Coca Cola'nın o dönem için yaptığı bir reklam kampanyasında etkisi büyüktür. Gerçek Müslüman olan, Tanrı’nın ve halkının sadık bir hizmetkarı olan Aziz Nikolas, hayali bir karaktere dönüştürülmüştür.
Normalde 6 Aralık’ta kutlanan Aziz Nikolas bayramı, günümüzde Batı tarafından İsa Mesih’in doğumunun kutlandığı en önemli dini bayramlardan biri olan Noel’le ve yılbaşıyla birleştirildi. Dolayısıyla Noel, günümüz Hristiyan inancının gereği olan İsa Mesih’in, yani insan bedeni almış olan Tanrı’nın bir bebek olarak dünyamıza gelmesini değil; dünya ekonomisinin canlı kalabilmesi adına herkesin bol bol hediye aldığı yapay bir kültürel öge haline gelmiştir. Yani Hristiyanlıkta kullanılmaktadır.
Gelelim Roma konumuza...
MÖ 45 yılında başarılı bir komutan olan Jül Sezar, diktatörlüğünü ilan edip Roma’yı bir imparatorluğa dönüştürmeye karar vermişti; ancak senato tarafından öldürülmüş ve imparatorluk kurma planları engellenmiştir.
Jül Sezar’ın yeğeni ve evlatlığı olan Octavian intikamını alır ve MÖ 27 Roma Cumhuriyeti’ni, Roma İmparatorluğu’na dönüştürür ve Roma’nın ilk İmparatoru olur. Octavian, Sezar’ı Tanrı ilan eder ve imparatorluğun değişik şehirlerine Sezar adına tapınak yaptırılmasını emreder. Kendisi de Augustus ünvanını alır. Bu noktada Roma dini önem kazanır.
Roma 753’te kurulduğunda, çok tanrılı dinlerini Antik Yunan dini ile harmanlamıştı. 12 Tanrı ve Tanrıça’dan oluşan bir Pantheon (Tanrılar Birliği) vardı. Daha sonra fethettikleri yerlerdeki dinleri de kaynaştırıp imparatorluğun devamı için kapsadıkları alanlardaki insanların uyum içerisinde yaşamalarını ön gören Tanrılar Barışı (Pax Dearum) ismini verdikleri bir düzen kurmuşlardı. Roma’yı kuran Romulus’un, Savaş Tanrısı Mars’ın oğlu olduğuna inanılır.
Roma MÖ 66 yılında İsrail topraklarını ele geçirmişti ve bu bölgede dini açıdan bir sorunla karşılaşmıştı. Yahudiler Roma toprakları içinde tek-tanrılı dine inanan tek topluluktu ve başka tanrıları kabul etmeleri inançlarında kesinlikle yasaktı. Dolayısıyla Yahudilerin olduğu bölgeye özerklik verip dini özgürlük tanımışlardı. Kendilerinin atadığı yarı Yahudi bir kral o bölgeden sorumlu olacaktı. Bu kral İncil’de adı geçen Kral Hirodes’tir.
Ancak Hirodes’in Yahudiler’in kralı olarak atanması Yahudiler tarafından hoş karşılanmaz; çünkü Hirodes tam Yahudi değildi ve kral ancak Davut soyundan gelebilirdi. Hirodes krallığı boyunca hem Roma’yı hem de halkı memnun etmek için ikiyüzlü bir strateji uygulamıştı. Bir taraftan Kudüs Tapınağı’nı yenileyip başka bir tarafta Sezar için bir tapınak yaptırıyordu.
Bu iki yüzlü yaklaşımı ve Yahudiler’in tek-tanrılı dini yapıları Roma içerisinde İsrail topraklarını en huzursuz topraklar haline getiriyordu. Bundan dolayı Yahudiler sürekli isyanlar çıkarıyorlardı. Octavian ve sonrasındaki imparatorlar Yahudiler’e sürekli baskı uygulayıp kitleler halinde göç ettirip birbirlerinden uzak yaşamalarını sağlamaya çalışıyorlardı.
Aynı şekilde İsa'nın çarmıhtaki ölümü ve dirilişi sonrasında Hristiyanlık da çok-tanrılı bir dine tabi olmayı reddedip tek bir Tanrı’yı kabul ettiği için, sürekli Roma’nın zulmüne uğruyordu. Çünkü Hristiyanlar Roma’nın temellerini inşa eden Pax Deorum, yani Tanrılar Barışı kavramına aykırı hareket ediyorlardı. Roma tanrılarını ve tanrısallaştırılmış Roma İmparatorları’nı kabul etmeyip tek bir Tanrı’ya kulluk ediyorlardı.
İsa'nın çarmıha gerildiği yıl MS. 33 olarak kabul edilir. İsa ile başlayan ve 313 Milano Fermanı’na kadar Hristiyanlık Roma İmparatorluğu’nda yasak kabul edilmiştir ve Hristiyanlar baskı görüp ağır katliamlara uğramıştır. Peki Hristiyanlık Roma için neden yasaktı?
Roma tek-tanrılı dine mensup olan Yahudiler’e ayrıcalık vermişti. Çünkü Yahudilik kandan geçen bir dindi ve genelde Yahudiliğe geçiş diye bir kavram yoktu. Yahudiler kendi içlerinde dinlerini yaşadıkları için Roma onlara karışmayıp özerklik vermiştir. Roma – Yahudi çatışmaları genelde Yahudiler’in isyanları dolayısıyla oluyordu. Sonuç olarak Yahudilik Roma’da yasak bir din değildi.
Ancak Hristiyanlık tamamen başka bir yapıdadır. İsa'nın “Bu nedenle gidin, bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin; onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un adıyla vaftiz edin; size buyurduğum her şeye uymayı onlara öğretin. İşte ben, dünyanın sonuna dek her an sizinle birlikteyim.” olduğundan misyonerliğe yönelikti. Başka din mensuplarını kendi dinlerine davet etmek...(Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adı verilen teslis-üçleme inancı ise çok sayıdaki İncil karmaşasından kurtulmak için MS 325'teki İznik Konsülünde resmileşecekti.)
Bu buyruktan yola çıkan İsa’nın öğrencileri ve ilk Hristiyanlar, iyi haberi önce İsrail topraklarında, sonra Roma İmparatorluğu’nun ve dünyanın diğer bölgelerinde duyurup insanları İsa'yı izlemeye davet ediyorlardı. Bu özelliğinden dolayı Roma İmparatorluğu Hristiyanlığı kendine düşman görüp Hristiyanlığı yasaklamışlardı. Hristiyan öğretisi yayanlara ağır işkence ve ölüm cezaları veriyorlardı. Çünkü Hristiyanlık o an için tek bir Tanrı’ya tabi olmayı öğretiyordu ve bu Roma İmparatorluğu için politik olarak çok büyük bir sorundu.
İşte Hristiyanlığın ilk 300 yılından, MS 315 yılına kadar Hristiyanlık Roma İmparatorluğu’nda yasak bir inanış olarak görülmüş ve toplu Hristiyan katliamları olmuştur.
Hristiyanlar 64 yılından önce de katlediliyorlardı, ama sistemli bir baskı 64 yılında İmparator Neron tarafından başlatılmıştır. 64 yılındaki ünlü Roma yangınını Hristiyanlara mal eden Neron, Hristiyanlara karşı acımasız bir zulme başlamıştır.
Özellikle İmparator Diocletian zamanında büyük katliamlar düzenlenmiştir. Hristiyanlık en karanlık dönemlerinden birini Diocletian zamanında yaşamıştır. Kaynaklara göre günde 30,000’i bulan ölümler meydana gelmiştir. Diocletian Hristiyanlığı, Roma İmparatorluğunun en büyük düşmanı ilan etmiş ve elinden geldiğince Hristiyanları Roma İmparatorluğu’ndan temizlemek için yemin etmişti.
Diocletian döneminde Roma İmparatorluğu yönetimsel olarak 4 temel bölgeye bölünmüş ve başlarına birer Sezar atanmıştır. Kendisi de Augustus olarak asıl imparator olup hüküm sürmüştür ve imparatorluğu bugünkü İzmit (Nicomedia)’dan yönetmiştir. Diocletian’ın atadığı dört Sezardan birisi Constantius’tur. Constantius, Konstantin’in babasıdır. Constantius bir Hristiyan değildi, ancak Konstantin’in annesi Helena Hristiyan’dı ve oğlunu Hristiyanlığı anlatarak büyütmüştür. Constantius öldüğünde imparatorluğun kuzeybatısı, Diocletian’ın da onayıyla oğlu Konstantin’in yönetimine geçmiştir.
Diocletian öldüğünde, bu dört Sezarın arasında tek imparator olabilme adına amansız bir mücadele başlar. Konstantin 312 yılında, Licinius’a karşı Roma’da, Tiber Nehri üzerindeki Milvian köprüsünün etrafında gerçekleşecek olan son savaşından önce, gökte Grekçe X ve P harflerini görür. Bu iki harf Mesih anlamına gelen Christus kelimesinin ilk iki harfidir. Aynı gece rüyasında İsa'yı görür ve kendisine çarmıh simgesini gösterip, “Bu simgeyle kazanacaksın!” der. Konstantin savaş öncesinde ordusundaki askerlerine, kalkanlarına bu simgeyi yazmalarını söyler ve Konstantin savaşı kazanır ve Roma İmparatorluğu’nun tek imparatoru olur.
313 yılında Konstantin, Milano Fermanı’nı imzalar. Milano Fermanı’yla birlikte Hristiyanlık yasak bir kült olmaktan çıkar ve Hristiyanlara dini özgürlük verilir.
Roma Kültürü ile Hristiyanlık akaidi harmanlanır. İsa Tanrının oğlu olarak deklare edilir. Roma ve Yunan mitolojisi Hristiyanlığı deforme etmiş, tek tanrı inancından uzaklaştırmıştır.
Artık Hristiyanlık için yeni bir dönem başlamıştır. Ancak, bu 300 yıllık karanlık dönemin çok kötü bir etkisi vardı. Kiliseler arasındaki birlik kopmuştur ve önemli konularda farklı yorumlar ortaya çıkmıştır.
Bu noktada ekümenik kelimesini irdelemekte fayda var. Ekümenik kelimesi birlik içinde olan kiliseler için kullanılır. Bazı uygulamalar ve ufak detaylarda farklı olsalar bile, temelde inandıkları şeyler aynıdır. Ekümenik kelimesinin kökeni Antik Grekçe’de, ”οἰκουμένη γῆ (oikouménē gē)” yani, ”dünyada yaşanılan alanlar” anlamına gelir. Kiliseler için kullanılmasının nedeni, dünyanın değişik yerlerinde var olan kiliseler, anlamına gelmesidir.
İşte bu gerçekten yola çıkan Konstantin, ekümenik bir toplantı düzenlemek istedi. Farklı coğrafyalarda ve kültürel yapılarda da olsa, öğretişlerinde birlik içinde olan bir kilise oluşturma amacındaydı.
Ancak Hristiyanlar arasında ayrışma ve mezheplere bölünmede bu dönemden sonra başladı ve hız kazanmaya başladı. Ortodoks, Katolik, Protestan gibi mezhepler herbiri ayrı bir dinin mensupları gibi asırlar süren kanlı savaşlara imza attılar.
Umarım okurken sıkılmamışsınızdır.
Yazıyı sonlandırırken şu Noel yemeği olan meşhur Hindi yemeğinden de bahsederek konuyu bitirelim.
Amerika’nın keşfinde bulunan hindi, Avrupa’da zamanın Hristiyan liderine hediye olarak götürülür; bunun üzerine Papa hindiyi görünce ve ilk defa gördüğü hindiye bakarak: “Ne tür bir hayvan bu böyle, aynı Türkler gibi kırmızı suratlı, kabararak yürüyor, bunun adı Türk olsun.’’ der ve Hristiyanlar’ın inanışlarınca her yıl başında Hz. İsa’ya bir Müslüman-Türk kurban etmek borç bilinirdi.
Bunun üzerine Avrupalı Hristiyanlar her yılbaşında bir Türk kurban edemedikleri için Türklere benzettikleri ve de isimleri ne gariptir ki Turkey (hindi) olan bu hayvanı keserler.
Yukarıda açıklamasını yaptığım konu bizim hamaset severlerce pek tutulmaktadır.
Öncelikle belirteyim ki yılbaşı sofralarında hindi bulunması ile ilgili hiçbir kültürde, hiçbir dini inançta herhangi bir ifade bulunmuyor. Günümüzde evcilleştirilmiş olan hindiler, Amerika’nın keşfi öncesinde yabani olarak yaşamlarını sürdüren hayvanlarmış. Amerika’da yaşamakta olan yerliler ise ziyaretçiler ile zaman içerisinde gelişen ilişkileri doğrultusunda mısır ekimi ve hindi avcılığı gibi bazı bilgileri paylaşmışlardır. Bu nedenle her yıl kasım ayı içerisinde kızılderililere şükranlarını sunmak amacı ile İngilizler tarafından kutlanan şükran gününde, yemek sofralarında hindi yerini almaktadır.
Zaman içerisinde hindi, büyük ve iştah açıcı görüntüsü ile özel günlerde sofralarda yerini almaya başlamıştır. Şükran günü ve yılbaşı birer dini bayram olmamakla birlikte, Müslümanlar için herhangi bir anlamları da bulunmamaktadır. Ancak yılbaşı ve noel arasındaki anlam karmaşası nedeni ile ülkemizde, hristiyan ülkelerdeki coşkusu ile kutlanmakta olan bu özel günlerde, bir İngiliz şükran günü geleneği (Şükran günü Amerikalıların milli bayramlarındandır) olan hindi yemekleri hazırlanmaktadır ne yazık ki.
Sanılanın aksine yılbaşı gecesi hindi yenmesi bir hristiyan geleneği değildir. Şükran günü Kızılderililer ve İngilizler arasındaki bir ziyafetin, zaman içerisinde insanlar arasındaki sosyal ilişkilerin tazelenebilmesi adına ulusal bir bayrama dönüşmesi ile günümüzdeki halini almıştır.
Oh be, bir uzun yazıyı daha bitirdik.
Adem'den beri gelmiş geçmiş bütün Müslümanların ruhlarına bir Fatiha göndererek bitirelim yazımızı.
Fehmi Demirbağ
AMERİKAN VAHŞİLERİNİN GERÇEK HİKAYESİ
Amerikalı vahşiler deyince aklımıza hemen Kızılderililer geliyor değil mi?
Çünkü Hollywood filmleri bize öyle gösterdi, öyle öğretti; Yerliler zavallı beyazların kafa derilerini yüzerler!
Onlar vahşidir.
Yerlidir. Yerli olanlar vahşidir.
Tıpkı Barbar Türkler gibi.
Ama beyazlar uygardırlar. Onlar gittikleri yere barış, medeniyet, demokrasi getirirler.
Tıpkı Afrika'ya götürdüklerinden. Tıpkı Ortadoğu'ya getirdiklerinden. Tıpkı Uzak Asya'ya getirdikleri gibi.
İtiraz edenler yerlilerdir. Yerliler ilkeldir. Vahşidirler.
Zavallı, iyilik getiren beyazları anlamayan isyancıdırlar.
Hadi kısaca Amerikan vahşilerinin...beyaz adamın yani...yaptıklarına bir göz gezdirelim!
"1492 yılında Cenovalı kaşif Kristof Kolomb'un Nina, Pinta ve Santa Maria gemileri Amerika kıyılarına yanaştığında onları Arawak kızılderilileri karşıladı..
Kızılderililerin inancında Tanrılar sakallıydı ve denizden gelmişlerdi..
Sakallı istilacıları görünce onları doğaüstü sandılar..
Yüzerek selamladılar..
Mısır, patates ikram ettiler..
Atları, iş hayvanları, demir silahları yoktu..
Ama kulaklarına ince altın süsler takıyorlardı..
İşte o altınlar sonları oldu..
*. *. *
Kolomb kızılderililerle ilgili ilk izlenimlerini İspanya Kraliçesine şöyle yazmıştı..
“Bu insanlar o kadar yumuşak başlı, barışsever ki, yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına Majestelerinizin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar; gerçi çırılçıplak dolaşıyorlar ama davranışları terbiyeli ve övgüye değer”
Seyir defterine de şunları eklemişti.
"Onlara kılıçlarımızı gösterdik. Demir silahları ilk kez gördükleri belli. Kesmenin ne demek olduğunu bilmediklerinden, bazıları kılıçların keskin tarafını tutunca ellerini kestiler. Bu insanlar ne herhangi bir mezhebe bağlılar ne de puta tapıyorlar. Kötülüğü tanımıyorlar, birbirlerini öldürmeyi bilmiyorlar. Hiç silahları yok... Kızılderililer son derece sade, dürüst ve eli açık insanlar. Herhangi birinden sahip olduğu herhangi bir şey istenince hemen veriyorlar. Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar. Komşularını kendileri kadar çok seviyorlar. Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar yoktur. Her zaman gülüyorlar."
Bir de not düşüyordu.
"Bu insanların çalıştırılması, ekin ekmesi, gerekli her işe koşulması ve bizim (Avrupalalıların) gelenek ve göreneklerimizi benimsemesi gerektiği kanısındayım"
*. *. *
Ardından katliam başladı..
Sakallı yabancılar altın ve değerli taş aramak için köyleri yağmaladı, yakıp yıktı..
Yüzlerce kadını, erkeği, çocuğu kaçırdılar..
Kadınlara tecavüz ettiler..
Direnen erkeklerin kulaklarını kestiler, kafa derilerini yüzdüler..
Gemilerine atıp köle olarak satılmak üzere Avrupa’ya götürdüler.
Kolomb’un 12 Ekim 1492’de San Salvador sahiline ayak basmasının üzerinden on yıl bile geçmeden bütün kabileler, yüzbinlerce insan yok edildi..
Ardından akın akın geldiler..
Tüm Amerika Kıtasını cehenneme çevirdiler..
Katliamlara papazlar da katıldı..
Katolik olmayı kabul etmeyen Kızılderili şamanları ayaklarından asılarak canlı canlı yakıldı..
Kolomb Amerika'ya vardığında dünya nüfusunun 5'te biri kızılerili idi..
Sayıları 70 milyonu geçiyordu..
1492'den bugüne sadece 2 milyon kaldılar..
*. *. *
Dünya tarihinin en büyük soykırımını yapan Avrupalı istilacıların bu katliamı kitaplara şöyle yansıdı..
" İspanyollar istilacılar her geçen gün daha kibirli oluyordu. Aceleleri varsa yerlilerin sırtına biniyorlardı. İspanyolların canavarlığı sınır tanımıyordu.. Birgün ikisi de birer papağan taşıyan iki yerli çocuğa rastlayan iki papaz, papağanları aldılar ve sırf zevk olsun diye çocukların kafasını kestiler”
Las Casas
"Ben Küba’da iken üç ayda yedi bin çocuk öldü. Acıdan çılgına dönen bazı anneler bebeklerini nehirde boğuyorlardı... Böylece erkekler madenlerde, kadınlar ağır çalışma içinde ve çocuklar da süt bulamadıkları için ölüyordu. Bu kadar büyük, güçlü ve verimli topraklar kısa sürede boşaldı. İnsanlığa o kadar yabancı olan tüm bunları kendi gözlerimle gördüm ve şimdi bile yazarken ürperiyorum."
Las Casas
“Tanrı’nın hususi takdiriyle savaştan kaçan kızılderililerin tamamına yakını çiçekten öldürdük. Tanrı topraklarımızı temizledi”
"Massachusetts Körfezi Kolonisi’nin ilk valisi John Wintrop
"Kızılderilileri yakıyorduk..Onları böyle ateşte kızarırken ve bu ateşi söndüren kan gölünde görmek korkunç bir manzaraydı, çürüyen cesetler ve bunlardan yayılan koku berbattı fakat zafer tatlı bir fedakârlık gibiydi Bizlere olağanüstü yardımlarda bulunarak bu kadar gururlu ve kibirli bir düşmanı elimize düşüren, bu kadar çabuk bir zafer bahşeden Tanrı’ya şükranlarımızı sunarız."
Plymouth Kolonisi’nin Valisi William Bradford
"Kızılderililerin hamal olarak kullanılmasını kınamıyorum. Ancak bir adamın bir domuza ihtiyacı varken 20 tane öldürüyordu. 4 Kızılderili'ye ihtiyaç duyduğunda bir düzine alıyordu. Metreslerini omuzlarda taşınan hamaklar içinde fakir Kızılderililer'e taşıtan birçok İspanyol vardı. Bu uygulamalar esnasında yerlilerin maruz kaldığı kötü muameleler, zararlar, soygunlar, haksızlıklar ve büyük kötülüklerin sayılması istense bunun sonu gelmez. Çünkü onlar için Kızılderilileri öldürmek, yararsız hayvanları öldürmekte birdi. "
Cieaze de Leo
"Kızılderililerin eğer altını yoksa çocuklarını satarlardı. eğer çocukları da kalmamışsa kendi hayatlarını verirlerdi. Bu haraçları veremediklerinden ötürü Kızılderililer işkence acıları altında ya da gaddarca zindanlarda öldürülürdü. Zira İspanyollar onlara hayvani bir vahşilikle muamele ediyor ve onları hayvandan daha aşağı görüyorlardı.. Kızılderililerin cesetleri köpeklerin önüne yem olarak atılıyor, vücutlarından yaralara iyi gelebilecek bir yağ üretiliyordu. Kızılderili kadınlar sıra hâlinde direk ve ağaçlara, çocukları da onların ayaklarına asılıyordu."
Papaz Motolinia
"Sırf eğlence olsun diye, kadın erkek demeden yerli halkın ellerini, burunlarını ve kulaklarını kesip kopardıklarını ve bunun bölgenin değişik yerlerinde defalarca tekrarlandığını kendi gözlerimle gördüm.
Memeden kesilmemiş bebekleri annelerinin göğsünden alarak onları en uzağa fırlatma konusunda birbirleriyle yarıştılar.”
Bartolome de Las Casas
"Askerler pek çok Kızılderili'yi uykularında öldürdüler. Annelerinin göğüslerinden çekilip alınan bebekler anne-babalarının gözleri önünde kılıçla parçalanıyor ve bebeklerin parçaları ateşe atılıyordu. Kundaktaki bebekler beşikleri içinde parçalanıyor, kafaları eziliyor, en taş-yürekli adamın bile vicdanını sızlatacak bir vahşilikle öldürülüyorlardı..Bazı bebekler nehre atıldı, onları kurtarmak için anne ve babaları da suya atladı. Ama askerler ne çocukların ne de anne-babaların sudan çıkmalarına izin vermediler, hepsi boğuldu.”
David de Vries
*. *. *
Gerçeğin ta kendisidir..
Kızılderili kadınları çocukları doğduğunda elleriyle onların ağzını kapatırlar..
Nefes alması için ellerini bir süre çekip, bebeğin tekrar ağlamasına fırsat vermeden aynı hareketi tekrarlarlar. .
Ağlamamak, gözlerini dünyaya açan bir Kızılderilinin aldığı ilk derstir..
Beyaz adamdan kaçarken, kucaktaki bebeğin ağlaması her şeyin sonu demektir..Dersini iyi alamayan bir bebeğin çıkaracağı ses, kurşun yağmurundan ölmek demektir.
...
Ne diyordu Suriyeli bebek: "Sizi Allah'a şikayet edeceğim!"
Ne çok bebek şikayetçi olacak insanlık tarihinde yaşadıklarından dolayı beyaz adamdan!
Beyaz adamdan; insanlığın yüz karalarından.
Ah Kartaca! Kaybetneyecektin Roma' ya karşı!
Fehmi Demirbağ

26 Aralık 2018 Çarşamba

BOZUK DÜZEN

Genelev var ülkemde yasal olarak kurulup haram işleyen, helal olmayan zinayı yaşatan.

Meyhaneler var ülkemde yasal olarak kurulup haram işleyen, helal olmayan alkolü yaşatan.

Bankalar var ülkemde yasal olarak kurulup haram işleyen, helal olmayan faizi yaşatan.

Piyango idaresi var ülkemde yasal olarak kurulup haram işleyen, helal olmayan kumarı yaşatan.

Haramlar yasallaştırılmış, helaller yasaklanmış; tuhaflıklar ülkesiyiz vesselam. İlim out cehalet in! İnlerine giremedik bir türlü türlü türlülerin!
...
Çileli yaşamlarımızın müsebbibi budur, bu garabet.
Ama başka yerlerde kusur aramakla geçer ömrümüz.
İlim,irfan, kültür, sanat mahpus... mahsuscuk adamlar ziyade, hakikatinkiler sus-pus!
Bozuk düzen dedik ya...
Bozuk adamlar uretir, vesselam! Herşeyi gibi bozuk!
Tamirci de kalmadı lakin!
Onlar da düzene uydular hepten bozuk!


DİKEN EKTİĞİN TARLANDAN GÜL BAHÇESİ BEKLİYORSAN BOŞUNA!

İnsanın ahlâkının oluşmasında, çocukken duyduğu kelimelerin ve izlediği görüntülerin tesiri büyüktür. Aldığı terbiye çocuğun geleceğini belirler.

Ahlaksız ekranları seyrederek, ahlaksız kitapları okuyarak büyüyen bir çocuğun edepli olmasını beklemek, diken ekilen bir tarlanın gülbahçesi olmasını arzulamak gibidir. 

İYİ MİSİNİZ, KÖTÜ MÜ?

İyi veya kötü olup olmamak; “dışarı”dan aldığımız telkin, terbiye, görgü, bilgi, tecrübe vs ile ilişkili olduğu gibi; bizim “içimiz”deki hangi duyguların, dürtülerin ve düşüncelerin gelişmesine, tutum ve davranışlarımızı etkilemesine müsade etmemizle de çok ilişkilidir.

Kendi ellerimizle çocuklarımizı heder ediyoruz.
Türkıyenin birinci önceliği çocuklarına sahip çıkmaktır.
Oysa en ihmal ettiğimiz zenginliğimiz çocuklarımız.
Çarcur ettiğimizin farkında olmadığımız çocuklarımız...


DİNDAR O KIMSEDİR Kİ...
ELINDEN, DİLINDEN, BELINDEN ZARAR GELMEZ.
MÜSLÜMANLIK İDDİASIYLA İSLAMİ BILINCI ZAYIF OLAN İNSANIMIZA KARŞI KENDINDE ÜSTUNLUK GOREMEZ.
AKSINE YAŞANTISIYLA ORNEK OLARAK NASIL OLUNMASI GEREKTİĞİNİ GÖSTERİR.
ASLA PROVAKATÖR OLAMAZ, YANİ FİTNE ÇIKARTMAZ!

MİSAL;
BUTUN CEMAATLERİ, DİYANETİ, DINDEN GEÇİNENLERİ...
GAVUR İZMİR' E TEBLİĞ HAREKETINE DAVET EDİYORUM.
MADEM GAVUR DIYORSUNUZ, MUSLÜMAN TÜRKİYE' DE BIR BELDE GAVUR İSE SIZ KENDINIZDEN UTANIN. NEDEN ORADAKİ KARDEŞLERİMIZİ ÖTEKILEŞTİRIYORUZ Kİ?
İNANDIRICILIĞINI YİTİREN İNSANDAN DAHA ZAVALLI KİM OLABİLİR Kİ?
GÜVENİLMEZ OLANDAN!
VE CEHLİNİN FARKINDA OLMAYANDAN! VE ZALİMDEN! ADALETTEN NASİPSİZ OLANDAN!
***
DİRİLERİN KIYMETİNİ BİLMEZ OLDUK!
ÖLENLERE AĞITLA GEÇER ÖMRÜMUZ.
BAHARDA ZEMHERİYE SAVRULDUK
YALANA MÜPTELA OLANA GECMEZ SÖZÜMÜZ!

fehmi demirbağ

20 Aralık 2018 Perşembe

YILIN "HAKLILIK ÖDÜLÜ" NÜ REİSİN ELİNDEN ALDIK!
Dün yapılan Başkanlık Kültür Sanat Ödül dağıtımında biz de payımıza düşen "Haklılık Ödülünü" aldık.
Reis "aferin sana Fehmi" dedi.
"Tek başına bizim lüzumsuzlarla mücadele eder durursun. Genç Türkiye Platformu' nu kurdun, geçen sene milyon dolarlık derneklere rağmen sana yılın STK sı ödülünü verdik.
Yine başbakanlıkça ödüllendirildin Mihmandar Gençlik Projesine yaptığın katkılardan dolayı. Hoş emeğini nasıl inkar ederiz, beraber ıslanmak için yola çıktığımızda Akparti'mizin çalışma programını da sen yazmıştın; Türkiye'nin kurtuluş formülü demiştik senin fikirlerine.
Sen ne diyorsan o.
Seninle iftihar ediyorum, sevgili kardeşim Fehmi!"
Reis dünkü töreninde bana göre çok önemli konulara da değindi.
Bütün belediyelerin kültür müdürleri de oradaydı, çok önemli bilumum zevatta. Herkes birbirleriyle fotograf çektirme yarışındaydı. Bense Reis'imin yaptığı konuşmada temas ettiği konular hakkında not almakla meşguldüm.
Hadi onlara bir göz atalım:
1-"Bize göre kültür, toprak gibi, tıpkı bayrak, ordu, para gibidir. Bir milletin bağımsızlığının sembollerinden biridir."
(Biz de yıllardır Kültür Ekonomisinden bahsederiz. Belki de bu konuyu Türkiye'de ilk gündeme alanlardan birisi de biz olduk. Kültür Kuvvetleri Komutanlığından bahsederim yıllardır, istihza ile, filan. Yine haklı çıktın Fehmi.)
2. "Kültür sanat alanında yeni ve büyük adımları hep birlikte atacağız. Türkiye’nin son bir asrı siyasi ve sosyal alanlar yanında Kültür ve Sanat alanında da büyük kırılmalar yaşanan dönemi ifade ediyor.
Günümüzde kültür endüstirisi öyle bir yere geldi ki... Sinemadan giyime, teknolojiye kadar her yerde görüyoruz."
(E bu sözüne "Günaydın Reis" diyesim geldi. Ah be bi bilseydin benim "Herotürk Projesi" ile yapmaya çalıştıklarımı. Hem de 15 yıl öncesinden. Reis, teşekkür ediyorum her konuda beni haklı çıkarttığın için. Misal bizim "Fetoş" dediğimize yıllar sonra "Fetö" dedin ya! Neyse o konuda sonradan "Allah affetsin" demiştin.)
3. "Biz uzunca bir süre ecdadın medeniyet mirasına sırtımızı dönüp kendimizi her alanda gecekondulara kaçak yapılara mahkum ettik. Halbuki bizim tarihimizde ilim ve sanat insanlarının müstesna bir yeri vardır."
(Bayıldım bu ifadene. Tarihimizde ilim ve sanat adamlarının müstesna yeri olduğunu hatırlattın. Allah aşkına şu adamlarına da hatırlat! Şu belediyelerinin Kültür müdürlüklerine. Kültürden sorumlu başkan yardımcılarına. Onlar işkembe ve apış arası organizasyonları kültür-sanat sanıyorlar. Biz Müslüman snatçıları görmezden geliyorlar. Hayatlarında A4 kağıda arzuhal yazamayanlar bizim gibi 50'ye yakın neşriyata imza atmış adamları kaale almıyorlar. TRT öyle, Kültür bakanlığı öyle...Çokk doluyum be Reis! Bila bla!)
4. "Ömrüne 800'e yakın projeyi sığdıran bir Mimar Sinan. Bunları öyle kaçak yapı filan değil. Siyasetçiyim öyle gecekondu falan demem zor ama hiç olmazsa kaçak yapı diyebilirim."
(Hatırlıyorum "İstanbul'a ihanet ettik" demeni. Neyse bu konuyu çok uzatmayayım. Abdestli Kapitalizm mevzularına girerim şimdi. Ya da dünün mücahitlerinin bugünün görgüsüz müteahhitleri olduğu mevzuuna!)
5. "Kültür ve sanat tabiatı gereği özgürdür."
(Çok haklısın be Reisim. Acun Ilıcalı özgür, Necati Akpınar Özgür, Müjdat Gezen Özgür. Tv dizi yapımcıları özgür. Aleyna Tilki özgür. O özgürlük maalesef biz Müslüman sanatçılarda hala yok.)
6. "Bir grup, kültür ve sanat dünyamızı esir almıştı. Bu esaret yavaş yavaş kalkıyor."
( Sanırım yaşlandım, gözlerim eskisi kadar iyi görmüyor. Bu dediğini ben neden göremiyorum?)
***
Yıllardır didinip dururuz.
Hoş geçtiğimiz yıllarda reis yaptığı bir konuşmada "Eğitim ve Kültür-sanat'ta sınıfta kaldık" demişti aslında.
"Eğitim ve kültür alanında hedeflediğimiz noktaya ulaşamadığımız için üzgünüm!" de demişti.
Cumhurbaşkanımız, başkanımız Tayyip Erdoğan, "Müfredatı süratle geliştirmemiz, zenginleştirmemiz lazım. Bunu yaptığımız zaman gençliğimiz çok farklı şekilde gelişecektir" dedi. Ama bu konuşmayı 26 aralık 2015'te yapmıştı. O günlerden bugünlere süratle bakan değişiklikleri yapıldı, o kadar.
Benim bildiğim Başkomutan dediğimiz, Reis dediğimiz, Başkan dediğimiz bu kişinin konuşmaları havada kalmamalı. Kim yapacak onun işaret ettiği hususları; elbette onun sayesinde belirli makamlara gelen zevatlar.
FEHMİ DEMİRBAĞ

19 Aralık 2018 Çarşamba

ÇOCUK EDEBİYATI VE LGBT


Önce birkaç haber:
Yayınlandığı günden bu yana ilk kez kapağında bir trans birey ile okur karşısına çıkan National Geographic “Cinsiyet Devrimi” adını verdiği dosya konusunda çocuklarla lgbt üzerine konuşmuştu. Kapak görselinde yer alan Avery Jackson dört yaşında cinsiyet değiştirmeye karar vermiş bir çocuktu. Erkek olmaktan kurtulan Jackson “Kız olmanın en iyi yanı, artık erkek taklidi yapmak zorunda olmamam” ifadelerinde bulunmuştu. Dergi dünyanın farklı pek çok ülkesinden 9 yaşındaki çocuklarla cinsiyet ve translık üzerine başka röportajlara da yer vermişti. [1]
154. sayısında KAOSGL Dergisi’nin dosya konusu “çocuk” idi.Çocuk olmak, çocuk hakları gibi konuların yer aldığı dergide lgbtli çocuk ve gençlerin deneyimlerine yer verildi. Ailenin “antisosyal bir kurum” olduğu fikri üzerinden toplumsal sınıf ve cinsiyet rolleri eleştirildi. Çocukların cinsiyet haklarından ve cinsel tercihteki özgürlüklerinden bahsedildi. Derginin çizimleri Tarlabaşı Toplum Merkezi’ne katılan çocuklara ait. Merkez uzun zamandır çocuk hakları üzerine yürüttüğü çalışmalarda lgbt’yi de işliyor.
LGBT Aileleri İstanbul Grubu olan LİSTAG çocukları lgbt olan ailelerin dayanışma amaçlı kurduğu bir platform. “Benim Çocuğum” belgeselinde yer alan ailelerden biri çocuğunun cinsel tercihini, doktorun “bu bir varoluş şekli, hastalık değil’ açıklaması üzerine nasıl kabul ettiğini v sonrasında da erkek çocuğunu ameliyatla kıza çevirme kararını anlatıyor.[2] Çocuklarını “kızım” ya da“oğlum” diyerek değil sadece “çocuğum” diyerek sevdiklerini söyleyen bir grup aile…
New York’taki Desmond Napoles 5 yaşından beri Barbie bebeklerle oynamayı çok seven, hep prenses elbiseleri giymek isteyen , kız gibi davranmayı seven ve şu an artık bir trans olan on yaşında bir çocuk. Terapistin bu doğal(!) durumu destekleme önerisi üzerine aile Desmond ile birlikte bundan sonraki yıllarda onun lgbt mücadelesinde aktif yer aldı. Desmond uluslararası lgbt platformlarının çocuk yüzü olarak meşhur edildi. [3]
Gerek şiddet, gerek nefret ayrımcılığı gerek feminizm konuşmalarının bir yönü cinsiyette geliyor ve isteyenin istediği gibi yaşayabildiği bir dünyanın, tüm sorunları ortadan kaldıracağı varsayılıyor.
Türkiye, bu konuda son yıllarda ciddi bir imtihan veriyor. Sosyal medya ortamlarından lgbt konusu düşmüyor. Ama lgbt’yi açıkça savunanlardan ziyade bu zihniyete zemin hazırlayan söylemin daha etkili olduğu ortadadır.Düşünce dünyamızı şekillendiren kavramlarla bu zeminin oluşturulmaya çalışıldığı çok açıktır.
Bu kavramlar daha çok kadınların da erkeklerin de özgür olduğu ve istedikleri şeyi yapabilecekleri fikrinden besleniyor. Özgürlük başat kavram ve herkesin sıkıştığında ilk önce sığındığı en sağlam kale! “Bana kimsene yapacağımı söyleyemez” argümanı kendi özgürlük sınırlarını belli ettiği gibi her türlü yaşamın mümkün olduğunu da ileri sürer. Günlük hayatta dışarı çıkan ortalama her vatandaşın çok rahat gözlemleyebileceği kıyafet değişimleri de bu özgürlük ve cinsiyet formlarının başka bir yüzü. Ekranların giyim programlarında otorite kabul edilen trans eleştirmenler, size nasıl daha iyi giyinmenizi yani aslında nasıl düşünmeniz gerektiğini söylüyor. Cinsiyet eşitliğini savunan, hatta bazen cinsiyet ayrımlarının gereksiz olduğu ve türler arası ayrım yapmamayı savunan bazı feminist yaklaşımlar da oldukça etkili.Edebiyatta da bu alanda çok güçlü bir temsil alanı yakalayan lgbt lobisi, yarışmalar düzenleyerek bu grubun temsil alanını görünür kılmayı hedefliyor.[4] Yurt dışında pek çok ülkede romanlar bu konuya eğliyor hatta neredeyse bu konuyu işlemek moda oldu. Ülkemizde de bu alanla ilgili literatür epey genişliyor.[5]
Çocuk Edebiyatında LGBT
Çocuk edebiyatında yetişkin edebiyatında olduğu kadar rahat ele alınamıyor bu konu.Hassas ve pedagoji gerektiren çocuk edebiyatı alanı lgbt gibi bir konuyu Türkiye’de çok aleni işleyemiyor. Ancak kimi kitaplarla ülkemizde lgbt farkındalığının oluşturulmaya başlandığı da aşikar.
Önce yurt dışı örneklerini inceleyelim. En çok okunan 20 lgbt çocuk kitabında gay-onur yürüyüşünün ilk örneği, kendini deniz kızı gibi hisseden Julian’ın hikayesi,kendisine tercihinden dolayı saygı duyacakları Mars’a giden siyahi çocuğun hayali yolculuğu, iki eşcinselin nasıl da toplumu inşa ettiğini anlatan mücadelesi, iki anneli ve iki babalı aileler gibi kurgular yer alıyor. Örneğin“Ben Jazz” isimli kitapta iki yaşındaki bir erkek çocuğun kendi bedeninde bir kızın beynini taşıdığı ifadesi yer alıyor.[6]
Ülkemizde bu şekilde aleni yazılmış kitap sayısı çok az. Muhafazakâr ülkelerdeki direnç biraz daha fazla olduğu için öncelikle “kadın” üzerinden geliştirilen bir söylem var. Kadınların özgürlüklerine kavuşması, her türlü norm karşısında eşit kabul edilmesi ve bir özne olarak varlık sahnesindeki hak ettiği yeri almasını elbette ki destekliyorum. Yüzyıllardır sadece ülkemizde değil tüm dünyada hiç azalmadan süregelen ataerki, zulme varan uygulamalarıyla mücadele edilmesi gereken bir düşüncedir. Bu konuda referans alınan İslam’ın sınırları iyi anlaşılmalı ve fıtrat gerçeğimiz unutulmamalı diye düşünüyorum.
Son yıllarda çokça artan kadın biyografilerinin yer aldığı çocuk kitaplarında sözü edilen kadınlar bu konuda nerede duruyor? Sürekli olarak kız çocuklarına“tabuları” yıkmaları söylenerek hak ettikleri adaleti tesis etme çabası acaba nerelere varıyor? Tüm bu çaba adalet savaşı mı yoksa fıtrata karşı açılmış bir savaş mı karar vermek gerekiyor.
Tüm dünyada kısa sürede onlarca baskıya ulaşan ve ülkemizde de yüksek rağbet gören “Asi Kızlara Uykudan Önce Hikayeler” kitabında feminist terminoloji çok etkin kullanılmış. Kitapta çeşitli alanlarda başarı yakalamış güçlü kadın isimlerine yer verilirken bir de bir ilkokul öğrencisinin hayatı ekleniyor. Coy Mathis[7]adındaki bu öğrenci ailesine “ne zaman doktora gidip beni kız yapacağız” diye soran bir erkek çocuğudur. Doktor, Coy’un bir erkek bedenine sahip ama içinde bir kız çocuğunun var olduğunu söyleyerek, onun transseksüel olduğunu aileye açıklar. Okulun kızlar tuvaletini kullanmak isteyen Coy çeşitli sorunlar yaşar ve mahkemeye taşınan konu Coy’un lehine sonuçlar. Evde ailecek yapılan kutlamada pembe pasta yenir. Bir başarı hikâyesi olarak Coy’un yaşamı bu kitapta kendine yer bulur.
Yapı Kredi Yayınları’nın “Kız Çocuk Hakları Bildirgesi” ve “Erkek Çocuk Hakları Bildirgesi” isimli kitaplarında da kız ve erkek olmanın hiçbir kalıba sokulmaması gerektiği, isteyenin istediği hayatı yaşayabileceği, zevklerin ve yaşamın tartışmaya kapalı olduğu gibi mesajlar yer alıyor. Çocuk Şehri 8.sayısında yer verdiğimiz ayrıntılı değerlendirmede bu kitapların homofobik düşünceyi ortadan kaldırmayı ve kuir düşünceyi yaygınlaştırmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Çocuk kitapları dergisi İyi Kitap’ın Toplumsal Cinsiyet isimli dosyasında Pippi karakterinin anarşist feminist açıdan önemi yer alıyor.[8]Yine aynı derginin Ekim 2018 dosyasında “Dilediğiniz Kişiyi Sevin!” başlığı ile Safter Korkmaz, “İki anne ya da iki baba ileç ocuklarının resmedildiği aile tabloları bir hayli ezber bozacak” ifadesiyle YKY’nin serisi olan Anne Hakları Bildirgesi ve Baba Hakları Bildirgesi’ndeki mantaliteyi savunuyor.[9]
LGBT alanında kitaplara listesinde yer veren Güldünya Yayınları’nın “Küçük Feministin El Kitabı” küçüklere feminizm kitabı olarak üstüste birkaç baskı yaptı. Yayınevi, geçtiğimiz ay “Morris Micklewhite ve Turuncu Elbise” isimli bir kitap yayımladı. Kitapta süslenmeyi ve elbise giymeyi çok seven küçük bir erkek çocuğunun hayatı anlatılıyor.[10]
Son zamanlarda Frida Kahlo ismini duymayan yoktur.Hakkında en çok çocuk kitabı yazılan kadın karakter herhalde Frida Kahlo’dur. Peki Frida bu ününü neye borçludur? Yaşadığı korkunç trafik kazasının ardından yaşam mücadelesi veren Frida uzun yıllar hastane yatağına bağlı yaşamak zorunda kalır. Hastane odasında yatağının tam üstüne, tavana ayna taktıran Frida bu yolla başarılı otoportreler çizer. Resimde oldukça başarılı olan Frida bir azimve sanat öyküsünün başkahramanıdır. Çocuk kitaplarında bu haliyle tanınan Frida hayatında birkaç kez evlilik yapmış, evli olduğu sıralarda birkaç kişiyle eşini aldatmış, hatta eşcinsel ilişkiler yaşamış biridir. Bundan sonra çoğu bayanlarla olmak üzere Frida’nın yaşamında birçok cinsel ilişkiye tanık olunur.[11]Anarşist-feminist Frida duygu dolu sözleri, varoluşçu ifadeleri ve sanatıyla olduğu kadar bu cinsel hayatıyla da çok konuşulan bir isim olur. Bugün bu kadar revaçta olan Frida Kahlo yüceltmesi ile ne amaçlanıyor dersiniz? Frida’nın hayatını ilk Nota Bene Yayınları’ndan okudu çocuklar. Bunu daha sonra diğer yayınevleri takip etti.[12]
Çocuk edebiyatında yer almayan başlayan bu örnekleri ileride daha fazla okuyacağız gibi görünüyor.
Aile ve Din Mücadele Edilmesi Gereken İki Kurumdur
LGBT gruplarının genelde karşı durduğu iki kurum vardır. Biri din diğeri aile. Din ve aile onlar için yıkılması gereken tabulardır. Din muhafazakar yapısı ile belli kalıpların korunmasını gerektiğini söyler, aile de dini ve ulusal değerleri korumak için en ilkel formdur. LGBT zihniyetindeki çoğu kişi ailede yani özel alanda yaşanan baskı, zorlama, şiddet ve taciz gibi durumlar nedeniyle aile kurumuna olumlu yaklaşmaz. Toplumsal cinsiyet rolleri en başta ailede geliştiği için bu kurumun yok edilmesiyle özgür ortamın doğacağını düşünürler.[13]
Bilinci Okuyan Yeni Tür
Ocak 2018’de Davos’ta konuşan Harari[14] ilginçşeyler söylüyordu. Harari’ye göre gelecekte insan türü sona erecek ve yeni bir tür ile karşılaşacağız. “Beden, beyin ve zihin” tasarımı yapabilen bu yeni türün tüm dünyayı yönetecek. Gelecek “veriler”e sahip olan bu türlerin egemenliğinde devam edecek. Dolayısıyla veriyi kontrol edebilen tüm yaşamı da kontrol edecek.
Verilere sahip olmak ve kontrol etmek biyolojik algoritmaları çözmekle mümkün. Yeni dünyanın bunu başardığını söyleyen Harari “10 ya da 20 yıl içinde herhangi bir gence, algoritmaların, bu durum ne kadar hassas olsa bile, tam olarak ne olduğunu ‘gay ya da değil’ spektrumu içinde söylediğini bir düşünün. Algoritma göz hareketlerinizi, kan basıncınızı, beyin faaliyetlerinizi takip edip size kim olduğunuzu söyler.” ifadeleri ile cinsiyet kimliklerinin epey bir bozulacağının da sinyalini veriyor. Şimdilik sadece internet üzerinden kişileri kontrol edebilen bu sistem çok yakında reel ilişkilerde de egemen olacak.
Yani kısaca Harari: “Örneğin, sizin cinsel yöneliminizi, sizi sizden daha iyi bilenin fotek ve biyotek karışımı bir makine size söyleyecektir ve makinenin söylediği sizin söylediğinizden daha kesin ve dolayısıyla daha güvenilir olacaktır ve siz bu makinenin sizin hakkınızda vereceği karardan kaçamayacaksınız. Artık Tanrı’nın kanunları içinde hareket etmeyeceğiz. Yaşamın ve canlılığın kanunlarını biz kendimiz yapacağız” diyerek Tanrı’ya meydan okuyan bilimin sözcülüğünü yapıyor.
LGBT örgütleri küçük bir azınlık olmalarına rağmen tüm dünyada nasıl bu kadar etkili olmayı başarıyorlar sorusunun cevabı da işte burada yatıyor. Yapay zekâ, düşünceleri okuma, insan klonlama, genetik müdahale gibi yeni bilimin söz sahibi olduğu alanlarda LGBT örgütlerini görmek mümkün.Bu iki mekanizma aynı projenin paydaşları.[15] Bilince hükmetmek isteyen ve kişiye yeni kimlikler bahşedecek(!) olan geleceğin bilimi doğuştan pedofili, zoofili, nekrofili durumlarını mümkün kılacaktır. Ya da mesela heteroseksüel bir ilişki dışında yani normal yollarla sağlanan üreme dışında başka bir üreme alanı yakalarsa üreme ve haz iki ayrı konu olacaktır. Bunun nelere mal olabileceğini bir düşünün!
Sonuç
Gelecekte öngörülen bu yeni dünyanın yapı taşlarış imdiden döşeniyor. İnsanlar yavaş yavaş gelecekte olması planlanan bu kurguya hazırlanıyor. Cinsel eğilim, farklılıklara saygı, özgürlük, hümanistlik gibi“tehlikesiz” görünen ifadelerle küresel dünyaya soft bir giriş yapan bu zihniyetin planlarını oldukça gizli yürüttüğünün farkına varmamız gerekiyor.Toplumu ifsad edenlerin ve fıtrata savaş açanların en büyük hedefi masumiyettir ve çocuklar en masum varlıklardır.

[1]http://www.nationalgeographic.com.tr/makale/ocak_2017/dokuz-yas-gozuyle-cinsiyet-/3866 
[2] http://www.agos.com.tr/tr/yazi/4205/lgbt-aileleri-anlatti-oglum-kizim-degil-benim-cocugum
[3] https://www.dailymail.co.uk/femail/article-5228857/A-10-year-old-drag-queen-founded-drag-club-kids.html
[4] http://www.edebiyathaber.net/14-kadin-kadina-oyku-yarismasi-bir-dostluktan-neler-dogar-temasiyla-basladi/
[8] http://www.iyikitap.net/index.php/2016/06/01/cocuk-edebiyatinda-toplumsal-cinsiyet/
[9] http://www.iyikitap.net/index.php/2018/10/02/dilediginiz-kisiyi-sevin/
[10] http://kaosgl.org/sayfa.php?id=26812
[11] http://www.ayorum.com/haber_oku.asp?haber=4062
[12] http://www.felahkitap.com/2018/11/cocuk-kitaplarindaki-frida-kahlo/
[13] https://dusunbil.com/erkeklere-yasam-onerileri/  (Bu anlamda aile işkencenin odağıdır ve bu kurum veya yapısı yok edilmedikçe klon insanlar yetişmeye devam edecektir. )
[14] https://www.ynharari.com/
[15]http://www.islamianaliz.com/haber/mucahit-gultekinden-2053te-turkiye-nasil-bir-ulke-olacak-yazisi-bati-tarafindan-hacklenmek-65186#sthash.KNKFIh1X.i4lNSax0.dpbs
YAZAN: AYŞENUR NARBOĞA (Bu yazı Çocuk Şehri 9. sayısında yayınlanacaktır.)

18 Aralık 2018 Salı

KASABANIN ŞERİFİ ACUN EFENDİNİN PSİKOPAT MASTER ŞEFİ MR. PAPAĞAN
Say bakalım 100' e kadar, desem parmaklarından destek almadan yapamaz, ama parmak sallar hakikate!
Tuzsuzluğun bu kadarına da pes. Yani tadını kaçırmayalım bazı şeylerin.
Tek bir tuz tanesindeki atom'dan haberi olmayan, bihaber! Saniyede 1 milyar tane sayacak hıza olsan bile tüm atomları saymak için ihtiyacın olan sürenin 500 yıl civarı olduğunu bilir misin? Sen 70 yıllık ömrünü haybeye geçirme bari. Bırak lüzumsuz numaratörlüğü...Tapu biriktirmeyi, banka hesaplarını şişirmeyi.
Dakikada 60-80 arası çarpan kalbinle bir düşün. Düşün dakikada 615 kez çarpan sinek kuşunu.
Tek bir bakterinin DNA' sının içerdiği bilgi herbiri 100 bin kelimelik 20 romana denktir.
Ah pardon, siz uzun yazıları okumazdınız değil mi?
DNA 3 milyar harften oluşan, canlı ile ilgili tüm bilgileri
saklayan muazzam büyüklükteki bilgi bankasıdır. Banka dedik, faiz yuvasından bahsetmiyoruz ama.
DNA'nın kopyalanması 1000 ciltlik...yani 1 milyon sayfanın kopyalanması ile eşdeğerdir. Bu 1 milyon sayfanın 20-40 dakikada hatasız olarak kaydedilmesi demektir.
Bir ağacın yapraklarının rengini, bir kurdun azı dişlerinin büyüklüğünü, bir zürafanın boyunu veya ayak parmaklarımızın şeklini DNA belirler.
DNA, hücre çekirdeklerinin hepsinde bulunan kromozomları oluşturur.Her bir kromozomda, tek,uzun bir DNA molekülü vardır. Bir DNA molekülü insanın tek bir saç telinden binlerce kere daha ince olduğu halde yüzlerce ciltlik ansiklopedinin bilgilerini içermektedir..Bir DNA molekülünün belirli bir genetik özellik İçeren kesitine GEN adı verilir.
İşte biz Acun efendinin kepazeliklerine kilitlenirken batı dünyası bu konuları işliyor.
Biz ise şurda yazılı iki satır yazıyı bile okunmaya tahammülsüsüz. Ya da çapımız yok ki anlayalım, kavrayalım.
Frekansı konuşuyor insanlar. Biz geri zekalı tv yayınlarının yaymış olduğu frekansların içeriklerin zararlarından bile bizar olamıyoruz.
Beyin Dalgaları...
Delta, Teta, Alfa, Beta ve Gama...
5 çeşit beyin dalgası var ve neredeyse müzik notaları gibi çalışıyorlar. Bazıları düşük frekanslardır, diğerleri yüksek frekanslardır. Birlikte uyum yaratma gücüne sahipler.
Düşünceleriniz, duygularınız ve hisleriniz mükemmel dengede, etrafınızdaki her şeye odaklanmış ve açık durumdadır.
Birisinin “Daha rahat olmak ve iç huzuru bulmak Alfa beyin dalgalarımı eğitmek istiyorum” gibi bir şey söylediğini duydunuz mu? Aslında, insanlar belirli bilinç durumlarına sokmak için belirli beyin dalgalarını harekete geçirebilen biyo-geri bildirim makineleri hakkında konuşuyorlar. Eh, burada dikkatlice adım atmalıyız…
“Göz kavrar beyin ise o şeye şekil verir.”
Beyin dalgalarımız söz konusu olduğunda, otantik sağlık ve mutluluğun anahtarı, her birinin kendi sıklıklarında ve optimum seviyelerinde çalışmasına izin vermede yatar. Ayrıca statik olmadıklarını da hatırlamalıyız. Daha çok yaşlandıkça değişirler. Dolayısıyla, daha iyi odaklanmak için Beta dalgalarını ya da daha iyi ruh sağlığı için Gama dalgalarını eğitmeye çalışmak faydasızdır.
Gerçek şu ki, hiçbir beyin dalgası türü diğerinden daha iyi veya daha fazla “özel” değildir. Hepsi önemlidir, çünkü bunlar nöronlarımızın ve zihinsel durumlarımızın elektriksel aktivitesinin sonucudur.
Hepimiz biliyoruz ki beyin bir elektrokimyasal organdır. Aslında, nörologlar, tüm sinir hücrelerimizin aynı anda aktif hale gelmesi durumunda, bir ampulü açmak için yeterli enerjinin olacağını açıklar. Ne kadar şaşırtıcı değil mi!
Bu elektriksel aktivite, farklı beyin dalgalarından sorumlu olan şeydir. Her aktivitenin, zihinsel durumun ve düşüncenin bir çeşit beyin dalgası yayabildiği karmaşık, büyüleyici ve mükemmel bir süreçtir.
Gün boyunca, beynimiz beş çeşit beyin dalgasını aktif tutar. O sırada ne yaptığımıza bağlı olarak, bazı beyin dalgaları beynin bazı bölgelerinde daha aktif olacak, diğerleri ise diğer alanlarda daha az aktif olacak, ancak hiçbiri kendi başına “kapalı” olmayacaktır.
Örneğin, Alfa dalgalarınız bir noktada frontal lobunuzda yoğun olarak aktif olabilir, bu da sizi biraz endişeli hissettirecektir. Bununla birlikte, oksipital alandaki bu aynı Alfa dalgaları ideal bir rahatlama durumu anlamına gelecektir. Bu nüanslar akılda tutmak için iyidir.
Manyetik alan üzerine çalışırken batı dünyası biz yarışma programlarındaki kart karıların ya da posası çıkmış ihtiyarların elektrik alış-verişlerini konuşuyoruz.
Cürmü yeten devam etsin:
DNA bir organizmanın oluşuma ilişkin bilgileri taşır.DNA molekülleri, hücre çekirdeğinde bulunurlar ve vücudumuzda bulunan tüm proteinleri oluşumu sırasındaki kodlamış bilgileri içerir.DNA’nın protein yapma işlemi ,inanılmayacak derecede kusursuzdur. DNA molekülü bükülmüş bir merdivene benzer.Her bir hücrenin DNA merdiveni hem anneden hem babadan gelen genleri içerir.Merdivenin basamakları,timin (T), adenin (A), sitozin (C), ve guanin ( G),adı verilen bazların kusursuz düzenlenmesiyle oluşur.Her bir aşamanın tamamlanması için bir baz çifti, belirli bir kombinasyonla eşleşir. T her zaman A ile, A da her zaman G ile eşleşir. Buna karşılık, C her zaman G ile ve G de her zaman C ile eşleşir. BU eşleşme, DNA’nın kendini kopyala işleminde önemli rol oynar.
Kopyalama işlemi başladığında DNA dizeleri çözülür ve baz çiftleri birbirinden ayrılır. Bu aşamada molekül, açılmakta olan bir fermuara benzer.Daha sonra serbest halde bulunan timin (T), adenin ( A), guanin (G), ve sitozin ( C),içeren nükleotidler, dizideki eşleşmemiş bazlara katılırlar. Serbest halde bulunan A’lar T’lerle, serbest halde bulunan T’lerle A’lar eşleşir.Aynı şekilde serbest halde bulunan G’ler C’lerle,ve C’ler G’lerle eşleşir.
Dizideki eşleşmemiş moleküllerin her biri, yalnızca belirli bazlarla eşleşeceği için DNA kendisinin mükemmel bir kopyasını üretebilir.Böylece eskiden tek bir DNA molekülün bulunduğu yerde kısa bir süre içinde iki özdeş DNA molekülü ortaya çıkar. DNA’nın içerdiği bilgiler bu şekilde kopya edilirken, bir hücre bölünebilir ve bir organizmanın nasıl oluşacağı hakkındaki bilgilerde nesilden nesile geçmiş olur.
***
Nesilden nesile derken; biz de nesillerimizi nasıl tarümar ederiz isimli ahmakça bir düzende soluk almaya hayat adı veriyoruz.
Vesselam...
Artık yazasım değil, kusasım geliyor!
FEHMİ DEMİRBAĞ