23 Şubat 2022 Çarşamba

 TİYATRO OYUN METNİ:


İSTİKBAL İÇİN İSTİKLAL

 

Karaköy Gümrüğündeyiz. Sahnenin sol tarafında, yüklerin indirilip, bindirildiği yerin az ötesinde, genelde hamalların mola verdikleri bir çay ocağında sivil iki vatandaş kendi aralarında hararetli bir şekilde konuşmaktadırlar. Bu 2 isimden biri Babanzade Ahmet Naim, diğeri de Said-i Nursi’dir. 

Sahnenin sağ köşesinde hamallar çuval ve sandıkları istiflemektedirler. Hamallardan biri Zenci Musa’dır. Az ötede ortamı teftiş eden işgal kuvvetleri komutanı General Hurrington ve yaveri bulunmaktadır. 

(OYUNCULAR: Babanzade, Said-i Nursi, Mehmet Akif, Zenci Musa, General Hurrington; Yüzbaşı Bennet, 2 hamal, 2 esnaf…10 kişi)

SAİD: (Köstekli saatine bakar) Üstad nerede kaldı? Başına bir iş gelmiş olmasın?

BABANZADE: Telaşlanma! Akif’in herhangi bir randevusuna geciktiği görülmüş şey değildir. Hem o gecikmedi, biz erken geldik.

SAİD: Hay Allah! Benim köstekli yine durmuş sanırım. Zor zamanlarda yaşıyoruz. At izi it izine karışmış. İnsan sevdikleri için endişelenmekte haklı. Hele küffarın çizmesi Evlad-ı Fatihan topraklarını çiğnerken sakin olmak da mümkün değil.  Öyle ya Akif verdiği sözleri tutmasıyla meşhurdur.

BABANZADE:  Mehmet Akif, sözünü yerine getirmemeyi “namusa mugayir’ sayar. Akif, Meşrutiyetin ilk senelerinde, bir cuma günü Midhat Cemal’le sözleşir. Akif, O’nun Çapa’daki evine gidecektir. O gün adam boyu kar yağar. Arabalar, tramvay, tren ve vapur, hava şartlarından işlemez. Sütçü ve ekmekçiler, kar ve tipiden dışarı çıkıp, dağıtım yapamaz. Vakit öğle olmuştur ve ekmekçiler hâlâ, ortada gözükmemektedir. Derken kapı çalar: Midhat Cemal, karşısında Akif i görür. Büyük şairin bıyığının yarısı donmuştur. Midhat Cemal, Akif in kar ve tipiye rağmen, Beşiktaş’tan Çapa’ya nasıl geldiğini merak eder. O, bu mesafeyi yürüyerek kat etmiştir. Akif ise, arkadaşının hayretine şaşırır. Akif: “Gelmemem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lâzımdı. Çünkü geleceğim diye söz vermiştim.” cevabı üzerine;
Midhat Cemal, daha da şaşırır ve: “İnsanların birbirlerine verdikleri sözün, bu kadar korkunç bir şey olması beni ürküttü.” der ve ardından Akif’e esprili bir cevap verir:
“Akif. Sen eğer verilen sözün manasını bu türlü anlıyorsan, bana izin ver de ben bu türlü anlamayayım. Benim verdiğim sözün, şiddetli bir lodosa bile tahammülü yoktur.” Hatta bu söz vermedeki hassasiyetini gören Mithat Cemal, sonraki tarihlerde ona söz vermekten çekinir.

SAİD: İnanmış adamdır Akif.

BABANZADE: Çok yakın dostlarından Fatih Gökmen de Akif’in söz verme hassasiyeti konusunda şunları anlatır: “Akif, verdiği söze bağlı olmayanlara insan gözüyle bakmazdı. Aramızda geçen bir olayı anlatayım: Ben Vaniköy’de oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi’nde. Bir gün öğlen yemeğini bende yemeyi, sonra da oturup sohbet etmeyi kararlaştırdık. O gün, öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sele boğuldu. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabii gördüm. Yakın komşulardan birine gittim. Yağmur, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Eve döndüğümde ne işiteyim, bu arada. Mehmet Akif Bey sırılsıklam bir vaziyette gelmiş. Beni bulamayınca, evdekilerin bütün ısrarlarına rağmen içeri girmemiş. “Selam söyleyin” demiş ve o yağmurlu havada dönmüş gitmiş! Ertesi gün, kendisinden özür dilemek istedim. “Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felaketle, yerine getirilmezse mazur görülebilir.” dedi ve benimle altı ay dargın kaldı.” demiştir.

SAİD: Ne diyordu Allah’ın Resulu;  “Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların zarar görmediği kimsedir.” İşte o Müslüman ki, yalan söylemez, emanete ihanet etmez ve verdiği sözde durur. İşte bu özelliğe sahip Müslümanlar için de Allah, Al-i İmran suresinde diyor ki,  Sizin içinizden (insanları) hayra çağıran, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan bir topluluk olsun. Bunlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”

BABANZADE: Eyvallah Said. Ektiğini biçer insan. Biz bugün bu fırtınaları yaşıyorsak zamanında ektiğimiz rüzgarlar nedeniyledir. Öyle ki, ilahi ilke tecelli etti; Efendimizin işaret ettiği gibi “Ne zaman ki iyiliği emredip, kötülükten sakındırmaktan vaz geçerseniz Allah başlarınıza kötülerinizi musallat eder de iyilerin dahi duası kabul olmaz!.”

SAİD: Peygamberimiz “Sizden biri İslam’a aykırı bir iş görürse onu eliyle değiştirsin, buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin buna da gücü yetmiyorsa kalben buğz etsin ki bu da imanın en düşük derecesidir” buyuruyor. İşte ahvalimiz en zayıf imanın olduğu zamanı işaret ediyor. Öyle olmasa ne işi vardı yurdumuzda İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ın, Yunan’ın…hülasa yedi düvel’in?

( İki arkadaşın konuşmaları devam ederken sahnenin sağ tarafı hareketlenir.)

Az ötede ağır yükleri indirip, kaldıran Zenci Musa kendi kendine bir yandan da söylenmektedir. Ara ara öksürmektedir.

ZENCİ MUSA: Trablusgarp’ta İtalyan kafirlerine karşı verdiğimiz mücadele esnasında tanımıştım kumandanımı; Kuşçubaşı Eşref’i. Şunca zamandır ayrı düştüm kendisinden, özlemi yakar içimi. Taa o zamanlar Şeyh Senusi’nin direnişine katılmıştım. O günden beri yakar içimi devletimin ahvali. Kafkasya’da, Balkanlar’da, Mağrıptan Maşrıka kadar ümmetin her bir coğrafyasında, Süveyşten Çanakkale’ye kadar dökülmedik kanımız mı kaldı! Olsun, vatana can feda da görürüm ya şu İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ın çizmesini dedem Fatih’in emaneti İstanbul’da ciğerim yanar…Af ki af…Of ki of!...

Musa’nın yanına selam vererek Mehmet Akif yaklaşır.

AKİF: Ne oflarsın koca adam.

MUSA: Ve aleykumselam…ve rahmetullahi ve berakatühü!

Bir hamlede Akif’in eline sarılır elindeki çuvalı bir kenara atarak. Hasretle kucaklaşırlar.

MUSA: Vay koca şair! Üstadım! Ne işin vardır senin buralarda?

Akif az ötede oturan 2 kişiyi işaret eder. Onlara da eliyle selam eder.

AKİF: İki kadim dostla hasbihalim olacaktı. Onun için uğradım buraya. Gelmişken sana da bir selam vereyim dedim.

MUSA: Hoş gelmişsin, sefalar getirmişsin. Bak gücenirim dostlarınla muhabbetten sonra tiz ayrılmayasın buradan. Yemek yiyelim, eski günlerden konuşalım. Özledim be koca şair seni…(Duralar) Hem kumandanım Eşref’de sürgün olduktan beri yalnız kaldım koca memlekette… Dünya dar gelir bana!

AKİF: Necid çölünde, isyancı Arap şeyhlerini yola getirmek için kurulan nasihat heyetinde ki bir yolculuğumda tanımıştım seni Musa. Seninle o çöllerde güreşmedik mi, ok mu atmadık, kılıç mı kuşanmadık? Daha o zamanlar senin ahlak ve terbiyene hayranlık duyarak,  seni pek severek, yaptığın kahramanlıklardan takdir ederek şu dizeleri kaleme almıştım.

“Eşref Bey’in emir eri, Zenci Musa

Omuz vermiş, göğe çıkmış: Nebi İsa”

Lakin…(Duralar) Duyduğum şeyler canımı sıktı.

MUSA: (Tereddüt ve şaşkınlıkla…Biraz da sıkılarak, mahcup bir şekilde) Hayırdır, beyim? Bir cürmümüz mü, bir yanlışımız mı olmuştur.

AKİF: Olmaz mı? Oldu ki şikayetlenmekteyim.

MUSA: Bilerek hata işlemekten Rabbime sığınırım. Bilmeden işlediğim kusurlardan da yine Rabbimin merhametine sığınırım beyim. Bilmeden işlediğim kusurumu söyle ki bileyim beyi; Rabbimden af dileyeyim.

AKİF: Fedakarlık ve feragatinin haddi hududu yoktur Musam. Sen ki bu millete, bu ümmete her türlü cömertliği verdin. Müsaade et de bu milletde sana vefasını göstersin.

MUSA: Estağfirullah beyim. Ne haddime! Lakin hala kusurumu bilemedim.

AKİF: Sen ki red etmedin mi Bayazıt Camiinde perişan olarak gecelersin de... Sen ki Yemenden beri bildiğin Ali Sait Paşanın geçimin için önerdiği Karaköy Gümrüğünde önerdiği kahyalık teklifini red edersin; “Kahyalığı yaşlı, eli ayağı tutmaz bir emektara verin. Çok şükür benim gücüm kuvvetim var, bana hamallık işi verin, ben onu yapayım” diyerek…

MUSA: Efendim…Şey…

AKİF: Daha bitmedi. Bilirim ki hastasın, verem olmuşsun. Yine duydum ki bütün ısrarlara rağmen sırf devlete yük olmamak için bir hastaneye yatmayı da kabul etmezsin. Diyeymişsin ki, o yatağa mecbur olan başka bir Müslümana verin, yatsın, şifa bulsun.

MUSA:  Merak buyurmayın…Tiz zamanda Üsküdar’daki Şeyh Ataullah Efendi’nin Özbekler Tekkesi’ne geçeceğim. Hem vatan sağolsun da, vatan bu küffarın işgalinden kurtulsun da bizim hayatımızın ne önemi ola ki!

AKİF: Sen yine de kendine dikkat et. Şu hasta ve garip halinle bile Anadolu’ya silah sevkiyatı i.in gizli gizli çalışırsın. Rabbim senden razı olsun Musam! Allah kumandanına da tez zamanda özgürlüğünü versin, sizi birbirinize kavuştursun.

MUSA: Ne güzel dua buyurdun koca şair. Biz de senden ilhamımızı alırız. Seninde ne fedakarlıklar yaptığını iyi biliriz. Hem ki biz Çanakkale’de İngiliz’le vuruşurken senin o muhteşem şiirinle teselli olurduk.

AKİF: Söylettirene hamdolsun. Allah bir daha bu millete Çanakkale gibi savaş vermesin.

MUSA: Vaktin varsa…Müsaade edersen…Sana okumak isterim o güzel şiirini…

AKİF: Estağfirullah…Ezberledin mi yoksa? Mahcup ettin şimdi beni!

MUSA: (Şiiri okumaya başlar)

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!”
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam ;
Atılan her Iağamın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre .
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer ;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ nâmıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.

Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

 

AKİF: Hay yüreğine sağlık. Ne güzel okudun. Duygulandırdın beni. Neyse nasip olursa görüşelim inşallah. Dostlarım beni bekler. Randevu saatimde yaklaştı. Bekletmeyeyim onları.

MUSA: Nasip olursa koca şair…Nasip olursa görüşmeyi dilerim…

AKİF: Kal sağlıcakla…Allah’ıma emanet olasın.

MUSA: Ümmet-i Muhammed emanet olsun Rabbimize!

 

Mehmet Akif Said ile Babanzade’nin bulunduğu tarafa doğru yönelir.

AKİF: Selamun aleykum

SAİD-BABANZADE: Aleykumselam…

BABANZADE: Kimdi o yiğit adam? Kaptırdınız kendinizi muhabbete…Dedim, Akif ilk kez randevusuna gecikecek.

(Gülüşürler)

AKİF: Eskilerden eskimeyen bir dost! Bilin, tanıyın deyu size de hikayesini anlatmak isterim; müsaadenizle…

(Burada metin uzun olduğu için sahnede yer alan diğer 4 ayrı figüranda canlandırma yaparlar)

Aslen Sudanlı olan Musa, 1880 yılında Girit’te, bir Türk mahallesinde dünyaya gelir. Kahire’de yaşayıp Osmanlı’ya sadakatle bağlı olan dedesi, küçük yaşlarda Musa’yı yanına alır ve onu dinine bağlı bir mümin, devletine bağlı bir nefer olarak yetiştirir. 1911 yılında İtalyanların Libya’yı işgali sırasında gönüllü Osmanlı askeri olarak Libya’ya gidip Şeyh Senusi’nin direnişine katılır.

Cephede Teşkilat-ı Mahsusa üyesi Kuşçubaşı Eşref Bey’le tanışır. Uzunca boylu, iri cüsseli ve cesur olan Zenci Musa, Eşref Bey’in dikkatini çeker. Sonraki yıllarda “Kuşçubaşı Eşref’in emir eri olma şerefine nail olduğum andan itibaren Çerkez Komutanımı babam bildim.” diye bahsedeceği Kuşçubaşı Eşref’in emir eri olur.
1912 yılında Balkan Harbi çıkınca maiyetine girdiği komutanıyla birlikte cepheye gider. Batı Trakya Cumhuriyeti’nin kurulduğu, Edirne’nin geri alındığı cephede komutanının âdeta gölgesi olur. Canhıraş çarpışır, devleti için mücadele eder.
Balkan Savaşları henüz bitmişti lakin 1914 yılında tüm dünya milletlerini etkileyecek olan I. Dünya Harbi patlak veriyordu. Devletimiz istemese de 4 yıl sürecek uzun bir savaşın içerisinde buldu kendini. Yorgun, bitkin ve büyük kayıpları olsa da Osmanlı, Çanakkale, Kafkasya, Filistin, Kanal ve Hicaz cephelerinde işgal devletlerine karşı var gücüyle savaşıyordu. Çanakkale’de korkusuzca savaşanlar arasında Zenci Musa da vardı. Çanakkale Savaşı bitmiş, zafer kazanılmıştı ancak vatan için görev devam ediyordu.


HAMAL 1: I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Enver Paşa bir gece yarısı Teşkilat-ı Mahsusa’nın son lideri Kuşçubaşı Eşref’i evinde ziyaret eder. Mezkûr cepheler ile verilen görevlerde vazifesini büyük bir başarıyla ifa eden ve bir Osmanlı ajanı olarak hemen her şeyden haberdar olması münasebetiyle kendisine, kuşların dilini biliyor ki her durumdan haber alıyor düşünceleriyle “Kuşların Şeyhi” lakabı takılan Kuşçubaşı Eşref Bey’e, “İngilizler Kuzey Arabistan’ı ele geçirdiler. Oradan da yavaş yavaş yukarıya doğru ilerleyip Filistin topraklarına sızıyorlar. Biz bunları yukarıdan püskürtmeye çalışıyoruz. Fakat İngilizleri güneyden de vurmadıkça savaşı kontrol altına alamayız. Güneyde bulunan kolordumuzda yeteri kadar askerimiz mevcut değil lakin bizim gibi düşünen, bizim gibi hisseden, bizim gibi vatan sevdalısı olan Yemenliler var. Oralarda olan askerlerimize ve Yemenlilere yardım etmemiz gerekiyor ki bir an evvel toparlanıp; hem isyan eden Şerif Hüseyin birliklerini dağıtsın hem de İngilizleri geri püskürtmeyi başarsın. Onların derlenip toparlanması için gereken parayı gönderecek olan da yine biziz. 300 bin altın hazır. Para buradan, İstanbul’dan gidecek.” der Enver Paşa.

HAMAL 2: Eşref Bey bir an şaşırır. Enver Paşa’nın gözlerinin içine bakarak, “Nasıl gidebilir ki bu altınlar Yemen’e? Yemen’le İstanbul arasındaki Orta Doğu işgal altında. Medine’de Fahrettin Paşa canhıraş direniyor, nasıl gidebilir, kim götürebilir bu parayı Yemen’e?” Enver Paşa’nın cevabı hazırdır:  “Bu parayı sen götürebilirsin Kuşçubaşı Eşref.”


Kuşçubaşı Eşref, Arap yarımadasını iyi bilmesi, aşiretleri tanıması, Arapçasının mükemmel derecede olması hatta kabile kabile şiveleri ihtiva etmesinden dolayı evvela emir eri Zenci Musa’yı ve Teşkilat-ı Mahsusa’dan güvendiği 70 kadar adamını toplar. Altınlar her birine dağıtılır ve kendisi de bir Arap edasıyla kılık değiştirir. İki ayrı kola ayrılarak Medine’de buluşmak üzere yola koyulurlar ve sözleştikleri gibi bir sorun yaşamadan Medine’ye ulaşmayı başarırlar. Fahrettin Paşa, Eşref’e, “Medine’den bir adım dahi dışarı çıkamazsın çünkü İngiliz istihbaratı 300 bin altınla sizin Yemen’e gittiğinizi öğrendi. Sizi ben ordumla Hayber’e kadar götürürüm. Hayber’de ordumla uğurlarım ancak sizi orada bıraktığım anda, daha birkaç kilometre dahi ilerlemeden kuşatırlar.”


ESNAF 1: Eşref Bey, “Neye mal olursa olsun bunu yapacağım.” der ve Fahrettin Paşa’nın ordusuyla Hayber’e giderler. Hayber’den dışarı çıkalı daha 10 kilometre olmadan Cembele mevkiinde 25 bin kişilik İngiliz-bedevi birlikleri Eşref Bey ve adamlarının etrafını kuşatırlar. Burada bir gün bir gece son neferine kadar çarpışırlar fakat en sonunda başına aldığı bir darbe ile yaralanan Eşref Bey esir düşer. Kendisi küçük düşürülmek için yayan ve perişan bir vaziyette yürütülerek Edward Lawrence’in içinde bulunduğu bir çadıra götürülür. Eşref İngilizler’e başlarına 100 yıllık bela saracaklarının tehdidinde bulunur. (İRA)
Ancak Eşref’in adamlarından iki kişi altınları develere yüklemiş hâlde kaçmayı başarır. Çünkü Kuşçubaşı Eşref kendisini yem etmiş, emir eri Musa’yı görevlendirerek çöle göndermiş ve her ne olursa olsun Yemen’e ulaşmasını emretmişti. Altınların kaçırıldığını anlayan İngiliz kuvvetleri Zenci Musa ve arkadaşlarının peşine düşmüş ancak ne Musa’yı ne de arkadaşlarını yakalamayı başarabilmişlerdi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Zenci Musa altınlarla birlikte Sana’ya ulaşmayı başarır.

ESNAF 2: Altınların teslimi sırasında görevini yapmanın mutluluğu fakat komutanının esareti sebebiyle yaşadığı üzüntüyle Ali Sait Paşa’ya buruk bir ses tonuyla, “Çok şükür başardık fakat Eşref Bey’imizin düşman eline düşmesine engel olamadık.” der.
12 Ocak 1917’de gerçekleşen bu olay London Times Gazetesi’nde sekiz sütunla manşetten verilir. İngilizlerden kaçarak 300 bin altını Ali Sait Paşa’ya teslim eden Zenci Musa artık bütün İngilizler tarafından tanınmaktadır. Zenci Musa, vatana hizmet aşkıyla büyük bir işe imza atmış ancak engin bir muhabbet ve sadakatle bağlı olduğu komutanı Eşref Bey’den de ilelebet ayrılmıştır.
Zenci Musa altınları teslim ettikten sonra yine gönüllü olarak Yemen’deki direnişe katılır. Büyük kahramanlıklar gösterir fakat İngilizlere esir düşer. I. Dünya Savaşı’nın bitiminde serbest bırakılır. 1919’a kadar Yemen’de kalır fakat Millî Mücadelenin başladığını duyar duymaz İstanbul’a gelir. Ancak ne bir kuruş parası ne de kalacak bir yeri vardır. 

SAİD: Üstad bu Musa senin şiirlerinde yer verdiğin Asım’ın Nesli olmaya…

BABANZADE: Müstefid olduk canım arkadaşım Akif, anlattıklarından. Lakin artık bizim görüşmemizi icap ettiren önemli konumuza geçelim. Musa’nın ki gibi ne hikayelerimiz, Musa gibi ne kahramanlarımız var bizim. Birbirlerimize üzülecek anımız yok. Düşman artık fiili işgalden kültürel işgale de meyletti. Bir beka sorunuyla da karşı karşıyayız. Acilen karşı durmamız gereken hususlar var, onları konuşalım diye bir araya geldik.

SAHNENİN SAĞ TARAFINDAYIZ

GENERAL: Yüzbaşı Bennet… Söylediğimi yaptınız değil mi? Müslümanların kanaat önderlerinin çocuklarına musallat olacaksınız. Onları değişik alışkanlıklara bulaştıracaksınız. Rol modellerini gözden düşüreceksiniz.

YÜZBAŞI: Evet efendim. Sömürge bakanımız Glagstone’nin dediği gibi “Hristiyanlar gibi yaşayan Müslümanlar elde etmek” için  elimizden geleni yapıyoruz. Ayrıca… İstanbul’a giriş ve çıkış yapacak olanlara vize işlemi de başlattık efendim. Bizden izin almadan kimse İstanbul dışına çıkış yapamaz.

GENERAL: Unutma Bennet…Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar mühim bir ülke.

Onları silahla savaşarak alt edemeyeceğimizi gördük Çanakkale’de, Kut’ül Amare’de… Müttefikleri Almanlar cephede kaybettiler diye yenik sayıldılar Türkler. Hoş, biz Kudüs’ü aldığımızda bizimle birlikte sevindi müttefikleri. Onun için İstanbul’da bulunduğumuz süre içinde…Onların gelecek nesillerini, ahlâka aykırı telkinlerle bozup yozlaştırmalıyız. Aile hayatını yıkmalı. Onlara baskı kurmalı, azınlıkları Ermenileri, Rumları kışkırtıp üste çıkarmalıyız. Sanatı zayıflatarak, edebiyatı müstehcen ve şehevî hale sokmalıyız. Toplumun değer verdiği kutsalları, hürmeti yıkmalı, hürmetle anılan kimseler hakkında rezilâne olaylar uydurmalıyız.  Hudutsuz bir lüks, baş döndürücü modalar icat etmeli, çılgınca israfı desteklemeli, herkesi borçlandırmalıyız. Kalabalıkların vakitlerini eğlencelerle, oyunlarla oyalamalı, herkes düşünmekten alıkonulmalıdır. Aşırı-marjinal görüşlerle, halkın fikirleri zehirlenmeli, gürültü ve kargaşalıklar çıkarılmalıdır. Genel hoşnutsuzluklar meydana getirilmeli, sosyal sınıflar arasına kin ve güvensizlik sokmalıyız. Saçma fikirler ortaya atarak, halkı  uygulanması imkânsız yollara sevk etmeli, onları boş hayallerle oyalamalıyız.Hayat pahalılığını sürekli azdırmalı ve lüks tüketim yaygınlaştırılmalıyız. Türklerin kaderi artık elem, ızdırab ve yoksulluk ve cehalet olmalı…

(Duralar. Az ötedeki Musa’yı fark etmiştir.

GENERAL: Bu iriyarı zencide kim ola ki?

YÜZBAŞI: Efendim, Musa derler. Hani şu kuvvetlerimizi atlatıp altınları Yemen’e ulaştırmayı başaran Sudanlı Zenci Musa var ya, işte o gümrükte hamallık yapıyor.

(Birlikte Musa’nın yanına giderler.)

GENERAL: Selam sana iri adam. Marifetlerini duydum. Senin gibi Afrika kökenli çok askerim var orduda. Eğer bizimle çalışmak istersen altına boğarım seni. Bu perişan halinden kurtarayım seni. İstediğin rütbeyi seve seve vereyim sana.

(Musa heybetli şekilde General’e doğru ilerler. Dibine yaklaşınca adeta kükrer.)

MUSA: “Komutan, her teklif, herkese yapılmaz. Senin bu teklifin beni ancak rencide eder. Benim bir devletim var: Devlet-i Osmanî. Bir bayrağım var, o da ay yıldızlı bayrak. Benim bir tek komutanım var o da Kuşçubaşı Eşref. Ama şunu bil ki bu iş daha bitmedi. Sizinle mücadelemiz devam edecek.”

(SAHNENİN SOL TARAFINA GEÇERİZ.)

Devam edecek…

AKİF: Evet dostlar. Bir araya gelmemizi gerektiren konuya geçelim artık. Said İngilizler senin için bir yakalama emri çıkartmışlar. Artık ortalıklarda pek gözükmesen iyi edersin. Anglikan Kilisesine verdiğin cevap pek hoşlarına gitmemiş anlaşılan.

BABANZADE: Bir de yazmış olduğun işgalcilerin aleyhine olan yazıların iyice tedirgin etmiş onları. Anadolu’nun direnişinden bahsedermişsin. Bir de işgalcilerle işbirliği yapmaya çalışanları kaleminle yerden yere sokarmışsın!

SAİD: Görmez misiniz beyler? Özellikle müttefik askerleriyle azınlıkların davranışlarına bir bakınız; meskenlere el koyuyorlar, Türklere hakaret ediyorlar, değerli eşyalarını gasp ediyorlardı. Ayrıca halkın, bayrak, ezan gibi kutsal değerlerine de saldırıyorlar. Posta paketleriyle yurtdışına ‘sikke’ ve külçeler halinde altın da kaçırıyorlar. Bir de kültürel işgal var ki… İşgali yalnızca tüfekle yapmıyorlar…

AKİF: Müslüman gençleri alkole, uyuşturucuya alıştırmak için yapmadıkları fedakarlık yok. Fuhuş artsın diye neler yapmıyorlar ki?! Bakın kısa zamanda 22 tane sinema salonu açtılar İstanbul’da; edepsiz filmler çekiyorlar yalnızca bizim gençlerimize izlettirmek için. Veznecilerde revü kızlarının olduğu eğlence merkezleri açtılar. Ramazan eğlenceleri adı altında bile, direklerarası gösteri merkezlerinde yaşanan kepazelikler cabası. Flürye’de plaj da açıldı. Moskof kaçıp gelen beya

BABANZADE: Bir yanda bu işgalden kurtulmak adına milli mücadele vermemiz gerekirken diğer yandan da ahlaki yozlaşmayla da mücadele etmeliyiz. Mazhar Osman gibi dostlarla da konuştuk Yeşilay adında (Hilal-i Ahdar) bir örgütlenme için harekete geçmeliyiz. Belki bu İngiliz kafiri vatanı terk eder de lakin bu yozlaşmayla mücadele etmez isek geride İngilizleşmiş kendi çocuklarımızla karşı karşıya kalırız.

SAİD: Öyle ya, inandığımız şekilde yaşamaz isek bir süre sonra yaşadığımız şekilde inanmaya başlarız. Toplumu dönüştürmenin yolu da gençlerden geçiyor. Gavur bunun farkında. Gençliğimizi bozmak adına hiçbir fedakarlıktan kaçınmıyorlar.

AKİF: (Az ötedeki fıçıları gösterir.) İşte şu viski fıçılarının içindekileri Müslüman gençlerin kursaklarından geçirmek istiyorlar. İstiyorlar ki Müslüman Türk gencinin aklı başından gitsin de kendilerine gönüllü köle olsunlar.

BABANZADE: Bir de yetim çocuklarımıza musallat oldular. Onları özellikle Almanya’ya kaçırıyorlar. Nihayetinde bu evlatlarımızı bir haçlı olarak yetiştirecekler.

SAİD: Arkadaşlar, bu işgalcilerle mücadele etmek için neşriyata önem vermeliyiz. Hak yolunda kalem oynatıp hakikati milletimizle paylaşmalıyız. Çanakkale savaşından teyyareler yalnızca bomba atmadılar. Propaganda içerikli kartpostallar da saldılar gökyüzünden yeryüzüne. Edebiyatçılar savaşı dahi dediler bu savaşa. Yazarlarıyla da savaşta saf tuttular.

AKİF: Hak batıl mücadelesi bu. Kıyamete kadar bitmeyecek. Onlar davalarından milim şaşmazlar. Biz de gafletimizle, cehaletimizle adeta destek veririz onlara.  El altından  kurdurdukları “İngiliz Muhipler Cemiyeti” nde İstanbul alimlerinin yarıdan fazlası varsa durum cidden ciddi. Vatanı savunmak için saf tutanlara isyancı deniliyorsa varın işin vehametini siz yorumlayın. Fedailere ihtiyacı var artık vatanın!

SAİD: Elbette şu meşakkatli günlerde dahi ümitvar olunuz. Şu istikbal inkilabı içinde en gür sada İslam’ın sadası olacaktır. Yeter ki evladlarımıza sahip çıkalım. Evladlarımızı ihmal edersek geleceğimizi imha ederiz.

AKİF: Bana müsaade. Yeşilay’ın kurulmasının kararını aldığımıza göre benim yola revan olmam gerek. Anadolu’ya geçeceğim. Milleti irşad etmeliyim. Millet yıllardır süren savaşlardan bitkin ve bezgin düştü. Moral vermeliyim. Herbir karışını dolaşmalıyım istiklal savaşımız için Anadolu’nun.

BABANZADE: Allah bütün ümmet-i Muhammed’in yar ve yardımcısı olsun. Hassatende sen de yardımcın olsun kardeşim.

AKİF: Son kez Musa’ya da bir uğrayayım da helalleşeyim bari. Gönül koymasın.

(Akif Musa’nın yanına gider.)

AKİF: Selamun aleykum Musam!

MUSA: Aleykumselam. Bana uğramazda gidersin diye içerlemiştim beyim. (Öksürür.)

AKİF: Hay Allah bak yine acı acı öksürürsün.

MUSA: Geçer beyim sen beni düşünme!

AKİF: Gel bir tabibe götüreyim seni de aklım sen de kalmasın. Birazdan yola revan olacağım. Anadolu’ya geçeceğim.

MUSA: Ben de gelmek isterdim beyim senle! Lakin…(Öksürüğü artar. Yere doğru yığılır. Akif’in kollarındadır.)

AKİF: (Bağırır.) Bir araba bir araba bulun çabuk. Musamı hastaneye kaldıralım.

MUSA: Yok beyim yok. Beni Özbekler Tekkesine götürün. Sevgiliyle buluşmam ordadır. (Kendinden geçer. Akif’in haykırışı yankılanır.)

AKİF: Musaaaaaaa!

1.      PERDE SONU

 

 

 

 

 

2.      2. PERDE


(Bütün öğrenciler İstanbul Üniversitesi’nin önünde beklemektedirler. Bir huzursuzluk içindedirler. Sebebi Akif’in vefat haberidir.)

 

1.ÖĞRENCİ: Duydunuz mu ahali?! İstiklal marşımızın şairi Mehmet Akif vefat etmiş. Cenazesi Beyazıt camiinden kaldırılacak.

2.ÖĞRENCİ: Duyduk! Lakin hiçbir erkan katılmayacakmış cenazeye!

1.ÖĞRENCİ: Olsun biz millet olarak kaldırırız cenazemizi. Asım’ın Nesli burada. Hemen bir bayrak getirin, cenaze geldiğinde naaşına saralım üstadımızın.

2. ÖĞRENCİ: Müsterih olunuz! Onun adı her sabah ve her akşam, Türk İstiklâl Marşı genç göğüslerden gür bir ses dalgası halinde ufuklardan ufuklara yayıldıkça, milletin sevgisinden örülmüş bir ebediyet halesi içinde yaşayacaktır.

3. ÖĞRENCİ: O Akif ki istiklal harbinde bu milletin manevi lideri idi. Vefasızlık gösteremeyiz. O ki Allah bu millete bir daha istiklal marşı yazdırmasın diye milletinin derdiyle dertlenen biri değil miydi?

4. ÖĞRENCİ: Ayrıca yazdıklarıyla hayatı arasında tam bir uyum olan ve buna aykırı davranışları affetmeyen bir karakter abidesi olarak bilinen Akif bu milletin yüz akıdır.

5. ÖĞRENCİ: Yazmış olduğu İstiklal marşı için takdir edilen ücrete tenezzül etmemiş her kuruşunu hayr derneklerine bağışlamıştır. Üzerinde giyecek paltosu bile olmamasına rağmen hem de…O ki Teşkilat- ı Mahsusa O’nu Berlin’e görevli gönderdiğinde arkadaşlarına olan ikramını cebinden ödemişti. Asla milletin imkanlarına el uzatmamıştı.

6. ÖĞRENCİ: Akif’i unutturmamalıyız gelecek nesillere. Ondan ilham alacak çok şeyimiz var.

7. ÖĞRENCİ: Ney üfleyen, yüzme, gülle, güreş ve uzun yürüyüş gibi sporlara meraklı, hoşsohbet, çevresindekilerle şakalaşmayı seven, zeki ve nüktedan bir insan olan Mehmed Âkif, kendisini yakından tanıyan dostları arasında verdiği sözleri her şartta tutmasıyla tanınan bir kişiydi. Nitekim Baytar Mektebi’nde okurken bir arkadaşı ile, birinin önce ölmesi halinde diğerinin onun çocuklarına bakacağına dair sözleşmeleri buna örnektir. Yirmi yıl sonra Âkif, geçim sıkıntısı içindeyken bile sözüne sadık kalarak vefat eden arkadaşının çocuklarını evine almış ve kendi evlatlarıyla birlikte okutup yetiştirmiştir.

8. ÖĞRENCİ: Siyasetle ilişkisi olmamış lakin toplumsal olaylara asla kayıtsız kalmamıştı merhum. Öyle ki Meşrutiyetin ilanından 10 gün sonra daha önceleri gizli bir cemiyet olarak faaliyet gösteren ve daha sonra partileşecek olan İttihat ve Terakki Cemiyetine üye olmuştu. Ancak Akif, cemiyete üyeliğe girişin gereklerinden biri olan “Cemiyetin bütün emirlerine,kayıtsız şartsız itaat edeceğim” şeklindeki yemindeki “kayıtsız şartsız itaat “kısmına itiraz eder ve sadece iyi ve doğru olanlarına şeklinde düzeltilmesi şartıyla yemin edebileceğini söylediğinden cemiyet yeminini Akif’le değiştirmişti.

9. Mehmed Âkif’in inanç dışında bir dünya düzeni olarak ele aldığı İslâm’ı daima çağındaki meselelere en isabetli çözümler üretecek şekilde takdim etmesini de unutmayalım. Dinin cevherinde olan ebedîlik dünün, bugünün olduğu kadar yarının insanına da hitap etmeyi gerektirir. “Böyle gördük dedemizden” demenin mânası yoktur. “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” gelecek nesiller içinde bir klavuz olmalıdır.

5.ÖĞRENCİ: Dindar Akif bize güzel bir örnektir. Ezanın yasaklanıp da Türkçe ibadet saçmalığına düşüldüğünde Kuran Tercümesi isteyenlerin niyetlerine hizmet etmemek için yazmış olduğu çalışmanın basımını bile men etmişti.

4.ÖĞRENCİ: Dünyada çekmediği eziyet mi kaldı? Ailesi bile perişan oldu.  Yıllarca yurdundan uzak kaldı. Dün gece Beyoğlu’nda Said Halim Paşa’nın misafiri olarak kaldığı Mısır Apartmanında Hakk’a emanetini teslim etti.

1. ÖĞRENCİ: Akif’i anlatmakla bitiremeyiz. Lakin gözümüzü açtık ‘Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa efkâr-ı umumiyesi’ nakaratından başka bir şey işitmedik. Kiminin adaleti, kiminin hamiyeti, kiminin dehası, kiminin ilerlemesi kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini, bilmeyenlerimiz tercümelerini okuduk. Biraz da Akif’i anlamaya gayret edelim.

2. ÖĞRENCİ: Zağanos Paşa Camiinde, Hacı Bayram Camiinde, Nasrullah Paşa Camiinde söylediklerine bir kez daha bakalım. Safahat isimli eserini mutlaka okuyalım, okutturalım.

3. ÖĞRENCİ: Akif ne diyordu; “Avrupalıların ilimleri, irfanları, medeniyetteki, sanayideki ilerlemeleri inkar olunur şey değildir. Ancak insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki bu ilerlemeleriyle ölçmek katiyyen doğru değildir. İddiam odur ki; heriflerin ilimlerini, fenlerini almalı fakat kendilerine asla inanmamalı, asla kapılmamalıdır.”

 

 

4.ÖĞRENCİ: “Bu sömürgecilerin  bütün insanlara bilhassa Müslümanlara karşı öyle kinleri, öyle düşmanlıkları vardır ki, hiçbir suretle sakinleştirmek imkanı yoktur. Seküler ya da laiklik görüntüsüyle güya dinsiz geçinirler. Hürriyeti vicdan diye kainatı aldatıp dururlar. Hele biz Müslümanları, biz şarklıları taassubla itham ederler dururlar! Heyhat, dünyada bir müteassıb / yoz-yobaz millet varsa Avrupalılardır, Amerikalılardır. Taassubdan hiç haberi olmayan bir millet isterseniz o da bizleriz.” İşte bize millet olma şuurunu veren Akif’i elbette ahret yolculuğunda yalnız bırakamayız!

 

5.ÖĞRENCİ: Cenaze gelinceye kadar hep beraber milli şairimizin kaleme aldığı İstiklal Marşını söylemek üzere davet ediyorum.

 

(İstiklal Marşı okunur.)

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
‘Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va'dettigi günler hakk'ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri ‘toprak!' diyerek geçme, tanı:
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arsa değer belki başım.

 Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!

 

 BİTTİ

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder