MİLADİ YILBAŞI VE NOEL
“Türkçe’de yanlış olarak yılbaşı kutlamasıyla özdeşleştirilen noel, Latince’de
“Tanrı’nın doğum günü” anlamına gelen ve Hz. İsa (a.s)’nın doğum günü kutlamasını ifade
eden dies natalis teriminin Fransızca karşılığıdır.
Batı dillerinde Hz. İsa (a.s.) için Mesih karşılığında kullanılan christ kelimesi Yunanca
christostan (yağlanmış) anlamına gelmektedir. Eski İsrail dininde Tanrı tarafından
görevlendirilen kral veya kohenler başları yağla meshedilmek suretiyle kutsanır ve maşiah
(yağlanmış) diye adlandırılırdı. Daha sonra bu kelime Kral Davut soyundan gelmesi beklenen
ahir zaman kralı için kullanılmıştır. Grekoromen pagan kültüründe de kutsama ve bereket
ifadesi olarak yağlanan tanrı heykellerine christos denilirdi. İbranice maşiah kelimesinin Grek
dilindeki karşılığı olan christos isimlendirmesi, başlangıçta Yahudilerin beklenen kurtarıcı
Mesih’i olduğu iddiasıyla Hz. İsa (a.s) için kullanılırken zamanla bu kelimenin ifade ettiği İsa
(a.s.) figürü yağla kutsanmış bereket Tanrısı”na dönüştürülmüştür.
Batı Hıristiyanlığı tarafından 25 Aralık’ta kutlanan Christmas’ın tarih ve kutlama
olarak kökeni de eski Roma tarafından benimsenen güneş tanrısı Mithra’nın doğum günü
kutlamasına dayandırılır. Bu kutlama, Roma İmparatoru Aurelian’in 274’te güneş tanrısını
imparatorluğun koruyucusu diye ilân etmesiyle resmiyet kazanmıştır. Hz. İsa (a.s)’ın doğum
günü tam olarak bilinmediği için eskiden İsa (a.s.)’ın doğum ve vaftiz kutlamasıyla ilgili
biçimde Doğu kilisesince 6 Ocak tarihi benimsenmesine rağmen daha sonra Aziz
Hippolytus’a atıfla 25 Aralık tarihi ortaya atılmıştır. Bu tarih, IV. yüzyılın başlarında Bizans
İmparatoru Konstantinos’un Hıristiyanlığa girişinin ardından İsa (a.s.)’ın resmî doğum günü
ilân edilmiştir.
Noel kutlamasının bir başka temel unsuru olan çam ağacının Yunan ve Roma pagan
kültürlerindeki Attis tanrısına yönelik ayinden kaynaklandığı kabul edilmektedir. Çam
ağacının ölümsüzlüğü temsil ettiğine, ağaca bağlanan mumların ise kötü ruhları ve cadıları
kovmak için yakıldığına inanılırdı. Buna göre çam ağacı süslemesinin yanı sıra mum geleneği
daha sonra Hıristiyan Avrupa’ya geçmiş, farklı ışıklandırma yöntemleri başta Noel olmak
üzere her türlü kutlamanın parçası haline gelmiştir. Ağaca asılan küçük ay, güneş ve yıldız
süsleri de Babil tanrılarının simgeleri olup Hıristiyanlığa Yunan ve Roma yoluyla girerek
günümüze kadar ulaşmıştır.
Aslında putperest inanç ve efsanelerine dayanmakta olup Hıristiyanlığa sonradan giren
Noel, günümüzde bir Hıristiyan bayramı şeklinde kutlanmakla birlikte bu bayrama has
unsurlar Batı kültürünün yayılması ile birlikte Hıristiyan olmayan ülkelerde de birer tüketim
ve eğlence fırsatı olarak görülen yılbaşı kutlamaları bünyesinde benimsenmiştir. Ayrıca
Katolik Hıristiyan geleneğinde şekillenen takvim anlayışının bir parçası olan yılbaşı
uygulaması da esasen pagan Roma kökenli yeni yıl anlayışının devamı olup aşırı tüketime
yönelten bir eğlenceye dönüştüğü için bugün pek çok Hıristiyan tarafından eleştirilmektedir”1
Yılbaşı kutlamaları denilince eski yılın sona erip yeni yıla geçildiği 31 Aralık/1 Ocak
gecesi yapılan eğlence ve faaliyetler anlaşılır. Ancak yılbaşı eğlenceleri, ilk bakışta yeni yıla
girişin kutlamaları gibi gözükmekle birlikte bunun Hıristiyan batının Noel bayramıyla da
yakın ilgisi bulunmaktadır. Dinimizde ise; Noel ve yılbaşı kutlamalarının yeri yoktur. Miladi
yılbaşının biz Müslümanlar için, resmî ve milletlerarası bir takvim başlangıcı olmasının
dışında hiçbir kıymet ve değeri yoktur.
Toplumumuzda ve diğer Müslüman toplumlarda “yılbaşı kutlaması” adı altında
düzenlenen eğlence toplantıları hiçbir kültürel ve geleneksel temele sahip değildir. Bu
bakımdan Hıristiyan olmayan ülkelerde yılbaşı kutlamaları, Batı’nın körü körüne taklit
edilmesinin veya Hıristiyan Batı’nın kültür ihracının bir sonucu olarak değerlendirilebilir.
Ülkemizde öteden beri yılbaşı kutlamalarıyla ilgili olarak yapılan tenkitler ve gösterilen
hassasiyet de buradan kaynaklanmaktadır. Hiç şüphe yok ki, milletler, millî örf ve adetleriyle
tanınırlar ve onlarla yaşarlar. Millî örf ve adetleriyle tarih sinesindeki şerefli mevkilerini
korurlar. Çünkü millî örf ve adetler, bir milletin millî kültürünün ve dinî inancının aynasıdır.
Sağlam millî örf ve adetlere sahip milletler, dinî bağları kuvvetli ve millî kültürü yüksek olan
milletlerdir.
İslâm dininin inanç, ahlâk, ibadet ve muamelât alanında getirdiği hükümler,
öngördüğü kural ve tavsiyeler Müslümanlarca öteden beri bir bütün olarak kabul edilmekte,
günlük ve sosyal hayatla ilgili şekil ve muhteva bile çoğu defa bu bütünün bir parçası olarak
mütalaa edilmektedir. Öte yandan Kerim Kitabımızın âyet-i kerimelerinin ve risâleti boyunca
Hz. Peygamberimiz (sav)’in sıkça üzerinde durduğu konulardan birisi de, Müslümanların fert
ve toplum olarak belli bir kimlik kazanmaları, kendi şahsiyetlerini korumaları ve kendilerine
güven duymaları olmuştur.
“Resmî yılbaşı her geldiğinde gecesinin kutlanmasının veya o geceye mahsus faaliyet
ve eğlencelerden bir kısmına katılmanın İslâm'daki yeri (hükmü) tartışılır. Din hizmetlileri ve
muhafazakâr Müslümanlar "bu geceye mahsus bir faaliyete katılmanın caiz olmadığını"
söyler, Müslümanların böyle bir yılbaşı gecesi yokmuş gibi davranmalarını, normal
hayatlarına devam etmelerini ister, bunu tavsiye ederler. Bir kısım modernist İslâm
yorumcuları ile amelsiz veya İslâm'ın gerektirdiği hayat konusunda duyarsız Müslümanlar ise
"dünyanın kutladığı ve eğlendiği bu geceye katılmakta ve eğlenmekte bir sakınca
bulunmadığını" söylerler. Son zamanlarda moda oldu, bir konunun İslâm'daki yeri sorulurken,
araştırılırken mutlaka bir ayet veya hadis de aranıyor. Böyle bir yaklaşımın bilgi eksikliğinden
kaynaklandığı kesindir. Çünkü İslâmî hüküm ve değerlendirmenin kaynağı vahiy (ayet ve
hadisler) olmakla beraber, bunların sınırlı olduğu, bir mesele hakkında ayet ve hadis yok ise
(doğrudan, adını ve niteliklerini belirterek meseleyi hükme bağlayan bir nas yoksa) ictihada
gidilir. Bu konuda uzman (âlim) olanların bildiği usule uygun olarak yapılan ictihat ile
ulaşılan sonuç da (hüküm ve değerlendirme de) dine dâhildir, İslâmî’dir, ictihat eden âlimi ve
bilgileri yetersiz olduğu için âlimden sorma durumunda olan diğer Müslümanları bağlar. Hz.
Peygamber (s.a.v.) zamanında yılbaşı kutlamaları bulunmadığı için, doğrudan bu konuyu
hükme bağlayan bir ayetin veya hadisin bulunmaması tabiidir. Ama bizim dünyamızda
önümüze çıkan bu konunun -çeşitli ictihad yöntemleriyle- İslâm’daki yerini belirleyebilmek,
hükmünü (haram, mekruh, mübah olup olmadığını) ortaya koyabilmek için
yararlanabileceğimiz birçok ayet, hadis, kural ve ilke vardır.
Meselemizin hükmünü araştırmadan önce ne olduğunu açıklamak gerekir. Yılbaşı,
tarih başlangıcı olarak Müslümanlara ait değildir, Hıristiyanlara aittir. Aslında kış gün
dönümünü kutlama âdeti çeşitli Asya ve Avrupa putperest (pagan) topluluklarında vardı.
Tarihî kayıtlara uygun olmadığı halde Hz. İsa'nın doğduğu gün kilise tarafından 25 Aralık'a
çekildi, eskiden beri yapılmakta olan kutlamaların Hıristiyanlığa dâhil edilmesi hedeflendi.
Ancak zaman içinde bu kutlamaya katılan diğer kiliseler aynı tarihte birleşmedi, farklı
tarihleri benimsediler. Yılbaşında yapılan Noel Yortusuna (Hıristiyanlığa mahsusu bir ayine)
adı karıştırılan Noel Baba (Aziz Nichola, Santa Claus) aslında; yani tarihî bir şahıs olarak bir
Hıristiyan azizi (ermişi, velisi)’dir. Zaman içinde bu azizin tarihi kimliği değiştirilmiş,
kendisiyle ilgili birçok efsane uydurulmuş ve ilk defa 17. asırda Almanya'da Noel Yortusuna
karıştırılmış, daha sonra bu uygulama Hıristiyan dünyasına yayılmıştır. Müslümanlar tarih
başlangıcı olarak hicreti kullanırlar. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Hıristiyanlara ait bulunan
bu tarih başlangıcını resmen benimsediği için bu yılbaşı, aynı zamanda "Türkiye'nin resmî
Yılbaşı”dır, millî ve dinî yılbaşı değildir.
Bu kısa tarih bilgisinden çıkan sonuç şudur:
a) 1 Ocak 2015 yıl önce Müslümanların veya Türklerin tarihinde, tarih başlangıcı
olacak bir olay geçmemiştir.
b) Hz. İsa (a.s.)'ın doğum tarihine uygun olmamakla beraber onun doğumu bu tarihin
başlangıcı olarak kabul edilmiş; bundan öncesi ve sonrası için "milattan (İsa a.s.'ın
doğumundan) önce, sonra" denilmiştir.
c) Hz. İsa (a.s.) biz Müslümanlara göre aziz bir Peygamberdir, ancak Hıristiyanlar onu
Peygamberlikten çıkarmış, tanrılaştırmışlardır.
d) Noel Baba aslında bizce de saygıya değer bir mümindir (Hz. İsa (a.s.)'ın tebliğ ettiği
dine inanmış ve o din içinde yetişmiş velidir.), ancak dün Hıristiyanların, bugün dinli dinsiz
Batı'nın Noel Babası, nitelikleri bakımından bu aziz, bu veli, bu mümin değildir. Onun adının
karıştırıldığı yortu da bir Hıristiyan ibadetidir.
Müslümanlar bu yılbaşını takvim başlangıcı yaparlarsa, yılbaşı gecesinde yapılan
ayin veya eğlencelere iştirak ederlerse ne olur?
Yılbaşı dolayısıyla yapılan dinî ayine katılan (Hıristiyanlarla beraber bu toplu ibadeti
yapan) Müslümanlar en azından haram (büyük günah) işlemiş olurlar. Bu hükmün akla ve
vahye dayalı delillerini zikretmeye bile gerek yoktur. Dinî ayine katılmadan yılbaşı
dolayısıyla toplantı ve eğlence yapan Müslümanlar, bu eğlencelerde ayrıca hiçbir haram
işlemeseler dahi, kökeni dinî (İslâm'dan başka ve ona göre bugün muteber olmayan bir dine
dayalı) olan bir faaliyete katıldıkları ve başka dinden olanlara -dinle ilgili bir konuda- benzer
hale geldikleri için günah işlemiş olurlar. "Bir din ve kültür topluluğuna kendini
benzetenler onlardan sayılır" mealindeki hadis bu davranışı yasaklamaktadır. Yılbaşı,
takvim, tarih, tatil, eğlence, şenlik ve bunlarla ilgili âdetler bir milletin kültürüdür. Kültür, din
ve ideolojinin bedenlenmesi, ete kemiğe bürünmesidir. Bu ikisini birbirinden ayırmak
mümkün değildir. Eğer birileri din ile kültürü birbirinden ayırmaya, aralarındaki bağı
koparmaya kalkışırsa -zor olmakla beraber bunu yapabilirse- kültür ile beraber dini de
değiştirme yoluna girmiş olur. Bedenini parça parça kaybeden din gider (milletin hayatından
çıkar) onun yerine yeni kültürün dini veya dinsizliği gelir. Kültür ile din arasında böyle bir
bağ bulunduğuna göre; kültürün değişmesi dini yakından ilgilendirir. İslâm'ın beş temel
amacından biri dini (Müslümanların hayatında İslâm'ı) korumaktır. İslâm'ın korunmasını
olumsuz etkileyen bir davranış, bir kültür değişimi, bir kültür taklidi haramdır, bazan bununla
da kalmaz dinden çıkma sonucunu doğurur.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Medine'ye hicret edince, burada öteden beri iki
bayramın bulunduğunu ve bu bayramlarda kutlama yapıldığını öğrendi. Bayramlar, dinin
etkilenmesi bakımından önemli kültür unsurları olduğu için bunları değiştirdi ve yerlerine
Ramazan ile Kurban bayramlarını tebliğ etti. Daha pek çok hadiste, başka dinlerle ilişkisi
veya sembolik değeri/fonksiyonu bulunan âdet ve uygulamaları Müslümanlara yasakladı.”
Yüce Rabbimizden, bize zamanı iyi plânlama ve iyi değerlendirme bilincini
bahşetmesini ve yılların iyi bir muhasebesini yapmamızı, başta ülkemiz, gönül coğrafyamız
ve İslâm âlemi olmak üzere tüm insanlığa barış, huzur ve mutluluk getirmesi niyazımızdır.
Al-i Şan Peygamberimiz (s.a.v.)’in iki hadis-i şerifleriyle yazımızı sonlandıralım: “İki
nimet vardır ki, insanların çoğu onları değerlendirme hususunda aldanmıştır: Sağlık ve
boş zaman.”3
hikmetli tavsiyesi de ne kadar manidardır: “Beş şey gelmeden önce beş şeyin değerini iyi
bil; ölümden önce hayatın, meşguliyetten önce boş zamanın, yokluktan önce varlığın,
ihtiyarlıktan önce gençliğin ve hastalıktan önce sağlığın.”
Abdulgafur LEVENT
KAYNAKÇA
1-Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi
2-http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat/0277.htm
3-Buhârî, Rikâk, 1.
4-Hakim, el-Müstedrek, IV, 341.
buyuran Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in ashabından birine söylediği şu
"Küresel sehirler, küresel markalar artık dünyada devletler gibi siyasi aktör haline geliyor. Kültür de siyaset ve ekonomi gibi stratejik unsur oluyor." Küresel markalar; İŞGALCİ KOLLUK KUVVETLERİ! ŞİMDİ MİLLİ MÜDAFA ZAMANI! KIZLI-ERKEKLİ KAYBEDECEĞİZ YOKSA GELECEĞİMİZİ! YANİ; NE KARA KUVVETLERİ, NE HAVA KUVVETLERİ, NE DENİZ... İLLA Kİ; KÜLTÜR KUVVETLERİ!
30 Aralık 2015 Çarşamba
Ciddi Ciddi "Kadına şiddet son"
Kadına Şiddete HAYIR!
Kadına şiddeti erkeğe men eden, aslında şiddeti kime karşı işlenmiş olursa olsun lanetleyen bir dinin mensupları olarak… bugün karısını döven- eziyet eden- öldüren ve hala “elhamdülillah müslümanım” diyen nasıl bir toplum olmuş ve yazık ki nereden nereye gelmişiz… Sevgili peygamberimizin bu konudaki tavrına bakıp belki daha net anlama imkanı bulabiliriz…
***
Hz. Muhammed (s.a.v.) kadın haklarına saygı gösterilmesini istemiş, Veda Hutbesi’nde konu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’a karşı gelmekten sakınmanızı tavsiye ederim." (Müs-lim, Hac, 147)
Hz. Âişe’nin naklettiği hâdisede: Bir kızcağız geldi: "Ya Resûlallah", dedi "Babam beni istemediğim hâlde amcamın oğluyla evlendirdi." Hz. Muhammed derhal kızın babasını çağırdı: "Kızını, istemediği halde bir başkasıyla evlendirmeye zorlayamazsın." dedi. Adam: "Nasıl emrederseniz ya Resûlallah!" diyerek yaptığından vazgeçti.
Kendi öz evladı Fatıma'yı Hz. Ali ile evlendirirken de; "Ya Ali, kızımı sana cariye olarak veriyorum ama unutma ki bundan böyle sen de onun kölesisin" buyurmuştur.
Yine Hz. Muhammed (s.a.v.) aile hayatında kadının da sorumluluğunun olduğunu ve söz hakkının bulunduğunu bildirmiş ve bu hususu şöyle dile getirmiştir: “Kadın; eşinin, evinin ve çocuklarının yöneticisidir. Hepiniz yöneticisiniz ve hepiniz yönettiklerinizden sorumlusunuz" (Müslim, İmâre, 20)
Ashabına bir tavsiyesinde; “Kadınlarınızı nasıl köle ya da hayvan döver gibi dövüyor, sonra da akşam olunca utanmadan beraberce yatıyorsunuz?” şeklinde bir ifade ile seslenirken;
Erkeklerin eşlerine karşı katı, kaba, zorba ve merhametsiz olmamalarını, onlara sözlü ve fiilî şiddet uygulamamalarını, kötü sözlerle tahkir edilmemesini (Ahmed, V, 5) istemiş ve;
“Kadınlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, onlara vurmayın ve onları kötülemeyin." buyurmuştur.(Ebû Dâvûd, Nikâh, 42)
Hz Muhammed (s.a.v.) asla kadın dövmemiş, dövenleri kınamış, kadınlar hakkında Allah’tan korkulmasını, onlara haksızlık yapılmamasını ve onlara iyi davranılmasını istemiş, bu bağlamda; “Sizin hayırlınız kadınlarına/ eşlerine en hayırlı olanlarınızdır." (Tirmizî, Rada, 11)...
Yada;
“Müminlerin iman bakımından en mükemmel olanları, ahlâkı en güzel olanları ve eşine en yumuşak davrananlarıdır." (Nesâî, es-Sünenü’lKübra, Uşratü’n-Nisaî, 66)...
Yada;
“Sizin hayırlınız, eşi ve aile fertlerine hayırlı olanınızdır. Ben sizin, eşi ve aile fertlerine en hayırlı olanınızım." (İbn Hıbbân,Nikâh, IX, 484) buyurmuştur.
Yine peygamberimiz kadınların görüşlerine önem vermiş, onlarla istişare etmiştir. Mesela ilk vahiy aldığı zaman, içinde bulunduğu sıkıntılı durumu hanımı Hz. Hatice ile istişare etmiştir.
Peygamberimizin, dinî ve dünyevî en ciddi konularda eşleriyle istişare etmesi, kadınlara ve onların görüşlerine verdiği önemi ifade eder.
Zaten evinde zamanının bir kısmını ibadete, bir kısmını ailesine, bir kısmını da kendisine olmak üzere üçe ayırırdı. Kadınların ibadetlerine önem verir, beş vakit namaza, cumaya ve bayram namazlarına katılmalarını (Buhârî, VI, 160)teşvik eder, kadınların camiye gelmelerine engel olunmamasını isterdi.
Sonuç olarak; Peygamberimiz, “Kadınlarla iyi geçinin."(Nisa, 19)ayet-i kerimesinin gereğini hakkıyla yerine getirmiş, ashabını da bu yönde eğitmiş, Müslümanlara da gerekli tavsiyelerde bulunmuştur.
Bu itibarla insanlık âleminin olmazsa olmazı konumunda olan kadına gereken değeri ve önemi vermiş, kadını onurlu bir kul, salih bir insan, kendisi ile cennetin kazanıldığı bir anne (Süyûtî, Câmi’u’s-Sağîr, I, 42, No: 3657),güven ve huzura erildiği bir eş (Rum, 21),adaletile davranılması gereken bir evlât (Müslim, Hibât,13)olarak görmüştür.
Kız çocuklarının diri diri gömüldüğü ve kadının bir meta gibi kolayca alınıp satıldığı- el değiştirdiği bir çağda, kadınların itilmesine,aşağılanmasına, haklarının gasbedilmesine,sözlü ve fiili şiddet uygulanmasına şiddetle karşı çıkmıştır.
Öyleki; Kadınlara iyi davrananları insanların en hayırlısı olarak zikretmiştir.
Aslında bu gün her konuda olduğu gibi kadın hakları konusunda da çağımız insanının, Hz. Peygamber’in çağları kucaklayan anlayış ve görüşüne, örnek ve üstün ahlâkına ne kadar da çok ihtiyacı var!
BU YAZI RAHMETLİ HASAN KARAKAYA'DAN;
BU YAZI RAHMETLİ HASAN KARAKAYA'DAN;
ÖNCE EĞİTİMLİLER EĞİTİLMELİ!
Şimdilik, noktayı burada koyalım ve tekrar “Özgecan cinayeti”ne dönelim...
Önceki gece, “Ülke TV ekranlarında” da söyledim: Her olayda “Eğitim şart”diyoruz ya, çok doğru; eğitim şart... Ama, ilk önce “eğitimlilerin eğitilmesi şart!”
Önceki gece, “Ülke TV ekranlarında” da söyledim: Her olayda “Eğitim şart”diyoruz ya, çok doğru; eğitim şart... Ama, ilk önce “eğitimlilerin eğitilmesi şart!”
Söyleyin Allah aşkına;
Bu “tecavüz”lerin, bu “sapıklık” ve “sapkınlık”ların neşv-ü nema bulmasında, “eğitimli insanlar”ın hiç mi rolü yok?..
“Eğlendirme”nin yanı sıra, “toplumu eğitmek” gibi bir misyonu bulunan“gazeteler” ve “televizyonlar”ın; bu tür “tecavüz”lerde, “sapıklık ve sapkınlık”larda hiç mi dahli yok?..
Özgecan Aslan adlı genç kızımıza önce “tecavüz” etmek isteyen, “genç kızın direnmesi” üzerine de; Özgecan’ı bıçaklayan, sonra kesen, en sonunda da, “yakarak ortadan kaldırmaya” çalışan Suphi Altınöken adlı sapığın, bir zamanlar Aydın Doğan’ın televizyonu Kanal D’de yayınlanan“Fatma Gül’ün Suçu Ne” dizisini izliyor olması, bu diziye hayranlık duyması bir “tesadüf”(!) mü?..
FATMAGÜL’Ü İZLİYORLAR!
Lütfen, yukarıdaki fotoğrafa bir bakın... O fotoğrafta, “4 erkek” görülüyor...
Bu erkekler, “Katil Suphi Altınöken ve arkadaşları”dır!..
Diğerlerini bilmiyorum ama, fotoğrafın “sol” tarafında ve önde görünen kişi, Suphi Altınöken’dir!..
Onun hemen arkasındaki kişi de; “Özgecan Aslan’ı yakıp, ortadan kaldırma” fikrini veren, cinayette, arkadaşına “yardım ve yataklık” edenFatih Gökçe adlı şahıstır!..
Peki, dördü bir arada ne yapıyorlar?..
Televizyon seyrediyorlar...
Evet, evet;
Kanal D’de yayınlanan “Fatmagül’ün Suçu Ne” dizisini izliyorlar.
Malûm;Fatmagül’ün Suçu Ne adlı dizi,“tecavüz” sahnesi ile ünlü!..
Hadi, “fotoğrafın çekildiği” yeri de vereyim... Bu fotoğraf, 5 yıl önce, yani 2010’da Mersin’in Tarsus ilçesi Pınarbaşı Beldesi’nde çekilmiş!.
Tekrar edelim;
“Özgecan Aslan’a tecavüz girişimi”nde bulunan Suphi Altınöken ve ona“yardım ve yataklık” eden Fatih Gökçe ve iki arkadaşı, “tecavüz”sahnesiyle reyting rekorları kıran “Fatmagül’ün Suçu Ne” dizisini izlemektedirler!..
Bu diziyi izleyen herkesi “potansiyel tecavüzcü” olarak görmek, elbette mümkün değil!.. Ama, “medya”nın; bu tür “vahşet”leri, bu tür “tecavüz”leri ve bu tür “sapıklık”ları “teşvik” ettiği ya da “tetiklediği” bir gerçek!..
GELİNİM OLUR MUSUN?
Açık ve net söyleyeyim:
Bu tür “dizi” veya “program”lar, sadece “reyting” almak, yani “daha çok izlenmek” için yapılmıyor.
Bu tür programların “asıl amacı” toplumu “dönüştürmek” ve “istenilen kalıba sokmak”tır!..
Türkiye toplumunun “yüzde 99’u Müslüman” ya, istiyorlar ki, “dinden kopsunlar” ve herhangi bir “ahlaki değer”e sahip olmasınlar!..
Geçmişten bir örnek vereyim:
Malûm; “Nüfusunun yüzde 99’u Müslüman” denilen, “evlilik, aile, mahremiyet, ahlâk ve namus” kavramlarına büyük değer verilen Türkiye’de, bundan 11 yıl önce, yani 2004’te, bir program yayınlanmıştı...
Adı, “Gelinim Olur musun?”
İşte bu programın fikir babası Murat Üçkardeşler, daha sonra bir dergiye verdiği röportajda; “Bu programı niye yaptığını” şöyle itiraf etmişti:
“Evlilik kavramına karşıyım!..
Evlilik, çağdışı bir olaydır!”
Devam etmişti “itiraf”larına:
l “Ben bu program vasıtasıyla evliliğin ne kadar yanlış ve sahte olduğunu insanlara gösterebiliyorum!.. Amacım yarışmacıları evlendirmek filan değil; bu program vasıtasıyla insanlara birtakım mesajlar vermek! Çünkü toplumumuz hâlâ flörte karşı. Mesela kaynanalar genelde bakire gelin istiyorlar.”
l “Bir kız hâlâ bizim toplumumuzda rahat rahat flört edemiyor. Varoş ve Anadolu kültüründe hâlâ çocuklarının nasıl evleneceği konusunda aileler belirleyici. Kadınların kendilerini kanıtlama sorunları var. Mesela kaynanalar genelde bakire gelin istiyorlar. Bu çok ayıp. Bir kadın bunu nasıl söyler.”
Daha önce dedim ya;
“Eğitim şart... Ama ilk önce eğitimlileri eğitmek lazım!”
HASTALIKLI KAFALAR!
Söyleyin Allah aşkına;
“Eğitimli”(!) bir insan; “Evlilik çağdışı bir olaydır” diye yola çıkmış ve“Gelinim Olur musun?” adlı bir program yapmışsa, bu “hastalıklı kafa”dan, sağlıklı bir program çıkar mı?..
Bu tür “hastalıklı kafalar”ın yaptığı programların tek amacı, “toplumu ayakta tutan değerleri yıkmak”tır!..
Daha kısa ifadesiyle;
Bunlar “Hak ve halk düşmanı”dır!..
Bu “hastalıklı kafalar”dan çıksa çıksa; “tecavüz” çıkar, “cinayet” çıkar,“intihar” çıkar!..
O programda “rol” alan Semra adlı kadının oğlu Ata Türk’ün, daha sonra bunalıma girip, 2005’te, otel odasında “intihar” ettiğini de söyleyelim ki, ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılsın!..
Uzun lâfın kısası;
“Fatmagül’ün Suçu Ne” türü diziler “tecavüz”leri, “Gelinim Olur musun?”adlı programlar da “intihar”ları körüklüyor!..
Olan, bu ülkenin “genç”lerine oluyor!.. Hep kaybediyorlar!..
“Kazananlar” ise;
“Medya patronları!”
Gençlerin “ceset”leri,
Onların “cep”leri şişiyor!..
BİR TEK DİZİDE 3 TECAVÜZ!
Şimdi, “Yozgat Rehberlik Araştırma Merkezi”nde görevli Psikolojik Danışman Mustafa Toplu’nun gönderdiği bir “yazı”yı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Mustafa Toplu, özetle demiş ki;
“Medyanın birey ve aile üzerindeki etkisi yadsınamayacak bir gerçekliktir.Dini, kültürel ve ahlaki değerlerimizle alakası olmayan televizyon dizilerinin ve kadını bir eşya, bir meta olarak teşhir eden yarışmaprogramlarının bireyler ve aile yapımız üzerindeki yıkıcı etkisi dehşet verici boyutlardadır.
Birey ve toplum ahlakını hiçe sayan bu diziler ve yarışma programları, kadınları cinsel bir obje olarak takdim etmekte, ‘bedene’ indirgemekte ve sömürmektedir.
Bu diziler ve bu dizilerde rol alan sanatçı(!)lar, aile kurma ve çocuk sahibi olma gibi değerlere karşı insanları duyarsızlaştırmakta, nikahsız birliktelikleri teşvik etmektedir.
Maalesef reyting rekorları kıran bu diziler ve yarışma programları nikah, mahremiyet, kadının kutsallığına saygı, vefa ve sadakat gibi değerleri altüst etmektedir. Çocuklarımız, akşam ayakta oldukları saatlerde, Türk aile yapısına ve dini yaşantısına uygun olmayan, mahremiyetin hiçe sayıldığı sahnelere maruz kalmaktadır.
Dizilerin nerdeyse tamamında, arkadaşlık ilişkileri cinsel boyutlara indirgenmekte ve gençlerin hayat tarzlarının merkezine cinsellik yerleştirilmektedir.
Yarışma programı adı altında reyting çekme uğruna, kadınlar cinsel bir meta olarak teşhir edilmektedir.
Kadın kutsal kimliğinden çıkarılıp bedensel zevkleri tatmin eden bir meta olarak değersizleştirilmektedir.
Bu dizilerdeki ve yarışma programlarındaki kişiler çocuklarımız tarafındanmodel alınmaktadır. Bu durum ise bireyleri, ahlaki ve kültürel değerlere karşı duyarsızlaştırmakta; cinsel sapkınlıktan tutun, uyuşturucu kullanımına kadar birçok olumsuz sonuçları beraberinde getirmektedir.
Yakın tarihte fuhuş, uyuşturucu satmak ve kullanmaktan suçlu bulunan ünlü isimlerin en çok izlenen dizilerde karşımıza çıkmaları fuhuşu, uyuşturucu kullanımını ve ahlaksızlığı meşrulaştırmakta ve bu kişileri model alan gençlerimizi teşvik etmektedir.
Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Zeynep Gültekin’in hazırladığı yüksek lisans tezinde ele alınan sadece bir dizinin 55 bölümünün faaliyet raporunda; ‘411 cinayet, 152 yaralama, 137 saldırı, 147 dayak, 155 tokat, 175 kavga, 110 işkence, 3 tecavüz, 191 taciz, 145 silahlı çatışma’ ortaya çıkmıştır...”
SAPIKLARI TV’LER ÜRETİYOR!
Görüyorsunuz ya;
Rakamlar dehşet verici!..
Düşünebiliyor musunuz;
“Sadece bir tek dizi”nin “55 bölüm”ünde, “411 cinayet” işleniyor, “saldırı, yaralama, dayak, tokat, kavga, çatışma ve işkence” gibi “şiddet sahneleri”yer alıyor!..
Dahası;
“Sadece bir tek dizinin 55 bölümü”nde “3 tecavüz, 191 taciz”seyrediliyor!..
Sonra da, toplum olarak ayağa kalkıyor ve “Özgecan cinayeti”ni protesto ediyoruz...
Tamam, tepki gösterelim de;
Bu “tecavüz”lerin, bu “sapıklık” ve “cinayet”lerin “tarlası” kim?..
“Tarla, medyadır!”
Bir kısım “gazeteler”dir, “dergiler”dir, özellikle “televizyonlar”dır!.
“Gerçek suçlu, medyadır!”
Siz, “Fatmagül’ün Suçu Ne” gibi dizileri yayınlamaya devam ederseniz, o“tarla”lardan Suphi Altınöken ve Fatih Gökçe gibi “sapık ve cani”ler yetişmeye devam edecektir!..
Bence; “sivrisinek”leri değil, onların yetiştiği “bataklık”ları protesto etmeli, o “tarla”ların önünde gösteri yapılmalıdır!..
Aksi halde;
“Daha çook Özgecan’lar ölür!”
29 Aralık 2015 Salı
İSRAİL NASIL MI KURULDU?
İngilizler ve Fransızlar ortadoğuyu işgal edince propagandaya başladılar. Araplara Türkler sizleri 500 yıl sömürdüler dediler. Şimdi de aynı söylemin hedefinde Kürtler var. Kürtler umarım Arapların yediği bu zokayı yutmazlar.
Birinci dünya savaşı esnasında kanal cephesinde savaşan ve ikinci meşrutiyet devrinin onemli uc paşasından biri olan Cemal Paşa'nın savaş doneminde yanına ve hatta yatağına kadar girebilmiş aslen musevi olan ve sadece musevilerin yaşayabilecegi bir ülke hayal eden,bu yüzden cihan harbinde ingilizlerin tarafını tutarak ingiliz istihbarat örgütüne calışan,güzelliği dillere destan casustan bahsedeceğiz bu kez.
Cihan harbi esnasında musevi kızları cephede savaşan subayların zaaflarından faydalanmayı iyi bilmiş ve bu sayede onların askeri planlarını gizlice calabilmiş ya da ağızlarından olası askeri harekatın bilgilerini alabilmişlerdi..
Sara'nın da görevi buydu..sadece diger musevi casuslara gore biraz daha tehlikeliydi..Cemal paşa'nın planlarını calarak en kısa zamanda telgraf veya kendi casus şebekesi ile ingiliz komutanlara ulaştırması gerekiyordu..
İngiliz casus Sara kendisine ve güzelliğine oldukca güvenen bir kadın,bu sayede Cemal paşa'nın dahi aklını başından alabilmişti..
İngiliz casus Sara kendisine ve güzelliğine oldukca güvenen bir kadın,bu sayede Cemal paşa'nın dahi aklını başından alabilmişti..
Bugünkü İsrail' in kurulmasında ağabeyi aaron ve Lawrence ile anılan en büyük Nili kahramanlardan biridir.
Sara Aaranson, Osmanlı Yahudisi olarak Yafa şehri yakınlarında Yitron Yaakov’da yaşıyordu. Ağabeyi Aaron ile birlikte 1914 yılında NILI adındaki Yahudi casusluk örgütünü kurdular. Osmanlı ordusunun 1917 Gazze savaşlarında en hassas savaş planları SARA’nın casusluk örgütü tarafından elde edilip İngiltere’ye ulaştırıldı. Sara, casus güvercinin kanatları altına sakladığı belge yüzünden yakalandı, sorgulanırken intihar etti.
Sırları kendisi ile birlikte ortadan kayboldu. İngiliz gizli servis belgeleri açıklanırken Sara’nın fotoğrafı ve çalışmaları hakkında bilgiler de bulundu. -Çok sayıda Türk askerinin Filistin cephesinde ölümünden sorumlu Sara’nın hayat hikayesi ibretlerle dolu idi.
Hayatının baharında olmasına aldırmadan bakışlarını karşıya dikti. Kısa bir süre için durdu. ve yüzünde parlayan flaş ışıkları onun çehresini fotoğrafa yansıttı. Saçları kısa kesilmişti. Boynunu da örten beyaz gömleğinin çizgileri göbek hizasında giydiği manto ile tamamlanıyordu. Fotoğrafı çeken görevli portrenin alt kısmına FO Box 10521-Tallahassee FL-0521 yazısının üzerine rehmann P 156 yazmıştı.
Bu görüntü aslında FO olarak kodlanan İngiltere Dışişleri Bakanlığı Arşivindeki İstihbarat dosyaları içinde onunla ilgili çok gizli bilgilerin yer aldığı dosyanın içindeki kod numarası idi. Fotoğraftaki kadının ismi de SARA AARANSON olarak yazılmıştı. İngiltere’nin I. Dünya Savaşı esnasında Filistin askeri operasyonlarında çok önemli görevi yerine getiren kadın elemanı…
Bir başka ifade ile İngiltere hesabına çalışan Yahudi NİLİ casusluk örgütünün lideri idi. Düşman olarak görülen Türk askerinin kontrolündeki Arabistan topraklarının Filistin, Kudüs, Suriye bölümündeki olaylar ile ilgili bilgileri derlemekle görevli idi.
Herkesin bir hikayesi var sözlerindeki düşünceyi doğrularcasına onun hakkında bilinenlerde yakın zamana kadar bir sır olarak saklandı. Ailesi 1880’li yılların başlarında Romanya’dan göç ederek Osmanlı’ya bağlı Filistin topraklarının kuzeyindeki Akdeniz’e de yakın Zichron Yaakov’a yerleşmişti. Yerleşim esnasında Avrupa’nın en zengin Yahudi ailesi Rotschild’dan maddi yardım almışlardı.
Her ne kadar Osmanlı Padişahı Abdülhamit, Filistin ve Kudüs Sancağı yöresine Yahudi göçünü yasaklamış olmasına rağmen. Bahçeli ve taş yapı villayı andırır güzel bir evleri vardı. Kardeşi Aaron Filistin topraklarında yaşayan ünlü bir botanik uzmanı idi. Veya öyle görünüyordu. Çöl toprağında veya vadi ardalarında sulak arazilerde tarım yapılması, bitki çeşitleri üzerine araştırmalar yapıyordu.
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşına girmesi ile birlikte şartlar birdenbire değişti. Çanakkale savaşyı tam bir hesaplaşma idi, Osmanlı ile İngiltere arasında. İngiltere ve ona bağlı ANZAC güçleri Kilidbahir saldırılarında başarılı olamamışlardı. Ama şimdi hem İngiltere ve hem de müttefik konumdaki Fransa gözlerini Arabistan topraklarına çevirmişlerdi.
Osmanlı’nın zayıf karnı burada idi. Epeydir yöredeki Arap kabile reislerinin çoğu para ile satın alınmış, el altından Osmanlı’ya isyan etmeye hazır bir durumda idiler. Her ne kadar Osmanlı’nın Şam’dan Hicaz’a (Medineye) kadar uzanan demiryolu hattı bulunsa ve yüzyıllardan beri de bölgeyi yönetse de halkın reisleri ile bütünleşemediği için dış müdahale ve savaş ortamında işi bir hayli zordu. Osmanlı’nın yöredeki lojistik, haberleşme ve ulaşım imkanları da sınırlı idi.
Ama ne olursa olsun Türk askerleri büyük bedel ödense de Hicaz bölgesi ve Kudüs’ü korumakta idi. Cemal Paşa kumandasındaki Osmanlı IV. Ordusu, merkezi Şam’da konuşlanmış, Yemen’den Sina Yarımadası ve Filistin’e, Bağdat’a kadar geniş bir alana asker sevki yapıyordu. İngilizlerin Asya’dan Akdeniz’e ulaşan stratejik ulaşım merkezi Mısır ve Süveyş’e yapılacak başarılı bir saldırı ile düşmanın güç durumda kalacağı hesaplanıyordu.
Osmanlı’nın Süveyş kanal harekatı 1915 yılı Ocak ayı içinde başlamış, kanal üzerine seyyar köprü kurma ve karşıya geçme çalışması hezimetle sonuçlanmıştı. 24 Temmuz 1916 yılına gelindiğinde Osmanlı ordusu Sina yarımladasını boşaltarak Filistin’in güney ucundaki el-Ariş’e çekilmişti.
Çadır kumplar kurulmuş, Şam ve Halep’ten devamlı yardım alınıyordu. Osmanlı ordusu içinde Avusturyalı askerler de vardı. Önemli kumandanlık görevlerinde Almanlar da bulunuyordu. 1917 yılı içinde Osmanlı ordusu Gazze –Birüssebi hattını tutmaya karar verdi. İngilizlerin iki kez Gazze üzerine yürümesi durduruldu. Düşmana ağır kayıplar verdirildi.
Ancak 1917 yılı Eylül ayı içinde Gazze sahillerine yaklaşan İngiliz savaş gemileri ağır silahların takviyesi ile cepheyi takviye etti. Bu arada beklenmeyen olaylar gelişti. İngiliz askerleri Osmanlı ordusunun savunma hatlarının en zayıf yerlerinden yarma harekatı yaparak ilerlemeye başladı.
Gazze düştü, arkasından da Birüssebi tehlike altına girdi. Osmanlı’nın savaş planları yaşanan hezimet ile çökmüştü. Gazze yakınlarında Yahudi yerleşim yerlerinden havalanan güvercinlerden bir tanesi havada vuruldu. Yere düştüğünde kanatlarının altında bağlı olarak şifreli yazıların bulunduğu belgeler bulundu.
Osmanlı Teşkilatı Mahsusa casusları yakalanan güvercinlerin havalandığı yerde araştırmalar yaptılar. Ve çok şaşırdılar. Osmanlı ordu karargahına sık sık ziyarete gelen ve kendisini Türk dostu olarak gösteren orta yaşlı alımlı ve güzel bir Yahudi kadın Sara’nın marifeti ile casus güvercinler havaya salıveriliyordu.
Sara’yı kıskıvrak yakalayan Türk casusları daha da şaşırdılar. Kısa süre önce Osmanlı Ordu kumandanı Cemal Paşa, ile karargahta kahve içerek derin sohbetler yapan bu kadından başkası değildi. Ekim 1917 içinde Türk casuslar Sara’yı konuşturmak için tutukladılar. Mensup olduğu örgüt arkadaşlarının isimlerini vermesi isteniyordu. Sara’nın gözü döndü. Konuşmamak için yutkundu.
Ve yapabileceği tek şey vardı: Sırlarını açıklamadan hayatı ile ödemek. Bulunduğu hücrede birkaç el silah sesi duyuldu. Yahudi asıllı Sara, inandığı dava uğruna görevini yerine getirmiş, yakalandığında da sırlarını açıklayamadan hayatına son vermişti. Sara’nın soruşturmasına katılan Türk casuslardan Cevat Rifat Bey, gördükleri ve duydukları karşısında şok oldu.
Osmanlı ordusu dıştan ve içten ihanetler içinde peş peşe yenilgiler almıştı. Ve 9 Aralık 1917 tarihinde Türk askerleri Kudüs cephesini de terk ederek daha kuzeye çekildiler. İngiliz kumandan General Allenbi, 11 Aralık günü yürüyerek Kudüs’e giriş yaptı. Türk ordusu Filistin cephesinde tarihinin en ağır yenilgilerinden birisini almıştı.
Sadece Gazze savaşları sonucunda asker kaynı 25.000 civarında idi. 10 bin asker de düşmana esir düşmüştü. General Allenbi ordusunun zafer kazanmasının sonuçları olarak 20’den fazla uçak, 20 milyon kurşun, 100 top, çok sayıda makineli tüfenk düşmanın eline geçmişti(1).
Osmanlı ordusu bozulurken birliğini terk eden askerlerin kaçmasına fırsat vermeden isyancı Arap ve karşı güçler tarafından sayısı belirsiz Türk askeri Arabistan çöllerinde, Filistin, Suriye topraklarında vahşice tuzağa düşürüldü, öldürüldü.
Gazze savaşlarının sonunda düşman taraf oldan İngiliz ordusu nasıl olmuştu da Osmanlı cephesini kolaylıkla yararak hedeflerine doğru ilerlemişti. Yıllar sonra İngiliz İstihbarat Örgütü belgelerinin bulunduğu F0 serisi dosyalar içinde Sara’nın dosyası aralandığı zaman acı gerçekler ortaya çıkıyordu.
Sara’nın emrinde çalışan çok sayıda kadın görev esnasında fahişelik de yaparak en gizli sırları elde etmişler, İngiliz general Allenbi’nin karargahına ulaştırmışlardı.
Bütün yaşananlar dikkate alındığında insan söylemeden edemiyor: Sara, Osmanlı ordu kumandanı Cemal Paşa ile karargahta sık sık görüşürken hangi ilişkilere girmişti! Ve neler elde etmişti!
Yaşananlar tarihin gündeminde bir sır olarak saklandı. Osmanlı askerlerinin yakaladığı casus güvercinlerin kanatları altında bulunan belgelerde hangi bilgilerin servisi yapılmıştı!
GEÇMİŞİ DEĞERLENDİRECEK OLURSAK...
Birinci Dünya Harbinde ve sonrasında, Araplar ile Türkler arasındaki kopukluk Batı’nın, büyük parçaları kolay yutması için küçük parçalara bölme eğilimi midir? Bunu bir iç sorun ve çözümünü de Osmanlı Devleti içinde görme imkânımız yok muydu? 3 kıtada 600 yılın üzerinde adil bir yönetimi yerleştiren bir Osmanlı Devleti gerçekten iddia edildiği gibi içindeki ayak oyunlarıyla mı parçalandı? Yoksa Şairlerin Sultanı Necip Fazıl Kısakürek,“Ulu Hakan II. Abdülhâmid Hân’ın anlaşılacağı gündür ki, Tanzimat’tan bugüne kadar gelen bütün sahte inkılâpların ve yalancı kahramanların içyüzleri görülecek ve tarihimizin ölüm virajı, kurtuluş istikametiyle beraber aydınlığa kavuşacaktır.”sözüyle bunu mu ifade ediyordu?
Daha henüz I.Dünya Savaşı çıkmadan önce Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl paylaşılacağı konusunda büyük devletler; İngiltere, Fransa, Rusya gibi büyük devletler, evvela Osmanlı’yı nasıl parçalayacağız, sonra nasıl paylaşacağız? konusunda bir takım kararlara varmışlardı. Tarihte bu kararların bu anlaşmaların isimleri vardır.
Bu hamur çok su götürür, lâkin Filistin’den ayrılışımızın acıklı hikâyesi çok kısa olarak bu şekildedir. Neden ve nasıl böyle bir bozgun yaşanmış? Yeterince araştırılmamış olup tarihçilerin ilgisini beklemektedir. Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Gazetesinde Armageddon yani Filistin Savaşı ile ilgili olarak ilginç tespitlerde bulunmuştur. “Dedektif X” ismi ile, İstiklal Savaşı esnasında Nafia Vekili olan ve bu savaşta Yıldırım Orduları Levazım Reisi olan Merzifonlu Miralay Ömer Lütfi Bey’e dayanarak, M. Kemal’in iki generale “Enver Paşa’nın idaresi orduyu ve vatanı her yerde felakete sürüklüyor! Bu vaziyetten kurtulmak için tek çare İngilizlerle anlaşmaktır! Başka hiçbir çıkar yol kalmamıştır” diyerek İngiliz Komutan General Allenby ile anlaştığını söylemektedir. İddia vahimdir hem de tarihin örtülmeye ve gizlenmeye çalışılan bir bölümünü açığa çıkarmaktadır. Ne olmuştur da 7. Ordu Komutanı M. Kemal sağında ve solunda bulunan 8. Ve 4. Ordu’ya haber vermeden birdenbire Bisan istikametinde geri çekilmeye başlıyor?
İngiliz Kuvvetleri 42 gün süren harekât ile 550 km. ilerleyerek Kilis’e kadar geldiler. Günde 1.25 km hızla ilerleyen İngiliz Ordusu daha bir yıl önce Kut-ül Amare’de tarihlerinin en büyük bozgununu yaşamış değil miydi?
Önlerinde bir engel olmamasına rağmen Kilis önlerinde durmaları da ilginçtir. Çünkü bu sınıra ulaşır ulaşmaz Mondros Mütarekesi imzalanmış Filistin, Ürdün, Suriye, Lübnan Arabistan ve daha nice toprak parçası kaybedilmişti. Türklerin tarihinde bundan daha büyük bozgun yaşanmamıştır. Elbette bu bozgunun ardında “ihanet” olup olmadığı araştırılması zorunludur.
Resmi tarih belgelerinde Suriye’de yaşanan bozgundan hiç bahsedilmez. Sanki böyle bir olay hiç yaşanmamıştır. Buna mukabil Yahudiler ile Müslümanlar arasında yaşandığı ifade edilen son büyük savaş “Armageddon” tarih kitaplarında sık sık yer almaktadır. El- Megiddo veya Nablus Savaşları ki sonuçta çok büyük bir toprak parçası kaybedilmiştir incelenmeli başarısızlığa sebep olan komutanlar tarih önünde yargılanmalıdır. Aksi takdirde şanlı bir millet ve milyonlarla gazi ve şehit, hiç de layık olmadıkları bir yenilgiyi sahiplenmek durumunda kalmaktadır.
Sara Aaranson, Osmanlı Yahudisi olarak Yafa şehri yakınlarında Yitron Yaakov’da yaşıyordu. Ağabeyi Aaron ile birlikte 1914 yılında NILI adındaki Yahudi casusluk örgütünü kurdular. Osmanlı ordusunun 1917 Gazze savaşlarında en hassas savaş planları SARA’nın casusluk örgütü tarafından elde edilip İngiltere’ye ulaştırıldı. Sara, casus güvercinin kanatları altına sakladığı belge yüzünden yakalandı, sorgulanırken intihar etti.
Sırları kendisi ile birlikte ortadan kayboldu. İngiliz gizli servis belgeleri açıklanırken Sara’nın fotoğrafı ve çalışmaları hakkında bilgiler de bulundu. -Çok sayıda Türk askerinin Filistin cephesinde ölümünden sorumlu Sara’nın hayat hikayesi ibretlerle dolu idi.
Hayatının baharında olmasına aldırmadan bakışlarını karşıya dikti. Kısa bir süre için durdu. ve yüzünde parlayan flaş ışıkları onun çehresini fotoğrafa yansıttı. Saçları kısa kesilmişti. Boynunu da örten beyaz gömleğinin çizgileri göbek hizasında giydiği manto ile tamamlanıyordu. Fotoğrafı çeken görevli portrenin alt kısmına FO Box 10521-Tallahassee FL-0521 yazısının üzerine rehmann P 156 yazmıştı.
Bu görüntü aslında FO olarak kodlanan İngiltere Dışişleri Bakanlığı Arşivindeki İstihbarat dosyaları içinde onunla ilgili çok gizli bilgilerin yer aldığı dosyanın içindeki kod numarası idi. Fotoğraftaki kadının ismi de SARA AARANSON olarak yazılmıştı. İngiltere’nin I. Dünya Savaşı esnasında Filistin askeri operasyonlarında çok önemli görevi yerine getiren kadın elemanı…
Bir başka ifade ile İngiltere hesabına çalışan Yahudi NİLİ casusluk örgütünün lideri idi. Düşman olarak görülen Türk askerinin kontrolündeki Arabistan topraklarının Filistin, Kudüs, Suriye bölümündeki olaylar ile ilgili bilgileri derlemekle görevli idi.
Herkesin bir hikayesi var sözlerindeki düşünceyi doğrularcasına onun hakkında bilinenlerde yakın zamana kadar bir sır olarak saklandı. Ailesi 1880’li yılların başlarında Romanya’dan göç ederek Osmanlı’ya bağlı Filistin topraklarının kuzeyindeki Akdeniz’e de yakın Zichron Yaakov’a yerleşmişti. Yerleşim esnasında Avrupa’nın en zengin Yahudi ailesi Rotschild’dan maddi yardım almışlardı.
Her ne kadar Osmanlı Padişahı Abdülhamit, Filistin ve Kudüs Sancağı yöresine Yahudi göçünü yasaklamış olmasına rağmen. Bahçeli ve taş yapı villayı andırır güzel bir evleri vardı. Kardeşi Aaron Filistin topraklarında yaşayan ünlü bir botanik uzmanı idi. Veya öyle görünüyordu. Çöl toprağında veya vadi ardalarında sulak arazilerde tarım yapılması, bitki çeşitleri üzerine araştırmalar yapıyordu.
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşına girmesi ile birlikte şartlar birdenbire değişti. Çanakkale savaşyı tam bir hesaplaşma idi, Osmanlı ile İngiltere arasında. İngiltere ve ona bağlı ANZAC güçleri Kilidbahir saldırılarında başarılı olamamışlardı. Ama şimdi hem İngiltere ve hem de müttefik konumdaki Fransa gözlerini Arabistan topraklarına çevirmişlerdi.
Osmanlı’nın zayıf karnı burada idi. Epeydir yöredeki Arap kabile reislerinin çoğu para ile satın alınmış, el altından Osmanlı’ya isyan etmeye hazır bir durumda idiler. Her ne kadar Osmanlı’nın Şam’dan Hicaz’a (Medineye) kadar uzanan demiryolu hattı bulunsa ve yüzyıllardan beri de bölgeyi yönetse de halkın reisleri ile bütünleşemediği için dış müdahale ve savaş ortamında işi bir hayli zordu. Osmanlı’nın yöredeki lojistik, haberleşme ve ulaşım imkanları da sınırlı idi.
Ama ne olursa olsun Türk askerleri büyük bedel ödense de Hicaz bölgesi ve Kudüs’ü korumakta idi. Cemal Paşa kumandasındaki Osmanlı IV. Ordusu, merkezi Şam’da konuşlanmış, Yemen’den Sina Yarımadası ve Filistin’e, Bağdat’a kadar geniş bir alana asker sevki yapıyordu. İngilizlerin Asya’dan Akdeniz’e ulaşan stratejik ulaşım merkezi Mısır ve Süveyş’e yapılacak başarılı bir saldırı ile düşmanın güç durumda kalacağı hesaplanıyordu.
Osmanlı’nın Süveyş kanal harekatı 1915 yılı Ocak ayı içinde başlamış, kanal üzerine seyyar köprü kurma ve karşıya geçme çalışması hezimetle sonuçlanmıştı. 24 Temmuz 1916 yılına gelindiğinde Osmanlı ordusu Sina yarımladasını boşaltarak Filistin’in güney ucundaki el-Ariş’e çekilmişti.
Çadır kumplar kurulmuş, Şam ve Halep’ten devamlı yardım alınıyordu. Osmanlı ordusu içinde Avusturyalı askerler de vardı. Önemli kumandanlık görevlerinde Almanlar da bulunuyordu. 1917 yılı içinde Osmanlı ordusu Gazze –Birüssebi hattını tutmaya karar verdi. İngilizlerin iki kez Gazze üzerine yürümesi durduruldu. Düşmana ağır kayıplar verdirildi.
Ancak 1917 yılı Eylül ayı içinde Gazze sahillerine yaklaşan İngiliz savaş gemileri ağır silahların takviyesi ile cepheyi takviye etti. Bu arada beklenmeyen olaylar gelişti. İngiliz askerleri Osmanlı ordusunun savunma hatlarının en zayıf yerlerinden yarma harekatı yaparak ilerlemeye başladı.
Gazze düştü, arkasından da Birüssebi tehlike altına girdi. Osmanlı’nın savaş planları yaşanan hezimet ile çökmüştü. Gazze yakınlarında Yahudi yerleşim yerlerinden havalanan güvercinlerden bir tanesi havada vuruldu. Yere düştüğünde kanatlarının altında bağlı olarak şifreli yazıların bulunduğu belgeler bulundu.
Osmanlı Teşkilatı Mahsusa casusları yakalanan güvercinlerin havalandığı yerde araştırmalar yaptılar. Ve çok şaşırdılar. Osmanlı ordu karargahına sık sık ziyarete gelen ve kendisini Türk dostu olarak gösteren orta yaşlı alımlı ve güzel bir Yahudi kadın Sara’nın marifeti ile casus güvercinler havaya salıveriliyordu.
Sara’yı kıskıvrak yakalayan Türk casusları daha da şaşırdılar. Kısa süre önce Osmanlı Ordu kumandanı Cemal Paşa, ile karargahta kahve içerek derin sohbetler yapan bu kadından başkası değildi. Ekim 1917 içinde Türk casuslar Sara’yı konuşturmak için tutukladılar. Mensup olduğu örgüt arkadaşlarının isimlerini vermesi isteniyordu. Sara’nın gözü döndü. Konuşmamak için yutkundu.
Ve yapabileceği tek şey vardı: Sırlarını açıklamadan hayatı ile ödemek. Bulunduğu hücrede birkaç el silah sesi duyuldu. Yahudi asıllı Sara, inandığı dava uğruna görevini yerine getirmiş, yakalandığında da sırlarını açıklayamadan hayatına son vermişti. Sara’nın soruşturmasına katılan Türk casuslardan Cevat Rifat Bey, gördükleri ve duydukları karşısında şok oldu.
Osmanlı ordusu dıştan ve içten ihanetler içinde peş peşe yenilgiler almıştı. Ve 9 Aralık 1917 tarihinde Türk askerleri Kudüs cephesini de terk ederek daha kuzeye çekildiler. İngiliz kumandan General Allenbi, 11 Aralık günü yürüyerek Kudüs’e giriş yaptı. Türk ordusu Filistin cephesinde tarihinin en ağır yenilgilerinden birisini almıştı.
Sadece Gazze savaşları sonucunda asker kaynı 25.000 civarında idi. 10 bin asker de düşmana esir düşmüştü. General Allenbi ordusunun zafer kazanmasının sonuçları olarak 20’den fazla uçak, 20 milyon kurşun, 100 top, çok sayıda makineli tüfenk düşmanın eline geçmişti(1).
Osmanlı ordusu bozulurken birliğini terk eden askerlerin kaçmasına fırsat vermeden isyancı Arap ve karşı güçler tarafından sayısı belirsiz Türk askeri Arabistan çöllerinde, Filistin, Suriye topraklarında vahşice tuzağa düşürüldü, öldürüldü.
Gazze savaşlarının sonunda düşman taraf oldan İngiliz ordusu nasıl olmuştu da Osmanlı cephesini kolaylıkla yararak hedeflerine doğru ilerlemişti. Yıllar sonra İngiliz İstihbarat Örgütü belgelerinin bulunduğu F0 serisi dosyalar içinde Sara’nın dosyası aralandığı zaman acı gerçekler ortaya çıkıyordu.
Sara’nın emrinde çalışan çok sayıda kadın görev esnasında fahişelik de yaparak en gizli sırları elde etmişler, İngiliz general Allenbi’nin karargahına ulaştırmışlardı.
Bütün yaşananlar dikkate alındığında insan söylemeden edemiyor: Sara, Osmanlı ordu kumandanı Cemal Paşa ile karargahta sık sık görüşürken hangi ilişkilere girmişti! Ve neler elde etmişti!
Yaşananlar tarihin gündeminde bir sır olarak saklandı. Osmanlı askerlerinin yakaladığı casus güvercinlerin kanatları altında bulunan belgelerde hangi bilgilerin servisi yapılmıştı!
GEÇMİŞİ DEĞERLENDİRECEK OLURSAK...
Birinci Dünya Harbinde ve sonrasında, Araplar ile Türkler arasındaki kopukluk Batı’nın, büyük parçaları kolay yutması için küçük parçalara bölme eğilimi midir? Bunu bir iç sorun ve çözümünü de Osmanlı Devleti içinde görme imkânımız yok muydu? 3 kıtada 600 yılın üzerinde adil bir yönetimi yerleştiren bir Osmanlı Devleti gerçekten iddia edildiği gibi içindeki ayak oyunlarıyla mı parçalandı? Yoksa Şairlerin Sultanı Necip Fazıl Kısakürek,“Ulu Hakan II. Abdülhâmid Hân’ın anlaşılacağı gündür ki, Tanzimat’tan bugüne kadar gelen bütün sahte inkılâpların ve yalancı kahramanların içyüzleri görülecek ve tarihimizin ölüm virajı, kurtuluş istikametiyle beraber aydınlığa kavuşacaktır.”sözüyle bunu mu ifade ediyordu?
Daha henüz I.Dünya Savaşı çıkmadan önce Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl paylaşılacağı konusunda büyük devletler; İngiltere, Fransa, Rusya gibi büyük devletler, evvela Osmanlı’yı nasıl parçalayacağız, sonra nasıl paylaşacağız? konusunda bir takım kararlara varmışlardı. Tarihte bu kararların bu anlaşmaların isimleri vardır.
Tam bu yıllarda bir devlet kurma temayülü ve çalışmaları içinde Yahudiler yani Siyonist teşkilatta, Filistin’de veya dünyanın herhangi bir yerinde arzuladıkları bir bölgede bir devlet kurma çalışmalarına başlamışlardır. İlk çalışmalar 1895 yıllarında BASEL de yapılmış olan Siyonizm Kongresinde alınmış bazı Siyonist kararlar vardır.
Bu kararlardan 22 maddenin mutlaka konuşaulması ve anlaşılması gerekir. Türk gençliğinin bu 22 maddeyi anlaması lazım; Çünkü hem Türkiye’de hem de Türkiye dışında bu 22 madde hala yürürlüktedir.- Şimdi tabii harp başlar başlamaz iki kuruluş kuruluyor; bunlardan birisi 40 tane güzel Yahudi kızı Siyonistlerin emrinde çalışan İngiliz istihbaratına bağlı NİL teşkilatı altında bir istihbarat servisi kuruluyor. İkinci kuruluş ise SARA ARONSON adındaki kadın tarafından kuruluyor.
Ortadoğu’da yani I.dünya savaşında savaştığımız Süveyş kanalından tutun, Torosların yamacındaki dağlara kadar savaşlarda bu Yahudi teşkilat çok büyük bir rol oynamıştır. İddia ediyorum ki bu durum İmparatorluğun yıkılmasında en büyük nedendir. Çünkü orada Müslüman kardeşlerimizle de, Araplarla da bu anlaşmaların sağlanmasını bunlar sağlamışlardır. Böylece İngiliz ve Siyonist istihbaratlarının o bölgedeki Osmanlı ordularının yenik düşmesine vesile olmuşlardır. En son kalan Yıldırım kuvvetleri harekâtının başkanı olan Mustafa Kemal, orduyu Halep’e kadar getirmiş Halep’ten sonra da, bilindiği gibi Türkiye’ye gelmiştir. İmparatorluk o bölgede çökmüştür ve bu tarihte başlamış olan çalışmaların sonucunda 1948 yılında bilindiği gibi İsrail Devleti kurulmuştur.
Filistin’de çok kan aktı ve halen de akıyor. Hâlbuki ecdadımız, Sultan Selim Han’dan beri bu topraklarda 500 sene adaletle hükmetmiş ve insanların huzur içinde yaşamasına muvaffak olmuştu.
İngilizler I. Dünya Savaşı esnasında Fransızlar ile gizli anlaşmalar yapmış Osmanlı Devletini parçalara ayırmak istemişti. 1915 yılının Haziran ayında yapılan Sykes-Picot Anlaşması bunun bir delilidir. Aynı zamanda Kasım 1917’de Belford Deklârasyonu ile Filistin’de İsrail devletinin kurulması öngörülmüştü.
Bu amaçla İngilizler defalarca Filistin’e saldırdılar. 1. ve 2. Gazze Savaşlarında ağır yenilgi aldılar. Lâkin 31 Ekim 1917’de Bi’rüssebi’de Osmanlı Ordusunu yenmeyi başardılar. Bi’rüssebi’nin düşmesi ile birlikte Gazze her taraftan kuşatıldı ve teslim oldu. Bu savaşta Cephe Komutanı (Yıldırım Orduları Grubu) Alman Von Falkenhayn ve cephe komutanı Von Cress, 7. Ordu Komutanı General Fevzi (Çakmak) ve Bi’rüssebi’yi 3. Kolordu ve Komutanı Albay İsmet (İnönü) savunuyordu.
Başkomutanlık tarafından yenilgiden Von Cress sorumlu tutuldu. Fakat o da Albay İsmet’i suçluyordu. Evet, sorumluluk büyüktü zira 2. Gazze Savaşından sonraki beş aylık süre içinde tekrar saldırıya geçeceği bilinen İngilizlere karşı etkili bir savunma düzeni kurulamamıştı.
3. Gazze Savaşından sonra 9 Aralık 1917’de Kudüs düştü. General Allenby komutasındaki İngilizler şehre girdiler. Bu tarihte Kudüs, farklı dinlere mensup milletler tarafından 34. defa el değiştirmiş oluyordu.
Bu tarihten itibaren Şeria’da Temmuz 1918’e kadar savaşlar devam etti ve İngilizler Lut Gölü ile Akdeniz kıyısındaki Yafa arasındaki sınır boyunca durduruldular. 19 Eylül 1918 tarihine kadar İngilizler yığınak yaptılar. Osmanlı Ordusunda ise komuta kademesi değişmişti. Yıldırım Ordular Komutanlığına Mareşal Liman Von Sanders atandı. Emrindeki 8. 7. ve 4. Orduların komutanlığına da sırasıyla General Cevat (Çobanlı), General Mustafa Kemal ve General Cemal (Mersinli) atandı. Mustafa Kemal’in 7. Ordu Komutanlığına ikinci kez ataması yapılıyordu. Hasta olan General Fevzi’nin yerine 7 Ağustos 1918’de tekrar 7. Ordu’ya Komutan yapılmıştı. Emrinde Albay İsmet’in komuta ettiği 3. Kolordu (1. ve 11. Tümenler), General Ali Fuat (Cebesoy)’un 20. Kolordusu (26. ve 53. Tümenler) bulunmaktaydı.
İngiliz Generali Allenby’nin savaş raporuna göre 19 Eylül 1918’de başlayan İngiliz saldırısı çok hızlı gelişmiş 25 Eylül’de Şam’a girilmişti. General Liman Von Sanders ve Ordu Komutanları çok acele ile cepheyi terk etmişler başsız kalan üç ordu, sadece 57 bini esir olmak üzere ağır kayıplar vermişti. Komutanlar Adana’ya gelmişler bozgunun faturasını birbiri üzerine atıyorlardı. Karşılarındaki Allenby’nin komutasında toplam 67 bin asker mevcuduna karşı böyle büyük bir bozgun yaşanmıştı.
İngilizler saldırıya geçmeden önce bir Müslüman Hintli Çavuş, Türk kıt'alarına sığınmış, İngiliz hazırlıklarını haber vermişti. Fakat gerekli tedbirler alınmamış, sığınan askerin aldatmak için gönderildiğini zannetmişlerdi. Türk savaş tarihinde böyle bir bozgun hiç yaşanmamıştı. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesine kadar geçen bu kısa süre içinde bütün Orta Doğudan ayrılmak zorunda kaldık. Suriye, Ürdün, Filistin ve Arabistan elden çıkmıştı.
Savaşın bu derece felâketle sonuçlanmasının bir sebebi de “ulus devlet” düşüncesi yatmaktaydı. Bazı komutanlara göre Türk askerinin ‘Arap çöllerinde ne işi var’dı? Bir an önce Toroslara çekilip ulus devlet kurulması için çalışmak gerekirdi.
İngilizler I. Dünya Savaşı esnasında Fransızlar ile gizli anlaşmalar yapmış Osmanlı Devletini parçalara ayırmak istemişti. 1915 yılının Haziran ayında yapılan Sykes-Picot Anlaşması bunun bir delilidir. Aynı zamanda Kasım 1917’de Belford Deklârasyonu ile Filistin’de İsrail devletinin kurulması öngörülmüştü.
Bu amaçla İngilizler defalarca Filistin’e saldırdılar. 1. ve 2. Gazze Savaşlarında ağır yenilgi aldılar. Lâkin 31 Ekim 1917’de Bi’rüssebi’de Osmanlı Ordusunu yenmeyi başardılar. Bi’rüssebi’nin düşmesi ile birlikte Gazze her taraftan kuşatıldı ve teslim oldu. Bu savaşta Cephe Komutanı (Yıldırım Orduları Grubu) Alman Von Falkenhayn ve cephe komutanı Von Cress, 7. Ordu Komutanı General Fevzi (Çakmak) ve Bi’rüssebi’yi 3. Kolordu ve Komutanı Albay İsmet (İnönü) savunuyordu.
Başkomutanlık tarafından yenilgiden Von Cress sorumlu tutuldu. Fakat o da Albay İsmet’i suçluyordu. Evet, sorumluluk büyüktü zira 2. Gazze Savaşından sonraki beş aylık süre içinde tekrar saldırıya geçeceği bilinen İngilizlere karşı etkili bir savunma düzeni kurulamamıştı.
3. Gazze Savaşından sonra 9 Aralık 1917’de Kudüs düştü. General Allenby komutasındaki İngilizler şehre girdiler. Bu tarihte Kudüs, farklı dinlere mensup milletler tarafından 34. defa el değiştirmiş oluyordu.
Bu tarihten itibaren Şeria’da Temmuz 1918’e kadar savaşlar devam etti ve İngilizler Lut Gölü ile Akdeniz kıyısındaki Yafa arasındaki sınır boyunca durduruldular. 19 Eylül 1918 tarihine kadar İngilizler yığınak yaptılar. Osmanlı Ordusunda ise komuta kademesi değişmişti. Yıldırım Ordular Komutanlığına Mareşal Liman Von Sanders atandı. Emrindeki 8. 7. ve 4. Orduların komutanlığına da sırasıyla General Cevat (Çobanlı), General Mustafa Kemal ve General Cemal (Mersinli) atandı. Mustafa Kemal’in 7. Ordu Komutanlığına ikinci kez ataması yapılıyordu. Hasta olan General Fevzi’nin yerine 7 Ağustos 1918’de tekrar 7. Ordu’ya Komutan yapılmıştı. Emrinde Albay İsmet’in komuta ettiği 3. Kolordu (1. ve 11. Tümenler), General Ali Fuat (Cebesoy)’un 20. Kolordusu (26. ve 53. Tümenler) bulunmaktaydı.
İngiliz Generali Allenby’nin savaş raporuna göre 19 Eylül 1918’de başlayan İngiliz saldırısı çok hızlı gelişmiş 25 Eylül’de Şam’a girilmişti. General Liman Von Sanders ve Ordu Komutanları çok acele ile cepheyi terk etmişler başsız kalan üç ordu, sadece 57 bini esir olmak üzere ağır kayıplar vermişti. Komutanlar Adana’ya gelmişler bozgunun faturasını birbiri üzerine atıyorlardı. Karşılarındaki Allenby’nin komutasında toplam 67 bin asker mevcuduna karşı böyle büyük bir bozgun yaşanmıştı.
İngilizler saldırıya geçmeden önce bir Müslüman Hintli Çavuş, Türk kıt'alarına sığınmış, İngiliz hazırlıklarını haber vermişti. Fakat gerekli tedbirler alınmamış, sığınan askerin aldatmak için gönderildiğini zannetmişlerdi. Türk savaş tarihinde böyle bir bozgun hiç yaşanmamıştı. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesine kadar geçen bu kısa süre içinde bütün Orta Doğudan ayrılmak zorunda kaldık. Suriye, Ürdün, Filistin ve Arabistan elden çıkmıştı.
Savaşın bu derece felâketle sonuçlanmasının bir sebebi de “ulus devlet” düşüncesi yatmaktaydı. Bazı komutanlara göre Türk askerinin ‘Arap çöllerinde ne işi var’dı? Bir an önce Toroslara çekilip ulus devlet kurulması için çalışmak gerekirdi.
Bu hamur çok su götürür, lâkin Filistin’den ayrılışımızın acıklı hikâyesi çok kısa olarak bu şekildedir. Neden ve nasıl böyle bir bozgun yaşanmış? Yeterince araştırılmamış olup tarihçilerin ilgisini beklemektedir. Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Gazetesinde Armageddon yani Filistin Savaşı ile ilgili olarak ilginç tespitlerde bulunmuştur. “Dedektif X” ismi ile, İstiklal Savaşı esnasında Nafia Vekili olan ve bu savaşta Yıldırım Orduları Levazım Reisi olan Merzifonlu Miralay Ömer Lütfi Bey’e dayanarak, M. Kemal’in iki generale “Enver Paşa’nın idaresi orduyu ve vatanı her yerde felakete sürüklüyor! Bu vaziyetten kurtulmak için tek çare İngilizlerle anlaşmaktır! Başka hiçbir çıkar yol kalmamıştır” diyerek İngiliz Komutan General Allenby ile anlaştığını söylemektedir. İddia vahimdir hem de tarihin örtülmeye ve gizlenmeye çalışılan bir bölümünü açığa çıkarmaktadır. Ne olmuştur da 7. Ordu Komutanı M. Kemal sağında ve solunda bulunan 8. Ve 4. Ordu’ya haber vermeden birdenbire Bisan istikametinde geri çekilmeye başlıyor?
İngiliz Kuvvetleri 42 gün süren harekât ile 550 km. ilerleyerek Kilis’e kadar geldiler. Günde 1.25 km hızla ilerleyen İngiliz Ordusu daha bir yıl önce Kut-ül Amare’de tarihlerinin en büyük bozgununu yaşamış değil miydi?
Önlerinde bir engel olmamasına rağmen Kilis önlerinde durmaları da ilginçtir. Çünkü bu sınıra ulaşır ulaşmaz Mondros Mütarekesi imzalanmış Filistin, Ürdün, Suriye, Lübnan Arabistan ve daha nice toprak parçası kaybedilmişti. Türklerin tarihinde bundan daha büyük bozgun yaşanmamıştır. Elbette bu bozgunun ardında “ihanet” olup olmadığı araştırılması zorunludur.
Resmi tarih belgelerinde Suriye’de yaşanan bozgundan hiç bahsedilmez. Sanki böyle bir olay hiç yaşanmamıştır. Buna mukabil Yahudiler ile Müslümanlar arasında yaşandığı ifade edilen son büyük savaş “Armageddon” tarih kitaplarında sık sık yer almaktadır. El- Megiddo veya Nablus Savaşları ki sonuçta çok büyük bir toprak parçası kaybedilmiştir incelenmeli başarısızlığa sebep olan komutanlar tarih önünde yargılanmalıdır. Aksi takdirde şanlı bir millet ve milyonlarla gazi ve şehit, hiç de layık olmadıkları bir yenilgiyi sahiplenmek durumunda kalmaktadır.
“Cemal Paşa 4.Kolordu kumandanlığına getirilerek Toroslardan Yemen çöllerine kadar uzanan Osmanlı Coğrafyasında “Askeri umumi Vali” unvanı ile bölgenin adeta hükümdarı olmuştur.” Bu görevlendirilmenin altında yatan sebepler nelerdir?
Cemal Paşa hem savaşın aleyhindeydi, hem de savaş olması durumunda Osmanlı Devleti’nin Almanlardan ziyade Fransızların ve İngiltere’nin safında yer tutmasını isteyen bir adamdı, Kuruçeşme’deki Enver Paşa’nın yalısında savaşa girdik lafını duyar duymaz o da kendi kendini bir nevi tayin etti ve oraya gitti. Bütün maksadı Süveyş’e gidip bölgenin kontrolünü ele geçirmek idi. Hedefleri buydu – ve inanın bana İttihatçılar son derece dürüst insanlardı; fakat arkalarındaki Siyonist teşkilat onları yanlış yollara sürükledi ve bu yüzden savaşı kaybettiğimizi söyleyebilirim. Farkına sonradan varıldı, Talat Paşa da vatan haini değildir. Enver Paşa’da, Cemal Paşa da; ama hatalarıyla Osmanlı İmparatorluğunu çökertmişlerdir bunu inkâr etmek doğru değildir. Vatanperver olmak vatanı kurtarmak için kâfi değildir.
“Mukaddesatı, hürmeti yıkmalı, hürmetle anılan kimseler hakkında rezilâne vak’alar uydurulmalı”
1897 yılında toplanan 1.Dünya Siyonizm Kongresi, Osmanlı Devleti’nin 1.Cihan Harbinde yenilmesinde ve yıkılmasında önemli rol oynamıştır.
Cemal Paşa hem savaşın aleyhindeydi, hem de savaş olması durumunda Osmanlı Devleti’nin Almanlardan ziyade Fransızların ve İngiltere’nin safında yer tutmasını isteyen bir adamdı, Kuruçeşme’deki Enver Paşa’nın yalısında savaşa girdik lafını duyar duymaz o da kendi kendini bir nevi tayin etti ve oraya gitti. Bütün maksadı Süveyş’e gidip bölgenin kontrolünü ele geçirmek idi. Hedefleri buydu – ve inanın bana İttihatçılar son derece dürüst insanlardı; fakat arkalarındaki Siyonist teşkilat onları yanlış yollara sürükledi ve bu yüzden savaşı kaybettiğimizi söyleyebilirim. Farkına sonradan varıldı, Talat Paşa da vatan haini değildir. Enver Paşa’da, Cemal Paşa da; ama hatalarıyla Osmanlı İmparatorluğunu çökertmişlerdir bunu inkâr etmek doğru değildir. Vatanperver olmak vatanı kurtarmak için kâfi değildir.
“Mukaddesatı, hürmeti yıkmalı, hürmetle anılan kimseler hakkında rezilâne vak’alar uydurulmalı”
1897 yılında toplanan 1.Dünya Siyonizm Kongresi, Osmanlı Devleti’nin 1.Cihan Harbinde yenilmesinde ve yıkılmasında önemli rol oynamıştır.
İstihbarat servisleri zamanında Türk ordusunun aleyhinde çalışmışlardır ve ordunun içine karargâha kadar girmişlerdir. Topladıkları istihbarat sayesinde Osmanlı’nın yenilmesine sebeb olmuşlardır.
Bu protokolde (Siyon Protokolleri) aynen şu maddeler mevcuttur:
1. Gelecek nesilleri, ahlâka aykırı, telkinlerle ifsat etmeli, bozup yozlaştırmalı.
2. Aile hayatını yıkmalı.
3. İnsanlara aşağı sınıflarla tahakküm etmeli, azınlıkları kışkırtıp üste çıkarmalı.
4. Sanatı zayıflatarak, edebiyatı müstehcen ve şehevî hale sokmalı.
5. Mukaddesatı, hürmeti yıkmalı, hürmetle anılan kimseler hakkında rezilâne vak’alar uydurulmalı.
6. Hudutsuz bir lüks, baş döndürücü modalar icat etmeli, çılgınca sarfiyatı teşvik etmeli, herkesi borçlandırmalı.
7. Kalabalıkların vakitlerini, eğlencelerle, oyunlarla oyalamalı, herkes düşünmekten alıkonulmalı.
8. Müfrit (aşırı) nazariyelerle, halkın fikirleri zehirlenmeli, gürültü ve kargaşalıklar çıkarılmalı.
9. Umumi hoşnutsuzluklar meydana getirilmeli, içtimai (sosyal) sınıflar arasına kin ve itimatsızlık sokulmalı.
10. Aristokratlara müthiş vergiler koyarak, onlar bunaltılmalı.
11. Mal sahipleri ile işçilerin arasını bozmalı, grevler sabotajlar tertip ettirilmeli, düşmanlıklar yaygınlaştırılmalı.
12. Yüksek tabakanın manevî kuvvetini, her çareye başvurarak kırmalı.
13. Sanayinin, ziraatı ezmesine imkân verilmeli, böylece köylü sınıfı ortadan kaldırılmalı.
14. Saçma nazariyeleri ortaya atarak, halkı gayr-i kabili tatbik (yani uygulanması imkânsız) yollara sevk etmeli, boş hayallerle oyalamalı.
15. Hayat pahalılığını sürekli azdırmalı ve lüks tüketim yaygınlaştırılmalı.
16. Beynelmilel (uluslararası) meseleler ihdas ederek, milletler arasına kin ve nefret tohumları serpmeli, savaşlar çıkartılmalı.
17- Milletlerin mukaddesatını, tahsil ve terbiyeden mahrum kimselerin ellerine teslim ettirmeli, hainler iktidara taşınmalı.
18. Bütün hükümet şekillerini değiştirmeli, devlet sırlarını ifşa edip açığa çıkarmalı.
19. Meşru hükümet tarzlarından, gizli bir istibdada gitmeli, buna demokrasi kılıfı takılmalı
20. Siyasî, iktisadî buhranlar oluşturulmalı.
21. Millî istikrarı bozmalı, spekülasyonlara, enflasyonlara yol açmalı, altını mahdud ellerde toplamalı, muazzam sermayeleri felce uğratmalı.
22. Hükümetlerin ölümlerini hazırlamalı, insanlığı elem, ızdırab ve yoksulluk içine atmalı.
Bu protokolde (Siyon Protokolleri) aynen şu maddeler mevcuttur:
1. Gelecek nesilleri, ahlâka aykırı, telkinlerle ifsat etmeli, bozup yozlaştırmalı.
2. Aile hayatını yıkmalı.
3. İnsanlara aşağı sınıflarla tahakküm etmeli, azınlıkları kışkırtıp üste çıkarmalı.
4. Sanatı zayıflatarak, edebiyatı müstehcen ve şehevî hale sokmalı.
5. Mukaddesatı, hürmeti yıkmalı, hürmetle anılan kimseler hakkında rezilâne vak’alar uydurulmalı.
6. Hudutsuz bir lüks, baş döndürücü modalar icat etmeli, çılgınca sarfiyatı teşvik etmeli, herkesi borçlandırmalı.
7. Kalabalıkların vakitlerini, eğlencelerle, oyunlarla oyalamalı, herkes düşünmekten alıkonulmalı.
8. Müfrit (aşırı) nazariyelerle, halkın fikirleri zehirlenmeli, gürültü ve kargaşalıklar çıkarılmalı.
9. Umumi hoşnutsuzluklar meydana getirilmeli, içtimai (sosyal) sınıflar arasına kin ve itimatsızlık sokulmalı.
10. Aristokratlara müthiş vergiler koyarak, onlar bunaltılmalı.
11. Mal sahipleri ile işçilerin arasını bozmalı, grevler sabotajlar tertip ettirilmeli, düşmanlıklar yaygınlaştırılmalı.
12. Yüksek tabakanın manevî kuvvetini, her çareye başvurarak kırmalı.
13. Sanayinin, ziraatı ezmesine imkân verilmeli, böylece köylü sınıfı ortadan kaldırılmalı.
14. Saçma nazariyeleri ortaya atarak, halkı gayr-i kabili tatbik (yani uygulanması imkânsız) yollara sevk etmeli, boş hayallerle oyalamalı.
15. Hayat pahalılığını sürekli azdırmalı ve lüks tüketim yaygınlaştırılmalı.
16. Beynelmilel (uluslararası) meseleler ihdas ederek, milletler arasına kin ve nefret tohumları serpmeli, savaşlar çıkartılmalı.
17- Milletlerin mukaddesatını, tahsil ve terbiyeden mahrum kimselerin ellerine teslim ettirmeli, hainler iktidara taşınmalı.
18. Bütün hükümet şekillerini değiştirmeli, devlet sırlarını ifşa edip açığa çıkarmalı.
19. Meşru hükümet tarzlarından, gizli bir istibdada gitmeli, buna demokrasi kılıfı takılmalı
20. Siyasî, iktisadî buhranlar oluşturulmalı.
21. Millî istikrarı bozmalı, spekülasyonlara, enflasyonlara yol açmalı, altını mahdud ellerde toplamalı, muazzam sermayeleri felce uğratmalı.
22. Hükümetlerin ölümlerini hazırlamalı, insanlığı elem, ızdırab ve yoksulluk içine atmalı.
EN BÜYÜK GÜÇ GÖRÜNMEYEN GÜÇTÜR. SİYONİST GÜCÜ GÖRÜNMEYEN BİR GÜÇTÜR.
Bunların planları; NİL’den başlar Fırat’ta biter denilir. Yani bizim Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgeleri üzerinde birtakım emelleri söz konusudur. Bundan dolayı dış politikamızda bilgili, sabırlı ve tecrübeli olmamız gerekmektedir.
İHANETLER CEZASIZ KALMAZ!
Birinci Dünya Harbi’ni müteakip Müslümanlar arasına nifak ve düşmanlık sokan binlerce Müslüman’ın katline yol açanların çok feci bir şekilde öldürüldüklerini tarih yazmaktadır. Olayı üç cepheden de incelersek;
Birincisi Araplardan İhanet edenler; Osmanlı İmparatorluğu paylaşılmaya başlanmıştı. Fransızlar, Suriye ile Lübnan’ı istiyordu. Böylece Faysal ilk darbeyi yiyerek, Suriye’den uzaklaştırılmış, İngilizler kendisini Irak’a tayin etmişlerdi. Şerif El Hüseyin ise bir müddet Hicaz Krallığı’nda oturmuş, fakat kısa bir müddet sonra da İngilizler, Necef’te bulunan İbni Suud’u onun üzerine göndermiş ve İbni Suud Hicaz Kralı olmuştu. Şerif El Hüseyin canını zorla kurtarmış, sürgün cezası ile Kıbrıs’a gönderilmişti. Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal Bern’de zehirlenerek öldürülmüştü. Onun yerine geçen oğlu Gazi ise Irak’ta otomobil kazası düzenlenerek suikasta kurban gitmişti. Gazi’nin oğlu yani Faysal’ın torunu İkinci Faysal’ın ise Nuri El Said Paşa ile birlikte Irak İhtilali’nde nasıl parçalandığına tüm dünya şahid olmuştur. Bu İhtilalde Faysal’ın ailesine mensup herkes, çoluk-çocuk-kadın-erkek-genç-ihtiyar ayırt etmeksizin herkes öldürülmüştü.
İkincisi; İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerine gelince; Maalesef Osmanlı’yı harbe sokan ve binlerce Mehmedçiğin mezarını hazırlayan bu teşekkülün bütün ileri gelenleri peyderpey öldürülmüştür. Cemal Paşa, Talat ve Enver Paşa ile birlikte bir gece Alman Denizaltısı ile ikin Rusya’ya, oradan da Almanya’ya kaçmışlardı. Birkaç yıl gurbet elde dolaşan bu üç paşadan Talat Paşa Berlin’de bir Ermeni kurşunu ile yere serilirken, Cemal Paşa’da 1922’de Tiflis’te bir gece yarısı bir başka Ermeni komitacının kurşunu ile can vermişti. Enver paşa ile birlikte Rusya’da ve Afganistan’da uzun süre maceralı bir hayat süren Cemal Paşa’nın ölümünü müteakip Enver Paşa’da Bolşevik kurşunu ile öldürülmüştü.
Üçüncüsü ise; Türkleri arkadan vuran Museviler…Sara’nın feci bir şekilde intihar etmiş olduğunu kitabımda yazdım. Sara’nın intiharından sonra Kudüs düşmüş ve böylece Sara’nın iki kardeşi Aaron ve Alexi Filistin’e dönmüşlerdi. Aaron Londra’ya, yapılacak olan bir konferansa Musevilerin temsilcisi olarak giderken uçak düşmüş ve parçalanarak ölmüştü. Alexi, Filistin’e gelen Musevi göçmenlerinden bir grubu uzakta demirlemiş olan bir vapurdan Hayfa sahiline motorla getiriken, motor fırtınaya yakalanarak batmış ve 65 kişi ile birlikte kendisi de ölmüştür. Sara’nın annesi de Cemal Paşa tarafından Filistin’deki Musevilerin tahliyesi sırasında kendisini trenden atarak intihar etmiştir. İngiliz casusu Lawrance ise motorsiklet kazasında feci şekilde beyni parçalanarak can vermiştir.
Bir milletin kaderi ile oynayanların, bir milletin kaderini feci duruma sokanların, bir milleti toptan öldürmek isteyenlerin acı hatıralarıdır bunlar. Bir avuç insanın ihaneti ve bir avuç idarecinin hataları ile milyonlarca insanın nasıl öldüğünü, kahraman Mehmetçiğin Arap çöllerinde nasıl şehid edildiğini ve koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl yıkıldığını okurken acı duyacaksınız.
Birinci Dünya Harbi’ni müteakip Müslümanlar arasına nifak ve düşmanlık sokan binlerce Müslüman’ın katline yol açanların çok feci bir şekilde öldürüldüklerini tarih yazmaktadır. Olayı üç cepheden de incelersek;
Birincisi Araplardan İhanet edenler; Osmanlı İmparatorluğu paylaşılmaya başlanmıştı. Fransızlar, Suriye ile Lübnan’ı istiyordu. Böylece Faysal ilk darbeyi yiyerek, Suriye’den uzaklaştırılmış, İngilizler kendisini Irak’a tayin etmişlerdi. Şerif El Hüseyin ise bir müddet Hicaz Krallığı’nda oturmuş, fakat kısa bir müddet sonra da İngilizler, Necef’te bulunan İbni Suud’u onun üzerine göndermiş ve İbni Suud Hicaz Kralı olmuştu. Şerif El Hüseyin canını zorla kurtarmış, sürgün cezası ile Kıbrıs’a gönderilmişti. Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal Bern’de zehirlenerek öldürülmüştü. Onun yerine geçen oğlu Gazi ise Irak’ta otomobil kazası düzenlenerek suikasta kurban gitmişti. Gazi’nin oğlu yani Faysal’ın torunu İkinci Faysal’ın ise Nuri El Said Paşa ile birlikte Irak İhtilali’nde nasıl parçalandığına tüm dünya şahid olmuştur. Bu İhtilalde Faysal’ın ailesine mensup herkes, çoluk-çocuk-kadın-erkek-genç-ihtiyar ayırt etmeksizin herkes öldürülmüştü.
İkincisi; İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerine gelince; Maalesef Osmanlı’yı harbe sokan ve binlerce Mehmedçiğin mezarını hazırlayan bu teşekkülün bütün ileri gelenleri peyderpey öldürülmüştür. Cemal Paşa, Talat ve Enver Paşa ile birlikte bir gece Alman Denizaltısı ile ikin Rusya’ya, oradan da Almanya’ya kaçmışlardı. Birkaç yıl gurbet elde dolaşan bu üç paşadan Talat Paşa Berlin’de bir Ermeni kurşunu ile yere serilirken, Cemal Paşa’da 1922’de Tiflis’te bir gece yarısı bir başka Ermeni komitacının kurşunu ile can vermişti. Enver paşa ile birlikte Rusya’da ve Afganistan’da uzun süre maceralı bir hayat süren Cemal Paşa’nın ölümünü müteakip Enver Paşa’da Bolşevik kurşunu ile öldürülmüştü.
Üçüncüsü ise; Türkleri arkadan vuran Museviler…Sara’nın feci bir şekilde intihar etmiş olduğunu kitabımda yazdım. Sara’nın intiharından sonra Kudüs düşmüş ve böylece Sara’nın iki kardeşi Aaron ve Alexi Filistin’e dönmüşlerdi. Aaron Londra’ya, yapılacak olan bir konferansa Musevilerin temsilcisi olarak giderken uçak düşmüş ve parçalanarak ölmüştü. Alexi, Filistin’e gelen Musevi göçmenlerinden bir grubu uzakta demirlemiş olan bir vapurdan Hayfa sahiline motorla getiriken, motor fırtınaya yakalanarak batmış ve 65 kişi ile birlikte kendisi de ölmüştür. Sara’nın annesi de Cemal Paşa tarafından Filistin’deki Musevilerin tahliyesi sırasında kendisini trenden atarak intihar etmiştir. İngiliz casusu Lawrance ise motorsiklet kazasında feci şekilde beyni parçalanarak can vermiştir.
Bir milletin kaderi ile oynayanların, bir milletin kaderini feci duruma sokanların, bir milleti toptan öldürmek isteyenlerin acı hatıralarıdır bunlar. Bir avuç insanın ihaneti ve bir avuç idarecinin hataları ile milyonlarca insanın nasıl öldüğünü, kahraman Mehmetçiğin Arap çöllerinde nasıl şehid edildiğini ve koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl yıkıldığını okurken acı duyacaksınız.
FEHMİ DEMİRBAĞ
22 Aralık 2015 Salı
FEHMİ DEMİRBAĞ DER Kİ;
YAPTIK! YİNE YAPARIZ!
GİRİŞ
GEL ÇOCUK
Gel çocuk, bırak elindeki taşı.
Gel top oynuyak! ip atlıyak!
Gel çocuk, ellerimizde uçurtmanın ipi, gökyüzünü gezek!
Sinemaya yeni film gelmiş, onu seyredek!
Gel çocuk, bir çocukluğa sığmayacak ne çok oyun var; yeni oyunlar bulak!
Gel çocuk, büyükler yine anlamsızca kavga ediyorlar; uzaklaşak!
Gel çocuk bi yerde oturak, büyüyünce ne olacağız; onu konuşak!
Gel çocuk beraber gülüp, beraber ağlayak! Ekmeğimizi paylaşak!
Gel çocuk;
yazak, okuyak,
adam olak!
Gel çocuk, çocuk olak!
Ebu'l Vefa der ki;
" Mal, can emniyeti ve sıhhat olmadan yaşanılan hayat, hayat değildir. Bir kimse sana, söz ile üstün gelirse aldırma, yeter ki sükut ile galip gelmesin. Bir kimsenin seviyesine uygun olarak arkadaşlık et. Eğer sen cahile ilimle, laubaliye ciddiyetle muamele edersen, arkadaşına eziyet etmiş olursun. Halbuki sen, onlara sıkıntı vermekten uzaksın. Sözüne ancak ihtiyacı anında kıymet verenle sohbet etme. Hocanın hakkını gözetmemek ahlaka sığmaz. Düşük, karaktersiz kimselerle görüşüp konuşma! "
21. YÜZYIL'A AHİ EVRENCE BİR BAKIŞ
"Bir varmış, bir yokmuş...Evvel zaman içinde...Çocuklar varmış cennet meyvesi, çocuklar varmış varlıklarına ömür feda, çocuklar varmış yaşam sevinci; hayat kaynağı! Öylesine enerjileri varmış ki bu çocukların, yerlerinde duramazlarmış; kıpır kıpırmışlar!
Her şeyi karıştırmak isterlermiş, büyük bir merakla. Ama; anneleri varmış, elleriyle tesis ettiği düzenin bozulmasından hoşlanmayan. Anneleri varmış, çocuklarının bir anda yetişkin olmalarını bekleyen. Babalar; ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü sayarmış kendini yalnızca. Önceleri evdeki düzeni karıştırırken, anne tarafından meraklarına yasak konan çocuklar; sonraları hem annelerini hem babalarını rahatsız eder olmuşlar. Kafalarını karıştırır, işlerini karıştırır olmuşlar. Ne görseler sorar olmuşlar o sıralar, ne düşünseler sorar olmuşlar. Tam da zamanında gelirmiş akıllarına bir şey sormak. Tam, anne komşuyla pek mühim bir şey konuşurken ya da baba tam kestirecekken koltukta, sorular başlarmış birden. Ya “git şurdan” derlermiş çocuğa anne – baba. Ya da hiç alakası olmayan bir yanıt verirlermiş. Dönerlermiş uğraşlarına böylelikle yeniden. Bundan öte, en gerekli zamana gelmeden daha, merakın ne kadar gereksiz(!) ne kadar kötü(!) bir şey olduğunu keşfedermiş çocuklar. Her merak uyandığında içlerinde, kendilerinde suçluluk hissederlermiş…
Eş – dost varmış o zamanlar da. Konuk geldiklerinde eve, çocuğun en ufak hareketinde annesine babasına yüklenirler, “çok şımartmışsınız siz bunu” derlermiş.
Utanırmış haliyle zavallı anne – babalar, rezil olurlarmış konu komşularına. Eş dost gidince evden, konuşurlarmış çocukla anlayacağı dilden! Adeta çocuktaki yüksek enerji, anne babada yüksek sinire dönüşürmüş haklı olarak (!) Anne baba çocuklarının en iyi olmalarını beklermiş. Zira, hata yapmazmış en iyi olanlar… Oturursa kalkmasını isterlermiş, kalksa oturmasını. Çünkü çocukmuş onlar ve onlar ne yapıyorsa tersi doğruymuş onlar ne yapıyorsa tersi doğruymuş yaşamın her alanında. Çocuklar defalarca anlatmak istemişler kendilerini; ne dinleyen olmuş onları, ne anlayan. Çoğu kez “seni yaramaz” deyip gülüvermişler çocuğa. Ve çocuklar; bu kez de kendilerini anlatsalar bile birilerinin onları dinlemeyeceklerini, dinleseler de anlamayacaklarını öğrenmişler. Arada bir doğru bildiklerini söylemeye çalışmış çocuklar; “sus” denilmiş. Kendilerine “sen çocuksun, senin aklın ermez.” Komşunun çocuğu gelip, oyuncağını onunla paylaşmayınca da; “bak sen büyüksün, hadi ver oyuncağını kardeşine…” Böylelikle de büyüklük ve küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini öğrenmişler. Yaşayarak öğrenmişler(!)
Eeeee daha ne istiyorlarmış ki çocuklar; aç değillermiş, açık değillermiş. Ve bunca şeyi öğreniyorlarmış anne babalarından. Büyüdükçe, öğrendikleriyle yaşar olmuşlar.
Anne babaların merak ettiklerinin dışında bir şeyleri MERAK ETMEMEYİ kendilerini İFADE EDECEĞİM diye boşa zaman harcamamayı, büyüklükle küçüklüğün çok çabuk değişebildiğini(!) yaşar olmuşlar.
Her şeye hakim olmayı istemekle, bir hakim bulabilmenin çabası içerisinde MUTSUZ olmayı öğrenmiş çocuklar, çocukluklarında…
İnsan kişiliğinin % 35’ini anne ve babasının kromozomlarından alır. % 25’ ise henüz anne karnındayken yaşadıkları belirler. % 30’unu ise okul çağına kadar ki yaşadıkları olaylar belirler. Geriye kalan % 10’luk bölüm ise sonrası hayatına bırakılmıştır.
Türkiye tüm kurum ve kuruluşlarıyla problem yumağı olmuş bir ülke konumunda. Herkesin, çözüm önerilerine dair nice görüşleri söz konusu. Ancak bütün bu görüşlerin ortak özelliği “insan” merkezli olmayışı. Özellikle en temel yaklaşım “ekonomik insana” dair tezler üzerine kurulu.
Bu ülkenin iki temel kaynağı söz konusu: birisi insan, diğeri toprak. Her ikisinin ortak özellikleri uzunca yıllardır nadasa bırakılmaları.
Batı dünyası bütün kurum ve kuruluşlarıyla "moleküler" düşünceler üretip, didik didik ederken bilimsel bütün yaklaşımları... Bizler hala "satıh" kabilinden yüzeysel gündemlerle gün tüketmekteyiz. Geleceğimiz için "Çocuk ve Gençlik" açılımları üretmeliyiz. Nasıl bir geleceğe talip isek artık o yola yönelik bütün arayışlarımızı belirlemeliyiz.
Çocuklarımızın geleceği aynı zamanda toplumumuzunda geleceği olacaktır. Hatta insanlığın geleceği...
Biz bu çalışmamızla “insan merkezli” bir yaklaşımla ülkenin problemlerine bir bakış açısı getirmeye çalışacağız. Bu arada “İnsan”a tanımlama getiremez isek de tüm iyi niyetine rağmen hayata dair yorumlarımızın haybeye olduğunu da vurgulamak zorundayız.
O halde insan başarı denklemine, mutluluğa giden yol tarifini veremez isek yeni bir akıntıya karşı kürek çekme sınavından başka bir şey yapmamış olur, laf kalabalıklarından birini de biz üretmiş oluruz.
İnsanımızı ıslah edici bir programa adım atamak zorundayız. Bunun için bireyi hedef alarak, toplumun en küçük nüvesi olan “Aile” kavramını yeniden imar etmekle işe başlamak durumundayız. İlk önce ailenin en hassas dengesi “anne”lik mesleğini ehilleştirmeliyiz.
Hep dile getirilen “Türkiye’nin sorunu eğitim sorunudur” betimlemesinin mihenk noktasına “kadın ve anne” kavramlarını oturtmalıyız. Kadın ve aile aynı zamanda mutlu ve başarılı çocuklar için ortam yeterliliği demektir. Bireyin oluşa geldiği ilk kurum olan “Aile”nin imarı, sağlıklı bir toplum olmasının da ilk koşuludur.
Aşağıda sıralayacağımız biline gelen hususlar temel prensiplerimizdir. Bu akışkanlığın ciddiye alınması gerekir. Bu bir illiyet bağıntısı silsilesidir.
Eğer bir çocuk ELEŞTİRİLMİŞSE, kınamayı ve AYIPLAMAYI öğrenir.
Eğer bir çocuk KİN ORTAMINDA büyümüşse, KAVGA etmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk ALAY edilip AŞAĞILANMIŞSA, SIKILIP UTANMAYI öğrenir.
Eğer bir çocuk UTANÇ duygusuyla eğitilmişe,kendini SUÇLAMAYI ögrenir.
Eğer bir çocuk övülmüş ve beğenilmişse,TAKTİR etmeyi öğrenir.
Eğer bir çocuk hakkına saygı gösterilerek büyümüşse, ADİL olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk güven ortamı içinde yetiştirilmişse, İNANÇLI olmayı öğrenir.
Eğer bir çocuk kabul ve onay görmüşse,KENDİNİ SEVMEYİ öğrenir.
Eğer bir çocuk aile içinde dostluk ve arkadaşlık görmüşse,bu dünyada "mutlu" olmayı öğrenir.
Duygusal ve ruhsal yapısı sağlıklı olarak inşa olmuş birey; akıl,inanç ve sezileriyle kendini geleceğe hazırlayan bir toplumun asil unsurudur.
Türk insanı olarak hayatı yalnızca batı penceresinden yorumlama hastalığını üzerimizden atmamız gerekiyor. İnsanlık aleminin mensupları olarak yalızca tek yönlü yorumlarla değil de bir bütün olarak “gezegen insanı” olarak hayata, “emaneti üstelenmişler” noktasında yaklaşmalıyız.
Unutmayalım; unutmak ihanettir, unutmak sevdaları...
...
Hainlerle doldu yeryüzü;
insanlığa ihanet edenler,
işgal ettiler,
dünyanın başkentlerini...
Cinayetle başladıya,
hikayesi insanlığın;
geleneğe devam!
En kolayı öldürmenin,
çocuklara...
Çürük binalar yap!
yıkılsın, altında kalsınlar.
Aç bırak!
Seslerini nasıl duyursunlar?
Yağmur ol yağ bombalarla.
Kefensiz gömülsün,
minicik elleri!
Annesiz bırak, babasız,
diri diri gömülsünler!
Sevgisizlik mezarlığında,
acımasızlık taşını,
dikin başucuna!
En moda ölüm biçin onlara;
hele ki müslüman çocuklara.
Mazeretiniz olsun,
petrol kuyuları,
gayri safi milli hasılalar!
Siz hala bir çocuk öldüremediniz mi?
Beceremediniz mi?
Üzülmeyin,
cinayetten pay almak,
çok kolay!
Susmanız yeterli!
Görmezden gelmeniz cinayeti!
Ya da çalın hayatlarından.
Öldürmek kadar kutsal, hırsızlık.
Marka marka kemirin,
çocukluk düşlerini!
Okutun, yetiştirin,
onları da ihanet şebekesine,
kaydettirin!
Öldüremediklerinizi,
kendinize benzetin!
Önce unutmayı öğretin.
Kendileri olmayı bilmesinler,
unutsunlar insanlığı!
Şen kahkahalarla başlayın derse,
girsinler kümese!
Yemleyin; dizilerle, filmlerle!
Banane demeyi öğretin,
sokakta bir kediyi tekmeletin!
Sanane desin ardından!
Bencil olmayı öğretin,
adına da kendi ayaklarıyla durmasını,
öğrensin deyin!
Merhamet musluklarını kesin,
ağlamayı hemen kessin!
Ağlayan çocuk,
dil kullanmakta aslında,
itiraz etmekte yanlışa.
Sesinizi yükseltin,
soru sormasına müsade etmeyin!
...
Dünyanın masumlarını,
çocukları...
Nasıl bir canavara dönüştürüyoruz,
asla bilmesin!
Ona çocukluğunu unutturun,
İşte bu!
Asıl akla gelmez sorun!
Misal, Hitler çocuk değil miydi?
şimdilerin esedi?
Tarihteki onlarca zalimin hikayesi,
büyümüş çocukların,
küçük çocukları katli!
...
İnsanlık sevdası lazım bize,
hafızası kaim!
Unutturmayın asla çocuklara,
çocukluklarını!
...
Nerden bilsinler,
korkmayı, sevmeyi, nefreti?
Emerler annelerinden süt gibi,
dünyanın bütün çocukları,
her bir kelimeyi!
...
Ya çikolata tutuşturun ellerine,
ya yetim deyip geçiştirin...
Onları sömürün,
taze etlerini kemirin!
Okullar kurun,
mezar misali bedenlerinde,
insanlıklarını kurutun!
...
Beşeri ideolojilerinizle,
rablerini unutturun!
Deliler gömleği giydirin,
ergenlerine.
Tornadan geçirin,
tesviye!
Nasihat edin veresiye!
...
İçimdeki çocuk,
yazdırdı bu satırları!
Satırbaşı;
çocuk ruhlu olanlara,
okutun sizde;
bu yazılanları!
HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?
Okumayan, okuduğunu anlamayan, anladığını yorumlayamayan bir topluluk oluverdik. İddia ediyorum şu kitabı dahi okumaya gayret edenler en azından bazı kelimeleri anlama konusunda bana bile kızacaklar, "Türkçe" yazmalıymışım diye. Çünkü insanımızın günlük kelime kullanım sayısı diplerde. Neyse sözüm bu arkadaşlara değil zaten. Anlamaya gayret edenlere olacaktır.
Rönesans’a kadar “medeniyet” kaşesini bizim düşünce iklimimiz üstlenmiştir. Sonrasında maalesef ki diğer yitik medeniyetler arasına bizlerde dahil olduk. Ancak bir gerçeklik ifadesi olarak belirtelim ki bizim “medeniyet” anlayışımız “nur”un tamamlanması statüsünde olduğundan henüz söylenesi sözümüz vardır. İçinde bulunduğumuz ahval keyfimizi kaçırmasın. 18. yy. sonra “medeniyet” ile tanışan batı bunun keyfini nimetlerden istifade noktasında bir müddet daha yaşasın.
Rönasans devrinde, Copernic Dünya’nın Güneşin uydularından biri olduğunu anlatırken Ptoleme’ninde dünyasını karartmış oldu. Yeryüzünün, evrenin merkezi olduğu inanışı yeni tartışmaları getirdi. Galilee ile Coprnic’in iddiaları pekiştiren kilise ilk ciddi paniğini yaşamaya başlıyordu. Aristo’nun Saint Thomas D’aquin, Dante’nin dünyaları da kararıyordu.
Marco Polo Asya’nın kudretini Batı’ya aşılarken, Colomb, Gama yeni maceraların, havarilerin, fatihlerin sayısı artırıyordu. “İlim” tarihte ilk kez Hıristiyan “batı”nın damarlarında dolaşmaya başlamıştı.
Gütenberg matbaasıyla ilmin “iletişimini” sağlıyor, Machiavel, Copernic, Luther aydınlanma çağının havarileri olarak “tanrı”, "melek" yada kutsiyet ifade eden kavramları “batı”lı insanın gündeminden çıkartıyordu. Kilisenin otoritesinin bitişi “Avrupalı milletleri” tarih sahnesine alıyordu.
Tanrı makamına “ modernite ve teknoloji”ve kutsallaştırılmış bilgi oturtulurken İsa ve Meryem ancak foklorik bir ritüel olarak kentin ara sokaklarında ya da bir yerlerin sıkılmışlıklarında bir sığınak dokusu olarak anlam ifade ediyordu. Endüstriyel ekonomi insanı şekillendirirken “İsa inancı” dahi “üretim ve tüketim” sarmalında kendine yer bulabiliyordu.
İnsan, felsefe ve bilim arasındaki tartışmalar bireyin huzursuzluğunun yeni sebebidir. Aldatan bilim bütün insanlığı kuşatmıştır. İnsanlığın tesellisi yada avuntusu teknoloji ile eşyaya verilen yeni şekillendirmelerdir. Sanat,şiir gibi avuntular, fazilet ve güzelliğin önüne geçti. İrade faziletin unsurlarından sayılarak yalnızca “dünya nimetine” yöneldi.
Makineleşmeyle birlikte insanı yeni bir “yeryüzü hakimiyeti”mücadelesi bir kez daha şekilleniyordu. Bir "ölümsüzlük" kalmıştı ulaşılması gereken tek ütopya. İdeolojiler son yüzyılın yeni dinleriydi artık. Pascal ve Descartes’le birlikte, bir fikrin açıklığı onun doğruluğu için yeterli sayılıyordu.
İdeolojiler, zekanın fantezileri akla uygunluk çerçevesinde hayat tarzı için esas teşkil ediyordu.
Oysa bir medeniyetin sürekliliği, salt felsefi prensipler üzerine değil yaradılışın gereği olan fıtrati iman ve çevresinin ilmi kavramları üzerine kurulması gereğine bağlıdır.
Volteire ve ansiklopediciler akımı Adam Smith’in görüşleriyle yeniden tanımlanırken bir kısım insanların zenginliği insanlık aleminin hürriyet ve mutluluğun ön koşulu haline getiriliyordu.
Küreselleşme dininin temelleri iyiden iyiye pekişiyor bu dinin yeni peygamberleri olarak ta “iş adamları” statükolarını perçinliyorlardı. Popüler kültürün yıldızları yeni dinin yeni ilahlarıydı.
Lavoisier modern kimyanın başlangıcını yaparak yeni bir “ferisiler” dönemi “modern illüzyon” ile betimliyordu. Bağımsızlık, refah, hürriyet, bilimsellik, demokrasi yeni dinin amentüsünü içeriyordu. Bütün bunlar "çağdaşlık" ambalajında tek seçenek olarak sunulmaktaydı insanlığa.
Aristokrasi, burjuva ile askeri ve kilise feodolitesi ise yerini kapitalist feodileteyle yer değiştirdi. Ekonomik liberalizm ahlaki manipülosyonlara yol açıyor “uygar insan” terimi yeni dinin “müminlerinden” sayılıyordu.
"İyi ile kötüyü ayıran denge" ideolojilerin, kaprislerin ve enaniyetin ihtirasları karşısında yitirildi. Bireysel dünyalarında iç disiplinleri kalktı. Vicdanın yerini kanunlar, polisler ve silahlı kuvvetler aldı. İmaj en önemli kavramdı. "Algı" ve "olgu" ise tek hedef. Doğruluk, şeref sorumluluk, saflık, kahramanlık, arkadaşlık, komşuluk gibi kavramlar ancak övgü içerip, gerçek hayatta anlam bulamayan terimlere dönüştü. Yeni yaşam alanları modern hapishanelerimizdi. İnsanat bahçeleri kuruldu, şehir şehir...
Toplumsal çarelerin yetersiz arayışları bireyi kendi kabuğuna yöneltirken “ben merkezli” kişilikler gelecek nesiller içinde sağlıklı emareler taşımamaktadır. Ruhsal tedavi merkezleri uyum rehabilatasyonları için istasyon hükmüne girdi.
Modern devlet anlayışı ise yalnızca mülkün, banka, endüstri ve ticaretin koruyuculuğuna kilitlenince “vatandaş” ise yalnızca “tüketici” kimliği ile “istatistik” verileri açısından anlam ifade etmeye başladı.
Yasama – Yürütme – Yargı ile Askeri – Siyasi ve Ekonomik oluşumların tezatları bireyi hep “çarkın dişlisi” konumuna itekledi. “Global Kaosçu Düzen” bu yüzyılın genel adı oldu. “Demokratik Hürriyet”, hakları kutsanmışların genel insan kitlelerine empoze ettikleri kocaman bir yalandan ibarettir.
Sosyal uçurumlar kurulu düzenlerin yaşama şartıdır.
Fransız ihtilali, hem aristokratlara hem de proterlere karşı idi. Sonucunda ise burjuva bu kavganın gerçek hakimi olarak “galip” hanesine adını yazdırdı.
Türkiye öncelikli olarak “psikolojik yaşı 10’u” geçmeyen insanların “oy”larıyla geleceğini yönlendirme hastalığından kurtulmalıdır. Yöneticilerini ilmen – ahlaken rüştünü toplum nazarında belirlemiş yerel adaylarını bir takım üst kıstaslarla belirleyip meclisinin dokusunu öyle belirlemelidir. “Kaosçu düzenin” kurmayları olan kendi burjuvasının etkisinden kurtarmak istiyorsa önce “seçme ve seçilmenin” gerekleri üzerinde kafa yormalıdır.
Gerçekte “insan hakları” denilen bir kavram yoktur, modern anlayışta. “İnsan ihtiyaçları” esas teşkil eder, insan haklarına. Önce bu ihtiyaçların akıl – inanç – bilim adamlarınca ortak platformda ele alınması gerekir.
Türkiye olarak nasıl siyasi bir meclis oluşturuyorsak acilen “ilim meclislerini” de tesis etmek durumundayız. Yani istişare heyetleri. Çözüm siyasi değil, insani olmak durumundadır. Siyasilere düşen görev ise kendi “insani” davranışları ile topluma “örnek” olmuşluklarında yer bulacaktır. Rol model olmalıdır; yönetici ve liderler.
Hayat yolunda Türkiye olarak artık pusulasız gitmemiz söz konusu değildir. İçinde bulunduğumuz buhranlı günlerde panik yapmadan “tarihin muhasebesini” yeniden ve objektif olarak yapmamız gerekmektedir. Ve her şeyden öteye Türkiye yeniden tüm kurumlarıyla bir barış ortamı kurmalı öncelikli olarak da “Allah” ile barışmalıdır. Ya da nasıl bir “Allah”a inandığını tespitinde bulunmalıdır. Son dçnemlerdeki "dinsel" pazarlamanın önüne geçişmelidir.
Kozmik kanunların, kimyanın, fiziğin, hücrenin sahibi “yüce yaratan” ile onun yarattıklarından bir tanesi olan “insan”ı tekrar bir araya getiren “sulhun” ilk adımlarını atmakta biz Türk toplumuna önemli adımlar düşmektedir. Tarihi misyonumuz bize bu sorumluluğu haklı gerekçelerle yüklemektedir.
Ordu, üniversite, idare, adliye çevrelerindeki, tehlikeli rakiplere karşı girişilen tavırlar bire bir anlatıma indergendiğinde mantıklı karşılanacak sosyal hadiseler değildir. Ancak “mayası bozulmuş” insan çekirdeği etmen yapılarda tehlikenin boyutlarını da göz önüne koymaktadır. Maalesef ki bir ideale bağlananlar, çıkarını gözetmeden çalışanlar, iki yüzlü yada deli olarak algılanmaktalar. İnsanların kalbinde iyilik yapmak, dürüst kazanarak çalışmak değil de maddi menfaat sağlama kaygısı yerleştirilmektedir. “Kar tutkusu” paranın iktidar sağladığı bir sürece sürüklenmiştir. İstenenler sıradanlaşmış, para ise araç statüsünden sıyrılarak amaç konumuna yüklenmiştir. Suç ve ceza oranındaki adaletsizlikler sosyal dokuyu zedelemiş, aile kurumu parçalanma aşamasına getirilmiştir. Helal ve haram dairesi yerini getiri-götürü hesaplarına bırakmıştır. Besmele başlangıç cümlemiz olmaktan çıkmıştır.
Türkiye’deki ceza evlerinin kontenjanı 60 bin kişidir. Oysa parçalanan dokusu sayesinde sokaklarda salınan kimsesiz çocuklarımızın sayısı 200 bin civarındadır. Birer potansiyel suçlu konumundaki bu insanlarımız yarının ciddi tehlikelerinden birini oluşturmaktadır. Halbuki bu 200 bin çocuğu “geleneksel devşirme” ile silahlı kuvvetlerimizin alt yapısına indirgesek hem profesyonel orduya geçişi sağlayabiliriz, hem de şimdiden geleceğe yönelik bir tedbir zincirinin de ilk halkasını oluştururuz.
Bireysel yaşantımız amaçsız ve disiplinsiz olunca topyekün olarakta eğlence batağına akmaktayız. Bu ise bizleri tembellik, uyuşturucu ve alkol, fuhuş ortamına keyifli fakat bencil bir hayata yönlendirmektedir. Yaratılış kanunlarına ters olan bu yapılanma bizleri topyekün bir yok oluşa da sürüklemekte, insanlık bu girdabı savaşlarla çözmeye çalışırken dünya “uygar görünümlü, barbar insanların” dünyası olmaktadır.
Modern diye lanse edilen toplum ilk önce insanın asli unsuru “kadının asli fonksiyonunun” ne olduğunu ortaya koymalıdır. Kadın tüketim toplumunun metası olmaktan kurtarılmalıdır. Kadının insan olarak zihni ve organik gelişiminin “annelik duygusuna” yönlendirilmesi gerekir.
Burada kalitetif bir anlayışla “eş” ve “anne” kavramlarının altının doldurulması gerekir. Hedef sağlıklı nesiller olacağına göre, sağlıklı gelecek için konsessüsünüz olmalı. Burada sorgulamadan edemiyorum, başörtüsü yasağının arkasında yatan düşünceyi.
Otomobil sahibi olmayı, hayvan yetiştirmeyi ciddiye alan modern toplum gelecek nesillerin taşıyıcısı olan genç kızlara karşı aynı özeni ne zaman gösterecektir.
Acaba okullarımızda “potansiyel anne ve babaların” eğitilme süresine ne zaman ihtiyaç duyacağız? İdeal eş, ideal anne, ideal baba sürecini ne zaman başlatacağız? İdeal meslek erbabı kadar "ahlaklı meslek erbabı" odak noktamız olacak mı?
Bir eğitim ihtilali ile okulları kuru kuruya diploma ve sertifika üreten üzüntü fabrikaları olmaktan çıkartıp, ahlaki, entelektüel, estetik, mesleki ve ölüm sonrasına dair duygulara cevap veren "vicdani müesseseler" haline getirmek zorunda değil miyiz?
İşte benzeri tarzdaki bir sorgulama mekanizmasının işletilme zamanını yaşamaktayız. Sorularımız ne kadar içten olursa cevaplarımız da o kadar berrak olacaktır. Her insanilik iddiasındaki "beyin" Türkiye ve İnsanlık geleceği için üzerine düşeni yapmak durumundadır.
Ben bir birey olarak bütün hissiyatımla kuyuya taş atmaktayım. Düşünce havuzunda bir damla olmaktır, niyazımız.
GLOBALİZASYON, BİREY, ve DEVLETİN BEKASI
Geleneksel toplum yapımızda istişareye önem vermek (danışmak), zorlamayı reddetmek, içtenlik ve merhamet zemini esas unsurumuzu oluşturmuştur. En büyük düşmanımız önyargı, en çok ihtiyaç duyduğumuz şey ise diyalogdur.
Baskıcı yaklaşımların insanı ahlaksızlaştırdığı, ikiyüzlülüğe, samimiyetsizliğe ittiğini vurgulamamız yerinde olur. Siyasi ve askeri otoritenin kültürel inanç sistemimizi göz önüne alması, geleceğimiz büyük önem taşımaktadır. Birey esas alınmadığı takdirde toplumsal huzurun bozulacağı sonucu kaçınılmazdır. Yalnızlaşan insan birbirinden kopuk bireylerin oluşturduğu kaosçu bir toplumu var edecektir.
İçinde bulunduğumuz savaş psikolojisi Türkiye'nin ve dünyanın büyük bir kültürel değişim sürecinde olduğunun da işaretlerini barındırmaktadır.
Devlet fetişizmi, aşırı vatanseverlik bu psikolojik blokajda birtakım
sendromların da ön habercisidir. İnsanın beş kutsalı, yani yaşam, mal, nesil, düşünce, inanç, ideolojik devlet anlayışıyla kutuplaşmalarda en fazla olumsuz etkiye tabi olan unsurlardır.
Özellikle "özgürlük korkusu" bireyselleşmenin önündeki en büyük engeldir.
Adalet ve güven duygusuna ihtiyaç duyulurken totaliter anlayış, birtakım yüce idealler adına bireyin gelişiminin önüne set çekecek, nihayetinde toplumsal infiallerin de ortaya çıkmasına engel olamayacaktır.
Bugün dünya iklimlerine hakim olan anlayış, büyük bir güvensizlik ortamına mahkum olmuştur. Dünyanın gelişmiş ya da gelişmemiş tüm toplumları, oluşmuş ya da oluşturulmuş olan kaosun girdabında boğuşurken gelecek korkusu değişik
nedenlerle tüm insanları içsel bir paniğe sevk etmektedir. "Korku" ya da "beklentilerin" çeşitliliği artırılmıştır.
Maalesef ki bu gidişat bir şekilde sivil bir çatışma döneminin de
alametlerini taşımaktadır. Birey olarak ele aldığımız insan düşünme ve duyumsama özelliklerini taşıyan bir varlıktır. İnsan oğlunun gezegenin en üstün varlığı olmasının özelliği güçlü olduğundan değil; akıllı olduğundandır. Akıl ise "irade" sahibi olmayı gerektirir. İnsan beyni kuru gerçekleri hipokampus bölümüyle kaydederken
duygusal çeşniyi amigdal isimli hücreler grubuna kaydetmektedir. Yüz ifademizin şekillenmesine bu bölge yön verirken korku, öfke, heyecan; depresyon, neşe, sevinç gibi tüm kimyasal özelliklerin bir network mantığıyla burada kaydedildiğini de unutmamak gerekir.
Beyne gelen uyarıları talamus bölgesi süzgeçten geçirir, bu bilgiler oradan beyin kabuğuna gönderilir. Duygusal şartlanmalara bağlı olarak bazı bilgiler doğrudan amigdala gönderilir. Çocukluk dönemlerinden korkutularak yetiştirilmiş insanların beyinlerinde böyle refleksler oluşmaktadır.
Sormadan düşünmeden itaat etmek konusunda duygusal şartlanmalar meydana gelmektedir. ileri aşamada kölelik burada zemin bulur.
'Sorma, düşünme; itaat et' zihinsel şartlanması bilinçli bir eğitim ve
öğretim metodolojisiyle çağımızın doğrusu olan 'sorgula, düşün, uygula' pratiğine yönelmesi gerekmektedir. 'Türk'e Türk'ten başka dost yoktur.'; 'Ya sev ya terk et' gibi yüklemeler tüm iyi niyetli çağrışımlarla donanmış olmasına rağmen realite bunun böyle olmadığını tüm tarihsel dokusuyla ortaya koymaktadır.
Önemli olan, özgüveni ve çevresine itimadı olan ve kültürel doğrularla donanmış olan birey, hamasetten kurtularak geleceğin dünyasını kurmak hususunda daha akılcı bir yol izleyecektir.
Günümüzde savaşlar artık cephelerde kazanılmamaktadır. Sıcak savaştan öteye psikolojik savaş taktikleri bundan sonraki dünyanın haritalanmasında önemli rol oynayacaktır.
Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi Türk toplumu olarak
evlatlarımızı hangi ahlak ile yetiştireceğimizin adını koymamız gerekir.
İnanca dayalı bir ahlak mı, geleneklere dayalı bir ahlak mı; ya da kurulu yapıların öngördüğü tek tip insan ahlakı mı?
Bu arada insan davranışlarını paranoid, obsesif, püriten, narsist; anti sosyal tavırlara karşı hangi güdülerle kontrol altına alacağız?
Özellikle kabul görmüş ve yetkiyi eline almış yönetici kesimi bu tür davranış bozukluklarına sebep olan ortamlardan nasıluzaklaştıracağız. Aristo'nun, Sokrat'ın; Akşemseddin'in temsil ettiği akılcı ve duygusal gücü göz ardı ederek İskender'in ya da Fatih'in liderliğinin sonuçlarına toplumu hangi ortamda hazırlayacağız? Günümüz yönetim anlayışındaki parlamenter demokrasi tarzında gücünü halktan alan bir iradeye hangi verilere dayalı olarak değer aşılayacağız?
İnsanın yetişme aşamasındaki şiddete maruz kalmasının etkilerini yetişkin insan statüsünde gördüğümüzde ve bu kişiyi yönetici vasfına oturttuğumuzda; yani kavgacı bireysel ilişkilerin profilini çizdiği bireyi hangi unsurlarla yönetici vasfına koyacağız? Modern bilim stresli ortamlarda yetişen neslin büyüme hormonlarına verdiği zarardan dolayı kısa boylu insanların ortaya çıktığını söyler.
Günümüzün bilimsel ortamı sinir iletileri ve beyin kimyası ile dini ve ahlaki deneyimler arasındaki bağlantıyı bulmaya çalışırken hatta Profesör Andrew Newberg'in 'Tanrının beynin sabit bir parçası" olduğu'nu öne sürdüğünde biz hala pozitivist bir anlayışın körelimini mi yaşayacağız.
Moleküler biyoloji ve genetik bilimdeki ilerlemeler her türlü duygunun genler tarafından salgılanan enzimler tarafından yönlendirildiğini söyler.
Sosyal bilimlerle uğraşanlar, dolayısıyla toplum mühendisleri genleri dikkate almak zorundadırlar. Filhakika küreselleşmenin tüm detayları tartışıldığı şu savaş ortamında psikolojik etkenlerin teknolojik etkenlerle bir arada tutulması gerekmektedir.
Toplumların zihinlerine şekil verme ve zevklerini biçimlendirme amacıyla kullanılan psikolojik savaş yöntemleri artık stratejik amaçlıdır; bir kültürel savaştır. Sovyet manifestosunun, hakim unsur olan Batı blokuna karşı direnişini yitirmesinde, yani sembolik değerlerle 'blueajean pantolon, ciklet"karşısında nasıl tarumar edildiğini de görmezden gelemeyiz.
Batı değerlerinin ekonomik ve askeri üstünlük için bütün dünyaya ihraç edilmesi aynı zamanda batıdaki sorunların da tüm dünyaya yayılmasına neden oldu.
Bireysel mutluluklar bozulurken "küresel kaos" da başlamış oldu. Düşünen beyinler ise bu kültürler çatışmasında ister istemez 'tarihin sonu' gibi, "medeniyetler çatışması" gibi birtakım handikap düşüncelere yönelmek durumunda kaldılar.
İntiharların artması, yeni din arayışları, yıkıcı tarikatlerin ve satanizmin hızla yayılması; psikolojik savaş mağdurlarının durumu ister istemez bu kaosun en bariz göstergelerini oluşturmaktadır. Şu anda dünyada bir milyar üç yüz milyon insan açlık sınırındayken yani dünya nüfusunun % 20'si olan Batı toplumları dünya kaynaklarının %80'ini tüketirlerken bugün bu adaletsiz
ve haksız tutumun küresel bir reflekse dönüşeceğini de göz önüne almak durumundayız. İsyan kapıdadır. Bu ise öfke topluluklarını çoğaltacaktır. Yakın zamanın gezi olaylarını bu açıdan değerlendirmeliyiz. Atın önündeki et ile itin önündeki ot öfke patlamasına gebedir.
Adaletli bir global düzene ihtiyaç vardır. Toplumsal barış ve bireysel
mutluluğun sağlanması için aklı rehber aldığını söyleyen batı değerleri duygusal doğu değerlerinden ve doğu ahlakından yararlanma noktasına gitme yolunu arayacak mıdır? Bu uğurda doğu toplumları bunu gündeme taşıyacakmıdır. Cesur İslam alimlerine bu konuda büyük sorumluluklar düşmektedir. Bir İslam Unescosuna ne dersiniz?
Güdümlü siyaset ortamları birtakım kirli ilişkilerin getirdiği ve yaşattığı vahşi kapitalizm realitesinin son marifeti olarak dünyayı bir 'Üçüncü Dünya Savaşı' arifesine getirdiği şu ortamda bilim dünyası ''Genom Projesi' ile evrenin sırları konusunda önemli adımlar atmaktadır. Yerimizi ve safımızı belirlemez isek ümmetin çocukları olarak çok dayak yemeye devam edeceğiz. Eğer kazasız belasız bu ortamları atlatır isek dünyanın geleceğini şu çerçevede görebiliriz:
1. İnternet değişik teknolojik buluşlarla daha da büyüyecek ve önem kazanacaktır. 3D teknolojileri ıskalanmaması gereken hedeflerdendir. Bu teknolojiye dayalı sinema ve internet oyunları çocuklarımızı şekillendirmede asli unsur olacaktır.
2. Yeni enerji kaynakları yeni teknolojilerin belirlenmesinde esas unsuru oluşturacaktır.
3. Beden gücünün yerini mekanik makinalar alırken bilgisayarlar zihinsel çalışmaların yükünü azaltacaktır.
4. Bilgi teknolojisi dünyanın her yerine yayılacak, aletler küçülecek (hatta bedeninizin içinde taşıyabileceksiniz) Cyborg'lar oluşacaktır.
5. Bağımsız bir dünya kültürü oluşacak, ara kültür ve dillerden çoğu yok olacaktır. Bu kültür hakim zihniyetin etkisinde şekillenecektir.
6. Akıllı evler oluşturulacak, büro gökdelenler gereksizleşecektir. İnsanlar kırsal kesimlere, tatil yörelerine yerleşecek, elektronik rahatlık insanı evinden dışarı çıkaramayacak; bir nevi modern hapishaneler oluşacak, yeni bir yalnız yaşam türü oluşacaktır.
7. İnsan alabildiğine anti sosyal olacak, suçlarda artışlar oluşacaktır. Gettolar ile merkezler aynı şehrin iki ayrı dünyasını oluşturacaktır.
8. Klasik zekaya dayalı eski tip okul eğitimi yerine paketlenmiş eğitim sistemi uygulanacaktır. Bu yaşam boyu eğitim düşüncesini yaygınlaştırırken uzaktan eğitim modeli tüm dünyaya egemen olacaktır. Formal eğitim ticaretin bir gereği olurken informal eğitim aynı zamanda bir kültür kuvveti olarak silahlı güçlerin uzantısı olacaktır.
9. Sanal ortamlar ve sanal gerçekler hayatın her alanına sahip olacaktır.
İnsan tüketimleri (fizyolojik, biyolojik ve sosyal gereksinimler) daha endüstriyel formata dönüşecektir.
10. İnsanlar daha az bilecek; ancak bilgiye istediği anda ulaşabilecektir.
Depolanmış bilgi kaynakları vasıtasıyla daha çok bilgiye ulaşacaklardır. Bilgi artık bir mal hükmünde olacaktır.
11. Bencilliğin yol açacağı kişisel çıkar tutkunluğu daha büyük toplumsal yaralara sebep olacaktır. Ayrıca bütün bunlar yaşanırken bir arayış modu olmak üzere din yükselen değerler arasında alternatif bir özellik taşıyacaktır. Sertifikalı inançlar kendi yıldızlarını yaratacaktır.
Bütün bu özellikler bireyin göz ardı edilmesinin geleceğin toplumsal dokusunun da tekrar olumsuzluklara gebe olacağının acı işaretlerini taşımaktadır.
İlla ki devletten ve toplumdan söz ediyor isek olması gereken şekil apaçık şu hali içermelidir. Bir devletin şekillenmesinde ilk etapta belirli bir kavmin ağırlıklı rol oynayacağı şüphesizdir. Ancak devletin akibeti bir ırka dayalı anlayış ile götürülemez. Bir felsefenin, ideali, doktrini, akılcı bir programı olmalıdır.
İktidarın ele geçirilmesi mutlak muktedir olmanın alameti değildir. Elbette ideal bir devlet fikrinin toplumda yer bulması için ırki özelliklere ihtiyaç duyulur. Ancak o toplumu oluşturan diğer katılıkcı mini toplulukların da duyarlılıklarının göz önünde bulundurulması gerekir. Günümüz insan aklı işte bu noktada muhalefeti olması açısından demokraside karar kılmıştır. Beşeriyet ya da hümanizma artık ilahlık makamındadır.
Devletin bir fiziki sınırı olduğu kadar aynı zamanda duygusal sınırları da söz konusudur. Belki arazi şartları ve coğrafi engeller, devletin sahibi olan topluluğun sayısı, teşebbüs ve hamle kabiliyeti etkin rol oynarken diğer komşu ülkelerin kriterleri de bu etkileşimde öne çıkar. Aidiyet duygusu vatandaşlığa dayanak teşkil eder.
Çeşitli cemaatlerin ve toplumsal katmanların taleplerini kolektif bir akla uyarlayamaz isek bu birlikteliğin bekası da bir süre sonra tartışılır hale gelecektir. Muhalif grupların birbirini çelmelemesi bir süre sonra genel toplumsal huzurun da bozulmasına sebep olacaktır. Kontrollü bir iç muhalefetin varlığı devletin gücünü zayıflatmayacak, aksine çok seslilik adına artıran bir işleve sahip olacaktır.
Devlet bu güç kaynaklarından istifade etmesini bilmelidir. Katılımcı bir sistem netliği belirlenmiş milli hedefler doğrultusunda ulusal çıkar politikalarıyla kendisine rota çizmeyi bilmelidir. Sosyal devrim bir toplulukta arzu, iştiyak ve hak talebinin doğmasıyla başlar. Ordu ve halk desteği aynı duyarlılıkta mutlak iktidarı oluşturur.
Devlet olmak ise kaçınılmaz bir şekilde ağır ve hantal bir statükoyu da beraberinde getirir. Devletin ilk kuruluş yıllarındaki törelerin muhafaza edilme arzusu modernize edilmez ise klasik bir devlet muhafazakarlığını geliştirecektir. Devletin üst yapısında oluşmuş olan bürokratik yapılanma ister istemez lüks ve konforun, israfa ve arpalıkları paylaşımı getirecektir. Bu kez açıkları kapatmak için yeni vergiler ve borçlanmalar devleti acz içine düşürecek, dışarıdan ve içeriden yükselen ciddi muhalif güçler devletin akıbetini sorgulayacaktır.
Devletleri insanların hayatına benzetmek gerekir. İşte burada birey her şeyiyle ön plana çıkmaktadır. Bireyin gelişimi ise dürüst ve cesur idarecilerin makro projelerle onun önünü açmasıyla olur.
Bir taraftan savaş gündemimizi oluştururken öte taraftan yakın vadedeki arap baharının yeni konjoktürel yalpalanmalara yol açacağı gerçeği bizim içinmilat olma gerçeğinden hala uzaklaştıramamıştır. Avrupa Birliği dahi son dönemdeki çırpınma ve küresel bankerlerin istidap refleksiyle farklı ve ani bir değişime yönelirken Türkiye'nin artık basiretsiz ve ferasetsiz politikalara
tahammülünün kalmadığının da acı bir gerçeğini bugün derinliğine yaşıyoruz.
Hal böyleyken bu duyarsızlığın sorgulamasını da samimi olduğunu iddia eden insaf sahibi beyinlere havale ediyoruz.
İNSAN, EKONOMİK DEĞER VE İSTATİSTİK
İnsan nedir? Türkiye devleti yaşanmışlıklarında ya da yakın tarih adı altındaki geçmişinde; sermaye birikiminin sınırlı olduğu ve normal yollarla çok uzun zaman alacak olan büyük ölçekli girişimlerin yaratılması sürecinin ancak devletten transfer edilecek fonlarla mümkün olacağı bir sistem bir toplum tanımını ortaya koymuştur. Bu ise oluşabilecek toplumda ahlaki reflekslerden uzak, "rant"tan istifade edecek yeni bir sınıfın ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
İlay-ı Kelimetullah davasından uzaklaştırılan toplumumuzun genel çatısı değişik eğilim ve yönlemlendimelerle özellikle son dönemlerde kimseleri tatmin etmeyen tanımsız manada milliyetçilik, dindarlık ve çağdaş insan temeline dayandırılmıştır.
Mevcut kaos bu üç sınıfın çatışması prensibine dayalı olarak bireyi es geçmiştir. Milli irade atanmışlar ve seçilmişler arasında sıkışırken kolektif ruh anlayışı bireyin tanımlanmamasından dolayı topluma genel manada nüfuz etmemiştir. Bireyi hangi kültür ve ahlak ile ya da hangi normlarla ele alıp yetiştireceği noktasında toplum bir çelişkiye terk edilmiştir.
Anne ya da baba olacak insanlar o anın heyecanıyla standartları icabı da anne karnındaki yavrunun psikolojisiyle uyarılırlarken doğum sonrası çocuğun şekillenebileceği terbiyenin tereddüdünü yaşamaktadırlar. Bir taraftan gelenekler bir taraftan dinsel öğeler bir taraftan milli strateji (kolonizasyon) nasıl bir insan tipinin ortaya çıkacağı noktasında büyük tenakuzlar resmeder.
Haram helal, dini açıdan ifade edilirken seküler bakış açısı bunu iyi ya da kötü olarak betimlemektedir. Yalan söylemek, çalmak, aldatmak, iftira atmak, dedikodu yapmak gibi hayatın içerisinde yer alan kavramları hangi anlayışla çocuklara aktarmak durumundayız? Terbiye dediğimiz eğitimin en önemli unsuru olan etmeni hangi ahlaka göre tanımlamak durumundayız?
Böylesi bir çocuk yetiştirme süreci ise bizi toplum olarak yetişen nesillerin normunda belirsizliklere itmektedir. Günümüzde modernlik, çağdaş olma, cesurluk ve özgürlük sembolleri altındaki insanlar uyuşturucu, fuhuş, kumar, alkol gibi hayatın gerçeklerinde belirsizlikler arenasını ortaya koyar. Dolayısıyla yönetimin bireye yönelik ortak akıl ve ortak vicdan ile yeni tanım belirlemesi gerekmektedir.
Türk insanının genel dokusu hangi ilkelere göre belirlenecektir? Psikologlar genel insan davranışını bireye indirgediğinde empati kelimesini öne çıkarırlar. Kişinin kendini karşısındaki insanın yerine koyması...
Psikoloji, sosyoloji, felsefe, mantık, teoloji, güzel sanatlar gibi bilim dalları kökenini insanda bulmaktadır. Oysa bu zamana kadarki genel insan tanımımız ekonomik değerlerle ve istatistiki rakamlarla ifade edilmiştir. Bu da bir emtia raporunun analizi şeklinde görülen bir varlık olarak vahşi kapitalizmin süzgecinde ruhsuz ve hedefsiz bir insan kitlesi ortaya koymuştur. Yani yöneticilerimizin birinci görevi öncelikli olarak insan kalitesini yükseltmektir.
Sonuçta enflasyon ekonomik kriz gibi kavramlar kısa sürede bertaraf edilebilir.
Pekiyi bozulan insan dokumuzu hangi sermayeyle düzeltme yoluna gidebileceğiz?
Bu soru bizi özellikle yedi yüz yıl cihanşümul özellikler içeren Osmanlı’nın yapısını irdelememize sebebiyet verir. Osmanlı yönetim itibariyle monarşik özellikler göstermesine rağmen sosyal dokusunda halkın kendi örgütlenmesini yapmasına da müsaade etmiştir. Loncalar, vakıflar, tekkeler, medreseler sosyal dokuya nüfuz etmiş günümüzün bir nevi sivil toplum kuruluşlarıdır.
O halde günümüz Türkiye’sinin bir sivilizasyon hareketiyle tabana yayılması gerekmektedir. Yani bir tarafta devlet dediğimiz merkezi yönetim diğer tarafta yerel yönetim, bir başka tarafta ise halkın örgütlendiği sivil toplum kuruluşları...
Bugünün Türkiye’sinin yalnızca İstanbul’undan yola çıkarak sosyal dokusuna baktığımızda tekstil egemen özelliğini hemen fark edebiliriz. Beylikdüzü’nden Tuzla’ya kadar olan yelpaze buram buram tekstildir. O halde tekstil sivil toplum dernekleriyle (İstanbul nüfusunun 2,5 milyonu direkt olarak tekstille iştigal etmektedir.) ilişkilerinin daha düzeyli olması gerekmektedir.
Halkla bütünleşme adına ve halkın nabzını tutmak için bu tür derneklerin yönetimle doğrudan teması sağlanmalıdır.
IMF’ye,Nato’ya, Dünya Bankasına, Washinton’a, bağlı kulaklar bir an için yükselen feryatları bir duyabilseler!
Temenni!
...
Ah Temenni!
...
“Bir kısım kendini değiştirmedikçe, Rab onları değiştirmez.”
Ya... da...
“Nasıl yaşarsınız öyle idare olursunuz.!”
Sahi devlet neydi?
Senin amcan, benim dayım, onun teyzesi!
Kim imza atıyorsa o!
Yani biz!
Yani önce biz; yani önce “ben” adam olmalıyım!
MATRUŞKA PARALEL EGEMENLİK
Ülkelerin iç düzenlerinde toplumla devlet arasına giren örgütlenmelerden beklenen, devlet egemenliğine paralel bir egemenlik kurulmasıdır.
Ülkelerin iç düzenlerinde toplumla devlet arasına giren örgütlenmelerden beklenen, devlet egemenliğine paralel bir egemenlik kurulmasıdır. Paralel egemenlik demek, o ülkede yeni bir güç odagı olustururak, yeni ve etkili bir ortak yaratmak, erki anayasal sorumluluk tasımayanlara devretmek anlamını tasır. Vatandaslarda bu ikilemde büyük bir tenakuz yaşar. Kaos düzeninin filiz bulacağı ortam artık hazırdır.Yeni egemenlik, nüfuz alanı ile devletin egemenlik alanına galebe çalmaya başlar. Özgürlük gibi kutsal betimlemelerin arkasına sığınan emperyal güçler ulusalcılık gibi kavramlarında naif sıfat kazanmalarına yol açar.Milli bir kompleks toplumun tüm bireylerini etkisi altına alır.
Paralel yönetimin oluşturulma süreci, ülkeden ülkeye uygulamada küçük değişiklikler göstersede, ana program değişmiyor.İçine sızılan devlet bürokrasisinin de yardımıyla, yaygın bir “medyatik” ve “enteklektüel” yedek güç operasyonuyla, Amerikalılar’ın “manufacturing public perception” dedikleri “kamuoyunun algılama silsilesini üretme” sürecinde, aşamalar birbir geçilerek ülke insanları, aslında kendilerine benimsetilmiş olan düşünce ya da eylemleri, bizzat kendilerine aitmişçesine algılayıp- uygulamaya geçiyorlar.
Beyin temizleme, beyne yeni algılama düzeneği yerleştirme, örgütleme, kimlik oluşturma ve eyleme geçirme süreci birbirini takip eden adımlarla gerçekleştiriliyor:
-Kamuoyu oluşturuculara (bizdeki adlandırmayla) aydınlara, yazarlara, bilim adamlarına- yönelik içerde ve dışarda masrafları karşılayarak, konferanslar, toplantılar düzenlemek. Katılımcılarla doğrudan ilişki içinde, ilgili ülke hakkında bilgi almak ve “düşünce” ve “örgülenme” özgürlüğü başlığı altında yeniden yapılanma düşüncesini kabul ettirmek.
-Alt örgütler yoksa, hemen Helsinki Nihai Senedi kapsamında Helsinki Yurttaşlar ve Ortak Zemin Merkezleri örgütlemek ve koşullar olgunlaştıkça, uzatan yönlendirilebilecek bir ilişkiler ağı altında insan hakları dernekleri ve benzeri örgütlenmelerin kurulması,
-Yeni propaganda aygıtlarının (radyo, gazete, dergi, televizyon, internet yayını) devreye sokulması. Bilimsel magazinsel içerikli, insan hakları ilkeleri üstüne sürdürülen yayınların yoğunlaştırılması. İnsan hakları ihlallerinin yaratılmasıyla sürecin hızlandırılması. Gerekiyorsa toplumsal şiddeti gezi olayları gibi aktivitelerle meşrulaştırmak, etkisinden duygusal ortam yaratmak.
-Casuslar yerine yayın muhabirleriyle yerinden bilgi elde etmek için yaygın bir yayıncı eğitim programının gerçekleştirilmesi,
-Bilimsel ve toplumsal konferansların çoğaltılması. Yerel vakıf ve “think tank” derneklerinin kurulması,( Genel manada yapılan bu değerlendirmelerden tamamen milli hassasiyet içinde kurulan, faaliyet gösteren yapılar asla kastımız dahilinde değildir. Ancak temkinli olmak adına ülkemizin geleceği için hassas olmamız gerektiğinin altına vurguda bulunmak istiyorum.)
-İşadamları derneklerinin, sendikaların kurulması, varolanların içine bilim danışmanlarıyla sızılması. Siyasi partilere eğitim programlarıyla, particilik dersleriyle yaklaşarak kadroların yönlendirilmesi gençliğin “düşünce özgürlüğü” ve “siyasi katılımcılık” propagandasıyla örgütlenmesi,
-Gizli ve yarı gizli istihbarat çalışmalarının azaltılması, buna karşılık medya muhabir ağıyla açık ve yaygın istihbarat toplanması, olanaklıysa Amerikan televizyonlarının yerli şubalerinden yayına geçilmesi, eksik-yanlış bilgilendirmeyle kitlelerin yönlendirilmesi, yerel medya ile eğitim-konferans-gezi düzenleyerek kalıcı bağlar oluşturulması,
-Etnik kışkırtıcılık: Etnik ayrılıkları güçlendirmek üzere kültür anımsatma programlarına başlanarak yerel toplantılardan uluslar arası toplantılara adam taşınması, ulusal-bölgesel tarihin bütünleştirici özelliklerinin anımsanılarak, yerel tarih, yerel kültür araştırması adı altında en eskiye özlem yaratılması,
-Yanlış ve eksik bilgilendirme: Kitlelerin akıl denetimlerini ele geçirmek üzere yoğun propaganda ve yanlış bilgilendirmeyle tarihsel devlet kurumlarının ve etnik sürtüşmeleri önleyen geleneksel kurumların yıpratılması, toplumsal kimliği karıştırmak için tarihsel ve toplumsal gelişim gerçeklerini bozarak yeni kimlikli topluluklar oluşturulması. “Dinlerarası diyalog” “hoşgörü” gibi programlarla egemen devletin seküler yaklaşımı ile mevcut dindarlar arasında polemikler oluşturulması, çatışmalar yaratılması..
-Yolsuzluk kampanyaları: Yerinden yönetim talepleri ile merkezi yönetim arasında ayrışmalar tesis edip, yolsuzluk olayları ile de topluma aşağılık duygusu yerleştirilip çaresizlik boyutunu yükseltmek.
-İktisadi ortamı denetleme: Para piyasalarının uluslar arası spekülatör ve tefecilere borç ekonomisinin gereği olarak açılması,
-Merkezi yönetime güvensizlik yaratımı: Kritik dönemlerde iktisadi bunalıma düşürülen sanayici ve üreticilerin konferans ve sempozyumlarla güvensizliklerinin artırımı,
-İşadamlarının örgütlenmesi:Serbest Pazar veya serbest ekonomi söylemlerinin işadamları örgütlenmeleriyle kamuoyuna maledilmesi,
-Ulusal sanayinin yıkımı: Ulusal iktisadın çökertilmesi için, ulusal sanayileşmenin ve enerji kaynaklarının yıkıma uğratılması...Çevreci akımların üzerinden ulusal madenciliğin, doğal yakıt üretim kaynaklarının ulusal egemenlik sınırlarının dışına çıkartılması,
-Orduları ulusal kimliğinden koparma: Ordunun profesyonelleştirilmesi, ordunun günlük siyasi konuların içine çekilmesi, orduyu halkın hassas olduğu konularda taraf kılmak,
-Silahlı gücünün zayıflatılması: Ulusal silah sanayini engelleyip, iktisadi bunalım bahane edilerek ordunun yenilenme alımlarının yapılmayışı, ulusal sınırların gevşetilmesi,
-İnanmış örgüt liderlerinin yetiştirilmesi:Yeni ultra liberal önderlerle yeni partilerin kurulması; parti programlarının kışkırtmaya yönelik içerikte olması,
-Ulusal bunalımlar yaratılarak,güven ortamının zedelenmesi:Sık sık iktisadi krizlerle bunalım aralarının azaltılması. Devletin gücünün gözüktüğü kaynakların yabancı sermayeye geçirilmesi.Yabancı sermayenin devletin imtiyazlı noktalarına yerleşmesi,
-Ulusal üretim birimlerinin ele geçirilmesi: Ağır sanayi, enerji, iletişim kurumlarının özelleştirme programlarıyla terki, büyük projelerin ihlali...
-Devlet yönetiminin kargaşayla ele geçirilmesi: Seçim darbesiyle egemen devletin ele geçirilmesi. Merkezi direniş durumunda kitle gösterileri düzenlenmesi. Etnik ya da mezhepsel kışkırtma ve çatışmaların körüklenmesi.
-Belediye hizmetlerinin yabancı şirketlere devri: Toplumsal hizmetlerin karlılık adına devri; su-elektrik gibi kentsel işletmelerin devri içinde düşünsel altyapının oluşturulması,
-Kültürel kaynaşmanın yıkımı:”Çok kültürlülük” propagandasıyla ortak kültürün batının değerlerine açık edilmesi. Batının dinsel kurumlarının ulusal egemenlikten pay talep etmesi.
-Federatif yapı için yasal düzenlemelerin alt yapısı hazırlanacak, bunun içinde şiddet olayları tertip edilerek gerekli ortam tesis olunacak; “dirty work” un bütün kuralları itina ile uygulanacaktır.
-Ülke içinde benzeri faaliyetler yürütülürken insan hakları gibi kavramlar dışarıdan empoze edilip uluslar arası kamuoyunun edinim şartlarından da istifade olunacaktır.
-Etnik ve dinsel ayrışımların sermayesi ise parasal ve siyasal olarak müttefiklerden temin edilecektir. Küllenmiş tarihsel acılar, çatışmalar temcit pilavı misali halkın gündeminde taze tutulurken, halkın milli benliği yabancı kültür ve düzenine özenme eğilimleri kışkırtılır.
-İşin kaos boyutuna yakın komşu ülkeler çekilirken ülke yalnızlaştırılır. Yıllardır birlik ve beraberlik içinde yaşayan toplumlar önce ayrışır sonra da çatışır.
SONUÇ: Batı kartellerinin eline geçmiş, enerji kaynakları, hertürden iç korunması kaldırılarak açık pazarlaştırılmış ve güvenliği Batı’nın ordularına terkedilmiş koloni halk! Ekonomisi yabancıların eline geçmiş, zayıflamış merkezi egemenliğiyle dış politikada karar yetkinliği bitmiş, dış dayatım kurallarına mahkum bir devlet, tarihsel ve kültürel egemenliğini yitirmiş, Batı’nın alt dereceli bir hizmetkarına dönüşmüş bir halk yığını...Azalmış olan yeryüzünün hammadde kaynaklarının keyfiyetli paylaşımı için haklı-haksız gerekçelerle dünya nüfusunun azaltılması adına demokratik katliamlar tertiplemek…
NORMLARIN ÖNCÜLÜĞÜ VE ÖNCELİĞİ
Bir atasözümüz der ki: “Bir adam yedisinde neyse, yetmişinde de odur.” Yine Cizvit papazları der ki: “Çocuğunuzu yedi yaşına kadar bize teslim edin; sonrasında sizin olsun.” . Şu ana kadarki yazdıklarımızda toplumu, insanlığı ve tarihi geniş bir perspektifte ele almamızın gerekliliğinin mesajlarını verdik! Aslında meselenin özü, bireydir. Tekil olarak insan; hatta bir ölçüde tüm 20. Yüzyıl ideolojilerinin açmazı da burada düğümlenmektedir. Herkes toplumu tarif etmeye kalkışmıştır. Toplumun nüvesi olan birey, göz ardı edilmiştir. Çağdaş insanlığın konsensüsü, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi dahi (niyeti öyle olmasına rağmen) yine toplumcu bir yaklaşım ortaya koymaktadır.
Kavganın kökeninde aslında yaradılış, insanın kökeni, inancı veya felsefesi yatmaktadır. Tanrısalcı yaklaşım insanı bir kul olarak ele almakta, ödevler ve sorumluluklar yüklemekte; karşılığında ise dünya ve ahiret kavramlarıyla mutluluk ya da mutsuzluğa (cennet ve cehenneme) düçar kılmaktadır. Oysa Darwin’e dayalı düşüncenin ürünü olan manifestosu insanı sorumsuz kılmaktadır. Tabii bu arada hakim olan 20. Yüzyıl kültürünün kökenine temel teşkil eden Avrupa tarihini tüm açılımlarıyla görmek durumundayız. Örnek, bir Otuz Yıl Savaşları yalnızca Almanya’nın 24 milyon olan nüfusunu 4 milyona indirmiş; (O dönemde Osmanlı'nın başındaki Avcı Mehmet samur peşinde Edirne’nin derelerinde koşuşturmaktadır. Osmanlı’da içler acısı sonuna doğru pupa-yelken yol almaktadır.) Kral, derebeyi, din adamları üçgeninde bir kaos ortamı yaşanmıştır. O kaosun bugüne taşınan intikamı bir özlem uyandırmış, bu ise toplumsalcılığı ön plana çıkarmıştır.
Empati denilen insanın bireyden toplum olmaya geçiş aşamasındaki köprü, bir inanca dayalı olmak zorundadır. Bu ise kendini karşısındakinin yerine koymak demektir. Kendinden sonraki aşama toplumsalcılığı doğuracaktır. İnsan toplumsalcılık aşamasına geçerken doğa, toplum, zaman ve ego dörtlüsüyle bir kıskaç altındadır. Toplumun kuralları ve yaşanan zaman içinde bulunulan ortam tek başına dış etkiyi oluştururken yaradılışa dair bir kavram olan ego, bambaşka bir görünüm ortaya koymaktadır. Yani laboratuara sokulamayacak kavramlar insanın ruhaniyeti, maneviyatı, moral değerleri insanın gerçek şeklini ortaya koymaktadır.
İşte 20. Yüzyıl düşünürleri bu soyut kavramları pozitivist amaçlarla es geçmişler; dolayısıyla 20. yüzyıl kaosunu oluşturmuşlardır. Sonuçta insanın mutluluğuna dair olan topyekün arayış cinnete dayalı bir toplum yapılanmasını ortaya çıkarmıştır.
Türkiye’nin yakın plan ve yakın tarih görüntüsündeki skalası şöyle belirlenebilir. Medeniyet yitirmiş bir toplumun şaşkınlığı, çareler arayan bir aydın açmazı, tamamen kimliksizliğin verdiği bir bedbinlik, güncel yaşamı etkisi altına almış genç Türkiye adeta felçli bir vücut haline dönüşmüştür. Bütün organlar mevcut;
ancak birbirleriyle ilişiksiz.
Herkes iyi niyetli, çözüm önerileri ortaya koymakta; ancak körlerin fil tanımı gibi gerçekten uzak. Türkiye, sorunların çözümü noktasında adeta bir toplum mühendisliği mantığıyla nasıl bir birey yetiştirmek istediğinin kararını vermek durumundadır. Somut bir örnek olarak, Tekel’i vasıtasıyla sigara üreten, üretilmiş olan sigaraya da Sağlık Bakanlığı aracılığıyla “Sağlığa Zararlıdır” ibaresi bir çelişki mantığındadır. Bunu toplumun hemen tüm katmanlarına yaygınlaştırabiliriz. Çocuğu yetiştirirken önce aile içi hukuk olan anne babanın çapı, kültürü, vasfı belirgin rol oynamakta; hemen peşinden gelenek ve görenekler devreye girmekte, sonrasında toplumun denilen denizin girdaplarına çocuk terk edilmektedir.
Bilimsel hiçbir veri burada aktif rol oynamamaktadır. Bir din olgusu var ki tanımı bir türlü yapılamamıştır. Bir Diyanet mantığındaki resmi din anlayışı, hurafelerden örülü başka bir din anlayışı, Türkiye’deki tarikatlerin ve cemaatlerin algılamasıyla kendini gösteren bir başka din anlayışı, ilahi mesajlara dayalı gerçek din anlayışı arasında hakikatleri arayan genç bir beyini düşünün.
Şöyle ya da böyle dinin normlarına ayak uyduran, ya da onu kabullenen genç beyin bu kez dış olguda laiklik kavramıyla karşılaşmaktadır. Hoşgörüye dayalı bir laiklik, hemen peşinden despotluğa varan laikçi bir tutum insanımızı sendeletmektedir. Yine ayrıca bu toplumun Alevi, Sünni gibi tarihsel kökenlere dayalı arayışları yine devreye girmekte, insanımız bir kez daha bocalamaktadır. Adeta herkes “sahibinin sesi” konumuna düşmektedir. Bu arada oryantalistleri, Tapınak şövalyeleri’ni, Armageddoncuları, Masonları ve bilumum komplocuları “dahili ve harici bedhahları” devreye koyduğumuzda yine kafalar karışmaktadır.
Devreye girmesi gereken bilim maalesef üniversitelerin çatı altlarında kendine yer bile bulamamaktadır. Herkes bir şeylerin bezirganı konumundadır. Ayrıca ülkenin yaşadığı ekonomik ve sosyal dengesizlikler insanımızı ya kaderciliğe ya da isyana itmektedir.
New York Times muhabiri John F. Burns’a göre Kürtler yüz yıllık hayallerini gerçekleştirerek bağımsız devletlerini çoktan kurdular. Saddam, Humeyni, Esed, Işid, Taliban gibi çıban mevzular ve Amerika kavramı arasında bocalayan Ortadoğu, bize “Misak-ı Milli”yi çoktan unutturmuş; adeta Türkler olarak Batı’ya çekilmeyi bir çözüm olarak göstermiştir. Başka bir gerçek daha yakın planda kapımızı çalmak üzere. Eğer son yüz yıl savaşlarının temelinde petrolün yattığı gerçeğini kabullenecek olursak bugün Orta Asya’nın Ortadoğu’ya alternatif yeni bir enerji merkezi olmasını bilmeliyiz.
Rusya, Orta Asya’da atağa geçmek için yeterli imkan ve stratejiye sahip değil. Amerika’nın stratejisi ise çok açık. Bölgeye yeni boru hatları döşeyerek Rusya’yı devre dışı bırakıp Uzakdoğu’ya açılmak. Bu ise oraların insan dolgusu olan İslami kimlikler üzerinde yine birtakım hesapların yapılmasını zorunlu kılacaktır. Bir Türkmenistan doğalgazı belki de Afganistan’ın yasal işgalini gerektirecek On Bir Eylül’ü doğuran en önemli unsurdu. Ya da bölgenin bir Afgan eroini ile yoğun bakıma alınması...
Her gün yaklaşık otuz bin kişinin susuzluktan öldüğü dünyamızda yepyeni hesaplar bir şekilde yavaş yavaş gündemimize girecektir. Petrol ve su bundan sonraki ilk yirmi yıla damgasını vuracak stratejik kavramlardır. ve diğer nükleer yakıtlar. Toryum için Küreciğe yerleşen müttefikimiz aynı zamanda elbette tüp bebeği İsraili kollamayı hesaplarken geleceği de ıskalamamanın derdindedir. Dünyada cadı kazanı kaynamaya devam ederken Türkiye’nin hala “tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan” mantığındaki arayışları bu millete çok şey kaybettirmektedir. Zihniyet devinimi ve kültürel dönüşüm olmaz ise ha başkanlık sistemi ha başka şey; gerçeğimiz: Kölelik sistemi!
Şu anki sükunetimizi öncelikli olarak borçlu olduğumuz tekstil sektörü halkın geçimini bir süreliğine daha üstlenecektir. Gerek bavul ticareti yoluyla ve gerekse sınır ticareti yoluyla halkın bireysel olarak geçimini sağladığı bu sektörler birçok üst hesabın boşa çıkmasını da sağlayacaktır. Ancak yakın gelecek dört ayrı kıskaçta Türkiye’yi ciddi tehlikelere sürüklemektedir.
Bunlardan birincisi ekolojik çevre kirlenmesi ve erozyon, ikincisi tarımda yetersizlik, üçüncüsü enerji açmazı ve son olarak su kaynaklarının yok olmasıdır.
Bugünleri tekstilcilerin kişisel becerileriyle atlatan politikacılarımız, acaba yarınlara karşı nasıl bir hesap içindedirler. İhracatımızın 150 milyar dolar olduğu söyleniyor. İçindeki fatura dalaveresini geçecek olursak "kar marjını da" sorgulamalıyız. Etrafımızda oluşan savaş ekonomisinin getirileri ve kirli para trafiğinin getirileri milletimizin helal hükmündeki geliri olamaz. Kısa dönemli bu rahatlama bizim asıl rehavetimizin sebeplerindendir. Ayrıca adeta bir ver kurtul mantığıyla kendimizi AB kapılarına atmamız bir teslimiyetçiliği gerektirmeyecek mi? Kopenhag’ın, Maastricht’in kriterleri olur da Müslüman Türk’ün kriterleri olmaz mı?
Evlatlarımızı yetiştirirken nasıl bir terbiyeyle yoğuracağımızı bir taraftan ele alıp diğer taraftan ise insan hayatının sınırlı, insanlığın ise çok daha uzun sürelere ihtiyaç duyduğunu bilmeliyiz.
Şu anda atalarımız diye nitelendirdiğimiz bir dönem yaşayan insanların bize bıraktıkları doğruların ve yanlışların birikimlerini yaşıyoruz. Bu şu demektir ki torunlarımız konumundaki yarının insanları bizlerin doğrularını ve yanlışlarını miras alacaklardır.
O halde tarihsel misyonu olan Müslüman Türk’ün kriterlerine rücu etmemiz gerekmektedir. Varlığımız ve geleceğimiz buna bağlıdır. Bizi bu zamana kadar oyalayan ve uğruna kavga ettiğimiz tüm lüzumsuz kavramları iğdiş edip kendimize yol açabilecek yeni ufuklar belirlememiz gerekiyor. Artık vicdanı olan, insafı olan, aklı olan herkesin ortak menfaatler hususunda Türkiye için bir araya gelmesi gerekiyor.
Bir kısım aklı evveller bilmiyorlar mı ki kendi şahsi menfaatleri için sattıkları bu ülkenin değerleri yok olduğunda onlar o menfaatleriyle hangi topraklarda, hangi bayrak altında yaşayacaklar? Efendileri bir süre sonra kendi emellerini gerçekleştirdiklerinde onları el üstünde mi tutacak? Filistin davası bunun açık bir ispatıdır. O halde çok ciddi bir muhasebenin yapılma zamanı gelmiştir. Ya bağımsız bir Türkiye ya da tarihin derinlikleri. Ayrıca unutmayalım mezarlıklar vazgeçilmezlerle doludur.
BİLMEK VE UYGULAMAK
Başarılı bir mimar, öğretmen, hekim, tekstilci olunabilir. Ancak unutulmamalıdır ki bu özellik, 'iyi insan' olmaya yeter bir özellik değildir. Mesleki başarı 'ideal insan'ı tek basma oluşturamaz- İnsanı asıl şekillendirmesi gereken laboratuara sokulamaz özellikleridir.
Yalan söylemek, hilekarlık, uyuşukluk, gıybet, dedikodu, iftira gibi 'kötülük' ifadelerinin sonucunu - etkilerini fen, hukuk, ya da diğer modem ürünler somutlayamaz. Eski site, ortaçağ, liberalizm, marksizm insanlara hayatlarını geliştirebilecek yöntemleri sunamadıkları için birer birer çöktüler. Özellikle toplum olarak da etkisini yoğun bir biçimde yaşadığımız liberalizm insanlara dar felsefi görüşü, gerçekliğin adi yönlerini sunduğu ve aklı yanılttığı için kuzeni Marksizmle birlikte son dönem insanlığını da hüsrana uğrattılar.
İçinde yalnızca aşk ve öfke unsuru taşıyan marksizm idealden öteye geçemedi. Çatışmaya dayalı muhteviyatı içeriğinde çok kompleks olan insan ruhuyla bir türlü uzlaşamadı. Oysa şahsi hayat ile sosyal hayatın prensipleri uzlaştığında bir yandan kişisel başarı diğer yandan gelişmiş toplum modeli ortaya çıkar. Bireyin ise kontrol mekanizmalarından öteye emniyete ihtiyacı vardır. Emniyet, yani güven ve adalet duygularının tesis edildiği ortam gelecek için duyulabilecek kaygıları da ortadan kaldıracaktır.
İnsan davranışları korkular ya da beklentiler üzerinde şekillenir. Bunun kılavuzu ise kolektif bir ahlakın ve hayat anlayışının uzlaşışında yer bulur. Kadın çocuğunu yetiştirebileceği gereken imkanlara kavuşmalı, bir baba ise evine ekmeğini getirebilmek için çalışabilmeli ve insanlar yine ortak bir akıl ile de var oluş sebeplerini inanç, gelenek, bilim süzgecinde şekillendirmelidir.
Halbuki insanlık Rönesans'tan beri 'medeniyet' meşalesini üstlenmiş olan batıcı bakış açısıyla merkeze salt ekonomiyi koyarak zekayı, imanı, bilimi, dini, aşkı ve matematiği 'bir tüketim paradoksu'nun içine yerleştirmiştir.
Hayat hakkındaki yaklaşık fikirler yalnızca organik özelliklerimize indirgenmiştir. Sonuçta oluşan kısır döngü, toplam bir 'cinnet insanı' tipi ortaya koymuş, bu ise özellikle yüzyılımızı 'felaketlerle iç içe' yaşamaya mahkum bırakmıştır. Bu kez laboratuarlar tekrar devreye girerek 'çözümsüzlüğe çözüm' üretme arayışına itilişlerdir. Entelektüeller ise acziyet içinde 'küresel' bir savunu ile modernitenin ve teknolojinin büyüsünde yeni yok oluşlara kılıflar aramaktadırlar.
Dünya merhamete dayalı yeni bir soluğa ihtiyaç duymaktadır.Çözümü ortak hayatta, insanların birbirlerinin hakkında aramak gerekir. Ortak hayatın şartları felsefi kavramlara göre değil, evrensel bilimin ışığındaki verilere göre değerlendirilmelidir. Ekonomi çıkışlı insan değil de 'bütün' olan insana yükleme yapmak gerekir. Bu ise fedakarlık ve devrim sürecine ihtiyaç duymaktadır.
İnsan tüketimlerinden olan alkolü bu çerçevede ele alabiliriz. Ekonominin ve endüstrinin bir gereği olan alkol, hayatın gerçeklerindendir. Oysa akıl, mantık, tüm bilimsel verilerle alkolün karşısındadır. Psikoloji, sosyoloji, mantık, felsefe, teoloji tüm verileriyle alkole karşı bütün itirazlarını ortaya koyarlarken 'global kaosçu düzen' alkolü hayatın gereklerinden biri haline getirmiştir.
Bütün bu gereksinimlerine rağmen alkolü ancak kuvvetli inanç ile pasifize edebiliriz. Bunun başlangıç noktası ise kendilerini çocuklarına adayabilecek kadın ve erkek (yani insan) tipini ihdas etmemiz gerekiyor. Bir bilişsel faaliyet olan din duygusunu bütün etmenleriyle devreye sokmak gerekmektedir. Dini bir kuvvetler ayrılığı karmaşasına sokmaksızın "insanın ruhsal ihtiyacı" kategorisinde görerek hayatta kurumsallaşmasını gerçekleştirmek gerekmektedir.
Sosyal hayatın bir büyük kurguda ve organizasyonda kavranması gerekmektedir. Bir zamanlar birlikte çalıştığımız, sıkıntılara birlikte göğüs gerdiğimiz ölüp gidenlerimiz de dahil olmak üzere tüm insanlık aleminin birer mensubu olduğumuzu 'aidiyet' duygusuyla algılamak zorundayız.
İdeal insanın 'insanlara faydalı olan' olduğunu ve 'güzel ahlak' ile bezenmiş, 'elinden, belinden, dilinden' zarar umulmayan insan olduğunun da tespitinde bulunmalıyız.
Doğa, toplum, zaman, iç benlik duvarlarıyla sıkıştırılmış insanın 'bir yeryüzü cenneti arayıcısı' olduğunu unutmayalım. Bilmeliyiz ki 'Adem' ne ise 'ben' oyum. Ancak kriterlerimiz farklıdır. Dedem, babam, ben ve oğlum sürecini aynı işlevde yaşayan insan, yarının toplumunu hazırlamak için bugünün gerçeğinde uzlaşma sağlaması gerekmektedir.
Torunlarının hesabını yapan anlayışın ise evladını yetiştirmede organize olması gerekiyor. Kendi az gelişmişliğiyle ruh dünyası kararmış insanların tüm insanlık için bir yük olduğunun da farkında olmamız gerekir.
Gelecek, bir ideal için bütün tehlikeleri göğüslemeleri gerekenlerin fedakarlıklarında saklıdır. Hiçbir şey yapmadan sürekli eğlence ve tüketim kıskacında ömür tüketen'yığınlar'a söylenecek sözümüz yok. Bilgelik emekli maaşlarına mahkum bırakılan hayatların eleştirilerinde saklı değildir.
Tembelliklerimizi ve iştahlarımızın tatminlerini iptal zamanındayız. İnsanlık mesleğini yaşamak isteyenlere yol açıktır. Herkesin kendi hesabım vereceği gün ise çok yakındır.
YENİDEN BÜYÜK TÜRKİYE
'Hiç ummadığınız zengin semtlerde bile kuvay-i milliye örgütlenmeleri gerçekleşiyor.' Moralleniyosunuz biranda…Ulusal şuur ölmemiş, bu millet halen ayakya filan oluyosunuz…Ama kazın ayağının ısrarla perdeli ve paralel oluşu…’Hıımm’ diyosunuz…Yoksa bir bit yeniği durumu ile daha mı karşı karşıya geliyoruz? Peygambere hakaret bu insanlarında tüylerini diken diken etti mi? Kuvvacılıklarının manevi boyutunda Allah ve Resulu yer almakta mı? Laikçiliklerinin kamusal alanında din hala bir ritüel mi? İnanç derken İslamın amentüsümü, batı standartları mı? Cidden Vatan mı, başka uzuvların korkusu mu? Antiamerikancılıktan nasiplendiler mi? Emekli olunca erkekleşen birkısım paşaların durumu ne bu yapılanma içinde?..
Kuvva-i Milliyeci bu adam ve kadınların çoğu yabancı sermayeli şirketlerde, üst veya orta düzey pozisyonlarda çalışan, kredi ile aldıkları klimalı son model arabalar kullanan, tatillerini ya yurtdışında ya da tatil köylerinde geçiren, bu ülkenin şanslı evlatları. Çözümün Anadolu’da olduğunu haykırıp kendi insanını kapıcılığa layık görenler… İnsanlarının inançlarını küçümseyenler, Şehitliğe evet Amma şehit analarının örtüsüne hayır diyenler… Karhaneci Beyaz’ın İmamlığında reformist İslama hasret duyanlar…
Bugüne kadar politika ve ülke meseleleri ile de, 'bana dokunmayan yılan bin yaşasın' cümlesinden daha öte ve derin bir anlayışla ilgilendiklerini görmedim. Neymiş efendim 200.000 sokak çocuğu potansiyel suçluymuş… Alkol, fuhuş, kumar sokaklara taşmış… Türk aile hayatı dejenerasyon sürecinde imiş…Ensest ilişki denilen çirkeflik realitemiz olmuş. Bilumum seksüel sapıklar haklılık derdinde... Bini bir paradan komplo teorileri efendiler bunlar…
Bugüne kadar ülkedeki sorunları gözucu ile televizyon ekranlarından izleyen beyaz yakalı, beyaz Türkler kitlesi ; sorunun kapıya dayandığını görünce, hiç beklemediğiniz bir ruh haline bürünüyor.
Türkiye'nin beyaz yakalı burjuvazisi gittikçe 'Kürtleri', evini istila eden böcek olarak gören bir anlayışla 'faşistleşiyor'. “Kürtler” ise mukadderatlarını ısrarla kendilerini ve kadınlarını cahil bırakan çürümüş gelenekselliklerine itiraz yerine batının aymaz taşeronu kızıl, kominist ve illa ki “Allah’sız terör örgütünün himmetine terk etmişler. Varsın bu arada yıllardır secdeye durdukları batı, dünya kamuoyu nezdinde haçlı seferlerinin startını vermiş olsun. Dani(bozuk)markası paçavra zihniyetiyle Allah Resulune hakaret etsin, İsviçre bebek katilini bilboardlarıyla yüceltsin; Norveçte mantıksız katliamlar bize fatura edilmeye çalışılsın, Almanta, İngiltere ve Amerika her daim bizi dinlesin... biz mal beyanlarıyla gün tüketelim. Oynanan oyunların hesabını kim verecek pek merak ediyorum. Amaaan çok mu önemli; iktidar olup, muktedir olamayan dostları ya da iktidar hevesleri kursaklarında olanları kongre ya da seçim heyecanları biraz daha oyalar…heyecan bir basmış ki sormayın… Ergenekon, balyoz, şike, paralel operasyon üstüne operasyon…
'Faşiştleşme' kelimesini; bu kelime ile lekelenmeye çalışan vatanseverleri muaf tutarak kullanıyorum.
'Faşistleşme'; vatanı 'senden' olmayandan arındırıp, tek renkleştirmenin tanımıdır;
'Milliyetçilik' ise; vatanı bütün renkleri ile bütünleştirip, tek çatı altında toplamanın tanımı. Kültürel milliyetçilik! Diyoruz ki: bu ülkenin ortak paydasının genel adıdır Türklük… Mimar Sinan kadar Türk olabilmek…Tarihsel şemsiyemizin umum adı… İman ve ülkü kardeşliğinde ayrım yoktur. Nasıl ki domuzdan post gavurdan dost olmaz ise… Alman Almanlığından, Fransız Fransızlığından vazgeçtiği gün biz de vazgeçelim Türklüğümüzden. Mümkün mü? Ne önemi var canım; büyüğümüz ‘diyalog’ diyor da başka konularda ‘Dut yemiş bülbül’… Kardeşe beddualı gazap dolu sözler! Hani nerde kürsülerde Allah Resulu için dökülen gözyaşları? Neden meydanlara nehir olupta taşmayan sevda selimiz? Taş olmuş yüreklerimiz taş… İmam hatiplerimiz neden anlatmazlar Allah'ın dinini?
Böyle bir ortamda; Ülkede yakın zamana kadar binlerce şehit verilirken;
Bünyesinde çalıştığı çok uluslu şirketler ülke ekonomisini adım adım ele geçirirken;
Hele ki Nato?
Birleşmiş Milletler, hangi konuda birleşmiş?
Ülkedeki siyasi yapı hallaç pamuğu gibi atılırken seyretmekle yetinen ve burjuva hayatından zerre ödün vermeyen beyaz yakalılar ve kahredici boyutta ki yalakalar; şehirdeki arazisinin 'Kürtler' tarafından istila edildiğini, annesinin çantasının kapkaç şebekelerinden birine kurban gidince tepki vermeye başlıyor.
Ve bu tepki;
'Vatana sahip çıkma' içgüdüsünden çok, 'Malına sahip çıkma' içgüdüsü ile çok sağlıksız bir boyutta baş gösteriyor. Malına çıkma da Mortgage tehlikesinden bizar…
O kadar ki; Anadolu insanının köklerinde bulunan Milliyetçilik ve bu bayrağı taşıma iddiasında olan MHP gibi partileri bile solda bırakacak; faşizan bir 'Ari Türkiye' anlayışının tohumları bu süreçte ekilmeye başlanıyor. Ha bir de şu kamusal alan tartışmaları…Allah canınızı almaya salaklar güruhu…
Plazalardaki yemek masalarında; 'Bu adamlar iyice şımardı ve tepemize çıkmaya başladı, böyle giderse temizlemeden başka bir seçenek kalmayacak' diyenlerden tutun da;
'Abi bu ordu niye uyuyor; yok mu bir gecede bu adamların elebaşlarını yok edecek güç bu adamlar da?'sorularını soranlara kadar bir çok beyaz yakalı yalaka ile karşılaşmaya başlıyorsunuz.
Nedir bu kürt ve laz mafyası paradigması?
Anadolu'nun özünden kaynaklanan, toprak kökenli Milliyetçilik'e alternatif; Metropolitan merkezli, mal kökenli bir 'Ari Türkiye' faşizminin ilk filizleri boy gösteriyor.
İstanbul sermayesinin üst katları Anglo-Sakson-Yahudi efendilerinin koordinasyonunda, Kuzey Irak merkezli aşiret sermayesi ile derin bağlar geliştirirken;(Bavul ticareti ağırlıklı toz-toprak ticaretini es geçin efendim…Laleli parazadelerimi…Af buyur… Yeni yetme zenginler?)
Bu sermayenin alt katlarında istihdam edilip;beyinlerini emperyalizmin uç noktalarında hizmete sunmaları karşılığında ülke standardının kat be kat üstünde yaşam imkanları sunulan beyaz yakalı yönetici kitleler ise; plazalardan sitelerindeki evlerine kadar olan yol üzerinde artık gittikçe daha fazla huzursuzlanmaya başlıyorlar.
Bir yandan daha modern bir hayata sahip olacağını zannedip AB'yi destekleyen; diğer taraftan; yaşam alanı çeteler tarafından tehdit edilmeye başladıkça, 'temizleyeceksin bunları bir gecede, rahat edeceksin' demeye başlayan, kafası hayli karışık bir garip vatandaş türü ile karşı karşıya kalmaya başlıyoruz. Metrosexsüalite bir nev’i lightmen’ i yeni idol olarak betimlerken İslamcı camianın ‘cılığı’ Ali Bulaç- Ahmet Hakan polemiğini salyaladı. Sahi ya hangisi daha kolpa?…Papuçlarımın münevverleri…Ya da Ankaranın taşları, gözlerimin yaşları…Şak şakçılar…
Burada ilginç olan bir nokta daha var...
Türkiye'nin plazalarında bu toprağın alışık olmadığı bir tür milliyetçilik serpiliyor ki; bu milliyetçilik Anadolu bozkırlarının, tarihten kaynaklanan, efsanelerinden entellektüellerine her şekilde donanımlı Milliyetçilik kültürünün 'vatan-toprak-millet' merkezli toparlayıcı özelliğini değil; 'malıma mülküme zarar veriyorlar, ele geçiriyorlar' tepkisinden beslenen, kaynağını Anadolu'dan değil, yabancı faşizan metinlerden alıp ezoterik imgelerle süslenen, 'temizlikçi-saflaştırıcı' bir özellik taşıyor. Omuzlarında yıldızlar; Altlarında koltuklar;
Türkiye'de sermayeden toprağa, siyasetten kültüre bir çok alt ve üst yapı Millet'in elinden uluslar arası çetelerin eline geçerken; hedefte sokak soytarılarını odaklayanlar, Türkiye Cumhuriyeti'nin gördüğü en kapsamlı ihanet sürecini izleyenler ise; çocuklarımızın vebalini üstünde taşıyor. Gelecek bu vebalin altında hepimizi ezer dostlar. Cidden endişelerimiz derinleşmeye başladı. Bizim bu münevver duruşumuza karşın sizlerin desteği ise yalnız olmadığımız duygumuzu pekiştirecektir.
Destek mi?
Pardon yaa…Unuttum bi anda…Soru-yorum: Sizler Nasrettin Hoca’nın mı, yoksa Nasrettin Hoca’yı Timur karşısında yalnız bırakanların mı çocuklarısınız?
Hade bakalım bu satırlar ne kadar titretti yüreğinizi? Biz ki dans ettik yine kelimelerle…Siz yoksa ekran karşısında obezleşerek dans edenlerden misiniz?
UNUTMAYALIM
İnsanlık tarihi; husumet ve bu husumete bağlı sonu gelmez çatışmaların, kanlı savaşların yaşandığı acı dolu sayfalardan ibarettir. Bu savaş bir nevi; iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, hak ile batılın arasında cereyan ede gelmiştir. Zalim ve mazlum kavramlarını ortaya çıkarmıştır savaşlar ki; galip ile mağlubun dışında!
Biz Türklerin İslam dairesine girdikten sonra batılının bizlere uyguladığı Haçlı Seferlerini unutmamız mümkün değildir. Her ne kadar günümüzde diyalog ve hoşgörü kavramları yerli yersiz, uluorta kullanılmaya başlandıysa da tarih bizlere karşı uygulanan zalimce sahifelerden ibarettir. Enson yitirdiğimiz devlet-i Osmaninin akıbeti ise ortadadır. Cumhuriyet tarihimiz ise batılının entrikaları ile kapkaranlıktır.
2. Dünya Savaşından sonra kapitalist ve komünist dünya arasında danışıklı oynanan soğuk savaş oyunları bittiğinde, dünya hükümranı olarak bir başına kalakalan kapitalist zihniyet, kendisine bu kez hasım olarak eskimeyen düşmanını yepyeni bir şekilde dünya kamuoyuna ve pazarına sunarak azılı düşman ilan etmiştir.
11 Eylül kurmacası ile bu oyunun startı verilmiştir.
Arkasından, yıllarca Kominist Rusların işgaline karşı destansı mücadele gösteren Afganistan fiilen bu kez batılı şer odaklarının ağabeyi tarafından haksızca talan edilmiştir.
Irak üzerinden fiili ve kültürel olarak Arap coğrafyası… Arap Baharı adı altında romantik bir tezgahtır aslında!
Suriye halkı kanlı iç savaş trajedisini hala yaşamaktadır.
Türkiyem üzerinden oynanan oyunun oyuncusu Komünist bir terör örgütü olan PKK ya ise Kürdistan hayali üzerinden bir başka böl-parçala-yut senaryosu uygulanmaktadır.
Arakan’da hunharca yakılan Müslümanların sızısı Batılının fast-food köfte kokularından AVM koridorlarında ılımlı İslama konuçlanan bizlere ise ulaşamamaktadır.
Sokak yaşamlarımızda; dinimizde ve geleneğimizde olmayan kavramlar boy göstermektedir; Ensest ilişki, homoluk, lezbiyenlik, zina, çocuk pornosu, alkol, faiz, uyuşturucu…Dedikodu, gıybet, iftira, yalan söylemek günah kabilinden değil sanki… Sokaklar dolusu ahlaksızlık terörü ile de günbegün vurulmaktayız. Her günah bir başka günahın tetikçisi...Çürümenin eşiğindeyiz!
“Oku” ile başlayan bir dinin müdavimlerinin hayatında kitap okumak insan ihtiyaç sıralamasında 235. sırada!
Batılının şer güçlerinin markalarınca hem ahlaken, hem iktisaden kuşatılmışız; birbirimizle dalaşmaktan fırsat bulup da bütün bu gerçekleri görmezden gelerek!
Batılı şer güçler yeni düşmanını belirledi: İSLAM! Yani Bizler!
Biz İslam mensubu kavimlerinde düşmanları ortada! Yani Bizler! Onlar dışarıdan, biz içerden birbirimizi kemirmekteyiz, tarihten ibret almadan!
Müslümanlar laboratuarlara, kütüphanelere girmeli artık!
“Müminler Kardeştir” düsturuyla asırlardır coğrafyaları şekillendirmedik mi? Nedir bu kavmiyetçilik hastalığı?
Batı yalnızca bize düşman değil ki? İnsani olan bütün değerlerin düşmanıdır. Batılının günümüzdeki değerleri yeryüzünü talan etmedi mi? İki koca cihan harbine ne demeli? Teknoloji ile kendi ihtirasını biçimlendiren batılının bu batıl tavrı kendi insanlarını bile mutsuz kılmakta. New York’taki evsizlerin hali neden içini sızlatmaz şer güçlerin? “Yeni Dünya Düzeni” eskimeyen şeytani bir aldatmaca değil midir? Ya bu zalimin çizmesi altında onursuzca yalnızca sızlanarak yok olmayı bekleyeceğiz ya da yeniden İslam Medeniyetini ihya edeceğiz. İnanın İslam’ın şefkat eline Bolivya’nın, Şili’nin, Fransız’ın da çocuklarının ihtiyacı var! Bir cinnet çılgınlığındaki batıyı durdurmanın tek çaresi Medeniyetimizin dirilişini gerçekleştirmektir. Bunun yolu ise artık çocuklarımıza kendi kültürel kodlarımızı yüklemlemekten geçer.
İLİM ile donanıp, KÜLTÜR ile içselleşip, SANAT ile tezahür,EDEBİYAT ile ifade etmeliyiz ki, İSLAM AHLAKI ile de EVRENSEL İNSANİ DEĞERLERİ insanlığın gündemine alabilelim.
Kürt kardeşlerim!
“Kürt sorunu” dediğiniz, Türkiye’nin olduğu kadar “Kürtler” adına konuşan birilerinin de sorunudur. “Kürtler”in her türlü insani hak arayışlarının yanında olduğumuzu deklare ederek diyoruz ki; BİZ BİRİZ! Ancak kendimize de soralım; ne zaman ki bize öğretilen hissiyat ile ve bilgi ile 21. yüzyılda yaşadığımız bizlere unutturulmaktadır. Bir ortaçağ skolastizmi kürt kardeşlerimizin boyunduruğu olmuştur. Artık sorma zamanı gelmedi mi; Ne zaman ahlaken savunmaları mümkün olmayan önderlere ya da örgütlere bel bağlamaktan vazgeçeceksiniz? Türk hükümetlerinin “resmi tarihi”nden yakınırken, PKK ve uzantılarının söylemlerine teslim olmaktan geri duracaksınız? Ne zaman bizzat kendi aydınları tarafından ihmal edilmiş budunlarının acısını “Yeni Dünya Düzeni”nde var olabilmek için petrolsüz, doğalgazsız çabalayan kan kardeşleri Türklerden çıkarmaktan vazgeçeceksiniz? Bütün bunlar bir süreç meselesidir, gayret meselesidir. Bunu çözüm süreci olarak mı göreceğiz, çözülme süreci mi?
Berdel, aşiret, kan davası, toprak ağalığı gibi köhne yapıların çözümü anadilde eğitim hakkı kadar öncelikli değil midir?
Kürt sorunu deyip duruyoruz. Türkiye’de nitelikli “eğitim sorunu” bahsedilen terör meselesinden çok daha tehlikeli bir sorundur. Biz ilkokul seviyesindeki soruların içinden çıkamayan üniversite mezunlarımızla geleceği nasıl kurgulayacağız, bunu sorgulayalım! Bu çocuklarımız, batının kültür değerleriyle yetiştirdiğimiz çocuklarımız Güneydoğu da dahil olmak üzere, hangi sorunla baş edecekler? Hangi milli ve evrensel reflekslere sahip olabilecekler ki?
Türkiye’nin bir de 2023 hedefleri var. 2053, 2071! Evet… 2 trilyon dolarlık milli gelir öngörülüyor. Bunlar bizzat sayın Hükümet erkanı tarafından dillendirilen fevkalade sevindirici hedefler. Velâkin, ulaşılabilir olmaları için işgücünün istihdam edilebilir nitelikte olması şart. Oysa, eğitim sistemimizin nitelik ve nicelik olarak ne denli yetersiz olduğunu sağır sultan duydu. Melbourne Enstitüsü’nün 2012 raporu Türk yükseköğretim sistemini 50 ülkelik listesinde 46. sıraya koydu. İran bile bizden daha iyi durumda. Gençlerimiz hedeflediğimiz ligde rekabet edebilecek donanıma haiz değil. Astronomisiz kozmoloji, matematiksiz teknoloji, biyolojisiz çevrecilik, fiziksiz, kimyasız eskatologya, notasız müzik, tarihsiz siyaset… 21. yüzyılın “Türkiş” ütopyası. Barbyler, Bentenler, Spidermanler ve Mickey Mauslarla yetişen nesil! Ve bu uğurda dışarıya pompaladığımız yetim hakkı dövizlerimiz… Aklımızı başımıza toplamazsak terör filan değil, entel görünümlü cehaletimiz dağıtacak bizi! Dağılan bilyelerden son yuvarlakta siz olacaksınız kardeşlerim.
Biz ortak yönlerimizi payda yapalım. Bu coğrafya dış dünya tarafından Müslüman Türk olarak bilinmektedir. Yurt dışına çıktığınızda bu ülkenin ateistide olsanız vasfınız Müslümandır. Çingene de olsanız, kürtte olsanız, çerkezde olsanız siz Türk vatandaşısınız. Bu coğrafyanın markası Müslüman Türk’tür. Birilerinin egosu tatmin olsun diye de 2000 yıllık Türk tarihini neden es geçelim ki ayrıca. Eğer "kürtçülük" ayrı bir alternatif olarak sunuluyorsa bü toprakların diğer insanlarını da çok daha fazla haklı gerekçelerle "Türkçülüğe" yönlendiririz ki; işte bu kardeşi kardeşe kırdırma mayasının tutması demektir.
Bölünmek değil birleşmek kaderimiz olmalıdır. “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılmadıkça, parçalanırsınız!” diyen rabbimize kulak verelim. Birliğimiz dirliğimizdir prensibini unutmayalım!
Evet, yeni kurulan devletimizin cumhuriyet hükümetleri çok büyük hatalar yaptılar. Jandarmanın dipçiği yalnızca sizin ensenize inmedi. Hepimiz zulümlerden nasiplendik. Bizim sonu gelmeyecek kavgamız kimin işine gelebilir ki, bir baksanıza! Bizler evlatlarımızı yitirirken kimlerin kurşunlarını sıkmaktayız birbirimize? Ve asla sizin sesiniz olamaz batılının taşeronu olan bir terör örgütü! Mezarlarımıza bir bakalım, yan yana yatmıyor mu ecdadımız? Aynı türkülerle büyümedik mi? Aynı sokaklarda kirletmiyor mu çocuklarımız kıyafetlerini? Aynı okul sıralarında çürütmüyorlar mı dirseklerini!
Açılım diyorlar!
Açılalım; birbirimiz olduğumuzu söyleyelim birbirimize!
Hangi Akil adam söyleyecekse söylesin artık; “Müminler kardeştir!”
Musalladan sonra nereyi yurt edineceğiz dostlar!
Rabbimiz bizi ayrı ayrı yurtlara yerleştirmeyecek; Türkler şuraya, kürtler buraya!
Ya cennetliğiz, ya cehennem!
Ya iyiyiz ya da kötü aslında!
Bir kavga vereceksek eğer, cehalete, yoksulluğa ve zulme karşı verelim; hep beraber!
Uranyum, toryum, bor, demir, çinko, altın, manganez, poliüretan, bakır, kurşun, gümüş, molibden gibi kıymetli maden cevher yatakları BÜYÜK DESTAN KAHRAMANI Battal Gazimizin memleketi Malatya’mızın KULUNCAK ilçe sınırlarındaki mevcudiyeti ile, rezerv olarak ÜLKEMİZİN geleceğine umut vaad etmektedir.
Hele ki toryum… Dünya rezervinin %78’i Kuluncak’ta…%8’ide Manisa Edes’de. Zararsız radyasyona haiz nükleer enerji kaynağı yani. Bir çuvalı ile bir şehrin tüm enerji ihtiyacını karşılayabilirsiniz.
İşte bu bölgede konuşlandı Amerika’nın füzesavarları. Ya da Kuluncağın önemini örtbas eden dikkatsavarlar!
Ki Kuluncak New Age Akil Adamlarımızın gaflet, delalet ya da ihanet içerisinde olarak biçimlendirecekleri Kürdistan sınırları içerisinde. Yani şimdilik gayri resmi başkenti Amed olan, Kürdistan’ın! İnanmayan Googleearht’ın map ine bakıversin!
Bölgenin efsanesi ise yaşadığı çağda, çağının en büyük küresel gücüne kök söktürmekte mahir idi; Bizans’a… Battal Gazi! Eskişehir’de kıyameti bekleyen büyük mümtaz şahsiyet!
Osmanlının yedi düvelle boğuşup, can çekiştiği günlerde Anadolu’nun bağrına Bağdat demiryolu döşenmiştir, Alamanlar tarafından. Biz tezek yakaduralım en büyük enerji kaynağı olarak, o günlerde; Osmanlımızın topraklarından olan Arapların yaşadığı bölgeye “neft” seferleri düzenlenmektedir “gavurlarca!”: Petrol! Şimdilerde kazık yiyerek ithal ettiğimiz doğalgaz enerji ihtiyacımızı daha ne kadar karşılar?
Arap yöneticiler İngiliz’le işbirliği yaparken Anadolu’nun Bir milyon evladı Peygamber kucağı Medine’ye Serpuşlu çizmesi değmesin diye şehid olmuştu, kızgın çöllerde!: “Burası Muştur, yolu yokuştur” Türküsünde gidip te gelmeyenler acep kimlerdir? Aynen “hey onbeşli, onbeşli” isimli Tokat türküsündeki onbeş yaş ortalamasındaki gibi…Mersin, Sivas, Balıkesir, İstanbul liselerinin mezuniyet veremediği o günlerdeki gibi! Şimdinin lise mezuniyet törenlerindeki reşit dahi olmayan çocuklarımıza boca edilen içkili fuhuş partileri ise başka bir mevzuu!
Ne diyordu Filistinli Bakan; “Osmanlıya ihanetimizin bedelini ödüyoruz!” O Filistin’deki çocuklar ise zalim İsrail yönetimini şeytan taşlar misali taşlarken, nasır tutmuş minicik elleri dedelerinden miras aldıkları baldıran şarabının etkisi ile bölgelerinden çıkan petrolden elde edilen naylondan çiçeklere dahi o kadar uzaktılar ki… Naylondan sevgilere ise bir o kadar aşina!
Kimse soramadı PKK ya! Onların ihanet içindeki eli kanlı komünist, ahlaksız ve Allahsız yöneticilerine; Ya hu görmüyor musunuz Kürt halkının içine çekildiği berdel, kan davası, cehalet ve hatta ensest tuzağı?
Yozlaşma bütün Ümmet-i Muhammed’in sorunu değil mi? 25 milyon nüfusumuz 12 yaş altındaki çocuklarımızdan ibaretken çocuklarımıza yönelik bir informal eğitim sistemimiz var mı?
Düşman aynı değil mi? Bütün Evlad-ı Fatihan toprakları işgal altında değil mi, şirkin kültür değerleri ile!
Ana dilde eğitim mi? Geçiniz Kürtçeyi… Ortalıkta Türkçe mi kaldı? Dilimize de, dinimize de PEPE değil miyiz?
Müslüman Mücahit Afganlı kardeşim dünya eroin üretiminin %94’ünü bir başına üstlenirken öğrenci anlamındaki “Taliban” kimin öğrencisi?
100 dolarlık eroin Afgan dağlarından yola çıkınca, Pakistan’da 7000$…
Şeriatçi İran’da, 12.000$,
Çağdaş, laik Türkiyem’de ise 22.000$! Ya da kısaca 40.000 vatan evladı! Ya da kısaca PKK! Ardından da gelsin silah sektörü, ilaç sektörü!
Peki ya toplamda 150 milyar $ olan 76 milyon nüfusumuzun ihracat rakamına ne demeli? Kar marjı ise % 4! Yani 6 milyar dolar ile geçinmekte, 76 milyonluk nüfus! Mevcut borcumuzdan bahsetmeyelim, IMF ye borcumuzu kapattığımız şu günlerde.
Apple’nin 500 milyar $, Microsoft’un 250, Google’nin 150, Face’nin 100 ve Twitter’in 12 milyar$ olan büyüklüklerinden bahsetmenin ne gereği var şimdi?
“Kültür Ekonomisi” desem siz el hafifliği ile bereketten mi bahsedeceksiniz?
Peki, sizce; Arz-ı mevud uzantısından haberdar mıdır genişletilmiş Ortadoğu projesinin sevdalıları?
Gelin bu kez hep beraber arayalım, Battal Gazi’yi! O Bizans’a kafa tutan yiğit adamı!
Ya da;
China malı seccadelerimizde kıldığımız namazlarımızda Allah’tan yardım isteyelim, “Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez” ilahi buyruğuna rağmen! Ki; “Onlar kıldıkları namazlardan gafildirler!”
KALDIR KAFANI TÜRKİYE
Başta Amerika olmak üzere dünya siyasetinde ve ekonomisinde merkez olan Batı, dünya üzerindeki egemenlik alanlarını yavaş yavaş kaybetmektedir. Teknoloji alanında bir dev olan Amerika'nın ekonomik üstünlüğü acık bir şekilde tehdit altındadır.
1950'li-1960'li yıllarda dünya gayrisafi milli hasılatının tek basına % 55'ini üreten Amerika bugün bu hasılatının ancak %23;'lerini üretmekte ve bu pay her geçen gün daralmaktadır. Bunun ana sebepleri arasında iktisat teorilerini de şaşırtan bir şekilde Çin merkezli ucuz emeğin teknoloji merkezli Amerikan ekonomisini tehdit etmesi ve dünya pazarlarını ele geçirmesidir. Bugün Amerika'da bir isçinin ortalama saat ücreti 15$ civarında iken Çin’de bir isçinin ortalama saat ücreti 45 Amerikan senti civarındadır. Aradaki farkı siz düşünün. Bu durum CIA raporlarında da belirtildiği gibi Amerikan egemenliğine çok büyük bir tehdittir. Amerikan ekonomistleri ve siyaset bilimcileri tarafından yapılan analizlere göre önümüzdeki 15 yıl içerisinde Çin, Amerika’yı ekonomik olarak geçecek ve daha sonraki 10 yıl içerisinde dünya siyasetinde belirgin bir güç olacaktır.
Amerikan üstünlüğüne tehdit oluşturan öteki iki gelişmeden birisi Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra çok büyük bir sarsıntı yasayan Rusya'nın Putin önderliğinde kendini toparlaması ve basta Asya olmak üzere dünya politikasında güç ve denge oluşturabilmek için acılımlar yaratabilmesidir. Rusya’nın yaşadığı birçok probleme karsın elinde bulundurduğu ve dünya politikalarında açabileceği bir kaç kartı bulunmaktadır. Bunların başında sahip olduğu doğal gaz ve petrol rezervleri, üstün teknolojiye dayalı silah üretimi ve bakir iç pazarı. (Biz Laleliyi ıskalayıp duralım) Sovyetlerin dağılmasından sonra dünya gücünden bölgesel bir güç olmaya düsen Rusya kendisini toparlamaktadır.
Amerikan üstünlüğüne tehdit olan son unsur ise Avrupa devletlerinin bir araya gelip oluşturduğu ortak pazar ve serbest dolaşım düşüncesi etrafında oluşturulmaya çalışılan Avrupa Birliği’dir. AB her şeyden önce ekonomik bir güçtür ve içinde birçok handikaplar taşımasına rağmen dünya politikalarında önemli bir şekilde rol oynamak için oluşturulmuş bir mekanizmadır.
Dünya politikasında ve ekonomisinde ABD hegemonyasını tek başına kıramayacak olan ülkeler basta kendi bölgeleri olmak üzere çeşitli alanlarda işbirliğine gitmektedirler. Buna örnek olarak askeri alanda büyük bir güç olan Rusya'nın dünya ekonomisinde dev olan Çin ile askeri, siyasi ve ekonomik alanlarda geliştirdiği işbirliği projeleridir. Asya'da oluşan bu yapılanmaya bu aralar Asya'nın parlayan yeni yıldızı Hindistan'ın da dahil olabileceği ihtimali belirmektedir.
Kendi içerisindeki kuruluş ve yapılanma sorunlarını asmaya çalışan Avrupa Birliği ise bir zamanlar düşman gördüğü Çin-Rusya merkezli yapılanmaya hızla yaklaşmakta bu yakınlık Birleşmiş Milletler toplantılarında kendisini açığa çıkartmaktadır.
Kısaca özetlemek gerekirse, dünya politikalarında çok güçlü bir değişiklik meydana gelmekte ve bu değişim çok büyük sarsıntılar ve boşluklar ortaya çıkartmaktadır.
Gücü ne olursa olsun hegemon devletler de insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler. Geçmişte birçok hegemon devlet bunu ispatlamıştır. Amerika’nın en büyük handikap’ı acık dolar basma üzerine kurduğu imparatorluk, doyum noktasına ulaşmış iç pazarı, tüketim malları üretiminde kaybettiği pazar, çürümüş ve deforme olmuş sosyolojik iç yapısı ve dünya siyasetindeki 'arrogant' yani kibirli ve küstah durusudur.
Girdiği periyodu çok iyi kavrayan Amerika uzun bir zamandır planladığı stratejiyi George Bush'un hemen iktidara gelmesinden sonra meydana getirdiği 11 Eylül olayıyla birlikte sahneye koymuştur:Obama'yla devam edegelen Evangelik şablonlarla dünya genelinde askeri üstler açıp militarist bir güç olmak ve ekonomik büyümenin en önemli motoru olan petrolü ve gazı kontrol etmek.Evet petrolü ve gazı kontrol eden dünya ekonomisini de kontrol edecektir.Savaş güç savaşıdır.Mevcut güçle gelen güç arasındaki yer değiştirme her zaman çatışmalı ve kanlı olmuştur.Bu bağlamda, Amerika mevcut güçtür, Çin ise olası gelen güç.... Her halükarda ise kurban İslam coğrafyasıdır. Dünya nimetlerinin %80; ine sahip olan Müslümanlar bu nimetlerin ancak % 10 undan istifade edebilmektedirler. Türkiye’nin komşularıyla ticaretinin mevcut ticaretinin ancak %5 ini kapsaması gibi… Amerikanı’nda, Avrupanın’da, Çininde, Rusya’nın da ortak düşmanı İslam’dır… Hatta İslam dünyasının da ortak düşmanı; İslam’dır. Çünkü İslam dünyasına hükmeden egemenler mutlak egemenlerin sadık birer kölesidirler.
Ve kirlenmiş beyinler sayesinde bu acı gerçeği fark eden o kadar az insan var ki…
Sanki vahyin ilk indiği günleri yaşıyoruz.
Bir yanda Bizans, öte de Pers sultası…
Bir de Mekke’nin müşrikleri… Hani kendilerini İbrahim’in dininin hamisi sayanlar… Putları kendilerine aracı kılanlar… Heva ve heveslerini rab edinenler de cabası…
Cidden tarih tekerrürmüş dostlar.
KÜRESEL HESAPLAR
Dünya ciddi anlamda henüz tanımı yapılmamış “küresel” tabirinin etrafında değişik yorumlara giderken özellikle Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” ya da Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezleri arasında bocalarken Türkiye, iç tartışmaları gündemini ziyan etmekte; yaşana gelen beliksizliklere her geçen gün yenilerini eklemektedir. Oysa paktlaşan dünya bir tarafta NAFTA’sıyla, diğer tarafta AB süreciyle ya da Asya-Pasifik arayışlarıyla, Genişletilmiş Ortadoğu Projesiyle ”küreselleşme” denilen şeyin belirsizliğini paylaşım olarak ortaya koyarken Türkiye, safını belirleyememişliğin verdiği bir kararsızlıkla yoğun bir bocalama yaşamaktadır. Halbuki bu tür kavramlar uluslar arası konjonktürlerde konum ararken geleneksel devlet politikaları göstermektedir ki henüz “hinterland” ımızdaki ülkeler milli hedeflerinden vazgeçmemişlerdir. Bir Yunan “megalo idea”sı,Ermeni’nin “Ararat” sevdası; Rus’un “Sıcak Deniz” hülyası ya da İsrail’in “Arz-ı Mev’ud” u bu tezimizi ispatlamaktadır. Şimdilerde “Yaşasın Kürdistan!”
Bizler, bizlere yedirilmek istenen “küreselleşme”sakızını çiğnerken benzeri ülkeler, asla da milli hedeflerinden şaşmamışlardır. Oysa genç Türkiye Cumhuriyeti’nde, kuruluş gerekçelerinden biri olan ve 20.Yüzyıla taşınan yeni hedef “Batılılaşma” bir türlü rengini ortaya koyamamış; şu ana kadarki tüm siyasi partilerin topluma önerdikleri reçeteler de milleti feraha kavuşturamamıştır. Yalnızca maddi açıdan örneklersek, bugün içinde bulunduğumuz 700 küsür milyar dolarlık toplam borcumuz geleceğe gerek bireysel gerekse toplumsal olarak sıcak bakmamızı gerektirecek ciddi bir portföyü ortaya koyamamaktadır.
Bütün bu söylediklerimiz bir karamsar tablo ortaya koymak adına değil; ama acilen laf ebeliğiyle gün tüketmenin hiç kimseye fayda sağlamayacağını ve bir an önce bütün toplumsal hastalıklarımızın teşhisinin ciddi manada yapılıp, tedaviye geçilmesi gerektiği üzerinedir. Genetik yapılanmamızda bunu gerçekleştirebilecek milli hasletlerimiz olduğu gibi, artı değer ifade edebilen nice zenginliklerimizin olduğunu da (Çar çur etmeksizin) bir an önce fark etmemiz gerekiyor. O halde yeniden yapılanma sürecine acil adım atması gereken ülkemiz, öncelikli olarak aşağıda zikredeceğimiz temel konularda tavrını belirlemelidir.
A)Yönetim: Tüm kesimlerin üzerinde ittifak ettikleri tarzda ve haklı gerekçelerle belirlendiği üzere gerek anayasa üzerinde gerekse yasama-yürütme-yargı ve basın kavramları üzerindeki belirsizliklerin ve tartışmaların önüne geçilmesi gerekmektedir. Bu çerçevede öncelik siyasi partiler ve seçim kanunu üzerindeki yolsuzluğu doğurucu etmenlerin önünün alınması gerekmektedir. Sırasıyla bankalar kanunu, uluslararası anlaşmalar ve özellikle ekonominin kayıtdışılıktan kurtarılmasına yönelik ön tedbirlerin alınması gibi düzenlemeler herhangi bir yerden gelebilecek direktifle değil, içsel bir arayışla ortaya konulmalıdır. Bunun başarılabilmesinin yolu da en azından geçici olarak milli bir mutabakatın tavır olarak ortaya konulmasından ibaret olacaktır.
B) Eğitim: Bu süreç gerek birey eğitiminde düşünebileceğimiz gibi gerekse de toplumsal eğitim çerçevesinde ele alınmalıdır. Özellikle aile olgusunun geleneksel Türk ailesi rotasından asla saptırılmaması gerekir. Hele ki bu yapının bozulması ya da üzerinde birtakım uygulamalar yapılması gelecek adına ciddi tehlikeler içermektedir. En temel nüvemiz olan Türk ahlak anlayışı korunmalı, buna dair manevi değerlerimiz ideolojik kaygılardan uzak ve bilimsel olarak ele alınmalıdır. Bu çerçevede kültür-sanat ve spor gibi takviye unsurlar toplumun birleştirici ya da yakınlaştırıcı özelliklerinden olacaktır. İlim, kültür, sanat, edebiyat ve ahlak gözetilmesi gereken ana unsurlar olmalıdır.
Eğitim denildiğinde yalnızca "okul" aklımıza gelmemelidir. "Hayat boyu öğrenme" tebliğ ve irşad mantığında olmalıdır.
C) Çevre: Olayı yalnızca piknik yerlerinde bırakılan “naylon poşet” naifliğinde görmememiz gerekir. Bir ulusal toprak projesinden dahi bahsedemediğimiz bu ülkede ciddi bir erozyon tehlikesini ya da kimyasal tehlikeleri gündeme nasıl taşıyabiliriz? Dolayısıyla sanayileşme sürecindeki Türkiye’nin yine özellikle bilimsel kaygılarla geleceğini bilinçli bir tarzda ortaya koyması gerekir. Yakın vadede bir “Haliç” gerçeğini yaşadık ki, “Altın Boynuz”un etrafına serpiştirilen ve bir kısım kesimlerin fabrika sahibi kılındığı bu coğrafya çok kısa bir süre içinde ülkemizi yalnızca “Haliç” in temizlenmesine yönelik bir projede 800 trilyonluk bir yükle karşı karşıya getirmiştir. İddialar odur ki, şu ana kadar yalnızca Trakya Bölgesi’nde fizibilitesiz yapılan tekstil boyar fabrikaları yer altı su kaynaklarını kirletmekte, yakın gelecekte buraların temizlenmesi adına da şu ana kadar tekstilden kazandığımız tüm sermayenin harcanmasına yol açacaktır.
D) Enerji: Modernitenin en belirgin özelliklerinden birisi de kişi başına tüketilen enerji miktarıdır. Bir ölçüde de sanayileşmenin olmazsa olmaz koşullarından birisinin hele ki maliyet hesaplarında öncelik teşkil eden bu konuya ilişkin yatırımların planlı ve uzun vadeli olması gerekmektedir. En önemli enerji kaynağı olarak artık “nükleer enerji” konusunu gündemimize almamız kaçınılmazdır. Hem enerjiyi elde ederken maliyet hem de enerjinin diğer üretim alanlarındaki etmenliğini göz önünde bulundurmak için apansız yakalanacağımız yeni kriz ortamlarında mı gündemimize alacağız?
E) Tarım ve hayvancılık: Hem endüstriyel formatında kaynak teşkil eden hem de insan yaşamı için kaçınılmaz cevapların sergilendiği bu iki sektörün “kendine yeterlilik” bakış açısında ele alınması gerekiyor. Ayrıca istihdam boyutunun, ciddi bir toprak politikasının göz önüne alınacağı bu konuda yine ulusal bir “su politikası” nın da masaya yatırılması gerekmektedir. Bu konuda özellikle GAP projesinin acilen millilik çerçevesi içerisinde ele alınıp politikalar oluşturulması gerekir.
F) Yer altı zenginlikleri: Son dönemlerde basına da yansıdığı kadarıyla yalnızca “bor” madeni üzerindeki tartışmalar bu konudaki belirsizliğin de acı bir göstergesini oluşturmaktadır. Dünyada rezerv açısından petrol kaynaklarının son yirmi yıla endekslemesi bizim acilen bir “petrol arama” önceliğini gütmemiz gerekmektedir. Diğer yer altı kaynaklarının da milli bir devlet politikası çerçevesinde rehabilite edilip yeryüzüne çıkarılması gerekmektedir. Diğer yer altı kaynaklarının da milli bir devlet politikası çerçevesinde rehabilite edilip yeryüzüne çıkarılması gerekmektedir. Madenciliği "soma" tradejilerine dönüştürmemek gerektiği de elzem hakikatimizdir.
G) Dış Politika: Tarih boyunca olduğu gibi bundan sonrasında da dünya "Ortadoğu ve Kafkasya" politikaları üzerine inşa olunacaktır. Özellikle geleceğin dünyasında “su”, bu politikaların belirlenmesinde aktif rol oynayacaktır. Bahsi geçen bu bölgeler ülkemiz coğrafyasında yaşayan insanların manevi açıdan da bağlarının olduğu yerledir. Biz doğrudan etkileyebilecek bu bölgelere dair uzun vadeli politikaların belirlenmesi gerekmektedir. Elbette ki şiarımız “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” tur. Çünkü inancımız olan İslam, "sulh" demektir.
H) Sivilizasyon: Başta Kızılay olmak üzere ülkenin her tarafında faaliyet gösteren hayır-hasenat derneklerinin (Deniz Feneri Derneği, ihh gibi) sayılarının artması ve faaliyetlerinin, alanlarının genişletilmesi sosyal dokumuzun en ihtiyaç duyduğu önceliklerimizdendir. Toplumsal güvenini tazelemiş bir Kızılay gerek yurt içinde gerekse yurt dışında milli kimliğimizin en önemli temsilcisi kılınabilir. Milletiyle empati bağlantısı kurmuş yönetici kimliği hem lokal uygulamalarla hem de ulusal anlamda geleceğimizin sigortası işlevini oluşturacatır.
Bütün bu ya da buna benzer sıralayabileceğimiz unsurlar açısından iç dinamiklerimizin göz ardı edilmemesi gereklidir. Hedef güçlü Türkiye’nin inşasıdır. Ancak ciddi bir sorgulama sürecinden kendimizi geçirmemiz gerekiyor. Artık itiraf noktasındayız. Özellikle yönetici kesimin ya da kısaca politikacıların popülizmden vazgeçip bir siyasetçi kimliğine bürünmeleri gerekmektedir. Ayrılıklarımızı değil, birleştirici unsurlarımızı göz önüne almamız gerekmektedir. Klasik bir söylemle aynı geminin yolcuları olduğumuzu unutmamamız bizleri başarıya ulaştıracaktır. Hele ki komşuluk ilişkilerimizde menfaatini bilen bir Türkiye, hem kendisi hem de tüm dünya barışı adına vazgeçilmezliğini pekiştirecektir.
Burada özellikle “bavul ticareti” üzerine düşeni yapmış; halkların yakınlaşmasında olumlu roller üstlenmiştir. Her iki tarafın da arz-talep dengesi üzerine menfaatleri tesis edilmiş, kısmi da olsa halklar üzerinde bir refah unsuru görevini icra etmiştir. Organizatör konumundaki devlete düşen görev ise bu olgunun yaşanmasında özellikle imaj makerlık kimliği kazanımı, ticaretin artı değerlerinden birisi olarak göze çarpmıştır.
Uluslar arası ilişkilerde “eko-partner” kavramına gereksinim duyulmaktadır. Ülkemiz diğer ülkeler ligindeki konumunu belirlemeli, tandasına uygun bir sanayi belirlemeli, kademeli politikalarla da bu hedefine en kısa sürede yol almalıdır. Son dönemlerde yapıla gelen sermaye kaçışına yol açan “nereden buldun?” gibi mesnede dayalı olmayan rizikoların yaşanmaması gerekiyor. Ya da iç piyasa ticaretimiz açısından da karşılıksız çeke hapis cezasının kalkması gibi müeyyideden yoksun yine riziko taşıyıcı uygulamalara tevessül etmemek gerekiyor. Eğer acil çözüm arıyorsak Türkiye, hazineyi dolduran esnaf yapılanmamızı göz ardı etmemeli; istihdam gibi sunumu olan bir sektörü sosyal açılardan kaale almalıdır. Ve uluslar arası rekabette SSK, vergi, enerji, gümrükler gibi tartışmaya açık acil tedbir isteyen konularda özellikle tekstilcinin yanında yer almalıdır.
Esnaf yapımız, küçük üreticilerimiz girmiş olduğu uluslar arası arenalardaki rekabet ortamının acımasızlığında ülkesini büyük bir özveriyle temsil ederken yanında artık idarecilerini de görmek istemektedir.
Yani ülke geleceği adına bütün yaşanılanlar göstermiştir ki üç ana denklem grubunun örtüşmesi gerekmektedir. Öncelikli olarak akademisyenler, aydınlar, bilim adamları... Hemen peşinden ise pratisyenler, işadamları, sanayiciler... Nihayetinde ise politikacılar, yöneticiler ve bürokratlar. Esnaf yapımız pratisyen grubuna dahil olarak ülkenin yükünü çekme adına yıllardır mücadelesini sürdürmektedir. Artık yükün daha da ağırlaştığı bu süreçte herkes elini taşın altına sokmak zorundadır. Ülkemizin ticari elçilikleri ve hatta konsoloslukları bürokrasi merkezleri gibi değil, işlevselleştirilmelidir. Ekonomik istihbarat, veri ve envanter toplama özelllikleri olmalıdır.
Kapitalist, komünist ya da liberal ekonomi anlayışlarının en büyük yalanı 'sosyal devlet' anlayışıdır. 'Kâr' maksatlı bir algılama üretim denkleminde ağırlıklı rol oynayan 'işçi' sınıfını bir kıskaçta tutarken nasıl olur da 'sosyal' bir kimliğe atıfta bulunarak 'insani' bir kimlik edinebilir? Sosyal devlet, çalışanın, gayret edenin, üretenin hakkı olan kaynakları 'başkalarına' nasıl sunabilir?
Modernitenin geliştirdiği teknolojik gelişim bir taraftan yoğun bir şekilde üretim-tüketim dengesini de bozmaktadır. Milli ekonomiler ithalat ve ihracat paradoksunda uluslar arası sermayelerin cenderesinde çırpınmaktadırlar. İhracat fazlası ülkenin içindeki para stokunu artırarak fiyat yükselmelerine sebebiyet vermektedir. İhracatın artışı ise ülke içi üretimin gerilemesine ve işsizliğe yol açmaktadır.
Enflasyon ya da işsizlikle mücadele yurt dışından bağımsız bir ekonomi politikası artık gerçekleştirilemez hale gelmiştir. Özellikle de dolar-euro kapışması, milli ekonomileri büyük bir kaosa sürüklemektedir. Hele ki ülkemizin içinde bulunduğu yoğun borç batağı geleceğimiz adına hiç de iç açıcı olmayan tabloları da sergilemektedir.
İşte bu sıkışıklığımızın emniyet supabı olan temelsiz ve lalettayn sektörlerimiz , üretim, istihdam ve ihracat boyutuyla iç dinamiklerimizi bir süreliğine daha zinde tutacaktır. Ancak merkezin tertiplediği ekonomik yaklaşımlar (makro körlük) basiretsizlik neticesinde yaklaşan yeni sınırlar-yeni yönetimler-yeni devletler oluşumu sıradan insanların cenderesini daha bir zorlayacaktır.
Serbest dünya ticaretini güvenceye almak uğruna (ki burada uluslar arası kartelin çıkarlarını göz önüne alalım) işsizlik ve enflasyondan kaçınma (dünya ticaret hacminin düşmesinden dolayı) yeni entrikaları da ortaya koyacaktır.
Gümrüklerin ya da kotaların kaldırılması, para birimlerinin birbirine bağlanması, sermayenin hareketliliği ve serbest ticari alanların oluşturulması siyasi iradeleri yönlendirmektedir.
Orta, düşük gelir tabakalarının artan sefaletleri şiddet ve suç oranlarını da yükseltmektedir. Bu ise geleneksel Türk aile dokusunun 'değer' yargılarını etkilemekte, sosyal kaos düzeni ekonomik kaos üzerine inşa edilmektedir. Milli irade ve hedefinde kafası karışık ülkemiz ise kaos ortamlarının sersemletici etkisiyle de her 10 yılda siyasi her 5 yılda da ekonomik olarak krizlere yakalanmaktadır.
'Küresel cinnet' tüm insanlık alemini 'ahlaki' açıdan bozulmaya mahkum kılmaktadır. Gıpta ettiğimiz Almanya'da dahi 50 bin çocuk (bizde bu rakam 200 bin civarındadır) 'kimsesiz' kimliğiyle sokaklardadır. 1987-93 yılları arasında sosyal yardım alan gençlerin sayısı yüzde 60 artmıştır. 25 yaşın altındaki 500 binden fazla insan işsizdir.
Sefalet değişik cepheleriyle yaşanmaktadır. İşsiz akademisyenler, bakıma muhtaçlar, yaşlılar, kadınlar değişik katmandaki kitleler...İşte bu ortamda insanların 'devlet baba'larmdan beklediği yaklaşım onun 'sosyal' yönüne atıftır. Oysa küresel rekabet kabiliyeti direkt olarak üretimin ucuzlatılmasına yönelik olarak 'işgücü maliyetleri'nin ve sosyal ödemelerin kısıtlanmasına yöneliktir. İşgücü maliyetleri ucuzladığında genel kitlenin alım gücü düşmektedir.
Bu üretim fazlalığını gerektirmekte, böylelikle güçlülerin üretici kimliklerini muhafaza etmeleri sağlanmaktadır. Bu 'sarmal kaos' tavuk yumurta ikilemi ile tüm insanlığı sarsacak yeni arayışlara da gereksinim duyuracaktır.
Türkiye'yi her şeye rağmen ayakta tutan, ekonomik ve sosyal dokuyu muhafaza eden küçük ve orta ölçekteki firmaların kayıt dişiliğidir. İstihdam noktasında, yaşayan ekonomi kenar mahallelerin merdiven altlarındaki tekstil ağırlıklı atölyelerde soluk almaktadır.
Zaten devletin olması gereken 'sosyal' yönünü insanlarımız gelenekçi yapılarıyla 'vakıf, dernek, bağış, zekat, sadaka' gibi müesseseleriyle bu zaman kadar gerçekleştirdiler.
İktisadi dokumuz, bereket, nasip, kısmet temelli iken kapitalizmin söylemleri doku uyuşmazlığı göstermektedir.
Merkezi yönetim anlayışımız ilk etapta halkı kendine yakıştırma değil de kendi bünyesini halka adapte etme noktasına gelmek zorundadır. Bu ise reel ekonomi bazlı bir anlayışı Ankara'ya hakim kılmanın ilk adımıdır.
Artan işletme kârları yeni istihdam alanları oluşturmak için değil, maliyet gerekçesi ile mevcutların ortadan kaldırılmasını gerektirmektedir. Emek yoğun üretim alanları da daha esnek hareket edeceği ülkelere kaymaktadır. Yeni ürünlerin de emek-yoğun özelliğini teknoloji yoğuna kaydırması ile de 'işsizlik', istihdamsız büyüme' stratejisinden dolayı her geçen gün artmaktadır.
Firmalar bu kez gayretlerini üretim ve istihdama değil, banka-borsa değerlerine yönlendirmektedir. Bu da firma birlikteliklerini getirmekte, bu ise yeni işsizler ordusuna yenilerini eklemektedir. Çünkü birleşen firmaların hisse senetlerinin değeri artmaktadır. İşletmelerin performansları ise borsadaki değerlerine göre ölçülmektedir.
Firmalar arası rekabet ise üretilen malların daha ucuza arzını değil, kârların yükseltilmesini hedeflemektedir. Bu ise malın fiyatı ile üretim maliyeti arasındaki münasebet için bir ara kavram olan 'marka' mantığına yükleme yapmaktadır.
İşsiz kalan ve kalabilecek emekçinin sesi ise şimdiden tehlike girdabında yankılanmaktadır.
Son iki yüz yıldır bedelini ağır şekilde ödediğimiz sanayileşmenin ilerlemesi insanlığa ne kazandırdı? Ya bize? Nerde üretilmiş otomobillerimiz, uçaklarımız? İşte bu sorunun alacağı şekil 'batı medeniyeti'nin de final sahnesini oluşturacaktır.
Kısaca;
Bütün estetik değerlerimizi yitirmişiz. İnsani olgusunu oluşturan felsefe, ahlak ve siyaset kapımızdan geçmez olmuş. Kelimeler iğdış edilmiş, kavramlar manipüle. Gözlerimizin önünde tüm toplumun beyinleri alınmış; koca ve yüce Müslüman Türk toplumu bir “yığına” dönüşmüş.
Bütün bu yığını illüze eden tek şeytani güç ise, “şer odaklarının” yerli uzantısı “basın ve yayın organları!”
Yakın çevrem olayları negatif yorumladığımdan dem vurarak benim olumsuz profilimi bana haykırmaktalar.
Ah birde benim gördüklerimi bir görebilseler!
Doğru!
Ben bu zamana değin “Perihan ablayı, Mahallenin muhtarlarını, Asmalı konağı, Aliye’yi, Kurtlar vadisini hiç izlemedim.
Okuduğum kitaplar arasında hiçbir zaman Barbara Cartland’ın yazdıkları yer almadı.
Hiçbir topçunun, popçunun ya da mevcut medya ilahlarının dinlerine dair ilmihal bilgisine hiç sahip olmadım.
Hiçbir politik görüşte saf tutmadım. Bütün politikacıları “külliyen maslahatçı” bildim.
Referanslarımın kaynağında Vahiy ve Bilim yer aldı.
Dini dincilerden, bilimi de ateistlerden öğrenme gereği duymadım.
Din önce yaratıcıyı bulmak ve onu anlamaya çalışmaktı. İslam sonralarda gündemime girdi; Taksimdeki İtalyan kilisesinde “lailaheillallah” derken….
70 milyon tek vücut olmuş, TV mabedinde secdeye kapanırken ben…
“Değişmez kardeşim” inancı toplumda yaygınlaştıkça içimizdeki “gavur’ların” sayısı çoğalmakta; Gavur İzmir “derken de” gavurlaşıyoruz!
“Değişmez; böyle gelmiş-böyle gider” dedikçe, ülkemizden, devletimizden ve kendimizden nefret eder hale geliyoruz.
“Ben değişmedikçe” demedikten sonra bu ülkeyi birbirine bağlayan bütün değerler çürümekte ve kokuşmaktadır.
Bu işler öyle yasalarla filan olacak gibi de değil. Avrupa hayali yalnızca bugünlerimizin rüyası hiç değil. Tanzimat’tan beridir, ne zamanki bu rüyalara ve hülyalara daldık; hep kabus, hep düş kırıklığı…
Yüz elli yıllık bu yılgınlık, aydınlarımızı daha da bir kararttı. Toplumda aynılıkların değil; ayrılıklarımızın konuşulduğu uzlaşılmaz cepheler oluşturuldu. Cephe adına ortalıklarda dolaşan komünistler, faşistler, kemalistler, liberaller ve dinciler sizi aldatmasın. Kafaları karışık şekilde çaresizlikten çareyi hep beraber dışarıda aradılar. Ne sol bu ülkenin solu oldu, nede sağ olan ölenlere oldu.
Kendi halkın, kendi marifetinle, kendi politik yapılarınla, kendi sosyal kurumlarınla, kendi sosyal gerçeklerinle yeni dinamikler peşinde koşan yok! Hazırı varsa tabldot fikirler, yasalar neyimize yetmiyor ki?
Oysa gerçek şu ki, eleştiri üreten kurumlarınız, alternatif üreten insanlarınız yoksa, bu topraklarda hiçbir ithal sistem tutunamaz.
Meclisin eleştirel olması, üniversitelerin, hukuk camiasının, aydınların, yazarın-çizerin, kültür ve din adamlarının toplumu zinde tutacak tarzda “itirazcı” olmaları gerekir. Elbette eleştiri “samimiyet” ve “bilmek” üzerine kurulmalı.
Eleştirinin “bağımsız” olması ise ön koşuldur.
Bu toprakların zehir’i “batıcılıktır.” Asla iflah olmadık, olamayız da… “iflas” olmak ise kaçınılmaz sonumuzdur.
Milliyetçilik, milli din, milli tören, milli devlet hepsi Fransız ihtilalinin bize bıraktığı fikrin çöpleriydi. Yüz elli yıldır aynı çöpten besleniyoruz. Hala doymadık gitti.
Bunca lafın sonunda “Eee… anladık be kardeşim, çözüm ne peki?” dediğinizi biliyorum.
Çözüm sizsiniz!
Önce yüreklerinizi bir yoklayın!
Sonra bildiklerinizi!
Ve yaşayıp yitirerek geride bıraktığınız günlerinizi!
Şu satırları okuyabiliyorsanız eğer, sizde umut var demektir dostum. Mücadeleye, okumaya devam…
Siz farklısınız.
Her şeye rağmen okuyorsunuz!
Ve hala soruyabiliyorsunuz; “Çözüm ne peki?”
Sizce çözüm ne ise bence de o!
Çözüm biziz dostlar!
Ben yazdım, siz okudunuz!
İşte yangının kıvılcımları çakıldı bile!
BİLİM MANGALARI İŞBAŞINDA
Medeniyet, dünyadaki bütün milletlerin ortak malıdır.Her toplumun bugünkü medeniyet çizgisinde az olsun çok olsun bir payı vardır.Sadece bu pay Avrupalılara ait değildir.Bu medeniyet paydasında Çin,Mısır, Hint, Roma, v.b. Medeniyetlerin de bir payı vardır.Medeniyet yarışı uzun koşulu bir bayrak yarışına bezer.Ortaçağda bu bayrağı İslam Medeniyeti almış olup sonra gerileme dönemine girince bu bayrağı Batılılar almıştır.Batı bugünkü seviyesine sadece kendi kendilerine gelmemiştir.Müslüman bilim adamlarından bir çok sahada etkilenmişlerdir.
Bilim alanındaki keşiflerin bir çoğu, 9. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar uzanan dünya tarihinde , dönemin en ileri uygarlığı olan "İslam Uygarlığı"nın ürünüdür. Akıla ve bilgiye dayanan bu uygarlık, dünyanın bugün sahip olduğu pek çok değere de kaynaklık etmiştir.
Kur’an'da, evrenin yaratılışı ve kainatın düzeni ile ilgili ayetlerin bildirilmesi, İslam’da akla, bilgiye ve bilgi sahibi olmaya büyük önem verilmesi, doğada Allah'ın varlığının delillerinin görülmesi, evrendeki her nesne ve varlığın birbirine olan uyum ve bağlılığı; Ayrıca toplumsal yaşantının getirdiği ihtiyaçtan kaynaklanan ( Oruç, namaz vakitleri için Astronomi v.b.) sebeplerle söz konusu dönemde bilimsel ilerleme Müslümanlarda görülmüştür.
Teknik ilimler, tıp, astronomi, cebir ve kimya gibi birçok alanda önemli neticeler elde eden Müslüman bilim adamları, medeniyet ve kültür sahasında kısa zamanda kendilerini tüm dünyaya kanıtlamışlardır. Buluşlarıyla uygarlığa vesile olan Müslümanlar, ilerlemenin yolunu açmışlardır.Batı’daki Rönesans ve Reform hareketlerine öncüllük etmişlerdir. ( Prof.J.Risler “Müslüman astronomistler, matematik alimleri derecesinde Rönesans’ımıza tesir ettiler.” -E.F.Gautier “ Yalnız Cebir değil, diğer matematik ilimlerini de, Avrupa kültür dairesi, Müslümanlardan almış olduğu gibi, bugünkü Batı matematiği gerçekten İslam matematiğinden başka bir şey değildir.
Müslüman bilim adamları öncelikle, bilim evrensel olduğu için – İlim Çin’de dahi olsa gidip alınız.(Hadis) - Batı'da Roma ve Doğu'da başta Çin olmak üzere, diğer devletlerde geliştirilen bilim ve teknolojiyi rehber almışlar ve önemli kaynakları tercüme etmişlerdir. Bu bilgi birikiminin içinden imanî ve teknik anlamda yanlış ve tutarsız olan noktaları çıkartarak, kendilerine fayda sağlayacak duruma getirmişlerdir. İlk adım niteliğindeki çalışmalarının ardından, elde ettikleri bilgileri değerlendirip yorumlayarak bilim ve teknolojiye özgün olarak katkıda bulunmaya başlamışlardır. Beşinci yüzyılın ikinci yarısında doğup gelişen İslamiyet, deneye ve gözleme dayalı bilimin gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır.
İslam Tarihi'ne baktığımızda, Kuran'la birlikte Ortadoğu coğrafyasına bilimin de girdiğini görürüz. İslam öncesindeki Araplar, türlü batıl inanışa ve hurafeye inanan, evren ve doğa hakkında hiçbir gözlem yapmayan bir toplumdur. Ancak İslam'la birlikte bu toplum medenileşmiş, bilgiye önem verir hale gelmiş ve Kuran'ın emirlerine uyarak evreni ve doğayı gözlemlemeye başlamıştır. Sadece Araplar değil, Türkler, Kuzey Afrikalılar gibi pek çok toplum, İslamiyet'i kabullerinin ardından aydınlanmıştır. Kur’an'da insanlara öğretilen akılcılık ve gözlemcilik, özellikle 9. ve 10. yüzyıllarda büyük bir medeniyetin doğmasına yol açmıştır. Bu dönemde yetişen çok sayıda Müslüman bilim adamı, astronomi, matematik, geometri, tıp gibi bilim dallarında çok önemli keşifler gerçekleştirmiştir.
İslâm Biliminin Kaynakları
Bu yazıda İslam uygarlığının klasik dönemi denen 9.-14. yüzyıllar arasında İslam ülkelerinde gelişen ve zamanının en ileri örneğini oluşturan bilimsel faaliyetin kökeni üzerinde duracağım. Bilimden kastım o zamanki bakış açısından doğanın sistematik olarak incelenmesi için yürütülen çalışmalar olacak ve bugün bilim adı altında kapsanmayan mantık ve matematik gibi formel disiplinleri, simya gibi batıni bilimleri ve doğayla ilişkili olduğu ölçüde felsefeyi de içerecek. Amacım bu dönem biliminin kendisini değil kaynaklarını incelemek olduğundan zorunlu olarak İslam biliminin özgün yönlerini değil eski geleneklere bağımlı yönlerini vurgulayacağım .
İslâm Dini ve Ortaçağ Bilimi
İslam uygarlığının çıkış noktası, esin ve otorite kaynağı, kutsal kitabı Kuran'dır. Dolayısıyla bugünkü bilimin ilham kaynağı Kurandır. Kuran olmasa idi bugünkü bilim olmayacaktı yani. Sırf bu yüzden bile İslam biliminin ilk kaynağının Kuran olduğunu söyleyebiliriz. Kuran sayesinde önce Arapların, sonra İslam'ı benimseyen diğer toplumların özgün bir kimlik ve kendine güven duygusu kazanması, kavmiyetçiliğin aşılarak evrensel bir bakış açısının oluşması, ve bu sayede Müslümanların geleneksel olmayan düşüncelere korkusuzca yaklaşabilmesi mümkün oldu. Bunun yanında Kuran'da bilgi (ilim) sahibi olmaya büyük önem verilmesi doğada Allah'ın varlığının işaretlerinin varolduğunun belirtilmesi, bu dönemde özel olarak bilimin gelişmesine itici güç sağladı. Müslümanların kendinden önceki kültürlerin bilimsel ve entellektüel birikimlerini kolayca benimsemelerinin sebeplerinden biri de, gene Kuran'a dayanan, her kültürde ilahi vahyin bozulmuş da olsa izlerinin olduğu görüşüydü. İslam uygarlığına dışarıdan gelen en büyük etki olan Yunan kültürünün benimsenmesi hem bu sayede, hem de (mesela aynı kültürle İlkçağ sonunda karşılaşan Hıristiyanlığın durumunun tersine) bu kültürün sahiplerinin siyasi rakip konumunda olmamaları sayesinde mümkün olabilmişti.
Doğrudan Kuran'dan kaynaklanan etkilerin yanında İslam biliminin İlkçağ sonu ve Ortaçağ bilim anlayışlarıyla paylaştığı, zamanın genel düşünce ortamından kaynaklanan bazı özellikleri vardı. Kuran'da da ısrarla vurgulanan tevhid inancı, yani yaratıcı ve yönetici gücün birliğine dair inanç, ve bu birliğin tezahürü olarak evrenin bir bütün olarak görülmesi, herşeyin birbirine bağımlılığı, fiziksel ve ruhani alemin içiçeliği ve beraberce anlaşılması gerektiği, zamanın bütün bilim geleneklerince kabul ediliyordu. Bu anlayıştan kaynaklanan ortam da, insan hayatındaki değişikliklerin göksel değişikliklerden kaynaklandığı varsayılan astroloji gibi bilimlerin gelişmesine uygundu. Diğer bir ortak özellik de, bilginin birikerek doğrusal bir şekilde ilerlediği yönündeki modern görüşe zıt olarak, döngüsel bir gelişme-bozulmaya dayanan bir tarih anlayışının benimsenmesi ve eski uygarlıkların bilimde en üst noktaya çıkmış olabileceklerinin kabul edilmesiydi. Bu yüzden mesela 12. yüzyılda yaşayan İbn Rüşd'e göre bile Aristoteles kendisine ilim verilmiş bir bilgeydi ve bilim alanında hata yapamaz ve aşılamaz bir konuma sahipti. Son olarak, modern bilimin tersine, Ortaçağ'da bilimin genel olarak teknolojiye ve ekonomiye katkısı yoktu; bilimsel faaliyet sadece belli bir zümreye has, halka inmeyen bir uğraştı. Bu yüzden bilimsel motivasyon kaynakları pratik olmaktan ziyade entellektüeldi. Fakat bunda saf entellektüel merak kadar, doğadaki ilahi işaretleri görmek, Tanrı'nın bilgeliğinin farkına vararak bundan ruhani dersler çıkarmak amacı da vardı.
Antik Çağın Mirasının Aktarılması
İslam dünyasında bilimin gelişmesine ortam hazırlayan faktörleri bu şekilde özetledikten sonra bilimsel faaliyeti başlatan asıl itici gücün, diğer kültürlerin ve özellikle de Eski Yunan'ın bilimsel birikiminin Arapça'ya aktarılması olduğunu söylemek gerekir. İslam'ın ortaya çıktığı devirlerde bilimsel mirasın korunduğu birkaç önemli merkez vardı. İskenderiye'deki Yunan, Yahudi, Mısır ve Babil geleneklerini biraraya getiren okul kapandıktan sonra buradaki Yunanca bilim ve felsefe kitapları Süryanice'ye çevrilip Antakya'ya, oradan da daha doğudaki Nisibis (Nusaybin) ve Edessa'ya (Urfa) aktarılmıştı. Harran'daki Sabiiler Helenistik dönemin batıni düşünce akımlarını (YeniPisagorculuk ve Hermetizm) devam ettiriyorlardı. Bizans tarafından dışlanan Nasturiler Süryanice'deki bilimsel eserlerini İran'a taşımışlardı. Ve son olarak gene İran'da Sasani krallarının kurduğu Cundişapur'daki okul Hint, Hıristiyan ve Yahudi felsefe ve biliminin merkeziydi.
İlk tercümeler Abbasi hanedanının başlangıç dönemlerinde, özellikle de Harun Reşid, Memun ve Mutasım zamanında yapılmıştı ve gayet pratik sebeplere dayanıyordu. Arapların tıp alanındaki yetersizliği tıbbi eserlerin, fethedilen topraklarda yaşayan ve Eski Yunan'ın mirasına sahip Hıristiyanlarla entellektüel düzeyde mücadele edebilmek isteği de mantık ve felsefe alanındaki eserlerin tercüme edilmesine yol açmıştı. İlk tercümanlar arasında Hıristiyan Huneyn bin İshak, Harranlı Sabit bin Kurra ve Zerdüştçülükten İslam'a geçen İbn Mukaffa vardı.
Çevrilen eserler arasında felsefe alanında Platon ve Aristoteles'in birçok eserinin yanısıra bunların düşüncelerinin Yeni-Platoncu yorumu vardı. Özellikle Yeni-Platoncu Plotinos ve Proklos'un bazı eserleri Aristoteles'e ait zannedildiği için İslam felsefecileri Platon'la Aristoteles'in birbiriyle uzlaştırılması ve bunun da İslam'ın temel ilkeleriyle uyumu konusunda aşırı bir iyimserlik içinde olacaklardı. Bilim alanında ise Hippokrates ve Galenos'un tıpla, Ptolemaios'un astronomi ve optikle, Eukleides'in matematikle, Arkhimedes'in mekanikle, ve Aristoteles'in genel olarak fizik ve biyolojiyle ilgili birçok eseri çevrilmişti. Bunlar arasında özellikle Aristocu dünya görüşü (mantığın bilgi edinmedeki merkezi rolü, sistematik metafizik, bilimlerin sınıflandırılması, vb.) Müslüman felsefeci ve bilimadamlarının düşünce sistemini köklü bir değişime uğratti. Çeşitli yönlerden zaman zaman eleştiriye uğrasa da İslam bilimi yüzyıllar boyunca temelde Aristocu kimliğini sürdürecekti.
İlk önemli bilim ve felsefe kurumu Bağdat'ta Memun zamanında 815 civarında kurulan Beyt'ül-hikme idi. Bu sayede bilimadamlarının biraraya gelmesi sağlanmış ve çoğu tercüme burada yapılmıştı. Bunun yanında hastaneler, rasathaneler ve bir açıdan tekkeler bilim ve felsefe yapılan kurumlardı.
İslâm Felsefesi
İslam biliminin kaynaklarından biri de bunun düşünsel temelini oluşturan İslam felsefesiydi. Bu yüzden düşünceleri bilim alanında özellikle etkili olmuş filozof-bilimadamları geleneğinin üç önemli temsilcisi olan Kindi, Farabi ve İbn Sina'nın varlık ve bilgi teorisi konularındaki görüşlerini kısaca incelemek yararlı olacak.
Kindi (y.800-870) İslam felsefesinde Aristocu geleneği izleyen Meşşai okulun ilk temsilcisiydi ve kendinden sonra gelen felsefeciler gibi ana amacı felsefi ve dinsel bilgiyi tek bir sistem içinde birleştirmekti. Ona göre bütün düşünce sistemlerinin temeli, ezeli Hakikat'in bilgisi olduğundan bütün eski gelenekler temelde aynı şeyi söylüyor olmalıydılar. Bu yüzden Kelamcıların tersine Kindi, felsefe ve din arasında görünürdeki çelişkilerin giderilebileceğine inanıyordu. Buna rağmen Kindi'nin bu tür sorunlara orijinal çözümler getirdiği söylenemez. Dinsel dogmalarla açıkça çelişmediği sürece dünya görüşü Aristocu metafizik tarafından biçimlenmişti. Evrenin ortaya çıkışı konusunda ise Kindi Aristoteles'in ezeli evren anlayışından ayrılıp İslami yoktan yaratılış görüşünü benimsemişti. Bu eklektik yaklaşımı yüzünden düşüncesi tutarlılıktan uzaktı.
Kindi'ye göre varlıklar, duyularla algılanabilenler (tikeller), akılla algılanabilenler (tümeller), ve vahiy yolu dışında hakkında bilgi edinilemeyenler (ilahi varlıklar) olarak sınıflanıyordu. Bilgi teorisi konusunda fazla birşey yazmasa da diğer İslam felsefecileri gibi genelde Aristoteles'in 'Ruh Üzerine' ('Peri Psukhe') adlı eserindeki Akıl (Nous) anlayışını benimsemişti. Bilimleri sınıflandırışı da Aristocu nitelikteydi ve varlık teorisini takip ediyordu: Değişime tabi varlıkların incelendiği fiziksel bilimler (fizik, biyoloji, coğrafya, vb.); değişmez formların konu edildiği mantıksal bilimler (matematik, mantık, müzik, metafizik, astronomi); ve maddeden tamamen bağımsız varlıkların konu edildiği dinsel bilimler. Bunlar aynı zamanda önemsizden önemliye doğru sıralanıyordu. Kindi felsefeci olmasının yanısıra bu bilim dallarının birçoğunda da eser vermişti.
Farabi'ye (870-950) geldiğimizde ortada çok daha tutarlı ve özgün bir felsefi sistem olduğunu görüyoruz. Farabi Kindi'den farklı olarak Aristocu felsefenin kendisinden ziyade bunun -özellikle kozmolojisi itibariyle İslam'la daha uzlaşabilir gibi görünen- Yeni-Platoncu yorumunu benimsemişti. Ona göre doğrudan gerçeğe ulaşmanın yolu felsefeydi; din ise bu gerçeğin halkın anlayabileceği şekle sokulmuş haliydi. Dinle felsefe arasındaki görünürdeki çelişkiler dinin sembolik anlatımından kaynaklanıyordu ve bu gibi durumlarda akıl yoluyla varılacak sonuçlar esas alınmalı, dinsel hükümler buna göre yorumlanmalıydı.
Farabi temelde Yeni-Platoncu Plotinos'u takip ederek evrenin yaratılışında 'sudur' teorisini benimsedi. Buna göre göksel ve dünyevi varlıklar determinist bir süreç sonucu ilk varlık olan Allah'tan türemişlerdi. Allah'tan ilk olarak İlk Akıl çıkmış, bu da hem en dıştaki gök katına hem de İkinci Akıl'a sebebiyet vermişti. Böylece sırayla on Akıl ve bunların herbirine ait olan dokuz gök katı -ki son yedisi o zaman bilinen yedi gezegene karşılık gelir- ortaya çıkmıştı. Onuncu Akıl sayesinde de evrenin merkezindeki dünya yaratılmıştı. Değişime tabi varlıkların yer aldığı bu Ay-altı alemde en aşağı seviyede ezeli madde vardı. Bundan dört temel eleman (su, toprak, ateş, hava), onlardan da sırasıyla mineraller, bitkiler, hayvanlar ve son olarak insan ortaya çıkmıştı. Farabi burada, varlık ve bilgi teorilerini biraraya getirecek şekilde, insanın en üst düzeydeki varlığını da aklı olarak görür.
'Akıl Üzerine Risale'sinde Farabi de Aristoteles'i takip ederek insan aklını Potansiyel Akıl (Akl bi'l-Kuvve), Fiili Akıl (Akl bi'l-Fi'l), Edinilmiş Akıl (Akl Müstefad) ve Faal Akıl (Akl el-Fa'al) olarak dörde ayırır. Bunlar aklın bilgi edinme sürecinde geçtiği aşamalardır. Bilmek, maddi nesnelerin ötesindeki soyut Formları bilmektir ve bu, duyular dünyasıyla ilgili bilgi kadar ahlaki bilgi için de geçerlidir. İşin ilginç tarafı, Faal Akıl kozmik süreçteki Onuncu Akıl'la aynıdır ve genellikle melek Cebrail'le özdeşleştirilir. Diğer bir deyişle, insan en üst bilgi düzeyine Faal Akıl'la birleşmek suretiyle ulaşır. Fakat bu sadece peygamberler ve felsefeciler gibi küçük ve seçkin bir kesim için mümkündür. Peygamberler ilham yoluyla Faal Akıl'la ilişkiye geçerken felsefeciler aynı ilişkiyi tefekkür yoluyla kurarlar ve sonuçta aynı gerçekliğin bilgisine ulaşırlar.
Farabi'nin en özgün yönlerinden biri Aristoteles'in Faal Akıl'ıyla Yeni-Platonculuktaki onuncu kozmik Akıl'ı özdeşleştirmesi ve bu sayede Akıl kavramına dayalı tek bir kozmolojik-epistemolojik sistem ortaya koymasıdır. Allah kendi zatını akleden Akıl'dır; bilen, bilinen ve bilme işi (ilim) onda bir ve aynı şeydir. İnsan da aklı sayesinde kozmik düzenin önemli bir parçasıdır. Ölümünden sonra ebediyen yaşayacak olan da maddi varlığı veya ruhunun daha alt seviye kısımları değil, aklıdır.
Farabi'nin bilimleri sınıflandırması Kindi'ninkinden çok daha ayrıntılıydı ve İslam bilim tarihinde özellikle etkili olmuştu. 'İlimlerin Sayımı' ('İhsau'l-Ulum') adlı kitabında Farabi, bilimleri beş ana dala ayırır: Dil bilimleri; mantık; hazırlık (veya talim) bilimleri (doğa bilimlerine hazırlık anlamında: aritmetik, geometri, optik, astronomi, müzik); doğa bilimleri (fizik ve metafizik; metafizik ilk prensiplerin bilimi olarak dinin bilgisini de kapsıyordu); ve toplum bilimleri (hukuk ve siyaset). Farabi İslam tarihinin en önemli mantıkçısıydı ve sınıflandırmasında dil ve mantığa -Aristocu geleneğe uygun olarak- öncelikli bir yer vermişti. Diğer bir ilgi çekici nokta da optik ve astronominin -değişime tabi olmayan varlıkların matematiksel özellikleriyle uğraştığından- doğa bilimleri arasında sayılmamasıydı.
Farabi İslami düşünceyle Yunan düşüncesini içine alan büyük bir sistem kurmuş, fakat bu sistemin İslami yönü oldukça zayıf kalmıştı. Felsefeyi Müslümanların gözünde daha cazip hale getiren ve İslam tarihindeki en etkili sentezi gerçekleştiren, Farabi'nin takipçisi İbn Sina olacaktı.
İbn Sina (980-1037) Farabi gibi temelde Yeni-Platoncu kozmolojiyle süslenmiş Aristocu metafiziği kabul etti. Buna yaptığı ana katkı, Aristocu ezeli evren görüşüyle İslami yoktan yaratılış görüşünü uzlaştıracak bir formül bulmaktı. Bunun için Aristoteles'in metafiziğinde önemli bir değişiklik yaparak varoluş (vücud) ve öz (mahiyet) kavramlarını birbirinden ayırdı; zira birşeyin özünü bilmek o şeyin varolup olmadığını bilmekten bağımsızdı.
Varlıklar zorunlu ve mümkün olmak üzere iki çeşitti. Varolmadıklarını varsaymanın bir çelişki yaratmadığı varlıklar mümkün varlıklardı ve bunlar varoluşlarını kendi dışlarında bir varlığa borçluydular. Bu açıdan bakıldığında dünyada gördüğümüz bütün nesneler gibi evrenin kendisi de mümkün bir varlıktı. Mümkün varlıklar zincirinde sonsuza kadar geriye gidemeyeceğimize göre varlığı kendi dışında birşeye bağlı olmayan ve diğer herşeyin varlığını borçlu olduğu bir zorunlu varlığı kabul etmemiz gerekiyordu. Bu varlık da Allah'tı. Sadece Allah'ta varoluş ve öz aynı şeydi; diğer bir deyişle Allah'ın özü varolmaktı. Yaratmanın anlamı da Allah tarafından özlere (veya formlara) varlık verilmesiydi. Fakat bu, zaman içinde gerçekleşen bir olay değildi. Yani evrenin varolmadığı bir zaman yoktu ve bu açıdan evren ezeliydi. Allah'ın evrene önceliği zaman bakımından değil, mantıksal veya ontolojik bakımdandı. Zira İbn Sina'ya göre yaratılışı zaman içinde gerçekleşen fiziksel bir olay olarak görmek içinden çıkılmaz çelişkiler yaratıyordu. Ayrıca İbn Sina'nın sisteminde yaratılış, Farabi'ninki gibi determinist bir süreç olmaktan çıkıp Allah'ın iradesine bağlı kılınıyor ve böylece İslam'ın ruhuyla da daha uyumlu hale geliyordu. Fakat yaratılış bu anlamda düşünüldüğünde, kozmolojik sürecin bir parçası olan semavi akılların da yaratıcı özelliği vardı. İbn Sina da Farabi gibi yaratıcıyla yaratılmışı birbirinden kesin olarak ayırmayıp bunların kozmolojik zincirdeki sürekliliğini vurguladı.
İbn Sina varlıkları kozmolojik bakımdan akıl, ruh (nefs) ve cisim olarak üçe ayırdı. Farabi'deki sudur görüşüne benzer şekilde her kozmik Akıl İlk Varlık'ı zorunlu, kendi özünü İlk Varlık'tan ötürü zorunlu, ve kendi varoluşunu mümkün olarak kavrar. Böylece ortaya sırasıyla bir sonraki Akıl, bu Akla ait gök katının (felek) ruhu, ve bu gök katının cismi çıkar. Diğer bir deyişle bilme ve yaratma aynı işlemlerdir. Göklerin ruh sahibi ve dolayısıyla bilinçli olması da burada gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır. Gene Farabi'deki gibi Onuncu (Faal) Akıl hem bu dünyanın yaratıcısı hem de insan aklının aydınlatıcısıdır. Formlar Faal Akıl'ın zihnindedir ve maddi varlık kazanarak dünyayı oluştururlar. İnsan aklı ise maddenin ötesindeki formları bu Akıl yardımıyla kavrayarak tekrar bir üst düzeye çıkar.
İbn Sina peygamberlerin bilgisini filozoflarınkinden üstün görerek bu konuda da İslami görüşe Farabi'den daha yakın durdu. Fakat peygamberin getirdiği bilginin temelindeki gerçeği anlamak için bunun dış anlamına bağlı kalmaktan ziyade akıl yoluyla yorumlamak gerekiyordu. Buna bağlı olarak -kozmolojik sistemine uymayacağından dolayı- maddi dirilmeyi İbn Sina da reddetti.
Bilim alanında ise İbn Sina'nın görüşleri Farabi'ninkinden fazla farklı değildi; akıl-nefs-cisim ayrımına bağlı olarak bu alanlarda bilgi edinmeyi amaçlayan değişik bilim dalları öngörüyordu. Kendisi de başta tıp olmak üzere birçok alanda araştırma yapan İbn Sina, burada Aristocu tür akıl yürütmeden deney ve gözleme ve esin kaynağı olarak kutsal metinlere başvurmaya kadar çok çeşitli yöntemler kullandı.
Bilim Dalları ve Bilimadamları
İslam tarihinde tek tek bilim dallarına baktığımızda hepsinin Eski Yunan'dan alınma sistemler içinde (özellikle de en yetkin ifadesini İbn Sina'da bulan Aristocu sistem içinde) geliştiğini ve aynı sorunlarla uğraşıldığını görüyoruz. Bunun yanında İran ve Hint uygarlıklarından da bilgi aktarımı yapılmıştı.
Tıp alanında uzunca bir süre peygamber zamanından kalma pratik bilgiler geçerliliğini korudu. 9. yüzyıldan sonra ise Hippokrates ve Galenos'un çevrilmesiyle vücut sıvılarına (kan, balgam, sarı safra, kara safra) dayalı tıp anlayışı kabul edildi. Razi ve İbn Sina gibi tıbbiyeciler özellikle anatomi ve tedavi alanına birçok yeni bilgi ekledilerse de temelde bu anlayış içinde çalışıyorlardı. Tıp ahlakı da Hippokrates'e dayalıydı.
Tıp, simya gibi batıni bilimlerle yakından ilişkiliydi. Cabir bin Hayyan ve Razi'nin en önemli temsilcileri olduğu bu alanda Pisagorcu-Hermetik gelenek (ki Aristocu geleneğe karşı olanlar için tek alternatifti) devam ettirilerek simya, astroloji, sayılar ve harfler bilimi gibi batıni bilimler doğa bilimleriyle içiçe görülüyordu. Mesela yukarıda sayılan dört biyolojik eleman, dünyayı oluşturan dört temel elemana (toprak, su, ateş, hava) karşılık geliyor, insan vücudu, dünya, gök, sayılar ve harfler gibi gerçekliğin çeşitli katmanları arasında yedi hayati vücut bölgesi, yedi metal, yedi gök, ve yedi nota gibi kavramlar sayesinde bağlantı kuruluyordu. Bu tür karşılıklılıklar Müslümanlara hepsinin kaynağının bir olduğunu ve maddi doğanın da ilahi sistemin bir parçası olduğunu hatırlatıyordu. Yani batıni bilimler maddiyatla maneviyatın içiçeliğinin özel olarak vurgulandığı alanlardı ve simya türü bilimlere karşı olsalar da İbn Sina gibi Aristocu bilimadamları da temelde bu anlayışı kabul ediyordu. Bir açıdan bu sayede İslam dünyasında Avrupa'daki gibi dinden bağımsız seküler bir doğa bilimi ve doğanın aşağı görüldüğü bir din anlayışı hakim olmamıştı. Fakat batıni gelenekteki din ve bilimle ilgili görüşlerin ortodoks din ve bilim anlayışları açısından ne derece meşru olduğu tartışmalıydı.
Kozmolojiye ve astronomiye baktığımızda esin kaynaklarının Kuran'ın Arş ayeti (2:255) ile Nur ayeti (24:35) olduğunu görüyoruz. Bunlardan birincisi herşeyin Allah'a bağımlı olduğunu söylerken ikincisi alegorik bir şekilde evrenin yapısı hakkında bilgi veriyordu. Kuran'daki kozmolojiyle ilgili diğer ifadeler de genel olarak Antik Çağ sonlarından beri Ortadoğu'da geçerli olan ve en sistematik şeklini Yeni-Platonculukta ve Batlamyusçu modelde bulan evren anlayışına uygundu. Bu yüzden astronomide -Hint ve İran kökenli bilgilerden de yararlanılarak- temel kaynak olarak Ptolemaios'un 'Almageste'sinin ve genel olarak Batlamyusçu sistemin benimsenmesinde bir zorluk olmamıştı.
Coğrafyada Ptolemaios'un 'Coğrafya' adlı eseri temel kaynaktı. Kozmik merkezdeki Kaf Dağı ve yedi iklim gibi dinsel sembollerin de önemli bir yeri olmasına rağmen asıl otorite bilimsel araştırma sonucu yazılmış eserlerdi. Mesela Kuran'da yer alan, dünyanın düz olduğu anlamı çıkarılabilecek pasajlar Yunan bilimiyle karşılaşıldıktan sonra daha değişik yorumlanmaya başlamıştı.
Fizik tamamen Aristoteles'in verdiği şekil doğrultusunda gelişti: Sadece ay-altı dünyanın değişime açık olması ve dolayısıyla fiziksel prensiplerin sadece burada geçerli olduğu fikri; biçim ve madde, potansiyellik ve aktüellik ayrımları; dört sebep (maddi, formel, faal, nihai); ve doğadaki her olayın bir amaçlılık taşıması (teleoloji) hep Aristoteles'ten gelen kavramlardı.
Matematik alanındaki temel eser Eukleides'in 'Elemanlar'ıydı. Bunun yanında Müslümanlar Hint matematiğinin de mirasçısıydı. Matematik sadece hesap yapma yöntemi olarak görülmüyordu; her zaman metafiziksel bir yönü vardı. Her şeklin noktadan, her sayının da 'bir'den çıktığından hareketle matematik Formlar dünyasının ve Bir'e varmanın bilimi olarak el üstünde tutuluyordu. Bu da Pisagorcu-Platonik geleneğe uygundu.
İslam bilimlerinin gelişmesinde Yunan biliminin etkisini bu şekilde özetledikten sonra bunun hangi yönlerden aşıldığından da kısaca bahsetmek gerekir. Zira sonraki dönemlerde yaşayan Müslüman bilimadamlarının önünde kaynak ve otorite olarak sadece Eski Yunan'dan kalma eserler değil, İslam biliminin büyük isimlerinin kaleme aldığı eserler de vardı.
Astronomi alanındaki ilk büyük yenilik, 9. yüzyılda yaşayan Sabit bin Kurra'nın, ekinoksların yer değiştirmesini açıklayabilmek için Batlamyusçu sisteme dokuzuncu yıldızsız küreyi eklemesiydi. Daha sonra bu sistemin başka güçlüklerle de karşılaştığını gören Müslüman astronomlar, özellikle İran'da 13. yüzyılda Tusi ve öğrencilerinin girişimiyle Batlamyusçu olmayan gezegen modelleri geliştirdiler. Bunlar gerçekten zamanının çok ötesinde modellerdi ve dünyamerkezli olmaları dışında Kopernik'in 16. yüzyılda geliştireceği modelle matematiksel düzeyde aynıydı. Bu dönemin Müslüman bilimadamları Batlamyusçu modelde matematiksel yönden değişiklikler yapmalarına rağmen, yalnız bilimsel değil felsefi ve dinsel dünya görüşünün de temelinde yer alan dünya-merkezliliğe dokunmaya cesaret edemiyorlardı.
Fizik alanında Aristocu sistem içinde çalışılması Aristoteles'in birçok görüşüne karşı çıkılmasına engel olmadı. Mesela Endülüs'lü İbn Bacce, 6. yüzyılda yaşayan Hıristiyan Yeni-Platoncu Philoponos'un görüşlerinden de yararlanarak, hareketle ilgili Aristocu olmayan fikirler geliştirmiş, bunlar da modern momentum kavramına kaynaklık etmişti. İslam biliminin en büyük isimlerinden Biruni de hem felsefi hem de fiziksel konularda Aristoteles'e alternatif görüşler geliştirmişti. Bu konuda İbn Sina'yla yaptığı mektuplaşmalar, İbn Sina'nın Aristocu görüşlerine karşı bunların yetersizliğini göstermesi, bilim tarihi açısından son derece önemlidir.
Matematik ve optik alanında da Müslümanlar Yunan biliminin çok ötesine geçmişlerdi. Kısaca özetlemek gerekirse, matematikte, sayılar teorisinde önemli ilerlemeler yapılmış, ayrıca cebir ve trigonometri geliştirilmişti. Optikte ise 11. yüzyılda yaşayan İbn Heysem tek başına bu bilim dalını yeniden inşa etmişti. Ayrıca çalışmalarında matematiksel modellerle deneysel yöntemi birleştirerek genellikle Galileo'ya atfedilen modern bilimsel yöntemin öncüsü olmuştu. Fakat İbn Heysem'in çalışmaları İslam biliminde bir gelenek oluşturmadı ve Rönesans Avrupa'sında yeniden ele alınana kadar büyük ölçüde unutuldu.
Sonuç
Kısaca özetleyecek olursak, bilime motivasyon sağlayan, amacını ve dayandığı değerleri yönlendiren gücün Kuran olduğunu, üzerine oturduğu metafiziksel sistemin, bilgi temelinin ve yöntem anlayışının ise İslami prensiplerle açık bir uyuşmazlık içinde olmadıkları ölçüde eski Yunan kaynaklı olduğunu söyleyebiliriz. Bir yandan bunlar sayesinde, bir yandan da kendi iç dinamikleri ve birikimi sonucu İslam bilimi her alanda kendinden önceki geleneklerin ötesine geçip yüzyıllar boyu aşılamayan bir bilimsel gelenek yaratmıştı. Bu bilimin bence en önemli özelliklerinden biri birden çok kaynağa dayanması ve bunların mümkün olduğu ölçüde bir sentezini yapmasıdır. Özellikle modern bir İslami bilim geliştirme çabalarında bunun gözden uzak tutulmaması gerekir.
Müslüman Bilim Adamlarının Bilinmeyen İlkleri
Yüzyıllar önce Semerkant, Bağdat ve İstanbul'dan Latinceye veya Fransızcaya çevirilen kitaplar ve buluşlar ilk bulan alimler göz ardı edilerek Avrupalı bilim adamları tarafından nasıl sahip çıkıldı?
Dekart, Galile, Kopemik, Newton, Lavoisier, Kepler, Wright Kardeşler, Toriçelli, Kristof Kolomb, Vasco de Gama...
İçinizde bunları tanımayan var mı? İlkokuldan başlayarak tanımaya başladığımız bu yabancı bilim adamları tarih kitaplarına bakarsanız, birçok önemli buluşun "ilk" sahibi. Yüzyıllar önce Semerkant, Bağdat ve İstanbul'dan Latinceye veya Fransızcaya çevirilen bir çok kitaplar ilk bulan alimler göz ardı edilerek Avrupalı bilim adamları tarafından sahip çıkıldı. Günümüzde batılı bilim adamları bunları yer yer itiraf etmektedirler.
Mesela "Newton'dan yerçekimini "ilk bulan" kişi diye bahsederiz. Oysa yerçekimini ilk keşfeden, bilim adamı, pek tanımadığımız bir müslüman: Razi'dir.
Şimdi gelin, Batı kaynaklı önyargıları bir kenara bırakalım ve bilimsel birçok buluşu "ilk" yapan İslam bilginlerini tanıyalım.
İlk kağıt fabrikasını kuran alim İbni Fazıl
Kızamık ve çiçek hastalığını keşfeden; alim Razi
Mikrobu ilk tanımlayan alim Akşemseddin
Cüzzamı bulan alim ... İbni Cessar
Vebanın bulaşıcı olduğunu bulan alim İbni Hatip
Verem mikrobunu bulan alim Kambur Vesîm
Retina tabakasını bulan alim İbni Rüşd
İlk göz ameliyatını yapan alim Ammar
İlk kanser ameliyatını yapan alim Ali bin Abbas
Küçük kan dolaşımını bulan alim İbnünnefis
İlk Tabipler odası başkanı Ali bin Rıdvan
Sıfırı ilk kullanan alim Harizmi
Trigonometriyi ilk bulan alim Battani
Tanjant, kotanjant ve kosekantı ilk kullanan alim Ebul Vefa
Trigonometri kitabını yazan alim Nasiruddin Tusi
İlk trigonometrik dönüşüm formülünü bulan alim İbni Yunus
Binom formülünü ilk bulan alim Ömer Hayyam
İlk difransiyel kitabını yazan alim. Sabit bin Kurra
Ondalık kesiri ilk bulan alim Gıyaseddin Cemşid
İlk usturlabı yapan alim Zerkali
Dünyanın döndüğünü keşfeden ilk alim Biruni
Dünyanın çevresini ilk ölçen alim Musa kardeşler
Güneşin yüzündeki lekeleri ilk bulan alim Fergani
Yıldızların yer ve açıklıklarını ölçen ve ilk cetveli geliştiren alim Cabir bin Eflah
İlk otomatik kontrol sistemleri tasarlayan alim Ahmet bin Musa
Sibernetiği ilk kuran alim. İsmail-El Gezeri
İlk optik temellerini koyan alim İbni Heysem
Sesin fiziki açıklamasını ilk yapan alim Farabi
İlk torna tezgahını yapan alim İbni Karara
Kanatlarla uçan ilk alim Hazerfen Ahmed Çelebi
İlk uçağı yapan alim Ebu Firnas
Yer çekimini ilk bulan alim Razi
Sarkaçlı saati ilk yapan alim İbni Yunus
Maddelerin özgül ağırlığını ilk hesaplayan alim Hazini
Atomun parçalanabileceğim ilk bulan alim Cabir bin Hayyan
Gökkuşağını ilk açıklayan alim Kutbettin Şirazi
İlk kimya laboratuarını kuran alim. Cabir
Saf alkolü ilk elde eden alim Razi
Fosforu ilk bulan alim Beşir
Havan topunu ilk bulan alim Fatih Sultan Mehmed
İlk kıta seyahatnamesini yazan alim İbni Battuta
İlk dünya haritasını çizen alim Mürsiyeli İbrahim
İlk ecza kitabını yazan alim İbni Baytar...
ÖZEL NOTLAR
Ümran ilmi ile uygarlık arayışındaki
TÜRKİYE'YE YOL HARİTASI
Modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi İbn-i Haldun'a göre tarihin görünür yüzünde bir dizi olaylar yer alırken, tarihin asıl manası gizli yüzündedir. Mukaddimenin girişinde sırf nakil ve söylentilere dayanan bir tarih bilimine güvenilemeyeceğini, çeşitli milletlerin ve devletlerin gelişimlerinin peşpeşe sıralanmasının tarihi anlamaya hiçbir katkı sağlamayacağını belirtir. Önemli olan bu gelişmenin sırrını kavramaktır.
Nakledilen bilgilerin ve olayların bir mantık süzgecinden geçirilip, gerçeğe uygun olup olmadığını anlamak gerekir. Peki toplumların gelişip değişmesiyle ilgili bu mantık süzgeci nedir?
Tarihin gerçek bilgisine ulaşabilmek için sosyal olay ve olguların objektif gözleminden işe başlamak gerekir. Uygarlık ve toplulukların çeşitleri, zaman içindeki değişimleri ve bu değişimlerin nedenleri incelenmelidir. İşte bunu yapacak bir bilime ihtiyaç vardır.
Modern historiyografinin, sosyolojinin ve iktisatın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyıl düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi İbn-i Haldun'a göre tarihin görünür yüzünde bir dizi olaylar yer alırken, tarihin asıl manası gizli yüzündedir. Mukaddimenin girişinde sırf nakil ve söylentilere dayanan bir tarih bilimine güvenilemeyeceğini, çeşitli milletlerin ve devletlerin gelişimlerinin peşpeşe sıralanmasının tarihi anlamaya hiçbir katkı sağlamayacağını belirtir. Önemli olan bu gelişmenin sırrını kavramaktır.
Nakledilen bilgilerin ve olayların bir mantık süzgecinden geçirilip, gerçeğe uygun olup olmadığını anlamak gerekir. Peki toplumların gelişip değişmesiyle ilgili bu mantık süzgeci nedir?
Tarihin gerçek bilgisine ulaşabilmek için sosyal olay ve olguların objektif gözleminden işe başlamak gerekir. Uygarlık ve toplulukların çeşitleri, zaman içindeki değişimleri ve bu değişimlerin nedenleri incelenmelidir. İşte bunu yapacak bir bilime ihtiyaç vardır.
İbn-i Haldun'a kadar, böyle bir bilimin oluşturulmamış olduğunu belirtelim. Kendisi, Fars fetholunduğunda Halife Ömer'in eski Farslılardan kalma eserlerin yakılmasını emrettiğini, bu yüzden bu eserlerin yokolup gittiğini, Keldanilerin, Süryanilerin ve Babil ahalisinin eserlerinin kalmadığını söyleyerek bundan dert yanar. Halife Memun'un büyük paralar harcayarak çevirilerini yaptırdığı Yunanların eserlerinden bahseder. İbn-i Haldun'a göre Aristo'ya nispet edilen ve önemli bir parçası ellerde dolaşan "Siyaset" adlı bir kitap vardır. Fakat, bu kitapta da bizim bu eserimizde incelenen konulara dair yeter bilgiler verilmemiş, delil ve burhanlar da lüzumu derecesinde anılmamış, başka sözlerle karıştırılmıştır.
Ayrıca Fars din bilgini Mubezan ve Nuşirevan'dan da sözeder ve onların da Mukaddime'de incelediği ilimle ilgili bazı değinmeleri olduğunu belirtir. Bunun dışında İbni Mukaffa'nın risalelerinde ve Kadı Ebubekir Tartuşi'nin Sirac-ül-mülük adlı eserinde de bu konulara kendi kitabındaki başlıklara yakın başlıklarla değinildiğini ancak bunlarda yeterli delil ve açıklama olmadığını belirtir.
İbn-i Haldun, ilk kez kendisi tarafından kurulduğunu yeminle belirttiği bu ilime "Ümran ilmi" der ki,gerçekten de bu keşfi ile bir taraftan bilimsel tarihçiliğin diğer taraftan da sosyolojinin temellerini atmıştır.
İbn-i Haldun bu yeni bilimin araştıracağı konuları şöyle özetler: "Geçmiş çağlarda yaşamış kavimlerin durumları ve yaşayışlarında meydana gelen değişiklikler; bunların idareyi ve ülkeyi ellerine geçirmelerinin sebepleri; insan topluluklarının tabiatları, yerleşik veya göçebe hayat sürme, göçler ve nüfus hareketleri; devlet kurma, devletlerin kuvvet kazanmaları ve çökmeleri; üretim ve tüketim, bilim, sanat, ticaret, kâr ve zarar olayları; zamanın akışı içerisinde bu sayılan durumların değişmesi ve değişmelerin sebeplerinin incelenmesi" İbn-i Haldun'un, "Tarih"i, felsefi ilimlerden biri olarak kabul ettirme çabası klasik felsefe anlayışı ile çelişir.
Her ne kadar Aristo ve Platon'un toplum ve devlet konusundaki görüşleri tarihsel öğeler taşısa da, her ikisi de, tarihi, "bilgeliğin" bir dalı olarak görmezler. Aristo'ya göre şiir tarihe göre çok daha felsefi ve üstündür, çünkü tarih özel ve tikel olana yönelirken, şiir evrensel olana yönelmektedir.
Farabi ve İbni Sina'nın bilimler sınıflandırmasında da "Tarih"in hiçbir yeri yoktur. İbn-i Haldun'un keşfettiğini ilan ettiği yeni ilmi kabul ettirmede karşılaştığı güçlüğü anlayabilmek için düşünürün yaşadığı dönemde bilim olarak algılanan şey ile bugünkü bilim algısı arasındaki farkı bilmek gerekir.
"Tarih"in klasik felsefe tarafından bilim sayılmamasının iki temel nedeni vardır: Birincisi, tarihin nesnesi geçmişe ilişkindir, karşımızda bir nesne olarak bulunmaz, belirlenemez ve sürekli değişir. Halbuki bilgeliğin konusu ancak Platon'un "İdealar Evreni" ya da Aristo'nun "Devinmeyen Devindirici"si gibi değişmeyen şeyleri incelemek olabilirdi.
İkinci güçlük ise nedensellik ilkesinin uygulanabilirliği konusundadır. Burada nedenselliği de bugünkü anlayışımızdan daha farklı şekilde anlamak gerekir. Klasik felsefede nedensellik tüm nedenlerin kendine bağlandığı bir "İlk "Neden" (Tanrı) düşüncesine gider ve felsefenin konusu bu İlk Neden'i incelemektir. Oysa İbn-i Haldun, somut olaylar arasındaki nedensellikten bahsetmektedir, yani nedenselliği tarihe uygulayarak, olaylar arasında geriye dönük bağlantılar kurarak, tarihe ve toplumlara ilişkin yasalar bulmaya çalışmaktadır. Tarihsel olayların doğruluklarını denetleyebilmek böylelikle mümkün olabilmektedir.
Kendi deyişiyle: "Umran ilmi" ile tarihte neyin olanaklı neyin olanaksız olduğu hakkında bir "zorunlu yasa bilgisi"ne ulaşılır ki, bu aynı zamanda tarihçilerin aktara geldikleri haberlerin doğruluk ve yanlışlıklarını sınama olanağı verir.
İbn-i Haldun'un olayların nedenlerine, aralarındaki görünmeyen bu bağlantıya işaret etmesi, birçok yazar tarafından onun için determinist, pozitivist, tarihi materyalist, ampirist ve rasyonalist gibi tanımlamalar kullanılmasına yol açmıştır.
Tarih boyunca toplum biçimleri:
İbn-i Haldun'a göre göçebe yaşam, toplum halinde yaşamanın ilk örneği olup yerleşik yaşamdan önce gelir. Göçebeler ikiye ayrılabilir. Birinci grup olan "Çoban göçebeler" koyun ve inek beslerler. Türk, Türkmen ve bazı Berberi topluluklar bu gruptandır. İkinci göçebe gruba ise deve besleyen Araplar, Batı Afrika'daki Berberiler ve Kürt göçebeler girer ki, bunlar otlak aramak için çöllerin derinliklerine kadar girerler. İşte göçebe toplumların asıl karakteristik özellikleri bu ikinci grupta görülmektedir.
Göçebeler uzak ve tenha yerlerde yaşadıkları ve diğer toplumlarla temas imkânı bulamadıkları için utangaç, kaba ve sert tabiatlı, fakat şehirlilere göre iyi ahlaklı olurlar. Barınakları, yiyecek ve içecekleri açısından kanaatkârdırlar. Egoist değillerdir, kabilelerinin çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün görürler. Bu yüzden cesaret ve kahramanlık, başlıca değer yargılarıdır. Kendilerini koruyacak bir devlet teşkilatı olmadığı için topluluğun her bireyi, her an olabilecek bir saldırıya karşı tetikte ve atik olmalıdır. Sürekli güvenlik sorunu yaşadıklarından, yabancılara karşı çekingen, ancak kendilerine güvenen, savaşçı ve cesur kişilerdir. Bu toplumlar şehir yaşamının rehavetine dalmış yerleşik toplumlar için daima tehlike oluştururlar.
Göçebe toplumlar:
İbn-i Haldun'a göre insan toplumsal bir hayvandır. Birkaç kişi Allah'ın verdiği düşünme gücüne dayanarak ve birbirleriyle işbirliği yaparak birtakım kurumlar yaratmaya başladıkları an, kültür ya da kendi deyimiyle ümran doğmuş demektir.
İnsanın soyunu sürdürebilmesi için aklı ve eli yeterli olmamış, aynı zamanda dayanışması ve toplumsal şekilde yaşaması gerekmiştir. İnsan topluluklarına bakıldığında bunların birbirlerinden farklı oldukları görülür. İbn-i Haldun, bunun sebebinin, kendi deyimiyle "geçinme şekil ve tarzlarının birbirinden başka ve türlüce olması" olduğunu belirtip, bunun dışında toplulukların yerleştikleri coğrafî yer, iklim, iktisadî şartlar, üretim şekil ve ilişkilerinin de bu farklılıkları doğuran etkenler olduğunu ekler. Benzer özelliklerine bakarak bu toplulukların sınıflandırılabileceğini söyler ve biribirine zıt özelliklere sahip iki grup sayar. Bunları hadarî (yerleşik toplumlar, kentsel çevre , gelişmiş toplum ve bedevî (göçebe toplumlar, çöl çevresi, ilkel toplum ) olarak adlandırır. Bir de ücra, kırsal yerleşim birimlerinde olup, tarımla uğraşan, yerleşik hayata geçmekle birlikte henüz bir uygarlık kuramamış küçük topluluklar vardır. Bu son gruptaki topluluklardan, yerleşik bir topluma bağlı olmaksızın sahralarda yerleşerek ekincilik ve tarımla uğraşan grupların durumları iyi ve rahatken, yerleşik topluluklara tabi olan ve dolayısıyla kendilerinden vergi alınanların durumu pek kötü ve aşağılıktır. İbn-i Haldun bu son gruba kısaca değinip geçer ve iki ana grupla ilgilenir.
Yerleşik toplumlar:
Yerleşik toplumlar devletin kurulmasından hemen sonra veya devletin kuruluşu ile beraber ortaya çıkmaktadır. Bedevi yaşam biçimi sadece yaşamı sürdürebilmek için gerekli şeylerin üretilmesi ile sınırlıdır. Toplumsal üretimde güç, zenginlik, rahatlık ve boş zaman isteği ile artı değerler artmaya başlar ve böylece toplum hadari (yerleşik) yaşam biçimine doğru ilerler. Göçebe toplumların bu yerleşik hayata geçme eğilimi kasaba ve şehirlerin kurulması ile kendini gösterir. Ancak bütün göçebe toplumlar devlet kuramazlar. Bir kısmı kurulmuş bir devlete tabi olarak yerleşik hayata geçerler. Sadece asabiyye bağları güçlü olan toplumlar devlet kurmayı başarır.
Devletin kurulması ile gelinen bu aşamada artık göçebelik dönemindeki kan bağı yeterli olmaz. Toplumsal dayanışmayı sağlayacak yeni bağlara ihtiyaç duyulur. Böylece "hanedana bağlılık ve din duygusu" devreye girer.
Din, burada oldukça önemli bir rol oynar. Farklı kan bağına sahip olan asabiyyeler arasındaki çekişmeyi giderip hepsinin tek bir amaç etrafında bir araya gelmesini sağlayacak olan dindir. İbn-i Haldun, kan bağına dayalı olan asabiyye olmaksızın dine çağrını yetmeyeceğini belirtir. Başka deyişle, din, kan bağına dayalı asabiyyesi en güçlü olan grubun içinde gelişir ve sonra diğer gruplara yayılır.
Ancak devlet bir kez kurulduktan sonra artık insanları dış tehlikelerden koruyan bir siyasi örgüt varolduğu için insanlar askerlikten ve tekdüze bir iş olan üretim yapmaktan vazgeçerler ve sanat, edebiyat, mimarlık gibi kültürel alanlarla ve ticaret ve zanaat gibi daha çok para kazandıran işlerle uğraşmaya başlarlar. Güvenlik, bol para ve işbölümü insanlarda daha güzel, daha ince ve yeni ihtiyaçların oluşmasına yol açar. Böylece toplum yerleşik hayata geçtikçe daha çok rahatına ve zevkine düşkün, daha egoist olur ve giderek kötü alışkanlıklar sahibi olur. Kolaylıklar ve lüks ancak çok sayıda insan kümeler halinde bir arada yaşadığı zaman ortaya çıkar. Bu lüks ve ihtişam beraberinde soysuzlaşma ve gerileme tohumlarını getirir. Başlangıçtaki grupta varolan saf bağlılık, yalın güç ve sadelik yozlaşmaya başlar.
Toplumun rahata alışması, kendilerini güvenli hissettikleri kaleler içinde huzurlu şekilde yaşamaları, göçebelik dönemindeki cesaret ve savaş kabiliyetlerini yitirmelerine neden olur. Devleti idare edenlerden gelen emirlere uymayı da alışkanlık haline getirirler. İdareciler de zulme ve şiddete başvurdukça, göçebelik dönemindeki bağımsızlık ve onur duygularını iyice yitirerek kendine güveni olmayan, korkak, sinsi ve dalkavuk kişiler haline gelirler.
Aidiyet ve din:
İbn-i Haldun'un toplumsal örgütlenmelerin nicelikleri, çapları, güçleri ve başarıları açısından farklılaşmalarını açıklamak için kullandığı önemli bir kavram "asabiyye"dir. Sözcük Arapça "tutmak, bağlı olmak" anlamına gelen "asabe" kökünden gelmektedir. Farklı araştırmacılar tarafından "yakınlık bağı", "topluluk duygusu", "dayanışma duygusu", "ortak ruh", "toplumsal uyuşma", "toplumsal dayanışma", "milliyetçilik fikri", "askerî ruh" gibi karşılıklar verilmiştir.
İlerlemeci bir yaklaşımla "toplumların ilkellikten uygarlığa doğru ilerlemesini güdüleyen güç" olarak yorumlanabilecek olan asabiyye en açık şekliyle kan bağıyla bağlı olan yakın akrabalık ilişkilerinde görülür.
İbn-i Haldun'a göre kabilelerin çeşitli yollarla nüfusu arttıkça bu bağ kan bağından bir kabile veya kavim bağına dönüşür. Bir akrabası hakarete veya saldırıya uğrayan bir kişi bu saldırı kendisine yapılmış gibi faile düşmanlık besler. İbn-i Haldun, benzer bir davranış özelliğini çöllerin derinliklerinde yaşayan, soyları bozulmamış Arap kabilelerinde de görür. Ancak bu saflık durumu sürekli olmaz; savaş, barış ve evlenmelerle başka soyları da içine alarak büyüyen kabilede başkanlık da asabiyye bağı daha güçlü olan grupta kalır. Çeşitli nedenlerle kendi soylarını kaybedip başka bir kabileye sığınan topluluklarla da hami-mahmi, efendi-köle ilişkilerinden doğan yapma bir akrabalık bağının yarattığı yeni bir asabiyye bağı ortaya çıkar. Başlangıçta yaşlı ve akil olanların hakemliği ile çözümlenen çatışmalar, kabile büyüdükçe gruplaşmalara ve grup içi çatışmalara yol açar. En yoğun grup içi dayanışması olan, başka deyişle asabiyye bağı en güçlü olan grup diğerlerine üstün olur ve hükümranlığı eline geçirir.
Asabiyye bağı bu grup içindeki yardımlaşma ve şeref duygusundan gelen ve dış düşmanlarla uğraşma gücü veren bir bağdır. Eğer tüm topluluklar eşit oranda işbirliği yapmış olsalardı böyle farklılıklar olmazdı. Toplumsal örgütlenmenin çap ve yoğunluğunu belirleyen değişken grup duygusu, grup dayanışması Asabiyye'dir. Tüm ilkel gruplarda dayanışma, direniş gücü ve cesaret vardır ve hepsi de zenginliğe ve boş zamana ulaşmak isterler. Grup dayanışması onları fetihler yapmaya da götürür. Ya varolan bir devleti fethederler ya da yenisini kurmaya çalışırlar. Ancak devlet kurma aşamasında kan bağı yeterli gelmez. İhtiyaç duydukları yeni gücü ise dinde bulurlar. Din, asabiyyesi en güçlü olan grubun içinde gelişir ve yayılır. Din, dünyevi istekler ve hısımlığın ötesine geçtiği için kan bağına dayalı asabiyyeden çok daha güçlü bir sadakat duygusu yaratır. İbn-i Haldun'a göre din, bir uygarlığın yaratılışındaki en üstün güçtür ve aynı zamanda o uygarlığı korumak için de en etkili olanıdır.
Toplumda Aidiyet hissi:
En açık şekliyle yakın kan bağı ile bağlı olan akrabalık ilişkilerinde görülür. İbn-i Haldun'a göre aile bağı şeklindeki bu bağ zamanla kabile ve kavim bağına dönüşür. Bir akrabası hakarete veya saldırıya uğrayan bir kişi bu saldırı kendisine yapılmış gibi faile düşmanlık besler. İbn-i Haldun, bu davranış özelliğini çöllerin derinliklerinde yaşayan, soyları bozulmamış Arap kabilelerinde de görür. Ancak bu saflık durumu sürekli olmaz; savaş, barış ve evlenmelerle başka soyları da içine alarak büyüyen kabilede başkanlık da asabiyye bağı daha güçlü olan grupta kalır. Çeşitli nedenlerle kendi soylarını kaybedip başka bir kabileye sığınan topluluklarla da hami-mahmi, efendi-köle ilişkilerinden doğan yapma bir akrabalık bağının yarattığı yeni bir asabiyye bağı ortaya çıkar. Başlangıçta yaşlı ve akil olanların hakemliği ile çözümlenen çatışmalar, kabile büyüdükçe gruplaşmalara ve grup içi çatışmalara yol açar. En yoğun grup içi dayanışması olan, başka deyişle asabiyye bağı en güçlü olan grup diğerlerine üstün olur ve hükümranlığı eline geçirir.
İbn-i Haldun'a göre asabiyye bağı bir grup içindeki yardımlaşma ve şeref duygusundan gelen ve dış düşmanlarla uğraşma gücü veren bir bağdır. Eğer tüm topluluklar eşit oranda işbirliği yapmış olsalardı böyle farklılıklar olmazdı. Toplumsal örgütlenmenin çap ve yoğunluğunu belirleyen değişken grup duygusu, grup dayanışması Asabiyye'dir.
Ayrıca Fars din bilgini Mubezan ve Nuşirevan'dan da sözeder ve onların da Mukaddime'de incelediği ilimle ilgili bazı değinmeleri olduğunu belirtir. Bunun dışında İbni Mukaffa'nın risalelerinde ve Kadı Ebubekir Tartuşi'nin Sirac-ül-mülük adlı eserinde de bu konulara kendi kitabındaki başlıklara yakın başlıklarla değinildiğini ancak bunlarda yeterli delil ve açıklama olmadığını belirtir.
İbn-i Haldun, ilk kez kendisi tarafından kurulduğunu yeminle belirttiği bu ilime "Ümran ilmi" der ki,gerçekten de bu keşfi ile bir taraftan bilimsel tarihçiliğin diğer taraftan da sosyolojinin temellerini atmıştır.
İbn-i Haldun bu yeni bilimin araştıracağı konuları şöyle özetler: "Geçmiş çağlarda yaşamış kavimlerin durumları ve yaşayışlarında meydana gelen değişiklikler; bunların idareyi ve ülkeyi ellerine geçirmelerinin sebepleri; insan topluluklarının tabiatları, yerleşik veya göçebe hayat sürme, göçler ve nüfus hareketleri; devlet kurma, devletlerin kuvvet kazanmaları ve çökmeleri; üretim ve tüketim, bilim, sanat, ticaret, kâr ve zarar olayları; zamanın akışı içerisinde bu sayılan durumların değişmesi ve değişmelerin sebeplerinin incelenmesi" İbn-i Haldun'un, "Tarih"i, felsefi ilimlerden biri olarak kabul ettirme çabası klasik felsefe anlayışı ile çelişir.
Her ne kadar Aristo ve Platon'un toplum ve devlet konusundaki görüşleri tarihsel öğeler taşısa da, her ikisi de, tarihi, "bilgeliğin" bir dalı olarak görmezler. Aristo'ya göre şiir tarihe göre çok daha felsefi ve üstündür, çünkü tarih özel ve tikel olana yönelirken, şiir evrensel olana yönelmektedir.
Farabi ve İbni Sina'nın bilimler sınıflandırmasında da "Tarih"in hiçbir yeri yoktur. İbn-i Haldun'un keşfettiğini ilan ettiği yeni ilmi kabul ettirmede karşılaştığı güçlüğü anlayabilmek için düşünürün yaşadığı dönemde bilim olarak algılanan şey ile bugünkü bilim algısı arasındaki farkı bilmek gerekir.
"Tarih"in klasik felsefe tarafından bilim sayılmamasının iki temel nedeni vardır: Birincisi, tarihin nesnesi geçmişe ilişkindir, karşımızda bir nesne olarak bulunmaz, belirlenemez ve sürekli değişir. Halbuki bilgeliğin konusu ancak Platon'un "İdealar Evreni" ya da Aristo'nun "Devinmeyen Devindirici"si gibi değişmeyen şeyleri incelemek olabilirdi.
İkinci güçlük ise nedensellik ilkesinin uygulanabilirliği konusundadır. Burada nedenselliği de bugünkü anlayışımızdan daha farklı şekilde anlamak gerekir. Klasik felsefede nedensellik tüm nedenlerin kendine bağlandığı bir "İlk "Neden" (Tanrı) düşüncesine gider ve felsefenin konusu bu İlk Neden'i incelemektir. Oysa İbn-i Haldun, somut olaylar arasındaki nedensellikten bahsetmektedir, yani nedenselliği tarihe uygulayarak, olaylar arasında geriye dönük bağlantılar kurarak, tarihe ve toplumlara ilişkin yasalar bulmaya çalışmaktadır. Tarihsel olayların doğruluklarını denetleyebilmek böylelikle mümkün olabilmektedir.
Kendi deyişiyle: "Umran ilmi" ile tarihte neyin olanaklı neyin olanaksız olduğu hakkında bir "zorunlu yasa bilgisi"ne ulaşılır ki, bu aynı zamanda tarihçilerin aktara geldikleri haberlerin doğruluk ve yanlışlıklarını sınama olanağı verir.
İbn-i Haldun'un olayların nedenlerine, aralarındaki görünmeyen bu bağlantıya işaret etmesi, birçok yazar tarafından onun için determinist, pozitivist, tarihi materyalist, ampirist ve rasyonalist gibi tanımlamalar kullanılmasına yol açmıştır.
Tarih boyunca toplum biçimleri:
İbn-i Haldun'a göre göçebe yaşam, toplum halinde yaşamanın ilk örneği olup yerleşik yaşamdan önce gelir. Göçebeler ikiye ayrılabilir. Birinci grup olan "Çoban göçebeler" koyun ve inek beslerler. Türk, Türkmen ve bazı Berberi topluluklar bu gruptandır. İkinci göçebe gruba ise deve besleyen Araplar, Batı Afrika'daki Berberiler ve Kürt göçebeler girer ki, bunlar otlak aramak için çöllerin derinliklerine kadar girerler. İşte göçebe toplumların asıl karakteristik özellikleri bu ikinci grupta görülmektedir.
Göçebeler uzak ve tenha yerlerde yaşadıkları ve diğer toplumlarla temas imkânı bulamadıkları için utangaç, kaba ve sert tabiatlı, fakat şehirlilere göre iyi ahlaklı olurlar. Barınakları, yiyecek ve içecekleri açısından kanaatkârdırlar. Egoist değillerdir, kabilelerinin çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün görürler. Bu yüzden cesaret ve kahramanlık, başlıca değer yargılarıdır. Kendilerini koruyacak bir devlet teşkilatı olmadığı için topluluğun her bireyi, her an olabilecek bir saldırıya karşı tetikte ve atik olmalıdır. Sürekli güvenlik sorunu yaşadıklarından, yabancılara karşı çekingen, ancak kendilerine güvenen, savaşçı ve cesur kişilerdir. Bu toplumlar şehir yaşamının rehavetine dalmış yerleşik toplumlar için daima tehlike oluştururlar.
Göçebe toplumlar:
İbn-i Haldun'a göre insan toplumsal bir hayvandır. Birkaç kişi Allah'ın verdiği düşünme gücüne dayanarak ve birbirleriyle işbirliği yaparak birtakım kurumlar yaratmaya başladıkları an, kültür ya da kendi deyimiyle ümran doğmuş demektir.
İnsanın soyunu sürdürebilmesi için aklı ve eli yeterli olmamış, aynı zamanda dayanışması ve toplumsal şekilde yaşaması gerekmiştir. İnsan topluluklarına bakıldığında bunların birbirlerinden farklı oldukları görülür. İbn-i Haldun, bunun sebebinin, kendi deyimiyle "geçinme şekil ve tarzlarının birbirinden başka ve türlüce olması" olduğunu belirtip, bunun dışında toplulukların yerleştikleri coğrafî yer, iklim, iktisadî şartlar, üretim şekil ve ilişkilerinin de bu farklılıkları doğuran etkenler olduğunu ekler. Benzer özelliklerine bakarak bu toplulukların sınıflandırılabileceğini söyler ve biribirine zıt özelliklere sahip iki grup sayar. Bunları hadarî (yerleşik toplumlar, kentsel çevre , gelişmiş toplum ve bedevî (göçebe toplumlar, çöl çevresi, ilkel toplum ) olarak adlandırır. Bir de ücra, kırsal yerleşim birimlerinde olup, tarımla uğraşan, yerleşik hayata geçmekle birlikte henüz bir uygarlık kuramamış küçük topluluklar vardır. Bu son gruptaki topluluklardan, yerleşik bir topluma bağlı olmaksızın sahralarda yerleşerek ekincilik ve tarımla uğraşan grupların durumları iyi ve rahatken, yerleşik topluluklara tabi olan ve dolayısıyla kendilerinden vergi alınanların durumu pek kötü ve aşağılıktır. İbn-i Haldun bu son gruba kısaca değinip geçer ve iki ana grupla ilgilenir.
Yerleşik toplumlar:
Yerleşik toplumlar devletin kurulmasından hemen sonra veya devletin kuruluşu ile beraber ortaya çıkmaktadır. Bedevi yaşam biçimi sadece yaşamı sürdürebilmek için gerekli şeylerin üretilmesi ile sınırlıdır. Toplumsal üretimde güç, zenginlik, rahatlık ve boş zaman isteği ile artı değerler artmaya başlar ve böylece toplum hadari (yerleşik) yaşam biçimine doğru ilerler. Göçebe toplumların bu yerleşik hayata geçme eğilimi kasaba ve şehirlerin kurulması ile kendini gösterir. Ancak bütün göçebe toplumlar devlet kuramazlar. Bir kısmı kurulmuş bir devlete tabi olarak yerleşik hayata geçerler. Sadece asabiyye bağları güçlü olan toplumlar devlet kurmayı başarır.
Devletin kurulması ile gelinen bu aşamada artık göçebelik dönemindeki kan bağı yeterli olmaz. Toplumsal dayanışmayı sağlayacak yeni bağlara ihtiyaç duyulur. Böylece "hanedana bağlılık ve din duygusu" devreye girer.
Din, burada oldukça önemli bir rol oynar. Farklı kan bağına sahip olan asabiyyeler arasındaki çekişmeyi giderip hepsinin tek bir amaç etrafında bir araya gelmesini sağlayacak olan dindir. İbn-i Haldun, kan bağına dayalı olan asabiyye olmaksızın dine çağrını yetmeyeceğini belirtir. Başka deyişle, din, kan bağına dayalı asabiyyesi en güçlü olan grubun içinde gelişir ve sonra diğer gruplara yayılır.
Ancak devlet bir kez kurulduktan sonra artık insanları dış tehlikelerden koruyan bir siyasi örgüt varolduğu için insanlar askerlikten ve tekdüze bir iş olan üretim yapmaktan vazgeçerler ve sanat, edebiyat, mimarlık gibi kültürel alanlarla ve ticaret ve zanaat gibi daha çok para kazandıran işlerle uğraşmaya başlarlar. Güvenlik, bol para ve işbölümü insanlarda daha güzel, daha ince ve yeni ihtiyaçların oluşmasına yol açar. Böylece toplum yerleşik hayata geçtikçe daha çok rahatına ve zevkine düşkün, daha egoist olur ve giderek kötü alışkanlıklar sahibi olur. Kolaylıklar ve lüks ancak çok sayıda insan kümeler halinde bir arada yaşadığı zaman ortaya çıkar. Bu lüks ve ihtişam beraberinde soysuzlaşma ve gerileme tohumlarını getirir. Başlangıçtaki grupta varolan saf bağlılık, yalın güç ve sadelik yozlaşmaya başlar.
Toplumun rahata alışması, kendilerini güvenli hissettikleri kaleler içinde huzurlu şekilde yaşamaları, göçebelik dönemindeki cesaret ve savaş kabiliyetlerini yitirmelerine neden olur. Devleti idare edenlerden gelen emirlere uymayı da alışkanlık haline getirirler. İdareciler de zulme ve şiddete başvurdukça, göçebelik dönemindeki bağımsızlık ve onur duygularını iyice yitirerek kendine güveni olmayan, korkak, sinsi ve dalkavuk kişiler haline gelirler.
Aidiyet ve din:
İbn-i Haldun'un toplumsal örgütlenmelerin nicelikleri, çapları, güçleri ve başarıları açısından farklılaşmalarını açıklamak için kullandığı önemli bir kavram "asabiyye"dir. Sözcük Arapça "tutmak, bağlı olmak" anlamına gelen "asabe" kökünden gelmektedir. Farklı araştırmacılar tarafından "yakınlık bağı", "topluluk duygusu", "dayanışma duygusu", "ortak ruh", "toplumsal uyuşma", "toplumsal dayanışma", "milliyetçilik fikri", "askerî ruh" gibi karşılıklar verilmiştir.
İlerlemeci bir yaklaşımla "toplumların ilkellikten uygarlığa doğru ilerlemesini güdüleyen güç" olarak yorumlanabilecek olan asabiyye en açık şekliyle kan bağıyla bağlı olan yakın akrabalık ilişkilerinde görülür.
İbn-i Haldun'a göre kabilelerin çeşitli yollarla nüfusu arttıkça bu bağ kan bağından bir kabile veya kavim bağına dönüşür. Bir akrabası hakarete veya saldırıya uğrayan bir kişi bu saldırı kendisine yapılmış gibi faile düşmanlık besler. İbn-i Haldun, benzer bir davranış özelliğini çöllerin derinliklerinde yaşayan, soyları bozulmamış Arap kabilelerinde de görür. Ancak bu saflık durumu sürekli olmaz; savaş, barış ve evlenmelerle başka soyları da içine alarak büyüyen kabilede başkanlık da asabiyye bağı daha güçlü olan grupta kalır. Çeşitli nedenlerle kendi soylarını kaybedip başka bir kabileye sığınan topluluklarla da hami-mahmi, efendi-köle ilişkilerinden doğan yapma bir akrabalık bağının yarattığı yeni bir asabiyye bağı ortaya çıkar. Başlangıçta yaşlı ve akil olanların hakemliği ile çözümlenen çatışmalar, kabile büyüdükçe gruplaşmalara ve grup içi çatışmalara yol açar. En yoğun grup içi dayanışması olan, başka deyişle asabiyye bağı en güçlü olan grup diğerlerine üstün olur ve hükümranlığı eline geçirir.
Asabiyye bağı bu grup içindeki yardımlaşma ve şeref duygusundan gelen ve dış düşmanlarla uğraşma gücü veren bir bağdır. Eğer tüm topluluklar eşit oranda işbirliği yapmış olsalardı böyle farklılıklar olmazdı. Toplumsal örgütlenmenin çap ve yoğunluğunu belirleyen değişken grup duygusu, grup dayanışması Asabiyye'dir. Tüm ilkel gruplarda dayanışma, direniş gücü ve cesaret vardır ve hepsi de zenginliğe ve boş zamana ulaşmak isterler. Grup dayanışması onları fetihler yapmaya da götürür. Ya varolan bir devleti fethederler ya da yenisini kurmaya çalışırlar. Ancak devlet kurma aşamasında kan bağı yeterli gelmez. İhtiyaç duydukları yeni gücü ise dinde bulurlar. Din, asabiyyesi en güçlü olan grubun içinde gelişir ve yayılır. Din, dünyevi istekler ve hısımlığın ötesine geçtiği için kan bağına dayalı asabiyyeden çok daha güçlü bir sadakat duygusu yaratır. İbn-i Haldun'a göre din, bir uygarlığın yaratılışındaki en üstün güçtür ve aynı zamanda o uygarlığı korumak için de en etkili olanıdır.
Toplumda Aidiyet hissi:
En açık şekliyle yakın kan bağı ile bağlı olan akrabalık ilişkilerinde görülür. İbn-i Haldun'a göre aile bağı şeklindeki bu bağ zamanla kabile ve kavim bağına dönüşür. Bir akrabası hakarete veya saldırıya uğrayan bir kişi bu saldırı kendisine yapılmış gibi faile düşmanlık besler. İbn-i Haldun, bu davranış özelliğini çöllerin derinliklerinde yaşayan, soyları bozulmamış Arap kabilelerinde de görür. Ancak bu saflık durumu sürekli olmaz; savaş, barış ve evlenmelerle başka soyları da içine alarak büyüyen kabilede başkanlık da asabiyye bağı daha güçlü olan grupta kalır. Çeşitli nedenlerle kendi soylarını kaybedip başka bir kabileye sığınan topluluklarla da hami-mahmi, efendi-köle ilişkilerinden doğan yapma bir akrabalık bağının yarattığı yeni bir asabiyye bağı ortaya çıkar. Başlangıçta yaşlı ve akil olanların hakemliği ile çözümlenen çatışmalar, kabile büyüdükçe gruplaşmalara ve grup içi çatışmalara yol açar. En yoğun grup içi dayanışması olan, başka deyişle asabiyye bağı en güçlü olan grup diğerlerine üstün olur ve hükümranlığı eline geçirir.
İbn-i Haldun'a göre asabiyye bağı bir grup içindeki yardımlaşma ve şeref duygusundan gelen ve dış düşmanlarla uğraşma gücü veren bir bağdır. Eğer tüm topluluklar eşit oranda işbirliği yapmış olsalardı böyle farklılıklar olmazdı. Toplumsal örgütlenmenin çap ve yoğunluğunu belirleyen değişken grup duygusu, grup dayanışması Asabiyye'dir.
Tüm ilkel gruplarda dayanışma, direniş gücü ve cesaret vardır ve hepsi de zenginliğe ve boş zamana ulaşmak isterler. Grup dayanışması onları fetihler yapmaya da götürür. Ya varolan bir devleti fethederler ya da yenisini kurmaya çalışırlar. Ancak devlet kurma aşamasında kan bağı yeterli gelmez. İhtiyaç duydukları yeni gücü ise dinde bulurlar. Din, asabiyyesi en güçlü olan grubun içinde gelişir ve yayılır. Din, dünyevi istekler ve hısımlığın ötesine geçtiği için kan bağına dayalı asabiyyeden çok daha güçlü bir sadakat duygusu yaratır. İbn-i Haldun'a göre din, bir uygarlığın yaratılışındaki en üstün güçtür ve aynı zamanda o uygarlığı korumak için de en etkili olanıdır.
İbn Haldun’a göre iki türlü asabiyyet vardır:
İbn Haldun’a göre iki türlü asabiyyet vardır:
Nesep, şecere (soy) asabiyeti: Kan temelli bu asabiyye bağı bir toplumun devlet kurmasına kadar yeterli olur.
Sebep, (mükteseb) asabiyeti: Devlet kurma aşamasından sonra kan bağı yetmez ve yerine din ve hanedana bağlılık şeklindeki sebep asabiyyeti gelir.
Birincisinde aynı soydan gelmek ve kandaş olmak kaçınılmaz bir şart olduğu halde, sebep asabiyetinde böyle bir şart aranmaz. İbn Haldun’a göre nesep asabiyeti ilkel toplumlarda ve badevilerde yaygın iken, sebep asabiyeti daha çok hadarî-medenî toplumlarda yaygındır.
İbn-i Haldun'un kullandığı bu kavrama farklı araştırmacılar tarafından "yakınlık bağı", "topluluk duygusu", "dayanışma duygusu", "ortak ruh", "toplumsal uyuşma", "toplumsal dayanışma", "milliyetçilik fikri", "askerî ruh" gibi karşılıklar verilmiştir.
Sebep, (mükteseb) asabiyeti: Devlet kurma aşamasından sonra kan bağı yetmez ve yerine din ve hanedana bağlılık şeklindeki sebep asabiyyeti gelir.
Birincisinde aynı soydan gelmek ve kandaş olmak kaçınılmaz bir şart olduğu halde, sebep asabiyetinde böyle bir şart aranmaz. İbn Haldun’a göre nesep asabiyeti ilkel toplumlarda ve badevilerde yaygın iken, sebep asabiyeti daha çok hadarî-medenî toplumlarda yaygındır.
İbn-i Haldun'un kullandığı bu kavrama farklı araştırmacılar tarafından "yakınlık bağı", "topluluk duygusu", "dayanışma duygusu", "ortak ruh", "toplumsal uyuşma", "toplumsal dayanışma", "milliyetçilik fikri", "askerî ruh" gibi karşılıklar verilmiştir.
Genel anlamda kan akrabalığına dayanan, aynı zümreye ait bulunmaktan doğan sosyal ilişkiyi ifade eden bu terimin kapsamına kan birliğini olduğu kadar insanlardaki bir arada yaşama eğilimini veya müşterek bir fikir etrafında beraber olmayı kattığınıda unutmayalım. Asabiyye topluluğu bir arada tutan, topluluğa yaratıcı güç veren ve kaderini etkileyen hayat enerjilerinin toplamıdır.
İbn Haldun’a göre umran (uygarlık, kültür) ağacının kökü badiye (göçebelik) ise gövdesi mülk (devlet) ve hadara (kent yaşamı), özsuyu “asabiye”dir.
Devlet Kuramı:
İbn-i Haldun, toplum (cemiyet) ile devleti ayrı ayrı varlıklar olarak ele alır. Toplum, insanların doğa ile mücadelelerinde birbirlerine ihtiyaç duymalarından dolayı bir araya gelmelerinden oluşurken, devlet insanı hemcinslerinin saldırıları ve zulmünden korumak için oluşturulan bir şeydir. İnsanlar hemcinslerinin tacizinden korunabilmek için bir yasakçıya ihtiyaç duyar ve onun otoritesine boyun eğerler. Devlet de toplum gibi doğal bir şeydir, tüm insan topluluklarını kapsar, ancak bu ne Tanrı buyruğudur ne de tek tanrılı dinlere özgü bir durumdur. İbn-i Haldun, burada İslam düşünürlerinden ayrılır ve hükümdarlık ile peygamberliği karıştırdıkları için onları eleştirir. Ehl-i kitap olmayan kavimlerin de çok sayıda devlet kurduğunu, hatta bunların sayısının Ehl-i Kitap olanlardan çok daha fazla olduğunu söyler. Ona göre, peygamberlik ile hükümdarlık arasında hiçbir mantıki ve zorunlu ilişki yoktur.
Devletin aşamaları:
İbn-i Haldun'a göre devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Buna göre, devletin geçirdiği aşamaları beşe ayırır. Hatta bu beş aşamanın üç ya da dört kuşağın ortalama ömrü olan 120 yılda tamamlandığını ileri sürer. İbn-i Haldun'un bu süreyi tespit ederken, zamanında doktor ve müneccimlerin, normal insan hayatının 120 yıl olduğu iddiasına dayandığı ve bu yüzden devletlerin normal yaşam sürelerinin de 120 yılı aşamayacağını düşündüğü ileri sürülmüştür.
Birinci aşama fetih ve kuruluş aşamasıdır. Bu aşamada yerleşik bir yönetimin elinden askeri güç ile iktidar alınır. Asabiyye bağlarının çok güçlü olduğu, hükümdarın bir lord ya da kraldan çok bir şef olduğu dönemdir.
İkinci aşamada hükümdar iktidarı tekeline almaya başlar. Bunun için kendisinin başa gelmesini sağlayan doğal dayanışmayı tasfiye etmeye başlar, onunla güç paylaşanları ortadan kaldırır, kan bağına dayalı dayanışma yerine doğrudan kendisine bağlı paralı asker ve bürokratlardan oluşan bir grup oluşturmaya başlar. Bunların dışında bilginlerden oluşan danışmanlar da bulur. İbn-i Haldun'a göre bilginler en kötü siyasal danışmanlardır. Ayrıntıdan çok evrenseli, insan türü yerine tüm türleri görmek üzere eğitildikleri ve toplumsal ve siyasal olayları tek başlarına görmek yerine birbirleriyle kıyaslayarak gördükleri için olumsuz siyasal önerilerde bulunurlar. Hükümdarlara asıl yararlı olan öğütleri ise "ortalama zekâya sahip, alelade kişiler" verirler.
Üçüncü aşama ekonomik refahın arttığı, kültürel unsurların geliştiği bir yükseliş ya da lüks ve debdebe aşamasıdır. Bu aşamada hükümdar kişisel gelirini artırmak, tebaasının vergilerini azaltarak devletin mali kaynaklarını artırmak ve yeniden düzenlemek, kentleri güzelleştirmek için uğraşır. Herkes ekonomik refahtan payını alır,güzel sanatlar, bilim ve el sanatları teşvik görür, hâkim sınıflar kültürel projelerin koruyucuları olarak boy gösterirler. Refah ve serbestlik devletin egemen iklimi haline gelir.
Dördüncü aşama doyum, tatmin ve kendini beğenme aşamasıdır. İstikrar ve barışın egemen olduğu, yönetimde yenilikçi hiçbir girişimin olmadığı, eski yönetimlerin taklit edildiği ve bundan ayrılmanın devleti yıkacağına inanılan bir aşamadır. Hem yönetenler hem yönetilenler bu istikrar ve refahın ebediyen devam edeceğine inanırlar. Devlet kurucularının gücü ve başarılarına göre bu durum gerçekten de uzun sürebilir. Ancak bu aşama içinde farkına varılmadan gerileme ve çözülme başlamış ve devlet son aşaması olan sefahat ve israf aşamasına geçmektedir.
Son aşama sefahat, israf ve çöküş aşamasıdır. Bu aşamada hükümdarın ekonomik ve toplumsal olayları kişisel arzularına göre yönetmeye çalışmasıyla, devlette iyileşmesi olanaklı olmayan hastalıklar ortaya çıkar. Hükümdarın lüksünü ve desteğini, satın almış olduğu ordu ve bürokrasinin desteğini sürdürebilmesi için vergileri artırması gerekir. Artan vergi oranları ekonomik faaliyetlerin azalmasına neden olur ve hükümdarın amacının tersine devlet gelirleri azalır. Yönetilenlerin devletten beklentileri zayıflar ve umutsuzluk yayılır. Ekonomik faaliyetler duraklar, insanlar uzun vadeli planlar yapamaz olurlar. Doğum hızı geriler, kalabalık kentlerde nüfus ve çevre sorunları ortaya çıkar. Devlet çözülmeye başlar. Merkezden uzak bölgelerdeki valiler, generaller, prensler ya da başka devletler belli toprak parçalarını koparmaya başlarlar. Başkentte bile ordu ve bürokratlar hükümdarın otoritesini ele geçirmeye, hükümdarı sadece makam ve sıfattan oluşan bir şeye dönüştürmeye başlar. Sonunda dışardan gelen, asabiyyesi güçlü genç, sağlıklı bir topluluk devleti istila eder ve çürüyen yapıyı ortadan kaldırıp yenisini kurar.
Toplumsal ve siyasal koşullar devletin bu aşamalarında bir takım değişiklikler yapabilse bile İbn-i Haldun'da katı bir belirlenimcilik vardır. Her devlet bu süreçleri yaşar ve bunlar döngüsel bir şekilde sürekli tekrarlanır. Görüldüğü gibi bir aşamadan diğerine geçiş toplumsal yapıdaki doğal güçlerle açıklanır. İbn-i Haldun'a göre bu süreç bir toplumsal yasadır ve kişilerin iradesinden bağımsızdır.
Siyaset biçimleri:
İbn-i Haldun, yerleşik yaşamın ortaya çıkardığı karmaşık sorunları çözebilmek, hükümdarın yetkilerini sınırlandırıp, belli kurallara uymasını sağlamak ve devleti çökmekten kurtarabilmek için belli bir siyaset izlenmesi gerektiğini ileri sürer. Ona göre üç tür siyaset vardır:
Akli siyaset: İnsanların akılları ile bulup koydukları kanunlar aracılığı ile devleti yönetmeleridir.Siyasetçi akla dayanarak kimi zaman yöneticinin iyiliğini, kimi zaman da yönetimin/sistemin iyiliğini araştıran kişidir. İbn-i Haldun bu siyaseti de ikiye ayırır. Birinci tipi bilgiye ve akla dayandığı için iyidir. Akli siyasetin diğer bir şeklinde ise devlet yönetimi şiddet ve cebire dayanır. Bu siyaset biçimi akli siyasetin kötü bir biçimi olduğu halde gerek Müslüman gerek Müslüman olmayan çok sayıda devlette uygulanır.
Medeni siyaset: Filozofların ileri sürdükleri ideal bir siyaset biçimi olup, gerçekle ilgisizdir. İdare eden bir otorite olmaksızın, insanların barış ve huzur içinde yaşaması şeklindeki bir sistemdir.(krş. Anarşizm) İbn-i Haldun'a göre böyle bir sistemin gerçekleşebilmesi için her bir ferdin fazilet ve bilgi sahibi olması gerekir ki, pratikte bu gerçekleşmesi uzak bir ihtimaldir. Nitekim filozoflar da bu gerçeği kabul ederler.
Dinî siyaset: Devletin peygamber tarafından bildirilmiş olan Tanrı buyrukları ile idare edilmesidir. Dinî kurallar insanların davranışlarını gösterdiği kadar, devletin izlemesi gereken yolu da gösterir. Peygamberden sonra da halifeler tarafından yürütülür. Bu yüzden hem bu dünya hem ahiret için faydalı bir siyasettir.
İbn-i Haldun'a göre İslam devletleri telifçi bir yol izlemişler, önce şeriat hükümlerine, sonra da filozofların ortaya koydukları etik kurallara uymaya çalışmışlardır. Buna örnek olarak da Halife Memun zamanında Sultan Tahir bin Hüseyin'in oğluna devleti nasıl idare etmesi gerektiği hakkında tavsiyeleri taşıyan bir mektubunu örnek gösterir.
Medeni siyaseti tamamen hayalî bir tarz olarak tanımlayarak devre dışı bırakan İbn-i Haldun, akli ve dinî siyaset türlerini karşılaştırır ve dinî siyasetin akli siyasetten üstün olduğunu ileri sürer. İbn-i Haldun'da batı dünyasında sonradan gelişen din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması şeklindeki fikre hiçbir şekilde rastlanmaz. Bu anlamda ortodoks islam siyasi düşünce biçimine bağlıdır. Dünyada çok sayıda akli/dünyevi siyaset yürütüldüğünü gören İbn-i Haldun, İslam toplumlarını bunlardan ayırır. İslam toplumunun devam edebilmesinin yolunun peygamberin koyduğu kuralların sürdürülmesinde olduğunu, halifelik kurumunun da bunun için gerekli olduğunu belirtir.
İbn-i Haldun, bu çerçevede İslam devletinin geçirdiği aşamaları inceler. Buna göre Hz. Muhammed'den Halife Ömer'e kadar olan süreçte dinî siyaset uygulanmışken, Emevi hanedanı ile İslam devleti dinî siyasetten ayrılmış ve akli/dünyevi siyasete geçmiştir. Bu yüzden yıkılmış ve iktidar Abbasilere geçmiştir. Abbasi halifesi Mutasım'ın saltanatı ile benzer bir durum yaşanmış ve bundan sonra Arap asabiyyesi bozulmuştur.
İlimleri sınıflandırması:
İbn-i Haldun, henüz gençliğinde yazdığı Şifâu’s-Sâil adlı tasavvufa dair kitabında iki tür ilim olduğunu belirtir: Birincisi cisim âlemine ilişkin olan "kesbî" ilimler, diğeri ise ruhlar âlemine ilişkin olan "vehbî" ilimlerdir. Kesbî ilimler duyular aracılığıyla yapılır. Bu ilimlerde eşyaya ilişkin sentez, analiz ve kıyaslamalar yapılır. Başka deyişle akli/felsefi ilimlerdir. Kesbî ilimler mantık, tabiat, metafizik ve matematiksel ilimlerden oluşur. Matematiksel ilimler de kendi içinde hendese, aritmetik, musiki ve astronomi olarak dört kısımdan oluşur. İbn-i Haldun, metafiziği akli/felsefi ilimler içerisine koymakla birlikte metafiziğin akılla kavranamayacağını ileri sürer.
"Vehbî" ilimler ise ruhlar âleminden melekler aracılığıyla yapılır. En yüce ilim bu ilimdir. Vahiy bu ilimi elde etmenin en üst aşaması iken daha alt bir aşamada "kalbe üfleme" yer alır. Bu iki aşamanın da altında ise "kalbe doğma" şeklinde başka bir aşama vardır.
İbn-i Haldun, Mukaddime'sinde ise ilimleri amaçlarına göre sınıflandırır. Burada ilimleri "amaç ilimleri" ve "araç ilimleri" şeklinde iki gruba ayırır. Amaç ilimlerde detaylı açıklamalar yapmak gerekirken, araç ilimlerde gerekmez. Buna göre amaç ilimlere örnek, dinî ilimlerden tefsir, hadis, fıkıh ve kelam, felsefi ilimlerden tabiat veilahiyatken, araç ilimlere örnek dinî ilimler için Arapça ve miras ilmi, felsefi ilimler için ise mantık ilmidir.
Alem'i anlamak:
Aristo ve onu islami çerçevede yorumlayan birçok islam filozofu gibi İbn-i Haldun da varlıkları aşağıdan yukarıya belli bir düzene göre sıralar ve yine benzer şekilde ruhani âlem, cismani âlem gibi ayrı âlemlere yerleştirir.
İbn-i Haldun, varlıkların içinde olduğu üç âlemden sözeder.
Bunlar duyularımızla idrak edilen ve içinde maden,bitki ve hayvanların bulunduğu "duyular âlemi" veya "maddi ve cismani âlem", içinde insanların bulunduğu ve düşünce ile idrak edilen "düşünce âlemi" ya da "beşeri âlem" ve rüyalar ve kalbe ilham gelmesi gibi daha farklı şekillerde hissettiğimiz "melekler ve ruhlar âlemi"dir.
Bu âlemlerdeki varlıklar da yukardan aşağıya bir düzen içinde sıralanırlar. Her âlemin en üst basamağındaki varlık, kendinden sonra gelen âlemin en alt basamağındaki varlığa geçiş özelliğine sahiptir. Örneğin bitkiler âleminin son basamağında yer alan üzüm ve hurma ile hayvanlar âleminin en alt basamağındaki salyangozun böyle bir ilişkisi vardır. Benzer şekilde duyular âleminde en üst seviyede olan maymun ile düşünceler âlemindeki insan da böyle bir ilişkiye sahiptir. Peygamberlerin de, insan görünümünde olmalarına karşın, en üst basamakta oldukları için bir üst âlem olan "melekler âlemi"ne geçmeleri mümkündür.
ve insan aklı:
İnsan düşüncesinin çeşitli dereceleri vardır. İlk derece "temyizi akıl"dır. İnsan bu akıl sayesinde kendisini tehlikelerden korur, para kazanır ve yaşamını sürdürür. İkinci derece "tecrübi akıl"dır. Toplum içerisinde ilişkiler kurma, toplumsal kuralları oluşturma bu akıl sayesinde gerçekleşir. Üçüncü derece ise "nazari akıl"dır ve "varlık"ı olduğu gibi tüm özellikleriyle bu akıl kavrayabilir. İbn-i Haldun'un akıl konusundaki düşünceleri Farabi'nin düşünceleriyle örtüşür. Farabi ve İbn-i Rüşd de aklı "amelî" ve "nazari" akıl olarak iki gruba ayırırlar.
İbn-i Haldun'a göre ilimler sosyal şartlarla birlikte gelişen "tecrübi akıl"ın ürünleridir. İnsanda aklın oluşumu konusunda İbn-i Haldun, idealist filozoflardan ayrılır ve Farabi,İbn-i Sina ve bazı Kuran ayetlerinin benimsediği gibi insanın doğuştan bilgi getirmediğini düşünür. Bilgi "a posteriori"dir, sonradan edinilir. İnsan dünyaya geldiğinde zihni boş bir levha gibidir.
İbn-i Haldun, bazı yönlerden Farabi ve İbn-i Sina ile ortak yaklaşımlara sahip olsa da, "ruhani âleme" ait bilgiye insanın akıl yoluyla ulaşabileceğini reddeder. Ona göre, insan bu bilgiye vahiy dışında bir yolla erişemez, bizim erişebileceğimiz sadece "beşeri âlem"in bilgisidir.
ve İktisat:
İbn Haldun’a göre umran (uygarlık, kültür) ağacının kökü badiye (göçebelik) ise gövdesi mülk (devlet) ve hadara (kent yaşamı), özsuyu “asabiye”dir.
Devlet Kuramı:
İbn-i Haldun, toplum (cemiyet) ile devleti ayrı ayrı varlıklar olarak ele alır. Toplum, insanların doğa ile mücadelelerinde birbirlerine ihtiyaç duymalarından dolayı bir araya gelmelerinden oluşurken, devlet insanı hemcinslerinin saldırıları ve zulmünden korumak için oluşturulan bir şeydir. İnsanlar hemcinslerinin tacizinden korunabilmek için bir yasakçıya ihtiyaç duyar ve onun otoritesine boyun eğerler. Devlet de toplum gibi doğal bir şeydir, tüm insan topluluklarını kapsar, ancak bu ne Tanrı buyruğudur ne de tek tanrılı dinlere özgü bir durumdur. İbn-i Haldun, burada İslam düşünürlerinden ayrılır ve hükümdarlık ile peygamberliği karıştırdıkları için onları eleştirir. Ehl-i kitap olmayan kavimlerin de çok sayıda devlet kurduğunu, hatta bunların sayısının Ehl-i Kitap olanlardan çok daha fazla olduğunu söyler. Ona göre, peygamberlik ile hükümdarlık arasında hiçbir mantıki ve zorunlu ilişki yoktur.
Devletin aşamaları:
İbn-i Haldun'a göre devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Buna göre, devletin geçirdiği aşamaları beşe ayırır. Hatta bu beş aşamanın üç ya da dört kuşağın ortalama ömrü olan 120 yılda tamamlandığını ileri sürer. İbn-i Haldun'un bu süreyi tespit ederken, zamanında doktor ve müneccimlerin, normal insan hayatının 120 yıl olduğu iddiasına dayandığı ve bu yüzden devletlerin normal yaşam sürelerinin de 120 yılı aşamayacağını düşündüğü ileri sürülmüştür.
Birinci aşama fetih ve kuruluş aşamasıdır. Bu aşamada yerleşik bir yönetimin elinden askeri güç ile iktidar alınır. Asabiyye bağlarının çok güçlü olduğu, hükümdarın bir lord ya da kraldan çok bir şef olduğu dönemdir.
İkinci aşamada hükümdar iktidarı tekeline almaya başlar. Bunun için kendisinin başa gelmesini sağlayan doğal dayanışmayı tasfiye etmeye başlar, onunla güç paylaşanları ortadan kaldırır, kan bağına dayalı dayanışma yerine doğrudan kendisine bağlı paralı asker ve bürokratlardan oluşan bir grup oluşturmaya başlar. Bunların dışında bilginlerden oluşan danışmanlar da bulur. İbn-i Haldun'a göre bilginler en kötü siyasal danışmanlardır. Ayrıntıdan çok evrenseli, insan türü yerine tüm türleri görmek üzere eğitildikleri ve toplumsal ve siyasal olayları tek başlarına görmek yerine birbirleriyle kıyaslayarak gördükleri için olumsuz siyasal önerilerde bulunurlar. Hükümdarlara asıl yararlı olan öğütleri ise "ortalama zekâya sahip, alelade kişiler" verirler.
Üçüncü aşama ekonomik refahın arttığı, kültürel unsurların geliştiği bir yükseliş ya da lüks ve debdebe aşamasıdır. Bu aşamada hükümdar kişisel gelirini artırmak, tebaasının vergilerini azaltarak devletin mali kaynaklarını artırmak ve yeniden düzenlemek, kentleri güzelleştirmek için uğraşır. Herkes ekonomik refahtan payını alır,güzel sanatlar, bilim ve el sanatları teşvik görür, hâkim sınıflar kültürel projelerin koruyucuları olarak boy gösterirler. Refah ve serbestlik devletin egemen iklimi haline gelir.
Dördüncü aşama doyum, tatmin ve kendini beğenme aşamasıdır. İstikrar ve barışın egemen olduğu, yönetimde yenilikçi hiçbir girişimin olmadığı, eski yönetimlerin taklit edildiği ve bundan ayrılmanın devleti yıkacağına inanılan bir aşamadır. Hem yönetenler hem yönetilenler bu istikrar ve refahın ebediyen devam edeceğine inanırlar. Devlet kurucularının gücü ve başarılarına göre bu durum gerçekten de uzun sürebilir. Ancak bu aşama içinde farkına varılmadan gerileme ve çözülme başlamış ve devlet son aşaması olan sefahat ve israf aşamasına geçmektedir.
Son aşama sefahat, israf ve çöküş aşamasıdır. Bu aşamada hükümdarın ekonomik ve toplumsal olayları kişisel arzularına göre yönetmeye çalışmasıyla, devlette iyileşmesi olanaklı olmayan hastalıklar ortaya çıkar. Hükümdarın lüksünü ve desteğini, satın almış olduğu ordu ve bürokrasinin desteğini sürdürebilmesi için vergileri artırması gerekir. Artan vergi oranları ekonomik faaliyetlerin azalmasına neden olur ve hükümdarın amacının tersine devlet gelirleri azalır. Yönetilenlerin devletten beklentileri zayıflar ve umutsuzluk yayılır. Ekonomik faaliyetler duraklar, insanlar uzun vadeli planlar yapamaz olurlar. Doğum hızı geriler, kalabalık kentlerde nüfus ve çevre sorunları ortaya çıkar. Devlet çözülmeye başlar. Merkezden uzak bölgelerdeki valiler, generaller, prensler ya da başka devletler belli toprak parçalarını koparmaya başlarlar. Başkentte bile ordu ve bürokratlar hükümdarın otoritesini ele geçirmeye, hükümdarı sadece makam ve sıfattan oluşan bir şeye dönüştürmeye başlar. Sonunda dışardan gelen, asabiyyesi güçlü genç, sağlıklı bir topluluk devleti istila eder ve çürüyen yapıyı ortadan kaldırıp yenisini kurar.
Toplumsal ve siyasal koşullar devletin bu aşamalarında bir takım değişiklikler yapabilse bile İbn-i Haldun'da katı bir belirlenimcilik vardır. Her devlet bu süreçleri yaşar ve bunlar döngüsel bir şekilde sürekli tekrarlanır. Görüldüğü gibi bir aşamadan diğerine geçiş toplumsal yapıdaki doğal güçlerle açıklanır. İbn-i Haldun'a göre bu süreç bir toplumsal yasadır ve kişilerin iradesinden bağımsızdır.
Siyaset biçimleri:
İbn-i Haldun, yerleşik yaşamın ortaya çıkardığı karmaşık sorunları çözebilmek, hükümdarın yetkilerini sınırlandırıp, belli kurallara uymasını sağlamak ve devleti çökmekten kurtarabilmek için belli bir siyaset izlenmesi gerektiğini ileri sürer. Ona göre üç tür siyaset vardır:
Akli siyaset: İnsanların akılları ile bulup koydukları kanunlar aracılığı ile devleti yönetmeleridir.Siyasetçi akla dayanarak kimi zaman yöneticinin iyiliğini, kimi zaman da yönetimin/sistemin iyiliğini araştıran kişidir. İbn-i Haldun bu siyaseti de ikiye ayırır. Birinci tipi bilgiye ve akla dayandığı için iyidir. Akli siyasetin diğer bir şeklinde ise devlet yönetimi şiddet ve cebire dayanır. Bu siyaset biçimi akli siyasetin kötü bir biçimi olduğu halde gerek Müslüman gerek Müslüman olmayan çok sayıda devlette uygulanır.
Medeni siyaset: Filozofların ileri sürdükleri ideal bir siyaset biçimi olup, gerçekle ilgisizdir. İdare eden bir otorite olmaksızın, insanların barış ve huzur içinde yaşaması şeklindeki bir sistemdir.(krş. Anarşizm) İbn-i Haldun'a göre böyle bir sistemin gerçekleşebilmesi için her bir ferdin fazilet ve bilgi sahibi olması gerekir ki, pratikte bu gerçekleşmesi uzak bir ihtimaldir. Nitekim filozoflar da bu gerçeği kabul ederler.
Dinî siyaset: Devletin peygamber tarafından bildirilmiş olan Tanrı buyrukları ile idare edilmesidir. Dinî kurallar insanların davranışlarını gösterdiği kadar, devletin izlemesi gereken yolu da gösterir. Peygamberden sonra da halifeler tarafından yürütülür. Bu yüzden hem bu dünya hem ahiret için faydalı bir siyasettir.
İbn-i Haldun'a göre İslam devletleri telifçi bir yol izlemişler, önce şeriat hükümlerine, sonra da filozofların ortaya koydukları etik kurallara uymaya çalışmışlardır. Buna örnek olarak da Halife Memun zamanında Sultan Tahir bin Hüseyin'in oğluna devleti nasıl idare etmesi gerektiği hakkında tavsiyeleri taşıyan bir mektubunu örnek gösterir.
Medeni siyaseti tamamen hayalî bir tarz olarak tanımlayarak devre dışı bırakan İbn-i Haldun, akli ve dinî siyaset türlerini karşılaştırır ve dinî siyasetin akli siyasetten üstün olduğunu ileri sürer. İbn-i Haldun'da batı dünyasında sonradan gelişen din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması şeklindeki fikre hiçbir şekilde rastlanmaz. Bu anlamda ortodoks islam siyasi düşünce biçimine bağlıdır. Dünyada çok sayıda akli/dünyevi siyaset yürütüldüğünü gören İbn-i Haldun, İslam toplumlarını bunlardan ayırır. İslam toplumunun devam edebilmesinin yolunun peygamberin koyduğu kuralların sürdürülmesinde olduğunu, halifelik kurumunun da bunun için gerekli olduğunu belirtir.
İbn-i Haldun, bu çerçevede İslam devletinin geçirdiği aşamaları inceler. Buna göre Hz. Muhammed'den Halife Ömer'e kadar olan süreçte dinî siyaset uygulanmışken, Emevi hanedanı ile İslam devleti dinî siyasetten ayrılmış ve akli/dünyevi siyasete geçmiştir. Bu yüzden yıkılmış ve iktidar Abbasilere geçmiştir. Abbasi halifesi Mutasım'ın saltanatı ile benzer bir durum yaşanmış ve bundan sonra Arap asabiyyesi bozulmuştur.
İlimleri sınıflandırması:
İbn-i Haldun, henüz gençliğinde yazdığı Şifâu’s-Sâil adlı tasavvufa dair kitabında iki tür ilim olduğunu belirtir: Birincisi cisim âlemine ilişkin olan "kesbî" ilimler, diğeri ise ruhlar âlemine ilişkin olan "vehbî" ilimlerdir. Kesbî ilimler duyular aracılığıyla yapılır. Bu ilimlerde eşyaya ilişkin sentez, analiz ve kıyaslamalar yapılır. Başka deyişle akli/felsefi ilimlerdir. Kesbî ilimler mantık, tabiat, metafizik ve matematiksel ilimlerden oluşur. Matematiksel ilimler de kendi içinde hendese, aritmetik, musiki ve astronomi olarak dört kısımdan oluşur. İbn-i Haldun, metafiziği akli/felsefi ilimler içerisine koymakla birlikte metafiziğin akılla kavranamayacağını ileri sürer.
"Vehbî" ilimler ise ruhlar âleminden melekler aracılığıyla yapılır. En yüce ilim bu ilimdir. Vahiy bu ilimi elde etmenin en üst aşaması iken daha alt bir aşamada "kalbe üfleme" yer alır. Bu iki aşamanın da altında ise "kalbe doğma" şeklinde başka bir aşama vardır.
İbn-i Haldun, Mukaddime'sinde ise ilimleri amaçlarına göre sınıflandırır. Burada ilimleri "amaç ilimleri" ve "araç ilimleri" şeklinde iki gruba ayırır. Amaç ilimlerde detaylı açıklamalar yapmak gerekirken, araç ilimlerde gerekmez. Buna göre amaç ilimlere örnek, dinî ilimlerden tefsir, hadis, fıkıh ve kelam, felsefi ilimlerden tabiat veilahiyatken, araç ilimlere örnek dinî ilimler için Arapça ve miras ilmi, felsefi ilimler için ise mantık ilmidir.
Alem'i anlamak:
Aristo ve onu islami çerçevede yorumlayan birçok islam filozofu gibi İbn-i Haldun da varlıkları aşağıdan yukarıya belli bir düzene göre sıralar ve yine benzer şekilde ruhani âlem, cismani âlem gibi ayrı âlemlere yerleştirir.
İbn-i Haldun, varlıkların içinde olduğu üç âlemden sözeder.
Bunlar duyularımızla idrak edilen ve içinde maden,bitki ve hayvanların bulunduğu "duyular âlemi" veya "maddi ve cismani âlem", içinde insanların bulunduğu ve düşünce ile idrak edilen "düşünce âlemi" ya da "beşeri âlem" ve rüyalar ve kalbe ilham gelmesi gibi daha farklı şekillerde hissettiğimiz "melekler ve ruhlar âlemi"dir.
Bu âlemlerdeki varlıklar da yukardan aşağıya bir düzen içinde sıralanırlar. Her âlemin en üst basamağındaki varlık, kendinden sonra gelen âlemin en alt basamağındaki varlığa geçiş özelliğine sahiptir. Örneğin bitkiler âleminin son basamağında yer alan üzüm ve hurma ile hayvanlar âleminin en alt basamağındaki salyangozun böyle bir ilişkisi vardır. Benzer şekilde duyular âleminde en üst seviyede olan maymun ile düşünceler âlemindeki insan da böyle bir ilişkiye sahiptir. Peygamberlerin de, insan görünümünde olmalarına karşın, en üst basamakta oldukları için bir üst âlem olan "melekler âlemi"ne geçmeleri mümkündür.
ve insan aklı:
İnsan düşüncesinin çeşitli dereceleri vardır. İlk derece "temyizi akıl"dır. İnsan bu akıl sayesinde kendisini tehlikelerden korur, para kazanır ve yaşamını sürdürür. İkinci derece "tecrübi akıl"dır. Toplum içerisinde ilişkiler kurma, toplumsal kuralları oluşturma bu akıl sayesinde gerçekleşir. Üçüncü derece ise "nazari akıl"dır ve "varlık"ı olduğu gibi tüm özellikleriyle bu akıl kavrayabilir. İbn-i Haldun'un akıl konusundaki düşünceleri Farabi'nin düşünceleriyle örtüşür. Farabi ve İbn-i Rüşd de aklı "amelî" ve "nazari" akıl olarak iki gruba ayırırlar.
İbn-i Haldun'a göre ilimler sosyal şartlarla birlikte gelişen "tecrübi akıl"ın ürünleridir. İnsanda aklın oluşumu konusunda İbn-i Haldun, idealist filozoflardan ayrılır ve Farabi,İbn-i Sina ve bazı Kuran ayetlerinin benimsediği gibi insanın doğuştan bilgi getirmediğini düşünür. Bilgi "a posteriori"dir, sonradan edinilir. İnsan dünyaya geldiğinde zihni boş bir levha gibidir.
İbn-i Haldun, bazı yönlerden Farabi ve İbn-i Sina ile ortak yaklaşımlara sahip olsa da, "ruhani âleme" ait bilgiye insanın akıl yoluyla ulaşabileceğini reddeder. Ona göre, insan bu bilgiye vahiy dışında bir yolla erişemez, bizim erişebileceğimiz sadece "beşeri âlem"in bilgisidir.
ve İktisat:
İbn-i Haldun'a göre ilk üretim tarzı bedeviliktir. Göçebe yaşamın ihtiyaçları sınırlıdır. Hayvancılık ve tarım sade bir yaşam tarzı getirir. Şehir hayatında ise üretim artar, bu ticareti geliştirir ve insanlar artan zamanlarını zanaat alanlarına ayırırlar ve ihtiyaçlar giderek çeşitlenir. Bu çeşitlenme tüketim ve israf artışını da beraberinde getirir.
İhtiyaçları karşılamak için emek sarf etmek gerekir. Bu yüzden üretimde "emeğin rolü" üzerine değinir. Malın değerini iki şey belirler: Biri harcanan emek, diğeri ise mala olan talep. Eğer elde edilen kazanç, o kazancı sağlayan kişinin harcamalarına gidiyorsa "geçim aracı"dır, ihtiyaçtan fazla oluyorsa "sermaye" haline gelir. Şehirlerde emek arzı fazla olduğu için sermaye ortaya çıkar.
İbn-i Haldun ekonomik faaliyetler konusunda tabiri caizse liberal bir görüşe sahiptir. Özel girişimciliği savunur ve devletin ekonomik hayata müdahale etmesine karşı çıkar. Ona göre ekonomik olayların da kendine has kanunları vardır ve bunlar üzerinde uygulanacak bir baskı ekonomiyi altüst eder. Ekonomik şartların bozuk, ticari hayatın dengesiz, gelir dağılımının adil olmadığı bir toplumda refah ve sağlam bir ahlaki hayat da ortaya çıkamaz.
İhtiyaçları karşılamak için emek sarf etmek gerekir. Bu yüzden üretimde "emeğin rolü" üzerine değinir. Malın değerini iki şey belirler: Biri harcanan emek, diğeri ise mala olan talep. Eğer elde edilen kazanç, o kazancı sağlayan kişinin harcamalarına gidiyorsa "geçim aracı"dır, ihtiyaçtan fazla oluyorsa "sermaye" haline gelir. Şehirlerde emek arzı fazla olduğu için sermaye ortaya çıkar.
İbn-i Haldun ekonomik faaliyetler konusunda tabiri caizse liberal bir görüşe sahiptir. Özel girişimciliği savunur ve devletin ekonomik hayata müdahale etmesine karşı çıkar. Ona göre ekonomik olayların da kendine has kanunları vardır ve bunlar üzerinde uygulanacak bir baskı ekonomiyi altüst eder. Ekonomik şartların bozuk, ticari hayatın dengesiz, gelir dağılımının adil olmadığı bir toplumda refah ve sağlam bir ahlaki hayat da ortaya çıkamaz.
Devletin görevi ekonomik hayatın bir düzen içinde gelişmesini sağlamaktır. Devletin ekonomiye adil olmayan müdahaleleri, haksız vergilendirmede bulunması veya mülkiyete el koyması ekonomiyi olumsuz etkiler ve devlet varlığını devam ettirmesi için gereken vergilerden mahrum kalır.
Devletin gelirleri azalınca da asıl yapması gereken adalet, savunma, diplomasi gibi faaliyetlerini yapamaz hale gelir ve çöker.
İbn-i Haldun'a göre ekonomide ücret, kâr ve vergi'den oluşan bir döngü vardır. Ücretler azalmadığı sürece pazara gelir, pazarda elde edilen kazanç kâr yaratır, artan kâr ise vergiye dönüşür. Bu döngünün sürmesini sağlamak ve dengeli bir ekonomik politika izlemek devletin görevidir. "Ücret ve aylıkları eksiltmek devletin gelirini eksiltir" der. Çünkü azalan ücretler ekonomiyi durgunluğa sürükleyecek ve bu da vergileri azaltacaktır. Aynı şekilde vergilerin düşük olması da vergi gelirlerinin artması ile sonuçlanacaktır. Düşük vergiler yatırımcıları teşvik edecek ve hem yatırımlar hem de istihdam artacaktır.
SON SÖZ;
LİDER mi YÖNETİCİ mi gerek ümmete?
Bin seneyi aşkın geniş bir zaman dilimi içinde hep şanlı devirler yaşamış ve hep güzelliklere açık bulunmuş şu mübârek dünyâ, bir-iki asır var ki, buhrandan buhrana sürüklenmekte ve çepeçevre rûhunu saran bunalımlarla inim inim inlemektedir.. özünden uzaklaşma bunalımı.. tabiat değiştirme bunalımı.. Milli, dînî ve târîhî değerleri inkâr ve tezyîf etme bunalımı..
ve eskilerin ‘kaht-ı ricâl’ dedikleri seviyeli insan, idâreci kadro ve lider kıtlığı bunalımı...
Yakın geçmişi ve hâlihazırdaki durumu i’tibârıyla, şu karmakarışık dünyânın gerçek manada bir lider tanıyıp-tanımadığını bilemiyeceğim; bilebildiğim bir şey varsa o da, bizim dünyâmızda böyle bir liderin olmadığıdır.
Hal o ki aslında lider bellidir. Hz. Resulullah! Ancak dini yapılarımız bir ruhbanlıktır peydah etmişler faili müphem şahsiyetleri kendilerine ulu kişiler olarak tayin etmişlerdir.
Evet, bir zamanlar, Merakeş’ten Orta Asya steplerine, oradan da Avrupa içlerine kadar çok geniş bir sahada mevcûdiyet ve ağırlığını hissettiren o tunç irâdelerin, o polat sînelerin ve o çelikten sadâların yerinde şimdi sinekler uçuşuyor.. evet, ateşböceklerinin yıldızlaştığı, sineklerin kartallaştığı bu tâli’sizler diyârında aslan inleri, tilki çalımlarıyla inliyor, bülbül yuvaları saksağanların elinde perişan ve her tarafta yarasalar şehrâyinler tertip ediyor...
Süleyman çoktan göçüp gitmiş ve o muhteşem saltanatın yerinde iblisler satranç oynuyor.. yüreğe, irâdeye, rûha hasret gittiğimiz şu günlerde, şimdiye kadar yolları elli defa gidip pusuya takılmış yığınlar, bir yenisine takılabilecekleri vehmiyle köşeye sıkışmış ve ümitsizliklerini, hârika günler ve hârika şahıslarla giderebileceklerini düşlüyorlar. Bu simsiyah yalnızlıkta herkes karanlıklara esir ve herkes birbirine teslimiyet salıklamakta.. teb’a yol-iz bilmez, câhil ve onurlu yaşamanın acemisi.. hâkim güçler insafsız ve temettû’ avında.. ışığa uyananlar oldukça az -Allah irâdelerine fer versin- onların da çoğu beline kadar çamur içinde ve başları bulutlarda.
Kitlelerin fikir semâları tersine dönmüş gibi; köstebek deliklerinde dolaşırken yıldızlararası seyâhat rüyâları görüyorlar.
Hâsılı, bu koskoca dünyâ başıboşların elinde ve bir baştan bir başa Kuran'ın rehbersizliğinde hz. resulun lidersizliğinde kıvrım kıvrım...
Lider den teye başarılı yöneticilere ihtiyacımız vardır. O yöneticiler ki, özüyle ve zâtî husûsiyetleriyle her zaman kendini hissettiren ve gönüllerde yaşamasını bilen bir şahsiyetlerdir. O, görünüşündeki inandırıcılığı, anlayışındaki derinliği, görüşlerindeki inceliği, ihâtasındaki genişliği, tespitlerindeki sağlamlığı.. öğrenme aşkı, öğretme istidâdı ve uhdesine aldığı her şeyin üstesinden gelebilme yeteneğiyle -istemediği halde- dikkatleri üzerinde toplayan, sevilen, sayılan, gözdeleşen, dolayısıyla da binlerin-yüz binlerin her zaman uğrunda ölmeye hazır oldukları bir seviye insanıdır.
Yönetici yemesinde-içmesinde, oturup-kalkmasında, davranış ve muâmelelerinde hep dikkatli, hep temkinli ve hep emniyet telkin edicidir. Doğru düşünür, doğru konuşur, doğruluğu sever ve yalandan tiksinti duyar.. sînesi vefâ ile çarpar, gözleri samimiyetle açılır-kapanır ve her zaman güven ve i’timât soluklar...
İdeal yönetici çevresine karşı güleryüzlü, saygılı, ciddi ve alabildiğine vakûrdur. Onun yanında bulunanlar yakınlığın lâubâliliğini görmez, uzakta kalanlar da uzaklığın mahrûmiyetini hissetmezler. Sorumluluğunu yüklendiği toplumun büyüklerini babası, küçüklerini evlâdı bilir ve bir kuluçka hassasiyetiyle, himâye ve şefkatine sığınan herkese bağrını açar, herkesi kanatlarının altına alır ve korur... Soluklarının duyulduğu dâire içindekilere şefkat ve alâkası o kadar engindir ki, ayaklar altındaki karıncalardan, göklerde uçuşan kuşlara kadar canlı-cansız her şey o incelikten aldığı nasiple şükrân çığlıkları atar ve iki büklüm olur, yerlere yüz sürer.
O yönetici ki vazifeşinâs, hasbî ve diğergâmdır. Sorumluluklarını yerine getirme mevzûunda, ne karşısına çıkan engellerin zorlu ve aşılmaz olması ne de imkânların genişliğiyle gelen yaşama zevki, rahat ve rehâvet onu yolundan döndüremez ve ona mükellefiyetlerini unutturamaz. Üzerine aldığı mesuliyetleri peygamberâne bir himmetle yerine getirir.. hep yürekten ve cansiperâne davranır.. sonra da yapıp ortaya koyduğu hizmetler karşılığında herhangi bir ücret ve mükâfât beklemeden çeker-yoluna gider.
Hayalini kurduğumuz yöneticilerimiz üstün idrâki, cesâret ve kararlılığı, sabır ve metânetiyle her zaman çevresinin tek dayanağı ve ümit kaynağıdır. Süratli kararla isâbet, dikkat u temkinle cesâret, sabr u tahammülle atılganlık gibi zıtlıklar, onun sihirli dünyâsında birleşir, bütünleşir ve birbirinin tamamlayıcısı olurlar. Fetânetin aydınlatıcı tayfları altında yarınlar ve yarınlara âit hâdiseler, bugünkü vak’alar sırasına girer berraklaşır.. cesâret ve kararlılığı sayesinde, aşılmaz gibi görülen tepeler aşılır ve bütünüyle yollar düzlüğe erer.. tahammül ve metâneti karşısında olmazları olur hâle gelir, muhâller ve imkânsızlıklar toz-duman olur gider.
Yönetici dediğin bir ahlâk ve fazilet kahramanıdır. O, merhamet ve yumuşak huyluluğuyla bütün canlıların çarpan yüreği, atan nabzı; cesâret ve yiğitliğiyle, millet ve ülkesinin yılmaz ve sarsılmaz muhâfızı; his ve gönül dünyâsıyla zayıfların en emîn sığınağı; tevâzû ve mahviyetiyle kapı kapı kovulmuşların biricik tesellî kaynağı; müsâmaha ve af atmosferiyle sendeleyip düşenlerin ve sürçüp sürçüp günâhlara girenlerin ümit çerağıdır.
Yönetici öyle olmalı ki, adâletli olduğu zaman merhametli, merhametle coştuğu zaman da istikâmetlidir. İnsan ve insanca düşünceleri şefkatle kucaklarken, yılan ve çıyan deliklerini tıkamayı da ihmal etmez.. onun dünyâsında ne zâlimlerin toyu-düğünü ne de mazlûmların âh u efgânı hiç mi hiç işitilmez. O, elindeki keskin kılıcın bir yüzüyle kobraların başlarını alırken, diğer yüzüyle de bülbüllere yuva örme san’atını öğretir.
Müslüman yönetici Ağrı Dağı kadar mehâbeti, Lût Gölü kadar da haşyeti vicdânında duyabilen gariplikler halîtası bir ruh yapısına sahiptir. Ona sırf mehâbet noktasından bakanlar, aşılmaz bir zirve karşısında bulunduklarını hisseder, hayret ve hayranlıkla ürperirler.. onu, ötelerle irtibâtı, ihlâs ve samîmiyetiyle tanıma fırsatını bulanlar ise rûhânîlerden biriyle diz dize olduklarını sanır ve kendilerinden geçerler.
Yıllar ve yıllar var ki, düşkünler diyârı şu mübârek ülke, taşıyla-toprağıyla, canlısıyla-cansızıyla, mü’miniyle-kâfiriyle hasretle inledi ve böyle bir liderin yolunu gözledi.
Bu uğurda elli defa yalancı mumları güneş zannedip alkışladı.. yüz defa ateşböceklerini yıldız sanıp arkalarına düştü… ve bilmem kaç defa da kırk harâmîleri Kâbe yolcusu sanarak içlerine girdi. Öyle anlaşılıyor ki ümmetin ocağına yakılmış fitne ocağı yandığı sürece daha bir süre bu hicranlı arayış devam edecektir.
Küfür sistemleri kendine şiar edinen, kafirleri dost edinen kişiler ise her ne kadar ağızlarından Kuran lafzını düşürmeseler de, alınları secdelerden kalkmasa da Müslümanları aldatmaya ençok meyilli kimselerdir.
İsimleri, sıfatları Müslüman gözükselerde onlar ciğerimize yerleşmiş habis urlardır.
Müslümanın imanlısı ve akıllısı olmak dileğiyle Rabbime emanet kalınız!
Devletin gelirleri azalınca da asıl yapması gereken adalet, savunma, diplomasi gibi faaliyetlerini yapamaz hale gelir ve çöker.
İbn-i Haldun'a göre ekonomide ücret, kâr ve vergi'den oluşan bir döngü vardır. Ücretler azalmadığı sürece pazara gelir, pazarda elde edilen kazanç kâr yaratır, artan kâr ise vergiye dönüşür. Bu döngünün sürmesini sağlamak ve dengeli bir ekonomik politika izlemek devletin görevidir. "Ücret ve aylıkları eksiltmek devletin gelirini eksiltir" der. Çünkü azalan ücretler ekonomiyi durgunluğa sürükleyecek ve bu da vergileri azaltacaktır. Aynı şekilde vergilerin düşük olması da vergi gelirlerinin artması ile sonuçlanacaktır. Düşük vergiler yatırımcıları teşvik edecek ve hem yatırımlar hem de istihdam artacaktır.
İbn-i Haldun, devletin ticaret yapmasına da karşı çıkar. Ona göre, bu, üreticiler için zararlıdır ve vergi düzenini bozar. Devletin rekabet ettiği bir alanda çiftçiler ve tüccarlar rekabet edemez. Çünkü devlet hem üretimi için gereken girdileri, diğer girişimcilerden çok daha ucuza alabilir, hem de diğer girişimcileri ürettiği malı çok daha pahalıya satın almak zorunda bırakabilir. Bu durumda haksız rekabet ortaya çıkar, devlet arz-talep dengesini bozarak her iki tarafın da zarar etmesine neden olmuş olur. Tüccar ve çiftçilerin geliri düştüğü için hem yeni girişimler olmaz, hem de vergilerde azalma olur.
LİDER mi YÖNETİCİ mi gerek ümmete?
Bin seneyi aşkın geniş bir zaman dilimi içinde hep şanlı devirler yaşamış ve hep güzelliklere açık bulunmuş şu mübârek dünyâ, bir-iki asır var ki, buhrandan buhrana sürüklenmekte ve çepeçevre rûhunu saran bunalımlarla inim inim inlemektedir.. özünden uzaklaşma bunalımı.. tabiat değiştirme bunalımı.. Milli, dînî ve târîhî değerleri inkâr ve tezyîf etme bunalımı..
ve eskilerin ‘kaht-ı ricâl’ dedikleri seviyeli insan, idâreci kadro ve lider kıtlığı bunalımı...
Yakın geçmişi ve hâlihazırdaki durumu i’tibârıyla, şu karmakarışık dünyânın gerçek manada bir lider tanıyıp-tanımadığını bilemiyeceğim; bilebildiğim bir şey varsa o da, bizim dünyâmızda böyle bir liderin olmadığıdır.
Hal o ki aslında lider bellidir. Hz. Resulullah! Ancak dini yapılarımız bir ruhbanlıktır peydah etmişler faili müphem şahsiyetleri kendilerine ulu kişiler olarak tayin etmişlerdir.
Evet, bir zamanlar, Merakeş’ten Orta Asya steplerine, oradan da Avrupa içlerine kadar çok geniş bir sahada mevcûdiyet ve ağırlığını hissettiren o tunç irâdelerin, o polat sînelerin ve o çelikten sadâların yerinde şimdi sinekler uçuşuyor.. evet, ateşböceklerinin yıldızlaştığı, sineklerin kartallaştığı bu tâli’sizler diyârında aslan inleri, tilki çalımlarıyla inliyor, bülbül yuvaları saksağanların elinde perişan ve her tarafta yarasalar şehrâyinler tertip ediyor...
Süleyman çoktan göçüp gitmiş ve o muhteşem saltanatın yerinde iblisler satranç oynuyor.. yüreğe, irâdeye, rûha hasret gittiğimiz şu günlerde, şimdiye kadar yolları elli defa gidip pusuya takılmış yığınlar, bir yenisine takılabilecekleri vehmiyle köşeye sıkışmış ve ümitsizliklerini, hârika günler ve hârika şahıslarla giderebileceklerini düşlüyorlar. Bu simsiyah yalnızlıkta herkes karanlıklara esir ve herkes birbirine teslimiyet salıklamakta.. teb’a yol-iz bilmez, câhil ve onurlu yaşamanın acemisi.. hâkim güçler insafsız ve temettû’ avında.. ışığa uyananlar oldukça az -Allah irâdelerine fer versin- onların da çoğu beline kadar çamur içinde ve başları bulutlarda.
Kitlelerin fikir semâları tersine dönmüş gibi; köstebek deliklerinde dolaşırken yıldızlararası seyâhat rüyâları görüyorlar.
Hâsılı, bu koskoca dünyâ başıboşların elinde ve bir baştan bir başa Kuran'ın rehbersizliğinde hz. resulun lidersizliğinde kıvrım kıvrım...
Lider den teye başarılı yöneticilere ihtiyacımız vardır. O yöneticiler ki, özüyle ve zâtî husûsiyetleriyle her zaman kendini hissettiren ve gönüllerde yaşamasını bilen bir şahsiyetlerdir. O, görünüşündeki inandırıcılığı, anlayışındaki derinliği, görüşlerindeki inceliği, ihâtasındaki genişliği, tespitlerindeki sağlamlığı.. öğrenme aşkı, öğretme istidâdı ve uhdesine aldığı her şeyin üstesinden gelebilme yeteneğiyle -istemediği halde- dikkatleri üzerinde toplayan, sevilen, sayılan, gözdeleşen, dolayısıyla da binlerin-yüz binlerin her zaman uğrunda ölmeye hazır oldukları bir seviye insanıdır.
Yönetici yemesinde-içmesinde, oturup-kalkmasında, davranış ve muâmelelerinde hep dikkatli, hep temkinli ve hep emniyet telkin edicidir. Doğru düşünür, doğru konuşur, doğruluğu sever ve yalandan tiksinti duyar.. sînesi vefâ ile çarpar, gözleri samimiyetle açılır-kapanır ve her zaman güven ve i’timât soluklar...
İdeal yönetici çevresine karşı güleryüzlü, saygılı, ciddi ve alabildiğine vakûrdur. Onun yanında bulunanlar yakınlığın lâubâliliğini görmez, uzakta kalanlar da uzaklığın mahrûmiyetini hissetmezler. Sorumluluğunu yüklendiği toplumun büyüklerini babası, küçüklerini evlâdı bilir ve bir kuluçka hassasiyetiyle, himâye ve şefkatine sığınan herkese bağrını açar, herkesi kanatlarının altına alır ve korur... Soluklarının duyulduğu dâire içindekilere şefkat ve alâkası o kadar engindir ki, ayaklar altındaki karıncalardan, göklerde uçuşan kuşlara kadar canlı-cansız her şey o incelikten aldığı nasiple şükrân çığlıkları atar ve iki büklüm olur, yerlere yüz sürer.
O yönetici ki vazifeşinâs, hasbî ve diğergâmdır. Sorumluluklarını yerine getirme mevzûunda, ne karşısına çıkan engellerin zorlu ve aşılmaz olması ne de imkânların genişliğiyle gelen yaşama zevki, rahat ve rehâvet onu yolundan döndüremez ve ona mükellefiyetlerini unutturamaz. Üzerine aldığı mesuliyetleri peygamberâne bir himmetle yerine getirir.. hep yürekten ve cansiperâne davranır.. sonra da yapıp ortaya koyduğu hizmetler karşılığında herhangi bir ücret ve mükâfât beklemeden çeker-yoluna gider.
Hayalini kurduğumuz yöneticilerimiz üstün idrâki, cesâret ve kararlılığı, sabır ve metânetiyle her zaman çevresinin tek dayanağı ve ümit kaynağıdır. Süratli kararla isâbet, dikkat u temkinle cesâret, sabr u tahammülle atılganlık gibi zıtlıklar, onun sihirli dünyâsında birleşir, bütünleşir ve birbirinin tamamlayıcısı olurlar. Fetânetin aydınlatıcı tayfları altında yarınlar ve yarınlara âit hâdiseler, bugünkü vak’alar sırasına girer berraklaşır.. cesâret ve kararlılığı sayesinde, aşılmaz gibi görülen tepeler aşılır ve bütünüyle yollar düzlüğe erer.. tahammül ve metâneti karşısında olmazları olur hâle gelir, muhâller ve imkânsızlıklar toz-duman olur gider.
Yönetici dediğin bir ahlâk ve fazilet kahramanıdır. O, merhamet ve yumuşak huyluluğuyla bütün canlıların çarpan yüreği, atan nabzı; cesâret ve yiğitliğiyle, millet ve ülkesinin yılmaz ve sarsılmaz muhâfızı; his ve gönül dünyâsıyla zayıfların en emîn sığınağı; tevâzû ve mahviyetiyle kapı kapı kovulmuşların biricik tesellî kaynağı; müsâmaha ve af atmosferiyle sendeleyip düşenlerin ve sürçüp sürçüp günâhlara girenlerin ümit çerağıdır.
Yönetici öyle olmalı ki, adâletli olduğu zaman merhametli, merhametle coştuğu zaman da istikâmetlidir. İnsan ve insanca düşünceleri şefkatle kucaklarken, yılan ve çıyan deliklerini tıkamayı da ihmal etmez.. onun dünyâsında ne zâlimlerin toyu-düğünü ne de mazlûmların âh u efgânı hiç mi hiç işitilmez. O, elindeki keskin kılıcın bir yüzüyle kobraların başlarını alırken, diğer yüzüyle de bülbüllere yuva örme san’atını öğretir.
Müslüman yönetici Ağrı Dağı kadar mehâbeti, Lût Gölü kadar da haşyeti vicdânında duyabilen gariplikler halîtası bir ruh yapısına sahiptir. Ona sırf mehâbet noktasından bakanlar, aşılmaz bir zirve karşısında bulunduklarını hisseder, hayret ve hayranlıkla ürperirler.. onu, ötelerle irtibâtı, ihlâs ve samîmiyetiyle tanıma fırsatını bulanlar ise rûhânîlerden biriyle diz dize olduklarını sanır ve kendilerinden geçerler.
Yıllar ve yıllar var ki, düşkünler diyârı şu mübârek ülke, taşıyla-toprağıyla, canlısıyla-cansızıyla, mü’miniyle-kâfiriyle hasretle inledi ve böyle bir liderin yolunu gözledi.
Bu uğurda elli defa yalancı mumları güneş zannedip alkışladı.. yüz defa ateşböceklerini yıldız sanıp arkalarına düştü… ve bilmem kaç defa da kırk harâmîleri Kâbe yolcusu sanarak içlerine girdi. Öyle anlaşılıyor ki ümmetin ocağına yakılmış fitne ocağı yandığı sürece daha bir süre bu hicranlı arayış devam edecektir.
Küfür sistemleri kendine şiar edinen, kafirleri dost edinen kişiler ise her ne kadar ağızlarından Kuran lafzını düşürmeseler de, alınları secdelerden kalkmasa da Müslümanları aldatmaya ençok meyilli kimselerdir.
İsimleri, sıfatları Müslüman gözükselerde onlar ciğerimize yerleşmiş habis urlardır.
Müslümanın imanlısı ve akıllısı olmak dileğiyle Rabbime emanet kalınız!
Fehmi Demirbağ
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)