30 Aralık 2017 Cumartesi

MEZARLIKLAR MÜDÜRLÜĞÜNDE TANIDIĞI OLAN VAR MI?

Dün gece geç saatlere kadar laboratuarda çalıştım. Elhamdülillah yoğun gayretlerim neticesinde geçen Temmuz ayında Türkiye'nin uluslararası standardta hizmet veren bu laboratuarının açılışına vesile olmuştum. Artık idrar tahlillerimizi bile bu laboratuar sayesinde Almanya'ya göndermiyoruz. Bütün bilimsel deneylerimizi burada test edebiliyoruz. Detaylı bilgi veremem gerisi devlet sırrı. Şimdi de gayretlerim neticesi bir milli server'in yapımı için uğraşıyorum. Artık evinizin yolunu bulmak için googleye ya da yandex'e ihtiyaç kalmayacak. Gevrek ağızlı dijital hatun "...50 metre sonra sola dönün" demeyecek. "Allah'ın izniyle varmak isteğiniz yere ulaştınız" diyecek. Bir de Tokat'ta GaziOsmanpaşa üniversitesi ile o bölgede bir silikon vadisi oluşturuyoruz ki...Hazırlanın 2019'a. Yine Avanoslarda Hollywood'a rakip ismini Akabe koyduğumuz dijital film stüdyoları bitmek üzere. Bollywood bile halt etmiş... Hersene en az 10 tane 3D animasyon çizgi filmler üretebileceğiz. Greenbox filmler çekeceğiz. Milletimiz bu filmlerle Fahrettin Paşa'yı, Zenci Musa'yı, Tarık Bin Ziyad'ı, İmam Şamil'i...daha binlerce kahramanımızı yakından tanıyabilecek. Süperman denilen dallama da bütün avaneleriyle anavatanlarına "go home yanki" olacaklar. Hem bir filmin maliyeti S400 füzelerinin çeyrek fiatına. Yani "kültür bombaları" üreteceğiz.
Sahi siz beni yazar, çizer, tvci, tiyatrocu, şair diye biliyor olabilirsiniz. Aynı zamanda bir bilim adamı olduğumu söylememiştim di mi?
Dün gece yarılarına kadar çalışmama sebep olan hususu arzetmek istiyorum.
Önce size "Mike" den bahsedeyim. Yani "ölü hücre yiyen keneden. Biz yatağımızda yatarken...malum insan vücudu sürekli hücre yenilenmesi yaşar. Tüm vücudumuzdaki hücreler 6 ay içinde sürekli yenilenir. Beyin hücrelerimiz hariç. Hah işte biz yatağımızda mışıl mışıl yatarken yastığımıza, yorganımıza milyonlarca ölü hücrelerimiz dökülür. İşte burada devreye Mikeler devreye girer. Ölü hücrelerimiz onların gıdasıdır, rızkıdır. Hani evde her yer kapalı olduğu halde nerden geldiği belli olmayan tozlar vardır ya...İşte onlar bizim ölü hücrelerimizdir. "Tozunu attırırım" sözüne mesnet teşkil eden durum.
Kazık kadar adam oluşumuza aldanmayın, toz gibiyiz aslında. Toza karışan bir hikayenin kahramanlarıyız. Ki o tozlarında atomu olduğunu hatırlatayım. Hani bir çekirdek ve etrafında ki eletkron ve protonlardan ibaret olan maddenin en küçük yapıtaşı. Ki çekirdeğin özüne indiğimizde ise bir boşlukla...bir yoklukla karşılaşırız. Yani varlığın hammaddesi yokluktan. Hani Rabbim bizi "yok"tan var etmişti ya..."Kün" demişti. "Ol" demişti de, olmuştuk. Biz buna "Yokluk Teorisi" ismini veriyoruz. Ki tarih boyunca özellikle felsefecilerin kafayı yemelerinin sebebi, balataları yakmalarının sebebi işte bu teoridir. İnsanlık ise İzafiyet, Kuantum ve Kaos teorileriyle işin içinden çıkmaya çalışmıştır. Fizik ve metafizik kavramlar üretmeye çalışmışlardır ayrıca. Maymunlarda aynı şekilde "yok" tan varedilmiştir, diğer herşey gibi. Yani bu yazılanlara salça olmasınlar diye kapak kavlinden çemkirdim bu vurgumu.
Molekül, manyetik alan ve frekans yaradılışın ifade biçimleridir. Biz maddeyi katı, sıvı ve gaz olarak algılarız.
Geliyorum yapmaya çalıştığım bilimsel çalışmanın açıklamasına.
Dünya bilim tarihi bu çalışmamı belki görmezden gelecek ama...Biliyorum siz bana olan inancınızla benimle birlikte olacaksınız.
Malum göğün katmanlarından birisi de iyosfer tabakasıdır. Hani bizim görmemizi ve işitmemizi sağlayan iyon moleküllerinin istiflendiği yer. Yani Tuz...Tuzzuzluk etmeyin, sabredin...yazıyı sonuna kadar okuyun lütfen. Okyanusların ve denizlerin tuz dolu olduğunu da hesaba katın.
Yani yaşanılan herşeyi bu iyon molekülleri kaydederler. Dünyanın flash belleğidir yani iyosfer tabakası. Hiçbirşey kayıtsız değildir. Kiramen katibinin delil dosyasıdır.
İşte ben bir cihaz yaptım. Ancak henüz gelişme aşamasında olan bir cihaz.
Bu cihazla...ki üzerinde numaralar var. Yani bir tarih ve yer konumu girdiğinizde...Diyelim ki 19 mayıs 1919 yazıyorsunuz...Samsun diyorsunuz. Koordinatları ekliyorsunuz. Mustafa Kemal diye de özel bir not girdiğinizde. O anla ilgili video görüntüsüne ulaşıyorsunuz. Ancak bu kayıt süresi şimdilik 60 saniye. "Dul kadının oğlu olarak"...diye bir söz yakalayabildim misal bu görüntüden. Bir de görüntü kalitesi zayıf. Eski tv görüntüleri gibi, karıncalı. Sanırım bu çalışmamla tarihi yeniden yorumlayabileceğiz.
Şimdi gelelim...Çalışmamın bir diğer bölümüne...
Hani yukarda belirtmiştim. Beyin hücrelerinin sabit kaldığına dair...
Şu anda deneylerimi hayvanlar üzerinde yapıyorum. Ama canlı hayvanları kullanmıyorum. Kelle paçacılar işimi görüyorlar. Mezbahadan temin ettiğim koyun kelleleri üzerinde çalışıyorum.
Koyun beyinlerinde ciddi sonuçlar elde ettim. Beynin hafıza bölümüne giriyorum. Oradan elde ettiğim küçük parçalar üzerinde geliştirdiğim cihazımla...bir nevi mazi taraması yapıyorum. Koyunun ömrünün son 5 dakikasına ulaştım. Boynuna bıçak vuruluncaya kadar ki ana kadar.
Şimdi bu çalışmamı adli tıpla paylaşmak istiyorum. Çok sayıda meçhul cinayetin çözülmemesi mümkün değil. Ki yakın zamanda alamanlar bu çalışmayı suyun hafızası olarak yayımladılar.
Ya da mezarlıklar müdürlüğü ile temasa mı geçsem acaba? İlk uygulama için kimsesiz bir ceset üzerinde bir çalışma yapabilsem...
Mezarlıklar müdürünü tanıyanınız var mı? Bilime katkınız olacak kardeşim?

fehmi demirbağ

28 Aralık 2017 Perşembe

DÖKÜLECEK GÖZYAŞIMIZ KALDI MI?
Geçen hafta cezaevindeydim. Zaman zaman toplumun değişik katmanlarıyla da bir araya gelmeye çalışıyoruz. Oralara da gidip emr-i bil maruf, nehy-i anil münker yapmaya çalışıyoruz.
Şimdi sizlere bir gencin hikayesini anlatacağım.
Ki malum, özellikle gençler ile bir araya gelip onlara bilebildiğimiz kadarıyla hayata dair farklı bakış açıları vermeye çalıştığımız doğrudur. Doğrudur dindar ve ahlaklı bir nesil ile ancak toplumumuzun geleneksel dokusuyla geleceğe uzanabileceğinin gerçeğini vurguladığımız.
Geçen sene filanca cezaevinde bir söyleşi yapmıştım. Orada hükümlü bir delikanlı ile de ayak üstü biraz laflamıştım. Bir de imzalı olarak kitaplarımdan birini hediye etmiştim.
Aradan şunca zaman geçmiş yoğunluktan elbette o delikanlı hafızamın diplerinde kaybolmuştu. Taki geçen hafta bir telefon alıncaya dek. Arayan o cezaevinin müdürü idi.
"Hocam gelmelisiniz" dedi bir şeyler söyledikten sonra. Ve alalacele yola koyuldum. Evet bundan sonrası için lütfen kağıt mendilinizi, vicdanınızı yanınıza alınız. İnanın ben kendimi o gün bugündür toparlayamıyorum. Öyleki bu satırları burnumu çekiştirerek yazıyorum. Ve en zorlanarak kaleme aldığım bir öykünün kelimeleri arasındayım, şu an. Sizden ricam okuduktan sonra bu öyküyü başkaları da okusunlar ve ağlasınlar diye paylaşmanız. Ağlayalım ki belki yumuşarız.
Müdür bey işte kitap hediye ettiğim o delikanlı için çağırmıştı beni.
Ama önce gelin delikanlıyı size anlatayım ki, delikanlının hayat hikayesini kısaca anlatayım ki cezaevine davet edilişimin açıklamasını öyle yapayım.
Anlatacaklarım belki extrem gelecek size belki sıradan. İnanın hikayenin sonunda hıçkırarak ağladığınıza şimdiden sizi temin ederim.
Delikanlının ismi Hayati Emin. Elbette müstear ismini vereceğim. Gerçek ismini nasıl verebilirim? Bari aziz hatırasına saygımız olsun. Ki bugün öğle namazından sonra cenazesini defnettik.
Öğretmen bir anne ile esnaf bir babanın tek çocuğuydu Hayati. Anne baba şiddetli geçimsizlik sebebiyle ayrıldıklarında kendisi henüz bebek yaşlardaydı. 92 doğumluydu.
Hayati mahkemenin kararıyla anneye verilir. Anne bir başına çocuğunu büyütmeye başlar. Ara ara evlerine gelen dayısından başka da görüştükleri bir akrabaları yoktur. Baba ilk başlarda çocuğunu bir iki ziyaret eder. Ufak tefek harçlık verir anneye nafaka niyetine. Hepi topu budur babayla mazisi. Sonra sırra kadem basar baba.
Hayati 7-8 yaşlarına geldiğinde...
Bir gün geç saatlerde sarhoş olarak ablasının evine gelir dayısı. Anne cumartesi sabahı erkenden okul aile birliğinin toplantısına katılmak için dayı ile yeğeni başbaşa bırakır.
Ancak...
Dayı...Dayı değil bir hayvandır. Hayvani emelleri adına Hayatiyi kirletir. Ensest diye betimlenen sapkın eylemin bir failidir dayı. Hani toplumun duymak istemediği, görmezden geldiği o iğrenç fiilin. Yaygınlaşma noktasında fütursuzca istatistikleri kudurtan o aşağılık olayın.
Evet biliyorum şu an mideniz kalktı. Ama inanın bu kavram nefsinin nesline uyandığı bu insanın kabullenemeyeceği bu alçak olaylar günbe gün toplumda karşılık bulmakta.
Hayati başına gelen bu alçaklığı annesiyle paylaşamaz. Dayı ise zaman zaman bu alçaklığını gerek hediyelerle gerek tehditle çocuk üzerinde sürdürür. Hayati anlam veremez çocuk haliyle dayısının bu sapkınlığına.
Büyüdükçe hırslanır Hayati. İçinde öfke birirktirir. Nefret! Öyle ya dayı dediği bir insan tarafından aşağılanmıştır. Kullanılmıştır.
Bu bir süre sonra içinde suçlama fiiline sebebiyet verir. Önce annesini, babasını...diğer insanları...Nihayetinde Tanrı'yı suçlamaya başlar.
Nasıl olur da kendisi henüz masum bir can iken Tanrı bu olaya müdahale etmemiştir? Neden dayısının belasını vermemektedir.
Bu düşünceler kendisini deist olarak ifade etmesine yol açar bir süre sonra.
Ortaokul çağına geldiğinde kendisini dayısından kurtarır ama...Öyle bir çevreye doğru meyleder ki...Onlar kendilerini lgbt diye isimlendirmektedirler. Buluğ çağının da etkisiyle bu çarpık yapının elemanlarından birisi olur.
Ancak uyku nedir bilmez o ilk günden bugüne...
Liseli yılları uyuşturucu ile tanışıklığının başladığı yıllardır. Unutmak zorundadır. Kendisinin olmadığı bir hayatın yolcusu olmak genç yaşta kendisini hayli hırpalamıştır. Bir ara lise arkadaşı Tülin'e aşık olur gibi olmuştur. "Ben aşk nedir nerden bileyim abi" demişti konuşmamızda. Ben "insan nedir onu bilmiyorum ki?"
Öfkesi geçmemektedir. Eşcinsel bir hayat, Deist bir bakış, Uyuşturucu ile kaçış sakinleştirememektedir bir türlü.
Ayrıca hayatın acziyetlerinden bahsetmiyorum bile. Annesi ile iletişimime geçememe...evden ayrılışına neden olur. Bir de hayatın makul ihtiyaçlarını bile karşılayamama...Parasızlık...
Liseyi bitiremeden okuldan ayrılır.
Bir süre sokaklarda sürdürür yaşamını.
Uyuşturucu satmaya bulaşır.
Tam bir belaya dönüşür bir süre sonra.
Nihayetinde bu hızlı yaşamı mafya ve terör örgütleri ile ilişkileri getirir.
"Abi dayanamıyordum. Biliyordun yaptığım hiçbir şey doğru değildi. Ama Dayımın yaptığı da doğru değildi. Ne doğruydu ne değildi...İntihara kaç kez kalkıştım hatırlamıyorum abi!"
Anlatırken nefes alması zorlaşıyordu. Cezaevine o davet etmişti beni. Rica etmiş müdür beyden. Geçen sene söyleşi sonrası verdiğim kitabımı okumuş. Etkilenmiş. Sonra başkaca kitap okumalarına başlamış. Nihayetinde Kuran-ı Kerimi de okumuş. Cezaevinin imamıyla uzun süren konuşmalara başlamış. Tevbesini etmiş. Bir de namaza başlamış.
"Nihayetinde...aslında bile bile bir olayın içindeyken...Ki cinayet işlememi istemişti abiler. Bir Faşisti, bir halk düşmanını öldürmemi istemişlerdi. İşte bunu yapamazdım. Bunun için bir şekilde polise teslim oldum. Mahkemeye çıktım. Hakim kaç yıl cezaverdi bilemiyorum bile. Ben aslında dışardayken cezaevindeydim. Burada özgürlüğüme kavuştum. Bir kitap okudum ve hayatım değişti; sağol abi. Teşekkür etmek için rica ettim seni."
Kanser olduğunu da yakın zamanda öğrenmiş. Çaresiz bir hastalık.
Dün gece de vefat haberi geldi. Üzüldüm mü? Elbette kahroldum.
Şimdi Hayatinin annesini arıyorum.
"Üzülme ey anne! Bebeğin doğduğu andaki masumiyetine kavuştu da öyle ayrıldı aramızdan" diyeceğim.
Hayati Emin dedim delikanlının ismine.
Bu hikaye hayati konular içerdiği için.
Emin...ismini ise; Ey Muhammed-ül Emin'in ümmeti...Ne oldu bize demek için!
Sahi...Bize ne oldu? Bu gidişle ne olacak! Hayati Emin gibi kaçımız şanslı olacak, tevbe için!
Hadi şimdi ağlayalım...Hayati için değil...Kendimiz için!
FEHMİ DEMİRBAĞ

27 Aralık 2017 Çarşamba

REİSLE GÖRÜŞTÜM

Bu sabah namazını eda ederken telefonum çaldı. Duamı bitirir bitirmez telefona uzandım. Alo dememle birlikte karşıdaki ses tatlı sert bir şekilde "Sayın Kültür Kuvvetleri Komutanım ee sende bir icraat göremiyoruz?" dedi. Arayan reisti. Reisim, ümmetin umudu!" diye söze başlayacakken sözümü kesti. "Ya hu çok eziliyorum bu iltifatlardan. Rabbime de şükrediyorum bizleri böyle bir makama layık gördüğü için. Ancak görevi bi hakkın ifa için saniye boş kalmaksızın bütün cehdimizle mücadele hususunda da ayrı bir gayrete ihtiyaç duyuyorum. Bu mücadelemde sana da çok büyük bir iş düşüyor sayın komutanım."
Çad ziyareti sonrası çatkapı görüşmemiz gerektiğini söyledi. Ben de hemen Beştepe kültür merkezinde düzenleyeceğim büyük toplantıya geçmek için yola koyuldum.
Bugün öğle namazının ardından düzenlenecek toplantıda yapacağım konuşmanın metinlerini yol boyu gözden geçirdim.
Bugünkü toplantıya Türkiye'min yurt dışındaki bütün konsoloslarını, büyükelçilerini ve ticari ateşelerini davet ettim. Başlangıç cümlelerimi tekrardan okudum:
"Sayın hazirun...Sayın zevatlar...Ülkemizin içinde bulunduğu meşakkatli günlerin hepimiz farkındayız. Bu günleri başarıyla atlatmak için topyekün seferberlik halinde olmalıyız. Ben kültür kuvvetleri komutanı olarak sizlere emrediyorum. Size 5 yıl süre. Bu süre içinde herkes bulunduğu ülke ile Türkiye arasındaki ticari, kültürel ilişkileri ülkemiz menfeaati lehine misliyle artırması gerekmektedir. Bakın Çad ile aramızdaki ticari ilişkinin rakamı 40 milyon dolar. Bunun artırılması gerekmektedir. Sen Çad ticari ateşesi bu rakamı artıracaksın. Allem kallem artıracaksın. Mazeret yok. Yok artıramazsan seni başarısız adledeceğiz. 5 yıl sonrasında Zile mal müdürlüğüne alacağız. Artırdığın oranda da sana hisse de, ödülde, primde vereceğiz."
Bir an aklıma zamanında Moskova Büyükelçisi Nabi Şensoy'la yaptığım görüşme aklıma geldi. O zaman Lasiad'ı kurmuştum. Dedim, "Sayın nabi Bey. Türkiye ile Rusya arasındaki bavul ticareti hakkında bilgi alabilir miyim?"
Büyükelçi ise üzgün bir şekilde "Ah be Fehmiciğim...Elimde 20 kişilik kadro var. Bahçevan, şoför, sekreter, çaycı, ofisboy, koruma dahil olmak üzere. Nasıl böyle bir çalışma yapabilirim ki?"
Halbu ki MİT'in bile yurt dışında bu hususta çalışmaları olmalı. Her yere de Reisin yetişmesi mümkün değil. Yani ülkenin bütün mekanızmalarının çalışması lazım.
Ankara'ya doğru yaklaşmışken telefonum yine çaldı. Bu kez arayan eski Cumhurreisi Abdullah Gül'dü.
"Fehmiciğim, performansını bize sakla. Yakında biz geliyoruz."
Uzun uzun birşeyler söyledi durdu. Anlam veremedim konuşmalarına. Diyemedim "siz kimsiniz" diye. "Nereye geliyorsunuz, nerdesiniz ki" gibi sorular boğazımda düğümlendi.
Neyse kafamı fazla veremedim kendisine. "Sonra konuşuruz" diye kapattım telefonu. "Bir toplantıya gidiyorum"
Notlarıma döndüm.
"Sayın zevatlar. Özellikle Müslüman halkların yaşadığı ülkelerde kültür çalışmalarına önem vermeliyiz. Müslüman çocuklarını bizim Herotürk'le tanıştırmalıyız. Oralarda çocuk edebiyatının, çizgi filmlerin ve oyuncakların bizim değerlerimizde olması lazım. Eyy Maarif vakfı. Sakın ola ki Fetö'nün yaptığı gibi yapmayasın. Türk okulları adı altında oranın çocuklarına mark Twain, Charles Dickens'i götürmeyesiniz. Kelile ve Dimme varken La Fontane de neyin nesi?
Son sözlerimi okudum.
"Ayrıca kültürel çalışmalarımızla bütün dünya çocuklarına ulaşmalıyız. Algıların ve olguların bizden yana değişmesi lazım."
Bu toplantının ardından Tokat'a geçeceğim. Orada Türk ekonomi hayatının temel taşlarını oynatacak ve ezber bozacak bir proje için bulunacağım. Bu konuyu da bilahere sizlerle paylaşacağım.
Toplantıya geçmezden önce Reisi aradım.
"Reisim toplantı başlamak üzere. Kültür Kuvvetleri Komutanı olarak sonuna kadar seninleyim. Bunu bilesin istedim. Durmak yok Cihada devam!"

FEHMİ DEMİRBAĞ

25 Aralık 2017 Pazartesi

DİNDAR VE AHLAKLI BİR NESİL İÇİN!

Çocuk ve gençlerimizi kendi değerlerimizle yetiştirelim vurgusunu yıllardır yapar dururuz.
Bunun için bir gençlik külliyatı hazırladık. Ki maalesef ülkemizde okumak meşakkatli konularımızdan. Hele basılan kitapların %90 çeviri eserler olduğu gerçeğide içimizi acıtan olgulardan.

www. fehmidemirbag.com.tr
www.eforyayinevi.com 

adreslerinden kitaplarımıza ulaşabilirsiniz. 

Biz üzerimize düşeni yaptık, yazdık.
Umarım siz de okurlardan olursunuz.

Fehmi Demirbağ

İNSANLIĞIN ALEMİ YOK!

Geçen hafta 60. Habitat toplantısına katıldım. Toplantı memleketim Tokat'ın Kazgölü'nde tertip edilmişti. Türkiye'de yaşayan bütün hayvanların temsilcileri oradaydı. Toplantının başlangıcı Cuma Namazının ardından gerçekleşti. Bütün hayvanlar Cuma Namazını Hacı Leyleğin imametinde kıldılar. Toplantıya insanları temsilen ben de davet edilmiştim.
"Ne şaşarsın be ademoğlu" dedi Hacı Leylek. "Rabbimizi biz de tesbih ederiz. Biz Hayvanlar da bir ümmetiz. Allah'ın bir kulu siz misiniz sanki. Siz imtihandasınız. Biz ona şüphesiz bir teslimiyet içindeyiz. Sizin gibi yeryüzünde bozgunculuk yapmıyoruz lakin. Yeryüzünü fitne ateşiyle kavurmuyoruz."
Namazın ardından Hayvan Hakları Konfederasyonu başkanı Hamamböceği açılış konuşmasını yapmak için kürsüdeki yerini aldı.
"Bize Kara Fatma diyen insanoğlunun zulmü arşı titretmektedir. Güya Hz. Fatıma efendimizi aşağılamak için bu tür yaklaşımda bulunanların zalimliği bütün mahlukatı isyan noktasına getirmiştir. Yeryüzü yaradılalı beri bu kadar büyük bir zulme şahit olmamıştır. Eş zamanlı olarak dünyanın her tarafında düzenlenen bu habitat toplantılarıyla mahlukat olarak insanoğluna bir ikaz yapacağız. Belki bu son ikazımız olacak. Kutuplardan çöllere kadar, balta girmemiş ormanlardan pet shoplara kadar bütün mahlukat artık sabrının son aşamasındadır. İnsanoğlunun soykırımlarının ardı arkası kesilmiyor. Bakın bu Anadolu topraklarında 50 yıl öncesine kadar Aslan bile yaşardı. Soyu tükenen bitki ve hayvanların listesi uzayıp gitmekte. Marmara denizinde yaşayan balık kardeşlerimizin çeşitliliği 200 lerde iken bugün sayıları 8-10 u geçmiyor. Bu ahmaklar bizleri bitirdikçe ne ile besleneceklerini zannediyorlar? Bebeklerine giydirecekleri tulumun elyafı pamuktan, yünden, ketenden olmayacaksa...Naylonun varlığından ne kadar sıhhat bulabilirler?"
Bu minvalde yapılan konuşmayı içim acıyarak dinledim. Oturuma bir konser ile ara verildi. Bay kurbağa, Bayan Kanarya ve Ağustos böceğinin birlikte icra ettikleri Hayvan Sanat Müziği konseri ile biraz kendime geldim. Frekans, moleküler yapı ve manyetik alan üzerine yapılan bir başka sunum ile de konser sonrası oturumlara devam edildi.
Bay Sazan insanların zulümlerinden yavrularını kurtarmak için bir hayvan edebiyatı, çizgi filmler ve milli hayvan oyuncakları üzerine çalışmalar yapılması gerektiği üzerine yaptığı konuşmayı keşke TRT den canlı yayınlayabilseydik.
Küresel ısınmanın hayvanlar üzerine etkilerini Kutuplardan yapılan bir barkavizyon gösterisi ile izledik. Kutup ayısı yaptığı açıklama da cola firmasına dava açacaklarını konuşmasının sonuna ekledi. Özellikle Green Peace isimli örgütün samimiyetsizliği üzerine yaptığı vurgular düşündürücüydü.
Suriye Kertenkelesinin gönderdiği telgraf salonda üzüntülü dakikalara yol açtı. "Son 15 yılda Amerikalı insanların yalnızca 30 milyon insanın ölümüne sebep olduklarını düşünecek olursak varın o bombalarla katledilen ekolojik düzenin akıbetini."
Detarjanlarla, fabrika atıklarıyla zehirlenen kara, deniz, hava kirlilikleri tüm tabiatı mahvederken tüm insanlığında nasibini alacağını bir türlü ademoğluna anlatamadıklarından yakınan Bay Saksağan "vur beline kazmayı" sloganı ile ne yapmak istediklerini güzel sunumuyla kalabalığa takdim etti.
Erozyonun etkilerinden bahseden Bay Karga "400 yıllık ömrümde böyle afet görmedim" derken kullanılan tarımsal ilaçların yan etkilerinden bahsetmeyi de unutmadı.
Bay Katır, Bay Eşek ve Bay At ortak bir sunum yaptılar. Bildirilerinde insanlığın nankörlüğünden bahsettiler. Özellikle kaçak kesimle yok edilmelerinin önüne geçilmesi gerektiğinin ikazı üzerine yoğunlaştırdılar açıklamalarını. "Zaten şehirleşme ile kıymetimiz azaldı. Bu oranda da nüfusumuz da. Bir de At'ın kumar da kullanılması bizi rencide etmekte."
Bay baykuş "Bu tür oturumlarla vakit kaybediyoruz. İnsanlar laftan anlamaz. Bir firmayı batıracaksanız her sabah toplantı yapın. Bir ülkeyi de batırmak istiyorsanız bol bol konferanslar düzenleyin. Ne bu kardeşim lak lak...Ne zaman icraata geçeceğiz? Bu zulüm ne zaman bitecek? Katledilmedik fok mu kaldı, balina mı? Yağmur ormanları bittti bitecek. Hele bir bakın İstanbul'a. Her yer beton. Bir de bu safdirik müslüman insanlar yaptıkları binalara gavurca isim vermiyorler mı?"
Mikroplar, zararlı bakteriler, virüsler bile desteklediler Bay Baykuş'un konuşmasını. Salonda müthiş bir alkış tufanı koptu.
GDO lu mutant mahlukatlar, deli danalar, grip tavuklar'da bu protestoyu desteklediler.
Uzun uzun yazacağım yakın zamanda bütün oturumun notlarını.
El nihaye insanları temsilen bana bir deklarasyon notu verdiler. Notu uzatan bir Kurt'tu.
"Birader, siz Türkler biz Kurtları sembol edindiniz. Ama çakallık yapar durursunuz. Şimdi git karış insanların arasına ve bizden bahset. Hayatı cehenneme çevirmeniz size de kayıp. iNSANLIĞIN ALEMİ YOK. Al bu notumuzu okut bütün insanlara!"
Ve ben diyemedim...Notu cebime koyarken...
"Bizimkiler okumaz ki?"

FEHMİ DEMİRBAĞ

23 Aralık 2017 Cumartesi



sinek

Zevat Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturunca,bürokratları çağırmış ve "Bana, ülkelerin dış politika anlayışları hakkında bir rapor hazırlayın" demiş. İki gün sonra bir dosya getirmişler önüne. Bakmış,içinde tek bir yaprak ve üzerinde 10-15 satır yazı. Şaşırmış önce ve "Bu ne?" der gibi dudaklarını büzmüş, sonra okumuş.
"Suudi Arabistan'ın Riyad şehrinde, farklı ülkelerden gelen bir turist grubu, bir dinlenme yerine giderek buz gibi kola ısmarlamışlar. Kolalar gelince bardaklarında birer karasinek olduğunu farketmişler.
İNGİLİZ, başka bir bardakta yeni bir kola istemiş.
İSVEÇLİ, aynı bardakta yeni bir kola istemiş .
FİNLANDİYALI, sineği bardaktan çıkardıktan sonra kolayı içmiş .
RUS , kolayı sinekle birlikte içmiş .
ÇİNLİ, sineği yemiş, kolayı içmemiş .
YAHUDİ, sineği yakalayıp Çinli'ye satmış.
JAPON, değerlendirilmek üzere, sineği Tokyo'ya göndermiş.
YUNANLI, kolanın yarısını içtikten sonra itiraz ederek yeni bir kola istemiş.
NORVEÇLİ, kolayı içtikten sonra bardaktaki sineği balık yemi olarak kullanmış .
İRLANDALI, sineği ezip kolayla karıştırmış ve İngiliz'e içirmiş.
AMERİKALI, 5 milyon dolarlık tazminat davası açmış. Arabistan hükümeti, özür dileyerek, 10 milyon dolar tazminat ödemiş.
Bakan , bıyık altından gülerek rapordan hoşlandığını belirtmiş. "İyi, güzel de, bu turist
grubunun içinde bizden biri yok muymuş?" diye sormadan edememiş. "Varmış efendim" diye
cevaplandırmışlar. Bakan devam etmiş, "Peki, o zaman, O ne yapmış?". Bürokratlar biribirinin yüzlerine bakmışlar. İçlerinde en tecrübeli olanı, bir adım öne çıkıp,
cevap vermiş ,
"TÜRK, OLAYI ŞİDDETLE KINAMIŞ ! "
EĞİTEBİLDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ?
Yitirmişsin bütün kelimeleri
Dil devrimiyle devrilip,
Harf inkılabıyla kelpleşmişsin a oğul!
Sağılmaya hizaya girip
derine kadar soyulmuşsun
Kabe'yi bırakıp Roma'ya secdeye durmuşsun.
Test ile tost arasında milli soslu bir eğitim,
Biraz da bo kavurmalı maklube,
De hadi maarif konuş artık gerçekleri!
fullbright ile ezbere kurulmuşsun.
Güya evren bilim üniversitelerimiz
en çok ta intihalci müderrislerimiz
cüppeleriyle anıtkabirde
ölüden yarar umar olmuşsun.
Ha gayret karga kavağa çıktı çıkacak,
bu can bedenden tevbesiz nasıl çıkacak?
Evlatlarımız...Eğitmek zorunda olduklarımız...
Bu kafayla okullarda mala bağladıklarımız.
Fen bilimleri yok zaar laboratuarlarımızda,
kim ne anlar, molekülden, frekanstan, manyetik alandan
hepimiz geçmedik mi bu torna tezgahlarından!
Olmadı dershane verelim,
rüyalarda cevaplayalım soruları...
Cemaat holding güvenceli amerikan köpekleri!
Biraz da özel üniversiteler...
Ver babam ver!
Kafeteryalarda marka kompleksli gençler var!
e hadi sosyal liseler,
ya da endrüstri meslekler...
Ya imam hatipler!
Bu cenazeyi kim yıkayacak,
kim gömecek ölmüş kelimeleri?
Manasız satırlar coğrafyasında
çocuklarımız miki mausun kıskacında!
Kültür desen rakkase,
sanat...uzanda yanıma yat!
İlim, irfan, kültür! oh es rüsgar üfür üfür!
Bizi ecdadın yaşadığı döneme götür!
Ahlak demeyin sakın, bozmayın ahlakımı!
Lalettayn edebiyat dedik ya uzan yanıma yat!
Lakin ne çok konuşulacak konu var,
İkra diye başla çok bilmişliğine!
Savum, salat, hac, zekat...
Ses kayıt cihazı olmuş bilumum zevat!
Ezber bozan olma, şunca ezberciye,
adın çıkar bizim köyün delisine...
Sözünü tutanlardan olma haybeye konuş,
vaat ver veresiye!
Anlatabildim mi gardaş, a oğul!
akıbet meçhul!
Fehmi Demirbağ

20 Aralık 2017 Çarşamba

TAM VE BAĞIMSIZ MÜSLÜMAN TÜRKİYE!

Kendilerine "Tazakka" diyorlardı. Yani "zekayı rehber edinenler." Oysa içinde bulundukları toplum onları bozguncu, sihirbaz, büyücü olarak lanse ediyorlardı.
Onlar, onların inandıkları değerlere "La ilahe illallah" diyerek tepkimede bulunuyorlardı. Allah'tan başka olan Lat, Menat, Uzza ve Hübel olarak isimlendirdikleri...ve onlar Allah'ın kızları diye betimlemede bulundukları pıtları re etmekteydiler. Servet düşkünlüğünü, serveti, şöhreti ve iktidarın karşılığı olan bu putların yıkılmaları ve otoritenin gerçek sahibi olan Allah'a gücün teslim edilmesi gerektiğini ifade ediyorlardı.
Bulundukları toplum dindardı aslında. Misal Hac ibadetini yapıyor İbrahimi dine mensup olduklarını ifade ediyorlardı. Başlarındaki Ebu Leheb bu cahiliyye organizasyonunun başıydı ve bu çocuk-genç ve fakirlerden ibaret olan topluluğa kin kusmaktaydı. Hele bu grubun başı olan yeğenine bile tahammülsüzdü. Kendisine Ebu Cehil diyen bu grubun bozgunculuğu huzurlarını bozmuştu. Susması adına "Muhammedür resulullah" olan yeğenine çılgınca tekliflerle girmişlerdi. O ise kendisine vaad edilen bütün tekliflere karşılık, "Vallahi sağ elime güneşi, sol elime ay'ı verseniz ben davamdan vazgeçmem" demişti.
Herşey bir zamanlar Mekke'de bulunan Erdemliler hareketinin öncü isimlerinden olan yetim ve ümmi olan Muhammedin 35 yaşından ibaret Hira mağarasına çekilmesiyle başlamıştı.
Denilen o ki o Rabbini son 5 yıldır sevgili edinmişti. Kabilesindeki kız çocuklarını bile diri diri toprağa gömen zihniyetten nefret ediyordu. Kabilesindeki zinaya, kumara, içkiye ve faize olan düşkünlük rahatsızlığının en amil sebepleriydi. Enformatik cehalet...Herşeyin eniyisini-en doğrusunu ben bilirim hastalığı tansısallık adına yaşadığı yerin, arap yarımadasının en belirgin özelliğidir. Heva ve heveslerini rab edinmiş insanlığın ahvali endişe edici boyutlardaydı. Bencillikte alem-i insanlık zirve yapmıştı.
"İkra" demişti Allah'ın meleği Allah'ın peygamberi olacak bu güvenilen insana. Yani "oku" demişti. İnen surenin adı "Alak Suresiydi." Yani "yaradılış."
"Ben okuma bilmem" demişti doğal olarak bu mümtaz şahsiyet. İnsanlığın yüz akı. Hem neyi okuyacaktı ki, henüz inmiş bir kitap yoktu ortada! "Düşünmeye" davet vardı aslında bu ilk mesaj ile. Ki 700 küsur ayet ile bu düşünme fiili desteklenecekti. "Akletmiyor musunuz? Düşünmüyor musunuz? Düşünüp öğüt almayacak mısınız? Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" gibi yüzlerce ayet insanlığı yaradılışının gereği olan aklı nimetini kullanmaya davet ediyordu. Ki "bir anlık tefekkürün 1000 yıllık nafile ibadetten evla olduğunu da " kendisi mubarek dudaklarından şerh etmektedir.
Yine okumayı işaret eden surenin dördüncü ayeti de kalemden bahseder. Yine ikinci sırada nüzul olan sure de "Kalem suresidir." Yani eşittir müslümanın birinci kimliği okur-yazar olmasıdır.
Okumak mühim. Okumak, Tanrıyla-yüce yaratıcıyla konuşmaktır. Hatta okursanız ölmüş insanlarla iletişime geçersiniz.
Yazmak ta mühim. Yazzarsanız doğmamış insanlarla konuşursunuz. Okur yazarsanız bir zaman makinasının yolcusu olursunuz.
Okumazsanız; yalan okursunuz, mazeret okursunuz. Yazmazsanız birileri size alın yazısı yazar. Siz ona kader der bir de Rabbinize iftirada bulunursunuz. Cehalet kader olamaz Müslümanlar.
Ki...
Türkiye toplumu...80 milyonluk nüfusuyla okuma alışkanlığı olan %3 nüfus barındırmaktadır. Yani 25 milyon öğrencisi olan bir ülkede okumak akıllara seza.
Ki ülkede basılan kitapların da %90 ı tercüme kitaplardan ibaret. Okullarda okuttuklarımız bile artık geçersiz bilgilerden ibaret. Pisa yönetim kurulu başkanı geçenlerde bunu ifşa etti. Cehaletimizle herşeyimizi kaybetmeye başladık. Başta imanımızı...ahlakımız ve topraklarımızı da!
Bir Yahudi tekerlemesi tutturduk. Ezildik, büzüldük...Zavallılara dönüştük. Batı da bizi hırpaladı da hırpaladı.

Tarihimizden kopartıldık...Barbar batıyı medeni olarak bildik, belletildik.
Parkinson hastası gibi kafalar ayrı düşünür uzuvlar ayrı hareket eder olduk. Kadan darbe ala ala bu halle düştük. Allezaimer hastalarına benzedik. Mazimizi unuttuk. Felç hastalığına yakalandık. Elimiz ayağımız tutmaz oldu. altımıza bile pisler olduk. Tarihimize ya sövdürdüler ya da unutturdular.
Ortaokul kitaplarında batıdan gelen tercümelerle bir nesli mahvettiler.
Halbuki neredeyse Avrupa’nın yarısını fethetmiş bir Osmanlı İmparatorluğunu övecek bir batı bekleyemezdik.
Bir imparatorluğu parçalamak için varını yoğunu harcayan bir batıdan objektif tarihi öğrenmeyi beklemek saflıktı.
Evet bize bu saflığı yedirdiler.
Eğer onlar “Amerika’yı Kristof Colomb keşfetti” diyorsa öyleydi.
Zaten onlara göre de “İslam” demek gericilik, bilimden fenden uzak demekti.
Türkiye’de öyle bir eğitim sistemi kurdular ki, Müslümanlıkla gericiliği aynı kefeye koyan entelektüeller yetiştirdiler.
İngiliz Newton’un başına elma düşmüştü. Yer çekimini bulmuştu. Hikayeler çok güzeldi, satardı. Arşimed de çırılçıplak banyodan fırlamıştı zaten. İnandırıcılığı hikayelerle süsleme sanatında çok ilericiydiler.
Meşhur bilim tarihçileri Sigrid Hunke, Carr de Vaux ve Will Durant…
Üçü de Newton’dan asırlar önce Kindi, Razi, Biruni, Hazini ve İbni-Heyseme’nin yazdığı eserlerde yerçekimi kanunu anlattığını belirtiyordu. “Avrupalılar bu eserleri önce anlamadılar.
Yerçekimi onlara uzak geliyordu.
Asırlar sonra Newton’la kendilerine malettiler” diyorlardı.
İngiltere’nin Telegraph gazetesi dün İçişleri Bakanı Theresa May’ın açıklamalarını yayınladı.
İngiltere’ye karşı artan terör tehditlerine karşı birinci çözüm yolunu anlatıyordu Theresa; “Çocuklarımıza Birleşik Krallık Değerlerinin öğretilmesi” diyordu.
Maalesef biz değerlerimizi göz ardı ettik, aktaramadık evlatlarımıza.
Galile’den, Kopernik’e, Newton’dan Colomb’a ne varsa ezberlettik.
Kızamık ve çiçek hastalığını ilk keşfeden ve yerçekimini ilk bulan Türk Razi’yi bilenimiz yoktu.
Ama cüzamın tedavisini bulan İbn-i Cessarı anlatacak biri yoktu içimizde.
Verem mikrobunu bulan İbn-i Hatip, Retina tabakasını ilk gören İbn-i Rüşt kimdi?
İlk kanser ameliyatını Ali bin Abbas’ın yaptığını biliyor muyduk?
Sıfırı ilk kullanan Harizmi’yi, Trigonometri’yi ilk bulan Battani’yi okuyan veya okutan var mıydı?
Tanjant, kotanjant, ve kosekantı ilk dünyaya duyuran Ebul Vefa’yı kaç kişi tanıyordu?
Dünyanın döndüğünü ilk keşfedenin Biruni olduğunu anlatacak cesurlar neredeydi?
Dünyanın çevresini ilk ölçen Musa kardeşlerin, mikrobu ilk tanımlayıcısı Akşemseddin’in kitaplarına ulaşacak kaç meraklımız vardı?
İlk göz ameliyatını yapan Ammar’a neden kör kalmıştık?
Sabit bin Kura’nın ilk diferansiyel kitabını yazdığını, Sibernetiği ilk kuranın İsmail el Geziri olduğuna bu topraklarda kaç kişi vakıftı.
Önümde liste var, uzayıp gidiyor.
Yüzlerce, binlerce Türk ve İslam bilgini, dünya uyurken ilklere imza atmış durumda.
Ama dedik ya biz “Kendi imzamızı” reddeden bir ülke haline getirildik. “Zulüm 1453’te başladı” diyebilecek evlatlar yetiştirdik. "Lut kavminin Çocuklarız" diyecek kadar alçalan evlatlarımız oldu. Ensest, lgbti, deistlik, uyuşturucu, terör evlatlarımızın yol ve yordamları oldu.
Fatih Sultan Mehmet’in ilk havan topunu bulan kişi olduğunu bilen bir elin parmaklarını geçer miydi bu ülkede?
Yüzlerce, binlerce bilginimizin eserlerini kütüphanelerin raflarında çürüttük.
Tercüme edip, okutmadık, anlatmadık çocuklarımıza. Ve karaladık, karalattık geçmişimizi. Bir karış toprak vermeyenleri, “Kan ve can veririz ama asla toprak satın alamazsınız” diyenleri “Hain” ve “Kızıl Sultan” olarak soktuk kitaplarımıza.
Tarihçi geçinenler, adının başında “Prof” olanlar, ne zaman “BİZDEN” birilerinin buluşları gündeme gelse “Efendim bunlar martaval…
Bilim dünyasııı” diye söze başlıyordu.
Halbuki gerçek bilim adamı bir iddia varsa gidip araştırandı.
Araştırmaya bile baştan “REDÇİ” orijinal bilim adamları doğurduk.
Onun içindir YENİ TÜRKİYE’ye Fransız kalıyor gençlerimiz.
Onun içindir ülkemizin başına eklenen “BÜYÜK” lafına İngiliz takılıyor evlatlarımız.
Kafamıza elma düşmesini bekleyemeyiz!!!
Milli Eğitim Bakanlığı seferberlik ilan etmeli. Yazma seferberliği başta. Çocuklarımızı kendi ninnilerimizle uyutalım, kendi hikayelerimizle uyandıralım. Kendi çizgi filmlerimiz olmalı. Ellerine tutuşturduğumuz oyuncaklar bizden olmalı.
Ve gerçek tarihi anlatmalı çocuklarımıza.
Hitler’in meşhur bir sözü vardır; “İnanılmayacak tarih yoktur Yeter ki yalan büyük olsun.”
Raflarda tozlanan kitaplar indirilmeli…
Ve “BÜYÜK YALANLAR” kalkmalı artık raflara!
Var mısınız tam ve bağımsız Müslüman Türkiye sözünü gerçek kılmaya?!

Fehmi Demirbağ

18 Aralık 2017 Pazartesi

SON EŞEĞİN ÖLÜMÜ

Yıl 2040...
Dün berbat bir gün geçirdim. Son eşek Mr. Merica'nın cenaze törenine katıldım. Bir devlet töreniyle defnettik hayvancağızı. Dünyanın her ülkesinden üst düzey katılımlar oldu. Cenaze töreninde konuşan bay başkan soyu tükenen hayvanlar listesine eşeğinde eklenmesinden duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Bilimsel gelişmeler doğrultusunda klonlanmış evcil hayvanlar pazarı yavaş yavaş hayvanların asıllarının yok olmasıyla listenin kabarmasına yol açtı. En son sokak kedisi mırnav 7 yıl önce, en son sokak köpeği karabaş ise 9 yıl önce tarih oldu.
Yaklaşık 15 yıl önce meydana gelen nükleer facia hem 3. dünya savaşının hem de dünyanın sonunu getirmişti. Dünyada yalnızca insan ırkının yaşadığı alan İstanbul kaldı. Diğer uluslardan arta kalan insanlarla İstanbulun nüfusu da 35 milyon oldu.
Hadi size günümüzün İstanbul'unu anlatayım.
Marmara denizi kurudu. Dolayısıyla köprülere ihtiyaç kalmadı. Gebzeden Silivriye İstanbul'un etrafına manyetik bir koruma alanı yapıldı. Bu alanların dışındaki dünyadan kimsenin haberi yok. İstanbul' un dışına da çıkış yok. İstanbul dünyanın değişik milletlerine taksimlendirilmiş durumda. Yahudiler Taksime konuçlandılar. Hristiyanlar Ayasofya ve etrafındalar. Müslümanlar Eyüp civarını mesken edindiler. Çinliler Avcılar, Japonlar Beylikdüzü, Afrikalılar da Ümraniye civarındalar. 39 ilçe 39 millete bölündü.
Evlilik müessesesi başkanlığın iradesinde. Çocuk edinmek ise çekilişle yapılıyor.
Hastalıklar yok. Ancak insan ömrü 33 yıl. Hükümet haddi aşan olduğunda onları İstanbul'un manyetik alanının dışına bırakıyor. Akıbetleri meçhul.
Balık, çiçek, sebze, meyve gibi kavramlar dijital resimlerde yer alıyor. Bilgisayar dönemi bitti. Artık her insanın makatına yerleştirilmiş chiplerle cyborg bir nesil elde edilmiş durumda.
Gençler çiftliklerde yetiştiriliyorlar. Gençler nostalji olsun diye tablet, cep telefonu kullanmaya bayılıyorlar. Ben evlenmeyecem diyenlere hologram hatunlar veriliyor. Megabaytları ödenen bitcoine bağlı. Gençler konuşmayı unuttular. İşaret dili ve emogine en yaygın anlaşma aracı.
Bir de söymeyi unutmayayım. Müslümanlar hala okumuyorlar ve yazmıyorlar.
Hay Allah söylemeyi yine unuttum. Ben bir eğitim müfettişiyim. İsmim bay enkaz2789...Savaş öncesi ismim Fehmi Demirbağ idi.
Savaşta kafama aldığım darbenin etkisiyle gelgitlerim oluyor. Sanıyorum hala Acun Ilıcalı hayatta. Sözcü gazetesi hergünkü manşatinden benden Cihad kışkıtkanı yazar diye bahsediyor sanıyorum. Kılıçdaroğluna benzetiyorum bay başkanı. Bir de Fetullah...Ayasofya'da papazlık yapıyor sanıyorum. Gelgitlerim çok oluyor yani.
Neyse bu yazıyı yazmamın gerekçesine gelince...Bugün bir gençlik çiftliğine gideceğim. Orayla ilgili bir çalışmam var. Sizinle paylaşmak istiyorum. Raporum şöyle;
"Hayatın gerçekliklerinden habersiz, duygusuz ve bencil bir nesil geliyor. Şehitler için gözyaşı döken eski günlerin özlemindeki kendi ana babalarını anlamıyorlar. Başkalarının çocukları için ağlamaya anlam veremiyorlar. Yaşadığımız 3. dünya savaşı, acı çeken çocuklar, ölen milyarlarca insan onları hiç ilgilendirmiyor. Tüm acı gerçekleri çizgi film tadında izliyorlar ve yürekleri hiç acımıyor. Hayatlarının odağındaki tek şey eğlenmek. Eğlenemedikleri tüm zamanları kendilerine bir işkence olarak görüyorlar.
Kendileri için yapılan fedakarlıkların hiç farkında değiller. Kıymet bilmiyorlar ve vefasızlar. Herkesi kendine hizmet etmek için yaratılmış görüyorlar. İnsanlara verdikleri değer, onların isteklerini yerine getirebildikleri ve ne kadar eğlendirdikleriyle orantılı.
Hayatlarında eğlenmeden başka bir amaç olmadığı için artık tek eğlence kaynağına dönmüş telefon ve tabletlerini ellerinden aldığınızda dünyanın sonunun geldiğini zannediyorlar.
Geçmiş onları pek ilgilendirmiyor, atalarımıza karşı vefasızlar. Dedelerinin canları, kanları pahasına vermediği vatan toprağını en iyi fiyatı verene satacak kadar maneviyattan yoksunlar. Vatan, onlar için son model bir cep telefonundan daha değersiz.
Milletimizin geleceği açısından endişeleniyorum.
20 yıl sonra bu nesil, nasıl ana-baba olacak? 2060 yılını düşünemiyorum bile.
Kendine hayrı olmayan bu nesil nasıl çocuk yetiştirecek?
Evlerini nasıl idare edebilecek?
İstanbul'u nasıl yönetecek?
Vatanı nasıl savunup can verecek?
Bütün bunlar neden oluyor izah edeyim.
Altın kafeslerde çocuklar yetiştiriyoruz artık. Uçmayı bilmeyen kuşlar gibi. Çocuklar hayattan bihaber.
Açlık nedir bilmiyorlar, yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında, acıkmalarına fırsat bile vermiyoruz. Öyle ki yemek yemeyi bile işkence görür hale geliyorlar.
Susuzluk nedir hiç bilmiyorlar. Hiç susuz kalmamışlar. Üç adımlık yolda bile susarlar diye yanımızda içecek taşıyoruz. Çocuk daha “susadım” demeden ağzına suyu dayıyoruz.
Çocuklar hiç üşümüyorlar. Soğuk havalarda evden çıkarmıyoruz. Okula giderken kırk kat sarmalayıp çıkarıyoruz dışarı, hiç titremiyorlar.
Çocuklar hiç ıslanmıyorlar, evden arabaya kadar bile üç metrelik mesafede şemsiyesini başına tutuyoruz. Saçına bir tek yağmur damlası düşürmüyoruz. Bu yüzden çocuklar ıslanmak nedir bilmiyorlar.
Yorgunluk nedir bilmiyor çocuklar. İki adımlık mesafelere bile arabayla götürüyoruz onları yorulmasınlar diye. Birazcık parkta koşsalar, hasta olacak diye engel oluyoruz. Onlar takatleri tükenecek kadar hiç yorulmuyorlar.
Yokluk nedir bilmiyorlar, daha istemeden her şeyi önlerine sunuyoruz. Bu yüzden varlığın kıymetini bilmiyorlar.
Onlar bir yanığın veya bıçak kesiğinin acısını bilmiyorlar. Elleri yanmasın, kesilmesin sakın diye onlara ne bıçak tutturuyor ne ocak yaktırıyoruz.
Çocuklar hissetmiyor yaşamı, açlığı bilmediği için açlara acımıyor, üşümek nedir bilmedikleri için sokaktaki evsizleri umursamıyor. Yokluk nedir bilmedikleri için ekmeğe gelen zam onların dikkatini bile çekmiyor, haber kalabalığı olarak görüyor, gülüp geçiyorlar. Sıcak odalarında yaşadıkları için evsizlik nedir, sürgün nedir anlamıyor, savaşları, kurşunlanan, ölen insanları umursamıyorlar. Acımıyorlar……
Kıymetini bilmiyorlar ekmeğin, elbisenin, barışın ve huzurun, ana babanın….
Müdahale edilmezse gelecek iyi şeyler getirmeyecek güzel İstanbul'umuza. Bu sorunu Devlet derinden hissetmeli. Bu sorunun çözümü için ciddi çalıştaylar düzenlenmeli. Öğretim programları ve ders materyalleri revize edilmeli. Okulların duygu eğitimi konusunda rolleri artırılmalı. Geç kalınmadan bu sorun mutlaka çözülmeli.
Bu sorun çözülmezse İstanbul çözülecek…Başka da İstanbul yok!"

FEHMİ DEMİRBAĞ