12 Eylül 2018 Çarşamba

ÖLÜMSÜZLÜK YOLUNDA (1)
“N’ABER KANKİ”
Sabah Namazını Ertuğrul ile birlikte Kılıç Ali Paşa Camiinde eda ettik. Hani Mimar Sinan’ın Ayasofya’ya nazire yaparcasına “Ayasofya’yı ben yapsaydım, nasıl yapardım” diye cevaplandırdığı eşsiz eserlerinden birisinden bahsediyorum. Hani “Donkişot” nam meşhur eserin yazarı Cervantes’in inşaatında bir taş işçisi olarak çalıştığı camide.
Bugün Arvalap Adasına yolcuyuz. Namaz sonrası Ertuğrul ile yola koyulduk. Ertuğrul’u tanımayanınız yoktur. Herotürk romanlarımın, çizgiromanlarımın kahramanı Ertuğrul’dan bahsediyorum. 15 yaşındaki Türkiyemin ilk ve tek sanal milli çizgiroman kahramanından. 16 yaşındaki Spiderman’in aksine öyle mucizevi hikayesi olan birisi değil, bizden biri. Zaten bizim kahramanlıktan anladığımız “normalsen, üzerine düşen vazifeleri yapıyorsan kahramansın” gibi bir tezimiz var. Kahraman olmak için pelerine de ihtiyacın yok diyoruz. Ki pelerin batının tarihinde seyyar wc dir.
Artık çocuklarımızı batının sanal kültür kahramanlarıyla tek yönlü olarak yetiştirmeyelim noktasındaki iddiam üzerine, çocuklarımız bizim kendi değerlerimizi rol model alsınlar diye Ertuğrul’u okuyucularla tanıştırmıştım 15 yıl önce. Ülkesinde basılan kitapların % 90 ı tercümeyken bizim hayta pek dikkatini çekmedi Türk milletinin. Bir de Herotürk demiştim ki kahramanımıza, aman Allah’ım! “Madem milli, madem Türk neden Hero dedin diye çokta eleştiri almıştım. Hele bir de Fetöden sonra Defacto isimli markanın Hero isimli tişörtleri mevzuu olunca…Heryer, herşey gavurcayla ifade edilir olmuş memleketimde bunları görmezden gelenler bizim cansiparene gayretimize bile saygı göstermediler.Nelerle itham edilmedi ki benim yavrucak?
Lan oğlum 25 milyon öğrencisi olan ülkede kitap okuma alışkanlığı % 3…Bu garabete kafa yorması gerekenler benim Ertuğrul’a pek şans tanımadılar. Kültür ekonomisinden habersizler, kültürel yozlaşmanın farkına varmayanlar ilmin, kültürün, sanatın, edebiyatın…dolayısıyla ahlakın yalnızca okullarda okutulan bir ders olduğunu sanmakla yetindiler.
İki Ertuğrul arası diye betimlemiştim süreci. Ertuğrul Gazi ile başlayıp, “Sizin en hayrlınız insanlara karşı en faydalı olanınızdır” diyeni tek önder ve tek lider olarak benimseyenlerin dünya hakimiyetine giden yolculuğu ile…
Son kertede “banane, sanane, onane” deyip cahillere ve zalimlere karşı susma hakkı kullanan güruhun…Ertuğrul Fırkateyni ile son çırpınışlarını…Ertuğrul Körfezinde, Nusret Mayın Gemisine, Çanakkale’de…Mayınları dizmesi için rota veren pırpır uçağımız Ertuğrul’un havadaki son süzülmelerini…15 yaşındakilerin…Gerçek kahramanların, okul çocuklarının hatıralarını bilemediler Harry Potter’in maceraları karşısında. Markalarla işgal edildiklerinin farkına varmayan bu gönüllü kölelerin sessizliği bozmadı yine de moralimizi, hedeflerimizi.
Arvalap Adasına bu kez Kılıç Ali Paşa Caminin minberinin hemen altındaki dehlizden yol almaya başladık. Yakın zamanda Ertuğrul ile Süperman’in ölümsüzlüğü üzerine bir konuşmamız olmuştu. O da duymuş ki Ölümsüzlük Suyu diye bilinen Ab-ı Hayat Suyu Arvalap Adasında yer almaktaymış. “Fehmi Abi, beni oraya götür” dedi.
Dedim “bu ölümsüzlük arayışları batı kafasının işleri. Her nefs ölümü tadar! Biz buna inanırız. Dünya imtihan dünyası. Takma kafanı böyle şeylere. Hem bir iyiliğe sebep olursan ya da bir kötülüğe, o iyilik ve kötülük devam ettiği sürece ruhun bedenden ayrılsa da amel defterin açık olur ve karşılığını kıyamete kadar alırsın.”
Sonra başladım ona batının bu ölümsüzlük hikayelerinin arka planlarını anlatmaya. İsa nasıl ölümsüz ise kendileri de nasıl ölümsüz olacaklarının arayışına girmişlerdir.
"Longinus’un Mızrağı" ya da "Kutsal Mızrak", çarmıha gerili olan İsa’nın göğsüne saplandığı söylenen mızraktır. İncil’in anlatısına göre; İsa’nın çarmıha gerildiği Cuma gününde Yahudiler, Romalı Vali Plate’den, kendisiyle birlikte çarmıha gerilen hırsızlarla birlikte (çarmıha germe cezası sadece aşağı sınıflardan olanlara ve yüz kızartıcı suç işleyenlere, aşağılayıcı bir ceza olarak uygulanıyordu) cesetlerinin kutsal gün Cumartesi de asılı kalmaması için kaldırmasını istemişlerdi; ancak çarmıha gerilen insanların ölümleri birkaç günü alabiliyordu. Ölümlerini hızlandırmanın bir yolu, kurbanın bacaklarını kırmaktı. Bu şekilde hırsızların ölümleri hızlandırılmıştı. Sıra İsa’ya gelince, onun zaten ölmüş olduğunu gören bir asker (Longinus), bunu arkadaşlarına göstermek için mızrağını İsa’nın göğsüne sapladı. Artık onun bacaklarını kırmaya gerek kalmamıştı.
Bu eylem, Hıristiyanlar tarafından bir kehanetin gerçekleşmesi olarak kabul edilir; çünkü kehanete göre Mesih bıçaklanacak; fakat kemikleri kırılmayacaktı. Bu mızraklama olayı, onun ölümünün ve üç gün sonra da dirilmesinin delili olarak kullanılagelmiştir. Öte yandan İncil’de haber verilen bir kehanetin gerçekleşmesine hizmet ettiği için de Longinus’un mızrağı kutsal ilan edilmiştir.
Günümüzde bu hikayede kullanıldığı varsayılan birçok mızrak mevcuttur. Bunlardan gerçeğe en yakın mızrak olarak kabul edileni Viyana’nın, Avusturya, Hofburg Müzesi’nde muhafaza edilmektedir. Mızrağın ilk defa 4. yüzyılda Hıristiyanlığı ilk kez Roma’nın resmî dini hâline getiren Roma İmparatoru Büyük Konstantin tarafından kullanıldığı kabul edilmektedir. (Bugün kü Hristiyanlık inancı Roma’nın çok tanrılı din anlayışının harmanlanmasından ibarettir. Zeus Tanrı olur, Apollon İsa…Diğer tanrılar Azizlerin yerini alırlar.)
Bu mızrak etrafında oluşturulan efsaneye göre, bu mızrağa sahip olan dünyayı fethetme kudretine de sahip olur. Size karşısındaki düşmanları yaşamı boyunca korkudan tir tir titreten,gözüpek cesur bir savaşçıdan bahsetsem kızıl sakal unvanıyla tanınan bu tarihi şahsiyet kimdir desem, tabii ki Barbaros Hayrettin Paşa akla gelecek, Cezayir fatihi yürekli denizci. Yalnız benim bahsedeceğim kişinin denizle arası pek yok ama yine de yolu tıpkı Hayrettin Paşa gibi, Anadolu’dan geçen biri: Friedrich Barbarossa.
Yaklaşık 820 yıl önce, Selahaddin Eyyubi’nin Haçlıların elinden Kudüs’ü alması üzerine Avrupa’da yeni bir Haçlı seferi düzenlenmesi gündeme gelir. Papa’nın çağrısına ivedilikle cevap veren Kutsal Roma Germen İmparatoru bu sefere katılacak Alman haçlılara komuta edeceğini halka ilan eder. Ancak bu haçlı seferi sırasında müttefikleri İngiliz kralı Richard ve Fransız kralı Philippe August göreceli olarak, daha az tehlikeli olan deniz yolculuğunu tercih ederken Friedrich bilinmezliklerle dolu karayoluyla Kudus’e ulaşmayı planlar. Ve 11 Mayıs 1189 yılında yaklaşık yüzbin kişilik bir orduyla Almanya’dan yola çıkar, Haçlı ordusunun Bizans topraklarında bulunmasından Bizanslılar hoşnutsuzdur ancak bugüne kadar toplanmış en kalabalık Haçlı ordusunun karşısında barışçıl davranmayı tercih ederler. Bizans imparatoru 2. İsakios Friedrich’ten Trakya’dan Anadolu’ya geçişte Çanakkale boğazını kullanmasını rica eder. Barbarossa bu isteği kırmayarak Constantinople yerine Gelibolu’dan Anadoluya geçerek sefere devam eder.
Anadolu Selçuklu hükümdarı 2.Kılıçarslan da bu orduyla savaşmak niyetinde değildi, Alman imparatorluğuyla bu konuda anlaşma sağlar. Ancak haçlı ordusu Konya önlerine geldiğinde işler değişir ve Haçlı ordusu Konya’yı beş gün süreyle zapteder. Bazı kaynaklara göre bunun nedeni 2. Kılıçarslan’ın oğullarının yaşlı babalarının yaptığı bu anlaşmayı tanımak istemememesi ve Haçlılarla savaşma niyetinde olmalarıdır. 5 günlük işgalin ardından Haçlı ordusu Mersin’e doğru yollarına devam ederler.
Alman Haçlı ordusu Silifke civarına geldiği zaman hiç beklenmedik bir olay olur ve İmparator I. Friedrich Barbarossa Göksu Irmağı içinde boğularak ölür. Bunun nedenleri çeşitli şekillerde anlatılmıştır. Bazı tarihçilere göre İmparator yıkanmak için ırmağa atlamış ancak hızlı su akışına karşı koyamayıp boğulmuştu. Bazı tarihçilere göreyse atının sürçmesi sonucunda ırmağa düşmüş ve çok ağır zırh giydiği için yahut başını bir kayaya çarptığı için suya batarak boğulmuştur. Bu olay üzerine ordu dağılmış ve çoğu geri dönmüştür. Barbarossa kendisi suya düşe düşmezden önce elindeki mızrağını düşürmüştür.
Birgün rafting yapmaya yaklaşık 260 km uzunluğundaki Göksu nehrine gitmeye karar verirseniz veya herhangi bir nedenle yolunuz Slifke’den geçerse yeni yapılan duble yolun hemen yanında bu büyük Alman imparatorunun anıtı gözünüze çarpacaktır.
Mızrağın önemli savaşçılar tarafından kullanıldığı kabul edilmektedir, bu savaşçıların arasında Theodosius´un, Roma´yı yağmalayan Alaric´in, 733´de İslam savaşçılarının ilerlemesini durduran Charles Martel´in, Büyük Kral Charlemagne’nin ve Alman Barbarossa’nın. Mızrağın çevresinde oluşan efsane öylesine gelişmiştir ki, ele geçirenin dünyayı fethedeceğine inanılmıştır. Napolyon, Austerlitz Savaşı´nın ardından mızrağın bulunması ve kendisine getirilmesini emretti ama mızrak kent dışına kaçırıldı ve Napolyon´un eline geçmesi yaşamlar pahasına engellendi. Efsaneye göre, elinde taşıdığı bu mızrakla 47 savaş kazandı, ölümünün nedeni bir kaza geçirmesiydi, elinden mızrağını düşürünce atından yuvarlanmış ve ölümcül bir yara almıştı.
Çeşitli kayıtlara göre Tapınakçılar, gizli bilgilere ulaşmayı başarmışlardır.Bu bilgiler, İsa'nın yaşamı Esseniler ile olan bağlantıları ve gnostiklerle ilgilidir.Ayrıca Musa'ya verildiği söylenen tabletlerde bulunmuştur.Bütün bu bulguların yanında – ahit sandığı ve Longinus'un mızrağı da olma ihtimali güçlüdür.
15 Haziran 1098’de Antakya’da Peter Bartholomew adlı bir köylünün kendisine göründüğüne dair iddiasıdır. Haçlı askerlerini heyecanlandıran ve morallerini artıran bu haber, Antakya’daki Haçlıları kuşatan Türk komutan Kürboğa’nın kaybetmesinin temel sebeplerinden biri olarak anlatılmaktadır. Haçlıların 1098’de Antakya’yı kuşatması sırasında Peter Bartholomew adlı bir köylü, Kont Raymond’a ve Piskopos Adhemar’a gelerek Kutsal Mızrağın St. Peter Katedrali’nde gömülü olduğunu St. Andrew’nun kendisine aylardır bildirmekte olduğunu söyledi. Böylece, bu mızrakla ilgili efsanelerin yardımıyla Haçlı askerlerine, bütün Ortadoğu’yu Hıristiyanlaştırma hayallerini besleyen bir motivasyon aşılanmış oldu. I. Haçlı Seferi’nin bu bağlamda en önemli olaylarından biri, Kutsal Mızrağın yüzyıllardır elden ele dolaşan bu mızrağın büyülü bir gücü olduğuna inanılırdı. Söz gelimi İngiltere Kralı Arthur, “Kutsal Mızrak” adıyla bilinen bu büyülü mızrak sayesinde bir çok zaferler kazanmıştı. Kelt gelenekleri kutsal mızrak efsaneleri ile doluydu. İşte, Adolf Hitler de her gün bu mızrağın karşısında saatlerce durarak hayaller kurardı. Kendisinin de, geçmişteki krallar ve imparatorlar gibi, bu mızrağa sahip olunduğunda büyük zaferler kazanacağına ve daha da önemlisi, milyonlarca insanı egemenliği altına alacağına inanıyordu. 1938 yılında Hitler'in Viyana’yı işgal etmesindeki en büyük amaçlarından biri Habsburg hanedanına ait görkemli hazineyi ve en önemlisi de hazinenin içindeki Kutsal Mızrak’ı ele geçirmekti.
Hitler, bu mızrağı ele geçirmek uğruna Avusturya’yı işgal etti. 1796’da Nuremberg’te mızrağın da yer aldığı Roma İmparatorluğu hazineleri, güvenlik nedeniyle Viyana’ya gönderildi. İşgalden sonra Hitler’in eline geçti ve müttefiklerin saldırısına kadar altı yıl süreyle Almanya’da St. Catherine Kilisesi’nde tutuldu. 3. Ordu Komutanı General Patton ve müttefiklerle beraber 30 Nisan 1945’te Berlin’i ele geçirdiğinde mızrağı arattı ve buldu. Yapılan testlerden sonra mızrak, Viyana’ya yollandı. O tarihten bu yana Schatzkammer (İmparatorluk Hazinesi) ile beraber tutuluyor. En son 2003 yılında yapılan testlerde mızrağın M.S. 7. yüzyıla ait olduğu, ucunda yer alan çivi şeklindeki uzun parçanın da (İsa’nın gerildiği çarmıhtan alındığı düşünülen Roma Çivisi) M.S 1. yüzyıldan kalma olduğu anlaşıldı. Rivayete göre mızrağın el değiştirdiği gün Hitler’in intihar ederek kendini öldürdüğü gündür.
Mızrağın gücünün ardında ne var? Gücü gerçek mi? Sıradan bir eşyanın ötesine geçen bir enerjiyi gerçekten harekete geçiriyor mu? Savaşın güçlü ismi Amerikalı General George S. Patton böyle düşünüyor; savaşın ardından mızrağın kendisini büyülediğini söylemiş ve tarihsel araştırmalar yapmıştı. Ama hala kesin olarak ele geçirilmiş bir ipucu yok. Acaba mızrağın bir tür mistik gücü mü var? İncil ona özel bir yer vermiyor; göründüğü kadarıyla sadece bir Romalı´nın silahı. Belki de daha önemlisi, kuşkucuların dikkat çektikleri konu yani III. Reich´ın yıkılışıdır. Hitler´in mızrağı yitirmesinden önce, mızrağın gücü sahibinin kafasında çoktan yok olmuş, tükenmişti. Hitler, artık Kutsal Mızrağa inanmıyordu.
Üçüncü Reich’in gizli tarihine merak duyanların özel ilgi alanlarından biri de, Hitler’in “Spear of Destiny”e (Kader Mızrağı) olan düşkünlüğüdür. Longinus’un mızrağı olarak da bilinen bu silah, Avusturya İmparatorluk Müzesinde bulunmaktadır ve iddialara göre çarmıhtaki İsa’nın böğrünü deşen mızrak budur.
1913 yılında Adolf Hitler, Viyana sokaklarında suluboya resimler satarak geçimini sağlarken, soğuktan donmamak için sık sık Hofburg müzesine giderdi. Müzedeki onca değerli eşya arasında bir tanesi vardı ki bu çok dikkatini çekiyordu. Bu, Hz.İsa'nın çarmıha gerildiği sırada bir Romalı askerin ona sapladığı öne sürülen bir mızraktı. Mızrağa sahip olanın dünyaya da egemenlik kurmaya başlayacağına inanılmaktadır, nitekim Hitler 1938 yılında Viyana'ya girip mızrağı ele geçirdikten 1 yıl sonra Polonya'yı işgal etmiştir ve 1945 yılında intihar ettikten sonra mızrak Amerikanın eline geçmiştir ve bu olayı takiben birkaç ay sonra Amerika atom bombasını keşfetmiştir.
Bu mızrağı tüm Avusturyalı Kutsal Roma İmparatorları yanlarında savaşa götürmüşlerdir. Walter Stein, Hitler’in bu silah tarafından adeta büyülendiğini ve Longinus’un mızrağına sahip olunca Nazilerin dünya egemenliğinin ve Hıristiyanlık üzerindeki zaferlerinin kesinleşeceğine inandığını yazmaktadır. Bu silahın Hitler için ne denli önem taşıdığı belli değildir, çünkü sonunda mızrak Nazilerce ele geçirildiğinde Hitler, en azından herkesin arasındayken hiçbir ilgi ve sevinç göstermez.
Nazilerin kayıp kutsal eşyalara, özellikle Hıristiyanlığa ait olanlara, özel ilgi besledikleri bilinmektedir. Edilgenlik, eşitliğe inanç gibi Batı uygarlığını yozlaştırdıklarına inandıkları tüm değerlerin yabancı ve Doğulu bir din olan Hıristiyanlıkça Ari ırka zorla yutturulduğunu düşünen Nazilerin, Hıristiyanlık karşıtı bu güdüleri göz önüne alınınca, Hıristiyanlığın kutsal eşyaları için bu ilgileri oldukça şaşırtıcı duruma gelir.
1923 yılında Hitler misyonu için hazırlanırken, Almanya’da başka bir önemli olay daha oluyordu. Thule örgütünün anahtar üyeleri, Aleister Crowley’in Locası“Astrum Argentinum” (İlluminati’nin Gümüş Yıldızı Tarikatı) ile birlikte“Phisummum” denilen ortak bir gizli projeyi yürürlüğe sokmuşlardı. Bu proje ve gizli tarikatın bütün amacı “Zaman Yolculuğu”nu gerçekleştirmek idi. Bu projeyi yürüten gizli örgüt,Thule’nin içindeki çekirdek kadronun oluşturduğu, “Kara Güneş Tarikatı” idi. Bu arada şunu da belirtmeden geçmeyeyim, gerek Thule, gerekse Vril örgütü, bugün hem Almanya’da hem de dünyada mevcuttur ve faaliyetlerine devam etmektedir.
“Phisummum” projesinde, “Kara Güneş Tarikatı”, “Kutsal Kase”yi (Graal) geçmiş yüzyıllardan günümüze getirerek, “Deccal”in yardımcılarının eline bir güç olarak vermeyi düşünmüştü. Bu majikal işleme, Aleister Crowley ve diğer büyücüler de katılmıştı. Bu büyücülerden bazıları yüksek rütbeli Nazi’lerdi.
Bu işlem sırasında “Longinus’un Mızrağı”, majikal güç kaynağı olarak kullanılmış ve sex majisi de uygulanmıştı. Sonuçlarını “Kara Güneş” örgütünün kontrol ettiği bu majikal işlemler sonunda, zamanda küçük fakat çarpık bir pencere açılmıştı.
Mızrağın asıl kerametine gelince…Mızrak ile döşü yarılan İsa’nın kanı akmıştı. Çarmıhtaki İsa’nın akan kanını Romalı asker bir kadehe doldurur ve içer. Bu batı için normal bir durumdur. Batı tarihi bu tür vahşiliklerle doludur. Hatta yakın zamanda Amerikan seçimlerinde bir Pizzagate skandalı patladı ki akıllara seza. İddia o ki 8-10 yaşındaki çocuklar bir ayin odasında başları gövdelerinden alınır, kanlar içindeki ölü bedenlerine tecavüz edilir.
Romalı askerin kullandığı kadeh güya İsa’nın son akşam yemeğinde kullandığı kadehtir. Sonrası malum. İsa’nın dirilmesi olayı. İşte bu olaydan yola çıkarak Kutsal diye adlandırılan kadehin peşinden koşmaya başlar batının tarihi. Tapınakçılar, masonlar filan derken…Dert ölümsüzlüğü elde etmektir.
Gelelim Ab-ı Hayat suyuna…
İnsan her zaman uzun yaşamak, hatta hiç ölmemek ister. Ölümsüzlük suyunu arayan kahramanların serüveni, en eski efsanelerde geçer. Hazreti Hızır'ın bu sudan içtiği söylenir. Abı hayat nedir? Nerededir? Hazret-i Hızır hâlâ hayatta mıdır? Âb-ı Hayat, Farsça hayat suyu demektir. İçenin ölümsüzlük kazanacağına inanılan sudur. Saf ve berrak su için de kullanılır. İnce ve derin mânâlı söz için de kullanılır. Bir şeyin kıymetini ifâde etmek için de kullanılır. Âb-ı Hızır, Âb-ı Zindegânî, Âb-ı Bekâ, Aynü'l-Hayât, Nehrü'l-Hayât da denir. Ölümsüzlük, acaba insana uygun bir vasıf mı? Ölümsüzlük suyundan içen birinin, sevdiklerini hep kaybedince, büyük bir bedbahtlığa düştüğü hikâye edilir.
Kur'an-ı Kerîm'de Hazret-i Musa ile Hızır aleyhimesselâm kıssası anlatılırken âb-ı hayata bir ima vardır (Kehf, 60-82). Hazret-i Musa ve genç arkadaşı Yûşâ, çalışarak elde edilemeyen, ancak Allah tarafından ihsan edilen ledünnî ilme sahip Hızır'ı aramak üzere Mecma'ül-Bahreyn'e, yani iki denizin birleştiği yere doğru yola çıkarlar. Yanlarına azık olarak aldıkları tuzlu balığın canlanıp denize atlaması üzerine buluşma yerine geldiklerini anlarlar. Su, hadis-i şerifte bildirildiğine göre, balığa değip canlandırmıştır. Hazret-i Musa, bu hâdisenin olduğu yerde Hızır ile buluşup fevkalâde şeylere şahit olacağı gezintiye çıkar. Buhârî, "Mecmaü'l-Bahreyn'den maksat hayat pınarıdır" der. Burasının İstanbul olduğunu söyleyen, Boğaz'daki Yuşa Tepesi'ni de delil gösteren rivayetler de vardır.
Bu sudan içen kimsenin uzun yaşayacağı veya ölümsüzlüğü elde edeceğine inanılır. Tefsirlerdeki rivayete göre, İskender-i Zülkarneyn, "Karanlıklar Ülkesi"nde bununan hayat suyunu işitip aramaya karar verir. Hızır diye anılan halazadesi Elyesa'nın refakatinde ordusu ile yola çıkar. Yolda fırtına yüzünden ordudan ayrı düşerler. Karanlıklar ülkesine gelince Zülkarneyn sağa, Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar. Günlerce yol aldıktan sonra, Hızır ilâhî bir ses duyar ve bir nur görür. Orada âb-ı hayâtı bulur. Bu sudan içer ve yıkanır. Böylece hem sonsuz bir hayata kavuşur ve hem de fevkalâde güçler kazanır. Sonra Zülkarneyn'le karşılaşır. O da, âb-ı hayâtı ararsa da bulamaz ve bir müddet sonra vefat eder. Halk edebiyatındaki İskendernâmeler bu mevzuya dair tafsilatla doludur.
Bir başka efsanede, İskender, âlimlerden âb-ı hayatı öğrenir. Onu aramak üzere ordusuyla yola çıkar. Askerlerini kaybeder. Yalnızca aşçısı kalır. Aşçı elindeki tuzlu balığı yıkamak üzere bir çeşmenin yanına gider; balığı yıkayınca canlanır. Aşçı da vaziyeti anlayıp sudan içer. Başına gelenleri İskender'e anlatır. iskender, tarif edilen çeşmeyi bulamaz. Aşçıya kızıp, öldürmeye çalışır. Öldüremeyince de boynuna taş bağlayıp suya atar. Aşçı bir deniz cinnine dönüşür. Kur'an-ı kerimde Zülkarneyn'in bir sudan geçerken askerlerine "Kim bu sudan içerse benden değildir!" dediği anlatılır. Burada acaba âb-ı hayata işaret mi vardır? Ölümsüz insan var mı?
Halk arasında Hızır ile İlyas adında iki aziz zâtın, âb-ı hayat içerek ölümsüzlük kazandığına inanılır. İlki karadakilerin, ikincisi denizdekilerin kurtarıcısıdır. Zaman zaman ehil kimselere gözükürler. İnsanlar bu iki zâtı görmeyi büyük bir lutf sayar. Mayıs'ın 6'sında buluşup, mantar közleyip yerler. Bu güne Hızırilyas denir. Bütün bu halk inanışları bir yana, Kur'an-ı kerîm, Hazret-i Peygamber'den önce kimsenin ölümsüz kılınmadığını söyler (Enbiyâ suresi, 34). Hazret-i Peygamber de vefatlarından bir ay evvel, "Şu anda yeryüzünde bulunanların hiçbiri yüz sene sonra hayatta kalmaz" buyurmuştur. Bu sebeple İmam Rabbânî gibi âlimler, Hızır ve İlyas aleyhisselâmın vefat ettiğini; ancak ruhlarının bedene girerek insanlara yardım ettiğini söyler. Hızır'ın hayatta olduğunu söyleyenlerden bazıları, "Hazret-i Peygamber, öyle buyurduğunda, Hızır yeryüzünde değil, su yüzünde idi" der. Muhyiddin Arabî'nin hârikulâde sözleri, hep Hızır'dan öğrendiği söylenir. Tefsirlerde, Hızır ve İlyas, Benî İsrâil'den iki peygamber olsa gerektir, diyor.
Âb-ı hayatın tasavvufî manaları da vardır. Allahü teâlânın Hayy (hayat verme) isminin tecellisine delâlet eder. Hayy isminin sırrına erenler, âb-ı hayât içmiş olurlar. İmam Rabbânî der ki: Evliyânın bâtınları, kalbleri âb-ı hayâttır. Bir katre (bir damla) tadan, ölümsüz hayâtı bulmuş ve sonsuz seâdete, mutluluğa kavuşmuş olur. Mevlânâ, Divan-ı Kebîr'inde üstadı Şems'i âb-ı hayata benzetir. "Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalır derler/Meğer Hızır, İlyas ola âb-ı hayât içmiş gibi" mısraları bu hakikata işaret eder. Son devir âşıkları, "Zemin, ne kadar zulmet (karanlık) içinde oldu!" diye şikâyet etmiş; sonra da "Lâkin âb-ı hayât zulûmâtta (karanlıklarda) bulunur" diye teselli olmuşlardır. Nitekim zahmet etmeden, rahmete kavuşulamaz. Zeyneb Hanım adında bir hanım Osmanlı şairi de der ki: Âb-ı hayât olmayıcak kısmet ey gönül/ Bin yıl gerekse Hızır ile Seyr-i Skender et! [Ey gönül, nasib değilse eğer, kavuşamazsın sen âb-ı hayata/Hızır ile İskender'in dolaştığı yerleri bin yıl dolaşsan da!]
Sümerlerin Gılgamış Destanı, âb-ı hayat üzerinedir. ME 2700'lerde yaşamış Kral Gılgamış, Tufan'dan kurtulan ve hikâyesi Hazret-i Nuh'a benzeyen ölümsüz tek insan Utnapişim'i bulmak için yola düşer. Çok zahmetler çektikten sonra bulur. Utnapişim, uzakta, nehirler ağzında, denizin dibindeki bir bitkinin adını verir. Gılgamış o yeri bulur; buz gibi suya dalar; bitkiyi koparır; ama biltinin güzel kokusunu alan bir yılan otu kapıp kaçar. Gılgamış "Ben onu memleketimin yaşlılarına götürecektim" diyerek ağlar. Memleketine eli boş döner.
Evliya Çelebi'ye bakarsanız, âb-ı hayat Anadolu'dadır. İskender, bu suyu bulduğu yere cennet suyu manasına Çabakçur demiş ve buraya bir kale inşa ettirmiştir. Bir avcı, vurduğu kekliğin bu suya düşünce canlandığını görür; ama sırrı ifşa edince, su bin parçaya bölünür. İşte Bingöl hikâyesi.
1513'te Florida'ya çıkan İspanyol kâşif ve Porto Rico valisi Juan Honce de Leon, yerlilerden işittiği bir efsanenin ardına düşer ve içenlerin gençleştiği Gençlik Çeşmesi'ni bulur. Burası şimdi bir millî park ve kaplıcadır.
***
Ertuğrul ile Arvalap Adası yolculuğuna gelince…
Hadi onu da başka bir zaman anlatayım.
Manyak bir macera sizi bekliyor olacak.
FEHMİ DEMİRBAĞ
12 EYLÜL' DE 15 YAŞINDA BİR ÇOCUKTUM

Çocukluğumdan arta kalan belleğimde, siyaset mef'umu ilk evimizdeki duvar panosunda resmi bulunan Menderes ile nakşedilmişti. Bir de rahmetli babamın adını ağzından düşürmediği Selametçilerin başı olan Erbakan ile. Sonraları Karaoğlan Ecevit'i tanımıştım. İlanihaye isimler ne de çok artmaya başlamıştı ki, dönemin şartları gereği kendimi sağcı ya da solcu olarak ifadelendirmem gerektiği hususunda toplumsal bir baskıya da maruz kalmıştım. Deniz Gezmiş ismi beni solcu yapacaktı yapmasına da ben sağ elini kullanıpta bu elin hayrına inananlardan olarak içim elvermiyordu solculuğa...

Falan filanlı süreçlerde bir de Kurt Wildeim ismi siyasetin dış kulvarında duyduğum isimlerden biri olarak çok alengirli gelmeye başlamıştı; Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri. Çilli surat Jimy Carter...Amerikan Devlet Başkanıydı o zaman. Mısır İsrail anlaşmaları konusu gündemdi. Enver Sedat' sa Mısır'ın başındaki isimdi, ben ona sonra çağın firavunlarından biri nitelendirmesi yapacaktım.

12 Eylül'le nihayetlenecek berbat bir çocukluk ve gençlik günleri...
Sonrası İslamizasyonun etkileri...
Modernizmin kıskacı...
Ortadoğunun New Age işgal senaryo ve uygulamaları...
Fetö mü dersin, pekaka mı? İşid mi, cart curt niceleri mi?

Ki sanırım travma silsilesi. Dededen babaya babadan oğula oğuldan toruna makus talih zinciri. Hayatlarımızda...Hele ki yakın tarimiz!

Ki biz çerkeziz,
sürgüne değin,
aralıksız kavgadayız rusla,
ikiyüzelli yıllık kanlı fasıla, ah nasıl bir travma!
...
sürgün yolunda,
karadenizde balıklara yem
ah dedem, vah nenem!
...
sürgün sürgünü olan biz torunlara,
berbat bir hatıra,
ya da travma!
hasılı,
kursağımızda,
yer yok balıklara!
...
cennet mekan,
kızıl sultan!
ya da bence ulu hakan,
hürriyet ordusunca,
veda edince payitahta,
hep travma hep!
...
selanik, teselya!
teselli, çanakkalede!
trablusgarp...memleket harap!
bingazi; milyonlar ya şehid, ya gazi!
arabistan çölleri,
kardeş ihanetleri...
yemen!
yemin!
ah; muhammedül emin;
yetim ümmetin!
...
travma...taravma!
ümmet ki kadavra!
...
sonra...
yeni umutlar...
yeni bir devlet baba daha!
bir üvey koca anadoluma!
...
kurulan cumhuriyetin,
modernitenin;
fabrikalarında gıcırdayan bir dişli dedem,
babamın çalınan gençliği peşisıra...
ve benim!
hep travma...hep!
...
15 mayıs 1990
mondros, sevr, lozan, montrö,

ben böyle anlaşmalardan anlamam ki,
benim anlaşmazlığım arkadaşımla,
misketlerimi aldı elimden,
hemde gözümü morartarak...
...
moralim çok bozuk,
üstelik uçurtmamda tellere takıldı ...
...
24 mayıs 1991
bugün okula devlet baba psikolog gönderdi,
travmatik sendrommuş,
altımı ıslatmamın nedeni.
...
karıştırırken, eski günlüklerimi
buldum bu satırları...
aradan geçen onca zamandan sonra,
okudum adam oldum;
bir bankada memurum şimdi.
...
vietnam sendromu ile,
saldıradursun amerikanya,
dünyanın dörtbir yanına,
kırsın döksün dörtbir yanı,
anlayan yok bizim hasanı!
şiddetse şiddet,
bizimkinin de lisanı!
...
bankada memur hasan,
yaz dedi fehmi abi,
kısaca beni de yaz!
...
özetle beni,
başımdan geçeni!
...
vatikanın bankasında veznedar hasan,
dar gelince dünyası,
bir rakı sofrası sonrası,
atışmışlar karısıyla...
...
yetmeyince maaş geçinmeye,
bahane olmuş karısının eceline!
...
ya gelirlerimize göre geçiniriz...
ya geçimlerimize göre kazanç ediniriz...
...
kanser hastası bir yakınımı,
gittiğimde ziyaretine bir özel hastaneye,
orda tanıdım hasanı.
eşini tartışmada öldürünce,
intihara kalkışmış aklı başına gelince...
nasıl bir akılsa,
akıl alası değil,
millet kafayı yemiş,
kimsede farkında!...
...
hasana göre,
musibetlerimizin tek sorumlusu,
yüzyılın korkusu;
insanlığa,
kabilden kalan,
genetik miras,
topyekün travma!
...
dedim saçmalama,
topu taca atma,
başkasını suçlama!
bırak kabilin davasını da,
kendine iyi bir avukat bul!
bir de rabbimden aflanmaya,
bir tevbe kapısı!
...
geçmişi bilmek iyi bir şeyde,
en iyisi haddini bilmek!
...
yazdım dedim hikayeni hasana az önce,
uzun süren telefon görüşmesinde!
şeytani tavrından uzaklaş önce,
suçlama kimseyi kendince!




fehmi demirbağ

3 Eylül 2018 Pazartesi

ANLAMIYORUM-ANLAYAMIYORUM
Yavuz Sultan Selim’in kafasına takılan ve onu yoran bir soru vardı.
Bir devlet ne zaman çöker ve sonunda ne olur?
Bunun cevabını almak için dönemin ünlü Türk alimi Yahya Efendi’ye Sadrazamı gönderdi. Sadrazam gitti sordu ve döndü.
Yavuz, ne dedi? Diye sorduğunda cevabı söylüyor ;
“Neme lazım dendiği zaman.”
Yavuz, “Başka bir şey söylemedi mi?”
“Hayır efendim. Bir tek cümle söyledi.”
Bunu uzun bir süre düşünen Yavuz, sonunda ünlü alime mektup yazıyor, bunun açıklanmasını istiyor. “Çeşitli yorumlar yapıyorum, ama doğrusu nedir, onu ancak siz söylersiniz” diyor.
Ve ünlü alim Yahya Efendi de mektubu yazıp Yavuz’a gönderiyor. Bu mektup şu anda Topkapı Sarayında sergilenmektedir.
Mektup şu:

“Bir devlette zulüm yayılırsa, haksızlık sıradan bir hale gelirse, işitenler de neme lazım deyip uzaklaşırsa, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yerse… Bilenler bunu söylemeyip susarsa ve gizlerse… Fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryadı göklere çıkar, bunu da taşlardan başkası işitmezse… İşte o zaman devletin sonu görünür.
Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır. Halkın güven ve saygısı sarsılır. Asayişe itaat hissi kaybolur. Halkın umutları yok olur, böylece çöküş mukadder hale, kaçınılmaz hale gelinir.”
Bu mektup, 500 sene önce yazılmış;
“Devlet nasıl biter ve çökertilir?”
***
Tahliller kötü...
Teşhis yanlış...
Tedavi cevap vermiyor!
Son üniversite sınavında "Türk dili ve edebiyatı 24 soruda 4,743 ortalama, tarih-1 10 soruda 1,617 ortalama, coğrafya-1 6 soruda 2,271 ortalama, tarih-2 11 soruda 1,465 ortalama, coğrafya-2 11 soruda 2,856 ortalama, felsefe grubu testinde 12 soruda 2,017 ortalama, din kültürü ve ahlak bilgisi veya ek felsefe grubu testinde 6 soruda ortalama 2,098, matematik 40 soruda ortalama 3,923, fizik 14 soruda 0,467 ortalama, kimya 13 soruda 1,109 ortalama, biyoloji 13 soruda 1,669 ortalama." verilen cevap ile yerleştirmeler yapıldı.
Bu tablonun fecaat olduğunu belirtmekle birlikte eğitim sistemimizin alarm verdiğini de söylemeden edemeyeceğim.
**
Millet imansızlık ve ahlaksızlık batağına sürüklenirken bütün enerjilerini cemaatleri eleştirmek üzerine yoğunlaştıranları anlamıyorum.
Kendi devletinin hatalarıyla boğuştukları kadar küfre karşı tavırsız ve duyarsızlık gösterenleri de anlamıyorum.
Milli ve yerli değerleri üretmenin derdine düşmüş 3-5 kişiyle cebelleşeceğine batı kültürünün olumsuz etkilerinini bertaraf etmesi gerekenlerin lüzumsuzluklarını da anlamıyorum.
Elinde etki ve yetki bulunduğu halde hiçbir şey yapmayıp salt eleştiri yapanları da anlamıyorum.
Özellikle çocuklarımız ve gençlerimize yönelik çaba göstermesi gereken makam sahiplerinin sessizliğine de anlam veremiyorum.
Üniversitelerimiz başta olmak üzere, siyaset, diyanet, adalet, eğitim ve kültür adamlarımızın hiçbirşey yokmuş ve herşey tıkırındaymış gibi gaflet, delalet belki de ihanet içinde olmalarına da anlam veremiyorum.
Bugün var yarın yokuz...Hiç ölmeyecek gibi yaşayanlara da şaşarak anlam veremiyorum.
Nasıl olsa öleceğiz deyip dünyayı kavramak istemeyen kafalara da hem acıyor hem de anlam veremiyorum.
Erdemli bir insan olmak yerine "bir daha dünyaya basılsa gelmeyeceğiz, vur patlasın çal oynasın" diyen düşünce sahiplerine de anlam veremiyorum.
Kişinin özgürlüğünün başkasının özgürlüğünün başladığı yerde bitmesine rağmen, başkalarını hiçe sayan hayat anlayışını da anlamsız buluyorum.
İyiliğin yaygınlaşması ve kötülüğün önüne geçilmesi gerekirken "banane" anlayışındaki bir bencilliği önceleyen sistemi de anlamıyorum.
Eliyle, diliyle, beliyle kendisinden emin olunması gereken insanlarınn aksi bir yaşam tarzında nefes aldıkları halde utanmadan bir de kendilerini bulunmaz hint kumaşı sanmalarını da anlamıyorum.
İğneyi kendisine, çuvaldızı başkasına batırması gereken biz insanların dünyadaki diğer mahlukata karşı zulümlerine de bir anlam veremiyorum.
Anlamıyorum, anlayamıyorum...
Cehaletleriyle ve günahlarıyla böbürlenenleri,
Kibirlenenleri,
Zalimlik yapanları,
Tevbeye meyletmeyenleri...
Anlamıyorum, anlayamıyorum;
Şeksizlik ve şüphesizlik noktasındaki, ol deyince olduran bir rabbe iman ettiklerini söyleyip te bir imansız gibi yaşamalarını.
Kafalarını ve gönüllerini kilise kurallarıyla doldurup ta müslümanlık cakası satanları...
Anlamıyorum...
Anlayamıyorum...
Tarihten ibret almayanları...
Geleceği planlayamayanları...
Hayal kuramayanları!
Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla
Rahmân Kur'an'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti. ﴾1-4﴿
Güneş ve ay bir hesaba göre (hareket etmekte) dir. ﴾5﴿
Bitkiler ve ağaçlar secde ederler. ﴾6﴿
Göğü Allah yükseltti ve mîzanı (dengeyi) O koydu. ﴾7﴿
Sakın dengeyi bozmayın. ﴾8﴿
Ölçüyü adaletle tutun ve eksik tartmayın. ﴾9﴿
Allah, yeri canlılar için yaratmıştır. ﴾10﴿
Orada meyveler ve salkımlı hurma ağaçları vardır. ﴾11﴿ Yapraklı daneler ve hoş kokulu bitkiler vardır. ﴾12﴿
O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz? ﴾13﴿
Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı. ﴾14﴿
Cinleri öz ateşten yarattı. ﴾15﴿
O halde, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz? ﴾16﴿
Anlayamıyorum;
Apışarası ve işkembe merkezli bir hayatı nasıl tercih ettiğimizi?
İş işten geçmeden anlarız inşallah!
FEHMİ DEMİRBAĞ
BEYAZ ADAM DUNYAYI KARARTTI

Kızılderililer son derece sade, dürüst ve eli açık insanlar. Herhangi birinden sahip olduğu herhangi bir şey istenince hemen veriyorlar. Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar. Amerika Kıtasında Ekim ayının ikinci pazartesi “Kolomb Günü”dür. Şenliklerle, şölenlerle kutlanır..Tıpkı bizim “İstanbul’u Fetih Günü” gibi.. Bazı ülkelerde milyonlar, çılgınca eğleniyor.. Peki kutlanan ne?..
1492 yılında Cenovalı kaşif Kristof Kolomb’un Nina, Pinta ve Santa Maria gemileri Amerika kıyılarına yanaştığında onları Arawak kızılderilileri karşıladı..Kızılderililerin inancında Tanrılar sakallıydı ve denizden gelmişlerdi.. Sakallı istilacıları görünce onları doğaüstü sandılar..Yüzerek selamladılar.. Mısır, patates ikram ettiler.. Atları, iş hayvanları, demir silahları yoktu.. Ama kulaklarına ince altın süsler takıyorlardı.. İşte o altınlar sonları oldu..
Kolomb kızılderililerle ilgili ilk izlenimlerini İspanya Kraliçesine şöyle yazmıştı..“Bu insanlar o kadar yumuşak başlı, barışsever ki, yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına Majestelerinizin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar; gerçi çırılçıplak dolaşıyorlar ama davranışları terbiyeli ve övgüye değer” Seyir defterine de şunları eklemişti. “Onlara kılıçlarımızı gösterdik. Demir silahları ilk kez gördükleri belli. Kesmenin ne demek olduğunu bilmediklerinden, bazıları kılıçların keskin tarafını tutunca ellerini kestiler. Bu insanlar ne herhangi bir mezhebe bağlılar ne de puta tapıyorlar. Kötülüğü tanımıyorlar, birbirlerini öldürmeyi bilmiyorlar. Hiç silahları yok…Kızılderililer son derece sade, dürüst ve eli açık insanlar. Herhangi birinden sahip olduğu herhangi bir şey istenince hemen veriyorlar. Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar. Komşularını kendileri kadar çok seviyorlar. Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar yoktur. Her zaman gülüyorlar.” Bir de not düşüyordu. “Bu insanların çalıştırılması, ekin ekmesi, gerekli her işe koşulması ve bizim (Avrupalalıların) gelenek ve göreneklerimizi benimsemesi gerektiği kanısındayım”
Ardından katliam başladı..Sakallı yabancılar altın ve değerli taş aramak için köyleri yağmaladı, yakıp yıktı.. Yüzlerce kadını, erkeği, çocuğu kaçırdılar..Kadınlara tecavüz ettiler..
Direnen erkeklerin kulaklarını kestiler, kafa derilerini yüzdüler..
Gemilerine atıp köle olarak satılmak üzere Avrupa’ya götürdüler. Kolomb’un 12 Ekim 1492’de San Salvador sahiline ayak basmasının üzerinden on yıl bile geçmeden bütün kabileler, yüzbinlerce insan yok edildi.. Ardından akın akın geldiler.. Tüm Amerika Kıtasını cehenneme çevirdiler.. Katliamlara papazlar da katıldı.. Katolik olmayı kabul etmeyen Kızılderili şamanları ayaklarından asılarak canlı canlı yakıldı..
Kolomb Amerika’ya vardığında dünya nüfusunun 5’te biri kızılerili idi.. Sayıları 70 milyonu geçiyordu.. 1492’den bugüne sadece 2 milyon kaldılar..
Dünya tarihinin en büyük soykırımını yapan Avrupalı istilacıların bu katliamı kitaplara şöyle yansıdı..” İspanyollar istilacılar her geçen gün daha kibirli oluyordu..Aceleleri varsa yerlilerin sırtına biniyorlardı..İspanyolların canavarlığı sınır tanımıyordu.. birgün ikisi de birer papağan taşıyan iki yerli çocuğa rastlayan iki papaz, papağanları aldılar ve sırf zevk olsun diye çocukların kafasını kestiler” / Las Casas
“Ben Küba’da iken üç ayda yedi bin çocuk öldü. Acıdan çılgına dönen bazı anneler bebeklerini nehirde boğuyorlardı… Böylece erkekler madenlerde, kadınlar ağır çalışma içinde ve çocuklar da süt bulamadıkları için ölüyordu… bu kadar büyük, güçlü ve verimli topraklar kısa sürede boşaldı. İnsanlığa o kadar yabancı olan tüm bunları kendi gözlerimle gördüm ve şimdi bile yazarken ürperiyorum.” / Las Casas
“Tanrı’nın hususi takdiriyle savaştan kaçan kızılderililerin tamamına yakını çiçekten öldürdük. Tanrı topraklarımızı temizledi” / Massachusetts Körfezi Kolonisi’nin ilk valisi John Wintrop
“Kızılderilileri yakıyorduk..Onları böyle ateşte kızarırken ve bu ateşi söndüren kan gölünde görmek korkunç bir manzaraydı, çürüyen cesetler ve bunlardan yayılan koku berbattı fakat zafer tatlı bir fedakârlık gibiydi..Bizlere olağanüstü yardımlarda bulunarak bu kadar gururlu ve kibirli bir düşmanı elimize düşüren, bu kadar çabuk bir zafer bahşeden Tanrı’ya şükranlarımızı sunarız.” / Plymouth Kolonisi’nin Valisi William Bradford
“Kızılderililerin hamal olarak kullanılmasını kınamıyorum. Ancak bir adamın bir domuza ihtiyacı varken 20 tane öldürüyordu. 4 Kızılderili’ye ihtiyaç duyduğunda bir düzine alıyordu. Metreslerini omuzlarda taşınan hamaklar içinde fakir Kızılderililer’e taşıtan birçok İspanyol vardı. Bu uygulamalar esnasında yerlilerin maruz kaldığı kötü muameleler, zararlar, soygunlar, haksızlıklar ve büyük kötülüklerin sayılması istense bunun sonu gelmez. Çünkü onlar için Kızılderilileri öldürmek, yararsız hayvanları öldürmekte birdi. ” / Cieaze de Leo
“Kızılderililerin eğer altını yoksa çocuklarını satarlardı. eğer çocukları da kalmamışsa kendi hayatlarını verirlerdi. Bu haraçları veremediklerinden ötürü Kızılderililer işkence acıları altında ya da gaddarca zindanlarda öldürülürdü. Zira İspanyollar onlara hayvani bir vahşilikle muamele ediyor ve onları hayvandan daha aşağı görüyorlardı.. Kızılderililerin cesetleri köpeklerin önüne yem olarak atılıyor, vücutlarından yaralara iyi gelebilecek bir yağ üretiliyordu. Kızılderili kadınlar sıra hâlinde direk ve ağaçlara, çocukları da onların ayaklarına asılıyordu.” / Papaz Motolinia
“Sırf eğlence olsun diye, kadın erkek demeden yerli halkın ellerini, burunlarını ve kulaklarını kesip kopardıklarını ve bunun bölgenin değişik yerlerinde defalarca tekrarlandığını kendi gözlerimle gördüm. Memeden kesilmemiş bebekleri annelerinin göğsünden alarak onları en uzağa fırlatma konusunda birbirleriyle yarıştılar.” / Bartolome de Las Casas
“Askerler pek çok Kızılderili’yi uykularında öldürdüler. Annelerinin göğüslerinden çekilip alınan bebekler anne-babalarının gözleri önünde kılıçla parçalanıyor ve bebeklerin parçaları ateşe atılıyordu. Kundaktaki bebekler beşikleri içinde parçalanıyor, kafaları eziliyor, en taş-yürekli adamın bile vicdanını sızlatacak bir vahşilikle öldürülüyorlardı..Bazı bebekler nehre atıldı, onları kurtarmak için anne ve babaları da suya atladı. Ama askerler ne çocukların ne de anne-babaların sudan çıkmalarına izin vermediler, hepsi boğuldu.”/
David de Vries
Kızılderili kadınları çocukları doğduğunda elleriyle onların ağzını kapatırlar.. Nefes alması için ellerini bir süre çekip, bebeğin tekrar ağlamasına fırsat vermeden aynı hareketi tekrarlarlar. Ağlamamak, gözlerini dünyaya açan bir Kızılderilinin aldığı ilk derstir..Beyaz adamdan kaçarken, kucaktaki bebeğin ağlaması her şeyin sonu demektir..
Dersini iyi alamayan bir bebeğin çıkaracağı ses, kurşun yağmurundan ölmek demektir.
Amerika Kıtası bugünlerde “Kolomb Günü” nü kutluyor..
Şenlikler, şölenler yapılıyor.. Milyonlar çılgınca eğleniyor..
Kolomb’tan bu güne 524 yıl geçti.. 524 yılda 70 milyondan fazla insan katledildi.. Bir kültür yok edildi.. Beyaz adamın bu eğlencesi(!), kızılderililerin sonu oldu..
ALINTI
EŞCİNSEL BİR ÇOCUĞUNUZ OLSUN İSTER MİSİNİZ?
Dinsizlik, ırkçılık, cehalet ve modernite sarmalında olan toplumumuzdaki en büyük tehlikelerden birisi de eşcinselliktir. Bu tehlikeye düşmüş çok sayıda insanımız bulunmakla birlikte her geçen gün doğumla çoğalmayan ama sosyal facialarımızın sebep olduğu bu türün artışına yeni yeni kurbanlar vermeye devam ediyoruz. Benim çocuğum bu tehlikeden uzak diye siz düşüne durun sosyal dokumuzun zehirlenmeye devam ettiği konulardan birisi de bu eşcinsellik konusudur.
Hiç kimse doğumhanenin önünde beklerken "nur topu gibi homonuz oldu" sedasıyla bir çocuk bulmaz kucağında.
Yeni kuşaklar bilmeyebilirler;
Bir zamanlar gerçek aydınların, Müslümanların çok esaslı ve temel bir meselesiydi;
“Dilimiz"e yönelik, organize bir şekilde gerçekleştirilen saldırılar…
Ve “Bir milleti yok etmek istiyorsanız önce dilini bozacaksınız, kültürünü yok edeceksiniz” temalı tartışmalar olurdu. “Dil”e sahip çıkmaya, onu yaşatmaya çalışanlarla, “Dil”i bozmaya çalışanlar arasında önemli bir mücadele vardı… Tabii ki bu “mücadele” de bir yönüyle kaybedildi diyebiliriz bugün için…
Bu çatışmanın “Batıcı” tarafında yer alan medya, devlet-resmî ideoloji desteğiyle bu işte büyük bir rol üstlendi;
Örneğin bir “sanatçı” ne kadar “çıplak-dekolte” giyinirse, bu malûm medyada;
“Cesur”
Diye nitelenir ve haber yapılırdı…
Böylece; Aslında, “çıplaklığın-soyunmanın” bir fahişelik değil, “cesaret”(!) isteyen bir iş olduğu ‘mesajı’ ilgili toplum bireylerine ulaştırılmış olurdu:
Hadi bakalım; kim daha çok soyunacak, kim daha “cesur” görelim dercesine piyasa oluşturulduğu da bir gerçek..
Yine; işte “..rospu” yerine “hayat kadını” denilmesi… ...rospuluğun kötü bir şey değil de bir çeşit ticaret olduğunu vurgulamak için onun da bir “meslek” diye yazılıp çizilmesi gibi…
“İbne” yerine “gay-eşcinsel” kelimelerinin yerleştirilmesi…
“Ahlâk” kelimesi yerine özellikle “etik” kullanılması…
Hatta bazı kelimelerin kullanılması, resmi kurumlardan gönderilen talimatlarla yasaklanır, onların yerine hangilerinin kullanılacağı dikte edilirdi…
Nihayetinde iş; tüm “siyasî” suçluların “terör” olarak tarif edilmesiyle devam etti…
Böylece; “İbne” ve “..rospu” bir küfür olmaktan çıkıp, “gey” ve “hayat kadını” oldu…
Böylece; bu “iğrenç” fiiller, sapıklıklar, tüm galizliklerinden uzaklaştırılıp, gayet “masûm” tercihlere(!) dönüştürüldü!
Bu azgınlığın ve sapkınlığın çok çeşitleri vardı…
İbnelik…
Orospuluk…
Transeksüellik…
Lezbiyenlik…
Şimdi hepsini bir tek şemsiye altında topladılar: LGBT…
Bunlara bir de “cicili bicili” renklerden oluşan –“gökkuşağının renkleriymiş- bir bayrak yaptılar… (Ne kadar “sevimli”(!) anlıyorsunuz değil mi?.. “Ayol bunlar cinsel tercihlerini kullanıyorlar, bunun neresi iğrenç, bayraklarına bir baksanıza.. Toplum olarak bunlara destek olmamız lazııııım…” mesajı ilgili yerlere ulaşmıştır her halde…)
Tabi insan fıtratını hedef alan bu iğrençliğin, tüm dünyada yaygınlaştırılması bir “proje” olarak uygulanıyor…
Bu işte de “Küresel Kraliyetçilerin” desteği var…
Başrollerinde “gay-ibne”lerin olduğu filimler, oyunlar, diziler… Onların “kahramanlaştırılması…”
Bunları ballandıra ballandıra anlatan, reklam eden medya…
Bunları sahiplenen siyasi partiler…
Sonra, bu iğrençliğin “dünya genelinde” örgütlenmesi ve dünyanın en aşağılık-en onursuz işine “onur yürüyüşü”(!) adının verilmesi? O şekilde arz-ı endam etmeleri... (Tek başına bu bile, bu iğrençliğe, bu onursuzluğa bu ismin verilmesi bile, olayın “organize” bir hareket olduğunu göstermeye yeterli aslında…)
Bütün bunlar, rastgele ve kendiliğinden oluşacak organizasyonlar olmadığına göre, “Küresel Kraliyetçilerin” bu işin arkasındaki parmak olduğunu göstermeye kâfi…
Olayın bir de bu boyutu var…
Küresel Kraliyetçilerin asıl amacı, dünyadan dinlerin –“Dinlerin” derken, aslında sadece İslâm’ın-etkisini kırmak, onları yeryüzünden silmek olduğu biliniyor. Dinlerin yerine kendi azgınlık ve sapkınlarıyla insanlığı esir almak ve köleleştirmek hedefleri olduğu da...
Hele şehirleşmenin yoğunlaşması ile yapılan 1+1 daireler...Günübirlik zina evleri...Karma eğitimin getirdiği facia...Üniversitelerin podyum ve cafeteryalara dönüşümü...Mezuniyet törenleri...
Aile, bileceğimiz üzere en mühim ve en küçük yapı taşıdır. Aile sistemine dâhil olan her çocuk, en büyük eğitim sürecine başlamaktadır. Okul eğitimde nasıl ki bir sistem vardır, aile eğitiminde de belli bir sistem olmalıdır. Bu noktada sistem, çocuğun mutluluğu, başarısı, neşesi vb. üzerine değil, huzur ve güven algısının gelişmesi üzerine olmalıdır. Burada anne ve babalara çok iş düşmektedir. Anne-babanın evdeki rolleri ve sınırlamaları iyi belirlemeleri, aile üyesi herkes bu rol ve sınırlamaları geçmemelidir. Bu noktada çocuğu bekleyen tehlike, annenin baba, babanın anne olmasıdır. Bu rol karmaşasına giren çocuk, hayatındaki huzur ve güven algısında ciddi sıkıntıya uğrayabilmektedir. Huzuru annede bulmak isteyen çocuk, oldukça sert, öfkeli, eleştirel, otoriter, evde tam yetki sahibi, tüm karar ve izinlerin yönetimi onda olan bir anne modeliyle karşılaştığında maalesef ki huzuru bulamayacaktır. Aynı şekilde tamamen yönetimi anneye bırakmış, aile işlerine çok karışmayan, en ufak bir izinde bile “Annenize sorun” şeklinde öğüt veren, çocuklarıyla sadece maddi iletişim kuran, çocukları çok muhatap almayan bir baba modelinde de çocuk, güveni bulamayacaktır.
Aile sistemi, demokratik olmalı; anne-baba ortak dayanışma içerisinde bulunmalıdırlar. İzinler ve kuralları belirleme noktasında anne-baba her ne kadar ortak belirlese de, kuralları takip etme ve kurallara uymasına teşvik etmede yahut izinler almada baba biraz daha ön planda olmalı, anne daha çok arada çocuğu rahatlatma noktasında yardım eden olmalıdır. Yani müdür baba, müdür yardımcısı anne gibi düşünülebilir. Bu noktada asıl amaç; kurallar, sınırlar ve izinlerin baba tarafından belirlenmiştir mesajını aldırtarak çocuğu güvende hissettirme; her türlü derdi, sıkıntıyı yaşadığında yanında olacağım ve yardımcı olacağım mesajı vererek çocuğu huzurlu hissettirmektir. Peki, anne güvenli, baba huzurlu hissettiremez mi? Hissettirir. Lakin en temel olarak bu rol ayrımını ve duygu hissettirme durumunu iyi yapmak gerekir. Özünde “bir hata yapacağım zaman babamdan çekindiğim için yapmam(güven), bir hata yaptığım zaman ilk annemle paylaşırım (huzur)” mantığını çocuğa oturtmak gerekmektedir. Bu huzur ve güven sistemi oturmadığı zaman çocuk, küçük yaşta birçok davranış sorunlarına yöneldiği gibi (tırnak yeme, alt ıslatma, yalan söyleme, gece uyuyamama vb.) ileriki zamanlarda hemcinsine yönelmeye de başlayabilmektedir. Genel huzur duygusunu hep babasında bulan ve annesiyle arasına set çekmiş bir erkek çocuk yahut genel güven duygusunu annesinde bulan ve babasıyla arasına set çekmiş bir kız çocuk, haliyle hemcinslerinin onu daha iyi anladığını, onu daha çok rahatlattığını ve onla daha çok zaman geçirmesi gerektiği mesajını doğurup büyütmektedir. Bu da karşı cinse karşı bir öfke, bir nefret bir mesafe beslemesi ve ondan uzak durması gerektiği gibi algıyı maalesef ki oluşturmaktadır.
1 – Karşılaştığım ve gözlem yaptığım kadarıyla, başta anne baba olmak üzere, insanlar; çocuk sevgisini abartıp olmayacak şeyler yapıyorlar. Bunlardan en bariz örneği, bir çocuğu severken dudaktan öpmektir. Çocuk, bir gelişim sürecindedir. Bu gelişim sürecinde, ailesinden duygularını nasıl ifade edeceğini öğrenir. Çocuk, sevgi duygusunu öperek ifade eden bir aileden “Seveceğim zaman öpmeliyim” mesajı alır. Bu noktada hemcins yahut karşı cins ebeveyni tarafından öpülen çocuk, kendi hemcinsine yahut karşı cinsine büyüdüğü zaman sevgisini öperek gösterecektir. Bu da mahrem sınırların sağlıklı oluşmamasıyla birlikte, hemcinsiyle olan ilişki düzeyini ayarlayamaması ve böyle bir akıma yönelmesini sağlayacaktır.
2 – Yine aynı şekilde, ebeveynlerin çocuk sevgisini fazlasıyla abartıp çocuğunu münasip olmayan yerlerinden öpmesi, okşaması, ısırması, elleriyle sıkması vb. gibi durumları, yine çocuğun cinsel kimlik gelişimine zarar vermekle birlikte aynı zamanda mahremiyet algısını ciddi anlamda zedelemektedir. Bu noktada münasip olmayan yerleri, cinsel organları olarak akla gelse de, çocuğun ayağının, göbeğinin, poposunun öpülmesi/ısırılması gibi durumlar, aynı şekilde sakıncalıdır.
3 – Çocukların küçük yaşta belli mahrem bölgelerinin çıplak şekilde dolaşılmamasına dikkat edilmemesi, başta kendi ailesine sonra da çevreye “mantık dışı şekilde” sergilenmesi, çocuğun kimlik gelişimi ve mahremiyet algısına ciddi zarar veren unsurlardan biridir. Özellikle yanlış bir algı olan “göster bakayım amcana” gibi komiklik aleti yapılan cümlenin aslında derin bir cinsel istismar barındırması kaçınılmaz bir gerçektir. Özellikle, 80’li 90’lı yıllarda bu algıyla hareket edip çocuğu (cinsel obje olarak sergilenmesini geçtim) normal sergileme unsuru yapan insanların, nasıl bir nesil yetiştirdiğini analiz etmek, günümüzde taciz-tecavüz vakalarını yaşatan insanların en çok hangi yaş aralığında olduğuna bakıldığında, nasıl bir yıkım yetiştirdiklerini görmek, çok da zor olmasa gerek…
Bu maddeler daha başlangıç. Bunun gibi gündelik hayatta yapılan ve farkına varılmayan birçok hususun olduğunu da belirtelim.
4 - Çocukların bağımsızlığını kazanması gerekmektedir. Bu noktada aileler, merhametiyle hareket ederek birtakım yanlışlara düşmektedir. Bunlardan en barizi, aileler tarafından “Ne var ki bunda” diye düşünülen; “çocukla birlikte uyumak” durumudur. Çocuk, “Korkuyorum, tek yatmak istemiyorum, öcüler var” gibi cümleler kullandığında, ebeveynler kıyamayıp çocuklarını yanlarında yatırmaktadırlar. Bu durum, çocuğun bireyselleşmesine ve bağımsız hareket etme yeteneğine ciddi zararlar vermekle birlikte, özgüven problemleri ortaya çıkarmaktadır. Çocukla, ne olursa olsun birlikte yatılmamaya gayret edilmelidir. Tek başına yatması noktasında desteklenmelidir. Baktınız olmuyor, muhakkak profesyonel bir destek alınmalıdır.
5 – En çok düşülen yanlışlardan biri de çocuğun belli bir yaşa gelmesine rağmen “tek başına duşa girmesine” izin verilmemesidir. Şu örneklerle karşılaşıyorum; “12 yaşında bir erkek çocuğu, hâlâ annesi yıkamakta.” Bu, çocuğun cinsel, mahremiyet ve kişilik gelişimi açısından çocuğa, çok büyük darbedir. Çocuk, anasınıfına kadar, kendi ihtiyaçlarını kendi karşılayabilecek gibi yetiştirilmeli; ilkokuldan itibaren de sorumluluk noktasında işlerini kendisi halletmelidir. 4-5 yaşında ayakkabısını kendisi bağlayan, çoraplarını kendi giyen, elbisesini kendisi giyen çocuğun gelişimiyle, bu ihtiyaçları ebeveyninin karşıladığı çocuğun bedensel, zihinsel, psikolojik gelişimi arasında dağlar kadar fark vardır. Bu yaşlarda, ihtiyacını kendisi karşılamalı ve çok mühim bir mesele olan banyo meselesini de (size küçük gibi gelse de) ilkokuldan itibaren kendisi gerçekleştirmelidir.
6 – Çocuk ile ebeveynlerin ilişkisi düzeyli seviyede olmalıdır. Özellikle ergenlik döneminde aileden farklı bir mod algısına giren çocuğun girdiği moda ayak uydurmaya çalışılmalı, çatışma yaşanıyorsa da düzeyli bir şekilde yaşanmalıdır. Bazı ebeveynler, bu durumlarda ceza vermeyi, öfkeyi ifade etmeyi fazlasıyla abartıp işi şiddete kadar götürmektedir. Örneğin yine yaşadığım bir vakada; çok sert bir baba, kızıyla iletişim kurmayı geçtim, ağır cezalar ve dayaklarla sürekli kızı üzerinde baskı uygulamaktaydı. Bir süre sonra kızı, babasından yola çıkarak, tüm erkeklerin böyle olduğu düşüncesine kapılıp huzuru kendi cinslerinde bulmaya çalışmıştı. Erkeklerle arasına mesafe koyan bu tutum, onu hemcinsinden hoşlanmaya kadar götürdü. Beni daha hiç tanımamasına rağmen, benimle konuşurken bana bile tepkiliydi. Böyle bir durumun tam tersine de şahit olmuşluğum vardır maalesef. Erkek bir ergenin annesiyle ciddi sorunlar yaşayıp kendi cinsine yönelmesi ve bunu açıkça ifade etmesi, ailenin karşısına kabul edilemez ve dünyalarının yıkılmış bir vaziyet almasına sebep oldu. Bu nedenle ilişkileri normal düzeyde tutmak, verilen cezalarda ölçülü olmak, çağın çok değiştiğini ve çocukların bir şeyleri ifade ederken çok farklı ettiğini fark edebilmek, çocukla iletişim kurma noktasında çok önemlidir.
Bu konu, hassas olması nedeniyle dikkat edilmesi gereken hususlar oldukça tedirgin edicidir. Durum bunlardan ibaret. Doğru bildiğimiz noktalar, maalesef ki kendimize, çevremize ve çocuklarımıza ciddi zararlar verebilmekte.
7 - Teknolojinin gelişmesi birçok fayda sağlarken birçok zararlar da ortaya çıkarmaktadır. Ortaya çıkan bu zararlardan en çok etkilenen savunmasız çocuklardır. Belli bir yaşa kadar ailenin şekil verdiği çocuk, yanlış yönlendirmelerle zarar görmüş bir şekle bürünmektedir. Bunun en acı verenlerinden biri, “sosyal medya çocukları”dır. İnsanlar, çeşitli yoğun duygularını sosyal medyada paylaşırken çocukları üzerindeki duygu yoğunluğunu -en çok da anneler- kontrol edemeyip birtakım “dikkatsizce” paylaşımlar yapmaktadırlar. Somut örnek vermek gerekirse; doğum esnasından tutun yediği yemek, yaptığı tuvalet, attığı adım, giydiği giysiye kadar, “çocuğun her bir şeyini paylaşan ebeveyn grubu” ortaya tünemiştir. İnsan, duygularını paylaşmak isteyebilir. Lakin her şeyin bir sınırı ve yöntemi vardır. Bu çocuklar üzerinden yapılan paylaşımlar, çocuk üzerinde narsizm (kendini tanrılaştırma), depresyon (popüler yetişen çocuğun bir süre sonra beğenilmediğini düşünün mesela…), mahrem sınırlara dikkat edememe (sosyal medyada mahremiyet namına bir şey yok zaten…), gibi çok büyük ve telafi etmesi zor sorunlar ortaya çıkarır. Yapılan paylaşımların çocuk tacirlerine, teşhircilerine, pedofil olaylarına karışması konusuna girmiyorum bile… Ne olursa olsun, çocukların sosyal medyadan/hatta teknolojiden bilincini eline aldığı yaşa kadar (ki bu yaş 13 yaş gibi bir yaşa tekabül ediyor) uzak tutulmalı, hatta belki filmler gibi +18 yaş sınırı konulmalıdır. Ancak o zaman sağlıklı bir nesilden söz edebiliriz.
FEHMİ DEMİRBAĞ