OLMAK YA DA OLMAMAK
Kovboy filmlerinin vazgeçilmez görüntülerinden birisidir, çöldeki kasabanın ortasında rüzgarın etkisiyle sürüklenen topaç şeklindeki kuru bitki.
Selaginella lepidophylla, yaygın bilinen adıyla “Yeniden Diriliş Bitkisi” ya da Sahra Çalısı ya da Erika Gülü, çöl rüzgârları ile başıboş şekilde oradan oraya 100 seneye yakın sürüklenebilir. Bu çalının yaşadığına dair herhangi bir belirti göremezsiniz. Köksüz, kupkuru kendini rüzgârın kollarına bırakmış ölü çalı, Sahra'ya yılda bir veya iki kez yağan yağmurun su birikintisine şans eseri tohumunu bırakabilirse, tohum tekrar yeşerir birazdan da yağan yağmurun etkisiyle. (
https://www.youtube.com/watch?v=X9wOxaQa4fQ) Bir saat içerisinde topraktan başını çıkartır genç filizler. Aynı kaderi taze bitki de paylaşır. Sahra Çalısı, bir kaç haftalık kayda değer yeşil yaşam için dile kolay 100 senelik zamanı başıboş, avare bir şekilde kızgın çöl kumlarında oradan oraya savrularak geçirir. Sadece soyunu devam ettirmeyi başaran çalılardan haberdar oluruz, diğerleri silinir gider. Yeniden Diriliş Bitkisi, insan dâhil bütün canlıların yaşam serüvenin adeta bir prototipidir. Eğer yaşama dair bir anlam ve felsefi derinlik arıyorsak bu çalı (Funda) bize yol gösterebilir.
Sahra Çalısı'nın bedbaht gibi gözüken sözde yaşantısını göz önünde bulundurarak cüretkâr bir soru soralım:
Yaşamadığı halde üreyen varlık mevcut mudur? Evet, virüsler yaşamayan fakat üreyebilen varlıklardır. Bizim anladığımız ölçüde yaşamıyorlar, çünkü herhangi bir metabolik faaliyete sahip değiller. Enerji dönüşümü için besin almıyorlar, güneş ışığından ya da kimyasallardan da faydalanmıyorlar, doğal olarak ATP de üretmiyorlar. Virüsler DNA ya da RNA gibi kalıtım materyali ve bu materyali saran bir kılıftan oluşan taş, cam, sofra tuzu benzeri mikronik kristalize varlıklardır. Tabi burada canlı olmak ile ruh sahibi olmak arasındaki ayrıma da dikkatinizi çekmek isterim. Diğer canlıların protein sentezleme ve metabolik faaliyetlerini kullanarak, konakçı canlının DNA'sı yoluyla kendilerini çoğaltırlar.
Bu noktada ekstrem bir soru daha gündeme geliyor: Sonsuza kadar yaşayan canlı mevcut mudur? Tahmin edildiği gibi bu sorunun cevabı da evet. Turritopsis dohrnii türü denizanası, yaşam koşulları olumsuz hal aldığında yetişkin medusa evresinden yavru polip evresine dönerek ölüme meydan okur. Ölüme sebebiyet verilmediği durumlarda, yani fiziksel basınç, hücrelere zarar verecek yüksek sıcaklık vs. uygulanmadığı sürece Turritopsis dohrnii, yavru polipten yetişkin medusa evresine, medusa evresinden polipe dönüşerek sonsuza kadar yaşar. Bir nevi "Benjamin Button'ın Tuhaf Hikâyesi" bu denizanası türünde hayat bulmuştur, denilebilir.
"Yaşama odaklı Turritopsis dohrnii" ve "Üreme odaklı Sahra Çalısı" gibi ekstrem iki canlı incelendiğinde yaşamın tek amacı olduğu görülür, varlığını devam ettirmek.. Bütün canlılar, hatta cansız ile canlı arası geçiş formu virüsler, tek amacı kendini kopyalamak olan genlerin elindeki bir nevi kuklalardır.
100 senelik zamanı başıboş, avare bir şekilde kızgın çöl kumlarında oradan oraya savrularak geçiren ölü Sahra Çalısı'nın verdiği en önemli mesaj, tohumunda sakladığı genlerin ipleri elinde tuttuğudur.
Peki, insan söz konusu olduğunda, kalıtım molekülü genler ipleri elinde tutabilecek miydi? Genlerin kendi varlıklarını sonsuz kılma çabasının insan medeniyetine, ruh dünyamıza, edebiyata ve sanata, bilimsel üretime, mitolojiye ve dine, iletişim diline, politikaya, düşünsel yaşantımıza ve kültürümüze ne gibi etkileri olacaktı? Hristiyan kültüründeki ölümsüzlük arayışını ne ile izah edeceğiz.
Ölümsüzlük suyunu arayanların serüveni en eski efsanelerde geçer. Hazreti Hızır'ın bu sudan içtiği söylenir. Abı hayat nedir, nerededir...
İnsan her zaman uzun yaşamak, hatta hiç ölmemek ister. Ölümsüzlük suyunu arayan kahramanların serüveni, en eski efsanelerde geçer. Hazreti Hızır'ın bu sudan içtiği söylenir. Abı hayat nedir? Nerededir? Hazret-i Hızır hâlâ hayatta mıdır? Âb-ı Hayat, Farsça hayat suyu demektir. İçenin ölümsüzlük kazanacağına inanılan sudur. Saf ve berrak su için de kullanılır. İnce ve derin mânâlı söz için de kullanılır. Bir şeyin kıymetini ifâde etmek için de kullanılır. Âb-ı Hızır, Âb-ı Zindegânî, Âb-ı Bekâ, Aynü'l-Hayât, Nehrü'l-Hayât da denir. Ölümsüzlük, acaba insana uygun bir vasıf mı? Ölümsüzlük suyundan içen birinin, sevdiklerini hep kaybedince, büyük bir bedbahtlığa düştüğü hikâye edilir.
Kur'an-ı Kerîm'de Hazret-i Musa ile Hızır aleyhimesselâm kıssası anlatılırken âb-ı hayata bir ima vardır (Kehf, 60-82). Hazret-i Musa ve genç arkadaşı Yûşâ, çalışarak elde edilemeyen, ancak Allah tarafından ihsan edilen “ledünnî ilme” sahip Hızır'ı aramak üzere Mecma'ül-Bahreyn'e, yani iki denizin birleştiği yere doğru yola çıkarlar. Yanlarına azık olarak aldıkları tuzlu balığın canlanıp denize atlaması üzerine buluşma yerine geldiklerini anlarlar. Su, hadis-i şerifte bildirildiğine göre, balığa değip canlandırmıştır. Hazret-i Musa, bu hâdisenin olduğu yerde Hızır ile buluşup fevkalâde şeylere şahit olacağı gezintiye çıkar. Buhârî, "Mecmaü'l-Bahreyn'den maksat hayat pınarıdır" der. Burasının İstanbul olduğunu söyleyen, Boğaz'daki Yuşa Tepesi'ni de delil gösteren rivayetler de vardır.
Bu sudan içen kimsenin uzun yaşayacağı veya ölümsüzlüğü elde edeceğine inanılır. Tefsirlerdeki rivayete göre, İskender-i Zülkarneyn, "Karanlıklar Ülkesi"nde bununan hayat suyunu işitip aramaya karar verir. Hızır diye anılan halazadesi Elyesa'nın refakatinde ordusu ile yola çıkar. Yolda fırtına yüzünden ordudan ayrı düşerler. Karanlıklar ülkesine gelince Zülkarneyn sağa, Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar. Günlerce yol aldıktan sonra, Hızır ilâhî bir ses duyar ve bir nur görür. Orada âb-ı hayâtı bulur. Bu sudan içer ve yıkanır. Böylece hem sonsuz bir hayata kavuşur ve hem de fevkalâde güçler kazanır. Sonra Zülkarneyn'le karşılaşır. O da, âb-ı hayâtı ararsa da bulamaz ve bir müddet sonra vefat eder. Halk edebiyatındaki İskendernâmeler bu mevzuya dair tafsilatla doludur.
Bir başka efsanede, İskender, âlimlerden âb-ı hayatı öğrenir. Onu aramak üzere ordusuyla yola çıkar. Askerlerini kaybeder. Yalnızca aşçısı kalır. Aşçı elindeki tuzlu balığı yıkamak üzere bir çeşmenin yanına gider; balığı yıkayınca canlanır. Aşçı da vaziyeti anlayıp sudan içer. Başına gelenleri İskender'e anlatır. iskender, tarif edilen çeşmeyi bulamaz. Aşçıya kızıp, öldürmeye çalışır. Öldüremeyince de boynuna taş bağlayıp suya atar. Aşçı bir deniz cinnine dönüşür. Kur'an-ı kerimde Zülkarneyn'in bir sudan geçerken askerlerine "Kim bu sudan içerse benden değildir!" dediği anlatılır. Burada acaba âb-ı hayata işaret mi vardır?
Halk arasında Hızır ile İlyas adında iki aziz zâtın, âb-ı hayat içerek ölümsüzlük kazandığına inanılır. İlki karadakilerin, ikincisi denizdekilerin kurtarıcısıdır. Zaman zaman ehil kimselere gözükürler. İnsanlar bu iki zâtı görmeyi büyük bir lutf sayar. Mayıs'ın 6'sında buluşup, mantar közleyip yerler. Bu güne Hızırilyas denir. Bütün bu halk inanışları bir yana, Kur'an-ı kerîm, Hazret-i Peygamber'den önce kimsenin ölümsüz kılınmadığını söyler (Enbiyâ suresi, 34). Hazret-i Peygamber de vefatlarından bir ay evvel, "Şu anda yeryüzünde bulunanların hiçbiri yüz sene sonra hayatta kalmaz" buyurmuştur. Bu sebeple İmam Rabbânî gibi âlimler, Hızır ve İlyas aleyhisselâmın vefat ettiğini; ancak ruhlarının bedene girerek insanlara yardım ettiğini söyler. Hızır'ın hayatta olduğunu söyleyenlerden bazıları, "Hazret-i Peygamber, öyle buyurduğunda, Hızır yeryüzünde değil, su yüzünde idi" der. Muhyiddin Arabî'nin hârikulâde sözleri, hep Hızır'dan öğrendiği söylenir. Tefsirlerde, Hızır ve İlyas, Benî İsrâil'den iki peygamber olsa gerektir, diyor.
Âb-ı hayatın tasavvufî manaları da vardır. Allahü teâlânın Hayy (hayat verme) isminin tecellisine delâlet eder. Hayy isminin sırrına erenler, âb-ı hayât içmiş olurlar. İmam Rabbânî der ki: Evliyânın bâtınları, kalbleri âb-ı hayâttır. Bir katre (bir damla) tadan, ölümsüz hayâtı bulmuş ve sonsuz seâdete, mutluluğa kavuşmuş olur. Mevlânâ, Divan-ı Kebîr'inde üstadı Şems'i âb-ı hayata benzetir. "Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalır derler/Meğer Hızır, İlyas ola âb-ı hayât içmiş gibi" mısraları bu hakikata işaret eder. Son devir âşıkları, "Zemin, ne kadar zulmet (karanlık) içinde oldu!" diye şikâyet etmiş; sonra da "Lâkin âb-ı hayât zulûmâtta (karanlıklarda) bulunur" diye teselli olmuşlardır. Nitekim zahmet etmeden, rahmete kavuşulamaz. Zeyneb Hanım adında bir hanım Osmanlı şairi de der ki: Âb-ı hayât olmayıcak kısmet ey gönül/ Bin yıl gerekse Hızır ile Seyr-i Skender et! [Ey gönül, nasib değilse eğer, kavuşamazsın sen âb-ı hayata/Hızır ile İskender'in dolaştığı yerleri bin yıl dolaşsan da!]
Sümerlerin Gılgamış Destanı, âb-ı hayat üzerinedir. MÖ 2700'lerde yaşamış Kral Gılgamış, Tufan'dan kurtulan ve hikâyesi Hazret-i Nuh'a benzeyen ölümsüz tek insan Utnapişim'i bulmak için yola düşer. Çok zahmetler çektikten sonra bulur. Utnapişim, uzakta, nehirler ağzında, denizin dibindeki bir bitkinin adını verir. Gılgamış o yeri bulur; buz gibi suya dalar; bitkiyi koparır; ama bitkinin güzel kokusunu alan bir yılan otu kapıp kaçar. Gılgamış "Ben onu memleketimin yaşlılarına götürecektim" diyerek ağlar. Memleketine eli boş döner.
Evliya Çelebi'ye bakarsanız, âb-ı hayat Anadolu'dadır. İskender, bu suyu bulduğu yere cennet suyu manasına Çabakçur demiş ve buraya bir kale inşa ettirmiştir. Bir avcı, vurduğu kekliğin bu suya düşünce canlandığını görür; ama sırrı ifşa edince, su bin parçaya bölünür. İşte Bingöl hikâyesi.
1513'te Florida'ya çıkan İspanyol kâşif ve Porto Rico valisi Juan Honce de Leon, yerlilerden işittiği bir efsanenin ardına düşer ve içenlerin gençleştiği Gençlik Çeşmesi'ni bulur. Burası şimdi bir millî park ve kaplıcadır.
Ölümsüzlüğü arar durmuştur tarih boyunca insanoğlu. Her ebeveynin evlatları için mürüvvetini görmeden ölmeme isteği, gerçekte genlerin kendilerini kopyalama güdüsünün kültürümüze ve ruhumuza sirayet ettiğinin göstergesidir. Çocukların doğumu, sünneti ve evliliğini içeren mürüvvet görme isteğinin bir şekilde üreme ile ilgili olması rastlantı değildir. Dile dökülen "Mürüvvetini görmeden ölmeyeyim oğul/kızım" dileği duygulardan bağımsız olarak iki şekilde okunur, birincisi benim taşıdığım genleri devam ettir, ikincisi eğer genlerimi devam ettirirsen görevimi yerine getirmiş telakki ederim, gözlerim açık gitmez. Üreme güdüsünün Yaratıcı tarafından canlılara bahşedilen en güçlü güdü olması, genlerin kendi varlıklarının devamını garanti altına alma çabasının bir sonucudur. Varolmak ve varlığını üstün kılmak bütün mahlukatın yaratılış şifrelerine eklemlenmiştir.
Dedenin torunlarını kendi çocuklarından daha fazla sevmesi ve torunlarının üzerine titremesi, bir ayağı çukurda dedenin "Ben artık yok olmak üzereyim, ama torunum benim yerime yeşeren genç bir fidan, onu korumalıyım" mesajı olabilir mi? Moleküler düzeyde meseleye bakarsak, dedenin torunlara gösterdiği ihtimam, ata genlerin varlığının devamını garanti altına alma çabası olarak değerlendirilebilir. Kültürümüzde toruna dedenin ismini verme eğilimi, bedensel olarak yok olan dedenin anısını sonsuz kılma çabası olamaz mı? Genlerin kendi varlıklarını sonsuz kılma eğiliminin bilinç dışı yansıması, dedenin varlığını hatıra olarak sonsuza kadar yaşatma dürtüsü şeklinde vücut buluyor olabilir. Öyleyse insan söz konusu olduğunda yeni bir fenomen gündeme geliyor, "Soyut olarak varlığı sonsuz kılma".
İnsan nefsinin çekirdeği olan ego şahlanmış bir at üzerindeki şövalye gibidir. Ego, id ile süperegonun isteklerini uzlaştırmaya çalışan hakemdir. Daha basitleştirirsek id; (haydi bunu da modern bilimin palavralarıyla yorumlayalım) yaklaşık 2 milyon senelik avcı toplayıcı dönem ve daha öncesine göre evrimleşmiş beyin kimyasının zorunlu kıldığı "Beslen, susuzluğunu gider, çiftleş, hayatta kalmak için şiddet uygula, savaş" talimatlarının alındığı zihinsel katman iken, süper ego; yaklaşık 10.000 senelik tarım devrimine ve şehirleşmeye göre şekillenmiş ahlakın ve kültürün, bir arada yaşamayı zorunlu kılan "Eller ne der oğul, diğer insanları da düşün, arzularını geciktir, toplumsal sözleşmeyi bozacak şiddetten uzak dur, şimdi sırası mı?" talimatlarının alındığı sosyal tabuların zihinsel katmandır. Ego, genellikle birbirlerine zıt çalışan idin gayri ahlaki talepleriyle, super egonun ahlaki taleplerinin optimize edilmesini sağlayan zihinsel katmandır.
Şiddet uygulayarak güç unsuru oluşturma güdüsünün, toplum olmanın garantisi super ego tarafından sınırlandırılması, insanın "hayata soyut varlık koyabilme" niteliklerini güçlendirirken, hoyrat ve haris üreme güdüsünün sınırlandırılması ise "varlığını soyut olarak sonsuz kılabilme" niteliklerini öne çıkardı. Tarım devrimi öncesi avcı toplayıcı insan da, günlük iletişimde bir işe yaramadığı halde, varlığını sonsuz kılmak istercesine, kalıcı boyalarla mağara duvarında elinin izini çıkardı, fakat tarım devrimi sonrası heykeller resimler ve anıtlar çok daha etkileyici ve kalıcıydı. Freud'un libido kavramının sadece cinselliği değil yaşama enerjisini de barındırması, 3,5 milyar yıllık evrimsel süreçte "yaşama odaklı" ve "üreme odaklı" canlılar oluşturulması sonucu ile de uyumludur. Somut genlerin kendilerini hoyratça yaşatma ve kopyalama güdüsünün, tarım devrimiyle birlikte sınırlandırılması, libidonun toplum tarafından ayıplanmayacak, tersine takdir edilecek, yollara kanalize olmasına sebep olmuştur. Medeniyetimizin kökleri, bilim, sanat, edebiyat, müzik, felsefe, mitoloji ve din "hayata soyut varlık koyma" ve "varlığını soyut olarak sonsuz kılma" çabasının ürünleridir.
Eğer insan için sadece genetik olarak varlığımızı sonsuz kılmak önemli olsaydı, evlat edindiğimiz çocuklara yeterli ihtimam göstermezdik. Oysa hayat ideallerimizi sonsuz kılmak için bile evlat edinmek bize aynı ruhsal tatmini yaşatır. Farkında olalım ya da olmayalım çocuklar üzerinde ideallerimizi sonsuz kıldığımız, kendi eksikliklerimizi onlar üzerinden kemale erdirmeye çalıştığımız projelerdir. Çocukların çoğunlukla, ebeveyn ile aynı politik görüşe, dini inanca ya da hayat ideallerine sahip olması, soyut olarak varlığını sonsuz kılma çabasının sonucudur. Yaşanan en büyük ruhsal acının evlat acısı olması rastlantı değildir. Evladını kaybeden anne-babanın bu acıyı dindirememesi, varlığını sonsuz kılma amacının hem somut gen düzeyinde hem de soyut hayat idealleri düzeyinde ortadan kalkması ile yakından bağlantılıdır. Maalesef çocuğunu kaybeden bir anneyi teskin edecek öteki dünya tahayyülü sunan dinlerden başka alternatif yok gibi. Çocuğu ile yeniden karşılaşabilme umudu bir anneyi rasyonaliteden tamamen koparabilir. Öteki dünya tahayyülü sunan Semitik dinler ile reenkarnasyon inancı barındıran dinlerin milyarlarca müridi olması boşuna değildir. Dini duygularımızın en üst düzeye ulaştığı anların yakınlarımızın cenaze törenleri olması da tesadüf değildir. Varlığı soyut düzeyde sonsuz kılma vaadi olan dinler, insanın sonlu olma travmasını atlatabilmesini sağladığı için güçlüdürler. Hele ki adaletsizliğin ve zulmün mağduru olan insanları rahatlatan tek şey ahiret günü ve hesaplaşma duygusudur. Yani ahiret duygusunun fıtri olduğunu da kabul etmek lazım. Eğer Turritopsis dohrnii türü denizanası gibi sonsuza kadar yaşasaydık, muhtemelen dinler hiç var olmayacaktı ( Tabi burada bir Müslüman olarak bu yorumu kabul etmek mümkün değil. Çünkü yaratıcı kullarıyla bir şekilde irtibata geçecekti. Ki yaratılışın gayesi kulluğun imtihan gerekçesidir.) fakat medeniyetimiz de bu düzeyde olamayacaktı. Önemli mimari yapıların birçoğunun, Terrakotta toprak askerler tarafından korunan Çin’in ilk imparatoru Qin Shi Huang’ın mezarı, Keops Piramiti, Taç Mahal gibi anıt mezarlar olması, varlığını sonsuz kılma dürtüsünün yansımalarıdır. Diğer önemli mimari yapıların da dini yapılar ve ibadethaneler olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Tanrının sonsuz cennetine mazhar olma motivasyonu ile inşa edilen mimari eserler kimi zaman Ayasofya gibi statik disiplininin sınırlarını zorlayacak görkeme sahip olabilmektedir.
Efsaneler, mitolojiler insanlığın kolektif bilinçaltının dile dökülmüş ürünleridir. Ab-ı hayatın sonsuz yaşam bahşettiği inancı, sonlu olmayı kabullenemeyen insanın tatlı hayalidir. Adamotu bitkisinin idam edilen mahkûmun spermlerinin döküldüğü toprakta yeşerdiği inancı, insana ölümlü olmayı yakıştıramamızın yansımasıdır. Adem ile Havva'nın sonsuzluk bahşeden cennetten kovulma hikayesindeki örtük edebi anlatım, genlerin varlıklarını sonsuz kılma çabasının, zihnimizin derinliklerine işlediği ebediyet beklentisinin hasılası olsa gerek. Adem ile Havva'nın yasak meyve elmayı yemeleri sonucu çıplak vücutlarından utanmaya başlamaları ve incir yaprağı ile örtünmeleri dini metinlerin sansürlendiği fikrini doğuruyor. Öyle ya elma yemek neden utanç versin? (Hristiyan mitolojisine göre) Elmanın kadın göğsü olduğunu farz edersek, bu anlatım farklı bir anlam kazanıyor. Sonsuza kadar cennette hayat sürmek var iken, ilk cinsel günahın işlenmesiyle, Adem ile Havva'nın ceza olarak yeryüzüne indirilmeleri, cennetteki özlenen ebediyeti tekrar yaşayabilmenin yolunun üreyerek varlığını sonsuz kılmak olduğu sonucuna götürüyor. Özetle bu hikâyede Tanrı şunu demek istiyor olmalı: "Madem üreme ile gelen sonsuzluğu, her daim genç kalacağınız cennetin sonsuzluğuna tercih ettiniz, öyleyse sizleri yeryüzüne göndererek cezalandırırım".
Boyalı gazetelerin 2.sayfa haberlerinde kriminal şiddet olaylarının çoğunun bir şekilde cinsellikle bağlantılı suçlar olması, cezanın hedefine ulaştığını düşündürüyor. Tasavvufta fenafillah mertebesine istek ve arzulardan sıyrılarak ulaşıldığı inancı, varlığını devam ettir komutu veren evrimsel perspektif ile çelişiyor görünse de, fenafillah mertebesinin bir üstü nihai mertebe beka-billah inancında, kişinin kendi varlığını Tanrının varlığında eritip beka/sonsuzluk bulması, batının evrim inancının temel dinamiklerine uygundur. Tasavvuftaki en üst mertebe beka-billah inancı, "varlığını soyut olarak sonsuz kılma" çabasının ürünüdür.
Tabi inancımız açısından da yorumlamak lazım yaratılışımızı. İnsan, ruh ve bedenden meydana gelen akıl sahibi, Allah-ü Teâlâ’nın en güzel surette yarattığı, en üstün varlıktır. Nitekim Tin Suresi’nin 4. ayetinde, “Biz insanı en güzel şekil ve surette yarattık” buyrulmak suretiyle insanın en güzel yaratıldığına ve Bakara Suresi’nin 34. ayetinde de, “Bir zamanlar biz, meleklere (ve cinlere), Âdeme secde ediniz dedik. İblis hariç hepsi de secde ettiler” buyrulmak suretiyle de insanın üstün varlık olduğuna işaret edilmiştir. Yüce Allah, tabiri caiz ise güllerden bir buket yapmış, üzerine insan yazmıştır. İnsan zübde-i âlemdir, yani âlemin özüdür.
Allah (c.c) yeryüzünde iradesini temsil etmek üzere insanı yaratmış, orada ilahî hükümranlığı gerçekleştirme görevini de ona vermiştir. Nitekim Yüce Allah Bakara Suresi’nin 30. ayetinde mealen, “Hatırla ki Rabbin meleklere, ‘ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi” buyurmaktadır. Bilindiği gibi halife, vekil ve temsilci demektir.
Allah insanı aynı zamanda yeryüzünün maddî ve manevî imarı için de yaratmıştır. Nitekim bir ayette mealen, “İnsana yeryüzünü imar etme kudreti verdik ve yeryüzünün imarını da, insana emrettik” buyrulmaktadır.
Hz. Ali (r.a)’nin dediği gibi “İnsan, bir çuval et ve kemikten meydana gelmiş basit bir varlık değildir. İnsan, bütün sırların kendisinde toplandığı komplike bir varlıktır.”
Allah melekleri nurdan, cinleri dumanlı ateşten ve insanları da balçık halindeki çamurdan yaratmıştır. İnsanın neden ve nasıl yaratıldığına Yüce Allah Müminun Suresi’nin 12, 13 ve14 ayetlerinde işaret buyurarak mealen “Biz insanı (Âdem’i) muhakkak ki çamurun özünden yarattık. Sonra Âdemin neslini sağlam bir yerde (rahimde) döllenmiş yumurta yaptık. Sonra o nutfeyi kan pıhtısı haline getirdik. Ondan sonra da kan pıhtısını bir parça et yaptık. O et parçasını da kemikler haline çevirdik. Sonra ona başka bir yaratılış (ruh) verdik. Bak ki şekil verenlerin en güzeli olan Allah’ın şanı ne kadar yücedir” demektedir. Başka bir ayette de insanın bu yaratılış evrelerinden bahsedildikten sonra, “Biz onu insan olarak yeryüzüne çıkardık” buyrulmaktadır.
Şüphesiz ki akıl, izan, irade ve şuur gibi hiçbir varlıkta olmayan hassalarla donatılarak yaratılmış olan insan, gayesiz ve başıboş yaratılmamıştır. İnsan bilhassa, yüce gayeler için yaratılmıştır. Nitekim Yüce Allah, Zariyat Suresi’nin 56. ayetinde mealen “Ben insanları ve cinleri, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” buyurmaktadır. Bu kulluğun (ibadet ve itaat etmenin) müddetini, yani ne zamana kadar olduğunu beyan etmek için de Hicr Suresi’nin 99. ayetinde; “Sana yakin (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk (ibadet) et” buyurmuştur.
Hadis-i şerifte beyan edildiği üzere, “İnsanın en hayırlısı haramlardan sakınan, akrabayı ziyaret eden ve Allah-ü Teâlâ’nın emir ve yasaklarını yayandır.”
Demek ki insanın yaratılmasından maksat; etli, sütlü, yağlı ve lezzetli yemekleri yesin, kutnu kumaştan güzel ve nefis elbiseler giysin, mal mülk edinsin, çoluk çocuk ve eş sahibi olsun, oynasın, eğlensin, kısaca her türlü zevk ve sefayı sürsün, sonra da bir hayvan gibi ölüp gitsin değildir.
İnsanın yaratılmasından maksat; Allah’ı bilmesi, O’na inanması, O’na karşı gönlü kırık, boynu bükük olarak yalvarmak suretiyle kulluk yapması, O’nun vermiş olduğu maddî ve manevî nimetlerinden dolayı O’na şükretmesi, kısaca Allah’a karşı ibadet ve itaatte kusur etmemesidir.
Şüphesiz ki insana iyilikten ne ulaşırsa, o yüceler yücesi Allah’tandır. Kötülük ve fenalıktan ne isabet ederse, o da insanın kendi nefsinin kazancındandır. Kul, nefsinin kazandığı kötülük ve günahlarına tövbe ederse, Allah Teâlâ dilerse onu affeder.
Dinin kurallarına uyarak yaşayan iman ve salih amel sahibi olarak ölen insanlara yüce Rabbimiz ebedi hayatta cennetin nimetlerini ihsan edecek ve orada onu ebediyen sonsuz nimetlerin içinde yaşatacaktır. İnanan için ölmek, ölüp yok olmak değil, bilakis dünyasını değiştirmektir. Burada önemli olan ahirete iman, salih amel ve sevabı fazla olarak gitmektir. Mühim olan “Rabbim Allah’tır deyip yani iman edip dosdoğru olarak” yaşamaktır. Bakın Kuran’da bu husular nasıl anlatılmaktadır.
“Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vaat olunan cennetle sevinin!”, “Biz dünya hayatında da ahirette de sizin dostlarınızız.Gafur ve rahim olan Allah’ın ikramı olarak orada sizin için canlarınızın çektiği her şey var ve istediğiniz her şey sizin için orada hazırdır.” (Fussiletl suresi, ayet 30-32)
“Allah, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri yaratandır. Ne de az şükrediyorsunuz.” “Ve O, sizi yer yüzünde yaratıp türetendir. Sırf O’nun huzurunda toplanacaksınız.”, “ Ve O, yaşatan ve öldürendir. Gecenin ve gündüzün değişmesi O’nun eseridir. Hala aklınızı kullanmaz mısınız?” (Müminun suresi. Ayat 78-80)
“…Üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır, bir birlerini de arayıp sormazlar.”, “ Artık kimlerin tartıları ağır basarsa, işte asıl bunlar kurtuluşa ve mutluluğa erenlerdir.”, “ Kiminde tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir. (çünkü onlar) ebedi cehennemdedirler. Ateş yüzlerini yakar; orada suratları çirkin ve gülünç bir halde bulunurlar.” (Müminun suresi, ayetler. 101-104)
İnsan medeni bir varlıktır, tek başına yaşayamaz. Yerleşme ve yaşamada diğer insanlara muhtaçtır. İnsanın tek ve şaşmaz gayesi insan-ı kâmil mertebesine ulaşmak olmalıdır. İnsan-ı kâmil; kemale ermiş olgun insan demektir. O, İslam’ın emrettiği bütün emirleri yapan, dinî yasaklardan sakınan, peygamber ahlakı ile ahlaklanan, hareketleri ve sözleri hep Allah’ın ilhamı ile olan, üstün insan demektir. Öyle ki, bütün varlıklar ve imkânlar insanın emrine amade olarak yaratıldığı 45. Sure için de bulunan 13. ayette haber verilerek “Göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden bir lütuf olarak size amade kıldı. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için deliller vardır.”denilmiştir. Hatta Kur’an-ı Kerim’in 114 suresinden birisi “insan” ismini taşımaktadır.
İnsan dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşmak için yaratılmıştır. Din bu mutluluğa ulaşmanın yol ve kurallarını gösterir. İslam dininde dünya için ahiret, ahiret için de dünya ihmal edilmez. Dinimizde dünyası için ahiretini, ahireti için de dünyasını ihmal eden insan makbul değildir. Bilakis dünya ve ahiret işlerini atbaşı götüren, dünyası için ahiretini ve ahireti için de dünyasını ihmal etmeyen kişi makbuldür. Bu bağlamda Müslüman. hiç ölmeyecek gibi dünyası için, yarın ölecekmiş gibi de ahireti için çalışan insandır.
Ahireti için dünyasını ihmal eden dünyada sefil, dünyası için ahiretini ihmal eden ise ahirette rezil olur. İnsan kuş misalidir. Kuş ayakları ile karada yürür, kanatları ile göğün enginliklerinde uçar. Kuşun kanadını kırarsanız onu karaya mahkum edersiniz ve birdaha semanın enginlilerinde uçamaz olur. Tıpkı bunun gibi insan da bedeni ile dünya, ruhu ile de ahiret varlığıdır. Ruhi yönünü ihmal eben insan, ahiretin nimetlerinden istifade edemez.
Gerçek Müslüman, iki günü eşit olan insanın zararda olduğunu bilen insandır. İşte bu insan yaratılışın maddî ve manevî gayesine uygun yaşayan insandır. İşte bu insan, dünya ve ahirette mutluluğa ulaşan insandır.
Allah bizleri, dünyası için ahiretini ve ahireti için de dünyasını ihmal etmeyenlerden eylesin.
Popüler müzisyenlerin, binlerce dinleyicinin alkışları karşısında "Beni var eden sizlerin alkışları" sözü hayata soyut olarak varlık koyma dürtüsü ile ilgilidir. Yine aynı müzisyenin "Bir albüm çıkardım kalıcı olmak istiyorum müzik dünyasında" sözü ise, her ne kadar Cem Yılmaz tarafından dalga geçilse de, soyut olarak varlığını sonsuz kılma çabası ile ilintilidir. Evet, karbon fiber değiliz, elbette bir gün somut olarak varlığımız yok olacak, ama varlığımızı soyut olarak sonsuz kılma çabası sanırım baki. Somut varlığımızın her ne kadar toprağa karışması sözkonusu olsada Diriliş Bitkisi gibi yeniden şekilleneceğimizde, dirilişte bir gerçektir.
Bir insana yokmuş gibi davranmanın, ona verilebilecek en büyük ceza olması, hatta bağırıp çağırmaktan bile etkili olması, hayata soyut varlık koymanın ne kadar önemli olduğunu gösterir. Şöhret ve tanınma dürtüsü, twitter'da facebook'ta takipçi sayısını arttırma çabası, beğeni alma çabası, övülme ve iltifat ihtiyacı yine hayata soyut varlık koyma amacının yansımalarıdır. En naif karakterli politikacıların bile makam koltuğuna bir kez oturduklarında, o koltuktan bir türlü kalkmak istememeleri, birçok politikacının geniş kitleler karşısında ruhsal yükselişe geçen tanrılara dönüşmeleri, hayata soyut varlık koyma amacının sonucudur. "İktidar" kelimesinin hem politik gücü hem de cinsel gücü ifade etmesi, libido kavramının ne kadar yerinde bir tabir olduğunun da göstergesidir. Politik iktidara sahip kişi, kitlesinin alkışları karşısında hem var olduğunu iliklerine kadar hisseder, hem de tarihe adını altın harflerle yazarak varlığını sonsuz kılma fırsatına haiz olur. Tekrar hatırlatalım, var olduğunu iliklerine kadar hissetmek, evrimci anlayışın "yaşama odaklı canlı" sonucunun maniple edilmiş hali iken, tarihe adını altın harflerle yazmak ise evrimin "üreme odaklı canlı" sonucunun maniple edilmiş, soyutlanmış halidir.
Derste sıraya adını kazıma, ya da oraya buraya imza atma dürtüsü muhtemelen hayata soyut varlık koyma ile ilgili yetersizliğin yaşandığına işarettir. Esaretin Bedeli filminde, hapishanenin yaşlı kütüphanecisi Brooks Hatlen, 50 senelik mahpus hayatından sonra dışarıdaki hayata ayak uyduramaz ve otel odasında hayatına son vermeye karar verir. Ölmeden önce duvara kazıdığı "Brooks was here" cümlesi hayata dair soyut varlık koyamadım anlamına geldiği gibi, ölüm karşısında soyut olarak varlığını sonsuz kılma çabası olarak da görülebilir, tıpkı ilkel insanının kalıcı boyalarla mağara duvarlarına elinin izini çıkarması gibi. Bu arada intihar, şiddet uygulayarak güç unsuru oluşturma güdüsünün, toplum olmanın garantisi superego tarafından sınırlandırılması sonucu kişinin kendine yönelmiş şiddet olma ihtimali göz ardı edilmemelidir. Bir insanın varlığını sonsuz kılacak hayat ideallerini anlamak istiyorsak vasiyetlerine bakalım. "Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır". Dünyaya çocuk bırakmamış bir liderin, kurduğu yeni devleti, varlığını sonsuz kılacak soyut gen olarak gördüğü aşikârdır.
"Can kafeste durmaz uçar. Dünya bir han, konan göçer. Ay dolanır yıllar geçer. Dostlar beni hatırlasın". Dünyayı doğum ve ölüm arası iki kapılı bir hana benzeten Âşık Veysel için, hatırasının yaşatılması şüphesiz varlığını soyut olarak sonsuz kılma çabası ile ilintiliydi.
"Avazeyi şu âleme Davud gibi sal, baki kalan bu kubbede hoş bir sadadır" demiş Şair Baki. Bu hayatta ne yaparsak yapalım, öldüğümüzde arkamızdan söylenilen hoş sözlerdir bizim varlığımızı sonsuz kılan.
"Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni. Hasan Beyin vurdurduğu Irgat Osman yatsın bir yanımda ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp kırkı çıkmadan ölen Şehit Ayşe öbür yanımda. Anadolu'da bir köy mezarlığına gömün beni ve de uyarına gelirse tepemde bir de çınar olursa, taş maş da istemez hani" Gurbette Anadolu’ya özlem duyan Nazım Hikmet'in varlığını, Irgat Osman ve Şehit Ayşe ile yan yana, 1000 sene yaşayabilen çınar ağacına sirayet ederek devam ettirme güdüsü, hayat görüşlerinde samimi olduğunu gösterir. Bir ateist veya panteist için hayat zaten bir canlıdan başka bir canlıya sirayet eden, karbon ve azot döngüsü gibi sonsuz bir çevrimdir.
11 Eylül saldırıları sonucu New York’ta kondom satışlarının artması, ölümle burun buruna gelen insanın üreme güdüsünün tetiklenmesiyle varlığını devam ettirme çabasının yansımasıdır. Yine savaştan kaçarak ülkemize yerleşen Suriyeli mültecilerin kamp koşullarında normal trendin üzerinde çocuk yapmaları sonlu olma travması ile başa çıkabilmek amacı ile üreme güdüsünün kontrolü ele almasıdır. Bazı çam ağacı türlerinin ölecekleri ile ilgili somut veriler aldıklarında aynı yıl kozalak sayısını arttırması yine varlığını sonsuz kılma çabası ile ilintilidir. Orta yaş bunalımı, andropoz veya menopoz öncesi "Elvis binayı henüz terk etmeden" genlerin kendilerini çoğaltma amacıyla cinsel hormon sentezini arttırması sonucu oluşan krizlerdir. Orta yaşlarda görülen boşanmaların birçoğu bu kriz yüzündendir. "American Beauty" filminde genç bir kadına ilgi duymaya başlayan ve gençleşmek için spor yapan orta yaşlı baba karakteri Lester, tehlike anında genç polip evresine dönen Turritopsis dohrnii türü denizanasının trajik bir kopyasıdır. Tabii ki nihai amaç bellidir, varlığını sonsuz kılmak.
Kanser hücreleri, kontrolsüz sürekli bölünen hücrelerdir. Peki, kanser hücreleri neden sürekli bölünme yoluna gider? İnsan dâhil çok hücreli canlılar, gizli bir sözleşme ile ayrı ayrı görevleri yerine getirmek üzere bir araya gelmiş tek hücreli canlılar organizasyonudur. Her hücre topluluğu solunum, boşaltım, sinirsel iletim, düşünme, dış etkilerden korunma gibi faaliyetleri farklı dokularda yerine getirerek, sadece zamanı geldiğinde bölünerek vücut bütünlüğümüzü korurlar. Doğal olmayan beslenme, sigara gibi zararlı kimyasallara maruz kalma, aşırı stresli yaşam, zararlı ışınlara maruz kalma gibi durumlar uzun vadeli devam ettiğinde bu etkilere azami ölçüde maruz kalan normal hücreler varlıklarının tehlike altında olduğu mesajı ile organizasyonu bozup sürekli üreme yoluna giderler. Kanser hücreleri aslında organizasyonu bozup, bir kaç milyar sene önceki tek hücreli yaşamlarına geri dönerek, kendilerini koruma güdüsüyle varlıklarını sonsuz kılmaya çalışırlar. Henrietta Lacks isimli kanser hastasından 1951 yılında alınan kanserli Hela hücreleri laboratuvar kültür ortamında hala yaşamayı ve üremeyi devam ettirmektedir. Bir kaç milyar sene önceki tek hücreli aslına rücu etmiş Hela hücreleri, bugün onlarca kanser araştırma laboratuvarına deneklik etmektedir.
Yeryüzünde canlılık adına olup biten her şey basit ve ruhsuz şu bilimsel ifadede anlamını bulur: "Evrim, yaşama ve üreme hususunda avantajlı özelliklere sahip canlıların nesillere sarih sayılarının artması, yaşama ve üreme hususunda dezavantajlı özelliklere sahip canlıların ise nesillere sarih sayılarının azalması ve sonunda yok olmasıdır. Öyleyse 3,5 milyar yıllık doğal seleksiyon tarihi sonunda var olmayı başaranlar yaşama odaklı ve üreme odaklı canlılar olmalıdır." Yaşama ve üreme odaklı canlılığın hizmet ettiği tek nokta ise genlerin bekasıdır. Birçok insanın yaşamın anlamı dediği aşk bile genlerin bekasına hizmet eder. Aşk, doğacak çocuğun sorumluluğunu sadece annenin değil, babanın da alması için anne ile baba adayları arasında gözlere perde indiren sihirli bağlılıktır. Sihirli bağlılığı yaratan moleküller dopamin, serotonin ve noradrenalinin sentezlenme komutunu veren tabi ki genlerdir. Bu moleküllerin etkinliği maksimum 3 sene sürer ve aklın muhakeme etme yetisini kısıtlar. Eğer evlilik planları muhakeme edilseydi birçoğu başlamadan bitmez miydi? 3 sene sonra gözlere inen perde kalktığında genlerin taşıyıcısı bebek ayakları üzerinde yürümeye başlamıştır bile.
Kendilerini kopyalayarak varlıklarını sonsuz kılmaya çalışan, yaşamın yazılımı genler (software), çoğalmak için bünyelerine katacakları organik bileşikler azalmaya başlayınca, kaynakları elde etmek için donanımlarını (hardware) geliştirmeye başladılar. Işığı algılayacak reseptörler, suda ilerlemeyi kolaylaştıracak hidrodinamik yapıdaki ön ve arka yüzgeçler, sıcaklığı algılayacak deri, üreme isteğini körükleyecek hormonlar, zararlı maddeleri kolaylıkla dışarı atabilecek boşaltım organları, koku almayı sağlayacak reseptörler, hızlı koşmayı sağlayacak kaslar, yavru genleri koruyacak şefkat hormonları, düşmanlardan saklanmayı sağlayacak kamuflaj gibi özelliklerin tamamı, yaşamın yazılımı genlerin protein sentezi komutuyla oluşturdukları donanımlardır. Bütün canlılar görünen fiziki yapılarıyla, gözle görünmeyen genleri yaşatmak ve çoğaltmak ile yükümlü donanımlar yekûnudur. Genler, bir kaç milyon sene önce öyle bir donanım geliştirdiler ki bu donanım genlerin varlıklarını sonsuz kılma amacını maniple etmeyi başardı. Zekâ normalde vahşi doğada hayatta kalabilmek için alet yapma, durum analizi yapma, avı yakalamak için tuzak kurma, matematiksel hesap yapma, edindiği deneyimleri çocuklarına aktarma gibi özellikleriyle genlerin varlıklarını sonsuz kılmaya hizmet eder. Ancak yine zekânın ürünü soyutlama ve ikame etme kabiliyetleri sayesinde genlerin varlıklarını sonsuz kılma amaçları insan zihninde başka bir boyut kazandı.
Gerçek kahramanlar hep geçmişte var olurlar, yasayan kahraman neredeyse yoktur. Öyleyse kahramanlık, soyut genler yani idealler için ölümü göze alıp, kitlelerin gönlünde varlığını sonsuz kılma dürtüsünün bilinçdışı yansımasıdır. Burada somut genlerin kendi varlıklarını sonsuz kılma amacı, ideallerin ebediyet amacı ve kitlelerin gönlünde varlığını sonsuz kılma amacı ile ikame edilmiştir. Tıpkı Ernesto Che Guevara'nın yaptığı gibi. "Köylü Murtaza Emmi öldü." cümlesi merhamet hissiyle birlikte zihnimizde mezar imgesi olarak belirirken, "Isaac Newton öldü" cümlesi belirgin bir his yaratmaz, çünkü kendisi fizik kitaplarında varlığını sonsuz kılmıştır. Beethoven 9. Senfoni’de, Mimar Sinan Selimiye Cami'nde, ölümsüzleşmiştir. Her bilim insanın kalbinde açık veya gizli, isimlerini tarihe geçirerek varlıklarını sonsuz kılacak Nobel Ödülünü almak vardır. Bir dindar için bu hayat gerçek değildir, çünkü sonludur. Tanrının rızasına mazhar olup, cennete kabul edilmek ile sonsuzluğa soyut olarak ulaşma inancı taşıyordur. Bir mutasavvıf için hayatın anlamı, genlerin komutlarını hiçe sayıp yani nefsine hükmedip, beka-billah mertebesinde soyut varlığını sonsuz kılmaktır.
Canlılığın tek amacı vardır, somut ya da soyut "varlığını sonsuz kılmak". Gerçekte bu amaç değil 3,5 milyar yıllık doğal seleksiyon tarihinin sonucudur. Bizler eleğin sadece altındaki kumları görürüz, oysa şekilsiz iri taşlar eleğin üstünde kalır ve işe yaramadığı için atılır. 3,5 milyar yıllık doğal seleksiyon tarihinde canlıların %99'u eleğin üstünde kaldıkları için soyları tükenmiştir. Şu an yaşayan canlılar yaşama ve üreme konusunda en başarılı olanlardır. Eğer ipi kopmuş bir asansörde uyanmış olsaydınız, asansörün amacının yere çakılmak olduğunu düşünebilirdiniz. Gerçekte asansörün yere çakılması yerçekiminin sonucudur. 3,5 milyar yıllık evrimsel süreçte 70 senelik bir uyanıklık ile canlılığı değerlendirdiğinizde, amacın varlığını sonsuz kılmak olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat canlılığın ve dolayısıyla genlerin varlığını devam ettirme konusunda bu kadar talepkâr olması, gerçekte 3,5 milyar yıllık doğal seleksiyon tarihinin ve kimyanın kaçınılmaz sonucudur.
Sahra Çalısı, bir kaç haftalık kayda değer yeşil yaşam için dile kolay 100 senelik zamanı başıboş, avare bir şekilde kızgın çöl kumlarında oradan oraya savrularak geçirir. Fakat 100 sene sonunda ölü bedende taşıdığı tohumlarını suya bırakabilirse varlığını sonsuz kılar. Bütün canlılık serüveninin özü bu çalıdadır. Bizler sadece soyunu devam ettirmeyi başaran çalılardan haberdar oluruz, diğerleri silinir gider. William Shakespeare'in ölümsüz karakteri Hamlet, elinde kurukafayla, felsefe tarihinde canlılık adına edilmiş en derin sözleri haykırır.
"Olmak ya da olmamak işte bütün mesele budur."
Fehmi Demirbağ