EMPERYALİST KELEBEKLER
(BÜTÜN BÖLÜMLERİYLE)
BÖLÜM 1
Hikayenin geçtiği yer Macaristan ormanları. Hani Batı Hunları'nın yaşadığı yerlerden. Hani Gobi'deki kuraklıkla çölleşen yerleri terkedip bütün dünyaya yayılan soyumuzdan, Attila isminin en çok kullanıldığı Macaristandan bahsediyorum. İstanbul sapkınlık sözleşmesine Hırvatistan, Bulgaristan'la beraber imza koymayan yerden.
Ki aslında hikayemizin yaşam alanı Avrupa merkezli geniş bir coğrafyaya ait.
Inınınınnnn! Hikayemiz başlıyor; 32 tekmili birden.
Bu hikayeyle "evrim" denilen palavranın maskesini düşüreceğiz. İmanınız artacak. Milli şuur kazanacaksınız.
Anlamada sıkıntı yaşamayalım diye kısa cümleler kuracağım. Hikayemizin kahramanlarının latince isimlerinden bahsetmeyeceğim. Ama 50 ülkede 600 kişilik profesyonel bir kadroyla bu hikayeyi filme alan Amerikalılar'ı takdir etmeden de durmayacağım. (Our Planet)
Hikayemizin kahramanı bir kelebek.
Hani Bosna'da Sırpların yaptığı katliam neticesi toplu olarak gömülen Müslüman Boşnaklar konusu var ya...
Sırp askeri cesetleri gömdükten sonra geri dönüp buldozerlerle çıkarıp kilometrelerce uzağa gömdüler. Yetmedi biraz daha uzağa gömdüler. Toplu mezarlar bulunmasın diye bölgenin bitki örtüsüne uygun bitkilerle yeşillendirdiler. Toplu mezarların bulunmasında kullanılan uydu resimlerinde manyetik değişkenlik taramasının yapılamaması için mezarların içine metal parçaları bıraktılar. Böylesine profesyonelce ve ince hesaplar yapılarak planlanmış bir soykırımda bir şeyi hesaba katmamışlardı.
Toplu mezarların bulunduğu bölgede cesetlerin toprağı beslemesi sonucunda Artemis adında çiçeklerin gelişimi ve yayılması başladı. Çiçeklerin çoğalmasıyla birlikte sadece bu bitkiyle beslenen "mavi kelebekler" de bölgede hızla çoğaldı. Bölgede yapılan araştırmalar sonucunda bu durumun dikkat çekmesi ve yerel basına yansımasıyla halk araştırmalara katılmışlardır. Mavi kelebekler takip edilerek 300 toplu mezar bulunmuştur.
Bütün bunları Kelebek Etkisinde okuyun lütfen. Hani non-liner sistemde, dünyanın en uzak köşesinde bir kelebek kanatlarını çırpar...Uygun şartlar karşılığında bu kanat çırpımı dünyanın diğer ucunda fırtınalara sebebiyet verir.
İçinizde fırtınalar kopsun!
"Koru Beni Kelebeği"nden bahsedeceğim. Asıl konumuz bu. Emperyalist kelebek.
Hikayemizde Koru Beni Kelebeği, Mavi Cendiya Bitkisi ve Yağmacı Karınca başrol oynamaktadırlar. Biri olmadan diğerleri hükümsüzdür. Üçünün varlığı birbirlerine bağlıdır. Evrimi tek başlarına çökertirler.
Ve hikayemiz başlar!
Önce anne koru beni kelebeği yumurtalarını mavi cendiya bitkisinin yaprakları üzerine bırakır. Yalnızca bu bitki olmak zorundadır kelebeğin yumurtaları için. Tıpkı Norveçteki kardinal külahı arısının varlığı için kardinal külahı çiçeğinin olması gerektiği gibi. Bir süre sonra yumurtadan çıkan larvalar bir tırtıl olarak bitkiyi kemirmeye başlarlar.
Neymiş kainat önce toz bulutuymuş. Tozlar birbirlerine sürtünmüşler. Big bang dedikleri büyük patlama olmuş. Gezegenler oluşmuş. İlk canlı hücre sudaymış. Ordan balık olarak karaya ayak basmış. Değişik canlılara evrilmiş bu ilk canlı hücre. Sonra maymuna dönüşenlerin bir kısmı adam olmaya karar vermişler ve ilk insan ortaya çıkmış.
Allah Kur'an'da detaylandırır aslında evreni nasıl yarattığını: Elbette her tasarım, bilinçli bir "tasarlayıcı"nın varlığını ispatlar. Tüm evreni yoktan var edip, sonra da onu dilediği biçimde tasarlayıp düzenleyen yegane kudret ise, elbette ki Kuran'daki ifadeyle "tüm alemlerin Rabbi" olan Allah'tır.
Yaratmak bakımından siz mi daha güçsünüz yoksa gök mü? (Allah) Onu bina etti. Boyunu yükseltti, ona belli bir düzen verdi.Gecesini kararttı, kuşluğunu açığa-çıkardı. Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi. (Naziat Suresi, 27-30)
Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 12)
(Allah) Geceyi gündüze bağlayıp-katar, gündüzü de geceye bağlayıp-katar; güneşi ve ayı emre amade kılmıştır, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedir. İşte bunları (yaratıp düzene koyan) Allah sizin Rabbiniz'dir; mülk O'nundur. O'ndan başka taptıklarınız ise, 'bir çekirdeğin incecik zarına' bile malik olamazlar. (Fatır Suresi, 13)
O (Allah) gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır.. . (Enam Suresi, 101)
O inkar edenler görmüyorlar mı ki (başlangıçta) göklerle yer birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya Suresi, 30)
Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz. (Zariyat Suresi, 47)
Göklerin ve yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 2)
Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün art arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır. (Bakara Suresi, 164)
Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, Güneş'e, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir. (Araf Suresi, 54)
"Görmüyor musunuz; Allah, yedi göğü birbirleriyle bir uyum (mutabakat) içinde yaratmıştır?" (Nuh Suresi, 15)
"Göğün ve yerin O'nun emriyle durması da, O'nun ayetlerindendir". (Rum Suresi, 25)
Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, kendisinden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim'dir, bağışlayandır. (Fatır Suresi, 41)
Eğer hak, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve her şey) bozulmaya uğrardı... (Müminun Suresi, 71)
Ne Güneş'in Ay'a erişip-yetişmesi gerekir, ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi. Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler. (Yasin Suresi, 40)
"Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve ikisi arasında bulunan şeyleri batıl olarak yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır..." (Sad Suresi, 27)
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten deliller vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 190-191)
Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi suretlendirdi, suretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir. (Mümin Suresi, 64)
Sizin için, yeryüzüne boyun eğdiren O'dur. Şu halde onun omuzlarında yürüyün ve O'nun rızkından yiyin. Sonunda gidiş O'nadır. (Mülk Suresi, 15)
Yaratmak bakımından siz mi daha güçsünüz yoksa gök mü? (Allah) Onu bina etti. Boyunu yükseltti, ona belli bir düzen verdi. Gecesini kararttı, kuşluğunu açığa-çıkardı. Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi. Ondan da suyunu ve otlağını çıkardı. Dağlarını dikip-oturttu; size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak üzere. (Naziat Suresi, 27-33)
O sabahı yarıp çıkarandır. Geceyi bir sükun (dinlenme), güneş ve ay'ı bir hesap (ile) kıldı. Bu, üstün ve güçlü olan, bilen Allah'ın takdiridir. (Enam Suresi, 96)
"Güneş ve ay bir hesap iledir" (Rahman Suresi, 5)
Allah, gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü ürünler çıkarandır... Ve güneşi ve ayı hareketlerinde sürekli emrinize amade kılan, geceyi ve gündüzü de emrinize amade kılandır. Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi, 32-34)
Gece, gündüz, güneş ve ay O'nun ayetlerindendir. Siz güneşe de, aya da secde etmeyin. Allah'a secde edin, ki bunları kendisi yaratmıştır. Eğer O'na ibadet edecekseniz. (Fussilet Suresi, 37)
Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda,
Mülk elinde bulunan (Allah) ne yücedir. O, her şeye güç yetirendir... O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman'ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir;o göz umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir.(Mülk Suresi,1-4)
Gerçekten sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya ve yıldızlara kendi buyruğuyla baş eğdirendir... (Araf Suresi, 54)
'Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış' göğe andolsun; siz, gerçekten birbirini tutmaz bir söz (çelişkili ve aykırı görüşler) içindesiniz. Ondan çevrilen çevrilir, kahrolsun, o 'zan ve tahminle yalan söyleyenler'; ki onlar, 'bilgisizliğin kuşatması' içinde habersizdirler. (Zariyat Suresi, 7-11)
Şüphesiz sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden, işleri evirip-çeviren de Allah'tır. O'nun izni olmadıktan sonra, hiç kimse şefaatçi (aracı) olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur, öyleyse O'na kulluk edin. Yine de öğüt alıp düşünmeyecek misiniz? (Yunus Suresi, 3)
Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 17)
De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?" "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?" De ki: "Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?"
"Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de sakınmayacak mısınız?" De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Her şeyin melekutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki O, koruyup kolluyorken kendisi korunmuyor." "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Öyleyse nasıl oluyor da böyle büyüleniyorsunuz?" (Müminun Suresi, 84-89)
(Allah) Göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbidir; şu halde O'na ibadet et ve O'na ibadette kararlı ol. Hiç O'nun adaşı olan birini biliyor musun? (Meryem Suresi, 65)
... Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın. (Bakara Suresi, 32)
***
Nankör ve zalim insan "Allah" diyemiyor, "mutlak irade" diyemiyor yaradılışının sebebine yahudi Darwin'in fantezisine "evrim" diyerek iman ediyor, din ediniyor.
Neyse...
Hikayemiz ilk fırsatta devam edevek....
Emperyalist kelebeklerden bahsetmeye devam edeceğim.
Yakında!
BÖLÜM 2
Anası, babası, ecdadı, yedi sülalesi bu milletin bir ferdi olan...İsmi de bu kültüre ait olan...Bu kültürün harmanında yoğrulan...Ama kendisini "ateist" diye tanımlayan bir tanıdığımla konuşuyorduk geçenlerde:
"Abi, yine trafikten ceza yemişim" dedi. "Yav arkadaş biraz sürat yapmışım, radar affetmemiş basmış cezayı. Ortalıkta da gözükmüyor halbuki trafik polisleri...Kim görüp de cezayı basıyor arkadaş, araçta telefonla konuştuğumu...Emniyet kemerini takmadığımı?..."
Haydi gel de bu arkadaşa Kiramen Katibin'den dem vur. Meleklerin varlığından bahset. Gizli kameraları kavrayamayan bu beyne frekanstan, manyetik alandan filan bahset. Elli kelimelik repertuarıyla operanın faziletlerinden bahsetmeyi modern zamanların matahlığı zanneden bu tanıdığım ve buna benzeyen güruhun tektipliğinin işgal ettiği dünyayı ve kainatı ve dolayısıyla yaradılışı gel de haykır bu kahrolası hegemonik şeytani düzene!
Ve dahi nasıl bahsedeyim 1955'te CIA bünyesinde kurulan Amerikan Kültür Konsey'i ile George Orwel'lerin, Hemingwayların sübvanse edildiklerini.
Ne diyordu Orwel, 1984'te "Büyük abi, bizi gözetliyor!?"
Sahi "Çanlar kimin için çalıyor?"
...
Emperyalist Kelebekler yazımızın konusu...Bu ikinci bölüm. Ama bugün 19 mayıs... Gençlik bayramı...
Tarihin dip hikayelerinde genç bedenler kurban edilirmiş türlü ayinlerle, tanrıların öfkelerini yatıştırmak için. Hele ki bakire kızlar, kutsal sunaklarda. Ya da bir şeyler dilemek için pinti tanrılardan...O gün,bayram gibi de kutlanırmış halk tarafından... Gençliğin kurban olarak kabullenmesi içinde tanrılar tarafından.Bana inanmayan, kulak versin; tarihin dehlizlerinden, kurban gençlerin çığlıkları çarpacak suratlarınıza...
...
Koru beni, kolla beni, elini ayağını öpeyim abi kelebeği'nden bahsetmeye devam edelim.
Yumurtalarını vakti saati geldiğinde Mavi Cendiya bitkisinin yapraklarına bırakan "Koru Beni Kelebeği"nin emperyalist hikayesinden...
Tabi tropikal ormanlarda yaşayan Kokulu Orkide bitkisini de anmamak olmaz. Aynı Orkideyle örtüşük yaşam süren renkli Orkide arısından da...
Orkide çiçeği açar açmaz kırmızı bölümü tas şeklinde olan kısmının hemen üstünde kaygan ama baldan tatlı bir nimet salgılamaya başlar. Bu kokuya dayanamaz Orkide arısı ve hemen orkidenin yanına gelir. Kaygan sıvı ile arı düşer kırmızı tasın içine. Oradan kurtulmanın tek yolu vardır, az ötedeki dar yarıktan çıkmak. Bunu yaparkende orkidenin polenleri üzerine yapışır. Oradan başka bir orkideye ulaştığında arı orkidelerin döllendirmesini de başarmış olur. Tabi bütün bunların evrim sayesinde olduğunu iddia edecek beyinlerin balatalarının yanmış olması lazım.
...
Yaprak böceğinden de mi bahsetsem acaba? Güneydoğu Asya ve civarında bulunan, kendilerini düşmanlarından korumak için, bulunduğu ortamdaki ağacın yaprağına dönüşebilen, kamuflaj ustası diye anılan, besin bulabilmek için kuşlara saldırabilecek kadar güdüye sahip yırtıcı bir böcek türündende bahsedelim tabiki de. Bu gezegende 47 milyon yıldır değişmeden arz- ı endam eden bu mahlukatların soylarının devam edegelmesi için yumurtalarının kabuklarının dış çeperleri adını şimdi unuttuğum bir karınca tarafından mutlaka kemirilmesi gerekmektedir. Yoksa hayvanın soyu tükenip gidermiş milyonlarca yıl öncesinden. O karıncaya da teşekkür etmek lazım, evrimi red ettikleri için.
...
Dedim ben de o tanıdığıma...Hani trafik cezası yemişti de ona üzülüyordu ya..."Oğlum cezanın büyüğü geliyo...haberin olsun!" O şaşkınca yüzüme bakıp da ne demek istediğimi kavramaya çalışırken "Hayat ehliyetin elinden alındığında..." diye yarım yamalak bir vurguyla geçiştirdim sözümü.
Neyse Emperyalist Kelebekler konulu yazıma şimdilik yine ara veriyorum. Devam edeceğim.
Son 42 yılda dünyadaki mahlukatın %58 azalmasının verdiği kederin acısını biraz hazmedeyim devam edeceğim yazıma. Önümüzdeki 20 yılda dünyayı bekleyen felaketleri düşündükçe, ben yazmayayım da kim yazsın be kardeşim bu konuları?
BÖLÜM 3
Dün bir arkadaşım ziyaretime geldi. Hoş beş derken derin mevzuların içinde bulduk kendimizi. Özetle şuna vurgu yapıyordu arkadaşım: "Kim oldukları bilinmeyen bir heyet var. Türk Devletini bunlar çekip çeviriyorlar. Aksaçlılar mı dersin, ihtiyar heyeti mi; ne dersen de! Kadim bir gelenektir bu Türk'ün töresinde. Ne zaman ki Türk Milleti daralır, imdada yetişir bu aksaçlılar!"
Dedim; "Birader, söyle şu ihtiyarlara millet perti çekmek üzere. Daha ne beklerler devreye girmek için? Ensestlik, deizim, eşcinsellik, kültürel yozlaşma, ahlaksızlığın her çeşidi evlatlarımıza, yuvalarımıza kadar sirayet eder oldu. Bir melanet İstanbul sözleşmesi var ki milletin köküne kibrit suyu döktü dökecek. Ne yapar bu ihtiyarlar, neyi beklerler? Son kale bir "aile" vardı elimizde onu bile dizilerle,facebooklarla bitirdiler neredeyse! Nüfusumuzun üçte biri 12 yaş altı çocuklarımızdan ibaret. Bu çocukları nasıl bir gelecek bekliyor? Okullarda, sokaklarda çocuklarımız kendi ellerimizle kafirleştiriyoruz, kendimize benzetiyoruz! Hem Allah aşkına söyler misin, sen, bu aksaçlıların kafa yapıları nasıl? Türk milletine nasıl bir hayatı öngörüyorlar? Alparslan gibi mücahit mi, M.Kemal gibi laik bir nesil mi öngörüyorlar? Kendileri ptesi, perşembe günleri sünnet orucu tutarlar mı, gece namazlarına kalkarlar mı...Ya da her akşam mehtaba karşı fondipleyen tipler mi? Bir dinleri var mı, ilmi herhangi bir konuda yetkinlikleri var mı, bir buluş-bir icadları?..."
Dedim; "Çağlar ötesinden geldiği iddia olunan bu ihtiyarlardan umut beklemekle, mehdi beklentileri arasında ben bir fark göremiyorum. Bildiğim bir şey var aziz kardeşim. İnsan imtihan olmak üzere yaratıldı. Bu imtihanı kolaylıkla geçiversin diye de kulları, Rabbim imtihanın sorularının cevap anahtarı olan Kuran'ı da indirdi mi bizlere? Bu Kuran'ın nasıl okunup, anlaşılması ve yaşanılması içinde elçisini de göndermedi mi?
Bilmen gerekenlerin toplamının adı da iman değil midir? Bu kitapla beraber hem insan hem de kainat kitaplarını da okumak zorunda değil misin? İman dediğin şeyin uygulanmış hali de amel değil midir? Bütün bunların da içten ve halis-salih niyetli olması gerekmiyor mu? Nasıl maddi kirlerden arınmak için temizlik gerekiyorsa, pisliklerden arınıp onlardan uzaklaşmak gerekiyorsa kendini de kötülüklerden uzaklaştırman gerekiyor. Bunun için bu düşünceleri başka insanlarla da paylaşmalısın. Bunun adı da irşad,tebliğ ve cihad değil midir? İyiliği güncelleyeceksin her daim ve kötülükle de mücadele içinde olacaksın. Bir müslümanın kötülüklere arkasını dönmesi kabul edilemez. Bana ne, sana ne, ona ne, kime ne diyemez Müslüman kötülükler karşısında. Bilmelidir ki, bir kişinin hidayetine (Rabbiyle yüzleşmesi, onu kabul etmesi ve ona tabi olması hali) sebep olmak dünya ve onun içindeki nimetlerden daha hayrlıdır. İşte bu hal üzere yaşayan Müslüman Türkler ilay-ı kelimetullahı kızıl elma olark ülkülendirmişlerdir. En büyük "kızıl elma" Rabbin rızasını kazanmaktır.
Buradan yola çıkacak olursak, Müslümanların kendi aralarındaki birbirlerini ilgilendiren kararlarını ortak olarak değerlendirmeleri, bunun içinde bir meclis oluşturmaları zaten ilahi bir emirdir. Aksaçlılardan kasıt işte bu karar alıcıların ilme,deneyime, örfe, Kuran'a, Sünnet'e bağlı olarak atıfta bulunanların tavrının adıdır. Yoksa bir millet kendisini değiştirmeden Allah onları değiştirmez. O millet ki nasıl yaşıyorsa da o şekilde idare olunur."
...
Halbuki benim niyetim EMPERYALİST KELEBEKLER başlığı altındaki yazıma eklemlemeler yapmaktı.
Fosil kayıtlarından anlaşılacağı üzere yeryüzünde 400 milyon yıldır değişmeden var olan ve her biri evrim teorisini tek başlarına altüst eden, paçavraya çeviren böcekler üzerine yazma devam etmek istiyorum. Böcekler ve bitkilerin şaşırtıcı ve mucizevi ilişkileri üzerine kafa yormak, inceleme ve araştırma yapmak; bu konuyu da siz okurlarla paylaşmak istiyorum.
"Koru Beni Kelebeği"nin hikayesini anlatacağım.
Ama siz de biraz sabırlı olun, sabredin. İş bizi nerelere götürecek, inanamayacaksınız.
Sahip oldukları üstün tasarımla her türlü ortamda yayılmış ve çoğalmış olan böcekleri tanıyalım istiyorum. Çölde, ormanda, göllerde, volkanlarda, sıcak sularda, buzullarda, kısacası her yerde böceklere rastlamak mümkündür. Mesela bazı böcekler bir tür antifriz üreterek vücut sıvılarının donmasını engellerler. Böylece Himalaya Dağları'nın yüksek tepelerinde ya da bazıları Sahra Çölü'nde 47°C'nin üstündeki sıcaklıkta yaşayabilir.
Bugün bilinen hayvanların dörtte üçünü böcekler oluşturmaktadır. Bu canlılar, nüfusları, tasarımları ve besin zincirine olan önemli etkileriyle evrimcileri oldukça zor bir duruma sokmaktadırlar.
Böceklerin türü ve sayısı o kadar fazladır ki, bilim adamları bu konuda kesin bir rakam verememektedirler. Son yapılan çalışmalara göre böcek türlerinin tahmini sayısı 2 ile 30 milyon arasındadır. Bu türlerin içinde sadece 370.000 adeti tanımlanabilmiştir, ayrıca 15.000 kadar fosil böcek türü bulunmuştur. Bugün, bilinen hayvan türlerinin dörtte üçünü böcekler oluşturmaktadır ve tahmini sayıları 1 trilyondan fazla, toplam ağırlıkları ise 2,7 milyar ton olarak belirtilmektedir. Bu rakam 45 milyar insanın toplam ağırlığına eşittir. Yani yaşayan her insan başına 170 milyondan fazla böcek düşmektedir.
Bu olağanüstü sayılardan da anlaşılacağı gibi, böcekler hem nüfuslarıyla, hem sahip oldukları tasarımlarıyla, hem de besin zincirinde en önemli halkalardan birini oluşturmalarıyla, bize önemli mesajlar vermektedirler.
Kuşkusuz evrim yoluyla yaradılışa alternatif bir açıklama yapmaya çalışan ateistler, böceksiz bir dünyada yaşamayı çok isterlerdi. Bu canlıların fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkmaları, hiçbir sözde evrimsel ataya sahip olmamaları, son derece kompleks organlara sahip olmaları ve en önemlisi de bu kadar fazla çeşitlilik göstermeleri, evrim teorisi için mantıklı olarak cevaplanması oldukça zor olan sorunlar oluşturmaktadır.
...
Evet, bir aranın daha sonuna geldik. Devam edeceğiz konumuza. Emperyalist Kelebekler daha neler anlatacak bizlere, şahit olacaksınız.
Dedim; "Birader, söyle şu ihtiyarlara millet perti çekmek üzere. Daha ne beklerler devreye girmek için? Ensestlik, deizim, eşcinsellik, kültürel yozlaşma, ahlaksızlığın her çeşidi evlatlarımıza, yuvalarımıza kadar sirayet eder oldu. Bir melanet İstanbul sözleşmesi var ki milletin köküne kibrit suyu döktü dökecek. Ne yapar bu ihtiyarlar, neyi beklerler? Son kale bir "aile" vardı elimizde onu bile dizilerle,facebooklarla bitirdiler neredeyse! Nüfusumuzun üçte biri 12 yaş altı çocuklarımızdan ibaret. Bu çocukları nasıl bir gelecek bekliyor? Okullarda, sokaklarda çocuklarımız kendi ellerimizle kafirleştiriyoruz, kendimize benzetiyoruz! Hem Allah aşkına söyler misin, sen, bu aksaçlıların kafa yapıları nasıl? Türk milletine nasıl bir hayatı öngörüyorlar? Alparslan gibi mücahit mi, M.Kemal gibi laik bir nesil mi öngörüyorlar? Kendileri ptesi, perşembe günleri sünnet orucu tutarlar mı, gece namazlarına kalkarlar mı...Ya da her akşam mehtaba karşı fondipleyen tipler mi? Bir dinleri var mı, ilmi herhangi bir konuda yetkinlikleri var mı, bir buluş-bir icadları?..."
Dedim; "Çağlar ötesinden geldiği iddia olunan bu ihtiyarlardan umut beklemekle, mehdi beklentileri arasında ben bir fark göremiyorum. Bildiğim bir şey var aziz kardeşim. İnsan imtihan olmak üzere yaratıldı. Bu imtihanı kolaylıkla geçiversin diye de kulları, Rabbim imtihanın sorularının cevap anahtarı olan Kuran'ı da indirdi mi bizlere? Bu Kuran'ın nasıl okunup, anlaşılması ve yaşanılması içinde elçisini de göndermedi mi?
Bilmen gerekenlerin toplamının adı da iman değil midir? Bu kitapla beraber hem insan hem de kainat kitaplarını da okumak zorunda değil misin? İman dediğin şeyin uygulanmış hali de amel değil midir? Bütün bunların da içten ve halis-salih niyetli olması gerekmiyor mu? Nasıl maddi kirlerden arınmak için temizlik gerekiyorsa, pisliklerden arınıp onlardan uzaklaşmak gerekiyorsa kendini de kötülüklerden uzaklaştırman gerekiyor. Bunun için bu düşünceleri başka insanlarla da paylaşmalısın. Bunun adı da irşad,tebliğ ve cihad değil midir? İyiliği güncelleyeceksin her daim ve kötülükle de mücadele içinde olacaksın. Bir müslümanın kötülüklere arkasını dönmesi kabul edilemez. Bana ne, sana ne, ona ne, kime ne diyemez Müslüman kötülükler karşısında. Bilmelidir ki, bir kişinin hidayetine (Rabbiyle yüzleşmesi, onu kabul etmesi ve ona tabi olması hali) sebep olmak dünya ve onun içindeki nimetlerden daha hayrlıdır. İşte bu hal üzere yaşayan Müslüman Türkler ilay-ı kelimetullahı kızıl elma olark ülkülendirmişlerdir. En büyük "kızıl elma" Rabbin rızasını kazanmaktır.
Buradan yola çıkacak olursak, Müslümanların kendi aralarındaki birbirlerini ilgilendiren kararlarını ortak olarak değerlendirmeleri, bunun içinde bir meclis oluşturmaları zaten ilahi bir emirdir. Aksaçlılardan kasıt işte bu karar alıcıların ilme,deneyime, örfe, Kuran'a, Sünnet'e bağlı olarak atıfta bulunanların tavrının adıdır. Yoksa bir millet kendisini değiştirmeden Allah onları değiştirmez. O millet ki nasıl yaşıyorsa da o şekilde idare olunur."
...
Halbuki benim niyetim EMPERYALİST KELEBEKLER başlığı altındaki yazıma eklemlemeler yapmaktı.
Fosil kayıtlarından anlaşılacağı üzere yeryüzünde 400 milyon yıldır değişmeden var olan ve her biri evrim teorisini tek başlarına altüst eden, paçavraya çeviren böcekler üzerine yazma devam etmek istiyorum. Böcekler ve bitkilerin şaşırtıcı ve mucizevi ilişkileri üzerine kafa yormak, inceleme ve araştırma yapmak; bu konuyu da siz okurlarla paylaşmak istiyorum.
"Koru Beni Kelebeği"nin hikayesini anlatacağım.
Ama siz de biraz sabırlı olun, sabredin. İş bizi nerelere götürecek, inanamayacaksınız.
Sahip oldukları üstün tasarımla her türlü ortamda yayılmış ve çoğalmış olan böcekleri tanıyalım istiyorum. Çölde, ormanda, göllerde, volkanlarda, sıcak sularda, buzullarda, kısacası her yerde böceklere rastlamak mümkündür. Mesela bazı böcekler bir tür antifriz üreterek vücut sıvılarının donmasını engellerler. Böylece Himalaya Dağları'nın yüksek tepelerinde ya da bazıları Sahra Çölü'nde 47°C'nin üstündeki sıcaklıkta yaşayabilir.
Bugün bilinen hayvanların dörtte üçünü böcekler oluşturmaktadır. Bu canlılar, nüfusları, tasarımları ve besin zincirine olan önemli etkileriyle evrimcileri oldukça zor bir duruma sokmaktadırlar.
Böceklerin türü ve sayısı o kadar fazladır ki, bilim adamları bu konuda kesin bir rakam verememektedirler. Son yapılan çalışmalara göre böcek türlerinin tahmini sayısı 2 ile 30 milyon arasındadır. Bu türlerin içinde sadece 370.000 adeti tanımlanabilmiştir, ayrıca 15.000 kadar fosil böcek türü bulunmuştur. Bugün, bilinen hayvan türlerinin dörtte üçünü böcekler oluşturmaktadır ve tahmini sayıları 1 trilyondan fazla, toplam ağırlıkları ise 2,7 milyar ton olarak belirtilmektedir. Bu rakam 45 milyar insanın toplam ağırlığına eşittir. Yani yaşayan her insan başına 170 milyondan fazla böcek düşmektedir.
Bu olağanüstü sayılardan da anlaşılacağı gibi, böcekler hem nüfuslarıyla, hem sahip oldukları tasarımlarıyla, hem de besin zincirinde en önemli halkalardan birini oluşturmalarıyla, bize önemli mesajlar vermektedirler.
Kuşkusuz evrim yoluyla yaradılışa alternatif bir açıklama yapmaya çalışan ateistler, böceksiz bir dünyada yaşamayı çok isterlerdi. Bu canlıların fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkmaları, hiçbir sözde evrimsel ataya sahip olmamaları, son derece kompleks organlara sahip olmaları ve en önemlisi de bu kadar fazla çeşitlilik göstermeleri, evrim teorisi için mantıklı olarak cevaplanması oldukça zor olan sorunlar oluşturmaktadır.
...
Evet, bir aranın daha sonuna geldik. Devam edeceğiz konumuza. Emperyalist Kelebekler daha neler anlatacak bizlere, şahit olacaksınız.
BÖLÜM 4
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) da, "yenebilir böceklerin" artan dünya nüfusu için sürdürülebilir bir besin kaynağı olduğu görüşünde.
FAO da bugünlerde "yenebilir böceklerin" insanların beslenme rejiminde oynadığı rolü araştırıyor.
Örgüt "2050'ye yönelik eğilimlere göre, dünya nüfusu 9 milyarı bulacak. Mevcut ekosistemden daha fazla gıda/besin üretimi talep edilecek ve çevreye daha büyük bir baskı uygulanacak" diyor.
BM böcekleri "yüksek kalite protein" içeren kaynak olarak kabul ediyor. Böcekler hayvan proteini, yağ, vitamin, lif ve mineral açısından zengin içeriğe sahip. Ayrıca daha az besi ve suyla böcek yetiştirmek mümkün.
Bugün dünyada en az 2 milyar insan düzenli olarak 1900 böcek türü tüketiyor. Avrupa Gıda Güvenliği Kurumu (EFSA) çiftlik böceklerinin besin değerinin yüksek olduğunu, dana ve tavuk etine iyi bir alternatif olabileceğini açıkladı.
Bu bulgu, kurumun insan ve çiftlik hayvanlarının gıdalarında protein kaynağı olarak kullanılmasına ilişkin ilk risk değerlendirmesinde yer alıyor.
EFSA doğrudan, AB'nin yürütme organı olan Avrupa Komisyonu'na bağlı bir kurum.
Kurum raporunda, insan tüketimi için ve hayvan besilerinde kullanılan çiftlik böceklerinin biyolojik ve kimyasal zararlarının, uygulanan tarım yöntemiyle ilgili olduğu sonucuna ulaştı.
Böcek tüketen insan ve hayvanların sağlığının böceklerin nasıl yetiştirildiğine ve işlendiğine bağlı olduğunu belirten kurum, raporunu Avrupa Komisyonu'na gönderildi.
Avrupa Birliği içindeki çiftlik böceklerine talebin sinekler, güveler, solucanlar ve çekirgeler gibi sayılı türlerle sınırlı olması bekleniyor.
Avrupa Komisyonu yetkilileri şimdilik böcek pazarının küçük olduğunu ama ilgilinin arttığını söylüyor.
Hazırlanın yani diyorlar damak tadınızı yeniden revize etmeye.
Aslında böcekle beslenmeye başlayalı çok oldu da farkında değiliz. Belki menünün zayıflığından kaynaklanıyor olabilir bu duruma karşı tepkisizliğimiz...
Malum Çinliler'i böcek yiyorlar diye eleştiriyorduk ama öğrendik ki farkında olmadan aslında hepimiz böcek yiyormuşuz da haberimiz yok. Hem de her gün marketlerden, bakkallardan aldığımız olmazsa olmaz ürünlerin içerisinde…
Hadi Çinliler'i anlıyoruz da, onların kültüründe bu var, biz Müslüman Türk milletine ne oluyor?
Her gün yediğimiz şu böceği biraz tanımaya çalışalım.
Herkesin yediği şu meşhur böceğin adı “cochineal” ve değişik kaktüslerin üzerinde asalak olarak yaşamını sürdürüyor.
Bu böcekler Meksika, Bolivya, Şili, Kanarya Adaları ve Peru’da dikenli bir kaktüste yaşıyor. Doğal ortamında çoğalabildikleri gibi kültürel olarak da yetiştirilebilmektedir.
Kaktüs bitkisine kene gibi yapışarak hayatını sürdüren cochineal böceği için özellikle Meksika’da ticari amaçlı büyük tarlalar oluşturulmuştur ve köylüler tarafından toplanmaktadır.
Bu böcek çok eski zamanlardan beri kullanılmaktadır ve kırmızı bir renk vermektedir.
İlk olarak Aztekler tarafından kırmızı rengi vermek amacı ile kullanılmıştır.
Cochineal böceğinden karmin maddesi elde edilmektedir. Ve bu madde renklendirme ajanı olarak gıda maddelerinde, kozmetik ürünlerinde, ilaç sanayinde ve boyacılıkta kullanılmaktadır.
Böceğin kullanıldığı gıdalar şöyle: Bisküvi, şekerleme, dondurma, reçel, marmelat, soslar, meyve suları, et ürünleri, sakız, yoğurt, meyveli süt, fıstık ezmesi, ekmek, kahve ürünleri, sosis, koruyucular, jelatinli tatlılar, pasta ve fırın ürünleri vs.
Tabi işin içine hamamböceğini, solucanı, çekirgeyi, akrebi filan direk konumlandırmadığımız için konu çok da dikkat çekmiyor.
Kozmetik sektöründe ise saç ve cilt bakım ürünlerinde, rujlarda, yüz pudralarında, allıklarda kullanılmaktadır.
Tabi, kozmetik ve boya sanayinde gıda ve ilaç gibi boğazımızdan aşağı geçmediği için daha az mide bulandırmaktadır.
Böcek yemenin dini ve kültürel açıdan toplumumuza hiç uymadığı muhakkaktır. Sağlık konusu detaylarıyla henüz masaya yatırılmış değil. Ki konunun uzmanları bu böceğin vücudumuzda özellikle alerjik reaksiyonlara neden olduğunu belirtiyorlar.
İşin garip tarafı, Türk milletinin yüzde 99’u Müslüman olmasına rağmen ve dinimize göre bu tür böcek yemek haram olmasına rağmen, insanımıza bilgi verilmeden bu tür ürünler market raflarında bulunmaktadır ve bu Türk Gıda Kodeksi açısından da bir sıkıntı teşkil etmemektedir.
Bir taraftan içeriğini ve etkilerini bilmediğimiz GDO’lu gıda ürünleri, bir taraftan böcek katkılı gıdalar, bir taraftan haramlığı şüphe götürmeyen domuz etinin kasaplık olması bütün bu gelişmeler “nereye gidiyoruz” sorusunu sormamıza neden oluyor.
Hem de muhafazakarlığı konusunda mangalda kül bırakmayan bir topluluk olduğunu iddia eden biz de bunlar oluyorken varın bir de dünyayı düşünün.
Daha bilmeden neler yiyoruz ve de yiyeceğiz, kim bilir?
Kontrol yok, bilgi yok, herkes saman altından su yürütüyor.
Doğru ya, vatandaş ne idüğü belirsiz olan her şeyi yemeli ki hastalansın, hastalıklar kronikleşsin, ancak o zaman küresel ilaç şirketleri, onların yerli uzantıları ve de avantasını alanlar nemalanabilir.
Birileri sağlıksız, perişan, kendi kendini yediği gıdalarla zehirleyen, ilaca bağımlı, kronik hastalıkların pençesinden kurtulamayan bir Müslüman Türk’ü, çınar gibi dimdik olan bir Müslüman Türk’e tercih ediyor.
Birileri şunu çok iyi biliyor: Sağlıksız, kronik hasta bir milletten sağlıklı bir karar çıkmaz, bu milletin geleceği de olmaz.
...
Onun için Koru Beni Kelebeğini iyi etüd etmeliyiz. İnanın bu kelebeğin bize anlatacağı o kadar şey var ki! Belki adına üniversite bile açmak lazım.
Devam edeceğiz...
BÖLÜM 5
Zombilerin sadece filmlerde olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Yanılıyorsunuz. Artık gerçek hayatımızda da sık sık zombilerle karşılaşıyoruz. Bakın sokaklara, kafeteryalara ölü ruhlu yaşayan bedenlerle karşı karşıyayız. Yabancılaşmanın etkisinde, mazisi Türk şu anki haliyle en beter gavurdan daha gavur bir sürü mahluktan geçilmiyor şehrin sokakları. Hatta köyler, kasabalar.
Biz bu çalışmamızda işte bu yabancılaşmanın getirdiği çürümeye işaret etmek, dikkat çekmek istiyoruz. Biraz dolambaçlı yollardan da olsa hakikatle yüzleştirmek istiyoruz; özellikle gençlerimizi.
Kahretsin ki toplumumuz kitap okumuyor. Bilgiye de yabancılaştı. İşte kendisini böcekler alemiyle mukayese ederek belki empatilik bir kıssadan hisse ile en azından birilerine meramımızı anlatırızın derdindeyiz.
İlerleyen aşamada unutmazsam size “Mankurtlaşmak”tan da bahsedeceğim.
Haydi dönelim yine hayvanlar alemine. Koru Beni Kelebeği’ni inanın ilk fırsatta anlatacağım. N’olur sabırsızlık etmeyin. Ona da sıra gelecek.
Amazon ormanlarının yeşilliklerinde yaşayan salyangozları zombiye çeviren bir parazit, neslini sürdürebilmek için çok farklı bir yöntem izler.
Bu parazit salyongozun beynini ele geçirerek, kendi neslini sürdürebilmesi için yönlendirir. Öncelikle salyangozda nedenini daha sonra anlayacağımız bazı fiziksel değişikliklere yol açar. Salyangozların başındaki dokungaçlarını renkli büyük bir kurtcuk görünümüne çevirir, ve sürekli kurtcuk benzeri hareketler yaptırır.
Salyangozlar daha sonra kendileri için çok tehlikeli olan ve normalde yapmadıkları birşey yaparlar. Salyangozlar yakıcı güneş ışınlarının olduğu ölümcül yüksek dallara tırmanmaya başlar ve yüksek bir dalda dokungaçları ile kurtcuk hareketi yapmaya devam eder. Amacı salyangozu bir kuşun farketmesini sağlamaktır. Kuş salyangozun dokungacını kurtcuk zanneder ve avlayarak dokungacı yer. Bu saldırıdan salyangoz genelde sağ kurtulur. Parazit bu sayede neslini sürdürebilmesi için en ideal yere, kuşa geçmiş olur. Kuş binlerce parazit yumurtasını dışkı yoluyla tüm ormana yayar. Kuşun dışkısı ile beslenen salyangozu böylece yeni parazitler ele geçirir ve neslini böylece sürdürür.
Gözle farketmesi bile zor olan bir parazitte, salyangozu zombiye çevirecek bilgi nasıl olabilir? Salyangozun dokungaçlarını şişirecek biyolojik etkiyi nasıl oluşturabilir? Bu biyolojik etki sonucunda dokungaçların kurtcuğa benzeyeceğini ve bu kurtcuğu kuşun yediğini nerden bilebilir? Ufacık bir parazit yumurtalarını geniş alana yaymak ve neslini sürdürmek için en iyi fikrin kuş olduğunu olmayan beyni ile nasıl düşünebilir? Beyni olmayan bu parazit salyangozların kuşun dışkısı ile beslendiğini nerden bilebilir? Bir kuşun atığında gizlenip de salyangozun içine giren... Sonrasında ilerleyerek onun gözlerine yerleşen... Vakti geldiğinde ise onu saklandığı yerden yükseklere çıkaran... Rengarenk bezenip de hareket ederek böylelikle en nihayetinde yine bir kuşun dikkatini çeken ve kendisini ona yedirten varlığın yaratıcısı RAHMAN ve RAHİM olan YÜCE ALLAH'a sığırım.
Tüm bu soruların tek bir cevabı vardır. O paraziti Allah, insanlar ibret alıp düşünsünler diye yarattı. Allah bir ayette şöyle buyurur: Allah; gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra arşa istiva etti. Sizin O'nun dışında bir yardımcınız ve şefaatçiniz yoktur. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz? (32/4)
Düşünmeyenlere, düşünemeyenlere argo’da özellikle yer etmiş çok sayıda kelimeyle betimlemede bulunulur. Misal, dilimizde “mankafa” sözcüğü argo da olsa yaygın biçimde kullanılmakla beraber, “mankurt” sözcüğünün aynı yaygınlıkta olmadığını biliriz.
Mankurt sözcüğünü Cengiz Aytmatov gündemimize yeniden soktu.
Mankurtlaşmak, ulusal kimlikten uzaklaşma, topluma ve kültüre yabancılaşma, zihnin yeniden inşası yoluyla bilinçsizleşme, egemen güçlere ve süper devletlere yaranmayı içeren sosyo - kültürel bir kavramdır.
Zihni yeniden kurgulanarak mankurtlaştırılan kişi, düşmanını “efendi” kabul ederek kendi halkına ve değerlerine karşı savaşan bir köledir.
Dilimizde “mankafa” sözcüğü argo da olsa yaygın biçimde kullanılmakla beraber, “mankurt” sözcüğünün aynı yaygınlıkta olmadığını biliriz.
Mankurt sözcüğünü Cengiz Aytmatov gündemimize yeniden soktu. Mankurtlaşmak, ulusal kimlikten uzaklaşma, topluma ve kültüre yabancılaşma, zihnin yeniden inşası yoluyla bilinçsizleşme, egemen güçlere ve süper devletlere yaranmayı içeren sosyo - kültürel bir kavramdır.
Zihni yeniden kurgulanarak mankurtlaştırılan kişi, düşmanını “efendi” kabul ederek kendi halkına ve değerlerine karşı savaşan bir köledir.
Okumuşlar kolay mankurtlaştırılabilirken halk aynı kolaylıkla ve kısa zamanda mankurtlaştırılamaz. Kültür kodları halkı kendi değerleriyle ayakta tutarken, aydın ya da yöneticiler gerek arayış içinde olmaları, yeni değerlere kontrolsüz biçimde açık olmaları ve bireysel çıkarlarını toplumsal çıkarların önünde tutmaları onları mankurtlaştırma sürecine sokar ya da bu süreci hızlandırır.
Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” adlı yapıtında anlattığı bir efsane vardır: Mankurt Efsanesi.
Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri nitelikli (!) köleler haline getirmek için onların belleklerini silermiş.
Bunu şöyle yaparlarmış:
Önce tutsağın başını kazır, saçlarını tek tek kökünden çıkarırlarmış.
Bu arada bir deveyi keser derisinin en kalın yeri olan boynundaki deriyi tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sararlarmış.
Kuruyup büzülen deri kafayı mengene gibi sıkıp, dayanılmaz acılar verirmiş.
Bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp dışarı çıkamayınca başına batarmış. Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç susuz bırakılırmış.
Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölürmüş. Kalanlar ise belleklerini yitirirmiş.
Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlarmış. Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olurmuş.
Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış.
Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş.
İşte, toplumumuzda olup bitenleri bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Bugün Türk toplumu mankurtlaştırılıyor. Ulusal kimliği, kişiliği, onuru dejenere ediliyor, aşağılanıyor. Geçmişimiz ve kim olduğumuz bize unutturuluyor. Azar azar, alıştıra alıştıra, şiddeti zamana yayıp alıştırılarak mankurtlaştırılıyoruz. Uygarlıkların kurucusu olmuş bu milletin insanları mankurtlaştırılıyor! Topluma “geçmişi unut, kim olduğunu unut, geleceği düşünme, anı yaşa” düşüncesi genel geçer yapılarak mankurtlaştırılıyor.
Başta artık bizim olmaktan çıkmış ulusal (?) kitle iletişim araçları olmak üzere her türlü araç bu amaçla kullanılıyor. Bir daha kendimizi toparlayamayacak biçimde zihnimiz yeniden inşa ediliyor! Böylece ulusal refleksimiz ve direncimiz kırılıyor. Görünüşe bakıldığında da epey yol aldıkları anlaşılıyor.
Devam edeceğiz…
BÖLÜM 6
“Koru Beni Kelebeği”nden bahsedecektim size. Bakın konu nereden nereye kadar geldi. E benim de anlatmak isteyip de uygun bir lisan kabına koyamadığım, dolayısıyla anlatmakta güçlük çektiğim konular vardı. Meseleye buradan yaklaşıp detaylarıyla hayata dair şeyler söylememede sebep oldu bu kelebek mevzuu. Kelebekler, malum her gördüğümüzde içimizi kıpır kıpır eden başkalaşım (metamorfoz) olayının muhteşem örnekleridirler. Tabiatta bir gezinti yapacak olsak, yürüyüşlerimizde gözlerimiz her yerde kelebekleri arar. Bu kadar çok görmek istediğimiz ve hayran kaldığımız kelebekler hakkında ne kadar bilgiye sahibiz? Daha da önemlisi, acaba ne kadar doğru bilgiye sahibiz? Örneğin, kulaktan kulağa yayılmaya devam eden kelebeklerin ömrünün bir gün olduğu bilgisi vardır ki bu konuda malumat sahibi olmayan yok. Yetişkin kelebekler 1 hafta ila 1 yıl arasında yaşayabilirler; bir gün yaşayan bir kelebek türüne ise rastlanmamıştır. Brimstone kelebekleri yetişkin kelebekler için en uzun ömre sahiptir.Ömürleri 9-10 aydır.
Kelebekler, hayvanlar aleminin eklem bacaklılar şubesinde yer alan böcekler sınıfına ait Lepidoptera (Lepidoptera kelimesi Yunanca’da pullu kanat anlamına gelir.) takımında yer alırlar. Güveler de bu gruba dahildir. 165.000 civarında kelebek türü vardır. Kelebek ve böceklerin iskeletleri vücudunun dışındadır.Buna ekzoskeleton denir. Bu böceği korur.Ve vücutlarının içinde su depolanmasını sağlar.Kurumalarını engeller.Antarktika dışında dünyanın her yerinde gözlenebilirler. Çok dikkatli bakıldığında kelebeklerin kanatlarında pulsu şekiller görülebilir; bunlar uçları yassılaşmış ve genişlemiş kıllardır. Diğer tüm böcekler gibi kelebekler de altı bacağa sahiptir; üç bölümden oluşan ana gövdesi (kafa, göğüs (orta bölüm) ve karın (kuyruk ucu)), ayrıca iki tane anteni ve iki tane de petek gözü vardır.
Kelebeklerin bitkiler dünyasında büyük bir önemi vardır: Polenleri bitkiden bitkiye taşıyarak meyvelerin, sebzelerin ve çiçeklerin yeni tohumlar üretmesine yardımcı olurlar. Hayvanlar dünyası açısından bakıldığında ise kelebekler besin zincirinin dibine yakındır. Kuşlar, memeliler ve diğer böcekler için (özellikle tırtıl aşamasında iken) yiyecek olurlar. Kelebekler soğukkanlıdır, yani vücut sıcaklıklarını ortama adapte edemezler ve vücut sıcaklıkları düşük olduğunda uçamazlar. Kış koşullarına dayanamayan kelebekler korunaklı yerlerde kış uykusuna dalarak yaşayabilirler. Ağaçların soyulmuş kabuk ve kütük gibi yerlerini kışlık alanları olarak kullanırlar. Herhangi bir aşamada (yumurta, larva, pupa veya yetişkin) uyuyabilirler ancak genellikle her tür sadece bir aşamada uykuda kalır.
Kelebeklerin yaşam döngüsünün dört aşaması vardır: Yumurta, larva (tırtıl), pupa (krizalit ya da koza) ve yetişkinlik. Bu değişim sürecine metamorfoz (başkalaşım) denir. İşte bu metamorfoz kavramı da edebiyatçılar tarafından, felsefeciler tarafından, siyasiler tarafından yoğun ölçütte kullanılan derinlikli kavramlardandır.
Toplumların dönüşmesi, ideolojik dönüşümler filan bu kavramla gayet keyifli bir şekilde yorumlanabilmektedir.
Bir tırtılın kelebeğe dönüşmesi, yani metamorfoz işlemi, türüne bağlı olarak 10 ila 15 gün içinde tamamlanır. Metamorfoz, dişi kelebeklerin iğne başı büyüklüğündeki yumurtalarını bir yaprağa bırakmasıyla başlar. Yaprağa bırakmalarının sebebi, yaprakların oluşacak tırtıllara besin kaynağı olmasıdır. Yumurta dönemi birkaç gün sürer ve kırılan yumurtalardan tırtıllar çıkar. Yaklaşık iki hafta süren bu dönemde tırtıllar dört beş kez deri değiştirirler. Pupa döneminde ise tırtıl kendisini bir yaprağa baş aşağı asarak bir kabuk oluşturur ve yaklaşık 1 hafta kadar bu kozanın içinde kalır. Türüne bağlı olarak bu süreç bir yıldan fazla da sürebilir. Çünkü bazı kelebek türleri pupa olarak hazırda beklerler. Kelebek kozadan çıkarak kanatlarına kan pompalar ve kuruduktan sonra bir iki saat içinde uçmaya başlar.
Tırtıl aşamasında iken yaprak ve diğer bitki parçalarını ağızları ile koparıp çeneleri ile çiğner ve öğütürler. Tırtılların ihtiyaç duydukları her şeyi yedikleri bitkilerden aldıkları için su içmelerine gerek yoktur. Bazı kelebek türleri yumurtalarını sadece bir bitki türü üzerine bırakır. Tırtılların aksine, kelebekler etrafta dolaşabilir ve daha geniş bölgelerde uygun yiyecekler arayabilirler. Kelebeklerin büyük bir kısmı çiçek nektarını tercih eder ve genellikle çeşitli sıvılarla beslenirler. Kelebeklerin ağızları yoktur; bunun yerine hortuma benzeyen tüpleri (iki adet) vardır. Ayrıca tat alma duyuları ayaklarındadır. İlk önce ayakları ile besini kontrol edip daha sonra da bu tüpler ile sıvıları emerler. Tüpleri kullanmadıkları zamanlarda spiral haline getirerek kapatırlar.
Erkek kelebekler kanatları doğru renk ve desende olan dişi kelebekleri ararlar. Bir erkek kelebek çiftleşmeye uygun bir dişi kelebek gördüğünde dişinin yakınında uçmaya başlar. Bütün mahlukatta temel durum budur ki, nesillerin devamı için dişiler soylarının devamında güçlü kodlara sahip erkekleri tercih ederler. Erkek kelebek feromonadı verilen özel kimyasalları serbest bırakarak kanatlarını normalden daha fazla çırpmaya başlar. Özel bir dans da yapabilir; eğer dişi kelebek ilgilenirse erkek kelebeğin dansına katılır. Çiftleşme sürecinde, erkek spermi dişiye geçer. Yumurtalar dişi yumurtlama tüpünden geçerken sperm tarafından döllenir. Erkek kelebekler sıklıkla çiftleştikten sonra ölürler. Renkli kanatlar diğer kelebekler için bir işarettir. Böceklerin kendi türlerini karmaşık bir habitatta tanımasını mümkün kılar. Renkler ayrıca erkek ve dişileri ayırt etmelerini sağlar ki bu durum kelebeklerin eş arayışlarında hayati bir önem taşır.
Renkler karanlıkta işe yaramadığından geceleri uçan kelebekler diğer kelebeklere ulaşmak için akustik ve kimyasal sinyaller kullanırlar. Hem erkekler hem de dişiler birbirleriyle iletişim kurmak için koku salarlar. Birçok türde, dişinin erkeğin yaklaşmasına izin vermesinden önce erkeğin bir dans gösterisi yapması gerekir. Erkek zarif bir şekilde bir dişinin etrafında uçar ve kanatlarını daha hızlı çırparak kokusunun dişiye ulaşmasını sağlamaya çalışır.
Dans’tan bahsettik madem. İster istemez aklıma dansla ilgili bilinen şu meşhur olay aklıma geldi. Hani Kanuni Sultan Süleyman'ın Osmanlı Padişahı olduğu dönemde Fransa'da başlayan dans akımı, İstanbul'dan gelen bir fermanla 100 yıl unutulmuştu. Kanuni Sultan Süleyman, gönderdiği mektupta Fransızları dansı terk etmeleri için sert ve kararlı bir dille uyarmıştı. Gerekçesi ise, bize ders olacak cinsten... Günümüzde, ülkemizde ve bütün dünyada kendine çok geniş alanlar bulan dans, ilk defa Kanuni döneminde Fransa'da yapılmaya başlamıştı. Osmanlı'nın sınırları bu dönemde Avrupa içlerine kadar dayanıyordu. Dansın ilk yapılmaya başladığı sıralarda Osmanlı hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman, Fransa Kralı Fransuva'ya bir mektup yazdı. Kanuni, mektubunda şöyle diyordu:
"Ben ki, kırk sekiz krallığın hakanı Sultan Süleyman Han'ım. Sefirimden aldığım habere göre, memleketinizde dans namı altında kadın-erkek birbirine sarılmak suretiyle, herkesin gözü önünde faydasız işler) işlenmekte olduğunu işitmişimdir.
“... İş bu rezaletin memleketime de sirayeti ihtimali olduğundan iş bu emrim elinize ulaştığı andan itibaren bu ahlaksızlığa son verilmediği takdirde bizzat ordumla gelip, bu ahlaksızlığı yasaklamaya gücüm vardır. “
Sonrasında aynı Fransa’ya azınlık okulları açmak için izin verdik. İlk misyoner okullarının açılmasına göz yumduk. Fransızlaşmaya başladık kendi kavramlarımıza, değerlerimize…Sonra İngilizleşme sevdamız başladı. Almanlar, Ruslar derken özenmediğimiz gavur kalmadı nihayetinde. Şimdi de illa ki Amerikancılık…”
Cumhuriyetin ilk demlerinde balolar tertiplemek bir ayin kudsiyetindeydi. “Güzel Bacak Yarışmaları” düzenledi dönemin otoritesi balo salonlarında.
Yani bir toplumu deforme edip, metamorfoza tabi tutacaksan önce kadınlarını dönüştüreceksin.
Neyse konumuza dönelim. Kelebeklerden bahsediyorduk. Acele etmeyin daha sıra gelmedi “Koru Beni Kelebeği”ne.
Kelebekler, hayvanlar aleminin eklem bacaklılar şubesinde yer alan böcekler sınıfına ait Lepidoptera (Lepidoptera kelimesi Yunanca’da pullu kanat anlamına gelir.) takımında yer alırlar. Güveler de bu gruba dahildir. 165.000 civarında kelebek türü vardır. Kelebek ve böceklerin iskeletleri vücudunun dışındadır.Buna ekzoskeleton denir. Bu böceği korur.Ve vücutlarının içinde su depolanmasını sağlar.Kurumalarını engeller.Antarktika dışında dünyanın her yerinde gözlenebilirler. Çok dikkatli bakıldığında kelebeklerin kanatlarında pulsu şekiller görülebilir; bunlar uçları yassılaşmış ve genişlemiş kıllardır. Diğer tüm böcekler gibi kelebekler de altı bacağa sahiptir; üç bölümden oluşan ana gövdesi (kafa, göğüs (orta bölüm) ve karın (kuyruk ucu)), ayrıca iki tane anteni ve iki tane de petek gözü vardır.
Kelebeklerin bitkiler dünyasında büyük bir önemi vardır: Polenleri bitkiden bitkiye taşıyarak meyvelerin, sebzelerin ve çiçeklerin yeni tohumlar üretmesine yardımcı olurlar. Hayvanlar dünyası açısından bakıldığında ise kelebekler besin zincirinin dibine yakındır. Kuşlar, memeliler ve diğer böcekler için (özellikle tırtıl aşamasında iken) yiyecek olurlar. Kelebekler soğukkanlıdır, yani vücut sıcaklıklarını ortama adapte edemezler ve vücut sıcaklıkları düşük olduğunda uçamazlar. Kış koşullarına dayanamayan kelebekler korunaklı yerlerde kış uykusuna dalarak yaşayabilirler. Ağaçların soyulmuş kabuk ve kütük gibi yerlerini kışlık alanları olarak kullanırlar. Herhangi bir aşamada (yumurta, larva, pupa veya yetişkin) uyuyabilirler ancak genellikle her tür sadece bir aşamada uykuda kalır.
Kelebeklerin yaşam döngüsünün dört aşaması vardır: Yumurta, larva (tırtıl), pupa (krizalit ya da koza) ve yetişkinlik. Bu değişim sürecine metamorfoz (başkalaşım) denir. İşte bu metamorfoz kavramı da edebiyatçılar tarafından, felsefeciler tarafından, siyasiler tarafından yoğun ölçütte kullanılan derinlikli kavramlardandır.
Toplumların dönüşmesi, ideolojik dönüşümler filan bu kavramla gayet keyifli bir şekilde yorumlanabilmektedir.
Bir tırtılın kelebeğe dönüşmesi, yani metamorfoz işlemi, türüne bağlı olarak 10 ila 15 gün içinde tamamlanır. Metamorfoz, dişi kelebeklerin iğne başı büyüklüğündeki yumurtalarını bir yaprağa bırakmasıyla başlar. Yaprağa bırakmalarının sebebi, yaprakların oluşacak tırtıllara besin kaynağı olmasıdır. Yumurta dönemi birkaç gün sürer ve kırılan yumurtalardan tırtıllar çıkar. Yaklaşık iki hafta süren bu dönemde tırtıllar dört beş kez deri değiştirirler. Pupa döneminde ise tırtıl kendisini bir yaprağa baş aşağı asarak bir kabuk oluşturur ve yaklaşık 1 hafta kadar bu kozanın içinde kalır. Türüne bağlı olarak bu süreç bir yıldan fazla da sürebilir. Çünkü bazı kelebek türleri pupa olarak hazırda beklerler. Kelebek kozadan çıkarak kanatlarına kan pompalar ve kuruduktan sonra bir iki saat içinde uçmaya başlar.
Tırtıl aşamasında iken yaprak ve diğer bitki parçalarını ağızları ile koparıp çeneleri ile çiğner ve öğütürler. Tırtılların ihtiyaç duydukları her şeyi yedikleri bitkilerden aldıkları için su içmelerine gerek yoktur. Bazı kelebek türleri yumurtalarını sadece bir bitki türü üzerine bırakır. Tırtılların aksine, kelebekler etrafta dolaşabilir ve daha geniş bölgelerde uygun yiyecekler arayabilirler. Kelebeklerin büyük bir kısmı çiçek nektarını tercih eder ve genellikle çeşitli sıvılarla beslenirler. Kelebeklerin ağızları yoktur; bunun yerine hortuma benzeyen tüpleri (iki adet) vardır. Ayrıca tat alma duyuları ayaklarındadır. İlk önce ayakları ile besini kontrol edip daha sonra da bu tüpler ile sıvıları emerler. Tüpleri kullanmadıkları zamanlarda spiral haline getirerek kapatırlar.
Erkek kelebekler kanatları doğru renk ve desende olan dişi kelebekleri ararlar. Bir erkek kelebek çiftleşmeye uygun bir dişi kelebek gördüğünde dişinin yakınında uçmaya başlar. Bütün mahlukatta temel durum budur ki, nesillerin devamı için dişiler soylarının devamında güçlü kodlara sahip erkekleri tercih ederler. Erkek kelebek feromonadı verilen özel kimyasalları serbest bırakarak kanatlarını normalden daha fazla çırpmaya başlar. Özel bir dans da yapabilir; eğer dişi kelebek ilgilenirse erkek kelebeğin dansına katılır. Çiftleşme sürecinde, erkek spermi dişiye geçer. Yumurtalar dişi yumurtlama tüpünden geçerken sperm tarafından döllenir. Erkek kelebekler sıklıkla çiftleştikten sonra ölürler. Renkli kanatlar diğer kelebekler için bir işarettir. Böceklerin kendi türlerini karmaşık bir habitatta tanımasını mümkün kılar. Renkler ayrıca erkek ve dişileri ayırt etmelerini sağlar ki bu durum kelebeklerin eş arayışlarında hayati bir önem taşır.
Renkler karanlıkta işe yaramadığından geceleri uçan kelebekler diğer kelebeklere ulaşmak için akustik ve kimyasal sinyaller kullanırlar. Hem erkekler hem de dişiler birbirleriyle iletişim kurmak için koku salarlar. Birçok türde, dişinin erkeğin yaklaşmasına izin vermesinden önce erkeğin bir dans gösterisi yapması gerekir. Erkek zarif bir şekilde bir dişinin etrafında uçar ve kanatlarını daha hızlı çırparak kokusunun dişiye ulaşmasını sağlamaya çalışır.
Dans’tan bahsettik madem. İster istemez aklıma dansla ilgili bilinen şu meşhur olay aklıma geldi. Hani Kanuni Sultan Süleyman'ın Osmanlı Padişahı olduğu dönemde Fransa'da başlayan dans akımı, İstanbul'dan gelen bir fermanla 100 yıl unutulmuştu. Kanuni Sultan Süleyman, gönderdiği mektupta Fransızları dansı terk etmeleri için sert ve kararlı bir dille uyarmıştı. Gerekçesi ise, bize ders olacak cinsten... Günümüzde, ülkemizde ve bütün dünyada kendine çok geniş alanlar bulan dans, ilk defa Kanuni döneminde Fransa'da yapılmaya başlamıştı. Osmanlı'nın sınırları bu dönemde Avrupa içlerine kadar dayanıyordu. Dansın ilk yapılmaya başladığı sıralarda Osmanlı hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman, Fransa Kralı Fransuva'ya bir mektup yazdı. Kanuni, mektubunda şöyle diyordu:
"Ben ki, kırk sekiz krallığın hakanı Sultan Süleyman Han'ım. Sefirimden aldığım habere göre, memleketinizde dans namı altında kadın-erkek birbirine sarılmak suretiyle, herkesin gözü önünde faydasız işler) işlenmekte olduğunu işitmişimdir.
“... İş bu rezaletin memleketime de sirayeti ihtimali olduğundan iş bu emrim elinize ulaştığı andan itibaren bu ahlaksızlığa son verilmediği takdirde bizzat ordumla gelip, bu ahlaksızlığı yasaklamaya gücüm vardır. “
Sonrasında aynı Fransa’ya azınlık okulları açmak için izin verdik. İlk misyoner okullarının açılmasına göz yumduk. Fransızlaşmaya başladık kendi kavramlarımıza, değerlerimize…Sonra İngilizleşme sevdamız başladı. Almanlar, Ruslar derken özenmediğimiz gavur kalmadı nihayetinde. Şimdi de illa ki Amerikancılık…”
Cumhuriyetin ilk demlerinde balolar tertiplemek bir ayin kudsiyetindeydi. “Güzel Bacak Yarışmaları” düzenledi dönemin otoritesi balo salonlarında.
Yani bir toplumu deforme edip, metamorfoza tabi tutacaksan önce kadınlarını dönüştüreceksin.
Neyse konumuza dönelim. Kelebeklerden bahsediyorduk. Acele etmeyin daha sıra gelmedi “Koru Beni Kelebeği”ne.
Kelebeklerin kanatları çok güçlüdür, çok farklı türde ve renkte kanatlara sahiptirler. Geniş kanatlılar uzun uzun süzülürken; ince kanatlılar hızlı uçup, çok hızlı yer değiştirebilirler. Bazı kelebek türleri inanılmaz uzaklıklara uçabilirler. Kışı daha sıcak bir yerde geçirmek için 5.000 kilometreden fazla göç edebilirler. Kral kelebekleri sonbaharda soğuklar gelmeden önce, Kuzey Amerika'dan Meksika'ya kadar uçarak 3.200 kilometre yol alırlar. İki ay kadar sürecek bu yolculuk boyunca nektarla beslenerek daha ılıman bir iklime göç etmiş olurlar. Bazı bilim insanları kelebeklerin Güneş'in konumunu bir pusula olarak kullanarak yollarını bulduklarını düşünürken, bazıları ise yön tayinini bulutlardan süzülen ışık dalgalarındaki değişiklikleri tespit ederek yapabildiklerini düşünüyor. Milyonlarca kelebek her sene güneye yolculuk yapıyor ve yavrulamak için baharda tekrar kuzeye gidiyor. Kral kelebekleri her yıl 6437 kilometre yol kat eder.
…
Bir hayli yol aldık ama bizde bu kelebek mevzuunda. Ama bu kelebeklerin, hele ki böceklerin insanlığa anlatacağı o kadar çok şey var ki…
EMPERYALİST KELEBEKLER (7)
Tırtıl hali ürperti, tiksinti verir insana kelebeğin. Hikmete bakar mısınız? Sanki Hayr bildiklerinizin arkasında şer, şer bildiklerinizin arkasında hayr vardır ayetinin meali gibidir bu mahluk. Kelebek denildiğinde ise insanda sevgi, merhamet hissi uyanır.
Uğur böcekleri de kelebekler gibidir, sevimlidirler. Hani elimize konduklarında “uç uç böceğim, sana şunu bunu alacağım” diye oynaştığımız o sevimli böcek.
Peki, Doğanın en korkunç karabasanı için hazır mısınız? Uğur böceğinin bir zombiye dönüşmesini izlemek acıklı olduğu kadar ilgi çekicidir de. Aslında açgözlü ve sofistike bir yırtıcıdır uğur böceği. Tek bir birey, yaşam süresi boyunca birkaç bin yaprak biti yer. Kurban bulmak için önce antenlerini kullanarak, otçul böceklerin saldırısına uğrayan bitkilerin saldığı kimyasalları saptar. Sinyallerin nereden geldiğini belirledikten sonra, sensör tarayıcısını sadece yaprak bitinin saldığı molekülleri aramaya yöneltir. Ve sonra sessizce yaklaşıp saldırarak, dikenli alt çenesiyle yaprak bitini parçalar.
Bu arada düşmanlarına karşı oldukça etkili bir şekilde korunur. Bize çok sevimli gelen o kırmızı–siyah kabuğu, aslında olası saldırganlara karşı bir uyarıdır. “Yaklaşırsan pişman olursun” anlamına gelir. Kuşların ve diğer bazı hayvanların saldırısına uğradığı anda bacak eklemlerinden zehir salar. Acı kan tadı alan saldırgan, uğurböceğini dışarı tükürür. Böylece düşmanları kırmızılı siyahlı kanatların aslında uzak durulması gereken bir mesaj olarak okunması gerektiğini öğrenir.
Diğer yırtıcılara karşı böylesi güçlü koruma sahibi bir yırtıcı olan uğurböceğinin yaşamı kusursuz olabilirdi. Tabii bedenine yumurta bırakan eşekarısı olmasaydı... Bu eşek arılarından biri de susam tanesi boyutundadır. Yumurtlamaya hazır dişi eşekarısı, uğur böceğine yaklaşır. Hızlı bir hareketle iğnesini bedeninin alt kısmına batırarak kurbanına kimyasal bir karışımla birlikte bir yumurta enjekte eder. Ve yumurtadan çıkan larva, yerleştiği hayvanın beden boşluğundaki sıvılarla beslenmeye başlar.
İçinden yavaş yavaş kemirilen uğur böceğinin dış görüntüsünde herhangi bir değişiklik göze çarpmaz. Yaprak bitlerine bütün gücüyle saldırmaya devam eder. Ama artık, avın sindirilmesi sonucu ortaya çıkan besinler, içindeki parazitin beslenip büyümesine yaramaktadır. Üç hafta kadar sonra eşek arısı larvası yeterince büyümüştür ve kendisini konuk eden hayvanı bırakıp ergin olmaya hazırdır. Uğur böceğinin kabuğundaki bir çatlaktan dışarı çıkar.
Diğer yırtıcılara karşı böylesi güçlü koruma sahibi bir yırtıcı olan uğurböceğinin yaşamı kusursuz olabilirdi. Tabii bedenine yumurta bırakan eşekarısı olmasaydı... Bu eşek arılarından biri de susam tanesi boyutundadır. Yumurtlamaya hazır dişi eşekarısı, uğur böceğine yaklaşır. Hızlı bir hareketle iğnesini bedeninin alt kısmına batırarak kurbanına kimyasal bir karışımla birlikte bir yumurta enjekte eder. Ve yumurtadan çıkan larva, yerleştiği hayvanın beden boşluğundaki sıvılarla beslenmeye başlar.
İçinden yavaş yavaş kemirilen uğur böceğinin dış görüntüsünde herhangi bir değişiklik göze çarpmaz. Yaprak bitlerine bütün gücüyle saldırmaya devam eder. Ama artık, avın sindirilmesi sonucu ortaya çıkan besinler, içindeki parazitin beslenip büyümesine yaramaktadır. Üç hafta kadar sonra eşek arısı larvası yeterince büyümüştür ve kendisini konuk eden hayvanı bırakıp ergin olmaya hazırdır. Uğur böceğinin kabuğundaki bir çatlaktan dışarı çıkar.
Uğur böceğinin bedeni parazitten kurtulmuştur kurtulmasına ama beyni hâlâ esirdir. Eşek arısı larvası, bedeninin altında kendine ipekten bir koza örerken uğur böceği yerinden kımıldamaz. Bu eşek arısı açısından pozitif bir gelişmedir. Çünkü kozanın içinde büyümekte olan eşek arısı son derece savunmasız durumdadır. Sinir kanatlı larvaları ve diğer böcekler onu yemek için can atmaktadır. Ancak bu düşmanlardan birinin yaklaşması durumunda uğur böceği bacaklarını çırparak saldırganı korkutup kaçırır. O, artık parazitin korumasıdır. Bu rolü bir hafta boyunca sadakatle oynar. Ta ki ergin eşek arısı çenesiyle kozayı kesip dışarı çıkana ve uçup gidene kadar. Zombi uğur böceği ancak o zaman, yani parazit amirine verdiği hizmet sona erdiğinde ölür.
Bu ürkütücü sahne bir senaryo yazarının kaleminden çıkmış değil. Kuzey Amerika’nın çoğu kesimlerinde, evlerin bahçelerinde, boş arsalarda, tarlalarda ve yaban çiçekleriyle kaplı çayırlarda eşek arıları uğur böceklerini zombi korumalara dönüştürüyor. Üstelik benekli uğur böceği yegâne örnek değil. Bilim insanları benzer örneklerin böcekten balığa ve memelilere kadar birçok türde yaşandığını kanıtlamış durumda. Bazı canlılar ölümleri pahasına da olsa parazite hizmet ediyor ve doğal dünyanın her yanında aynı soru tekrar tekrar soruluyor: Bir organizma kendini kurtarmak için mücadele etmek yerine neden kendine zarar veren parazitin sağ kalması için çabalar ki?
Bu ürkütücü sahne bir senaryo yazarının kaleminden çıkmış değil. Kuzey Amerika’nın çoğu kesimlerinde, evlerin bahçelerinde, boş arsalarda, tarlalarda ve yaban çiçekleriyle kaplı çayırlarda eşek arıları uğur böceklerini zombi korumalara dönüştürüyor. Üstelik benekli uğur böceği yegâne örnek değil. Bilim insanları benzer örneklerin böcekten balığa ve memelilere kadar birçok türde yaşandığını kanıtlamış durumda. Bazı canlılar ölümleri pahasına da olsa parazite hizmet ediyor ve doğal dünyanın her yanında aynı soru tekrar tekrar soruluyor: Bir organizma kendini kurtarmak için mücadele etmek yerine neden kendine zarar veren parazitin sağ kalması için çabalar ki?
Haydin tabiattaki bu düzenden yola çıkarak insanların düzenlerine bir göz atalım. “Yahudi, kanını emdiği milletlerin hâkimi olmadıkça ister istemez onların dilini söyler. Fakat diğer milletler kendilerinin köleleri olur olmaz, bütün Yahudiler, hemen bir dünya dilini, esparantoyu öğrenecekler ve onu konuşacaklardır. Gaye bu araç ile Yahudiliğin iktidarını daha kolay sağlamaktan ibarettir. Yahudiler dış görünüşü kurtarmak için bütün bir şiddetle reddettikleri “Protocoles des sages de Sion” (Sion ileri liderlerinin protokolleri) bu milletin bütün hayatının nasıl devamlı bir yalan üzerine inşa edilmiş olduğunu gösteren eşsiz bir örnektir.” (Kavgam, Burak Yayınevi, 1998, s. 382).
Tarihi eski çağlara kadar uzanan Yahudi aleyhtarlığı, 19. yüzyılın son çeyreğinde kurumsallaşmış ve siyasi çevrelerde savunulmaya başlamıştır.
Özellikle, Doğu Avrupa'da Yahudilere karşı yürütülen baskı ve yıldırmalar, binlerce Yahudi'nin yaşadıkları ülkelerden göç etmesine neden olmuştur.
Yahudi liderlere göre Yahudi Sorunu, Yahudi aleyhtarlığının bir sonucuydu ve Yahudiler, kendilerine ait bir ülkeye göçmeden bu soruna çözüm bulunamazdı. Macaristanlı bir Yahudi olan Thedor Herzl, 1895'te yayımladığı Yahudi Devleti (Der Judenstaat) adlı yapıtında Yahudi Sorunu'nu "uluslararası bir sorun" olarak tanımlamış ve sorunu büyük devletlerin gündemine taşımaya karar vermiştir. Herzl'in liderliğinde 27 Ağustos 1897'de İsviçre'nin Basel kentinde toplanan Birinci Siyonist Kongre'de, "Filistin'de egemen bir Yahudi Devleti" kurulmasına ve bu bağlamda ilgili hükümetlerle diyaloga geçilmesine karar verilmiştir.
Tabiatıyla bilinmelidir ki Yahudi konusu konuşulacaksa Osmanlı topraklarında, İzmir’de neşet etmiş olan Sabetay Sevi hareketini bilmeden, anlamadan Avrupa tarihini, Avrupa mezhepler tarihini bilmemek olmaz. Özellikle Endülüs’ün parçalanmasıyla Portekizden kaçan Yahudilerin İngiltereye sığınmaları, diğer Avrupa, Polonya Yahudilerinin İngiltere’de Püriten Hristiyanlık mezhebinin (Anglikan) ortaya çıkması dünyanın alacağı siyasi hareketlerinde başlangıcını oluşturmuştur. Bunların siyasi fikriyatını Sabetaycılık hazırlamıştır. Osmanlının dönüşümünde de, Türkiye devletinin kurulup şekillenmesininde de Sabetaycılığın sevk ve idaresi tartışılmaz amil sebep hükmündedir.
Birinci Siyonist Kongre toplandığı sırada Filistin, Osmanlı Devleti'ne bağlı bir toprak parçasıydı. Herzl, bu nedenle 1896 ile 1902 yılları arasında 5 defa İstanbul'a gelmiş, ziyaretleri sırasında hem Yıldız Sarayı'nda hem de Babıali'de Osmanlı devlet adamları tarafından kabul edilmiştir. Herzl, Sultan
II. Abdülhamit'e oldukça parlak teklifler sunmasına karşın kendisinden Filistin'le ilgili bir taviz koparamamıştır.
Bir ideoloji ve eylem planı olarak 19. Yüzyılın sonlarında dünya siyasetine giren Siyonizm, Osmanlı Devleti'nden bu yana daima Türk kamuoyunun gündeminde olmuştur. Osmanlı Devleti'ne bağlı Filistin topraklarında bağımsız bir Yahudi devleti kurmayı hedefleyen Siyonizm, Osmanlı devlet adamları tarafından imparatorluğun bütünlüğünü tehdit eden bir unsur olarak algılanmış ve buna karşı kararlı önlemler alınmıştır.
Fakat, I. Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı Devleti'nin tasfiye edilmesiyle birlikte Filistin, Milletler Cemiyeti'nin gözetiminde İngiltere Mandasına bırakılmıştır. Genç Türkiye Cumhuriyeti, I. Dünya Savaşı'nda Türklerin maruz kaldığı Arap ayaklanması ve dış politikanın getirdiği bazı etkenlerle manda yıllarında Filistin Sorunu'na karşı mesafeli bir politika takip etmiştir.
Bu dönemde hükümetin etkisinde kalan Türk kamuoyu da Filistin'le ilgilenmekle birlikte genelde tarafsız bir bakışa sahip olmuştur.
Filistin'de süre gelen Arap-Yahudi sorununu tek başına çözemeyen mandater devlet İngiltere, sorunu 1947 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na taşımıştır. Ayrıca, Filistin'de gelecekte kurulacak yönetimin esaslarını belirlemek üzere bir Filistin Özel Komitesi'nin kurulmasını istemiştir.
Türkiye, komitenin kuruluş oylamasında Arapların talepleri doğrultusunda Filistin'in bağımsızlığını savunmuş ve komiteye karşı çıkmıştır. Türkiye, böylelikle Filistin sorunu hakkında uluslararası bir platformda ilk kez görüş belirtmiştir. Aynı şekilde, 1947'de BM Genel Kurulunda oylanan Filistin'in
Arap ve Yahudiler arasında taksim edilmesi kararına da aleyhte oy kullanmıştır. İngiltere'nin Filistin Mandası'nı bıraktığı 14 Mayıs 1948 tarihinde Yahudi Milli Konseyi, Telaviv'de bağımsız İsrail Devleti'nin kurulduğunu ilan etti.
İsrail'in kurulmasından hemen sonra Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak kuvvetlerinin Filistin'e girmesiyle birlikte Arap-İsrail savaşları da başlamış oldu. Türkiye, savaş esnasında tarafsızlığını korudu, ABD ve Fransa ile birlikte Filistin Uzlaştırma Komisyonu'nda yer aldı. İsrail'in kuruluş
sürecinde güvenlik ve toprak bütünlüğü kaygısıyla politika üreten Türkiye,1949'da İsrail'i bir realite olarak tanıdı ve onunla diplomatik ilişki kurdu.
Siyonizm, 1948'de İsrail'in kurulmasıyla birlikte görünürde hedefine ulaşmıştı. Ancak, Siyonist liderlerin "vaat edilmiş topraklar" ve "Nil'den Fırat'a büyük İsrail" gibi Tevrati referanslara dayandırdıkları ruhani söylemler, Siyonizm'in bir tehdit unsuru olarak hala varlığını sürdürdüğünü ortaya koydu. Bu tehdit çemberinde kalan, Filistin'le tarihi ve kültürel
bağları bulunan Türkiye, Siyonizm tehdidinin en çok işlendiği ülkelerden biri oldu. 1948 Arap-İsrail Savaşı'ndan itibaren, devletin reel politikasının aksine, duygusal ve Arap yanlısı bir tavır sergileyen Türk kamuoyu, Siyonizm ve İsrail tehdidini yoğun olarak işlemeye başladı. 1967 Savaşı'nda
Arap ülkelerini hezimete uğratan İsrail'in, savaştan büyük toprak işgaliyle çıkması Türk kamuoyundaki anti Siyonist bakışı zirveye çıkardı.
Doğuşundan beri Türk kamuoyunda zaten ağırlıklı olarak yer tutan Siyonizm tartışmaları, artık daha ateşli ve daha yoğun boyutlarda gündemi işgal etmeye başladı.
Bu arada "adanmışlık" örnekliği veren Teodor efendiyi 'de takdir etmek lazım. Kendisinden öncede Siyonist fikirler besleyen niceleri olmuştu ama o teoriden pratiğe geçme konusunda gayret göstermişti. 41 yaşında öldüğünde(1901 yılı) hayalini kurduğu siyonist yahudi devletinin kurulmasına daha çok yıllar vardı. Önce İngilizleri dönüştürmüşlerdi. Hristiyan akaidlerini yahudi termonilijisiyle konsolide etmeyi başarmışlardı. Bu mücadele de yaklaşık 400 yıl zamanlarını almıştı Yahudilerin.
Yani bir hayali olmalı insanın da, toplumların da...
Hay Allah! Yazımızın bu kısmında da “Koru beni kelebeği”nden bahsetmeyi unuttuk. Sabredin be kardeşim. Bakın Yahudi nasıl da sabrediyor ama. 2500 yıl boyunca her sabah kahvaltısına oturduklarında ailece nasıl dua etmişti?
“Seneye Kudüs’teyiz!”
…
Özellikle, Doğu Avrupa'da Yahudilere karşı yürütülen baskı ve yıldırmalar, binlerce Yahudi'nin yaşadıkları ülkelerden göç etmesine neden olmuştur.
Yahudi liderlere göre Yahudi Sorunu, Yahudi aleyhtarlığının bir sonucuydu ve Yahudiler, kendilerine ait bir ülkeye göçmeden bu soruna çözüm bulunamazdı. Macaristanlı bir Yahudi olan Thedor Herzl, 1895'te yayımladığı Yahudi Devleti (Der Judenstaat) adlı yapıtında Yahudi Sorunu'nu "uluslararası bir sorun" olarak tanımlamış ve sorunu büyük devletlerin gündemine taşımaya karar vermiştir. Herzl'in liderliğinde 27 Ağustos 1897'de İsviçre'nin Basel kentinde toplanan Birinci Siyonist Kongre'de, "Filistin'de egemen bir Yahudi Devleti" kurulmasına ve bu bağlamda ilgili hükümetlerle diyaloga geçilmesine karar verilmiştir.
Tabiatıyla bilinmelidir ki Yahudi konusu konuşulacaksa Osmanlı topraklarında, İzmir’de neşet etmiş olan Sabetay Sevi hareketini bilmeden, anlamadan Avrupa tarihini, Avrupa mezhepler tarihini bilmemek olmaz. Özellikle Endülüs’ün parçalanmasıyla Portekizden kaçan Yahudilerin İngiltereye sığınmaları, diğer Avrupa, Polonya Yahudilerinin İngiltere’de Püriten Hristiyanlık mezhebinin (Anglikan) ortaya çıkması dünyanın alacağı siyasi hareketlerinde başlangıcını oluşturmuştur. Bunların siyasi fikriyatını Sabetaycılık hazırlamıştır. Osmanlının dönüşümünde de, Türkiye devletinin kurulup şekillenmesininde de Sabetaycılığın sevk ve idaresi tartışılmaz amil sebep hükmündedir.
Birinci Siyonist Kongre toplandığı sırada Filistin, Osmanlı Devleti'ne bağlı bir toprak parçasıydı. Herzl, bu nedenle 1896 ile 1902 yılları arasında 5 defa İstanbul'a gelmiş, ziyaretleri sırasında hem Yıldız Sarayı'nda hem de Babıali'de Osmanlı devlet adamları tarafından kabul edilmiştir. Herzl, Sultan
II. Abdülhamit'e oldukça parlak teklifler sunmasına karşın kendisinden Filistin'le ilgili bir taviz koparamamıştır.
Bir ideoloji ve eylem planı olarak 19. Yüzyılın sonlarında dünya siyasetine giren Siyonizm, Osmanlı Devleti'nden bu yana daima Türk kamuoyunun gündeminde olmuştur. Osmanlı Devleti'ne bağlı Filistin topraklarında bağımsız bir Yahudi devleti kurmayı hedefleyen Siyonizm, Osmanlı devlet adamları tarafından imparatorluğun bütünlüğünü tehdit eden bir unsur olarak algılanmış ve buna karşı kararlı önlemler alınmıştır.
Fakat, I. Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı Devleti'nin tasfiye edilmesiyle birlikte Filistin, Milletler Cemiyeti'nin gözetiminde İngiltere Mandasına bırakılmıştır. Genç Türkiye Cumhuriyeti, I. Dünya Savaşı'nda Türklerin maruz kaldığı Arap ayaklanması ve dış politikanın getirdiği bazı etkenlerle manda yıllarında Filistin Sorunu'na karşı mesafeli bir politika takip etmiştir.
Bu dönemde hükümetin etkisinde kalan Türk kamuoyu da Filistin'le ilgilenmekle birlikte genelde tarafsız bir bakışa sahip olmuştur.
Filistin'de süre gelen Arap-Yahudi sorununu tek başına çözemeyen mandater devlet İngiltere, sorunu 1947 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na taşımıştır. Ayrıca, Filistin'de gelecekte kurulacak yönetimin esaslarını belirlemek üzere bir Filistin Özel Komitesi'nin kurulmasını istemiştir.
Türkiye, komitenin kuruluş oylamasında Arapların talepleri doğrultusunda Filistin'in bağımsızlığını savunmuş ve komiteye karşı çıkmıştır. Türkiye, böylelikle Filistin sorunu hakkında uluslararası bir platformda ilk kez görüş belirtmiştir. Aynı şekilde, 1947'de BM Genel Kurulunda oylanan Filistin'in
Arap ve Yahudiler arasında taksim edilmesi kararına da aleyhte oy kullanmıştır. İngiltere'nin Filistin Mandası'nı bıraktığı 14 Mayıs 1948 tarihinde Yahudi Milli Konseyi, Telaviv'de bağımsız İsrail Devleti'nin kurulduğunu ilan etti.
İsrail'in kurulmasından hemen sonra Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak kuvvetlerinin Filistin'e girmesiyle birlikte Arap-İsrail savaşları da başlamış oldu. Türkiye, savaş esnasında tarafsızlığını korudu, ABD ve Fransa ile birlikte Filistin Uzlaştırma Komisyonu'nda yer aldı. İsrail'in kuruluş
sürecinde güvenlik ve toprak bütünlüğü kaygısıyla politika üreten Türkiye,1949'da İsrail'i bir realite olarak tanıdı ve onunla diplomatik ilişki kurdu.
Siyonizm, 1948'de İsrail'in kurulmasıyla birlikte görünürde hedefine ulaşmıştı. Ancak, Siyonist liderlerin "vaat edilmiş topraklar" ve "Nil'den Fırat'a büyük İsrail" gibi Tevrati referanslara dayandırdıkları ruhani söylemler, Siyonizm'in bir tehdit unsuru olarak hala varlığını sürdürdüğünü ortaya koydu. Bu tehdit çemberinde kalan, Filistin'le tarihi ve kültürel
bağları bulunan Türkiye, Siyonizm tehdidinin en çok işlendiği ülkelerden biri oldu. 1948 Arap-İsrail Savaşı'ndan itibaren, devletin reel politikasının aksine, duygusal ve Arap yanlısı bir tavır sergileyen Türk kamuoyu, Siyonizm ve İsrail tehdidini yoğun olarak işlemeye başladı. 1967 Savaşı'nda
Arap ülkelerini hezimete uğratan İsrail'in, savaştan büyük toprak işgaliyle çıkması Türk kamuoyundaki anti Siyonist bakışı zirveye çıkardı.
Doğuşundan beri Türk kamuoyunda zaten ağırlıklı olarak yer tutan Siyonizm tartışmaları, artık daha ateşli ve daha yoğun boyutlarda gündemi işgal etmeye başladı.
Bu arada "adanmışlık" örnekliği veren Teodor efendiyi 'de takdir etmek lazım. Kendisinden öncede Siyonist fikirler besleyen niceleri olmuştu ama o teoriden pratiğe geçme konusunda gayret göstermişti. 41 yaşında öldüğünde(1901 yılı) hayalini kurduğu siyonist yahudi devletinin kurulmasına daha çok yıllar vardı. Önce İngilizleri dönüştürmüşlerdi. Hristiyan akaidlerini yahudi termonilijisiyle konsolide etmeyi başarmışlardı. Bu mücadele de yaklaşık 400 yıl zamanlarını almıştı Yahudilerin.
Yani bir hayali olmalı insanın da, toplumların da...
Hay Allah! Yazımızın bu kısmında da “Koru beni kelebeği”nden bahsetmeyi unuttuk. Sabredin be kardeşim. Bakın Yahudi nasıl da sabrediyor ama. 2500 yıl boyunca her sabah kahvaltısına oturduklarında ailece nasıl dua etmişti?
“Seneye Kudüs’teyiz!”
…
Devam edeceğiz.
EMPERYALİST KELEBEKLER (8)
Teknoloji ve bilimin gelişmesiyle insanoğlu
kainatta olan her şeyle de iletişime geçmeye başladı. Bilmek insana ayrıca bir
küstahlıkta katmadı değil. Kibirlendi bildikçe. Bilmeyi elinde tutan belirgin
azınlık diğer insan yığınlarına karşı kendilerini tanrısallık makamına da
koydular. Bu saldırganlığı, bencilliği artırdı dolayısıyla. Hele ki şehirler.
İnsanın azgınlığının günah galerisi oldular. Birbirlerinin hayatlarına da
kastetmeye başladılar; ilk günahı gelenekselleştirdiler.
Yine de insanın vicdanı bir şekilde insanın
peşini bırakmadı. İşlenen cinayetleri kontrol altına almaya çalıştılar yaşam
alanlarında. Elbette toplu cinayetler yani savaşlar hep haklılık gerekçeleriyle
dopdolu kaldılar.
Girizgamızdaki bu cümleler bu yazı dizimizin
(ileri de ki bir başka kitabımızın) ana ekseninde ifade etmeye çalıştığı böcek
konusuyla illa ki ilintilidir.
Hele ki faili meçhul cinayetlerde suçluya
ulaşmak adına böceklerin nasıl bir misyon taşıdıklarınıda görmezden gelemeyiz.
Kişinin ölümünden 72 saat sonra -bu iklim şartlarıyla
da ilgili olabilir- cesetteki katılık biter ve çürüme evresi başlar.
Vücut içindeki bakteriler kendilerini besleyecek yeterli oksijeni sağlayabilmek
için dokulara hücum ederler ve bu durum cesedin çürüme evresine girdiğini
gösterir. Kişinin kaç saat önce öldüğüne ilişkin görsel verileri saptamak,
çürüme evresinde bir hayli güçleşir. Adli Bilimciler çürüme evresindeki bir
cesede dair tespit yapabilmek için Adli Entomolojiden yararlanır. Yani böcekler, kurtçuklar, et sinekleri, leş
sinekleri, kın kanatlılar… Bunların cesette kalma süreleri, yumurtlama, larva
ve pupa evreleri, cesedin ölüm saatinin aydınlatılması noktasında son derece
önemli bilgiler sunar.
Kainatta hiçbir şey olmasın ki konuşmasın!
Siz yeter ki onunla iletişime geçmeyi bilin.
Haydi sizleri daha fazla yormayayım da anlatayım artık Koru
Beni Kelebeğini. Bu yazı dizisi boyunca böcekler aleminde gezineceğiz. Gözümüze
ezilesi bir böcek gibi gözüken insanlardan, bu tür insanların tarihteki
durumlarından filan söz edeceğiz. Keyifli okumalar diliyorum. İnanıyorum ki bu
tarz da fazla okumalar yapmamışsınızdır.
Başlıyoruz…
Türleri de var bu Koru Beni Kelebeği’nin. Dünyada ki en
yaygın kelebek türlerindendir. Yukarıda ki satırlarda Macar Otlaklarındakinden
bahsetmeye çalıştım. Şimdi ise İngiltere’dekilerden. Hoş bizim Kaz
Dağlarındakilerin hikayeleri temel olarak aynı ambiyansta. Eksen hikaye aynı.
Ancak coğrafi özelliklerden dolayı ufak tefek farklılıklar olabilmekte.
Hazırsanız geçelim hikayemize.
Kelebekler güzellikleriyle dikkat
çeken böcekler. Bu sebeple hobiciler ve koleksiyoncular kelebekleri doğadan
toplayarak cam muhafazalarda saklamayı seviyorlar. Sakladıkları ise elbette
öldürdükleri. Ölümden kaçınmak insanın en büyük özelliğiyse de nedense bu tür
ölümlerin farkında bile değildir. Doğadan sadece zevk için canlıların
toplanması ne kadar doğru? Günümüzde doğadan toplayıp cam kavanozlarda saklamak
yerine, açık havada kelebek gözlemciliği bu eski hobinin yerini her geçen gün
daha fazla alıyor. Lakin geriye ne kadar canlı tür kalacağı ise muamma. Bunun
yanı sıra artık canlıları doğal ortamlarında korunması da en iyi koruma
yöntemlerinden kabul ediliyor. Geçmişte yaşanan bir olay aslında doğanın ne
kadar farklı işlediğini ve canlıların nasıl korunabileceğine dair önemli ama
gizli kalmış noktaları gösteriyor.
19. yüzyılın sonlarında
İngiltere’de “Büyük koru beni” ismiyle bilinen türü nadir kelebeğin sayısında
ciddi azalmalar yaşanır. Bu azalmanın önü alınamaz, her geçen yıl kelebeklerin
sayısı azalır. Bu süreçte büyük korubeni kelebeklerinin yok olmasını başlatan
esas sebebin aşırı toplama olduğu düşünülür. Daha sonra kelebeğin yok olmaması
için kelebeğin yetiştiği çimenlikler korumaya alınır, otlatma faaliyetleri
durdurulur. İnek ve diğer otlayan hayvanlar bölgeden uzaklaştırılır. Daha yeşil
daha çimenlik alanlarda kelebeklerin sayısının artması umulur. Ancak bu koruma
önlemi hiç de beklenen etkiyi yaratmaz. 1970’lerde sadece bir iki koloniye
yani neredeyse 250 bireye kadar azalır büyük korubeni kelebekleri. Daha
sonraysa bölgede iki yıl üst üste sıcaklığın arttığı yıllar yaşanır ve Büyük
korubeni kelebekleri bu bölgede tamamen yok olur.
Bu kelebeklerin nesilleri yok
olduktan sonra, konuyla ilgili daha ciddi araştırmalar yapıldı ve farklı
önemler alınarak yeni koloniler İngiltere’nin bu bölgesine yerleştirildi. Şimdi
mutlu mutlu uçuyorlar yine. Ama peki kelebekler şimdi nasıl korunuyor? Bunu
anlamak için büyük korubeninin hayat hikayesine bakmamız gerekiyor.
Büyük koru beni kelebeklerinin
ilginç bir hayat hikayesi var. Yumurtadan çıkan minik tırtıllar ilk olarak
yabani kekikle beslenirler.(Macar otlaklarında ki mavi cendiya bitkisi) Biraz
büyüyen tırtıllar daha sonra kekik üzerinden toprağa atlarlar. Bunu
yapmalarının bir sebebi vardır. Topraktaki yağmacı cinsinden
karıncaların, kendilerini bulmasını isterler. Çünkü hayatları bu karıncalara
bağlıdır. Toprağa düşen kelebek larvasını bulan yağmacı karıncası,
bir süre bulduğu larvayla ilgilenir. Büyük koru beni larvası vücudundan balözü
salgılar ve karıncanın kendisiyle ilgilenip bu balözünü emmesini sağlar. Daha
sonra koru beni larvası, karıncanın kendisini “karınca larvası” sanması için
ikna edici şekillere girer. Böylece koru beni larvası, karıncanın kolonisine
girebilir ve oradaki karınca larvalarını yiyerek beslenebilir. Bu süre 10-24 ay
kadar sürmektedir. Eğer kelebek larvası bir karınca kolonisine taşınmazsa
beslenemez, yaşayamaz ve ölür. Karınca kolonisinde, karınca larvalarını taklit
eden bu kelebek larvası özel kokular da salgılar. Böylece karıncalar kendisiyle
özel olarak ilgilenir ve bu yabancı larvayı fark etmezler. Yuvada
kaldıkları süre boyunca karınca kolonisi içinde, karınca larvalarını yiyerek
beslenen kelebek larvası, yaz aylarına doğru pupa oluşturur. Ve erişkin bir
kelebek olarak pupadan çıkar ve karınca kolonisinden uzaklaşır.
Bu karmaşık görünen hikayede
büyük korubeni kelebekleri için en önemli noktalardan biri, doğru karıncayı
ikna etmek ve doğru karınca yuvasına gitmektir. Myrmica cinsinden
olan Myrmica sabuleti buradaki türler için önemli olan
karıncalardır. Eğer büyük koru beni larvaları, M. sabuleti yerine M. Scabrinodes karıncalarının yuvasına taşınırsa
yaşama şansı çok düşük olur.
Peki doğru karıncaların burada
olmasını sağlayan nedir? Mikro iklim dediğimiz faktör burada önemli bir
etkendir. Eğer bu ortamda otlar uzunsa ve toprak yüzeyi daha serinse bu bölgede M. sabuleti yerine daha çok M. scabrinodes karıncası bulunur. Yani otların
uzunluğu burada hangi karıncanın bulunacağını doğrudan etkilemektedir. Eğer
burada inekler otlamazsa ve otlar daha uzun olursa, büyük koru beni için önemli
olan M. sabuleti de ortamda bulunamaz.
Sadece doğru karınca türüyle
ilişkiye geçmek Büyük korbeni kelebeklerinin hayatta kalması için yeterli
değildir. Ayrıca doğru koloniye gitmeleri gerekmektedir. Eğer büyük koru beni
kelebekleri, kraliçe karıncanın güçlü olduğu eski bir yuvaya giderse çabuk fark
edilir ve işçi karıncalar tarafından öldürülürler. Çayırda yeni yanmış çayırlıklardaki M. sabuleti karınca kolonileri daha yenidir ve
kraliçe daha az gelişkindir.
19. yüzyılda aşırı toplamayla
başlayan daha sonra sıcak yılların ve iklim değişikliğinin etkisiyle ve yanlış
koruma yaklaşımıyla yok olan büyük korubeni kelebekleri daha sonra tekrar bu
bölgelere aşılanmıştır. İsveç’ten getirilen beş kolonin korunduğu alanda,
hayvanlar otluyor, karıncalar gezmeye devam ediyor. Hayvanların otlaması ve
çayırların belli bir kısalıkta kalması bu kelebeklerin hayatlarını sürdürmeleri
için büyük bir önem taşıyor. 2006 yılında, İngiltere’de yapılan çalışmalar
tahmini 10 000 bireyin 11 bölgede yaşadığını göstermiştir.
Mirmekofili, Latince
karınca-sevgisi anlamına gelmektedir. Doğadaki karınca ve diğer organizmaların
arasındaki genel olarak mutualistik, parazitik ya da kommensal ilişkiyi ifade
eder. Yani çeşitli bitki, mantar ya da diğer organizmaların karıncalarla oluşturdukları
özel yaşam hikayesini ve ilişkiyi anlatır. Büyük koru beni kelebekleri de en
ilginç zorunlu mirmekofili davranışını sergilemektedirler. Hayat hikayelerinin
önemli bir kısmını karıncalar belirlemektedir.
Karınca kararınca, dilimiz
döndüğünce kainat kitabından sayfalar aktarmaya çalışıyorum sizlere. İnsan
kitabını da okursak, bu kitaba bir de Vahiy Kitabını eklersek dünyada ki
varlığımızın sebebine belki bir anlam yükleriz sevgili arkadaşlar.
Devam edeceğiz. Siz okuyun yeter
ki…
FEHMİ DEMİRBAĞ
DEVAM EDECEK