EMPERYALİZMİN VE CEHALETİN KISKACINDAKİ MİLLİ EĞİTİMİMİZ!
MİLLİ
EĞİTİMİN KARNESİ
KAPATIN
OKULLARI DA DÜNYAYA HUZUR GELSİN!
ÇOCUKLARINIZI OKULLARDAN ALIN, EVLAT OLSUNLAR!
Bir yeriniz ağrıyorsa bu bir nimettir. Diyor ki ağrıyan yeriniz;
"Tedbir için son merhaledesin. Müdahalede bulunmaz isen hayatını bile
kaybetme riskiyle karşı karşıyasın. Gerekli tedbirleri almadın, bak
hastalandım." Batılı kafayla yetişen Doktor diyor ki "Hemen ağrı
kesici kullanmalısın." Ağrıyı saklamalısın yani. Bu tavır, hastalığı
tedavi etmeye yönelik değildir, amma. İşte bu batının kafasının yaradılışı
anlama ve yorumlamasının tezahürüdür. Oysa bizim inancımız hasta olmamanın
yollarını arar, önerir. Batı ise durumdan vazife çıkartır. Herkesin haklı,
herkesin haksız olduğu durumları yaratır. Buna kaos der ve kaostan beslenir
beşeri yapılanmalar. Mevcudiyeti bizim fitne dediğimiz kaosa bağlıdır. Halbuki
fitneyi uyandıran mel'undur.
Konuyu açalım.
Batı uygarlığının egemen yani hegemon hayat anlayışı başta bilim olmak üzere
her konunun da hakimi olmuştur. Bilumum dinler bile kontrolleri altındadır.
Kendi anlayışını da diğer anlayışlara karşı dikte etmiştir.
Bu olguyu ise eğitim müesseseleri üzerinden yapmıştır. Başta okullar olmak
üzere tektipleştirme mekanizmaları bu hususta devlet erkininde katkı ve
zorlamasıyla yeryüzü tanrılarının işlerini kolaylaştırmıştır. Hele ki diğer
algı müesseseleri yani eğitimin bir başka ayağını oluşturan informal-yaygın
düzen aynı zamanda endüstrileşerek dünyanın en ücra yerindeki insanları da
etkilemeyi başarmıştır. Kitaplar, müzik, spor, tv ler, sinema hasılı ne var ne
yoksa bütün bunlar insana hakikate çağrı materyalleri değildir. Aksine nefsini,
heva ve hevesini putlaştırmış insanın tanrısallaşma macerasının mecralarıdır.
Geleneksel döngü ile çoluk-çocuk sahibi olan bireyler aynı yalanların
söylemcisidirler. "Çocuklarımızı okutmalıyız" emziğine sarılmış
yetişkinler bilmezler ki kendileri yıkılası düzenlerin yılmaz bekçileridirler.
De ki okuttun çocuğunu...
Doktor oldu diyelim. Tıbbın babasını Hipokrat olarak bildi, Lokman peygamberden,
İbn-i Sina'dan habersiz. Ki bilse de artık onun adı Avicienna. Hastaneler
medikal, medicine, hospital. Hızır Acil çoktan ambulance oldu. Bir Azrail kaldı
adı değişmedik. Ki onunda elinde tırpan var simsiyah kıyafetler içerisinde
beynimize kazınmış resmiyle. Şeker, kolesterol, tansiyon ilaçlarıyla her daim
hastayız.
Okudu çocuğumuz Hukuk fakültesini...Kul hakkı yazmaz kitaplarda lakin. Belki
biraz "kişinin özgürlüğü başkasının özgürlüğünün başladığı yerde
biter" diyen Rousse'nin pozitivizmi dillerdedir, vicdanlarıyla-cüzdanları
arasında kalmış bukleli yargıçların. Hangi hukuk? Üstünlerin hukuku elbette!
Burada ne gezer hakkın ve hakikatin gölgesi, nerededir yarı çıplak hatunun
eşindeki adalet terazisi? Yasama, yargı ve illa ki yürütme!
Deki mimar oldu! Betona boğacak o da memleketin diğer okumuş çocuklarının
attıkları imzalarıyla berbat ettikleri şehirler gibi, yeni yaşam alanlarını.
Site site oyulacak değerlerimiz.
Ya da ilahiyat okuyacak. Teoloji yani. Peygambersiz bir dinin peşine koşacak.
Fetvalarının bir fiyatı olacak.
Sanat okuyacak, sinema televizyon. Yengesine yan gözle bakan yakışıklı
oğlanların suratlarıyla bezeyecek ekranları.
25 milyon öğrencisi olan bir ülkeyiz ya...Hani eğitim pek mühim ya!
İktisat okuyacak bereketi, nasipi, kısmeti bilmeden?
Silah üreten mühendisler, enva-i tür ölüm makinaları okullardan!
Zalim yöneticiler okullardan!
Okullardan yetişiyor çocukları eğitemeyen öğretmenler!
Hani bir de 25 milyon nüfusumuz 12 yaş altıya. Yani 12 yaşa kadar kıydık zaten
çocuklarımıza.
Onları Hande Yener şarkılarıyla, Aleyna Tilki'nin ciyaklamalarıyla
ninnilendirdik ya. Masalları Hansel Gratel'den. Mickey Mause' dan çizgi
filmleri. Kafka'yla dolar ergenlikte kafaları. Hiç’liğin peşine düşer Niçe’yle!
Markalarla kimliklendirmeye çalışırız çocuklarımızı. Kendimize benzetiyoruz
onları da.
Kapatın artık bütün okulları!
Okullara göndermeyin çocuklarınızı.
Ya da görün artık olan bitenleri de yıkın artık şu kahrolası düzeni!
Düzenin müminleri nasıl da sadıklar dinlerine!
Biraz beşeriyet! Biraz ideoloji. Her daim nev zuhur putlar!
Ülkede basılan kitapların %90 nı tercüme. Kilise kafalı müslüman çocuklar elde
etmek muasırlaşma serüvenimiz. Buna çanak tutan aydınlarımız, daha bir
karartmaktalar hayatlarımızı. Ellerimizde domuz sosisli sandviçler besmele
soslu.
Gardiyanlarımız bizden olduğunca sorun yok, mapushanede olduğumuzun farkına
varmak ta pek mühim değil.
Barby Bebek rol modellerinde yetiştirdiğimiz kızlarımızdan bir de Hz. Fatıma
tavrı bekliyoruz ya...Acınasıdır halimiz bizim.
Oğlan internette bilmemne craft oyununa takılmışken Mus'ab Bin Umeyr'den
bahsetmiyor musunuz; komiksiniz vesselam. Tanrı Thor cezanızı verecek son pagan
olarak. Mutant Müslümanlar; ınınınnnnn...Haftaya sinemalarda!
Bütün gençler Mervelerde; doğum günü partisinde! Mezuniyet törenlerinde...
Zina yaşı 12 lerde...Uyuşturucu kullananlar 9'larda. 9 u 5 geçiyor atam! Sana
demedim sarışın! Ah be Sultan Alparslan!
Çocukları kendilerine benzetiyor yetişkinler; İMDAAAT!
Kapatın artık okulları!
Fişini çekin televizyonların.
Kitapları yakın!
Sinemalara doldurun insanları topluca öldürün!
Salla be deprem İstanbul’u. Erişebileceğin en büyük rihter
ölçeğinde. Belki arda kalanlar tevbe ederler.
Ah vahşice mi oldu bu çağrım! İyi ama siz ruhlarını çalmıyor musunuz
milyonların! Tabi ya ağır ağır öldürün diyecektim. Cargille besleyerek, gdo'lu
ürünlerle! Beyaz ekmek'ten öte cinayet aleti mi var hem? Beslerken öldürün!
Sularla zehirleyin! Aşılayın bebeleri, kimyasallarla, sentetik fikirlerle,
vazgeçilmez alışkanlıklarla. Alıştırın lüzumsuz her ne herze varsa; ona, buna,
şuna!
Sakın ama sakın bütün bunları yaparken üzerinizden kravatınızı çıkarmayın.
Takım elbiseli katiller ordusunun neferi olmaktan vazgeçmeyin. Banka
hesaplarınız Allah'ın hesabına denk düşer mi bilmem!?
Terörist Fetö'nünde elemanlarını okullardan devşirdiğini hatırlatarak. Bütün
Kominist teröristlerinde...
Bildiğim tek şey; Allah nurunu tamamlayacaktır, amenna!
Biz yine de körler kasabasında aynanın varlığından bahsetmeye devam edeceğiz,
sabrla!
Bugünkü
üniversitelerin durumunu anlamak için...1930, 1960 ve 1980 dönemlerini iyi
bilmemiz gerekir. 1933 Üniversite
Reformu olarak adlandırılan döneme bir göz atalım hele.
Bu dönem Avrupa'dan Alman Nazizminden kaçan
Yahudi kökenli bilim adamlarına kucak açtığımız dönem olarak bilinir.
1930'ların başında Belçika'da Bilim Adamları Derneği adıyla kurulmuş olan bir
dernek vardı. Bu derneğe başvurularak öğretim üyesi istenebilirdi. Bu yolla
çağrılan bilim
adamları oldu. Ancak bir kural vardı, gelenler Türkçe ders anlatmak zorundaydı.
(Bugünle karşılaştırıldığında; bugün, İngilizce makale yazmak ve yabancı bir
dergide yayınlatmak öğretim üyesi olmanın ön koşulu haline getirilmiştir.)
1933’de ülkemize getirilen bilim adamları için 500 profesörlük kadrosu boşaltıldı!
Yanlış duymadınız; 500 kadro… Üniversiteden alınan bu 500 öğretim üyesi
bahçıvanlık, ortaokul öğretmenliği, su işleri, hastane doktorluğu gibi geri
hizmetlere alınmış
ve enteresandır ki bunların durumdan şikayet ettiklerine dair hiç bir kaynağa
rastlanmamış.
Öte yandan Yahudi kökenli bilim adamlarına verilen kadrolara iki-üç katı
maaşlar tahsis edilmiş. Üstelik Bilim Adamları Derneğinin kuralları arasında,
birlikte geldikleri aile
yakınlarına da iş verilmesi kuralı varmış.
Bu 1933 reformu(!) sırasında üniversitede kalanlar olmuş ve bu kalan öğretim
üyelerinin Mason oldukları belirlenmiş.
-1980
askeri yönetimiyle birlikte Mason localarını yaygınlaştırma sürecini yaşadık.
Bir çok bilim adamı terfi etmek için, bir çok sanatçı tırmanmak için, bir çok
diş hekimi varsıl kesimden müşteri bulmak için bu localara, rotaryan ve liyons
kulüplerine akın etti ve hepsi de
Atatürkçü olarak kendini gösterdi. Bu yollarla ülkemizde aydın insanımız
beyninden mi esir alınıyordu?
- Kafamdaki bir başka soru: Atatürk 1936'da Mason localarını kapattıktan sonra
hasta tanısıyla Ankara'dan uzaklaştırıldı, adeta Savarona'ya hapsedildi,
bulaşıcı bir hastalığı da
olmadığı halde en yakın silah arkadaşı İsmet İnönü bile kendisiyle
görüştürülmedi. Hasta haliyle Hatay'a giden bir insan, mücadelesine devam eden
bir insan, meclis çalışmalarından
habersiz bırakıldı. Bu durumu Bülent Ecevit'in hasta diye Başkent hastanesine
yatırılıp
siyasetten el çektirilmesi sürecine benzetmek çok mu yanlış olur?
-"Beni Türk doktorlarına emanet ediniz" sözüyle Mustafa Kemal
Avrupa'dan gelen öğretim üyesi doktorlara olan güvensizliğini ifade etmiş
olmuyor muydu? Hani onlara kucak
açmış ve onları en bilir kişi kabul etmiştik 1933'de?! Yoksa bu bir tuzak mıydı
ve Atatürk bu
tuzağı fark etmiş miydi?
Avrupa'dan getirilen bilim adamlarına metafizik bir üstünlük etiketi takıldı,
batılı bilim adamı bizim bilim adamımızdan
üstündür kavramı yerleştirildi.
Nasıl, sizin de kafanızda sorular oluşmaya başladı mı? 1960 Devriminin lideri
Cemal Gürsel’in 27 Mayıs’tan 3 gün sonra Kore taburunu geri çektiğini, ABD
büyükelçisinin
kendisine “Bunu ABD’ye sormadan mı yaptınız?” sorusu üzerine büyükelçiye
çevirmesi için
Dış İşleri Bakanı Selim Sarper’e dönerek “Söyle bu a..’ya benimle böyle
konuşmasın” dediğini ve bir yıl sonra ABD’ye sağlam götürülüp komada döndüğünü
anımsadınız mı?
Kantin
ve Kafeterya üniversitelerimizin halini bir düşünelim bu arada.
Ne kadar çok sorgulanması gereken şey var yakın tarihimizde.
CEMAAT CANAVARINI MİLLİ EĞİTİMİN YETERSİZLİĞİ DOĞURDU!
TİCARET BESLEDİ...SİYASET BÜYÜTTÜ! FETÖDE AĞALARININ EMRİNE
AMADE ETTİ!
Doğduğu
andan itibaren TV reklamları ve çizgi filmlerle büyüyen, ilgisiz ve hep
mazeretler üreten anne babalar, okulda kalabalık sınıflar, halinden dert yanan
ve memnun olmayan, idealistliğini yitirmiş, tek derdi maaş olan, öğretmenlikten
başka her işi yapan (servis, kantin, kırtasiye, arıcılık, seracılık, özel
ders,vb...) çocuklar yetişmiş yetişmemiş, kazanmış kazanamamış umrunda olmayan,
sıkıştığında, işine gelmediğinde mazeretler üreten, anında raporu patlatan,
mesaisine riayet etmeyen, ama bir kuruşunu da es geçmeyen, tatilini 3-5 ay
öncesinden en detaylı bir şekilde planlayan, ama eğitim öğretim dönemi
geldiğinde hazırlık seminerlerine 1-2 saatliğine takılan, ramazan, kurban ve
resmi tatilleri anında birbirine ekleyen, aldığı maaşı beğenmeyen, kendinden
başkasını düşünmeyen, hep yukarılara bakıpta, kendinden aşağıdakilerin
durumlarını görmeyen (tekstil işçileri, inşaat işçileri, dershane öğretmenleri,
bir çok alanda çalıştırılan vasıfsız elemanlar ne kadar ücret alıyor, sigortaları
yatıyor mu, iş garantileri var mı? ) bir öğretmen, bir memur kadrosu olduğu
müddetçe çocuklarımız üzerinden suistimal mekanizmaları hep devrede olacaktır,
kahrolası bu düzen böylede devam eder gider. (ki tam tersi durumda olanlar da
tabi ki var ama maalesef baya bir azınlık durumunda ve onlar da zamanla eriyip
kaybolup gitmekte. Bu durum neticesinde bu ülke daha bu kaotik şekilde daha ne
kadar devam eder, bilinmez diyemeceğim; çünkü görünen köy kılavuz istemez.
Gençlerimizi illa ki üniversite mezunu yapacaksak; bunu yeteneklerine, ilgi
alanlarına ve ihtiyaca göre yönlendirmelerle yapalım…ve hemen üniversiteden
mezun etmeyelim. Maalesef bazı üniversiteler ve bölümleri hariç %95 öğrencimiz
çok özür diliyorum, adeta yatarak ve iyi yetiştirilmeden mezun oluyorlar.
Üniversite kantinlerinin ahvalini podyumlara benzetmek ise içler acısı olacak.
Ahlaki dejenerasyona kim kulak verir onu da bilemem. Sonra da ben üniversiteyi
bitirdim hadi bana devlet iş versin oluyor.
Çocuklarımız maalesef evlerde ilgisizlikten, okullarımızın yetersizliğinden
küçük yaşlardan itibaren televizyon, internet, cep telefonu, bilgisayar
oyunları, diziler sayesinde kendi içlerine kapanmış, apayrı bir dünya kurmuş
durumdalar. Marka tutkuları had safhada, büyüklerini dinlememektedirler. Bir
çok çocuğumuzun eğitimle-öğretimle alakaları kalmamış durumda. (Maalesef tüm
okullarda -ilkokul, ortaokul, lise, üniversite- kopya olayları artık çığırından
çıkmış durumda. Böyle olunca kim çalışır derslere...Bu şekilde yetişen bir
nesil de haliyle ders bazında her hangi bir temeli olmayan, saygı, sevgi, edep
barındırmayan, büyüğünü-küçüğünü bilmeyen, sadece ve sadece kendini düşünen,
vb…bir nesil oluveriyor.)
Maalesef okullarımız işlevini yerine getirememekte. Bir çok nedeni var. Binalar
yeterli değil ki yeterli binalar olsa da kimin umurunda. Görevli personelin
amacı maaş almak, işsiz kalmamak, idealist insan bulmak ne mümkün. Bilirsiniz
ki hangi iş olursa olsun idealist olunmadıktan sonra, fedakarane
çalışılmadıktan sonra, herkes sahip olduğu işe kendi işi gibi sahip çıkmadıkça,
sarılmadıkça olmaz ki. Kendimizi kandırmayalım lütfen. Devlet dairelerinde
afedersiniz ama en alt seviyedeki memura bile güç yetmiyor, söz geçirilemiyor
ki. Siz düşünün bakalım bu şekilde nasıl olacak bu işler. Tabi ki içlerinde
istisnai durumlar olabilir. Çok iyi niyetli çalışan, idareci, yöneticilerin
olduğu kurumlar var. Ama yeterli mi? Tabi ki hayır.
Öyle bir sistem olmalı ki kişilere bırakılmamalı. Trafik Polisleri şimdi
vatandaştan bir şeyler alabiliyor mu? hayır. Neden? Artık radar var, kayıtlar
var, teknoloji kullanılıyor, yeni yetişen polisler öncekilere göre daha
kaliteli ve daha idealist vb...
Bir defa performansa dayalı bir yapı kurmalıyız çalışanlar için. Tabi en
önemlisi artık Devlet Memurluğu diye bir şeyin olmaması lazım.
Çalışan, gayret eden, iyi niyetli olanla, çalışmayan, bankamatik memurluğu
yapan, yan gelip yatan ayırt edilmeli. Ülkemizin geleceği için bu böyle olmalı.
Lütfen bir araştırılsın bakalım devlet çalışanlarından kaçı ya eşi üzerinden ya
da bir yakını üzerinden veya direkt kendisi ek iş yapıyor. (Özel ders, Kantin,
kırtasiye, servisçilik, arıcılık, seracılık, tarım, hayvancılık, ticaret, oto
alım-satım vb. emekli olduktan sonra yapılan veya yapılacak işlere alt yapı
oluşturuluyor. Dolayısıyla mesaisini, zihnini bu şeklide parçalayan bir
personelden ne kadar istifade edebilirsiniz ki. Ne yapıyor bu insanlar
raporları patlatıyorlar, yıllık izinlerini parçalı kullanıyorlar…)
Niçin ek iş yapıyor acaba? Parası yetmediği için mi, yoksa niçin?
Evet neyse eğitim olayına tekrar dönelim.
Yetenekli çocuklar varsa sporda, sanatta, fen-teknoloji alanında ve sosyal
bilimler alanında vb. tüm imkanları sunarsınız, yatılı kalma imkanı veya gelip
gitme imkanı gibi her imkanı sunarsınız. Hatta ailesinin taşınması gerekirse,
taşınma işlemleri, işe yerleştirilmesi vb…tüm işlerinde yardımcı olunabilmeli…
Bu tür öğrenciler ailelerine, kampus yönetimine bırakılmamalıdır. YANİ ENDERUN
SİSTEMİNE İHTİYAÇ VAR! ÖZEL ÖĞRENCİLERE ÖZEL MUAMELE...
Bu kampüste kimler görev alacak?
Tabi ki artık her ilimizde üniversitelerimiz var. Üniversitelerimizle,
Üniversite personeliyle birlikte bu işleri görecektir. Ben hiç Sınıf Öğretmeni
Prof. görmedim, ben hiç üniversiteler haricindeki eğitim kurumlarında doçent
görmedim. Niçin yok?
Akademik kariyeri olanlar sadece üniversitelerde mi görev alırlar? İşte bu yapı
kırılırsa hem üniversitelerimiz artık aşağılarda neler oluyor bilebilirler, hem
de diğer eğitim kurumlarımızın çalışanları da daha kaliteli hale gelirler.
Doçent Anaokulu, sınıf öğretmeni, ortaokul öğretmeni, Prof. müzik, beden
eğitimi öğretmenlerimiz olur.
Bu kampüsleri, profesörlerimiz, doçentlerimiz yönetirler. O alanla ilgili
uzmanlarımız buyursunlar sahneye insinler, artık oturdukları yerden tez
yazmasınlar, sahaya insinler uygulasınlar, akademisyen yetiştirsinler, öğrenci
yetiştirsinler kendileri pratikte uygulama imkanı bulsunlar, hodri meydan.
İlkokul matematik öğretimini nasıl yapacaklarını göstersinler buralarda.
Buyursunlar nasıl yapılırmış örnek olsunlar.
Biz de eğitim üniversitede bitiyor. Ama yanlış. Eğitim olayı hiç bir zaman
bitmemeli. Çalışan arkadaşlarımızın tamamı kendilerini daima yenilemeli,
geliştirmeli ve bunun sistemi kurulmalı.
Performans sisteminin bir parçasını teşkil etmeli.
Devam edecek olursak kampus sistemine;
Anaokuluna başka bir profesör ve akademik ekip, ilkokulun başına bir prof. ve
akademik ekip, ortaokula, Fen Lisesine, Sağlık Meslek Lisesine, Güzel Sanatlar,
Spor Liseleri, Sosyal Bilimler Liseleri vb...aynı şekilde uzman kadrolar
altlarına da öğretmenlerimiz, onların yardımcılıklarına da asistanlar,
üniversitede o bölümü okuyan öğrenciler verilmeli...Bakın nasıl
oluyor...Çocuklarımız yeteneklerine göre nasıl yetişiyorlar...Yabancı dil
öğrenemeyen, Matematik ve Fen Teknolojiyi beceremeyen, sevmeyen, bir alanda
sanat icra edemeyen, bir kaç branşta spor yapamayan çocuğumuz kalıyor mu...(Bu
şekilde olmazsa Milli Takımı kurmak için Avrupa'daki gurbetçi çocuklarımızdan
almaya devam edersiniz)
Tabi bu eğitimi alacak çocuklarımıza Kur Sistemine dayalı bir eğitim uygulanmalı.
Yeteneklerine göre ve artı sabit bazı branşlar seçilmeli. İlk 4 kur mesela her
öğrenciye verilmeli, daha sonra yetenek ve kabiliyetlerine göre başarılı olduğu
branşlarda yaşına bakılmadan kur sistemine göre 5. kurdan itibaren devam
ettirilmelidir.
Kurulacak mükemmel bir takip sistemiyle çocukların gelişimi doğduktan itibaren
takip edilmeli, yönlendirilmeli ve yeteneklerine göre, adam kayırmadan,
objektif bir şekilde bu vatanın evlatları hak ettikleri donanımlı eğitimleri
alabilmelidirler.
Bakın bakalım o zaman bizim çocuklarımız tv, bilgisayar, facebook, diziler, aşk
meşk peşinde mi koşuyor, yoksa donanımlı bir birey olarak dünyaya açılıp
Dünya'nın tozunu dumanına mı katıyor?
Bilirsiniz insanları boş bırakırsanız boş işlerle uğraşırlar. Biz çocuklarımıza
bir şey sunmuyoruz ki, sunmamışız ki.
Okula gidiyor mu evet doğru gidiyor, Ama sonuç ortada. Dil bilmiyor, kendini
ifade edemiyor, kitap okumayı sevmiyor, matematiği sevmiyor ve haliyle
yapamıyor, her hangi bir branşta veya branşlarda spor yapamıyor, bir sanat
dalıyla amatör seviyede kendini gösteremiyor. Enteresan değil mi sizce? Bu
kadar yetenekli çocuklarımız var ve biz dünyayı ağzı açık izliyoruz. Halbuki
spor, sanat, bilim vb.. diğer alanlarda yetiştireceğimiz değerleri dünyaya
sunsak, dünya bizi ağzı açık izlese olmaz mı? Bence hiçte zor değil.
Peki o zaman biz çocuklarımızı bu okullara niçin gönderiyoruz?
Anne- Baba aman çocuk evden uzak olsun diye okula gönderiyorsa, öğretmene,
idarecilere soruyorsun bin bir türlü mazeret sunuyorsa, Sonra nasıl olacak? Bu
çocuklarımız donanımlı olarak yetişmezlerse kabak kimin başına patlayacak? Aynı
gemide değil miyiz? Gün gelecek bunların hesabı tek tek sorulacak. Hesabı da
hep beraber öderiz artık. Çünkü zamanımızda artık geçmişle çok rahat bir
şekilde hesaplaşılabiliyor.
O yüzden geç kalınmadan acilen yukarıda anlattığım çerçevede tüm sistemler
tepeden tırnağa yenilenmeli ve eğitim sistemi ve onun bileşenleri asrın
gerektirdiği ölçeklerde yapılandırılmalıdır. Buna zihinsel değişimlerde dahil.
Ve tüm alanlarda bu sisteme göre şekillendirilmeli.
DERSHANE
KEPAZELİĞİNDEN SONRAKİ BOYUT KPSS
KPSS dedik; insanlar atanmayı bekliyorlar. Üniversiteyi adeta yatarak, hatta
uzaktan kolayca bitiren gençlerimiz ve aileleri, haklı olarak iş diyorlar.
Neden üniversiteyi bitirdiler ya. Alışmışız rahat bir iş bulup, maaşımızı
zamanında alalım, hafta sonum olsun, sigortam garanti yatsın, hem de en üst
limitten. Nerde var böyle bir imkan, tabi ki devlette. Niçin insanlar devlet
kapısına yöneliyorlar. Özel sektörde güç kalmadı ki veya öyle bir istismar var
ki, adeta insanlarımız köle gibi çalışmak durumunda bırakılıyor. Fazla iş
saati, eksik sigorta, hatta yatırılmıyor, yapılmıyor, alınamayan maaşlar vb...
daha bir çok nedenden dolayı, yani bunun sistemini bir türlü kuramadığımız için,
ki bu olay devlet eliyle olacak gibi değil, bununla ilgili özerk bir kurum,
kuruluş olmalı, firmaların, çalışanların herkesin hakkını teslim edecek bir
yapı kurulmalı.
Ki ülkemizde bir işyeri açacaksın, bin bir dereden su getirilyor. Olmadık
engellemelerle karşılaşıyorsunuz, prosüdürden geçilmiyor. Tabi zorluğu herkes
aynı oranda yaşamıyor. Aslında öyle bir sistem olmalı ki, ne iş yapılacaksa, o
şehir merkezi önceden çok iyi bir şekilde planlanmalı, (ki yurt dışında bu
böyle) ve insanlara siz buraya bu kurumu açmak istiyorsunuz ama şuraya
açarsanız şöyle daha iyi olur, şöyle avantajınız olur, şu kadar müşteriniz
olur, şu kadar geliriniz olura kadar yardımcı olunmalı. Bunu bırakın, örneğin
çiğköfte dükkanı açıyorsunuz. Sabah geliyorsunuz bir de bakmışsınız etrafınızda
5 tane çiğköfte dükkanı. Bu hep böyle oluyor maalesef. Serbest piyasa
deniyor.!!! Yazık değil mi bu kadar yatırım yapan bu insanlara veya
diğerlerine, hepsi birden 3 ay sonra kapatıp gidiyor. Boşa giden paralar,
emekler, umutlar. Yazık bu ülkenin insanına.
Evet bir çok gencimiz haliyle devlet kapısına yönelmekte haklı değil mi?
Sözleşmelileri, mütaahhit elemanlarını kadroya alınca haliyle herkes bir yolunu
bulup katılmak istiyor bu kervana. Bir de gençlerimiz KPSS ile atanacağım diye
beklesin dursunlar, aradan ihaleyle, mütaahhit kanalıyla, hizmet alımıyla bir
çok insan kamu kurum ve kuruluşlarına (belediyelere, il ilçe müdürlüklerine vb
daha bilmediğimiz hangi kurumlara...) alınmakta. Denebilir ki bunlarda kanuni,
tabi ki ama o zaman KPSS niye yapılıyor??? İnsanlar atanacağım diye beklesin
dursunlar. Kul hakkı diyoruz, ama ne yapalı kanunsuz bir şey yok ki kul hakkı
olsun deniliyor. Onu ahirette göreceğiz.
Herkes
okumak için çalışıyor. Herkesin çocuğu Doktor, Subay, Polis, Mühendis, Hakim,
Savcı, Avukat vb... olacak ya. Ne yapsın diğer alanlardan garanti iş, sosyal
statü, garanti para yani kısacası gelecek garantisi yok ki. Ne yapsın insanlar?
Haliyle okutacak tabi ki. KPSS sınavına girecek evinde atamayı bakleyecek. ne
yapsın? Alışmış hazıra, yemeğini annesi yedirir, ödevini, performansını,
projesini annesi yapar, notlarını öğretmeniyle görüşüp babası yükseltir, işe
bir yakınını bulur sokar, vb... Niye kılını kıpırdatsın, niye üretsin, niye
düşünsün ki. Daha önemli işleri var gençlerimizin Facebookta video paylaşak,
twiterde twit atacak, mesaj yazacak,. Zaten yeterince insanımızda bol,
hangisine hangi imkanı sağlayacaksın ki. Ne yapalım imkanlarımız bu kadar,
keşke daha fazlasını yapabilsek gibi klişe cümlelerde bol.
Niye bir mesleğe yönelsin ki, orda da torpil, adam kayırma sonuna kadar mevcut.
Bizim memleketimizde hem okuyup hem de yeteneklerini geliştiremezsin ki.
Dediğim gibi mezun olduğun bitirdiğin üniversitenin ne anlamı var ki.
İşletme-iktisat, Ziraat Fak.mezunu öğretmen oluyor, eğitim fakültesi mezunu
polis oluyor bu memlekette. Hiç bir okulu bitirememiş vatandaşımızda şoför
oluyor bir otobüse, tıra, müteahhit oluyor binalar yapıyor, parasıyla değil mi
kardeşim diyor. Direksiyonu tutmasını bilmeyen ehliyet alıyor, trafiğe çıkıyor,
hiç bir eğitimi olmayan fırında usta oluyor, lokantada yemek yapıyor. Diğer
taraftan çocuklarımız meslek liselerinde istedikleri kadar aşçılık okusun,
bilmem ne okursa okusun. Ne önemi var ki. Sağlık meslek lisesinde okuyan
hemşire çocuğumuz fakültesini kazanamasın, Kız Meslek lisesinde Çocuk
Gelişiminde okuyan bir çocuğumuz anaokul öğretmeni olacağım diye hayaller kurup
dursun. Herhangi bir anadolu lisesinde okuyan çocuğumuz elini kolunu sallaya
sallaya üniversite de hemşireliği, anaokulu öğretmenliğini kazansın, ne ala.
Niye açıyorsunuz madem bu liseleri? Niçin bu çocukların hayalleriyle
oynuyorsunuz, niçin ümitlerini yok ediyorsunuz diye sorsalar verilecek cevap
elbette vardır. Eğitim seviyeleri iyi değilse o zaman niçin kapat mıyorsunuz?
Ya da başka çözümler üretilmeli. Çocuklar boş hayallere kapılıp meslek
liselerine yönlenmemeliler?
Herbir
kurum ve mekanizma gözden geçirilmeli...
A.
Okul öncesi Öğretim Kurumu; Personelin yetiştirilmesi de dahil olmak üzere,
çocuk daha doğmadan ele alacak. Anneyi eğitecek, çocuğun annesinin karnındaki
gelişimin takip edecek. Doğduktan sonra hemen ele alacak, 6 yaşına kadar ki tüm
eğitim, öğretim vb... etkinlikler bu kurum tarafından verilecek.
B-İlkokul
Öğretim Kurumu; İlkokul 4 yıllık dönemi takip edecek bir kurum. Sınıf Öğretmenlerinin
yetiştirilmesi de dahil olmak üzere, diğer yardımcı personelinde kaliteli
yetişmesi sağlanmalıdır.
C-Ortaöğretim
Kurumu; Lise dönemini kapsayan bu dönemde meslek liseleri ayrı, genel liseler
ayrı, fen Liseleri ayrı,
D-Yüksek
Öğretim Kurumu; Üniversiteleri kapsayan bu yapıda gelen insanların dört dörtlük
yetiştirilmesi sağlanmalı, hak edenler mezun edilmelidir. Ancak bu kurumların
halka tepeden bakan, kendini ayrı bir yerde gören yapısı kırılmalıdır. Adeta
kendilerine şatolar yapılmakta, halktan, insanlardan kopuk bir şekilde projeler
gerçekleşmekte. Sadece şehir protokolünün haberi olmakta. adeta kendin çal
kendin oyna olayları cereyan etmektedir. Yapılan etkinliklerde belki salonlar
dolmaktadır ama salona gelenlerin kim olduğuna hiç bakılmamaktadır. Yani halkın
dikkatini çeken, halkın kangren olmuş problemlerine çözümler olacak iş
işlemleri bu kurumlardan beklemekteyiz. Bu kurumlarda çalışmakta olan personele
de performans sistemi uygulanmalıdır.
Sözün
özü siz öğretmeninize, personelinize hesap soramıyorsanız, bu arkadaşlarımıza
ne yaptırabileceksiniz ki. Hal böyle olunca dershane denen bir kurum ortaya
çıkmış ve büyük bir açığı kapatma iddiasında bulunmuş. İşte FETÖ denilen
yılanda bu inde yıllarca semirmiş te semirmiş.Dershaneler arasında da işini layıkıyla
yapmaya çalışanlarda anlamamışlar büyük tuzağı. MEB deki arkadaşlarımız da bu
durumu ne oluyor ya biz yetiştiriyoruz dershaneler kaymağını yiyor demişler ve
onlarda sahaya inmişler.
Bu
arkadaşlarımızda hafta sonları okul kursları, evlerinde veya kiraladıkları bir
dairede özel ders vermeye başladılar. Ve o kadar ileri gidildi ki adeta
tehditle (not tehdidi) bu kurslara, derslere öğrenciler devam etmek zorunda
bırakıldılar ve maalesef hala bu şekilde devam etmekte. Adeta dershane gibi
çalışılmakta olan bir sürü öğrencisi olan bu arkadaşlarımız bir kuruş vergi
vermemekte, istihdam sağlamamaktadırlar.
Dolayısıyla haksız bir rekabet söz konusu. Her alanda olduğu gibi. Maalesef
piyasada sektörel haksızlıkları anında önleyecek, haksız rekabete müsaade etmeyecek,
kaliteli hizmet verilmesini sağlayacak, kurumları kollayacak, yatırımlarını
kollayacak, hizmet alanların haklarını kollayacak bir yapı yok veya tek bir
elden yürütülemiyor. Bunu takip eden tek bir kurum olmalı, tek elden takibi
yapılmalı.
Dershaneler
kapandıktan sonra milli eğitim aval aval bakınırken oluşan boşluğuda
belediyeler doldurmaya başladı. Bunuda yorumlamaya kalkışırsak sanırım sayfalar
yetmeyecek bu konuya.
Olsun!
Meydanlardayız!
Ha
bir de;
Üniversitelere fetö nasıl yerleşti diyecek olursanız...
Uzun
yıllardır üniversitelerde yapılanıyorlardı ama 1 Temmuz 1996 tarihli lisansüstü
eğitim öğretim yönetmeliği ile yabancı dili baraj yaptılar. Anadolu’da yetişen
kendi imkanları ile yabancı dil öğrenme şansı olmayan binlerce öğrencinin bir
anda önünü kesmiş bulundular kendi kolejlerinde ileri düzey yabancı dil eğitimi
alan fetöcüler rahatlıkla yüksek lisans ve doktora programlarını doldurmaya
başladılar arkasından da akademik kadroları ve belki de bütün yabancı dil
sınavlarında kendi taraftarlarına ayrıcalıklar sağlayarak bunu yıllarca
sürdürdüler.
Yabancı dil puanı birçok başarı kriterinden biri olabilirken baraj olarak
kullanıldı.
Yani belli düzeyde bir dil puanına sahip olmayan kimselerin diğer tüm akademik
başarıları yok sayıldı.
Bu şekilde aynı anda birçok kişinin önü kesildi.
Akademik yükselmelerde de durum böyle
Örneğin %25 dil puanı %25 akademik yayınlar % 25 alan sınavı % 25 akademik
mezuniyet puanları gibi başarı kriterleri yerine yabancı bir dil puanını ön
koşul yapmışlarsa bu durumun değerlendirilmesi incelenmesi gerekir diye
düşünüyorum.
Gözümüzün
önünden kayıp giden o kadar çok şey var ki. Çoğu insan kendi
bulunduğu
noktadan bir kısmını görebilmekte ancak olanlara bir anlam verememektedir.
Yapılanlar
kaçınılmazmış gibi ve iyi bir şeymiş gibi sunulmakta, çok iyi perdelenmektedir.
Olan
biteni kendi zaviyemden anlatayım ki
“haberim yoktu” diyen kalmamalıydı.
“Herkes
bir taş koyarsa biz bu seli önleriz” dedim; gazetelere, dergilere ve internet
sitelerine
yazdım. Kendimce Çanakkale’de bir siper kazıyorum,
düşene kadar devam edeceğim; benden sonra
gelenler
hazır kazılmış bir siper bulmalı. Unutmayalım ki “Risk almadan vatan kurtulmaz!”
EĞİTİMDE EMPERYALİST KUŞATMA
Batılılaşma
hedeflerinde olan Cumhuriyet devrimleriyle birlikte her yeni yönetimle birlikte
eğitim programları değiştirilmekte, yapılan yeni programlar toplumda tartışmaya
dahi açılmadan uygulamaya konulmaktadır.
Mazisinde
dünyanın en değerli eğitimcilerini yetiştirmiş ve örnek eğitim sistemlerini oluşturmuş
olan ülkemizin eğitim birikimi bir kenara itilmekte, Atlantik ötesinden model
getirtilmektedir. Osmanlıyı yiyip bitiren Jön-Türk kafası aradan şunca zaman
geçmesine rağmen özellikle eğitim camiası(sektörü) içerisinde zindeliğini
korumaktadır.
Eğitim
programlarımız değiştirilirken yabancı şirketleri doğrudan iş başında görmekteyiz.
Beri yandan yapılan değişikliğin iyi yönde olduğuna inandırma gayreti
içindedirler.
Eğitim
ordusunun önünde yürümesi gereken duyarlı olması beklenilen öğretim üyelerinin
bir kısmı değişimin iyi yönde olduğuna inandırılmış görünmektedir.
Türk
Milli Eğitimi iki ayrı kanaldan aynı anda kuşatılmıştır. Biri ABD üzerinden diğeri
AB üzerinden gelen bu dayatmalara biraz dikkatle bakıldığında aslında her
ikisinin de ABD kaynaklı olduğu fark edilecektir. Müslüman Türk toplumu iflas
olmaz bir akaid sapmasında çırpınmaktadır.
YÖK
içerisinde bulunan Dünya Bankası temsilciliği tarafından yürütülmekte olan bu kuşatma
ile Amerikan eğitim modeli ülkemize dayatılmaktadır. İdeolojik kılıfı,
Amerikalı H.Gardner’in siparişle yazmış olduğu “Çoklu Zekâ” kuramıdır. Eğitimi
piyasa kurallarına göre düzenlerken (eğitimi özelleştirirken/sektörleştirirken)
beynin parçalı olduğunu kabullendirmekle başlar, daha sonra bundan hiç söz
edilmez.
Bilinen
çalışmaları üç başlıkta toplanabilir:
Fakülteleri: Eğitim fakültelerinde
verilen dersler ve öğretmen adaylarının Amerikancı mantıkla yetiştirilmesi bu
birimden yönlendirilmektedir. Okulların serbest piyasa ekonomisine
kazandırılmasını hedefleyen Çoklu Zekâ Kuramı (neo liberal dünya görüşünün eğitimdeki
karşılığıdır) öğretmen adaylarına ders olarak okutulmaktadır. Genç öğretmenler
bu mantıkla yetiştirilir.
Eğitim
fakültelerinde yapılan doktora ve yüksek lisans tezleri H.Gardner’in kuramıyla
başlatılmazsa onay alamaz. Tezler, besmeleyle başlar gibi “Gardner diyor ki
zeka sekiz parçalıdır; …” cümlesiyle başlar.
SPAN Danışmanlık Şirketi:
SPAN şirketi Talim ve Terbiye Kurulunun üzerinde tam yetkili olarak
çalışmaktadır. Şirketin verdiği direktifler Talim Terbiye Kurulu tarafından
yerine getirilir. Şirket, Paul Vermeulen, Johan Gademan, Theo Savelkouls ve
Marjan Vernooy imzasıyla Temel Eğitime Destek Programı adı altında bir rapor
hazırladı (30 haziran 2004).
Müfredatın
hafifletilmesi ve ulusal niteliklerinin törpülenmesi, ders kitaplarının buna
göre yazdırılması gibi işler YÖK tarafından Hollandalı bu şirkete ihaleyle(!)
verildi. Şirketin parası Dünya Bankası tarafından ödenmektedir. Bu para 20 yıl
vadeli borç hanemize yazılmaktadır.
Şirketin
hazırlamış olduğu söz konusu raporda “Hükümetin kararlılığı ve plânlanmış
çalışmaları” başlığı altında bu direktifler sıralanmaktadır. 100 pilot okulda
yeni uygulama, ders materyallerini 2005 Eylül’üne kadar hazırlama, 2005
Eylül’ünden itibaren tüm yurtta bu programa geçme, kamuoyunu hazırlama gibi
yapılması istenen her iş bu raporda belirtilmiştir.
Raporun
alt başlığı “Eğitim Materyalleri İçin Esaslar ve Taslak Çerçeve, Ankara 27 Temmuz
2004”dir. Bu rapor özel yayınevi sahipleriyle yapılan toplantıda dağıtılmış, yayınevlerinden
2005 Ekim’inde tüm okullarda kullanılacak olan ders kitaplarını bu çerçevede
yazmaları istenmiştir. Rapor bir çeviri metnidir ve metnin sonunda SPAN Danışmanları
tarafından çevirmenlere teşekkür edilmektedir.
CarlBro Şirketi: Danimarka
şirketidir. SPAN Şirketinin önerdiği tanıtım, bilinç oluşturma, basın, yayın,
konferans gibi işleri düzenler. AB’ye bağlı çalışan Ulusal Ajansla birlikte
organizasyonlar yapar. Masrafları Dünya Bankası tarafından ödenmekte ve yine 20
yıl vadeli borç hanemize yazılmaktadır.
Türk Milli Eğitimine AB üzerinden kuşatma:
AB
kanalı ulusal müfredatları proje (etkinlik tasarımı) karşılığında para vererek kırmaktadır.
Şöyle ki; proje sahibi “Ulusal Ajans” adlı Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı,
Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları Merkezi Başkanlığına baş vurur, onay
ister.
AB,
onay alan projeye mali destek verir. Proje sayısına bağlı olarak sınırsız mali destek
vardır (bkz.internet sitesi: ua.gov.tr). Bununla “AB’nin istediği etkinliği
yaparsan para alırsın” denilmektedir. Bu yolla okullar mali olarak dışarıya bağlanmakta
ve ulusal müfredat dışına çıkartılmaktadır.
AB
üzerinden gelen organizasyonların birer özel isimleri vardır.
1-Sokrates:
Genel Eğitim; 7 den 77 ye toplumun tüm birey kurum ve kuruluşlarını kapsar.
2-Leonardo
da Vinci: Mesleki Eğitim
3-Youth:
Gençlik
Sokrates
genel eğitim programları kendi içinde şu alt başlıkları içermektedir:
Grundtvig: Yetişkin Eğitimi;
belediyeler, dernekler, vakıflar, halk eğitim merkezleri, sendikalar, meslek
örgütleri, üniversiteler, hapishaneler, kütüphaneler, müzeler, resim galerileri,
cezaevleri.
Çıraklık
ve yaygın eğitim kurumları, Pratik Kız Sanat Okulları, Olgunlaşma Enstitüleri,
yetişkinler Teknik Eğitim Merkezleri, Halk Eğitim Merkezleri, Özel Kurslar ve Özel
Dershaneler, Özel Eğitim Merkezleri, Açık Öğretim ve Açık Lise öğretmen ve öğrencileri,
gece öğrenimi yapan okulların öğretmen ve öğrencileri, okul aile birlikleri, kurumsal
ya da bireysel başvurabilmektedir.
Bu
programda bazı faaliyetler Avrupa Merkezli kabul edilmekte ve Brüksel Teknik Yardım
Bürosuna başvuru yaptırılmakta, ayrıntı için internet adresi “socleoyouth.be” verilmektedir.
Minerva: Açık ve Uzaktan Öğrenim
ile Bilgi İletişim alanına yönelik programdır. Açık Öğrenim Lisesi, Açık
İlköğretim Okulu ve Meslek Lisesi, Teknik Açık Öğretim Okulları.
Eurydice: Avrupa Eğitim Bilgi
ağının adıdır. Merkezi Brüksel’dedir. Tüm Avrupa ülkelerinde bu programların
nasıl uygulandığını gözlemek üzere kurulmuştur.
Comenius: Hizmetiçi eğitim
kursları (Okul eğitim personelinin eğitimi.) Arion ve Lingua (Dil
öğretimi ve öğrenimi) alt faaliyetleri vardır. Brüksel merkezli çalışır. Ana sınıfından
liseye kadar olan okullar yönelik çalışır.
Erasmus: Üniversiteler arası
öğrenci ve öğretmen değişimi, hareketlilik yapar. TÜBİTAK’la işbirliği
içindedir. Belirlenmiş konularda birlikte proje üretmeyi hedefler. Örneğin
gelir düzeyi ile bağlantılı AIDS, sıtma ve tüberküloz hastalıkları. Erasmus
programını eleştiren Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr.Ramazan
Biçer, 20.3.2005 tarihli Cumhuriyet Bilim Teknik dergisinde şöyle demektedir:
“Proje yap, para kap. Sistem böyle işliyor. Proje
için bir Avrupalı eş bulunacak, sonuçta proje Avrupa’nın olacak. Yani bilgi
Avrupa’sına katkıda bulunmuş olacağız. Ancak işin bir başka boyutu ise; bizleri
yoksulluk içinde yetiştiren halkımıza hareketlilik sağlamayan Avrupa, biz
eğitimlilerin hareketliliğini niçin desteklemektedir? Bundan batıya beyin göçü anlaşılmıyor
mu?“
Bu
projelerden köylerde kurulan sosyal yardım vakıflarının da yararlanması teşvik edilmektedir.
AB fonlarından yararlanmak isteyen vakıflardan biri olan Kırkısraklılar Sosyal Yardımlaşma
ve Kültür Vakfı’nın başvurusunda şöyle denilmektedir:
“Hedef grupları: Sarız ve civar köylerdeki
ilköğretim okullarının 6,7,8. Sınıf öğrencileri ile lise öğrencisi gençler,
işçi gençler, işsiz gençler, yöredeki gençlere hizmet eden kurumlar.
Projenin amacı: Sarız ve civar köylerde yaşayan
14-25 yaş arası gençlerde Avrupa bütünleşmesi sürecinin yararları konusunda bir
aydınlatma faaliyetidir. Avrupa-Türkiye ilişkilerinin gelişimine sivil toplum
düzeyinde olumlu bir etki yapmak AB’nin tanınmasına kendi yöremizden katkıda
bulunmak projemizin temel ekseni olacaktır. Yörede yaptığımız anketin sonucuna
göre pek çok genç Türkiye’nin AB’ne katılmasını istememektedir. Bu gençlerin
zihnindeki dağınıklık bilgi eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Projeden sonra
ilçe genelinde ölçülebilir düzeyde bilgi artışı beklenmektedir. Bu bilgi artışı
AB’nin görünürlüğünün kendi bölgemizden artırılmasına vesile olacaktır…
Ana etkinlikler: Konferanslar, doküman hazırlanması
ve dağıtımı, film gösterimleri, fotoğraf sergisi, basın bülteni, yaz kampı, yaz
okulu, internet sitesi.”
Öte
yandan yetkililer tarafından sıkça dile getirilen “Havuza koyduğumuz para boşa gitmesin”
ifadesini açmak gerekir. AB fonuna yatırılmış olan bir para vardır. Buna havuz denilmektedir.
Proje karşılığında alınacak olan para gerçekte kendi paramızdır. Bunun anlamı kendi
ulusal müfredatını kendi paranla delmek ya da kendi ipinle asılmaktır.
AB ülkelerinde benzer sorunlar:
Sokrates
programı 25 AB ülkesi ve aday ülkelerini kapsamakta ve bu ülkelerde ulusal müfredatları
kırmaktadır. O zaman sorulması gereken sorular vardır:
-
Sermayenin serbest dolaşımının (küreselleşmenin) önünde Avrupa’da da engeller mi
var?
-
Bu ülkelerde eğitim iyiydi de niçin değiştirilmeye çalışılıyor?
-
Alman okullarında kuzey-güney farkını nasıl halledecekler?
-
Portekiz’de devlet okullarında müzik dersi yok, İspanya’da Andaluza bölgesine
hiç müzik öğretmeni atanmıyor, Hollanda’da resmi müzik dersi yok. Bu ülkelerde
Avrupa standardı nedir?
-
Laik eğitim yapılan Fransa ile diğer ülkelerin bir sorunu mu var?
-
Avrupa okul müfredatlarında Türk Milli Eğitimindeki gibi ulusal özellikler mi
var?
-Tüm
Avrupa’da ve Türkiye’de ulusal müfredatlar sermayenin serbest dolaşımı önünde
engel mi oluşturuyor?
-Macaristan’da
müzik ders kitaplarından ulusal marşlar ve kahramanlık şarkıları çıkartılıp
yerine Kilise şarkıları neden konuyor?
Temel Eğitime Destek raporunda anahtar sözcükler:
-Çoklu
Zekâ Kuramı (Zekâ çok parçalı olarak kabul ediliyor.)
-Öğrenme
stilleri (Duyular parçalanıyor.)
-Öğrenci
merkezli eğitim (Bireyci ve yalnız insan yetiştiriliyor.)
-Az
olan iyidir. (Okullar diplomalı cahilleri mezun ediyor)
-Davranışçı
yaklaşım bitti. (Eğitim yok, sadece öğrenme var.)
-Her
çocuk tek bir alanda başarılı olabilir.(9 yaşındaki çocuk ders seçmek zorunda.)
-Yeni
neslin ders kitapları. (Daha geri bir nesil “yeni nesil” olacak.)
-Endüstri
toplumundan bilgi toplumuna geçtik. (Üretim ve tasarım bitti, bilgiyi internetten
al!)
-Konstraktif
yaklaşım. (Eğitimde birlik bitiyor, çocuk okul dışına yönlendiriliyor.)
-Yerel
öğrenme. (Kulüpler, sivil toplum örgütleri, dernekler vb okul dışı kurumlar öğrenci
üzerinde etkili hale getiriliyor.)
-Bilgi
teknolojisi (Bilgisayar kullanımı ve satışları hedefleniyor.)
SPAN
Raporunda konstraktif yaklaşım ile yerel öğrenme kavramı birlikte geçmektedir;
”Konstrüktivist / Yapılandırmacı(!) eğitim materyallerinin, çeşitli bireysel farklılıkları
olan öğrencilere hitap etmesi; öğrenmenin gerçekleştirileceği yerel ve
bireysel öğrenme ortamında farlılıklardan akıllıca yararlanması
gerekecektir”. Buna uygun bir karar gerçekleşti; 18.3.2005 tarihinde rehberlik
öğretmeni olarak okullarda çalışan psikologların okul dışında bir merkeze
alınacakları açıklandı. Bir sonraki adım, bu öğretmenlere “gidin büro açın,
sağlık ve emeklilik sigortanızı kendiniz yatırın” olacaktır.“Talep varsa hizmet
var, parasını veren aile isterse bu hizmeti okul dışında alır” piyasa kuralı
gereği bu hizmetin önce okul dışına çıkartılmış olması gerekmektedir.
Tebliğler
Dergisinin Şubat 2005 sayısında Eğitsel Kollar Yönetmeliği yürürlükten kaldırıldı,
yerine kulüp ve sivil toplum kuruluşlarıyla proje çalışma ve danışman
öğretmenlik getirildi.
Pilot
okullara Mart 2005’de öğretmenler için diz üstü bilgisayarlar (parası maaşlarından
kesilmek üzere) gönderildiği açıklandı. Daha sonraki adım öğretmeni evinde bilgisayar
ve internet kullandırarak çalıştırmaktır; İngiltere örneğinde bu yaşanmıştır.
Eğitim konferanslarında ve kurslarda yabancılar:
Sokrates
programı çerçevesinde gerçekleştirilen konferanslara yabancı konuşmacılar katılmaktadır.
Örneğin, TED İstanbul Kolejinde 7 Kasım 2004’de düzenlenen „Eğitimde
Avrupa
Boyutu“ konulu konferansa katılan 3 TTK üyesinin yanında 4 yabancı (İngiltere, Belçika,
Fransa, Brüksel) konuşmacı yer aldı.
TED
Ankara Koleji’nin 2000 yılında matematik, Türkçe, Fen Bilgisi ve Müzik derslerine
özel müfredat yaptırmış ve bu müfredatlar TTK tarafından onaylamıştı. Bununla TED
Türk Milli Eğitim Müfredatını kıran, “Eğitimde birlik” ilkesini delen ilk kurum
olmuştur. Sokrates programı kapsamında en fazla etkinlik yapan okul olma
özelliği devam etmektedir.
Ankara
TED’in Müzik müfredatı önce Kanadalı bir müzik eğitimcisine ücret karşılığı başlatılmış,
onun yarım bıraktığını daha sonra Nezihe Şentürk (GÜGEF Müzik Böl.Öğ.Üyesi) tarafından
ücret karşılığında tamamlamıştır. Bu müfredat değişikliğinin 2000 yılında TTK’dan
geçmiş olması ilginçtir!
Bilgisayarlı
okullarda öğretmenlere verilmekte olan “İntel Gelecek İçin Eğitim Kursu“
(Aralık 2004, Ankara), daha önce MEB bilgisayar öğretmenleri tarafından
verilmiş olan programların aynısı olduğu halde, merkezi Hollanda’da bulunan
İNTEL adlı bir şirketin
elemanları
tarafından yeniden verilmektedir. Şirketin parası da Dünya Bankasının 20 yıl vadeli
borç hanesinden ödenmektedir.
Bilgi toplumu(!) olmak:
“Endüstri
toplumundan bilgi toplumuna geçtik “.
Bu
söz “artık üretmeyen ve tasarlamayan insanlar yetiştireceğiz” demektir. Bu, sadece
internet üzerinden sunulmuş hazır bilgiye erişmeyi öğrenmek (öğrenmeyi
öğrenmek)
bilgiye
ulaşmak için yeterlidir açılımını içerir. Oysa insanı üretim ve tasarımdan
dışlamak onu çağlar gerisine döndürmektir.
Bu
nedenledir ki üretim ve tasarımın doğrudan kullanıldığı sanat eğitimi
derslerinin kaldırılması küreselleşmenin gündemindedir. Çocuğu 4. sınıftayken
ilgi istek ve becerisine göre çalgı öğrenmeye yöneltmek, çocuğu toplu müzik
dersinden mahrum etmek, insanın insanla buluştuğu ve bu sırada en kutsal çalgı
olan kendi sesini kullandığı ortamı yok etmektir. Ki, tüm çalgılar insan sesine
eşlik etmek için vardır. Buna göre çocuk herhangi bir çalgının özel (yerel ve
bireysel) dersini aldığı taktirde okulda toplu müzik dersi alması gerekmeyecektir.
Yani ulusal şarkı dağarcığına sahip olması, İstiklâl Marşını söylemesi, kendi
şarkılarını birlikte söylemesi gerekmeyecektir. Bu durumda müzik öğretmenlerine
gerek yoktur ve bu bölümler kapatılmalıdır ve sadece pedagojik formasyon dersi
alan çalgıcılar yetiştirilmelidir. (ABD, İngiltere ve Hollanda’da bizde olduğu
gibi doğrudan müzik öğretmenliği bölümleri yoktur, çalgı bölümleri vardır.)
Üniversitelerimizde
bu yolda yapılanmaya doğru adımlar başlamıştır. Müzik ve resim bölümlerinden
alınan öğrenci sayısının 60’tan 40’a düşmesi, mezun olan 60 kişiden sadece 5
tanesinin tayin edilmesi, öte yandan çalgı öğretiminin müzik öğretmenliğinden
daha önemli konuma getirilmesi vb durumlar neyle izah edilebilir? Doğaldır ki
toplu müzik dersi ilköğretim okullarında bitirildiğinde buraya öğretmen
yetiştiren lisans programlarına talep düşecek ve er geç bu bölümler kapatılacaktır.
Sanat derslerini seçmeli paralı hale getirmek bu derse öğretmen yetiştirmemeyi
birlikte getirir. Resim, müzik ve beden eğitimi öğretmenliği meslek olarak yok
olma sürecine girmiştir. Üretim ve tasarımın bitmesi insanoğlunun insanlaşma
serüveninin bitmesi demektir. İnsanoğlu buna razı gelmeyecektir ve
küreselleştik diyenler bu noktada yanılmaktadırlar.
Oynatılan çiviler:
MEB
tarafından alınan bazı kararlar okullara ulaştıkça tepeden inme değişiklikler birer
birer karşımıza çıkmaktadır. 21.9.2004 tarihli, pilot illerde (Ankara, Antalya,
İzmir, Bursa, Gaziantep, Samsun, Van) bulunan ilköğretim okullarına gönderilen
yazıda branş öğretmenleri tarafından okutulacak derslerin tanımı şöyle
değiştirildi:
”İlköğretim
okullarının 4.ve 5. sınıflarında okutulan özel bilgi, beceri ve yetenek isteyen
Beden Eğitimi, Resim-iş, Müzik, Din Kültürü ve Ahllâk Bilgisi, Y.Dil, İş
Eğitimi ve Bilgisayar derslerinin branş öğretmenlerince okutulması...“
80
yıldan beri temel ders olan resim, müzik ve beden eğitimi dersleri bir yazı ile
özel
bilgi
beceri ve yetenek isteyen ders oluverdi. Bunun bir sonraki adımı bu dersleri
ilgisi ve parası olan çocuğa göre düzenlemektir. Bu dersler okulda
öğretilmeyecek, isteyen okul dışında bu bilgiye ulaşacaktır.
Türk
Dili Edebiyatı dersi kendi içinde parçalanarak seçmeli dersler haline
getirilmekte, ana direğin, yani Türkçe’nin çivisi oynatılmaktadır(11.12.2004
Cumhuriyet).
Türkçesiz
okul, Türk ulusunu dilsiz bırakmaktır.
Üretim
ve tasarım derslerinden biri olan İş Eğitimi dersinin işlevsel olmadığı gerekçesiyle
kaldırıldığını da bu yazıdan öğreniyoruz. Ancak bu ders 2005-2006 ders yılında bu
yıla mahsus olmak üzere zorunlu seçmeli 3 saatlik ders olarak bırakıldı. Bir
sonraki yıl kaldırılacağı bellidir.
Aynı
gazete haberinde “Drama ve diğer sanat dersleri seçmeli olacak“ ifadesi yer aldı.
Diğer sanat dersleri; Resim ve Müzik, bir de varsa Sanat Tarihidir. Ülkemizde
drama öğretmeni yetiştiren bir okul bile yokken bu dersi kâğıt üzerinde seçmeli
ders yapmak, var olan 80 yıllık resim müzik derslerinin çivisini sökmektir.
Üretim ve tasarım buradan da bitiriliyor.
Din
Kültürü dersinin seçmeli hale getirilmesi ile « Aleviler için Din Dersi kitabı yazdık
» basın açıklamasını birlikte düşündüğümüzde, öğrencileri dini inançlarına göre
ayrı sınıflarda veya ayrı okullarda toplamaya doğru gidileceğini görmek
mümkündür. Dersler parçalanırken toplumu parçalama beraberinde gelmektedir. Bir
çivi de bu şekilde oynatılmaktadır.
15
Şubat 2005 tarihli resmi yazıyla eğitsel kol faaliyetleri kaldırıldı, yerine
kulüpler ve sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerine katılma getirildi.
Kulüpler parasını veren çocuğun üye olduğu okul dışı yerlerdir. Sivil toplum
örgütleri de okulun denetimi dışındaki yerlerdir. Çocuklarımız denetimi Milli
Eğitimin elinde olmayan kurum ve kuruluşlara teslim edilecektir ; bu da ulusal
müfredatın kırılmasında yeni bir yol olarak karşımıza çıkmaktadır.
Okullarda
bulunan rehberlik servisleri okul dışına çıkartılarak bir merkezde toplama kararı
alındı (18 Mart 2005 Cumhuriyet). Danışman öğretmen sistemine doğru geçilirken
bu hizmetin kaldırılması kaçınılmazdı. Rehber psikologlara özel rehberlik
merkezleri açmak üzere yetki kararı çıkartılacak ve öğrencilere buralarda
paralı hizmet verilecektir ; talep varsa ders var mantığı bunu gerektirir.
Görüldüğü
gibi, öğrenci her alanda okul dışına, yani piyasaya doğru yönlendirilmektedir.
Programın basında yer alma şekli:
TEDP
raporunda değişim programının iyi hazırlanmış bir basınla tanıtılması « Bilinç Oluşturma
» başlığı altında yer almaktadır.
Haziran
2004’de TRT 4’den canlı yayınlanan egitim semineri bilinç oluşturmanın örneği
idi ; soru sormak isteyen telefonlar bağlanmadı, destekleyen telefonlar
bağlandı vb. O tarihten sonra gazeteler değişim programına sıkça yer verdi. 11
Aralık 2004 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan «MEB’den ürküten rapor;
Ezber çok yorum yok » başlıklı haber incelendiğinde yapılacak değişikliği iyi
bir şeymiş gibi sunma hazırlığı hissedilmektedir.
Adı
geçen gazetede « Ürküten Rapor » yazısının üst kısmında « İşlevsel olmayan ders
ve konular elenecek » deniyordu. Kim neye göre belirlemişti işlevsel olmayan
dersleri ? Zaten « sertifikalı diplomalılık » yoluyla okulların içi de
boşaltılacaktır. Böylece okullar iki kere boşalmış olacaktır.
Aynı
sayfada özel okullarda iyi eğitim verildiği mesajı fotoğraflı olarak yer almaktadır.
Örnek okul ise Fevziye Mektepleri’dir. Bu okulun on gün sonra (21 Aralık 2004) yeniden
aynı sayfada resimli haber yapılması bir tesadüf olabilir mi?
Bu
yöntem devlet okullarından ümidi kestirip özel okulları kurtarıcı olarak
göstermek
programın
bir parçası olarak görünmektedir. Gazetenin okuyucusu, lise programında yapılan
değişikliği
bu özel okul reklamı ve sıfır çekilen sınav haberiyle birlikte düşünsün
istenmektedir.
Benzer
şekilde Türk Eğitim Derneğinin basın açıklamaları eğitimde felaket senaryolarının
bir kopyası niteliğindedir ve bu demeçlerde çözüm olarak özel okullar gösterilmektedir.
Basında,
Türk Dili ve Edebiyatı dersinin sınıf geçme zorunluluğunun kaldırılacağından,
kendi içinde parçalayarak (şiir, çağdaş edebiyat, divan edebiyatı, öykü, roman
vb) her birinin seçmeli ders haline getirilerek bitirileceğinden hiç söz
edilmemektedir, oysa bu ders parçalanarak bitirilecektir.
ABD’de en itibarsız meslek öğretmenlik:
ABD’nin
Washington eyaletiyle Türk hükümeti arasında yapılan anlaşmaya göre bu eyaletin
matematik öğretmeni açığı Türkiye’den karşılanacaktır (13 Mart 2005, Ulusal
Kanal Ana Haberleri). Şimdilik 15 matematik öğretmeni gönderilecekmiş. Tablo
oldukça düşündürücüdür.
ABD’nin,
yani bize örnek gösterilen ülkenin eğitim sistemi öğretmen açığı
vermektedir.
En zengin eyaletlerden biri olan Washington’un varoşlarında, yoksul zencilerin,
küçücük
evde 15 kişinin yaşadığı varoşlardaki devlet okullarıdır sözü edilen okullar.
ABD’de
devlet okulu 4 ana dersin öğretmenini devletin verdiği, diğer dersler için
çocuğun
para ödediği okul demektir. Üstelik matematik dersi müfredatı en hafife
indirilmiş
derstir,
ABD’de iki ile ikiyi toplayamayan çocuklara diploma verilir. Çünkü “Her çocuk
bir
alanda
başarılı olur” denilmektedir; öğrenci asgari başarı için bile zorlanmaz,
istemiyorsa
öğrenmek
zorunda değildir.
Öğretmenlik
öylesine ayağa düşürülmüştür ki artık öğretmenliğe talep düşmüştür.
Orada,
bize şimdi getirilen liyakat sistemiyle terfi ve sözleşme yapılmaktadır; parasını
veremeyip
de yüksek lisans yapamayan öğretmen karın tokluğuna çalıştırılır, sigorta
ücretini
bile
ödeyemez. Bu nedenle öğretmenlik mesleği ABD’de en itibarsız meslektir.
Bize dayatılan modelin ne olduğunu anlamak
için ABD eğitim sistemine bakmak
yeterlidir.
2005-2006
ders yılında 10 aylık sözleşmeli yirmi bin öğretmen alınması ilk örnektir. Bu
sözleşmenin
şimdilik bakanlık tarafından yapılacağı açıklandı; gelecekte yerel yönetimlere
ve
okullara
bırakılacak demektir.
ABD’de temel eğitim zorunlu değil :
ABD’de
30 milyon okuma yazma bilmeyen, 50 milyon okuduğunu anlamayan insan
yaşamaktadır.
Sadece Los Angeles şehrinde 50 bin çocuk çeşitli nedenlerle okula
gitmemektedir.
Temel eğitim herkese eşit ve parasız olmaktan çıkartılınca kendiliğinden
zorunlu
olmaktan da çıkmıştır. Bizde de böyle olması istenmektedir. Paran varsa eğitim
hakkın
var olacaktır.
2005
yılında hâlâ Dünya Çocuk Hakları Sözleşmesini imzalamamış olan ABD
hükümetleri
çocuklarını eğitimsiz bırakmakta bir sakınca görmemekte, böyle bir nedenle
kendilerine
BM tarafından her hangi bir yaptırım uygulanmamaktadır.
Benzer
şekilde Kanada ilköğretim programında çocuklar okulda oyalanmakta, sanat
dersleri
verilmemekte, bu yüzden Türkiye’den giden göçmenler çocuklarını orada okutmak
istememektedir.
Türk Milli Eğitimin Amaçları açısından bakınca :
Türk
Milli Eğitiminin Amaçları 14.6.1973 tarihli ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel
Kanunuyla
düzenlenmiştir. Genel amaçlar (Madde 2) bölümünden ;
1.
“...demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine
karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline
getirmiş yurttaşlar
olarak yetiştirmek ; “
Eğitimin
amacı istendik davranışlar kazandırmak yerine bilgi öğrenmeyle
sınırlandırılınca
bu amaç nasıl gerçekleşecek ?
2.
“...gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı
kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak... ;” Davranış kazandırmak amacı olmayan,
bilgiyi
depolayan, öğrenci merkezli bireysel öğrenmeye dayalı bir eğitim modeliyle
birlikte iş
görme
alışkanlığı nasıl kazandırılır?
3.
“... Eğitimde hiç bir kişiye, aileye, zümreye ve sınıfa imtiyaz tanınamaz.”
Talep
varsa ders var mantığı ile yola çıkılan bir sistemde parası olmadığı için
talepte
bulunamayan
çocuklar ne olacak? Seçmeli paralı dersler koymak, seçemeyen çocukları
eğitimden
mahrum bırakmak olacaktır. Bu, parası olan çocukların daha iyi eğitim alma
imtiyazına
sahip olduğu anlamına gelir; toplumda çatlama ve çatışma, eğitimsiz yığınlar ve
kendini
eğitilmiş ayrıcalıklı bulanların diğerleri üzerinde egemenlik kurmaları
sonucunu
yaratır.
Bu
durum, 1.maddede sözü edilen demokrasiye ve sosyal hukuk devletine olan
inancı
sarsar, insanları demokrasi dışı arayışlara yöneltir.
4.
“ Milli eğitim hizmeti... Türk toplumunun ihtiyaçlarına göre düzenlenir.
“
(Madde
5)
Eğitimi
serbest piyasa ekonomisine göre düzenleyen yeni sistem bu maddeyle de
çelişir.
Üniversite
bahçelerinde kurulan teknokentler buna örnektir ; üniversiteler, bilim
adamı
değil şirketlere teknisyen yetiştirmeye geçmiştir. Bir diğer örnek; toplumun sanat
ihtiyacı
vardır (Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.
Cumhuriyetin
temeli kültürdür.) ve piyasa ekonomisi sanat okullarına
eleman
siparişi vermez, sadece sözüm ona sanatçıyı sokaktan yarıştırarak toplar ve bu
sırada
da
para kazanır. Bu nedenle piyasa mantığında okullarda sanat dersleri olmasa da
olur,
parasını
veren varsa alsın demektedir.
5.
Eğitim Hakkı : “İlköğretim görmek her Türk vatandaşının hakkıdır.”
(Madde 7)
İlköğretim
8 yıldır ve ancak bazı çocuklar 4.sınıftan itibaren ilköğretimin bazı derslerini
ve temel bilgilerini alabilecektir. Büyük çocğunluk bundan mahrum kalınca kanunun
bu maddesiyle çelişecektir.
6.
Fırsat ve imkân eşitliği : “... herkese fırsat ve imkân eşitliği sağlanır.”
(Madde 8)
Parası
çok olanın daha çok fırsat ve imkân bulacağı bir yapılanmada eşitlik maddesi ihlâl
edilmiş olacaktır.
Milli
Eğitim Temel Kanunu ile çelişen bütün bunların yanında bilinmesi gereken bir
husus
daha vardır ; eğitimin özelleştirilmesi demek olan okulların yerel yönetimlere
devri er
geç
gündeme yeniden getirilecektir. Yapılmakta olan tüm değişikliklerin tam olarak
uygulanabilmesi
için okulların yerel yönetimlere devredilmesi gerekecek ve bu doğrultuda bir
yasa
değişikliğine gitmek zorunda kalınacaktır. İşte o zaman gerçekten ulusal eğitim
parçalanacak,
eğitimde birlik ortadan kalkacaktır.
Yapılmakta
olan yönetmelik ve müfredat değişiklikleri eğitimin yerel yönetimlere
devredilmesinin
öncesinde bitirilmesi istenen işlerdir. Bu nedenle söz konusu yasanın
tamamen
iptal edilmesi ulusal bir görev olarak önümüzdedir.
Çocuk Hakları açısından bakınca :
Henüz
dokuz yaşındayken, gelişimini daha tamamlamadan, kendisi için neyin daha
iyi
olacağına karar veremeyeceği kadar küçük bir yaşta “öğrenci merkezli eğitim”
adı
altında
çocukluk kaprislerine göre bir çocuk ders seçmek zorunda bırakılırsa, bu durum
çocuğun
aleyhine işleyen bir süreç olacaktır.
Yeni
yapılanmada aile karar verme sürecine etkince katılmaktadır. Özellikle okul
dışında
“yerel öğrenme, konstraktif yaklaşım” olarak sözü edilen konu aileyi ilgilendirmektedir
; kulüpler, bireysel dersler, kurslar gibi. Bir çok aile bu sürece katılmayı
maddi
veya manevi çeşitli nedenlerle red edebilir. Çocuğun eğitimi toplumun geleceği
açısından
ailesine bırakılmayacak kadar önemlidir.
Okul
dışındaki kurumlara çocuğu yönlendirmek ona iyilik değildir. Piyasa canlansın,
para
dönsün derken kaybettiğimiz çocuklarımız yani ülkemizin geleceği olacaktır.
Yeni
program çocukları okul dışına iterken sokağın tehlikelerine karşı savunmasız bırakacaktır.
Bu durum çocuk haklarına aykırıdır.
Bir
diğer yanlış da çocuk pedagojisine aykırı olarak getirilen “ harften başlayan okuma
yazma “ öğretimidir. Bu yöntem onları zorlayacak, okuldan soğutacak, daha
başarısız hale getirecektir. Çocuklar savunmasız varlıklardır, tepkilerini
öğrenmeyi ve okulu reddederek belli ederler.
Resim-iş, Müzik ve Beden Eğitimi dersleri kaldırılıyor :
Pilot
okullardan biri olan Ankara -Yenimahalle -Demetevler Emin Sağlamer
İlköğretim
Okuluna TTK’dan gelen bir resmi yazıda (Mart 2005) yeni müfredata göre
derslerin
dağılımı yer aldı (bkz.Ek.Talim ve Terbiye Kurulunun Önerisi). Bu çizelgeye
göre
4-8.
sınıflarda artık müzik dersi yapılmayacağı, sadece ilkokul 1.2.3. sınıfta sınıf
öğretmeni
tarafından
okutulan müzik dersi saati programa konulacağı belirtilmektedir. Buna ilişkin
bir görüş isteniyor, ama sadece sınıf öğretmenlerinden görüş isteniyordu. Müzik
öğretmenlerinin artık adı yok.
Yeni
yazıya göre; Türkçe ders saati 6’dan 4’e indirilip İngilizce ile eşitlendi.
Pilot
okulun
Türkçe öğretmenlerine göre dilbilgisi konuları ilkokul sınıflarında kaldırıldı.
Harften
başlatılan
okuma yazma öğretimi pilot okullarında ders yılı başından beri uygulanmaktadır.
Çizelgede
ana seçmeli dersler adı altında 3 ders görünmektedir.
Bilgisayar: İlkokul 1,2,3 (1 saat)
ve 4,5,6,7,8. sınıf (3 saat)
Sanat Etkinlikleri (Drama,
Tiyatro, Halk Oyunları, Enstrüman, Resim,
Fotoğrafçılık,
Heykel vb.): 1,2,3 (1 saat) ve 4,5,6,7,8. sınıf (3 saat)
Spor Etkinlikleri (Güreş,
Futbol, Basketbol, Satranç vb.) Saatleri yukarıdakilerle
aynı.
Görüldüğü gibi ilköğretim çağındaki çocuğa güreş dersi getiriliyor.
Bu
üç ana seçmeli dersten birini alan diğerlerini alamaz denilmektedir. Yani 3
saat
bilgisayar
dersine giren çocuk sanat ve spor etkinliklerinin hiç birini alamaz.
“Enstrüman“
sözcüğüne açıklık getirelim; bireysel seçmeli çalgı dersi kastedilmektedir,
toplu yapılan müzik dersi bitti demektir. Çocuk istediği çalgının dersini okul
dışında alabilecektir.
Tebliğler
Dergisinin Şubat 2005 sayısında eğitsel kolların kaldırıldığı, yerine “Sivil
toplum
örgütlerinin kulüp faaliyetlerine katılma“ geldiği duyurulmuştu; bununla okulda
koro
ve
orkestra grupları oluşturmak da bitmişti.
Peki
ulus gençliği ne olacak? 1968
müfredatında müzik dersinin amaçları bölümünde “Ulusal şarkı dağarcığı oluşturmak”
yazardı, bu bilinçle öğretmenlik yapılırdı. Van’daki çocukla Edirne’deki çocuğa
aynı şarkılar öğretilirdi, bir araya geldiklerinde birlikte söyleyecekleri
ortak şarkıları olsun istenirdi. Artık ulusal şarkı dağarcığı
oluşmayacak.; İstiklâl Marşı, türkülerimiz, evrensel çocuk şarkıları...
Cumhuriyetimizin
ve ulusal birliğimizin temelinde müzik öğretmenlerinin harcı
vardır,
emeği vardır. Bu harç yok edilmek istenmektedir.
Din Kültürü dersi parçalanarak kaldırılıyor :
DİN
KÜLTÜRÜ ve AHLAK BİLGİSİ Dersi parçalanarak kaldırılacak, yerine seçmeli “Halk
Kültürü/Kültürel Değerler” Dersi getirilecek Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı
tarafından 2005 Eylülünden itibaren İlköğretim Okullarının 4.sınıfında
başlatılmak üzere önerilen ders programında “Halk Kültürü/Kültürel Değerler”
adıyla yeni bir seçmeli ders yer almaktadır.
TTK
Başkanı (Şimdinin bakanı) Ziya Selçuk, Gazi Üniversitesinde verdiği konferansta
“Kültürel Değerler adında bir ders koyduk ama içini neyle dolduracağımızı biz
de bilmiyoruz” şeklinde
talihsiz
bir açıklama yapmıştı (28 Mart 2005).
Aynı
günlerde Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesine bağlı Halk Bilimleri bölümü
öğrencilerine öğretmenleri tarafından müjdeli bir haber verilmiş; “İlköğretim
okullarında
zorunlu seçmeli ders olarak Halk Kültürü Dersi konuluyor, siz bu dersin
öğretmeni
olacaksınız” denilmişti. Hatta, TTK Başkanlığı, bölüm öğretim üyelerinden
dersin
kitabını
yazmalarını istemişti, komisyon kurdurmuştu. Ancak, kitabın içeriğiyle ilgili
bir
anlaşmazlık
doğmuş olmalı ki kurulan komisyon kitabı yazmadan dağıtıldı.
Bu
bilgiyi bir kenara not ettikten sonra dönelim okullarda KÜLTÜR sözcüğünün
geçmekte
olduğu tek bir derse; Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersine. İlginç bir
zamanlamayla,
yabancı bir şirket olan SPAN Danışmanları tarafından hazırlanan Temel
Eğitime
Destek Programının 5 Eylül 2005’den itibaren yürürlüğe girmesine birkaç ay
kala,
Alevi
Bektaşi Federasyonu ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu tarafından
“Zorunlu
Din
Dersine Hayır” kampanyası başlatılmıştır. Bu iki sivil kuruluş yayınladıkları
ortak imzalı
bir
kitapçıkta demekte ve eylemlerini 12 Eylül’e kadar sürdüreceklerini
belirtmektedirler.
Talim
ve Terbiye Kurulunun gelecek yıl uygulanmasını istediği ders programında
zaten
parçalanarak kaldırılacak olan bu ders, Alevi ve Bektaşi dernekleri tarafından
da
kaldırılsın
istenilmektedir; zamanlama dikkat çekicidir.
Ağustos
2004’den itibaren İlköğretim Okullarına giden resmi yazılardan adım adım
bu
dersin kaldırılacağına doğru işaretler vardı. Önce bazı derslerin tanımı “özel
bilgi, beceri
ve yetenek isteyen dersler” haline
getirildi. Bu tanım söz konusu dersleri seçmeli hale
getirmenin
ilk adımıydı.
“İlköğretim
okullarının 4 ve 5 inci sınıflarında okutulan ÖZEL BİLGİ, BECERİ ve
YETENEK
İSTEYEN Beden Eğitimi, Resim-İş, Müzik, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi,
Yabancı
Dil, İş Eğitimi ve Bilgisayar derslerinin branş öğretmenlerince okutulması…”
“Uygulamanın
sonuçlarına göre yaygınlaştırılması planlandığından uygulamayla
ilgili
olarak birinci ve ikinci dönem sonunda hazırlanacak raporun İlköğretim Genel
Müdürlüğüne
gönderilmesi.”
Bu
yazıdan beş ay sonra (Tebliğler Dergisi, Şubat 2005) eğitsel kollar kaldırıldı,
bunun
yerine Kulüp Faaliyetlerine ve Sivil Toplum örgütlerinin faaliyetlerine katılma
getirildi.
Yukarıdaki tanımda yer alan “özel bilgi beceri ve yetenek isteyen ders” ifadesi
hedefini
bulmuştu; isteyen varsa gider parasını verir bu dersi bireysel olarak alır… Bu
sırada
resim,
müzik ve beden eğitimi öğretmenlerinin kol faaliyetleri resmen kaldırılmış
oluyordu.
Aynı
tanıma sığdırılan Din Kültürü dersi için nasıl bir yol izleneceği merak
konusuydu.
Seçmeli
dersler arasına yeni katılan Halk Kültürü/Kültürel Değerler Dersi bu noktada
dikkatleri
üstüne çekiyordu. Yine seçmeli, yine isteğe bağlı ama bu sefer istediği etnik
veya
dinsel
grubun kültürünü almak bu yolla mümkün olacaktı. Çok demokratik görünüyordu,
ancak
4.sınıftaki çocuğu ayrıştırmak mı yoksa kaynaştırmak mı gerektiği hiç
konuşulmuyordu.
Çocuğun “çocuk” olduğu göz ardı ediliyor ve “Çocuk bireydir” deniyordu.
Bu
sırada bir başka belgede yer alan “İnsan biyolojik, psikolojik, sosyal,
kültürel ve
duygusal
varlıktır” tanımı akla geliyor. İnsan tanımına “kültürel ve duygusal varlıktır”
gibi
bugüne
kadar olmayan iki tanım daha ekleniyordu. Bu tanımın derse yansıtılması nasıl
gerçekleşecekti?
İşte
bu noktada Halk Kültürü/Kültürel Değerler Dersinin açılımı karşımıza
çıkmaktadır;
her çocuk ait olduğu etnik veya dinsel grubun kültürünü veya duygusal
nedenlerle
ilgi duyduğu başka bir kültürü (yabancı mezhep, tarikat, vb) öğrenmek
isteyebilecektir.
Dikkat
edilmesi gereken nokta, çocuğun kültürel seçim yapmak zorunda kaldığı
yaşın
9 olduğudur.
Sorulması
gereken bir çok soru vardır. Bu derste yabancı ülkelerdeki din dersleri de
isteğe
bağlı olarak seçilebilecek mi? “Bu dersler uzman öğretmenlerince verilir”
ifadesine
bağlı
olarak ülkemizde misyonerlik yapmakta olan papazlar okullarımızda ders verir
hale
gelecek
mi? Din Kültürü dersini gerçekte kim kaldırıyor? Toplumumuzda farklılıkları
derinleştirmek
kimin işine gelir?
2005-2006
ders yılı başında dağıtılan ilköğretim okullarının ders çizelgesinde yer
alan
seçmeli dersler içerisinde Halk Kültürü adıyla bir ders yer aldı. Yukarıda sözü
edilen
program
üzerinde ufak tefek oynamalar yapıldığı, kamuoyunda gösterilen tepkilerin
yumuşatılmaya
çalışıldığı anlaşılmaktadır.
Yeni
ders çizelgesinin ekinde seçmeli derslerin gelecek yıldan itibaren yürürlüğe
gireceği
ek madde olarak yer aldı.
Bazı
siyasi liderlerin basında yer alan İlahiyat Fakültelerinin kaldırılacağı,
İlahiyat
Hatip
Meslek Liselerinin kurulacağı yolundaki açıklamalardan anlaşılacağı gibi, din
bilgini
yetiştirmenin
de önü kesilmek istenmektedir. Mevlit okuyucu, cenaze levazımatçısı, mezarlık
hizmetleri,
Kuran okuyucu gibi iş kollarına ayrılan meslek lisesinden mezun olanlar kendi
işlerini
yapıp kendi sigortasını yatırıp devlete yük olmayacaklar. Yani, piyasaya göre
eğitim
modeli
dini bütün insan da istemiyor.
Bu
sürecin bir diğer boyutu da “ben daha iyi cenaze yıkarım”, ben daha iyi mevlit
okurum”
gibi piyasada yarışan din işçileri dönemini başlatmak olacaktır. Bu yolla din
hizmetlerinde
birlik bitecek, bu hizmet kolunda çalışanların dayanışması da kalmayacaktır.
“PİYASAYA GÖRE EĞİTİM“
MODELİ
23-27
Haziran 2004 tarihleri arasında Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı tarafından
TRT 4 televizyonu aracılığıyla öğretmenlere yönelik bir eğitim semineri
verildi.
Bu
seminerde yapılmakta olan değişiklikten söz edildi. Konuşmalarda altını
çizdiğimiz bazı
ifadeler
oldu:
“Artık eğitimi piyasa belirleyecek. Bırakınız
yapsınlar dönemi bitti. Eğitim toplumun
ihtiyacına göre değil piyasanın ihtiyacına göre
düzenlenecek. Piyasaya göre eğitim modeline
geçiyoruz.”
“Tüm derslerde müfredatı hafifletiyoruz. Bu kadar
çok bilgi batıda üniversitelerde
veriliyor. Bilgisayar ve İngilizce ağırlıklı
olacak.”
“Tüm dünyada müfredat ve eğitim yeniden
düzenlenirken Türkiye bunun dışında
kalmamalı. Şimdiye kadar dünyada yapılmış olan
eğitim reformlarını ıskaladık, bu kez
başaracağız.”
“Büyük bir projenin küçük bir parçasıdır bu
anlattığımız. Büyük fotoğrafta olanları
görmek lazım. Metodolojileri değiştiriyoruz.
Bildiğiniz bütün doğrular değişiyor.“
“Öğrenci merkezli eğitim getiriyoruz. Görsel,
işitsel, kinestetik ve dokunsal öğrenme
stillerinin kullanıldığı etkinlik örnekleri
hazırladık.”
“İlköğretimde seçmeli ders sistemi getiriyoruz.“
“Ortaöğretimde sertifikalı diplomalılık
getiriyoruz. Öğrenci birikmiş sertifikalarını
getirip puan karşılığı diploma alacak.”
“Performans (öğretmenin başarısı anlamında
kullanılmış) ölçme ve değerlendirme,
maaş zammı, terfi ve derecelendirme değişiyor.
Teftiş sistemi değişiyor, teftiş kurulu kalkıyor.
Öğretmen sınıfta teftiş edilmeyecek Herkes
birbirinin gözetleyeni olacak. Veli, öğrenci,
müdür, belediye başkanı ve çevrenin ileri gelenleri
sicil verecek Öğretmen çevresiyle iyi ilişki
içerisinde olacak.”
“Terfi ve ödüllendirme için sınav, liyakat ve sicil
puanları belirleyici olacak.”
Bütün
bu ifadelerin ne anlama geldiğini biraz açalım:
Talep varsa ders var:
“Bırakınız
yapsınlar“ söylemi kapitalizmin serbest rekabetçi döneminine aittir. “Artık
eğitimi piyasa belirleyecek. Bırakınız yapsınlar
dönemi bitti“ demek, tekelci sermayenin
mutlak
egemenliğini ilân etmektir; özgürlükler bitmiştir. Artık hangi derslerin
okutulacağını
piyasa
belirleyecek. Veli çocuğunun hangi dersleri almasını istiyorsa o dersin parasını
verip
dersi
satın alacak. Velinin talebi piyasadır. Diğer bir deyimle, veli, parası kadar
bilgi satın
alabilir.
Parçalanmış zihin:
Eğitimde
değişim programları Gardner’in çok parçalı zekâ (Multiple Intelligence)
teorisine
dayandırılmaktadır. Daha bugüne kadar zekânın tanımı bile yapılamamışken,
Gardner,
“Her çocuğun farklı öğrenme zekâsı vardır” diyor ve zekâyı sekize bölüyor. Bu
bir
öğretim
metodu da değildir, sadece teoridir. Sınıfta uygulanabilirliği olmadığını fark
eden
öğretmenler
var, ancak onlar da sadece sınıfta uygulanamadığını dile getirmektedirler,
yanlış
bir
kuramdır demiyorlar. Oysa kuram, insan doğasına aykırı bir şekilde beyni
parçalayıp
piyasa
canavarına teslim etmeyi tasarlıyor.
Piyasa
ekonomisine uygun olarak çok şık bir ambalaj içerisinde Çoklu Zekâ Kuramı
adıyla
sunulan teori, seçmeli paralı derse geçişin ideolojik kılıfıdır. Dersleri de
kendi
çerisinde
parçalara ayırıp her bir parçayı bireysel öğrenme, - öğrenci merkezli öğrenme
adıyla
satışa
çıkartacaktır (ABD ve İngiltere örneği) . Çevirisi de hatalıdır; Türkçe’de
çoklu-azlı
gibi
sözcükler yoktur. Belli ki çoklu demekle zekânın parçalanmış olduğu imajı göz
ardı
edilmek
istenmektedir
Çocuğun
zihinsel fiziksel ve ruhsal gelişimini destekleyen eğitimden artık söz
edilmiyor,
çocuğu sosyal varlık olarak tanımlama bitiyor. Çocuğun tüm zihinsel güçlerinin
geliştirilmesi
görevi bitiyor, “çocuğun ilgi istek ve yeteneği doğrultusunda“ adı altında ve
her
çocuk
tek bir dalda başarılı olabilir savıyla diğer dallarda temel eğitim almadan
yetiştirilebilecek
zannediliyor.
Dağılmış beş duyu:
Seminerde
“öğrenme stilleri”nden söz edildi; görsel, işitsel, kinestetik ve dokunsal
yoldan
öğrenme. Her çocuk bir başka yoldan öğrenme özelliğindedir, öğretmen
sınıfındaki
çocukları
bu özelliklerine göre gruplara ayrılmalı, onlara bu özelliklerine göre materyal
sunmalıdır
denildi.
Şimdiye
kadar bilinen, “Tam öğrenme beş duyunun devreye sokulması ile
gerçekleşir”
söylemine ters düşen bir durumla karşı karşıyayız. Çocuğun bir duyusunu
kullanıp
diğerlerini devre dışı bırakmak insanın doğasını bozmaktır. Duyuların
çalıştırılması
ve
geliştirilmesi diye bir konuları yok. Pedagojik formasyon dersleri bunun için
verilir. Zaten
dikkat
edilirse terimler çocuğun gelişimi ve eğitimi üzerine oturtulmuyor, sadece öğrenmeden
söz ediliyor.
Oysa
bu güne kadar küme çalışması yapmakta olan bir öğretmen çocukları algılama
düzeylerini
dengeleyerek ortalama gruplar oluşturmaktaydı. Doğrusu da budur.
Drama
yöntemini bilen bir öğretmen ısınma ile derse başlarken özellikle ayrıntıyı
fark
ettirmek üzere işitme, görme ve dokunma duyularını çalıştıran oyunlar oynatır.
Koklama
ve
tatma duyularını da olabildiğince devreye sokar. İşte söz konusu teoride drama
eğitimcilerinin
kabul etmediği hususlardan biri de budur; beş duyu parçalanıyor ve bağlantısız hale
getiriliyor.
Beyni
parçalayan bir kuram duyuları parçalamadan edemezdi elbette. Duyuların
parçalanması
doğrudan para kazanmak hesabıyla açıklanamaz. Görünen odur ki insanoğlunun doğasıyla
oynanmaktadır
Akıl dışlanıyor:
Doğada
her şey birbirine bağımlıdır ve birbirinin devamıdır, bu holistik yapı insanın
biyolojik
yapısı için de, insanın beyni için de geçerlidir. Doğada milyonlarca yılda
oluşan
ekolojik
denge vardır ve halkanın biri koparsa diğerleri de yok olur. İnsan beyni de
böyle
oluşmuştur,
parçalar ayrılır koparsa hiç biri oluşamaz. Parçalardan her biri diğerlerinin
varlığına
bağlıdır.
Çok
parçalı zekâ teorisine göre daha büyüme çağındayken çocuk zekânın sadece bir
parçası
ile muhatap edilmektedir. ”Her çocuk bir alanda başarılı olabilir“ denilmekte
ve
diğerleri
yok kabul edilmektedir.
Bu
kuramla, olaylar arasında bağ kurabilme yetisi, yani akıl dışlanmaktadır. Böyle
bir
eğitimin sonunda bütünü algılamayan, olaylar arasında bağ kuramayan insan
olunur.
Aklını
kullanamayan köle ruhlu insanlar yetiştirmek ise ortaçağa dönüştür.
Mesleki bütünlük parçalanıyor:
Her
öğretmen hak etse bile terfi edemeyecektir. %10 başöğretmen, %20 uzman
öğretmen,
gerisi aday ve öğretmen olur deniyor. Aynı işi yapan öğretmenler arasında ast
üst
ilişkisi
getirecek olan bir anlayış öğretmenler arasında gereksiz iç çekişmelere,
mesleki
dayanışmanın
yok olmasına neden olacaktır.
Terfi
için üç ayrı değerlendirme esas alınıyor; sınav, liyakat ve sicil.
Sınav: Sözleşmesi yenilenecek
öğretmen sınava girmiş olmalı. Sözleşme
konusundan
seminerde söz edilmedi, ancak biliyoruz ki sözü edilen büyük fotoğrafta bu var.
Öğretmenliği
iş güvencesi olmayan meslek yapmak onu bugüne kadar kazandığı
tüm
haklarından geri götürmektir. Beri yandan, resim müzik ve beden eğitimi gibi
derslerin
öğretmeni
başarısını kağıt üzerinde nasıl ispatlar? (Sınıfta teftiş bitiriliyor.)
Liyakat: Eğitim fakültelerinde
yüksek lisans ve doktora yapmaktan söz ediliyor.
İngilizce
bilen, yabancı dergide makalesi yayınlanan tek tip bilim adamlığı(!)
getiriliyor.
Ülkemizde
kaç öğretmen bunu gerçekleştirebilir? Taşrada çalışacaksın, iyi derecede
İngilizce
öğreneceksin, ön sınavı alacaksın, sana yüksek lisans için kadro açan fakülte
bulacaksın,
o şehre taşınacaksın, çoluk çocuk geçindireceksin, 2004 fiyatıyla 2,5 milyar
yüksek
lisans ders ücreti yatıracaksın, iyi derecede İngilizce öğrenmek için iyi para
harcayacaksın,
doktora için 10 milyar harcayacaksın ve yine de sana açılmış kadro bulursan
150
tl maaş farkı için usta öğretmenliğe terfi edeceksin.
Bir
terfi uğruna ömür boyu para harcamaya, “yaşam boyu eğitim” gibi yaldızlı bir
isim
de konuldu. Aldığın parayı sürekli harca ki piyasa ekonomisi canlı kalsın
demek. Ya da,
çok
parası olan çok harcasın ve sadece onlar terfi etsin demek gibi.
Sicil: Herkes herkesin gözetleyeni
olacak, üst astı, öğretmeni veli, öğrenci, müdür,
belediye
başkanı ve çevrenin ileri gelenleri(!) gözetleyecek ve puan verecek. Ne
korkunç!
Öğretmen
ayaklar altında, toplumun en aşağısında. Öğretmenin itibarı hiç bu kadar
düşürülmedi.
Sicil puanı öğretmeni el etek öpmeye yöneltecektir.
Öğretmenin
sicil puanında belirleyici olmak üzere bakanlıkça yürütülen etik
değerleri
belirleme komisyonlarının elindeki anketlere bakılırsa, etik değerler, olması
gereken “Cumhuriyet değerlerine sahip olma” üzerine oturtulmamaktadır.
Öğrencisinin etnik ve diğer farklılıklarını dikkate alıp almadığı koşul olarak
getirilmektedir. Öğretmenin birlik,
ortak ülkü, ortak değer yargıları, ulusal dağarcık, yurttaşlık bilinci verme,
bilimi yol gösterici kabul etme ve bu hususlarda sosyal etkinlikler yapma gibi
çabaları onun artı puanı olmayacak, tam tersine olumsuz sicil almasına neden olacaktır.
Çünkü onlara göre okul/şirket bilimsel çalışmaktadır ve bilimsel çalışmaların
içinde bağımsızlığın yeri yoktur.
Öğretmenliğin değeri düşüyor:
Eğer öğretmen
bu kadar aşağılanıyorsa, aşağılanan gerçekte devlettir, millettir. Bunu biraz
açmak ve öğretmenliğin meslek statüsü kazandığı Fransız devrimine kadar gitmek
gerekir.
Bizim
Cumhuriyet devrimi bir çok bakımdan Fransız devrimini örnek alır.
Fransız
devriminin dünyamıza getirdiği en büyük değişiklik aklın özgürleştirilmesi ve
laiklik
kavramıdır.
Çünkü demokrasi, özgür aklın egemenliğidir.
Fransız
devriminden sonra öğretmenlere devrimi halka anlatma ve kazanımlarını
koruma
görevi düşmüştü. Öğretmenliğe meslek statüsü o zaman verildi ve göreve
başlarken
devrime
bağlılık yemini yaptırılırdı; laikliği koruma ve savunma görevi
öğretmenlerindi.
Bu
arada laik kime denir noktasına bir açıklık getirelim. Eski Yunanlılarda üç
sınıf
vardı;
askerler (kral ve ordusu), papazlar (ruhban sınıfı) ve laikler. Laikler, asker
ve
papazların
dışındaki tüm halkı oluşturanlara denilirdi. Yani, çiftçi, tamirci, dokumacı,
işçi,
tüccar,
yani halk. Halk iktidarı laiklerin egemenliği demekti.
Aklın
özgürleştirilmesinin önündeki en büyük engel ruhban sınıfı ve krallardı.
Bunları
siyasetin dışında bırakmak bir gereklilikti; din, devletin ve okulların dışına
çıkartıldı.
Bu
nedenle öğretmenler laiklerden yana olmakla meslek statüsü kazanmışlardı. Laik
olmak
halkın
iktidarını savunmak, özetle cumhuriyetçi olmaktı. Egemenliğini yitiren feodal
beyler,
efendiler
ve papazlar laikleri asla affetmedi, laiklerin öncüsü olan öğretmenlere hep
saldırdı.
Aklın
özgürleştirilmesi iddiası, Mustafa Kemal’in devriminde “En büyük yol gösterici
bilimdir”
şeklinde ifade bulur. Çünkü bilim durağan değildir, sürekli ilerler. Yine,
“Yeni nesil
sizin
eseriniz olacaktır” sözü ile Mustafa Kemal’in öğretmene verdiği misyondur.
40’lı
yıllarda, Köy Enstitüleri projesi ile öğretmenler demokratik devrimin makinisti
konumuna
getirildi.
1950’lerde
kısmî karşı devrim yaşanıldı ve dini yapılara dayalı siyaset dönemi
başladı.
Öğretmenler
Anadolu’da karşı devrimin boy hedefi oldu, mesleki itibarlarını yitiriş süreci
başladı.
Devrimden uzaklaşma ile paralel bir durum.
1970
ve 1980 askeri yönetimlerinde öğretmenlerin üzerinden buldozerle geçildi.
Mesleki
itibar sıfır noktasına geldi. Cumhuriyet devriminin kazanımlarını savunan
öğretmen
ve
öğretim üyeleri traşlandı. Artık öğretmenlik eksilerde…
2005-2006
ders yılında yirmi bin sözleşmeli öğretmen alındı. 10 aylık sözleşmeli
öğretmenlik
dönemi başlatıldı; yüzlerce yıllık emek mücadelesi eksiye düşürüldü.
Çalışanların
en zavallısı öğretmen oluverdi. Sözleşmeli öğretmenin iş güvenliği yoktur ve
sendikalı
olması da mümkün değildir.
Okullar boşaltılıyor:
Ortaöğretimde
sertifika toplayarak diploma almaktan söz edildi. Gençler okul dışında
gidecekleri
paralı kurslardan toplayacakları sertifikalarla lise diploması alacak.
Bu
kursların ne kadar denetim altında olacağı tartışma konusu olacaktır. Herkes
canının
istediği kursta bilgi edinme yoluna giderse eğitimde birlik / ortak kültür
nasıl
sağlanır?
Böylece
öğrenci piyasanın kucağına atılacak, devlet bir çok branş için öğretmene maaş ödememiş, emeklilik ve
sağlık sigortasına para ayırmamış olacak. Öte yandan devlet kurslardan vergi
toplayacak.
Çocuğuna
bu dersler okulda verilsin isteyen veli o zaman parasını ödemelidir;
“Dışarıda
bunu bedava alabilecek miydiniz?” yanıtı hazırdır.. İlk örnek olarak rehberlik
servisleri
okulun dışına çıkartıldı(Mart 2005). Piyasa mantığı geçerlidir, “Paran varsa
rehberlik
hizmeti var”.
Benzer
durum resim müzik ve beden eğitimi bölümleri için söz konusudur. İngiltere
ve
ABD örneğinde olduğu gibi resim müzik drama, beden eğitimi gibi seçmeli derslere
öğretmenlik
talebi düşecek ve eğitim fakültelerinde bu bölümler kapanmaya başlayacaktır.
Açıklaması
basit; “piyasa bu, talep yok.”
İçi boş müfredat:
“Tüm
derslerde müfredatı hafifletiyoruz” denildi ve verilen örnekte “Matematik
dersinden
havuz problemlerini kaldırıyoruz” açıklaması yapıldı.
Matematik
dersinin fen bilimleriyle, jeoloji, deprem bilimi, mimarlık, inşaat, fizik,
kimya,
biyoloji, gıda gibi tüm mühendislik bölümleriyle ilk bağını kuran havuz
hesaplarıdır.
Olayları
matematiksel düşünme mantığı verir.
4.sınıfta
başlatılan Cumhuriyetin kuruluşu ile ilgili bilgiler 6.sınıf Vatandaşlık
Bilgisi
dersine aktarılıyor. Öteleniyormuş, kaldırılmıyormuş!. Oysa ki 6.sınıftan
itibaren
derslerin
seçmeli ders haline getirilmesiyle bu ders fiilen kaldırılacaktır. Öte yandan
Vatandaşlık
kitabının kapağında da görüldüğü gibi çocuklarımız kendi tarihinden kopartılıp
Amerikan
tarihiyle yakınlaştırılmaktadır. Bir çok sınıf öğretmeni yeni müfredatla
birlikte öğretecek konu bulamamaktan
şikayet
etmektedir.
İlköğretim fiilen 3 yıl oluyor:
8
yıllık temel eğitim, herkese eşit anayasal hak olmaktan çıkartılmaktadır. Bu
noktada
yasaların ihlalinden söz etmek gerekir. Türk Milli Eğitim Temel Kanunu ortadan
kaldırılmaktadır.
Kendisi
için neyin daha iyi olacağına karar veremeyecek bir yaşta olan 9 yaşındaki
çocuk
ders seçmek zorunda bırakılmaktadır. 3.sınıftan sonra ders seçimi sisteminin
anlamı
temel
eğitimi 3 yıla indirmektir.
İlköğretim zorunlu olmaktan çıkartılıyor:
2004-2005
ders yılında devam zorunluluğunun da kaldırılmasıyla birlikte ilköğretim
fiilen
zorunlu olmaktan çıkartılmıştır. “Velisinin bilgisi dahilinde çocuk dilediği
kadar
devamsızlık
edebilir” ifadesi kullanılmaktadır. Bu nedenle üç ay devamsızlığı olan
ilköğretim
okulu
öğrencilerine bile sınıf geçirilmiştir.
Öğrenme stilleri:
Çocukları
sınıfta öğrenme stillerine (!) göre ayırarak oturtmak öneriliyor. Görerek
öğrenen
bu masada, işiterek öğrenen o masada, kinestetik yolla öğrenen çocuklar öteki
masada…
Öğretmen onlarla nasıl başa çıkacağına kafa yormakla dersi bitirecektir. Çünkü
kinestetik
öğrenme stili(!) olan çocuklar hareketli, hatta hiperaktif çocuklardır ve yeni
yaklaşım
onları bir grupta toplamayı önermektedir. Sınıf öğretmenleri haklı olarak bunun
uygulanmasını
mümkün görmemektedir.
Çocukları
duyularına göre gruplandırmak çocuğun diğer duyularını çalıştırmamak
demektir.
Zekâyı parçalamakla yetinmeyen Gardner ve ardılları bir de insanın duyularını
parçaladılar
ki bu durum insanın doğasına aykırıdır; gözü var görmez, kulağı var duymaz,
elleri
var dokunmaz bir insan olmak insandan uzaklaştırılmış bir yaratık demektir.
Öğrenci merkezli dersler:
Öğrenci
merkezli eğitim ile anlatılmak istenen, çocuğun seçip parasını verdiği dersi
okul
dışında da alabilmesidir. Bununla toplu eğitim bitirilmektedir. Eğitim bu yolla
okul
dışına
taşınmış olacaktır. Adı “Konstraktif Yaklaşım”dır. “Yapılandırmacı” çevrimiyle
kullanılıyor.
Açılımında bilgiyi okul dışında bireysel yolla (kendi paranla) almak vardır;
öğretmen
yok öğretici vardır, pedegojik formasyon gerekmez, usta-çırak şeklinde de
öğrenilebilir.
Okul
dışında kurs veya özel ders sisteme dahil ediliyor. Müzik dersi kendi içinde
çok
parçaya
bölünerek çalgı derslerine, beden eğitimi dersi spor derslerine, resim dersi
heykel,
grafik
vb derslerine dönüşecektir. Öğrencinin bu yolla aldığı paralı derse “öğrenci
merkezli”
demektedirler.
Geriye dönüş sinyalleri:
Parçalanmış
zekâ kuramını uygulayan ülkelerde geriye dönüş sinyallerinden söz
edilmektedir.
Beynin geri geri yürüme komutları vermemeye başladığı, beyin kas
koordinasyonunda
önemli gerileme gözlendiği tıp kongrelerinde dile getirilmektedir.
Ülkemizde
beden eğitimi öğretmenleri her yıl daha geri düzeyde ders yapmak
zorunda
kaldıklarını, Gardner’e göre söyleyecek olursak kinestetik zekânın giderek
gerilemekte
olduğunu gözlemektedirler. Televizyon, bilgisayar, hazır paket oyuncaklar;
sonuçta,
insan geriye dönüş yolunda… Bir de çocuğun hiç beden eğitimi dersi almayacağını
düşünmek
çok ürpertici!
İngiltere’de
eski sömürgelerinden gelen gençler en yüksek puanlı bölümlerde
okurken
İngiliz anneler “Bizim çocuklarımız mühendislik fakültelerine giremiyor,
İngiliz
çocuklar
bu kadar aptal mı?” diye soruyor.
ABD’de
son otuz yıldan beri hiç sanat dersi almadan liseyi bitirmiş gençlerin oranı
%95
olarak açıklanmaktadır. 2004 Dünya Müzik Konferansında ABD’li öğretim
üyelerinin
bu
konuda verdiği yanıtlar “Maalesef öyle, verecek cevabımız yok, üzgünüz”
olmuştur.
2002
ve 2004 PİSA raporları piyasaya göre eğitim modelini uygulayan ilk ülke olan
ABD’de
çocukların giderek nasıl daha geri sıralara düştüğünü göstermektedir
2003
yılında geçirilen bir yasayla ABD halk okulları asker devşirme ve hapishane
endüstrisine
suçlu yetiştirme yuvaları haline getirilmiş, ordunun Asker Devşirme Merkezi’nin
hazırladığı
2004 yılı raporunda bu yıl hedeflenen sayının üzerine çıktıkları açıklanmıştır.
PISA 2004 RAPORUNUN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
“PISA
2004 Raporu” açıklandığından beri üzerinde konuşulmaya devam ediliyor.
OECD’ye
bağlı 40 ülkede yapılan uluslar arası kıyaslamalı sınav sonuçlarına göre
matematikte
Türkiye 34, ABD 28 ve Almanya 19. sırada yer aldı.
Finlandiya,
Hong Kong ve Japonya gibi ülkelerin ilk sıraları aldığı bu raporda
nedense
Türkiye’nin örnek aldığı ve tüm eğitim sistemini benzetmeye kalkıştığı ABD’nin
neden
28. olduğu üzerinde hiç durulmamakta, Türk eğitim sistemi hakkında felâket
senaryoları
yazılmaktadır.
Öte
yandan Türk İlköğretim Müfredatının dünyanın en önde gelenlerden biri olduğu
UNESCO
tarafından bilinmektedir. Türkiye’de yetişen bir ilkokul 2. sınıf öğrencisi
ABD’ye
gittiğinde
5. sınıfa alınmakta, ABD’de 5. sınıf okuyan bir öğrenci Türkiye’ye
getirildiğinde
ise
2. sınıfa alınmaktadır.
Keza
Almanya’da 4.sınıf okuyan bir öğrenci Türkiye’de 2. sınıfa alınmaktadır.
Türkiye’de
ilköğretim 7. sınıf okuyan bir çocuk (dil sorunu olmayan) Almanya’da süper
liseye
alınmakta, sınıf atlayarak yaşıtlarından önce Alman üniversitelerine
gidebilmektedir.
Almanya’da
yaşayan ve bunu bilen pek çok Türk ailesi çocuklarını ilköğretim çağında
Türkiye’ye
yollamış, 7.sınıftan sonra Almanya’ya götürmüş ve en iyi liselere yazdırmıştır.
Türkiye’de
1980’den beri giderek hafifletilen 1968 müfredatı hâlâ bir çok yönden
değerlidir.
Çocuğun doğasına uygun olan “Tümden Gelim” yöntemiyle okuma yazma
öğretimi
ve hayat bilgisi dersini merkeze oturtan Mihver Ders (Finlandiya ve diğer başarılı
ülkelerde
kullanılan) kavramı, ortalama seviye grupları oluşturarak küme çalışması yapmak
gibi
pek çok pedogojik doğruları içermektedir. Resim, müzik ve beden eğitimi
dersleri
ABD’deki
gibi özel bilgi beceri dersi haline getirilip seçmeli ders olarak değil, her
çocuğun
alması
gereken temel ders olarak müfredatta yer almaktadır.
Raporun basında yer alma şekli:
2004
raporunun tartışma konusu olması doğaldı; sıralamada sonlardaydık. Ayrıca
üniversite
sınavlarında sıfır çeken genç sayısı da fazlaydı.
Basınımız,
başarısızlığın nedenlerini irdelemek yerine daha çok başarısızlığın
kendisiyle
ilgilendi. Gerçekten bu kadar vahim durumda mıydık? Yoksa birileri felâket
tellâllığı
mı yapıyordu?
Özellikle
1980’den beri giderek artan bir hızla halkçı-devletçi eğitim politikalarını
terk
ettiğimizden kimse söz etmedi. Bir AB dayatması olan Sokrates programının
tanıtımında
yer
alan “Amacı ulusal müfredatları kırmaktır” ifadesinden kimse söz etmedi.
Ulusal
müfredatları kırmanın yolu okulları uluslar arası sınavlarda başarısız
göstermekten
geçerdi. Basın adeta dışardan yönlendirilmiş gibi başarısızlığı manşetten
verdi.
Öte
yandan devlet okullarının KİT’lerle olan benzerliği ortadadır. KİT’lerde, eski
makineler
yenilenmez, teknik destek verilmez ve sonunda “Zarar ediyor, satalım” denir.
Okullar
için de “Bakın böyle olmuyor” dedirtmek gerekirdi; “Parası olana eğitim hakkı
getirdik,
ulusal müfredatı değiştirdik” demek pek kolay değildir.
Ulus
ötesi tekelci sermayenin Türkiye’de istediği eğitim modelini getirmesinin bir
başka
ön şartı daha olmalıdır; eğitimin ulusal niteliklerinden arındırılmış olması.
Bu noktada
metropol
ülkelerdeki eğitim sisteminden farklı düşmekte olduğumuz gerçeğini onlar da
bilmektedir.
Kamuoyuna bu değişikliği haklı göstermek, ileriye yönelik bir değişim olarak
algılanmasını
sağlamak ve bunu halkın isteğiyle yapıyor görünmek kolay olmasa gerek.
Kamuoyunu
değişime hazırlamak için en uygun yol uluslar arası kıyaslamalı sınav
sonuçlarını
tartışmaya açmaktı; bu sınava göre felâket ortadadır, çocuklarımız başarısızdır.
Psikolojik
hazırlık tamamlanmıştır. Kamuoyu bundan sonra kurtarıcıyı beklemeye
başlayacaktır.
Benzer bir süreç ABD’de 1980’lerde yaşandı.
ABD’de yaşanan süreç:
ABD’de
1981’de ulusal eğitimin ne durumda olduğunu saptamak üzere 26 kişilik
“Eğitimde
Mükemmellik Ulusal Komisyonu” adıyla bir komisyon kuruldu. Başkanı Utah
Üniversitesi
Rektörü David P. Gardner’di. Komisyon iki yıl çalıştı ve “TEHLİKEDEKİ
ULUS” adıyla
bir rapor hazırladı.
Gardner,
26 Nisan 1983’de ABD Eğitim Bakanına verdiği bu raporun girişinde şöyle
der:
“Ulusumuz tehlikede. Ticaret sanayi, bilim ve
teknolojik yenilik alanlarında bir
zamanlar rakip tanımayan üstünlüğümüz dünyadaki
rakipler tarafından devralınıyor...”
“Düşman tavırlı dış güçler bugün varolan bayağı
eğitim performansını Amerika’ya
empoze etmeye çalışsaydı bunu pekala bir savaş
olarak kabul edebilirdik…”
“Bu rapor Eğitim Bakanlığı için hazırlanmış bir
rapor olduğu kadar Amerikalılara
hitap eden bir mektuptur da. Gereken bilgileri
edinen Amerikalıların kendi çocukları için ve
gelecek nesiller için doğru olanı yapacağına
güvenimiz tamdır…”
Raporda,
1982’de ABD başkanı Reagan’ın halkın eğitim açlığından söz ettiği
konuşması
da yer alır. “Halkın Devlet Okullarına Karşı Tutumu” başlıklı Gallup anketinden
söz
edilir, aileler özel okullara yönlendirilir.
Bu
rapordan iki yıl sonra 1985’de Howard Gardner bir kuram ortaya attı; Multiple
İntelligence
(Çok Parçalı Zekâ Kuramı). Eğitim sistemi buna göre yeniden şekillendirildi;
eğitim
piyasanın ihtiyacına cevap verecekti, talep varsa ders var mantığı geçerliydi.
Dersler
kendi
içinde parçalara ayrılacak, alıcısına göre yeni dersler seçmeli ders olacak,
veli isterse
okul
dışından ders aldırtabilecekti. Okul dışında öğrenmenin adı da konuldu;
konstraktif
yaklaşım
ya da öğrenci merkezli eğitim.
Bu
kurama itirazı olanlara basın hiç yer vermedi. Çünkü küreselleşme sürecine
girilmiş,
basın sermaye gruplarının eline geçmiş, özgür basın bitirilmişti. Uygulamaya ve
kurama
itirazı olan bilim adamları sorumluluk duygusuyla kendi kitaplarını yazdılar;
kitapları
görmezlikten
gelindi.
New
York Polytechnic ve Industry Engeneering öğretim görevlilerinden Güldal
Sakman
ve Sabahattin Sakman gidişin kötüye doğru olduğunu fark edenlerdendi. Birlikte
“Eğitim
Prensipleri, New York 1995” adlı bir kitap yazdılar. Kitapta bilinen doğruları
eğitimle
ilgili insanlara anımsatmak istediler.
ABD’de
tek doğru Gardner’in kuramıymış gibi hareket edildi. Ya da piyasa
mantığına
göre düşünürsek, bu kuram Gardner’e sipariş verildi.
Bugün
gelinen noktada Amerikan eğitim sistemi “ikiyle ikiyi toplayamadıkları” için
Japonların
alay konusu olmuştur.
Almanya’da süreç işliyor:
Senaryonun
uygulanmaya başlandığı bir diğer ülke Almanya’dır.
Spiegel
Dergisi 2002 yılında çıkardığı özel ekini buna ayırdı. Ek, “Alman Eğitim
Sisteminin
Çöküş Nedenleri ve Çözüm Önerileri” başlığı ile verildi. İlk sayfada göze
çarpan
PISA
raporuna göre Almanya dünya sıralamasında 21. olmuştu.
Spiegel’in
özel ekinden bazı bölümler:
“Son aylarda Almanya’daki ebeveynler,
öğretmen ve politikacılar Alman eğitim
sistemindeki başarısızlığın şokunu yaşıyorlar.
Nedeni ise 32 ülkeyi kapsayan uluslar arası
PISA araştırması sonucuna göre, Alman öğrencilerin
Polonya ve İtalya gibi ülkelerin
öğrencileriyle listedeki son sıraları paylaşıyor
olması.”
“Bu kötü sonuçlar derginin yan ürünü olan Spiegel
Special’in bu konuyu ele
almasına neden oldu. Sonuçta anaokulundan
üniversiteye kadar Almanya’daki acı eğitim
manzarası ortaya çıktı, ama aynı zamanda
gelecekteki eğitim düzeyini yükseltecek öncelikler,
modeller ve projeler de araştırıldı.”
“Ülke sınırlarının dışına göz atıldığında
ise, Alman profesör ve üniversite
öğrencilerini kıskançlık kaplıyor. Sekiz milyar
doları geçen servetleri, dünyaca ünlü
profesörleri, üst düzeyde motive olmuş zeki
öğrencileri ile ABD’deki eğitim seviyesini Alman
yüksek eğitimcileri hayal bile edemiyorlar…” Bu paragrafta örnek alınması istenilen ülkenin
ABD
olduğu açıkça ve hatta Alman profesörleri aşağılanarak verilmektedir.
“PISA sonuçlarına göre çocukları on-onbir
yaşındayken kabiliyetlerine göre ayıran
Alman sistemi kökten yanlış. Zayıflara en kötü
davranan sistem…”
“Öğrencilerin liseye devamı 4. sınıfta
kararlaştırıldığından, veliler yetersiz
gördükleri çocukları için daha 2.sınıftan itibaren
özel ders alıyorlar. Özel ders günümüzde
bir sektör haline gelmiştir… Anaokulu öğretmenleri
fakülte mezunu değillerdir, çocuklar
ehliyetsiz öğretmenlerin ellerindedir…” gibi, eleştiriler yapılmaktadır.
Dergide,
Alman eğitim sistemi ile dünya sıralamasında birinci olan Finlandiya ve ilk
ona
giren İsveç gibi devletçi eğitim politikaları uygulayan kuzey komşuları
kıyaslanıyor.
Finlandiya
ve İsveç’te başarı nedenleri olarak tam gün eğitim, genel lise, 7.sınıftan
itibaren
karne
verme, okulda ücretsiz öğle yemeği, hiçbir çocuğu dışlamama, proje yöntemiyle
ders
işleme
gibi faktörler sıralanıyor. Buna rağmen dergide bu ülkeler örnek olarak
önerilmemekte,
okuyucu Kaliforniya’daki Stanford Üniversitesine yönlendirilmektedir.
Spiegel’in
özel eki burada belirgin bir çelişki içindedir. ABD’de örnek verilen okul
bir
üniversitedir. Almanya’da başarısızlıkla suçlanan alan ise ilk ve orta öğretim
kurumlarıdır.
Dergiye
göre, Almanya’nın güney eyaletlerinde başarı yüksektir. Burada devlet
okulları
yaygındır ve bu okullarda işçi ailelerinin çocukları okumaktadır. Kuzey
Almanya’da
önemli
ölçüde özel okullar vardır, kendi deyimleriyle çocuğun her türlü kaprisi ona
özgürlük
adına
yerine getirilmektedir; aileler çocuk merkezli olmuştur ve başarı düşüktür.
Buna
rağmen
dergi güneydeki okulları kuzeyde yaygınlaştırmayı önermemektedir.
Dergide,
Finlandiya’daki temel eğitim okullarında kullanılan proje yönteminden
övgüyle
söz edilmekte, ancak bu yöntem Alman eğitim sistemine önerilmemektedir. Bu
yöntem
Türkiye’de 1968 müfredatında yer almış olan “Mihver Ders” kavramının
karşılığıdır.
OECD
raporlarının kapsamadığı eskiden sosyalist olan ülkelerde ve Orta Asya Türk
Cumhuriyetlerinde
proje yöntemi halen kullanılmaktadır.
Almanya’da
iki yıl önce yapılan bu felâket tellâllığı şu an nereye vardı bilemiyoruz,
ancak
Türkiye’de Gardner’cilerin bir hayli yol aldığı ortadadır.
Türkiye’de süreç:
1981’den
beri adım adım gelinen noktada 2001’den itibaren adımlar sıklaştırılmış,
son
olarak yabancı şirketler doğrudan işin başına getirilmiştir. Bu süreci
aşağıdaki gibi
sıralamak
mümkündür.
1.
On yıldan beri tüm eğitim fakültelerinde Gardner’den alıntı yapan tezler itibar
görmektedir.
Öğretmen adaylarının beyinleri bu kuramla doldurulmaktadır.
2.
Talim ve Terbiye Kurulu’nun üstünde tam yetkili olarak çalışan SPAN
Danışmanlık
Şirketi eğitimde değişim programını yürütmektedir. CarlBro adındaki bir diğer
yabancı
şirket değişim programına teknik hizmet vermektedir.
3.
SPAN ve CarlBro şirketlerine bu iş YÖK tarafından ihale ile verilmiştir.
İhaleye
Türkiye’den
katılan bir başka şirket yoktur. Üniversitelerden yardım istenmemiştir. Yabancı
şirketlerin
parası Dünya Bankası (WB) tarafından ödenmekte olup borç hanemize yazılmaktadır.
4.
Talim ve Terbiye Kurulunun başına “Çok Parçalı Zekâ” kuramını savunan ve bir
özel
ilköğretim okulu olan Ziya Selçuk (Şimdi bakan) getirildi.
5.
Altı ilde 100 pilot okulda müfredat hafifletildi, harften başlayan okuma-yazma
öğretimine
geçildi. Diğer yandan getirilmekte olan konstraktif yaklaşımla Mihver Ders
kavramı
da kendiliğinden kaldırılacaktır.
6.
Hafifletilmiş müfredata göre yeni ders kitapları yayınevlerine yarışma şeklinde
sipariş
verilmiş, 2005 Eylül’ünden itibaren tüm Türkiye’de uygulanmak üzere hazırlıklar
hızlandırılmıştır.
7.
Sokrates programı ilköğretimden üniversiteye kadar uygulanmaya başlanmış,
okullar
proje bazında mali destek almak üzere tek tek AB’ye bağlanmıştır. 15 Şubat
2005’te
okullara
gönderilen resmi yazıyla, AB Eğitim Programlarına (Sokrates/Genel Eğitim,
Leonardoda
Vinci/Meslek Eğitim, Youth /Gençlik) ilişkin her okulun mutlaka en az bir
faaliyetle
yer alması istenmiş, proje başvuru adresi olarak Başbakanlık Devlet Planlama
Teşkilatı,
Avrupa Birliği Eğitim ve Gençlik Programları Merkezi (Ulusal Ajans)
gösterilmiştir.
8.
Okullarda yürürlükte olan eğitsel kollar kaldırıldı (Şubat 2005 tarihli
Tebliğler
Dergisi
/MEB internet sayfası). Yerine kulüplerin (para veren çocuk kulübe üye
olabilir) ve
sivil
toplum örgütlerinin okullarda faaliyet göstermesi getirildi. Bu yolla denetimi
Milli
Eğitim
Bakanlığında olmayan bir takım odakların okullara girmesine ve müfredatı
kırmasına
olanak
yaratıldı.
9.
Okul yönetimleri okul çevresinden varlıklı insanların okula katkıda bulunması
için
sürekli
uyarılmakta, okul yönetimlerinden bununla ilgili sürekli rapor istenmektedir.
Bu istek
okulları
satışa hazırlamak, İngiltere örneğindeki gibi yoksul mahallelerdeki okulları
yarı
yarıya
özelleştirerek mütevelli heyetleri oluşturmak, öğretmen sözleşmelerini ve
okutulacak
derslerin
seçimlerini onlara yaptırmak için ön adımdır. Bu yolla, ulusal müfredatı okul
okul
parçalamaya
zemin hazırlanmaktadır.
10.
Bizzat TTK Başkanı tarafından konferanslar verilmekte (28 Mart 2005, GÜGEF),
değişim
in gerekçeleri anlatılmaktadır. “Küreselleşme rüzgarına katılmayan uluslar yok
olurlar”,
gibi anlamsız bir gerekçe kullanmaktadırlar. Ulusal olanla küresel olanın
çatışması değişimin önündeki engel olarak gösterilmekte, ulusal direnme
noktalarının kırılması gerektiği anlatılmaktadır. TTK başkanı bu toplantıda
kendisine SPAN şirketinin raporunu aynen anlatmakta olduğu söylendiğinde bu
şirketi tanımadığını ifade etmiştir.
Felaket
haberlerinin belli kurumlar tarafından basında gündemde tutulmasında Nisan
2004
boyunca Türk Eğitim Derneği başkanı tarafından verilen demeçler dikkat çekti.
Çözümün
okulları özelleştirmek olduğunu önermesi ilginç benzerlikti.
PİSA Raporları
PİSA
raporları ülkemizde yapılmakta olan müfredat değişikliğine psikolojik destek
için
gündeme getirilmektedir. Eğitimin yerel yönetimlere devredilmesiyle birlikte
okullar
hızla
satışa çıkacaktır. Ancak bundan sonra her okul kendi mütevelli heyetinin seçmiş
olduğu
dersleri
ve istediği müfredatı uygulayabilecektir. Eğitimde birlik o zaman tamamen
ortadan
kalkacaktır.
Şu anda yapılmakta olan değişiklikler yerel yönetimlere devredilmeden önce
yapılması
gereken işlerdir.
Türkiye
bu noktaya 1980’den beri adım adım getirildi. Serbest olan sadece kuran
kursları
değildi; beş yıl kullan at ders kitapları, popüler kültürün müfredata girişi,
1402’likler
olarak
anılan açığa alınmış öğretmenlerin özel dershaneciliğe kaydırılması, özel
dersin sektör
haline
getirilmesi, devlet okullarında sınıf mevcutlarının seksene vardırılması,
İngilizce’nin
Türkçe’den
daha itibarlı hale getirilmesi, öğretmen ihtiyacının ehliyetsizlerden
karşılanması,
özel
okul açmaya devlet desteği gibi daha nice yollarla eğitim sistemimize bombalar
yağdırıldı.
Dünyada
eğitim harcaması en yüksek olan ülke ABD’dir ve buna rağmen 2002’de
19,
2004’de 28. sıradadır. Gardner’in zihinsel güçleri misket bombası gibi dağıtan
“Çok
Parçalı
Zekâ Kuramı” kendi ülkesinde denenmiştir ve sonuçları ortadadır. Uluslar üstü
sermaye,
onu acımasız yapan tek kuralı, “Yıkarken para kazan, yaparken bir daha kazan!”
kuralını
hem kendi ülkesinde hem diğer ülkelerde uygulamaktadır. Bunu küreselleşmenin
gereği
olarak yapmaktadır.
Bugün
sözü edilen başarısızlığın nedenlerini ortadan kaldırmayan, tam tersine,
başarısızlığın
koşullarını daha da ağırlaştıran bir eğitim sistemi reçete olarak önümüzdedir.
Basında
tartışılması gereken budur ve hiç tartışılmadan uygulamaya konulmaktadır.
Eğitimin
piyasaya göre düzenlenmesi ile çok parçalı zekâ kuramı birlikte önümüze
getirilmiştir.
Yapılanlardan ve resmi duyurulardan anlaşıldığına göre bir hayli mesafe kat
edilmiş
durumdadır.
Yetiştirilmek
istenen nesil bütünü göremeyen, parçalar arasında ilişki kuramayan,
yaptığı
işin sosyal boyutuyla ve insanla ilgilenmeyen, bireyci, yalnızlaşmış ve
beceriksiz bir
nesil
olacaktır.
Ders
programları hafifletilirken, teftiş sistemi değişirken ve eğitim sistemi
piyasaya
uyarlanırken
kaybettiğimiz şeyler piyasanın kazanacağı paradan çok daha değerli şeyler
olacaktır.
Tehlike
sadece ulusumuz için değil tüm insanlık için gündemdedir. Yenilik diye
getirilen
yaklaşımlarda insanoğlunun doğasına aykırılıklar ve algılama sisteminde
milyonlarca
yılda geldiği noktadan geriye dönüşün işaretleri vardır. On yıllık bir
uygulamanın
sonuçlarını
telafi etmek için bile birkaç on yıl gerekecektir. Tehlike göründüğünden daha
büyüktür.
Öğretmenlerin
ve anne babaların, durumun farkında olması tehlikeyi bertaraf etme
açısından
önemli bir adım olacaktır.
Eski
müfredatları atmayalım, eski ders kitaplarını birer hazine gibi saklayalım;
tekrar
gerekecektir.
PİYASAYA
GÖRE EĞİTİM MODELİNİN SÖYLEMİ
Kavramsal Araçları
Küreselleşme
sürecinde ulus devletlerin karşı karşıya olduğu bir sorun da ulusal
müfredatlara
dışarıdan müdahale edilmesidir. Batı bu müdahaleyi yaparken bilinen
kavramları
kullanamazdı. Önce kendisi gibi düşünen insanlar yetiştirmesi gerekiyordu, bu
da
yeni
kavramlar gerektiriyordu. Bunun için bir yandan yeni kavramlar üretildi, diğer
yandan
bilinen
kavramların içeriği değiştirildi, bir yandan da oturmuş eğitim kavramları
kullanımdan
uzaklaştırılarak
hafızalardan silinme yoluna gidildi.
Batı
aslında bu yanılsatma tekniklerini daha önce de kullanmıştı. Örneğin 1.Dünya
Paylaşım
Savaşında cepheye süreceği askerleri “Demokrasi İçin” savaştıklarına
inandırmıştı.
Bir
diğer örnek “Anzaklar” şeklinde dilimize giren sözcüktür. Hepimizin hafızasına
zavallı
Avustralya ve Yeni Zelanda’nın yerli halkı gibi bir çağrışımla yerleştirilen
ANZAK
askerleri,
gerçekte paralı asker çalıştıran bir şirketti ve şirketin adı Australian
and New
Zeland Army Company
sözcüklerinin baş harfleriydi. Aradan 90 yıl geçtiğinde görüyoruz ki
Çanakkale
Arıburnu koyunun adı Anzak Koyu olarak haritalara girmiş.
Aynı
Batı bugün 3.Dünya Paylaşım Savaşını “Demokrasi İçin” yalanıyla ve yine
Avustralya
ve Yeni Zelanda’dan asker alarak başlatmış, bedelleri hükümetlerine ödenmiştir.
Türk
askerini Kore’de cepheye sürerken de söylem aynıydı ve askerimizin bedeli 15
kuruş
(25
sent) idi.
Geçen
yüzyıldan örnekler kuşkusuz çoğaltılabilir. Eğitime dönecek olursak; beyinleri
esir
almanın yolu kendi kavramlarıyla düşünen insanlar yetiştirmekten geçerdi.
Eğitim
fakültelerinde
1990’lı yıllardan beri yapılan dersler bu kavramlar üzerine oturtuldu. Genç
öğretmenler
bu kavramlarla düşünmeye başlamıştı ve artık 2004 yılına gelindiğinde sıra bu
kavramları
kamuoyuna mal etmeye gelmişti, çünkü yeni programı başka türlü anlatmaları
mümkün
görünmüyordu. Öğretmenlere yönelik hizmet içi eğitimler ve pilot okul
çalışmaları
hep
bu kavramları yerleştirmek üzere yapıldı.
İhale
yoluyla (başka katılan şirket olmadı) ülkemizde eğitim sistemini tümden
değiştirmeyi
gerçekleştirmek üzere iş alan SPAN Eğitim Danışmanlık Şirketinin 24
Haziran
2004
tarihinde Ankara’da yayınevi sahipleriyle yaptıkları bir toplantıda
dağıttıkları broşürde
bu
kavramlar sıkça kullanılmakta ve danışmanların isimleri yer almaktadır. 47
sayfalık
metnin
sonunda bu danışmanlar çevirmenlere “iyi bir iş başardınız, teşekkür ederiz”
diyerek
bitirmektedirler.
İmza sahipleri; Paul Vermeulen, Johan Gademan, Theo Savelkous, Marjan
Vernooy.
(Temel Eğitime Destek Programı, Eğitim Materyalleri için Taslak Esaslar ve
Çerçeve
- Rapor. Tarih: 30 Haziran 2004). Demek ki bu program bir çeviri metnidir.
Yayınevi
sahipleriyle yapılan toplantının ve kendi deyimleriyle “bilinç oluşturma”
konferanslarının
diğer bir başka Batı’lı şirket olan CarlBro tarafından düzenlendiğini
yine bu
broşürden
öğreniyoruz.
Önümüze
konulan ve 2005 Eylül’ünden itibaren tüm Türkiye’de yürürlüğe girecek
olan
eğitimde değişim programını hazırlayanlar küreselleşmenin söylemini ve
kavramlarını
kullanmaktadır.
Bu nedenle bildiri metnimizde, SPAN şirketi tarafından hazırlanan,
Türkçe’ye
çevrilerek Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı tarafından bastırılmış olan 47
sayfalık
bu kitapçıktan sıkça söz edilecektir.
Bu
kavramların açılımı yapıldığı zaman, kavramların çocuğu/aileyi piyasadan bilgi
almaya
yönlendirmek üzere ortaya atıldığı, eğitimin toplumun ihtiyacına göre değil,
piyasa
ekonomisinin
istediği “talep varsa ders var” mantığına göre düşünüldüğü anlaşılmaktadır.
Küreselleşme
sevdasına tutulan Batı, bu uğurda çocuğun/insanın doğasıyla oynamaktan
çekinmemektedir.
Çoklu Zekâ: Beyne atılan bombadır.
Parçalara ayırır, sonuçları on yıl sonra
görülmeye
başlar. Olaylar arasında bağ kurmayı engeller. “Her çocuk tek bir alanda
başarılı olabilir”
ifadesini kullanır. Çocuğun beynini parçalayıp velisine satma amacı vardır.
Bu
yolla daha 4.sınıftayken çocuk tek bir alanı seçerek diğer alanlarda hiç bir
şey
öğrenmeden
üniversiteye kadar gidebilir. Örneğin 4. sınıftaki bir çocuk güreş kulübüne üye
olmuşsa,
diğer derslerde asgari ölçüde de olsa başarı göstermesi gerekmemektedir. Bu
yolla
okuma
yazma öğrenmeden üniversite diploması bile alınabilecektir. Bu durum SPAN
broşüründe
şema ile gösterilmektedir.
Öğrenme stilleri: Duyuları
parçalar. Sınıfta çocukların görme işitme özelliklerine
göre
ayrı ayrı oturtulmasını önerir. Çocuğun/insanın doğasıyla oynar; örneğin,
gördüğü ile
işittiği
şey arasında ilişki kurmayı, yani tam öğrenmeyi engeller.
Oysa
“Tam öğrenme” beş duyunun kullanılmasıyla gerçekleşebilmektedir.
Konstraktif yaklaşım: Dersleri
parçalar, çocuğu okul dışına iter. Okulu çocuğun
sosyalleştiği
yer olmaktan çıkartır. Eğitim sözü burada geçerliliğini yitirir. Bilgiye
ulaşmak
için
okul şart değildir, bilgi bilenden alınır. Hatta sertifikalı diplomalılıkla
birlikte kurs veren
her
yerden gidip sertifika karşılığı bilgi alınır. Okul dışındaki bu kurslar ve
kulüpler öğretmen
olmayan
insanlar tarafından da çalıştırılabilir.
Açılımında
“bireysel öğrenme”, “yerel ve bireysel olanakları kullanma” ifadeleri
vardır.
Çocuk yalnızlaşmaya itilir. Söyleminde “Çocuk okul dışında da bilgiye
ulaşabilir”
vardır.
Diğer bir söylemi “öğrenmeyi öğrenmek” olarak geçer. Broşürde sözü edilen
“Davranışçı
modelden konstrüktivist modele geçiş“ sözüyle anlatılmak istenen de budur.
Bireysel öğrenme:
Yine broşürde geçen ”Konstrüktivist eğitim materyallerinin,
çeşitli
bireysel farklılıkları olan öğrencilere hitap etmesi; öğrenmenin
gerçekleştirileceği yerel
ve bireysel öğrenme ortamında
farlılıklardan akıllıca yararlanması gerekecektir “ ifadesiyle, çocuğu okul dışına/piyasaya
çekmeye kılıf yaratılmaktadır.
Yerel Öğrenme: Spor Kulüpleri, sivil
toplum örgütleri ve dernekler gibi okul dışı
kurumlar
öğrenci üzerinde etkili hale getiriliyor. Ulusal eğitim müfredatının dışında
olan bu
kurumların
devreye girmesiyle eğitimde ulusal birlik bir kez daha parçalanır. Bu kurumlar
Milli
Eğitim Bakanlığının denetimi dışındadır. Müfettişlik sisteminin kaldırılma
gereği de
buradan
doğmuştur; çocuğun okul dışında bilgiye ulaşmasını denetlemenin anlamı
yoktur!...
Çocuk
parasını istediği bilgiye verir, bunun için müfettişten onay alması onun
özgürlüğüne
engeldir!...
Okullar öğrenme yerine dönüşecek : Okulların eğitim yeri olduğundan artık söz
edilmiyor.
“Eğitim” yerine “öğrenme” kavramı kullanılıyor. Eğitimin bilinen tanımında
öğrenciye
istendik davranışlar kazandırmak vardı, bunun yerine “Davranışcı yaklaşımı
terk
ediyoruz” ifadesiyle karşılaşıyoruz.
Sertifikalı diplomalılık: Okul
kavramı değişti, orta öğretimde sertifikalı diplomalılık
kavramı
getirildi. Bu yolla okulların içi boşalacaktır. Öğrenci, okul dışından aldığı
sertifikaları
okula getirip diplomasını alabilecektir; aldığı bilgi değil, getirdiği belge
itibar
görecektir.
Bu durumda öğrencinin hangi eğitsel davranışları kazandığını test etmenin
gereği
yoktur;
çünkü davranışçı model terk edilmiştir.
Diplomalı
cahil yetiştirme yolu açılmaktadır. Örneğin bir spor kulübüne giden
öğrencinin
diğer derslerden başarılı olmasına gerek kalmayacak, okuma yazma bilmeden
üniversiteye
kadar gidebilecektir.
Öğrenci merkezli eğitim:
Öğretmen merkezli eğitime karşı duruşu ifade için
kullanılır.
Bireysel öğrenmeyi teşvik eder. Oysa çocuk yetişkinlerin ona sunduğu ve
gelişimini
destekleyen bir ortamda eğitilir. Yani öğrenme öğretmen merkezli olmak
durumundadır.
Çocuk bireydir: 9
yaşındaki çocuğu ders seçmeye yönlendirmek için bu bir tuzaktır.
Bu
ifadeyi çocuğu yalnızlaştırmak için kullanır. Oysa çocuk çocuktur, birey
değildir. Birey
olduğu
anda seçme ve seçilme yaşına gelmiş demektir. Bir ülkenin geleceği 9 yaşındaki
çocuğun
kaprislerine göre şekillendirilemez. 9 yaşında ders seçmeye başlatan bir eğitim
sistemi
temel eğitimi 3 yıla indirmiş demektir.
Oysa,
çocuk bireydir ama toplum içerisinde bireydir, yani çocuk sosyal varlıktır.
Eğitimciler
bilmelidirler ki; doğada her şey birbirine bağımlı ve birbirinin devamıdır. Bu
durum
ağaç ile orman ilişkisine benzer. Yalnız bir ağaç her türlü dış tehdide ve
erozyona
açıktır.
Yeni neslin ders kitapları: İçi
boşaltılmış bir nesildir söz konusu. Daha iyi eğitilmiş
bir
nesil yetiştirilecekmiş gibi çağrışım yapması hedeflenir.
Müfredatı hafifletmek: “Düsturumuz
az olan iyidir!” ifadesini kullanır. Derslerin
ve
okul kavramının içini boşaltır. Sanat dersleri kaldırılır, fiilen ilköğretim 3
yıla indirilir.
Çocukları
geleceğe hazırlamak değil o gün çocuğun ne istediği dersi belirler.
İlk
5 yılda dilbilgisi kaldırıldı, matematikten havuz hesapları kaldırıldı. Oysa
havuzun
içinde su vardır, matematiğin fen bilimleriyle bağını kurar. Bu temel bilgiyi
almayan
çocuk
ileride fen derslerine ve mühendisliğe ilgi duyamaz.
Çatışma stratejileri: Üniversitelerde
“Çatışma Yönetimi Stratejileri Ölçeği”
başlığıyla
yapılan anketlerde kullanılan bir kavramdır. Amacı öğretim üyeleri arasında
görülebilecek
görüş ayrılıklarını derinleştirmektir. Birlikte çalışan insanların ayrışmasını
amaçlar.
Anket soruları bu amaca yönelik kasıtlı sorulardır. Alan çalışmalarını içermez.
Sorunlarıma bakış:
Çocuklara uygulanan sözde problem tarama anketlerinin adıdır.
Bu
anketlerde yer alan sorularla çocuk ailesiyle, arkadaşlarıyla ve öğretmeniyle
barışık
yaşamayacak
şekilde yönlendirilmekte, yaşadığı sorunları çözme değil derinleştirme
hedeflenmektedir.
Okullardan rehberlik hizmetlerinin kaldırılması ve bu anketlerin yapılması
aynı
süreçte görülür.
Yeni test sistemi:
Çatışma stratejilerinden birini içerir. Sorularla çocuğu bunalıma
sokmayı
hedefler, sorunlara/çatışmaya çözüm üretmez, sorunu derinleştirir. “Bireyler
arasındaki
ilişkilerin yeniden düzenlenmesi” şeklinde açılımı vardır.
Yeni
test sisteminin bir diğer örneği çoklu zekâ anketleridir. Öğretmenler
tarafından
doldurulur.
Veliye ulaştırılmaz. Bir çeşit fişleme yoludur. İnternet ortamına kaydedilen bu
bilgilerle
birlikte çocuğun kimlik numarası ve kan grubu da kaydedilir.
Okullar
ileride belediyelere devredildiğinde ön işlemler şimdiden tamamlanış
olmalıdır;
başarısız ve sorunlu aile çocuklarını ileride askeri kamplara ve hapishaneye
götürebilmek
için 6 yaşından itibaren çocuklar fişlenmeye başlanır.
Başarıyı
ölçme yerine başarısızlığı ölçme ve disiplin suçlarını affetmeyerek bunları
fişleme
esastır. Liselerin 4 yıla çıkartılmalarının arkasındaki bir neden de budur.
ABD’deki
uygulamasında, “cezasız suç kalmayacak”, “hiçbir çocuk arkada
kalmayacak”
söylemi kullanılmaktadır. Asker devşirme subayları belediyelerde görev yapar,
asker
kamplarına çocuk devşirmek üzere liselere giderler, çocukla yüz yüze görüşüp
onu
devşirme
zamanı geldiğinde okul müdürü devşirme subayını geri çevirme hakkına sahip
değildir,
aksi halde belediyeden okula verilen para kesilir.
Türkiye’de
belediyelerin Dünya Bankasına bağlandığı düşünüldüğünde böyle bir
durumda
çocuklarımızın ve okul yönetimlerinin karşısına yarın Dünya Bankası çıkabilecek
demektir.
İleride ABD’nin Türk liselerinden asker toplamasına olanak sağlayacak yasal
değişikliklerin
yapılma ihtimali vardır. Çünkü, ordunun sektör haline getirilmesi her an
gündeme
alınabilir görünmektedir.
Bilgi toplumuna geçtik: “Bilim
anlayışı değişti, endüstri toplumundan bilgi
toplumuna
geçtik” ifadesiyle karşımıza çıkar. İnsanı insan yapan üretim ve tasarım süreci
bitti,
hazır bilgiyi kullanma dönemi başladı denilmektedir.
Sanat
eğitimi derslerinin kaldırılması bu bağlamda özel önem arz etmektedir.
Düşünen
ve üreten insan yetiştirme, toplumun ihtiyacı olan yaratıcı insanlar yetiştirme
artık
eğitim
programlarından dışlanmaktadır.
Eğitim
toplumun ihtiyacını değil piyasanın ihtiyacını karşılamak üzere yeniden
şekillenmekte,
tüketici insan yetiştirmeye odaklanmaktadır.
Toplam kalite: “Özel yetenekli
çocuklar” ve “üstün zekâlı çocuklar” söylemine çok
itibar
eder. Bu amaçla ayrıştırılmış ve ayrıcalıklı okullarda eğitim gören çocuklar
yaratılır.
Kaliteyi
artıran unsurlar bir araya getirilir, diğerlerinin ne olacağı kimsenin umuru
değildir.
Bu durum seçilmişler-döküntüler gibi bir ayırımla ileride toplumda kastların
yaratılmasına
neden olacağı hiç sorgulanmaz.
Oysa
seçilmiş çocuklar henüz gelişimini tamamlamamış olan diğer çocuklardan
ayrılırsa,
onların gelişimi daha da yavaşlayacaktır; çocuklar birlikteyken birbirini
ileriye
doğru
taşırlar, birbirine güç verirler, güçlerini birleştirerek zayıf olanların hızla
ilerlemesine
katkı
verirler.
Özetle
toplam kalite, birilerini dışlama pahasına bir avuç çocuğu palazlandırmak
demektir;
çocuğu sosyal varlık kabul eden 1968 Türk Milli Eğitim İlköğretim programı ve
Finlandiya
eğitim programı dünyanın en ileri programlarındandır.
Bilinç oluşturma:
Broşürde “Öğretmenler, okul yönetimleri ve veliler değişiklikler
üzerinde
bilgilendirilmelidir” ifadesiyle açılım bulmaktadır. “Bütün bunlar için
dikkatli bir
giriş
hazırlanmalıdır. İyi planlanmış bir medya (gazete ve televizyon) kampanyası
başlatılabilir”
denilmektedir.
Haziran
2004’den beri yetkililerin verdiği tüm demeçler, TRT 4’den yapılan
öğretmenlere
ve velilere yönelik hizmet içi eğitim seminerleri ve bir çok gazete haberi SPAN
şirketinin
isteği doğrultusunda gerçekleştirilmiştir. 2005 yılının ilk aylarında TED
dernek
başkanı
tarafından basına yapılan açıklamaların da bu kapsamda düzenlenmiş olduğu
anlaşılmaktadır.
İtibarlı “Hak” Kavramları
Küreselleşme
sürecinde ulus ve yurttaşlık bilincinden yoksun olan, etnik ve dinsel
bağlarını
öne çıkartan, üreten yerine tüketen insan rolünü yüklenen insan modeli gündemde
tutulur.
Entelektüel bilgi ölçüsü bu haklardan söz edebilen insanla özdeştir.
Toplumsal
ve sosyal kavramlar geri itilerek unutturulur. İnsana “önemli olan sensin”
denilmektedir.
İnsanları bu role hazırlayan bir takım “hak”lardan söz edilir.
Tüketici hakları:
Küreselleşmeyle birlikte dünyada üretici hakları hiçe sayılırken
“tüketici
hakları” diye bir kavram itibar görmeye başladı. “Defolu mal satın almayınız”
demek
ister, oysa piyasayı canlı tutmaktır asıl maksat. Üretici hakları
unutturulmuştur, hatta
köylünün
tarlasını boş bırakması tercihleridir.
İnsan hakları: Etnik,
kültürel ve dinsel ayrımcılığı körüklemek üzere ortaya atılmış
bir
hak türüdür. Oysa insanı sosyal varlık yapan özelliği üretim ilişkisi
içerisindeki yeridir.
Çalışan
insanı kendi sınıfından ayrı düşürmek ve bu doğrultuda düşüncesini
şekillendirmek
üzere
ortaya altmış bir kavramdır.
Almanya’da
2.Dünya savaşından sonra sıkça dillendirildiği görülmüştür. Amacı,
sosyalist
ülkelerde insanların özgür olmadığını, ülke dışına çıkmalarının yasak olduğunu
yaymak
ve bu nedenle batıya kaçmak isteyenlere yardım etmek, onlara iş ve ev vermekti.
Daha
sonra bu kavram emperyalist blok dışında kalan diğer bağımsız ülkeleri
parçalamak
amacıyla
kullanılmaya başlandı.
Küreselleşmenin
en itibarlı kavramıdır; insanı toplumdan soyutlamak, bireye indirip
yalnızlaştırmak
için etkin bir silahtır.
Yeni
programla birlikte okullarda ders olarak okutulması gündeme getirildi; “Ben
Türküm”
demek, Türk olmayanlara saygısızlık olarak kabul edilecek kadar ileri gidildi,
“Arkadaşlarının
temel hak ve özgürlüklerine saygısızlık etmek” şeklinde bir açılımla davranış
bozuklukları
arasında sayıldı.
Davranış
bozukluğu ifadesi içerisinde bir başka pedagojik yanlış daha yapılmaktadır;
“Hatalı
davranışın düzeltilmesi” biçiminde bir yaklaşım getirilmesi gerekirken, çocuğun
kişiliğini
hedef alan “Davranış Bozukluğu Gösteren Çocuk” üst başlığı kullanılmaktadır.
Oysa,
yanlış olan çocuk değildir, davranışıdır.
Eğer
çocuk davranış bozukluğu(!) içerisinde ise onun iyileştirileceği yer psikologun
danışmanlık
bürosudur; getirilen modelde çocuk bu merkezlere (piyasaya) gönderilmek üzere kurgulanmaktadır.
Rehberlik öğretmenlerine verilen hizmet içi eğitim seminerleri buna
yönelik
bilgilerle doludur. “Davranım Bozukluğu” gibi çarpık bir tanım da
kullanılmaktadır.
Kültürel haklar:
“İnsan biyolojik, psikolojik ve sosyal varlıktır” tanımına “insan
kültürel
ve duygusal varlıktır” sözcükleri eklendi.
Bu
eklemeyle birlikte insan hakları kavramının içeriği genişletildi. Ulusal
müfredatın
eğitimde
birlik ilkesi buradan yola çıkarak delindi; “çocuk kültürel varlıktır, kendi
kültürünün
dışındaki
bilgileri, şarkıları, oyunları, dersleri almaya zorlanamaz” şeklinde yoruma
açık hale
getirildi.
İnsanlar
arasında kültürel farklılıkları derinleştirerek parçalamayı hedefler.
Kadın hakları: Cinsiyet ayırımcılığını
öne çıkartır. Kadın-erkek ayırımcılığını
körüklemek,
bu yolla da toplumda dayanışma ruhunu geriletmek, sanal düşmanlar yaratarak
insanların
dikkatini küresel saldırılardan uzaklaştırmak ister.
Gerçekten
çalışan veya işsiz annelerin haklarıyla ilgilenilmez. Çalışan kadınların
sosyal
hakları, çocuğuna süt içirme hakkı, çocuklarının temel besinlerini kolaylıkla
bulma
hakkı
onların ilgi alanı dışındadır.
Çocuk hakları: Küresel saldırılardan en
çok yara alanların çocuklar olduğunu
gözden
uzaklaştırmak üzere ortaya atılmış kavramdır. Çocukları tüketici yapmanın yollarını
açmak
üzere ortaya atılmıştır. Çocuğun sosyal varlık olduğunu unutturmak, birey
olarak var
olduğunu
gündemde tutmak ister.
Çocuk
haklarından söz edenler gerçekte çocukların eğitimde piyasa canavarına teslim
edilirken
uğradığı zararları ve doğasıyla oynandığını görmezler.
Çocuk,
yetişkinler tarafından korunmak ve eğitilmek zorundadır. Halkçı ve devletçi
politikaların
olmadığı toplumlarda çocuklar her zaman birilerinin sömürüsüne maruz
kalacaktır.
Azınlık hakları:
Ulus devletlerin dağılmasını hızlandırmak, halkın dayanışmasını
zayıflatmak
ve toplumu etnik ve dinsel olarak olabildiğince küçük parçalara ayırmak üzere
ortaya
atılmıştır.
Küreselleşme
sürecinde dünyamız tek kültüre doğru, “kullan at” öz cümlesinde
ifadesini
bulan tüketim toplumuna doğru sürüklenirken azınlık haklarının sözde kalacağı
gerçektir.
Çok kanallı televizyonda sunulan birbirinin kopyası programlar tek kültüre
gidişin
açık
örneğidir.
Dünyada,
küresel merkezlerden yayılan pop kültürün egemenliği altında hem klasik
sanatların
hem de halk kültürlerinin yok olmakta olduğu açıkça görülmektedir. Dünya
halkları
bir
küresel asimilasyonla karşı karşıya getirilmişken onlara azınlık haklarından
söz eden aynı
Batı,
iki yüzlü davranmaktadır.
EĞİTİMDE Toplumsal Cinsiyet Eşitliği:
Ebced falan değil ha! Yanlış yazmış sanmayın. Eğitimde
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği yani ETCEP!
İstanbul
sözleşmesinden, 6284’ten, feminizmden
kadın derneklerinden sonra bu da kırkıncı kırılan yumurta…
Nasıl yani! Toplumsal
cinsiyet eşitliği de ne demek! Kadın erkek
eşitliği gibi desek, öyle bile değil! Yani kızların
erkeklere, erkeklerin kızlara benzemesi, unisex, ortak
cinsiyet, cinsiyet karışması, kız mı erkek mi belli olmayan
çift cinsiyetli gibi bi şey olsa gerek ve bu okullarda uygulanmaya başlanıyor,
başlanacak başlandı…
Ha bir de öğretim demek bi şeyi
teorik olarak öğretmek demek. Biyolojideki gibi. Yani onun teorik olarak
öğretilmesine öğretim diyoruz. Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
(ETCEP) zırvasındaki eğitim ise daha çok davranışa,
yönelik uygulamaya yönelik, bizzat hayata dair olan bir kelime. Yani eğitim
kişide istendik davranış değişikliği oluşturma çabası olarak tarif ediliyor!
Yani toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda kişilerde davranış değişikliğine
yönelik bir eğitim gibi bir şey…
Bilmiyorum neye çalışılıyor, ne
yapılmak isteniyor! Yıllardır kadınını ve erkeğin eşit olmadığını her
yarışmada, her rekorda, her alanda görüyor ve duyuyoruz. Kadınla erkeğin,
öğrenme yöntemleri, kıyafeti, yürüyüşü, sesi bedeni, saçı kaşı gözü her şeyi
farklı, bu bilinen görülen bir gerçeklik… O halde ne yapılmak isteniyor!
Hollanda erkek başbakanının eşcinsel erkek eşinin!
Bayan first ladyler fotoğraf çektirirken aynı karede yer alması ve demek ki
böyle de olabilir anlayışının yaygınlaştırılması göz aşinalığı olması gibi bir
durum mu isteniyor. Ya da hemen her diziye konulan unisex kadınsı erkek
tiplemeleri gibi normal hale mi getirilmek isteniyor?
Kadına benzemek isteyen erkeğe ve erkeğe benzemeye
çalışan kadına lanet olsun diyen Nebi amma ileri görüşlüymüş demekten kendimi
alamıyorum. Bundan birkaç yıl önce pantolon giyen açık kadınlara bile bir garip
bakardık! Şimdi kapalılar bile giyiyor! Artık alıştık mı ne! Yırtık modası ilk
çıktığında çok garibimize giderdi. Hatta komşum kızına bir kot almıştı da kız
kapının önünde kotu taşların üzerinde diğer bir taşla delik deşik edip öyle
giymiş, bunu gören babası kızı falakaya yatırmıştı! Şimdi yırtık kotu erkekler
de giyiyor kızlar da ve alışıldı pek garip karşılanmaz oldu nedense… Erkekler
küpe takıyor, kadınlar jiletle başını kazıtıyor, her yerine dövme
yaptıranların, pirsing taktıranların haddi hesabı yok! Zaten şeklinden
şemalinden birisinin kız mı erkek mi olduğu konuşunca bile zor anlaşılıyor!
O cinsiyeti Allah seçmişse onun tercihine saygı duymak
gerekmez mi? Yoksa kendi bedeninin cinsiyetinin yaratılmasında seçilmesinde
hiçbir katkısı olmayan mı kendi cinsiyetini seçme, değiştirme hakkına sahip?
İtibarsızlaştırılmış Kavramlar
Kamu: Halkın adı yoktur, cemaat
ve etnik gruplar, azınlıklar vardır. Kamu yararına
yapılacak
bir şey de yoktur, varsa bu işler kamuya açık vakıf ve dernekler tarafından
yapılır.
Ulusal Egemenlik: Adeta
unutturulmuştur. Ulus devletler parçalanıp bitirilirken,
egemenlik
ulus ötesi güçlere devredilirken ulusun egemenliğine itibar edilemezdi. Efendi
köle
ilişkilerini
insanların beynine yerleştirmek varken öz güveni yükselten, kendi kendinin
efendisi
olma fikrini yayan bir sözcük kullanım dışına çekilmek durumundaydı.
Küreselleşme
sürecinde bu nedenlerle Ulusal Egemenliği onurlandıran milli
bayramlar
şenliklere ve ticareti canlandırmak üzere pop şarkıcı konserlerine
dönüştürülür.
Sosyal sınıflar: Demokrasinin
üzerinde oturduğu, haklarını gözetmek zorunda
olduğu
emekçiler, işçiler, köylüler, emeğiyle geçinen kitleler artık yoktur, onların
yerine etnik
kimlik
arayışındaki insan grupları vardır. Sosyal sınıflar ırk din dil ayırımı
gözetmeyen,
üretim
ilişkileri içerisindeki insanın yerini belli eden kavramlardır ve birlik
olmayı,
dayanışmayı
çağrıştırırlar.
Oysa
küresel sermayenin istediği, insanları olabildiğince parçalama ve ayrıştırma,
bu
yolla
dayanışmalarını önlemektir. Aksi halde dünya üzerinde egemenlik kuramaz,
küreselleşemez.
Bu nedenle sınıf ekseninde güçlü birlikler yerine etnik küçük gruplar olmayı
körükler.
Sosyal haklar: Bireyi
ön plana çıkartırken onun sosyal bir sınıfa ait olduğu
unutturulur.
Bireyin sosyal hakları olmaz, parasını verdiği sürece her hakkı vardır… Yani
insan
tüketici olduğu kadar hakka sahiptir; paran kadar sağlık, paran kadar eğitim
gibi.
Bağımsızlık: Küreselleşen dünyada ulus
devletler parçalanırken bağımsız
olunmamalıydı.
Ekonomiler dışardan yönetilirken bağımsız kararlar alınmamalıydı.
Bağımsız
olmayı aklından geçirmek bile küçümsenecek bir durum haline getirildi.
Milli: Küreselcilere göre eğitim
ve bilim evrenseldir, öyleyse bunların milli
olmasının
ne gereği vardır? Hatta uluslar arası antlaşmalara göre kararlar alıp
uygulandığına
göre
milli olması gereken bir şey kalmamıştır.
Sosyal devlet: Devletin
halkı kucaklaması ve eğitimi toplumun ihtiyaçlarına göre
planlaması
artık gereksiz kabul edilmektedir. Onlara göre birey kendi ihtiyaçlarını
karşılamalı,
parası kadar ve talep ettiği kadar hizmet almalıdır. Eğitim ve sağlık
özelleştirilmeli,
yükü devletin sırtından kalkmalıdır.
Devletin
bu sosyal işlevi sona erdikten sonra ortada devlet diye bir şey kalmayacağı
kesindir.
Bu hizmetleri devletten almayan toplum doğal olarak bir yandan çözülme-dağılma
sürecine
girerken, diğer yandan aşiret, tarikat, çete vb. menfaat grupları gibi çağ dışı
birliklere
yönelecektir,
merkezi otoriter bir yönetime kayılacaktır. Küreselleşme bu noktada merkezi
egemenlikte
kendisini görmektedir.
İçeriği Değiştirilen Kavramlar
Demokrasi: Küreselleşmenin söyleminde
demokrasi tanımı bilerek çarpıtılır, ulusal
egemenlik
kavramından uzakta ve sadece kendini ifade özgürlüğü hakkı olarak
sınırlandırılır.
Etnik,
dinsel ve kültürel farklılığı ön plana çıkarmanın adı ifade özgürlüğü olur.
Düşünce
özgürlüğü bununla sınırlandırılır ve adı demokrasi olur. Ne kadar çok farklı
grup
varsa
o kadar demokratik bir toplum olunacağı zannedilir.
Demokrasi
adına, demokratikleşme adı altında toplumda yatay ve dikey parçalanma
hedeflenir,
sosyal sınıfların temsilcisi olması gereken partiler etnik ve dinsel grupların
temsilcisi
haline getirilir.
Diğer
yandan hemşeri derneklerinden hobi derneklerine, “…hak” derneklerinden
demokrasi(!)
vakıflarına kadar toplum yatay olarak yüzlerce kere bölünür. Sivil toplum
örgütleri
bu demokrasinin vazgeçilmez parçaları olur.
Bu
kurumlar bir çeşit rehabilitasyon klinikleriydi, insanlar orada rahatlayarak
evlerine
dönüyor, iktidara olan tepkileri yumuşatılıyordu.
Demokrasi
adeta şöyle bir şeydi; “Yönetimi değiştirmeye kalkmadığın sürece her
şeyi
konuşabilirsin, demokratik(!) olarak sorunlarını dile getirebilirsin.”
Oysa
demokrasi, özgür aklın egemenliğidir ve cumhuriyet bu egemenliğin yönetim
şeklidir.
Demokratikleşme ise, özgür aklın önünde engel teşkil eden ağalık, krallık,
derebeylik,
şeyhlik, dedelik gibi gerici kurumları ve tüm ulusun özgürce karar almasını
engelleyen
emperyal güçleri tasfiye etme sürecine denir. Özetle toplumun çağ dışı
kurumlardan
temizlenmesidir demokrasi. Ki çoğu zaman bunu gerçekleştirmek için devrim
yapmak
gerekir.
Bu
nedenle bağımsızlık ile demokrasinin birlikte algılanması gerekmektedir.
Devlet: “Modern devlet” tanımı
terk edilir, yerine “regülatör devlet” tanımı getirilir.
Toplumun
ihtiyacına göre işleri planlayan sosyal devlet, yani halkı kucaklayan devlet
artık
devrini
kapatmıştır, devlet para piyasasını düzenlemekle görevlidir. Bunun için
“Regülatör
devlet”
tanımını kullanırlar. Oysa küreselleşme sürecinde devlet regülatör bile
olamamaktadır.
Çünkü uluslar arası serbest piyasa ekonomisine ulus devletlerin müdahale
yetkisi
sınırlıdır; belirleyici olan ulus ötesi para piyasasıdır.
Ulus
devletler küresel efendilere boyun eğmedikleri zaman terörist devlet ilan
edilirler,
şiddetle cezalandırılırlar; ambargo, kota, dışlama, aşağılama, tecrit ve
yalnızlaştırma,
provokasyonla
suçlu duruma düşürme, eski defterleri karıştırıp durma, uluslar arası
kamuoyunda
mahkûm etme, sudan bahanelerle bombalama ve savaş gibi cezalarla hizaya
getirilmek
istenir.
Küreselleşme: Küreselleşmenin eğitimde
kullandığı söylem bildirimizin ana
konusudur.
Küreselleşme, kendi bakış açısını yerel düzeyde daha kolay kabul edilecek bir
söylem
kullanır; küreselleşme enternasyonalizmdir, yapısal yeniden düzenlemedir,
demokratikleşmedir,
gibi.
Bizzat
küreselleşmenin kendisi iyi bir şeymiş gibi algılansın istenir. İyi yanları
gösterilir,
bilginin her yere anında ulaşmasından söz edilir. Gerçek tanım tek kutuplu bir
dünyaya
doğru sermayenin önündeki engellerin savaş dahil her yöntemle ortadan
kaldırılmasıdır.
Özgürlük: TTK Başkanı Ziya
Selçuk’un TRT4 ‘den Haziran 2004’de yayınlanan ve
Haziran
2005’de de yinelenen seminer konuşmasından öğrendiğimize göre “Bırakınız
yapsınlar
dönemi bitmiştir”. Böylece özgürlüklere yeni tanımların yüklendiği döneme
geçtiğimiz
anlaşılmaktadır.
Küreselleşme
sürecinde insanı tüketici yapmak için özgür insan kavramını
değiştirmeye
gerek vardı; üretmede özgürlük bitti, tüketmede özgürlük dönemi başladı. Mesaj şudur;
tüketici olarak cep telefonu, bireysel sigorta, banka kredi kartı vb para
harcadığın sürece ve ulus ötesi tekellerin mallarını kullandığın sürece her
yerde sınırsız özgürlüğün vardır. Vatanın özgürlüğünü savunmak hariç… Üretmek
ve çalışmak özgürlüğün hariç…
Özgürlüğün
ulus devletteki karşılığı ulusal egemenliktir. Bireysel özgürlükler bu
tanımı
yıkmak için bugün ön plândadır. Ulusun özgürlüğünü ulusötesi şirketlere
devretmesi
için
de özgürlük tanımının değiştirilmesine gerek vardır.
Örneğin,
Soros Vakfı tarafından finanse edilen ve Tarih Vakfı tarafından yapılan
“Mevcut
ders kitaplarında insan hakkı ihlalleri” konulu bir çalışma raporunda (2005)
ulusal
marşlarımız
insan hakkı ihlali olarak görülmektedir. Ders kitaplardan atılması önerilen
bazı
bölümlerden
örnekler:
“Birlik
ve beraberliği bozmak…”
“Vatan
için fedakârlık yapmak..”
“Türk
askeri vatanı için seve seve canını verir…”
Raporda
“Yurtseverlik”, “milliyetçilik” gibi kavramlar, “Mili Güvenlik Dersi”,
“Mehmet
Akif”, “Şahin Bey”, “Sütçü İmam” gibi vatansever kahramanlar ve bağımsız bir
ülke
kurmanın onurunu çağrıştıran insan hakları ihlallerinden sayılmaktadır. Bu
kavramlar
Türk
olmayanların, ki burada Türk olmak etnik bir temele dayandırılmaktadır, temel
hak ve
özgürlüklerini
ihlâl sayılmaktadır. Bu bağlamda ulusal şarkı ve marşların ders kitaplarından
çıkartılması
önerilmektedir.
“Temel
hak ve özgürlükler” tanımının içeriği değiştirildiği içindir ki öğrencilerin
hatalı
davranışları açıklanırken “arkadaşının temel hak ve özgürlüklerine saygı göstermeyen”
çocuklar
diye yeni suç tanımları getirilmektedir. Böyle çocuklar “DAVRANIŞ
BOZUKLUĞU”
gösteren çocuk olarak belirlenip psikolojik danışmanlık hizmeti alması
gereken
çocuk olarak “Rehberlik “Merkezlerine” gönderileceklerdir. Bu durum eğitimde
“Çocuğun
hatalı davranışının düzeltilmesi” yaklaşımının terk edilmesi ve bunun yerine
çocuğun
kişiliğini hedef alan “Davranış bozukluğu içerisindeki çocuk” tanısıyla
psikologun
özel bürosuna gönderilmesine yol açan yeni ve geri bir yaklaşımdır.
Reform:Toplumu daha ileriye
taşıyıp taşımadığına bakılmaksızın yapılan her
değişikliğe
reform adı verilmektedir. “Kamu reformu”, “Sağlık reformu”, “Eğitim reformu”
adı
altında yapılan değişiklikler eğer insanları sosyal güvenceden yoksun, halk
çocuklarını
okulsuz
ve temel eğitimin içini boşaltarak 3 yıla indiriyorsa bu değişimin geriye doğru
yapılıyor
demektir. Reform sözcüğü bu durumda değişimin ileriye doğru olacağı duygusunu
vermek
üzere kullanılmaktadır.
Devrim: Piyasaya göre düzenlenen
her yasa, halkçı ve devletçi düzenlemeleri
ortadan
kaldıran her program bir devrim olarak sunulmaktadır. Gerçekte karşı devrim
olarak
kabul
edilmesi gereken her şeye devrim yaftası takılmaktadır.
Benzer
şekilde “devrim” kavramı gerici ayaklanmaların tanımı olarak “kadife
devrim”
olarak karşımıza çıkabilmektedir. Kadife devrimleri(!)ne insanları hazırlamak
üzere
sivil
itaatsizlik eylemleri dış destekli olarak devleti zayıflatmakla
başlatılmaktadır.
Yanılsatma Kavramları
Yeni
programı kamuoyunda kabul edilir hale getirmek üzere yapılan konferanslarda
ve
pilot okullara gönderilen yönetmelik değişikliği yazılarında sıkça yanılsatma
yoluna
gidildiği
görülmektedir. Halk deyimiyle “kandırma”, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesinde
kullandığı
ifadeyle söyleyecek olursak “hileyle”, bir çok tanım, kavram ve özlü söz
bilerek
çarpıtılmış,
Batı’ya hizmet edecek çağrışımlara dönüştürülmüştür.
Değişim: Bilinç oluşturma
konferanslarında sıkça kullanılmaktadır. Öyle bir
cümlenin
içerisine yerleştirilir ki o cümle asıl anlamından uzaklaşırken saygınlığını bu
yeni
çağrışıma
devreder. Bu yolla yanılsatma yapılmaktadır. Değişimin ileriye doğru olacağını
anlatmak
ister.
Talim
ve Terbiye Kurulu başkanı Ziya Selçuk tarafından verilen Bilinç Oluşturma
konferanslarında
Atatürk’ün çok önemli bir sözü “Fikri hür irfanı hür vicdanı hür nesiller
için
değişim şart!” haline getirildi. Bu cümle aracılığıyla kendi istedikleri
mesaj verilmekte,
açıkça
yanılsatma yapılmaktadır.
Aynı
konferanslarda kullanılan “Masa başında olmayan bir değişim!” ifadesi de
yine
bir
yanılsatma örneğidir.
Öğrenmeyi öğreniyorum:
Çocuk ne öğrenmek istediğine kendisi karar verince
bilgiyi
nereden alacağına da kendisi karar verir denilmektedir. Satranç istiyorsa
istediği kursa
gider,
istediği insandan öğrenir, işi bilen herkes öğretebilir, çocuk da kimden isterse
ondan
öğrenir
gibi bir açılımı vardır. Çalgı istiyorsa kursuna gider, basket istiyorsa kulübe
gider.
Çocuğun
öğrenmek istediği şey için para ödemesidir önemli olan, bilgiyi kimden aldığı
önemli
değildir, bu insanın pedagojik eğitim almış bir öğretmen olması
gerekmemektedir.
Ezberci eğitime son:
Yapılan değişikliğin ezberci olmayacağını algılamaya yönelik
sıkça
başvurulan bir kavramdır. Öte yandan müfredatın içi boşaltılmakta, temel eğitim
3 yıla
indirilmektedir.
Getirilen
Yabancı Dil ağırlıklı program tamamen ezberciliğe dayanmak zorunda
olacaktır.
Bir yandan da duyuları parçalayan, olaylar arasında bağ kurmayan bir sistemde
çocuk
ezber bile yapamaz hale gelecektir. Türkçe okuma yazmayı harften başlatan bir
program
konuşan çocuğu kekeletecek, okuma hızını da kaybettirecektir.
Yaşam boyu eğitim:
Eğer işinde yükselmek, terfi etmek ve maaş artışı istiyorsan,
kendini
sürekli eğitmelisin demek ister. Ancak bu eğitim için yabancı dil öğrenmeye,
internet
kullanmaya,
hazır bilgileri indirip dosyalamaya, bütün bunlar için para ödemeye ve ayrıca
bir
yüksek
okula da para ödemeye mecbursun.
Çalışanlara
hizmet içi eğitim verilmez. Sözleşmeli personel olmak için
küreselleşmenin
hazır bilgi depolarından parayla bilgi almalısın, kazandığını bunun için
harcamalısın.
Gündüz
çalışan insan akşamları eğitim almalıdır, kendine ayıracak zamanı
kalmamalı,
her an birilerine para kazandırmalıdır. Para harcamıyorsan insan değilsin
mantığı
burada
da egemendir, para harcamıyorsan terfi edemezsin.
Özel bilgi, beceri ve yetenek isteyen dersler: Bazı temel derslerin tanımları
değiştirildi.
Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığının 10.9.2004 tarih ve 8947 sayılı yazısına
ve
119 sayılı kararına (Tebliğler Dergisi Ağustos 2004 -2563) atfen pilot illere
gönderilen
21.9.2004
tarihli yazıda şöyle denilmektedir:
“İlköğretim
okullarının 4 ve 5 inci sınıflarında okutulan ÖZEL BİLGİ, BECERİ ve
YETENEK
İSTEYEN Beden Eğitimi, Resim-İş, Müzik, Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi,
Yabancı
Dil, İş Eğitimi ve Bilgisayar Derslerinin branş öğretmenlerince
okutulması…”
Adı
geçen derslere yeni bir tanım getirilmiş, bu yolla insanları bir sonraki adıma
hazırlamak
üzere yanılsatma yapılmıştır; bu yazıdan beş ay sonra eğitsel kollar
kaldırılmış ve
resim,
müzik ve beden eğitimi dersleri 4.sınıftan itibaren seçmeli ders haline
getirilmiştir.
Artık
ilköğretimin 8 yıl olması da bir yanılsatmadır. Çünkü 3. sınıftan sonra ders
seçmeye
başlanan bir eğitim sisteminde temel eğitim 3 yıl demektir.
Din
Dersinin yanına “kültür” sözcüğünün eklenmesiyle bir başka yanılsatmanın
yapılmış
olduğu yeni programla ortaya çıktı. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin yeni
tanımı
onu isteğe bağlı seçmeli ders yapabilecekti. Çünkü getirilen seçmeli dersler
arasında
HALK
KÜLTÜRÜ/KÜLTÜREL DEĞERLER adlı bir ders vardır ve Din Kültürü dersi
parçalanarak
kaldırılacaktır. Etnik ve mezhepsel farklılıklar seçmeli “Kültür Değerler”
dersi
adı
altında verilebilecektir.
İnsan kültürel ve duygusal varlıktır: Bilinen “İnsan biyolojik, psikolojik ve sosyal
varlıktır”
tanımına, küreselleşme döneminde “insan kültürel ve duygusal varlıktır” tanımı
eklendi.
Ulusal birliği bozmak amacıyla icat edilmiş bir tanımdır. Bu tanım “azınlık
hakları”
kavramıyla
bağ kurularak düşünüldüğünde toplumda etnik ve mezhepsel ayrılıkların
derinleşmesini
9 yaşında ve okulda/sınıfta başlatmayı hedeflediği görülür.
Bu
yolla yabancı ülkelerdeki din dersleri de isteğe bağlı olarak seçilebilecek,
“bu
dersler
branş öğretmenleri tarafından verilir” ifadesine bağlı olarak ülkemizde
misyonerlik
yapmakta
olan papazlar okullarımızda ders verebilecektir.
Finlandiya modeli:
“Bilinç Oluşturma” toplantılarında yapılan yanılsatmanın en uç
örneği
ise, PİSA dünya birincisi Finlandiya’nın eğitiminden övgüyle söz edip, “Biz de
Finlandiya
modelini uygulayacağız!” denilmesidir. Oysa bize dayatılan modelin ABD ve
İngiltere’de
uygulanan piyasaya göre eğitim modeli olduğu herkes tarafından bilinmektedir.
Burada,
Finlandiya’nın birinciliğiyle kendisini özdeşleştirme yanılsamasından medet
umulmaktadır.
Öte
yandan Finlandiya’da dışlanan tek bir çocuk yoktur, sosyal devlet hâlâ
geçerlidir,
öğle
yemeği okulda her öğrenciye parasızdır, tümden gelim yöntemi ve 1968 Türk Milli
Eğitim
Müfredatında olduğu gibi MİHVER DERS uygulaması vardır. Liselerde bile Genel
Lise
uygulanmaktadır, ayrıştırma üniversiteye giderken ve sınavsız geçişle lise
öğretmenlerinin
kararıyla olmaktadır. Böylece öğretmen merkezli eğitim üniversiteye kadar
devam
etmektedir.
Küresel savrulma:
Yine TTK Başkanı tarafından verilen “Bilinç Oluşturma”
konferanslarında
“Küresel savrulmaya kendini bırakmayan uluslar yok olurlar” ifadesi
kullanılmaktadır.
Oysa küreselleşmenin ulus devletleri parçalayarak yok etmekte olduğu
bilinen
bir gerçektir. Burada açıkça yanılsatma vardır.
Bilinç
Oluşturma konferanslarında Ulusal Direnç Noktalarının kırılması amacıyla bu
yola
başvurulduğu anlaşılmaktadır. TTK Başkanının, kitapçığını bastırdığı SPAN
Şirketini
tanımadığını
söylemesi açık bir yanılsatma örneğidir.
“Ulusal” Ajans: AB
üzerinden gelen dayatmaların koordinasyon merkezinin adıdır.
Başbakanlığa
bağlı bu merkez, 7’den 77’ye Sokrates programlarına katılmak isteyenlerin
başvurularını
inceler ve hangi projenin kabul edildiğini belirler, “kardeş!” okulları
buluşturur.
Hedefi
ulusal müfredatları kırmak olan AB Sokrates programının merkezine “ulusal”
sözcüğünü
eklemek bu sözcüğü asıl anlamından uzaklaştırmak ve insanları yanılsatmaktır.
Benzer
şekilde ulusötesi kurumlarla birlikte yapılan organizasyonlara ULUSAL
adının
verildiğine eğitim alanının dışında da rastlanmaktadır.
Ulusların kaderlerini tayin hakkı: Cümlenin içeriği değiştirilmiş, “Halkların
birbirinden
parçalanarak ayrılma hakkı” olarak algılanması sağlanmıştır.
Başlangıçta
emperyalist sistemden kopmak isteyen ulusların sömürülmeden yaşama
hakkını
ifade eden bu ünlü söz, küreselleşme sürecine girildiğinde bir ulusu oluşturan
kaynaşmış
kardeş halkların ayrışmasını çağrıştırır hale getirildi.
Bu
yolla halkları zayıf, güçsüz ve yalnızlaştırmak, sürekli parçalayarak kolay
yutulur
lokmalar
haline getirmek, küresel kralların egemenliğini güçlendirmek için gerekliydi.
Bu
durumu tanımlayan taktiğe “Böl, parçala, yönet” denir.
Eğitimde Değişim Programının Gerçek Nedeni
Broşürde
“Değişime duyulan ihtiyaç” başlığı altında değişimin küreselleşmenin bir
gereği
olduğu anlatılmaktadır.
Dünyadaki
bu değişimle birlikte eğitim sistemlerinin de değişime uğratılmakta
olduğu
broşürde açıkça dile getirilmektedir . Yani eğitimde değişim programı
küreselleşmenin
dayattığı bir programdır.
Rapordan
alıntıyla bu değişenlerin neler olduğuna bakalım:
-Bilgi
kavramı değişmekte, “bilim” anlayışı da değişmektedir.
-Demokrasi
ve yönetim anlayışları ve metotları değişmektedir.
-Globalleşme
endüstri toplumundan bilgi toplumuna doğru değişimi getirmiştir.
-Bu
değişimle ilgili güçlükler yaşanmaktadır.
Son
cümleden anlaşıldığına göre küreselleşmenin önündeki güçlüklerin aşılması için
eğitimde
değişime gerek duyulmaktadır. Değişimin asıl gerekçesi işte bu cümlede
açılımını
bulmaktadır.
Gerçekte
sosyal devletlerin bitirildiği, her şeyin piyasanın ihtiyacına göre
düzenlendiği
bir sürece girildiğini gözden kaçırmak için değişim bir ihtiyaçmış gibi
sunulmaktadır.
Evet, bu değişim bir ihtiyaçtır, ancak toplumun ihtiyacı değil, küresel
sermayenin
ihtiyacıdır.
Küreselleşmenin
şekil verdiği alan sadece ulusal eğitim müfredatları değildir.
-
Yiyeceklerimize şekil veriliyor; hayvan ve bitkilerin genetiğiyle oynuyor.
-
Bilim kurumlarına müdahale ediyor, onları siyasallaştırıyor.
-
Uluslara yeniden şekil veriyor; parçalıyor.
-
Medyaya şekil veriyor; tekelleşiyor, kalitesizlik evlerin içine kadar giriyor.
-
Devlete şekil veriyor; küçültülüyor, halka hizmetten uzaklaştırıyor.
-
Sanata şekil veriyor; klasik sanatlar kaybolurken postmodernizm egemenleşiyor.
-
Sanatçıya şekil veriyor; sokaktan sanatçı topluyor.
-
Konser repertuarlarına şekil veriyor; ahlakî çözülmeyi destekliyor, ödüllendiriyor.
-
Ödülleri şekillendiriyor; sanatçının siyasi duruşuna göre veriyor.
-Bilim
adamına şekil veriyor; onları şirketlere teknisyen yapıyor.
ZİHNİN
DOĞASI
Zihinsel Güçlerimiz:
İnsan,
doğanın kendisine bahşettiği zihinsel güçlere sahiptir. Bu güçleri doğru
kullandığında
ona “akıllı”, aklını hızlı kullandığında ona “zeki” denir.
Aklın
bir diğer tanımı olaylar arasında bağ kurabilme yeteneğidir. Zekânın doğrudan
bir
tanımı yoktur, ancak göstergeleri vardır; aklını kullanabilme becerisi veya
aklını
kullanabildiği
kadar zekâsı olduğu kabul edilir.
İnsanın
zihinsel güçlerini konuşma-dil, matematik, resim, müzik ve bedensel hareket
olarak
beş temel yeteneğe ayırabiliriz. Bunlar doğuştan getirilir. Her bir yetenek
diğeriyle
birlikte
vardır ve diğerleriyle iç içedir. Zekâ bunların hepsine birden kumanda eder;
zekâ
tektir,
diğerleri yetenektir.
Doğada
hiçbir canlının mutlak özgürlüğü yoktur. Tüm varlıkların birbirine olan
bağımlılıkları
ve iç içe oluşları insan doğasında da karşımıza çıkar. İnsan, doğanın devamı ve
kopyasıdır.
Bu nedenle insanın ve zihnin doğasını tanımlarken doğadan örneklendirmek
doğru
bir yaklaşım olacaktır. Zihinsel güçlerimizin birbiriyle olan ilişkisini
açıklarken doğa
kuralları
bize yardımcı olur.
Ağaç
ile orman ilişkisi çok belirgin örnektir. Ağaç tek başına vardır, ancak orman
varsa
ağaç vardır. Tek başına bir ağaç kendini yaşatmaya yetmez, hayatın zorluklarına
direnemez,
havayı nemlendirip bulutları getirmeye gücü yetmez, tür oluşturmaz vb. İnsan da
tek
başına vardır ama toplum içinde vardır. Söz konusu çocuk ve onun eğitimi ise
onun sosyal
varlık
olduğu çok daha önem kazanır; onun tek başına hayatı göğüslemesi çok daha uzun
ve
zahmetli
bir süreci gerektirmektedir.
Bahçemde
iş yaparken doğa kurallarını rayına oturtmak için bunları yaptığımı
düşünürüm.
Çiçekleri basmasın diye otları ayıklarım, birbirinin güneşini kesen dalları
budarım,
düzenli sularım, toprağı eşeler havalandırırım vb. Bu eylemlerin güzel
sanatlarla
benzerliğini
düşünürüm. Çiçeklerim daha canlı açarken ben de güzel duygularla beslenirim,
yeniden
can bulurum, hayata daha güçlü olarak devam ederim, yaşam enerjisiyle dolarım;
onlara
verdiğim can dönüp bana ulaşır. Onları koklarken, tazeliğini içime çekerken,
onlara
dokunurken
ruhumun yüceldiğini hissederim; güzel sanatların işlevi de zaten bu değil
midir?
Bunları
yaparken bedenimi kullanırım, bedensel hareket gücüm artar, zindeleşirim.
Bahçemizdeki
çiçeklerin serpilip büyümesi için nasıl ki belli bir çaba harcamak
isterse,
insanın zihinsel güçlerini geliştirmek için de onları beslemek, emek vermek
ister. Bu
eğitimdir.
Çiçeği kendi başına bırakmak onu ayrık otlarının basmasına, susuz ve güneşsiz
kalmalarına
fırsat vermek demektir. Çocuk için de böyledir. Öyleyse zihnin doğasını bilmek
eğitimcilerin
işlerini doğru yapmaları için ön koşul olmak durumundadır.
Günümüzde
çocuklar her gün daha fazla şiddet içeren film izlemekte ve şiddet içeren
bilgisayar
oyunları oynamaktadır. Şiddet oyunları oynamanın insan beynini şiddete
koşullandırdığı,
beyinde bu devreleri güçlendirdiği, benzer bir durum karşısında saldırgan
tepki
verme yönünde eğittiği artık bilinmektedir. Çocuğun beynine şiddet tohumu
ekilmesi ve bu tohumların her gün beslenmesi insanoğlunun doğasıyla oynamaktır.
Benzer
şekilde her gün pop müzik / kirli müzik bombardımanı altında olan
çocuklarımızın
beynini ayrık otları kaplamaktadır. Şiddet ve kirlilik tohumlarının yerleştiği
bir
beyinde zihinsel güçlerin ve yeteneklerin zayıflaması kaçınılmazdır. Sosyal
yaşamları
bozulan
bakterilerin yaşamadığı gibi, uygun koşullar yaratılmazsa bir canlının bir
başka
ortamda
yaşayamayacağı gibi zihnin doğası bozulduğunda zihinsel güçlerin yok olma riski
hep
vardır.
Eğitimin İnsan Doğasına Uygunluğu:
Bilinen
tanımların dışında bir yaklaşımla “Eğitim doğuştan getirdiğimiz zihinsel
güçlerin
desteklenmesi eylemidir“ diyebiliriz.
Eğitimin
hedefi, çocuğun kendini güçlendirmesi ve hayatın zorluklarını akıllıca
aşması
için onu hayata hazırlamaktır. Yani eğitimin merkezinde hayatın değiştirilmesi
vardır,
yani
çocuğun yaratıcılığını kullanabilmesi, aklını kullanabilmesi vardır. Yani çocuk
doğuştan
getirdiği
tüm yeteneklerini güçlendirmeli, onları tanımalı, onları koordineli bir şekilde
kullanabilmeli
ve onlara kumanda edebilmelidir.
Bu
noktada yeteneklerine kumanda edebilme gücüne zekâ demekte bir sakınca
yoktur.
Değişik alanlar arasında bağ kurabilme gücü arttıkça çocuğun zekâsı da
artacaktır. Bu
bağlamda
eğitim, çocuğun temel alanlarda bilgi ve beceriyle donatılması etkinliğidir de
denilebilir.
Eğitimin
bilinen bir tanımında şöyle der; “Hayat problem çözme sürecidir, eğitim bu
problemleri
çözmek için vardır”. Bu tanımda “hayat” ve “problem çözme”, doğru bir
sunumla,
birlikte yer almaktadır.
“Hayat
problem çözme sürecidir ve güzel sanatlar bu problemlerin arasında soluk
aldığımız,
yeniden
güç kazandığımız anlardır.”
Kimi
veliler bilmeden bir doğruyu söyler; “ Çocuğumuz müzik / resim / beden
eğitimi
dersinde bir nefes alıyor. Sınıf öğretmeni bu dersi neden yapmıyor?” Veliler,
sınıf
öğretmenine
bir sitem olarak bu eleştiriyi yapmakta haklıdırlar. Bu derslerin insanın ve
zihnin
doğasıyla
ilişkisini bilmeden öğretmen olunuyorsa burada öğretmen yetiştirmede de bir
eksiklik
var demektir.
Eğitim
sistemindeki bir yanlışın göstergesi olarak, hayatta başarılı olmakla okulda
başarılı
olmak çoğu zaman farklı şeyler olarak karşımıza çıkabilmektedir. Aklını
kullanma,
zihinsel
güçlerini geliştirmeyle doğru orantılı bir şekilde problemlerin üstesinden
gelme
başarısıdır.
Eğer okulda verilen eğitim, başarıyı Amerikan eğitim sisteminin dünyaya
pazarladığı
ezberci test sistemi ile ölçüyorsa, daha baştan yanlış yola girilmiş demektir.
Temel
derslerin
bir kısmı test çözmeye ayrılıyorsa, öğretmen çocuğun testteki puanlarını kendi
başarısı
olarak görüyorsa, bu öğretmenin kendisi sınıfta kalmış demektir.
İnsan,
bedenini kullanmadan aklını kullanabilme özelliğinde değildir, ikisi birbiriyle
sürekli
bağlantı halindedir; akıldan geçeni beden yapar, bedenin yaptığını akıl belleğe
kaydeder,
bu bilgiyi ileride yeniden kullanmaya hazır tutar. Olaylar arasında bağ
kurabilme,
yani
aklın kullanılması, belleğe kaydedilmiş bu bilgilerin sentezlenerek yeniden
eyleme
dönüştürülmesi
işlemidir.
Zihnin
bütünselliğini gözeterek bunu temel alan eğitim sistemlerinin yerine parçalı
zihin
teorisini temel alan eğitim modelinin belli bir merkezden dünyaya adeta
dayatılmakta
olduğu
2000’li yıllar, eğitim tarihinde ilkel topluma dönüş yılları olarak ve insanın
doğasını
bozan
yıllar olarak anılacaktır. Bu tehlikeli süreci 30 yıldan beri yaşamakta
olduğumuz içindir
zihnin
doğasını ve eğitim kurallarını yeniden dillendirmek gereği duyulmaktadır.
Dengeli Beslenme - Dengeli Eğitim
Gelişim
çağında temel besinlerden bir kısmını hiç almamış olan bir çocuk fiziksel
olarak
bunun acı sonuçlarıyla karşılaşır. Benzer şekilde, temel eğitimde bazı dersleri
hiç
almamış
olan çocuk da bunun acı sonuçlarını görür.
Dengeli
beslenme, temel besinlerin tüm çeşitlerinden belli miktarda ve belli sıklıkta
(ritmik)
alınmasıyla doğru orantılıdır. Benzer şekilde temel derslerin de belli miktarda
ve belli
sıklıkta
alınması gerekir. Buna “dengeli eğitim” diyebiliriz.
Dengeli
eğitim, çocuğun zihinsel güçlerini eşit ve dengeli bir şekilde geliştirmeyi
hedefler.
Temel
dersler, çocuğun zihinsel, fiziksel ve ruhsal gelişimine cevap veren
matematik, dil (konuşma-okuma-yazma),
resim, müzik ve beden eğitimi dersleridir. Bu
dersler
çocuğun olmazsa olmazlarıdır.
Bu
derslerin doğayla bağını kurmaya çalışalım:
Evrende
yaşamın devamı onun ritmik hareketine bağlıdır. Etrafımızda belli bir ana
ritme
bağlı alt ritimler yumağı vardır, biz insanlar bu ritimler yumağının bir
noktasında ortaya
çıkmışızdır.
Bir ritmin durduğu yerde ona bağlı tüm alt ritimlerin yaşamı biter. Bütün
bilimler
evrendeki
yaşamın ritmik kurallarını araştırmak için vardır ve bilimsel çabalarla bu
ritmik
dengenin
devamı için öneriler geliştirilir. Bu ritmi durdurmaya yönelik, yani doğanın
dengesini
bozmaya yönelik yapılan işler insanlığa aykırı işler olarak kabul edilir,
reddedilir ve
yasal
önlemler alınır. Çünkü doğanın dengesi bozulduğunda neler olacağı
bilinmektedir.
Çünkü
doğa, ritmini yok edeni yok eder. Bu kural doğanın değişmez kuralıdır.
Bilimsel
araştırmalarda ulaşılan sonuçlar bir doğa kuralı olarak bir yere not düşülür,
bu
notlar artık kullanılmaya hazır bilgilerdir.
Bu
notlardan biri de şudur; “İnsan beyni ritmik olmayan şeyleri algılayamama
özelliğindedir.”
Düz cümleye çevirirsek, insan beyni ritmik olan şeyleri algılayabilme
özelliğindedir.
Somut bir örnek; çarpım tablosu bir ritim tablosudur.
Dünyamızdan
örnek verelim; dünyanın kendi etrafında dönüş hareketini gözleyerek
“bir
gün 24 saattir” diye bir saptama yapılmış ise, bu her gün dünya 24 saatlik bir
ritimle
dönüyor
demektir. Bu saptamadan sonra insanoğlu ertesi güne ve sonraki günlere ait
varsayımlar,
hesaplar, matematikler yapabilmektedir. Eğer bir gün 25 saat, öbür gün 30 saat
olsaydı
burada yaşam olmazdı. Bir kerecik olsun bu ritim bozulursa dünyada yaşam biter
ve
buna
bağlı tüm diğer alt ritimler ve yaşamlar da biter. Demek ki hareket yaşamın
temelidir ve
hareketin
ritmik olması da onun devamı için zorunludur.
Zihnin
doğasında ritmik olan şeyleri algılayabilme özelliği varsa bunun
güçlendirilmesi,
beslenmesi gerekir. İşte bu noktada ritim eğitimini doğrudan veren müzik ve
beden
eğitimi dersleri temel ders olmak durumundadır. Bu nedenledir ki ilköğretimin
genel
amaçları
içerisinde “Ritim duygusunu geliştirme” maddesi yer alır.
Evrende
hareketin ritmik olması bir başka şeyi daha beraberinde getirir; DENGE.
Hareket-Ritim-Denge:
Evrendeki
hareket-ritim-denge üçlemesi tüm alanların ortak paydasıdır. Bu
üçlemenin
olağanüstü uyumu, insana, insanın beğenilerine kadar her şeye şekil verir.
Güzel
dediğimiz
şey gerçekte içindeki bu üçlemenin varlığı kadar güzeldir. İnsanoğlu bu
üçlemeyi
sezme
yeteneğine sahiptir. Sanat eğitimi dersleri bu sezgiyi güçlendirmeye yönelik
derslerdir.
İnsan
bedeni ve yaşamı için dengenin ne anlama geldiği matematiksel olarak da
karşılığını
bulmaktadır; bir denklem iki tarafın dengelenmesiyle sonuçlanır.
Drama
eğitimcileri ısınma çalışmalarının içerisine bilerek denge hareketleri
koyarlar;
çünkü
insan, bedenini dengede tutabildiği ölçüde yaşantısını kolaylaştırabilir.
Sağlıklı
yaşamın
temelinde denge vardır; omurların dizilişi, başın boyun üzerinde duruşu, doğru
oturuş,
kasların doğru çalıştırılması vb ısınma çalışmaları hep denge kazanmak içindir.
Denge
eğitimi beden eğitimi dersinin alanına doğrudan girmektedir. Dengesini
bulamayan
bir beden ritmik hareket edemeyecektir, ritmik hareket etmedikçe denge
kurulamayacaktır.
Bu, evrendeki hareket-ritim-denge üçlemesiyle örtüşen bir durumdur.
Halk
danslarını hareket-ritim-denge açısından ele aldığımızda mükemmel sonuçları
görülür.
Yoga
gibi bazı bireysel beden çalıştırma teknikleri de denge hareketleri üzerine
kurulmuştur.
Bunlara spor denilmez, bunlar yarışma için yapılmayan kültür fizik
hareketleridir.
Bu tür kültür fizik hareketlerinin felsefesinde “denge insanı mutlu eden
şeydir” ifadesi geçer.
Müzikte
denge dil ile doğrudan bağlantılıdır; şarkılar, hecelerin uzunlukkısalıklarının
matematiksel
toplamları eşit olan ölçülerle yapılır. Vuruş sayıları denk müzik
cümleleri
defalarca yinelenir, bu sırada binlerce kez ritmik nabız atışları beyne
nakşedilir ki
bu
da ritmik algılamayı besleyen en güçlü eğitim olmaktadır.
Müzik-Dil-Matematik
bağlantısı bilinen en güçlü zihinsel bağlantılardır. Dildeki
ritim,
ezginin ayakları üstünde dengede durmasını sağlarken, aynı sözün anlamını kendi
ses
telleri
aracılığıyla ezgileyerek dışa vurmak ve bu yolla iletişim kurmak zihinsel
faaliyetin en
üst
noktada gerçekleştiği anlardır.
Şarkı
söylemenin bir diğer özelliği de insana yücelme duygusu tattırmasıdır ki
iyileştirici
yanı kuşkusuz ağır basar. Yücelme duygusunu insana yaşatmak kadar eğitimin
başka
ne amacı olabilir ki! Birlikte şarkı söylemekse, insan beynini kirlilikten ve
ayrık
otlarından
temizleyen en büyük arındırıcı etkinliktir.
Keza
bir müzik aleti çalmak, bedeni dengeli tutmayı, iki eli bağlantılı ve dengeli
çalıştırmayı
ve tüm duyuları birlikte çalıştırmayı beraberinde getirdiği için bütünsel bir
zihinsel
faaliyettir. Bir çalgıya kumanda etmek keza otokontrol geliştiren ve iyileştirici
yanı
olan
bir durumdur.
İnsanoğlunun
kendini insanlaştırma serüveninde müziğin ve diğer sanatların yeri bu
kadar
açıkken sanat eğitimi derslerini temel ders olarak düşünmemek insanın kendine
saygısını
yitirmesi anlamına gelir.
Temel Derslerin Doğayla ve Zihnin Doğasıyla Bağlantısı:
Evrendeki
ritmin; sayılarla ifadesi MATEMATİK, konuşarak ifadesi DİL, seslerle
ifadesi
MÜZİK, çizim ve renklerle ifadesi RESİM, bedensel hareketle ifadesi BEDEN
EĞİTİMİ
derslerinin alanını belirler. Bu dersler insanın doğayla uyumundan ortaya
çıkmış
alanlardır;
her biri diğerini besler, birinin geliştirilmesiyle diğeri de gelişir, birinin
eksik
kalmasıyla
diğerleri olumsuz etkilenir. Hepsi de insanın doğuştan getirdiği yeteneklerdir.
Matematik
ne kadar yetenekse müzik de o kadar yetenektir, dil de o kadar yetenektir,
resim
de… Matematik dersi alan bir çocuk nasıl ki matematik profesörü olacak demek
değilse,
müzik dersi alan bir çocuk da müzisyen olacak demek değildir. Dil dersi alan
bir
çocuk
nasıl ki romancı, şair, yazar olacak demek değilse, resim eğitimi alan bir
çocuk ressam,
beden
eğitimi dersi alan bir çocuk da sporcu olacak demek değildir.
Bütün
bu dersler çocuğun doğal temel gereksinimleridir. Bu derslerin ortasında
bunların
bileşeni olan bir ders daha vardır ki adı HAYAT BİLGİSİ dersidir. Tüm dersler
çocuğu
hayata güçlü bir şekilde hazırlamak içindir. Çocuk Hayat Bilgisi dersinde
okulda
aldığı
bilgilerin hayatla bağını kurar, olaylar arasında bağ kurmayı öğrenir, kendini
gelecek
yaşantısına
hazırlar. (Bu noktada, gelecek yaşantıdan kastedilen şeyin yalnızca para
kazanmak
üzere yapılan iş hayatının olmadığı, tüm yaşam süreçlerini kapsadığı
bilinmelidir.)
Temel
derslerin doğayla ve zihnin doğasıyla bağını kurmaya resim dersiyle devam
edelim.
Daha
beş yaşındayken çocuk eline kalemi aldığında bir şeyin resmini çizmeye çalışır.
Demek
ki çocuğun doğasında resim yapmak var. Peki çocuk bu resmi yaparken zihinsel
olarak
hangi işlemleri gerçekleştirmektedir, bunu analiz edelim:
1.
Büyük bir nesneyi küçülterek kâğıda aktarmaktadır; mühendisin matematik
bilgisiyle
ve alet kullanarak çizdiği projeyi o bilmeden zihinsel matematik yaparak
küçültmüş,
zihinsel orantı kullanmıştır.
2.
Ayrıntıyı gözlemiş ve gözlemini kâğıda indirmiştir.
3.
Beyin kas koordinasyonu kurmuş, eline kumanda etmiştir ve tamamen kendi
gücüyle
bir işi başarmıştır.
4.
Uzun, kısa, ne kadar uzun, ne kadar kısa, yuvarlak, kare, dik, üçgen, silindir,
yatık,
eğri,
düz, geniş, dar açı, geniş açı, oran, simetri vb tüm geometrik ve mantıksal
işlemi zihinsel
olarak
yapmış ve bunu somut olarak göstermiştir.
5.
Çocuğun beynine ekilen resim kültürü sayesinde ileride bu kültürün üzerine
ekilecek
fen bilgilerini onun beyni orada tutmaya hazır hale gelir. Çünkü bilgi, uygun
kültür
ortamı
olmadan zihinde kök salamamaktadır. Tıpkı tohum-toprak ilişkisi gibi; sert bir
zemine
ekilen
tohum toprağa karışamaz, orada kök salamaz. Toprağın havalandırılmış olması,
kültür,
tohum
için ön koşuldur.
Resim
dersinin temeli çizimdir; ressamlık eğitimi sırasında buna desen
denilmektedir.
Çizimin renklerle yapılması resim sanatıdır, renkler ise doğanın bir başka
uyumunu
içselleştirmektir ki doğadaki uyum insana huzur verir. Doğadaki dengeyi resimle
ifade
etmek insanın iç dengesini bulmasına zemin hazırlar, hayatı anlamlı ve keyifli
hale
getirir.
Çocuğu hayattan zevk alır hale getirmek onun ileride yaşayacağı problemlerinin
üstesinden
gelmesine en büyük yardımdır. Çünkü hayatı güzelleştirmek hayatı
kolaylaştırmanın,
problemlerin üstesinden gelmenin yoludur.
Zihnin Doğası Nasıl Bozulur?
Dünyamızın
hızla kirlendiği bir dönemde doğa nasıl ki acımasızca yok ediliyorsa,
doğanın
dengelerine insan eliyle nasıl ki müdahale ediliyorsa, aynı şekilde zihnin
doğasına da
insan
eliyle acımasızca müdahale edilmektedir.
Bir
yandan genetiğiyle oynanmış yiyeceklerle insanın beslenme şekli değiştirilirken
buna
paralel olarak zihnin doğasına aykırı biçimde eğitim sistemleri
değiştirilmektedir. Bu
konuda
metropol ülkelerde bir hayli mesafe kat edilmiştir. Aynı eğitim programı
paketler
halinde
diğer ülkelere gönderilmektedir.
Eğitim
sistemine müdahale çok sistematik bir şekilde gün gün birer maddesi
kamuoyuna
açıklanarak uygulanmaktadır. Her bir açıklama bir sonrakini gözden uzak tutmak
üzere
ustaca hazırlanmış görünmektedir. Kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde, iyi bir
şeymiş
gibi
yaldızlı ambalaj içerisinde sunulmaktadır.
Tüm
insanlığın önüne konulan bu ilkel eğitim programında belli yanlışlardan yola
çıkılmaktadır:
a-
İlk adım zihnin parçalı olduğunu savunmakla başlıyor; “Multiple Intelligence /
Parçalı
zekâ”. Her bir yeteneğin ayrı bir zekâ olduğunu söyler.
b-
Duyuları parçalar ve her çocuğun farklı öğrenme stili olduğunu söyler.
Duyuların
bütünselliğini
yok eder. Örneğin, gördüğü ile işittiğinin arasında zihinsel bağ kurmayı
engeller.
c-Dersleri
parçalar ve her çocuk tek bir alanda başarılı olabilirmiş gibi daha dokuz
yaşındayken
ders seçme başlatır. Derslerin birbiriyle bağı ve hayatla bağı kopartılır.
Ayrıca
bu
yolla eğitimde birlik bozulur, belli bir konuda ortak fikrin oluşması
engellenir.
d-
Okul dışındaki kurslarda öğrenmeye yönlendirir, bunu “yerel olanaklardan
yararlanma
/ Konstraktif yaklaşım” adı altında getirir. Okul eğitim kurumu olmaktan
çıkartılır,
okulun içini boşaltılır. Bu yolla çocuğun hiç bir sosyal grubun üyesi olmasına
fırsat
vermez,
çocuk yalnızlaştırılır.
e-
Öğretmeni eğitimin plânlayıcısı olmaktan uzaklaştırır. Bilgisayarı öğrenmenin
en
etkili
aracı kabul eder.
f-
Temel dersler kendi içinde parçalara bölünerek seçmeli ders çeşidi çoğaltılır;
temel
derslerin
bütünselliği yok edilir.
g-Getirilen
sözde seçmeli dersler paket programlar halinde belli dönemlere ayrılarak
bir
daha parçalanır; eğitimde süreklilik ve ritmik tekrar kuralı bir daha çiğnenir.
Böylece
temel
dersler hem dikey hem de yatay olarak iki kere bölünür.
h-
“Az bilgi iyidir” diyerek temel derslerin içi bir daha boşaltılır. Fen
bilimlerine
temel
oluşturan, fen bilimleri kültürünü eken üniteler ayıklanır, atılır. Tarih
bilinci
oluşturulmaz;
birbiriyle bağlantısız olaylar üstelik tarihsel sıralama yapılmadan verilir.
i-
Başlangıç eğitiminde okuma yazma öğretilirken harften öğrenme yaptırılır;
tümden
gelim
pedagojisi kaldırılır. Konuşarak okula gelen çocuk kekelettirilir, böylece
hızlı okuma
engellenir,
harfleri görmeye çalışmaktan sözcüğün anlamı kaybettirilir. Dildeki akış,
matematik,
ritim ve duygu yükü (ezgiye karşılıktır) yok edilir.
j-
Yabancı dil öğrenme ana dilden daha önemli hale getirilir, kendi ana dilinde
düşünme
ve zihinsel faaliyet yavaşlatılır.
k-
Her çocuk bir alanda başarılı olabilir diyerek daha dokuz yaşındaki bir çocuğun
örneğin
seçtiği bir spor dalında üniversiteye kadar gidebilmesi için diğer derslerin
hiç birinde
başarılı
olması istenmez. Böylece çocuğun olaylar arasında bağ kurabilme gücü iyice
zayıflatılır.
l-
“Çocuk bireydir” der. Çocuğu çocuk olarak ve sosyal varlıkolarak kabul etmez.
Kaldı
ki birey olmak, bağımsız karar verebilmeyle ve empati kurabilme olgunluğuna
erişmeyle
ilgili bir durumdur.
Bütün
bunlardan sonra çocuğun eline verilen diploma boş bir kâğıt parçası olacaktır
ve
ancak üniversitede yüksek lisans yapma şansı bulabilen az sayıdaki çocuk (elit
tabakanın
çocukları
için okullar zinciri getirilir) bir iş sahibi olabilecektir.
Şimdi
önümüze bir müfredat programı geliyor ve orada diyor ki:
-
“Çocuğa soralım neyi öğrenmek istiyor?” Ne yiyeceğini çocuğa soralım mı?
-“Bazı
dersler yetenek-ilgi-istek dersidir, çocuk bunların içinden seçsin.” Tahıl,
sebze,
meyve, et ve sütten oluşan temel gıdaların bir grubunu isteğe bağlı yiyecekler
diye
ayırmak
olur mu?
-“Seçtiği
çalgı dersini 3 ay alsın, sonraki 3 ay isterse görsel sanatlar dersi alsın.”
Çocuğa
3 ay peynir, sonraki 3 ay da yumurta verilir mi?
Bu
ders resim dersinin yerine getirildi; bilgisayarda animasyon yoluyla yapılmış
insansız
filmler için teknisyen yetiştiren güya sanat dersi. Elektronik müzik ne kadar
müzik
sanatının
karşılığı ise görsel sanatlar da o kadar resim sanatının karşılığıdır.
-“Bilgisayar
dersini seçen çocuk sanat ve spor etkinliklerine katılmak zorunda
değildir.”
Çocuğun önüne çikolata koyup diğer yemekleri yemesen de olur denir mi?
-“Çocuk
bireydir, kendisiyle ilgili kararları kendisi almalıdır.”
Hangi
besinlerle beslenmesi gerektiğini çocuk nasıl bilebilir?
Bu
beslenmeyle sağlam çocuğun beden sağlığını ne kadar koruyabilirsek, bu eğitimle
onun
zihinsel sağlığını da o kadar koruyabiliriz. Şimdi soruları değiştirelim:
Kötü
beslenmenin çocuğunuzda açtığı zararları fark ettikten sonra ne kadar sürede
bunu
düzeltebileceğinizi düşünürsünüz? Bu şekilde bozulmuş bir sağlığın dengesini
yeniden
bulması
sizce kaç yıl sürer?
Diyelim
ki sağlıklı doğmuş bebeğinizi bir doktora danışarak büyütüyorsunuz ve o
size
yukarıdaki beslenmeyi öneriyor, ne yapardınız?
Aynı
tepkiyi zihin sağlığı yerinde doğmuş çocuğunuza yukarıdaki eğitimi vermek
isteyen
eğitimcilere de gösterir miydiniz?
Doğanın
bozulan dengesini bulması sizce kaç yüz yılın işidir?
Doğası
bozulmuş bir zihnin yeniden dengesini bulması sizce kaç yıl sürer?
Son
soru: ZİHNİN DOĞASI BOZULSUN MU?
Çocuklar
çiçeklerimizdir, onların eğitimi biz yetişkinlerin işidir. Onlar tek başlarına
neyin
kendisi için daha iyi olduğuna karar veremezler. Onların doğasını bilecek ve
doğasını
bozmadan
onlara bu desteği vereceğiz.
SANATTA KÜRESEL KİRLENME
Tüm
sanat dallarında dikkati çekecek düzeyde hızlı bir kirlenme gözlenmektedir.
Kirlenmenin
temelinde “Kullan at, hızla tüket” ekonomi anlayışı vardır. Bu
ekonominin
adı neo liberal ekonomidir ve son otuz yıldan beri batı kapitalizmi buna göre
programlanmıştır.
Neo liberal ekonominin sanattaki ideolojisi postmodernizmdir.
Modern
ötesi demek olan postmodern sözcüğüne açıklama getiren kimi eleştirmenler,
içi
boş anlamında fosmodern benzetmesini yapmakta haklı gözükmektedirler.
Çünkü artık
kalıcı
olan modern sanat eserlerinin yerini postmodern-içi boş eserler almaktadır.
“Fast food”
adıyla
dilimize giren ayaküstü beslenme gibi ayaküstü tüketilen sanat ürünlerine
müşteri
olmamız
istenmektedir.
“Eğer edebiyat acıları yazmaksa, adliye
arşivleri bu acıların yazıldığı dosyalarla
doludur.
Alın, kitap yapın. Edebiyat bu olmasa gerek” der.
Neyin
sanat eseri olup olmadığı üzerine iki önemli ipucunu burada görmek
mümkündür;
gayeli ve edebi anlatımı olan eser.
Günümüzde
sanatta kirlenme şu şekillerde ortaya çıkmaktadır:
Eseri
yozlaştırma, çarpıtma.
Sokak
kültürünü sanatın içine sokma.
İçini
boşaltma.
Sanatçıyı
teslim alma.
Sanat
piyasasını ele geçirme.
TV
kanallarını pop kültürle doldurma.
Klasik
sanatlara talebi azaltma.
Ulus
ötesi tekellerin egemenliği.
Teknolojiyi
insanın önüne geçirme.
Kullan
at piyasa ekonomisini egemen kılma.
Ahlaki
değerlerin çiğnenmesi.
Kavramları
tüketim ekonomisine hizmet edecek şekilde değiştirme.
Klasik
sanatları sokağa indirme.
Edebiyatta:
Edebiyatçılar,
postmodern ürünlere "Omurgasız eser, başı sonu birbirine bağlantısız
roman,
sokak dilini edebiyat sanmak, sözcük oyunlarıyla anlamsız diyaloglar, estetik
sezgiden
ve estetik doyumdan uzak bireyci bunalım şiiri, kalemin gittiği yeri bilmeyen
kurgusuz
anlatımlar, sanatsal formların kırıldığı denge oluşturulmamış eser" gibi
açıklama
getiriyorlar.
Bu
tür eserlerin, günlük tüketime yönelik olduğunu, kalıcı olmayacaklarını ve bu
nedenle
postmodern yazarların aynı zamanda popülist olduklarını rahatlıkla
söyleyebiliriz.
Dildeki
kirlenmenin örneklerini sanat dünyasından vermek gerekirse, İngilizce
hakimiyetine
örnek Fazıl Say’ın son CD’sine “Black Earth” adını verdiği Kara Toprak
türküsüdür;
o şimdi “Siyah Yer kabuğu” oldu. Erovizyon şarkı yarışmasına İngilizce katılmak
gibi.
Karlo Domeniconi’nin Koyunbaba’sı, Gilbert Biberyan’ın “Haydar Haydar’ı gibi
örnekler
ise bu alanda etik duruşları sergilemektedir.
Resimde:
Ressamlar,
postmodernizmin resimdeki karşılığının, klasik bir eserin kalıplarını
kırarak
ondan yeni bir eser meydana getirmek olduğunu ifade ediyorlar ve soyut resimle
karıştırılmaması
gerektiğini ekliyorlar. Sanat adına estetik beğeniden uzak ürünler
verilmesinden
yakınıyorlar.
İstanbul
bienallerinin ne kadar estetikten uzak olduğu malumunuz. O
eserler için eser
denilebilir
mi, tartışıldı; geleceğe kalmayacak, o gün için yapılmış, bir başka sanat
ortamında
bir
daha sergilenmeyecek olan ürünlerdi. Öte yandan İstanbul Beyoğlu resim
galerileri
kapanmış
durumda.
Resimde
postmodernizm, boş bir tablonun camına konan sineklerin bıraktığı pisliği
çağdaş
sanat olarak sunmaya kadar varabiliyor. Kırmızı boş bir tablo çağdaş sanat
eseri
sayılabiliyor.
Çağın gereği budur yutturmacası boş çerçeveleri sanat eseri diye sattırıyor.
Almanya’da
Modern Sanatlar Müzesinde, ziyaretçilerin en beğendikleri eşyalarını
duvara
fırlatıp parçalaması isteniyor. Duvara fırlatma işini yapan bir makine sanat
eseri olarak sunuluyor. Makineye “dost
ateşi” adını vermişler. Bu deyim, Irak’ta Amerikan askerlerinin yanlışlıkla
İngiliz askerlerini vurdukları durumlarda kullanılıyordu.
Neoliberal
ekonominin ideolojik bombardımanı sanat müzelerine kadar girmiş durumda.
Eğitim
programlarında resim dersini kaldırıp yerine bilgisayarda animasyon çizimini
getirmeyi
hedefleyen müfredat değişikliği dönemi resim sanatı bitirilişinde son aşama
olarak
görünmektedir.
Ayrıca çizgi romanın eğitimdeki önemini anlatmak deveye hendek atlatmaktan daha
güç.
Mimaride:
Mimaride
kirlenme tarihsel olarak diğer sanatlardan önceye rastlar. Postmodernizme
ilk
isyan edenler mimarlar olmuştur. Şehirlerin çevresini kuşatan gecekondular,
daha sonra bu gecekonduların ortasında yükselen gökdelenler gibi. Sahilleri
kaplayan beton bloklar,
doğayla
uyumsuz binalar. Örneğin Mersin sahillerindeki çok katlı yazlık siteler,
denizden
gelen
nemli rüzgarı kestiği için arkada kalan limon ve narenciye bahçelerini perişan
etmiştir.
Büyük
şehirlerde, ana caddelerde on katlı binaların hemen bir arka sokağında 4 kattan
fazlası
yasaktır.
Ayrıca yapılan binalara, sitelere, yerleşim yerlerine yabancı dilde isimler
kullanmakta işin bir başka acı yönü.
Şehir
planlamada mimarların rolleri sıfırlanmış, kap kaçcı müteahhitlere teslim
edilen
şehirler
estetikten uzak beton yığınlarına dönüşmüştür. Konya’da yıkılan binada ve
depremlerde
yıkılan pek çok binada görüldüğü gibi betonun içi de boşaltılmıştır. Bir kez
sanatın
içi boşlamaya başladı mı malzemenin de içi boşalır, bunu gördük.
“Binayı
giydirme” adıyla yapılan inşaatların binaları insansızlaştırma olduğu
görülmektedir;
bina dışarıdan simsiyah korkuluk gibi durmakta ve içinde insan olduğu
hissettirilmemektedir.
Bu postmodern binalar insana korku duygusu vermekte, dışarıdaki
insanı
bu binanın içine ulaşamaz duygusuna sevk etmektedir. Sanatı insandan soyutlama,
teknolojiyi
insanın önüne geçirme taktiği burada karşımıza çıkmaktadır.
Karikatürde:
Karikatür
sanatında son yıllarda görülen serseri tipler, sapıklar, cinsel imajlar, argo,
bozuk
Türkçe, çizgiden çok konuşma, alt kültürü öne çıkarma, düşündürmek yerine alay
etme,
bayağılaşma, laf cambazlığı, vb. popülist yaklaşımlar egemendir.
Operada:
Benimsemediğim
bir sanat türü olan Operada bile sanatın içini boşaltma çoğu zaman eseri bugüne
uyarlama adına yapılabilmektedir. Örneğin; 2000 yılında Ankara’da sahnelenen,
C.F.Gounod’nun Faust adlı operasında oyuncuların giysileri Doktor Faust’un
yaşadığı dönemin giysileri değildi.
Sahnede
bugün sokakta giyilen blucinler, penye gömlekler, pijamalar vardı. Dinlediğimiz
aryalar,
koro şarkıları aynen duruyordu. Mimikler, şarkı söyleme biçimleri de duruyordu.
Ortada
giysileri bugünün, giysi dışındaki her şeyi ikiyüzyıl öncesinin olan bir oyun
vardı.
İzlerken
bizimle dalga mı geçiyorlar diye düşünüyor insan. Estetik bütünlük yok, uyum
yok.
Rejisör
"Faust bugün yaşasaydı" düşüncesinden yola çıktı diye açıklanıyordu.
İzmir’de
sahnelenen, Karmen operasında da aynı şey yaşandı. Yine "Karmen bugün
yaşasaydı"dan
yola çıkıldı. Bugüne uyarlanmış giysilerin yanında, Karmen’in sevişme
sahnesinde
pornoya kaçıldı, üzerindeki giysiler tek tek çıkartılarak magazin basınının
ilgisini
çekecek
bir sevişme sahnesi canlandırıldı. Oysa opera estetik boyutun en yukarıda
tutulduğu
sanattır.
Klasik
bir operayı bugüne uyarlamak, halk türküsüne piyano eşliği yazmak gibi
değildir.
Tüm sanatsal ögelerin klasik formda olmasını gerektirir. Bir türküyü opera
tarzında
söylemek,
türküyü evrensel sanat ortamına taşır ki bu çağdaşlıktır, insana yakışan bir
durumdur.
Klasik bir eseri, alt kültürün malzemesi yapmaksa ona katkı değil, onu
yozlaştırmak,
bozmak, değerini düşürmektir, popülizm yapmaktır.
Ünlü
opera sanatçısı Pavorotti dev hoparlörlerle meydan konserleri verdi ve bu
operayı
halka indirmek adı altında yapıldı. Pavorotti’nin öğrencisi olan Hakan Aysev de
onun
yolunda;
“Operayı yüz binlere dinletmek için Pavorotti gibi stadyumlarda söylemek
istiyorum”
dedi. Pop opera, rok opera, caz opera ve şimdi
yeni
albümünde de Türk Müziği ile birlikte opera yaptığını söylüyor. Opera sanatıyla
popçuların
terimi olan albüm (kullanıp atılacak bir deste şarkı) bir araya geldi. Güzel
sanatların
bu en güzide olanı kaset piyasasına böyle hizmet eder hale getirildi.
Unutulan
bir husus; operalardan seçilmiş aryaları solo söylemek opera değildir.
Opera
bir eserin bütünüdür; libretto, drama, koro, orkestra, bale, dekor, kostüm,
reji,
koreografi
gibi sahne sanatlarının tüm özelliklerini bir arada bulundurmayı ve salonda
dinlemeyi
gerektirir. Salondan yücelmişlik duygusu ile çıkmak ister. Opera sanatının
dinleyiciye
vereceği ruh güzelliğine, sokak konserinde sakız çiğneyerek, yanındakiyle
şakalaşarak
ulaşılamaz.
Pavorotti,
müzik teknolojisinin dev tekellerine iyi para kazandırdı ve şimdi sesini
kaybetmiş
durumda opera sahnesini terketmek zorunda kaldı. Yani onu kullanıp attılar.
(Mikrofonda
söylemekten işitme eşiği yükseldi ve sonunda giderek ses telleri yıprandı)
Operanın
sırtından meydanlarda para toplayanlar, iki yüzlü bir şekilde operaya
dinleyici
çekeceklerini söylediler. Sonuçta, önce opera sanatının içi boşaltıldı, sonra opera
salonları.
Reklamlarda:
Reklamlarda
her türlü çarpıtma var. Türkçeyi bozuk kullanma, reklamı oyunun
içerisine
sokma, kadını aşağılama (Ülker biskrem), Gençlik Marşı gibi ulusal bayramların
repertuarına
girmiş milli ve tarihsel değeri olan bir ezgiyi kâr için kullanma,
bayağılaştırarak
ve
sözlerini bozarak söyleme (Cola Turca reklamında) çıktı karşımıza.
Özgür
kadın imajını cep telefonuna yükleyerek özgürlük kavramının içini
boşalttıklarını
gördük.
Sanatın
dünya tekellerinin hizmetine geçmesiyle birlikte etik değerlerin çiğnendiğini
görüyoruz.
Yakın zamana kadar radyoda, televizyonda, oyun içerisinde kullanılan bir ürünün
adı
reklam olmasın diye gösterilmez, benzer bir ürünü satan diğer üreticiye
haksızlık olmasın
diye
adı gizlenirdi. Bu yerleşmiş bir kuraldı. Herkesin eşit olduğu bir üretim
anlayışı etik
değer
olarak topluma yerleşmişti.
Bir
televizyon dizisi içerisinde cep telefonu reklamı yapmak etik değildir.
Oyundaki
çocuk
oyuncuya cep telefonu reklamı yaptırılıyor. Aynı reklamda kullanılan rep müziğin
içerisinde
dilin kirlenmesini de görüyoruz.
Tiyatroda:
Tiyatro
yerine gösteri sanatları deyimi kullanılmaya başlandı. Gösteri
sanatlarında
‘Talk
şov’ gibi sanatsal olmayan bir türe tanık olmaktayız. Meddah ya da tek kişilik
oyunla
hiç
ilişkisi olmayan bu konuşma gösterisi, tiyatro sanatını yozlaştırmaya örnektir.
Oyun
demek
mümkün değil; baştan sona bir konu veya metni olmayan, kopuk kopuk, belli bir
konuya
yoğunlaşma gerektirmeyen, izleyici ile alay eden, aşağılayan, derinliği olmayan
sıradan
magazinleştirme, herşeye gülüp geçilen bir şey.
TV’daki
gösteri programlarında son örnekte, dil önemini yitiriyor ve konuşma
özürlü
bir erkek oyuncu komedi yaptığını sanıyor. Hem tiyatronun içi boşalmış hem
dilin. Ki,
dilde
yaşanan kirlenmenin tüm sanatlara yansıdığı ortadadır. Benzer şekilde sadece
“nane”
sözcüğünü
defalarca tekrarlayarak şarkı yaptığını zannedenlere ekranda yer verilebiliyor.
Tiyatroda
empati kurabilmeyi sağlayan evrensellik ögesi kaldırılıyor. Örneğin 2005-
2006
sezonunda Ankara Altındağ Tiyatrosunda oynayan İşte Hayat adlı oyunda Yunan
bayrağı
uzun süre sahnede tutuluyor. Oyunda batının AB üzerinden dayatması olan bir
talep
öne
çıkartılmakta, tiyatro sanatının çocuk müsameresine indirildiği görülmektedir.
Televizyonda:
Televizyonun
kendisi kirlenmenin aracı olarak sahneye çıkıyor. Küreselleşmenin en
büyük
aracı olan televizyonun kanal sayısındaki artış ve zaplama, programlardaki
kalitenin
düşürülmesiyle
birlikte ortaya çıktı. Zaplama, hızlı tüketimin ürünüdür. Hızlı tüketilen
teknoloji
beraberinde insanın doğal yapısını bozma tehlikesini yarattı. Böylece neo
liberal
ekonominin
istediği insan modeli yaratıldı.
Zaplama
teknolojisinin insan üzerindeki olumsuz etkilerini araştırmak üzere yapılan
bir
çalışmada ilginç sonuçlara ulaşıldı.
Fransa’da
yapılan bu araştırmaya göre, birçok kanalı arka arkaya izlememizi, yâni
zaplamamızı
isteyen teknoloji, insanın dikkat yoğunlaştırmasını ortadan kaldırmaktadır.
Zamanı
bölerek kullanma, haberin reklamı, reklamcılığın nüfuzu, keserek anlatma,
sansasyonelleştirme,
sunucuyu starlaştırma, yapay bilgi aktarımı, analiz yokluğu ve benzeri
durumlar
araştırılmış ve bunların günlük yaşantımıza aşağıdaki şekillerde yansıdığı
saptanmıştır:
1.
Toplumda çatlama ve dağılma
2.
Tecrit ve yalnızlaşma eğilimi.
3.
Dikkat yoğunluğu kaybı.
ABD’de
günde 500 kanalı aynı anda izleme deneyleri yapılıyor. Bilgi akışında dev
otobanlar
tasarlanıyor. Bu teknoloji ile beyni boşaltılmış robotlar yetiştirme işi
hızlandırılacaktır.
Televizyon
haber kanalları insanları yanıltmaya ve korku psikolojisine sokmaya
yöneldi.
Bu yolla silah satışlarında artış ve en son teknolojinin ürünü silahları
kullanmaya
piyasa
yaratıldı. Körfez savaşında olduğu gibi, savaşların canlı yayınlarına kadar bu
silah
reklamları
yapıldı. Füze kalkanı projeleri yaşama geçirildi, medeniyetler çatışması
teorileri
geliştirildi
ve ikiz kulelerin yıkılışında olduğu gibi, kıtalar arası füzelerin satışını
artıran
provokasyonlar
canlı yayınlarla verildi. Irak savaşı sırasında, falan marka bomba düşünce
yüzde
kaç patlamadı oranları yayınlandı. Televizyon, en kötü amaçlarla insanın
varlığını
tehdit
eden, insanın en temel hakkı olan yaşama hakkını elinden alan savaşın aracı
olarak
kullanıldı.
Postmodern filmlerde insanlara sunulan senaryolar birer birer gerçek yaşamdan
görüntülere
dönüştürüldü.
Televizyon
haberleri arkası yarınlaştırıldı; ünlüleştirilmiş kişilerin kirli yaşamları
“yarın
bakalım ne olacak” dizilerine dönüştü.
Sinemada:
Sinemada
bilimdışı kurgular, aksiyon filmleri egemenliği dönemi yaşanıyor.
Bilgisayarda
üretilen insansız filmler dönemi başladı. Teknoloji insan için olmaktan
uzaklaştı,
insana
karşı teknolojiye dönüştü. ABD’li yetkililer, silah sanayisine harcadıkları
kadar film
sanayisine
harcadıklarını söylemektedirler. Bu filmler şiddet içermektedir. Hayali bir
düşman
yaratılıp
onunla son model silahlarla savaşılmaktadır. İyi ile kötünün kavgası işlenirken
iyinin
elinde
bir haç işareti hep görüntüye getirildi. Efendiler-köleler teması gündemde
tutuluyor.
Kadından
efendi bilim dışı filmleri bizde de taklit edilmeye geçildi; kadın ağa dizileri
başladı.
Brezilya dizilerinin yerini bunlar aldı; ev kadınlarına ninni filmleri. Pembe
dizileri
Yugoslavya’ya
sokamayan Amerika, Güney Afrika’dan siyah dizi getirip soktu. Sinema
insanları
uyutmak üzere araç edildi. Sinema sanatı burada da insana karşı.
Hep
savaş ve düşmanlık kavramlarıyla büyüyen bir kuşak yaratıldı. Dostluk,
kardeşlik,
barış içinde birlikte yaşama kavramları unutturuldu. Batıl inançlar, bilimdışı
kurgular,
Hristiyan ve Yahudi köktendinci tarikatların efsaneleri medeni batının çağdaş
sinema
senaryoları olarak insanlara sunuldu, CIA planları film senaryolarının ana
malzemesi
oldu.
Postmodern özellikler taşıyan bu senaryolar, Amerika’dan dünyaya pazarlandı ve
dünya
sinemasının
%93 ünü kapladı.
İnsansız
sinema dönemi başladı. Teknolojiyi insanın önüne geçirmeye bir başka
örnektir;
Yüzüklerin Efendisi gibi, bir bölümü bilgisayar ortamında üretildi, animasyon
sinemaya
girdi, hayali kahramanlar oyuncu olarak sunuldu. Oyunda kiminle empati
kurulacağı
belirsiz, bilimdışı kurgular. Dini hiç bir açıklaması olmayan, insanüstü bir
takım
varlıkların
insanlara hükmettiği filimler. Dev sanayisi var. Aksiyon filimleri ile meşhur
ettikleri
birisini vali de yapabiliyorlar; Vurdu kırdı Arnold Schwardzeneger gibi.
Son
savaş filmi örneği Truva filminin yönetmeni NTV’de açıkça söyledi;
“Önümüzdeki
yıllar büyük savaşların olacağı yıllardır, insanların savaşa alışması için bu
filmi
çektim”.
Filmi izleyen film boyunca kafasının üzerinde çarpışan şak şak kılıç-pala
sesleri
duyar,
filmin müziği budur.
İnternet ve sosyal medya:
İnternet
bilgi kirliliğinin ve manipülasyonun en önemli etken yüzü. İnternet oyunlardan
pazarlamaya kadar geniş bir yelpaze sundu insanlara. Özellikle genç kuşakların
yaşam biçimi haline geldi. Deep web denilen karanlık yüzünü görmezden
geldiğimizde aşikar. Hele bir de sosyal medyayı ve paylaşım siteleri üzerinde
uzun uzadıya konuşmak gerekir. Bilgisayar bağımlılığı bir hastalık artık.
Teknolojiyi insanın önüne geçirme:
Sony
firması, “Orio” adlı bir şef robot, Toyota firması da trompet çalan robot
yaptı.
Orio
adlı robotun Tokyo Filarmoni orkestrasını yönettiği gazetelerde yer aldı. Robotun gözlerinin içine kamera ve notalar
yerleştirilmiş, bütün ritimler, tempolar oraya kaydedilmiş. Bu haberi
televizyonda izleyen
Bir
robot ne kadar insani duygularla yönetebilir ve müzisyenler onunla ne kadar
iletişim kurabilir?
Küreselleşme
döneminde, sanatla insan ilişkisini biraz daha özele indirelim. Fazıl
Say’ın
dört el için düzenlemiş olduğu piyano eserine gelelim. Elektronik kayıttan
piyanonun
biri
çalıyor, ikinci piyanoyu ise kendisi çalıyor. Birincisini de kendisinin
kaydetmiş olması,
müziğin
teknoloji ürünü olmasını engellemiyor. Dinlerken iki piyanisti de karşınızda
görmek
istiyorsunuz.
Çalanı karşınızda görmediğiniz için empati kuramıyorsunuz. Yâni orada
dışlanmışsınız.
İki piyanistin birbiriyle iletişiminden yoksun bir yorum ortaya çıkıyor ve
Fazıl
şov
izliyorsunuz. Fazıl monolog oynuyor, sanatçının biri sanal. O zaman, Fazıl tek
başına
oynamak
istiyor diye düşünüyor, popülist bir yaklaşım hissediyor ve rahatsız
oluyorsunuz.
Fazıl
Say’ın İstanbul Yedikule’de Mercan Dede ile çalması giderek popülerleşme
gösterdiğinin
işaretidir. Mercan Dede’nin teknolojiyi çok iyi kullandığı bir gerçek. Ama
teknoloji
insanın önüne geçiyorsa burada bir yanlış var demektir. Kimin neyi çaldığı
görülmediğinde,
çıkan sesle insanın varlığı arasında bir kopukluk yaşanır. Dinleyici
kendisinin
dışlandığını hissetmeye başladığında kalkıp gitmek ister ki öyle de oldu.
Sanatçı,
kendini insandan ve toplumdan koparmaya başladığında, yaptığı sanat
tartışılmaya
başlanır. Fazıl Say, politik görüşünü küresel sermayenin görüşüyle
birleştirdiğini
açıkça
söylemeye başladığından beri, sanat çizgisi doruk noktasından aşağıya doğru bir
düşüş
göstermektedir.
Bu durum, klasik müzik sanatında postmodernizmin ve popülizme kaymanın
örneğini
oluşturmaktadır.
Artık,
“insana rağmen teknoloji” kavramı kullanılmaktadır. Sinema salonları
buna
örnektir;
bir buçuk saat boyunca çok yüksek derecede ses bombardımanı altında
kalınmaktadır.
Yüksek ses, iç kulaktaki ince seslere duyarlı sinir uçlarını köreltmektedir.
Benzer
şekilde dev hoparlörlü konserler ve kulaklıkla kaset dinlemek de bu sonucu
yaratmaktadır.
Tiz seslere duyarlılığını yitirenler bazı mesleklere giremiyor; hava kuvvetleri
veya
hava alanları işletmelerinde, deniz altında, radyo ve televizyon ses kayıt
stüdyolarında
olduğu
gibi. Dahası, iç kulakta çınlamalar başlamakta, bu çınlamalar tedavi
edilememekte ve
genç
yaşta intihar vakalarına rastlanmaktadır.
İşitme
eşiğinin yükselmesi sonucu ses tellerinde tahribat ve şarkı söyleyememe
sonuçları
görülmektedir.
Sanatçıyı teslim alma:
Ödüllerle,
konser imkanıyla, meşhurlaştırma. Fazıl Say’ın, Newyork’taki piyano
yarışmasında,
kendisini yedi dakika dinleyen jürinin diğer yarışmacıları kırk dakika
dinlemesine
şaşırmamasını başka neyle açıklayabiliriz? Kendi ifadesiyle daha Avrupa
yarışmasındayken
jüri, kendisi hakkında karar vermiş imiş. Kendisini birinci seçmek üzere
hazırlanmış
bir yarışmayı neden protesto etmedi? Paris Yahudi lobisinin kendisini
parlatacağı
vaadini
neden önemsedi? Başka piyanistlerle eşit olmayan bir meydan güreşine neden
çıktı?
Ki,
Nevyorkta daha önce böyle bir yarışmanın hiç yapılmadığı, daha sonra da
yapılmadığı, bir
kereye
mahsus yapıldığı belli iken.
Almanya’da,
piyano konseri vermeye giden Ankara Devlet Konservatuarı öğretim
üyelerinden
tanınmış bir piyanistimize yapılan ahlâksız teklif kirlenmenin bir başka
boyutunu
gösterir.
Salonun doldurulması karşılığında gazetecilere vermesi istenen “PKK bir
realitedir”
demeci
anlamlıdır. Piyanistimizin reddetmesi üzerine az bir dinleyiciye konser
verilmiş ve
basında
başarısız bir konser olarak yer almıştır. Almanya’da Almanca öykü yazan Aysel
Özakın
gibi Türk yazarlara ödüller verilmesi de sanatçıyı ödüllerle teslim almanın bir
başka
örneğidir.
Müziğin içini boşaltma:
Elektronik
müzikte dünyanın önemli isimlerinden John Cage’in “4.33” adlı eseri
postmodern
müzik örneğidir. Bu eseri(!) iki kez konser programına almış bir festival
konserini
izledikten sonra üzerinde düşünme ve bu müziği irdeleme gereği duydum. Sanatın
içinin
nasıl boşaltıldığını gördüm. Eserde hiç müzik yok. Dört dakika otuzüç saniye
salondaki
sessizliği
dinliyorsunuz. Salondaki öksürük, tıksırık, nefes alma, hışırtı, her şey o anın
doğaçlama
bestesi kabul ediliyor. Peki bu bir eserse nerede bestecinin emeği, doğaya
kattığı
enerjisi
nerede, sanatçının müdahalesi nadir, neyi şekillendiriyor? Kocaman bir hiç.
Hiçlik ise
insanoğlunun
kabullenemediği tek şeydir. Bu bir eserse geleceğe kalmak üzere kayıt
yapılabilmelidir,
notası yazılabilmelidir. Yazılamaz, kayıt bile yapılamaz. Dinleyici sadece
bekliyor,
sanatçı da sahnede öylece bekliyor. Ortada yaratılan hiçbir şey yok.
Eseri çarpıtma:
Klasik
müzik eserinin fon müziği olarak kullanıldığı bazı yerlerde bilerek yapılmış
bir
yapaylığa veya çarpıtmaya rastlayabiliyoruz. Buna postmodern montaj da
diyebiliriz.
Örneğin
9.Senfoni bu tür çarpıtmaya en çok uğrayan eserdir. Barış ve kardeşlik amacının
dışında
kullanıldığı her yerde asıl anlamını unutturma ve değer kaybına uğratma söz
konusudur.
Böyle
bir çarpıtma örneği 9.Senfoninin ikiz kulelerin yıkılışına fon müziği
yapılışıdır.
Orada tam bir postmodern montaj yapılmıştır. Eser, Avrupa’da feodal
krallıkların
yıkılışını
devrimci bir ruhla destekleyen Ludvig van Beethoven’in bestesidir. Shiller’in
“Özgürlüğe Övgü” şiirinden esinlenilerek
yazılmıştır. Türkçe’ye “Neşeye Şarkı” olarak
çevrilmiştir.
ABD TV kanalları tarafından, 11 Eylül iç darbesinde yıkılan ikiz kulelere fon
müziği
yapılması
asla affedilmeyecek bir çarpıtma ve eserin içeriğini boşaltma örneğidir.
Klasik eserleri poplaştırma:
Geleneksel
müziklerimizin pop müzik haline getirilip kaset piyasasının hizmetine
sunulması,
popülerleştirilip hızla tüketilmesi ülkemizde yaşanan bir başka kirlenme
örneğidir.
Pop
müzik adı üstünde, günlük kullan at anlamındadır. Pop demek, popcorn
(patlamış
mısır) gibi oyalan, karnın doymasın demektir. Postmodern ürünlerin özelliği de
budur.
Pop müzik alanında nasıl bir kirlenmenin yaşandığı bilinmektedir. Kirlenme,
kalite
düşüklüğü,
sokak dilini şarkı sözü yapma, argo, küfür, etik değerlerin kayboluşu, cinsel
sapmaların
ön plana çıkartılışı, popülerleşme uğruna magazin basınında manşet olma
kavgaları,
reklam için her yol mübah, vb. ortak özellikleridir. Bugün, arabesk, halk
müziği ve
geleneksel
Türk müziği pop müziğin potasında birleşmiştir. .
Kullan
at teknolojisine paralel bir müzik sanayisi bu alanda egemendir ve bu yolla
evlerimiz
kaset, CD çöplüğüne döndürülmektedir. (Beyaz eşyada on yıllık ömür
sınırlandırması
yapıldığı gibi.) Ayda bir değişen çok satan kasetler dönemi yaşanıyor.
“Yeni
albümünüze bol şans” radyo ve TV programları yapılıyor. Radyo ve TV
programları
konularını ve konuklarını piyasadan alıyor.
Pop
müzik 1980 askeri yönetimi döneminde müzik dersi öğretim programına ve ders
kitaplarına
girmiştir. Yani, çocukların pop müzik tüketicisi olmasını kitaplara soktuk.
Kalıcı
olmayan,
kullan at müziği ile insan eğitimi olmaz. Bir sonraki nesille ortak şarkı
dağarcığı
pop
müzikle oluşturulamaz.
Popüler çocuk şarkısı:
TRT
Çocuklar Koroları için Popüler Şarkı yarışması düzenlendi. Ancak bu şarkılar eğitim müziğine yönelik
sözlerle yapıldı, çünkü yarışmaya katılan besteciler pop müzik bestecisi
değildi. Bu şarkıları poplaştırmak için Garo Mafyan vb. pop aranjörlerine
cıstaklı, birbirinin kopyası stüdyo eşlikleri yaptırıldı. Bizde tutmadı, çünkü radyo
çocuk koroları söylüyordu şarkıları. Oysa pop şarkıyı koro söylemez, pop
ağzıyla bir solist söyler.
Pop müzik ödülleri:
Ödül
en iyi şarkı söyleyene değil, en fazla satan kasetlere verildi.
Belli
müzik tekelleri istediği imajı yayan pop şarkıcılara bu ödülleri vermektedir.
Bu
yolla
tekeller dünya gençliğine istedikleri yönde "Siz de böyle olun” kalıpları
sunmaktadır.
Eşcinsele,
tacizciye, kadın düşmanlarına ödüller yağmaktadır. En büyük ödüller sanatsal
ölçütlere
göre değil, şirketlere en çok para kazandırana verilmektedir. Örneğin, 2004
Grammy ödül töreninde “Göğsünü açan kadın” mesajı ve yönlendirmesi yapılmış,
gelecek yıl ödüllerin buna göre verileceğinin işareti verilmiştir.
Athena
grubunu 2004 Erovizyona hazırlayan Avrupa ve Amerika müzik
marketleridir.
“Müzik marketleri şunu satacağım, ona
göre müzik yapın” diyor. Yani beğenileri piyasa belirliyor, tıpkı moda rengi
boya sanayisinin belirlemesi gibi.
Sinema ödülleri:
Ödüllerde
skandallar dönemi başladı. Kirli ilişkilerle meşhurlaşma yolları açıldı.
Sanki
ödül verilmeden önce pornocu oldukları bilinmiyormuş gibi davranıldı. Oysa asıl
oyun,
ödülden
sonra filmin manşette kalması için geçmişi bilinen birilerini starlaştırma
oyunuydu.
Açıkça
kirli ilişkilere prim verilmekte, gençlerimiz kirli yollara özendirilmektedir.
Klasik müzik bestecilerinin önünü kapatma:
Ulus
ötesi müzik lobileri tarafından “Sizde yok benden al” anlayışıyla klasik müzik
alanında
hakimiyet kuruldu.
Türk
bestecilerinin önü kesilmek istenmektedir. Sezonda en az %20 oranında Türk
eseri
çalmak zorunluluğu varken, son yıllarda senfoni orkestralarımızda çalınan Türk
eseri
sayısı
giderek düşmüştür.
Lobi
halinde çalışma dikkati çekmektedir. Belli lobilerin
şef
ve solistleri hemen bütün senfoni orkestralarında alanı kapatmış gibidirler.
Öte
yandan Londra’da Cats müzikali bitti. Berlin’de 7 senfonik orkestra kapandı.
ABD’de
senfoni orkestraları çoktan kapısına kilit astı.
Kötü müziklerin TV kanallarını doldurması:
Bu
yolla klasik müziğe talep azaltıldı. Oysa klasik sanatlar salon kültürünü
beraberinde
getirir, pijama terlikle sanat bir arada olamaz. Sanatçının emeğine saygı o
salona
kadar
zahmet edip gitmeyi gerektirir.
Televizyon
dizilerinden de bu arada söz etmek gerekir. Eğlendir oyala dizileri,
şarkıcıları
oynatma, sokaktan alıp meşhurlaştırılan birilerini dizide oynatma, “emeksiz
sanat”
tacirleri
dönemi getirildi. Bu dönemde sözde yarışmalar, gözetleme evlerinde aylarca
tutulan
kişilerin
sığ yaşantıları bir dizi film gibi izlettirildi; artık ne sanatçı eğitimine, ne
senaryo
yazmaya
gerek kaldı, adeta “fareyi koy kapana her anını izle” denildi.
Sokaktan
çağırılan anneli-oğullu gelinli-kaynanalı bol dedikodulu, kavgalı, ödül ve
evlendirme
vaadli günlük programlar yanında, kişiyi sokaktan alıp tepeye kadar tırmandırıp
orada
intihar ettirip ya da öldürtüp mezara koyana kadar gösterip en çok izlenme
rekorları
yaratmak…
Korku filmini canlı ekranda yaşatan televizyonculuk anlayışı moda oldu.
Bütün
bunlarla gerçek yaşamdan kopuk izleyici kitlesi yaratıldı. Bir Acun gerçeği var
ki bugün kü yozlaşmanın en önemli aktörlerinden.
Okullarda sanat derslerini yok etme:
ABD
ve İngiltere’de resim, müzik ve drama dersleri, paralı ve seçmeli ders haline
geldi.
Son 30 yılda, ABD’de hiç sanat eğitimi almadan mezun olma oranı %90’dır. Çok az
bir
varsıl
grup bu eğitimi alabilmektedir. Eğitimsiz ve parasız gençler uyuşturucu ve pop
kültür
bombardımanı
altında savunmasız bırakılmıştır. Sonuç olarak klasik sanatların eğitimi
yapılan
derslere
talep olmayınca bunların öğretmeni olmaya da talep azaldı, sanat öğretmeni
yetiştiren yüksek okullar kapanma aşamasındadır.
Sanatsız,
duyarsız, estetik beğenisiz, seçici olamayan, iyiyi güzeli ayırt edemeyen,
sürüleştirilmiş
bir gençlik yaratıldı.
Aynı
program ülkemizde 2005 yılından itibaren uygulanmak üzere hazırlıklar
yapıldı.
Okullarda
devam zorunluğu kaldırıldı, velinin bilgisi dahilinde çocuk dilediği kadar
okula
devam hakkı getirildi (2003-2004). İlköğretim zorunlu olmaktan fiilen
çıkartılmış oldu.
Bu
anlamda okullar postmodern okula, öğrencisiz okula dönüşme yolu açıldı. Talep
varsa
ders
var mantığı ile derslerin parçalanarak yok edilmesi süreci başlatıldı.
Konser salonlarını kirletme:
Sakızın
konser ve tiyatro salonlarına girmesi ile belirginleşti. Sakız kullan at
ekonomisinin
ve pop kültürün simgesidir. Çin’e ilk giden ABD başkanı parkta çocuklara
sakız
dağıtmıştı, oradan başlıyorlar. Tüketimde ödüllendirme yada rüşvet imajı verir.
Sakızın
içinde bir oyuncak rüşvet vardır, bununla daha çok tüketirsen daha çok
kazanırsın
fikri aşılanır. Liberal ekonominin en büyük yalanıdır bu.
Sponsor
olan şirketlerin reklamları mimariye uyumsuzluklarına ve izleyicinin
konsantrasyonunu
bozduklarına bakmadan tarihi mekanların en çarpıcı duvarlarını kapladı.
Gerçek sanatçılar işsiz dururken pop
şarkıcıları klasik eserlerde solist yapıldı.
Pop müziğin bizdeki seyir defteri:
Pop
müzik deyimi sanıldığı gibi popüler kültürden, yani halk kültüründen gelme
değildir.
Patlamış mısırdan, POPCORN’daki pop takısından gelir. Yani balon gibi içi boş,
şişirilmiş,
sakız gibi patlayan, gazoz, karın doyurmayan, oyalayan, o an yaşanılıp
bitirilen,
kalıcı
olmayan, geçici olan anlamındadır.
Pop
müzik bugün tüm diğer müziklerin alanını daraltmış durumdadır. Geçmişte
arabeskin
en yaygın olduğu cangıllarda bile egemen olabilmektedir. Arabeskle beğeni
düzeyi
düşürülmüş
insanlara pop müziği kabul ettirmek zor olmamıştır.
Müzik
sanatında kirlenme, önceleri arabeskle, yoksullaştırılma ve köyden kente
göçle
başladı. Temelinde tarımın çökertilmesi vardır. O dönemde televizyon bu kadar
yaygın
değildi.
Pop müziğin pompalanması medyada kartelleşmeyle birlikte geldi. TSM, arabesk,
pop,
ve halk müziği pop ritimleri eşliğinde eğlence müziğine dönüşmeye, klasik sanat
yapılarından
kopmaya başladı. Türlerin belirgin özellikleri kaybolmaya ve poplaşmaya
başladılar.
Aynı sanatçı hem arabesk, hem halk müziği hem klasik Türk müziği söylemeye
başladı.
Bunlar, tek kültüre doğru gidiş işaretidir. Kullan at, yenisini al, geleceğe
bir şey
kalmasın
kültürü olan pop kültürdür.
Ülkemizde
arabeskten pop müziğe geçiş süreci ile liberal ekonomiye geçiş süreci
aynıdır.
1970’lerde başlayan bu süreçte gördüğümüz kirlenmeyi şöyle sıralayabiliriz:
-
Polis radyosu öncülüğünde arabesk yayın; ilk özel radyo yayını.
-
Çocuk şarkıcıların sırtından para kazanma dönemi, çocukların yoksul ailelerini
geçindirmek
için gazinolara taşınması.
-
Daha fazla soyunan kadınlar dönemi.
-
Transseksüeller dönemi.
-
Eşcinseller dönemi
-
Şarkı sözlerinde içerikten yoksunluk, sokaktan söz alma, dilde kirlenme,
-
Dünyada Eminem örneğindeki gibi kadın düşmanı şarkıcıları ödüllendirme ve
onursuz
şarkılara ödül verme, Sertap Erener’in birinci olduğu şarkı gibi. “Yeter ki gel
de,
ne istersen yaparım” dönemi. Athena 2004 şarkısında; “sen ne istersen ben senin
istediğinden
fazlasını yapacağım” gibi AB’ye girmeyi isteyenlerin söylemlerine
paralel
sözler. Kendini aşağılayan onursuz şarkılar dönemi. (2004)
-
Umut tacirliği, popstar dönemi: ABD medyasına paralel ortaya çıkan
çirkinlikler.
“Atları
da Vururlar” örneği yarışmalar. Yarışma değil, ölçütleri belirsiz, her türlü
aşağılanmayı
kabullenme. İnsanların ruh sağlığı ile oynama. Yarışmanın çirkinliğine
izleyiciyi
ortak etme, kiri paylaşma dönemi: Cep telefonu şirketine para kazandırma
tuzakları,
kitleleri oyalama, beyinlere kalitesizliği doldurma.
Sonuç olarak:
Deforme
edilen, kullanılıp atılan bir meta haline getirilen bir kültür ve sanat, yok
edilme
tehlikesini yaşıyor demektir. Dünya bu yolla tek kültüre, kültürsüzlüğe doğru
gitmektedir.
Neo liberalizm, iki yüzlü bir şekilde herkese özgürlük derken, kendi kültürünü
/kültürsüzlüğünü
dayatmakta, diğer kültürleri erozyona uğratmaktadır. Bu da çağdaşlıkmış
gibi
sunulmaktadır.
Postmodernizm,
insanlığın asırlarca emek vererek yarattığı tüm klasik sanatları tehdit
etmekte,
değer kaybına uğratmakta ve günlük kâr hesaplarıyla tüketmektedir. Tüm klasik
sanatların
korunması ve yaşatılması insanoğlunun kendine saygısı gereğidir. Bu nedenle
postmodern
ürünlerin ve popülist yaklaşımların teşhir edilmesi tehlikenin bertaraf
edilmesi
açısından
önemlidir.
Sanat
toplumun dışında değildir ama yeri toplumun önüdür. Toplumdaki değer
yargılarının
yeni dünya düzeni ile birlikte değişmesi, sanatta da beğenileri değiştirmiştir.
Değişimin
geriye doğru olduğu su götürmez. Oysa sanatın ve sanatçının toplumun
beğenilerini,
estetik düzeyini yukarı çekmek diye bir görevi vardır.
Özellikle
insanı yüceltme ve erdem sahibi yapma işlevi olan sanatçıların, insanı
dışlayan,
insanı aşağılayan küresel kirlenme karşısında duruşlarını koruyabilmeleri
önemlidir.
İnsanın
kirletilmesi, sanatın ve sanatçının kirletilmesinden ayrı düşünülemez. Sanatçı,
küreselleşmenin
bir avuç azınlığa sunduğu nimetlerden yararlanmak uğruna, günlük popülist
hesaplarla
postmodern ürünler verirse ürünleri geleceğe kalmayacak, çöpe gidecektir.
1960’lı
yıllar hem ülkemizde, hem dünyada önemli yıllardı. Vietnam savaşının
protestoları
Amerika ve batı ülkelerinden protest müziklerle ortaya çıkıyor ve bunun bizde
yansımaları
görülüyordu. Ülkemizde toplumcu düşünce hızla yayılırken toplum için müzik,
tiyatro,
şiir, edebiyat, resim, sinema gibi her alanda kalıcı sanat eserleri ortaya
çıkıyordu.
Gerek
eğitim müziğinde gerek halk müziğinde, gerek klasik müzik türlerinde en fazla
ve
kalıcı
eser bu dönemlerde üretildi, besteci ve sanatçılar yetişti.
Liberal
ekonomiye teslim olduğumuz, 1980 sonrası küreselleşme sürecinde
ise
elimizde olanı da yitirme noktasına geldik.
Bugün,
teknolojiye hakim olan güç müzik sanayisine ve medyaya hakimdir. Bu
yolla
kirlilik bilgisayar virüsü gibi her ülkeye aynı anda yayılmaktadır.
Sanatın
kirletilmesi insan ruhunu kirletmektir, insanların beynini çöple doldurmaktır.
Su
bedenimizi yıkar,temizler, sanat beynimizi yıkar temizler. Sanatsız insan köle
ruhlu
insandır.
İnsanoğlu yalnızca tüketerek insan olamaz. İnsanın farkı üretmek, daha iyiye
daha
güzele
doğru çaba içerisinde olmak, yaratmak, kalıcı sanat ürünleri var etmektir.
İnsanın
üretim dışında bırakılması, insanoğlunun geleceğini de tehdit etmektedir. Var
olmak,
üretmekle, var etmekle, yaratmakla eş anlamlıdır.
İnsanoğlunu,
genetiği bozulmuş tahılı ve sebzeyi, genetiği bozulmuş eti tüketmeye
mahküm
eden küresel krallar kendi ürettikleri ucube sanat ürünlerini tüketmemiz için
savaş
dahil
en acımasız yöntemleri kullanmaktadır. Bu güç, insanoğlunun bugüne kadar
ürettiği,
taşıyıp
getirdiği ne varsa çöpe atmak istemektedir ve yerine koyduğu kalıcı hiç bir şey
yoktur.
Aynı
küresel güç tarafından, modern devlet yerine postmodern devlet konulmaktadır.
Sosyal
devleti yok ederek, üretimi dışlayarak, devletin kendi halkının karnını doyurma
görevi
olduğunu
unutturarak ulus devletleri yok ederken, bütün bunları farkedemeyecek insanlar
olmaları
için insanları sanattan yoksun bırakmaktadır. (Mahiye Morgül'den alıntılar yapılmıştır.
YAKIN TARİH VE EĞİTİM SİSTEMİMİZ
17 den 19. yüzyıla kadar Avrupa
devletlerinin üstünlüğünü yalnız askeri sahada gören ve mesafeyi kapatmak için,
askeri müesseseleri batı, ilim teknik ve eğitim tarzına göre ıslah etmeyi
yeterli bulan Osmanlı devlet adamları, II. Mahmut ve Tanzimat dönemlerinde,
Batı’nın her alanda üstünlüğünü kabul ederek, devletin bütün müesseselerinde
ıslahat yapmak ihtiyacını hissetmişlerdir. Ne var ki, Osmanlı Devleti’nin
idarecileri başlangıçta ıslahatın veya yeniliğin hangi alanlarda yapılması
gerektiği hususunda bir plan, program ve düşünceye sahip değillerdi. Fakat
devletin yaşaması için yenilik yapmanın zaruri olduğu fikrinin, bazı aydınlar
ve devlet adamlarınca az da olsa benimsenmesi, ıslahat hareketlerine bir devamlılık
ve neticede başarı sağlaması bakımından önem taşımaktadır. Osmanlı Devleti’nde
batılılaşma ve yenilik hareketleri daha ziyade askeri, siyasi, idari ve bir
dereceye kadar da sosyal alanlarda, yani padişahın ve sadrazamların doğrudan
doğruya yetkisi ve denetimi altında bulunan müesseselerde başlatılmış ve devam
ettirilmiştir. Bu yüzden “maarif” yani modern eğitim ve öğretim alanında, XIX.
yüzyılın ikinci yarısına kadar hiçbir yenilik hareketine girişilememiştir.
Maarif alanında yapılacak yeniliklere en büyük engel şüphesiz medreselerdi.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Tanzimat’ın ilanına kadar memleketin eğitim öğretim
ve adalet hayatına doğrudan doğruya; idaresine de kısmen hâkim olan
medreselerin, devletin istediği sivil, askeri ve adli memur ve idarecileri
yetiştirmek suretiyle faydalı işler gördüğü muhakkaktır. Fakat bu medreselerin
sonraları, her türlü yeniliğe ve ileri düşünceye engel olan cehalet ve taassup
yuvaları haline geldikleri de bir gerçektir. İçteki bütün bu zorluklara, mali
sıkıntılara rağmen, Avrupa’nın gelişme hususundaki farkı giderek büyütmesi
endişesiyle mutlaka yeni bir yapılaşmaya gidilmesi gerekiyordu. Çünkü
Avrupa’nın felsefi, ilmi ve teknik gelişmeler karşısında, medreseler tamamen
aciz duruma düşmüşlerdi. Ülkemizde Tanzimat’tan önceki dönemlerde medreseler
kendi öğretmenlerini kendi içinden yetiştirmekteydi. Sıbyan mekteplerinin
öğretmenleri de yine medreselerin ilk basamaklarında az çok okuma yazma,
Arapça, gramer ile din bilgileri edinmiş, çoğu zaman bir caminin imam ya da müezzini
olan kişilerden meydana gelirdi. Bu kişilerin yetişmesi için herhangi bir
meslek alanının söz konusu olmadığı görülmektedir. Yalnızca Fatih Sultan
Mehmet’in bu konuda küçük bir atılımı olmuş ve kurduğu medresede ilkokul
öğretmeni olacaklar için ayrı bir program uygulatmıştır. Ancak daha sonra bu
konu üzerinde durulmamıştır. Diğer alanlarda olduğu gibi yine bu konuda da
Tanzimat dönemi ile başlayan ıslahat hareketi, eğitim öğretimde olduğu kadar
öğretmen yetiştirme konusunda da bazı
adımlar atılmasını sağlamıştır. Daha önceleri hemen hemen hiç kimse tarafından
ele alınmayan öğretmen yetiştirme, ayrı bir sorun olarak dikkati çekmiştir.
Öğretmen yetiştirme ihtiyacı ilk Rüştiyeler açıldıktan sonra hissedilmeye
başlanmışsa da ilk öğretmen okulu 1848’de açılmıştır. Dönemin ilk Öğretmen
Okulu 16 Mart 1848’de Darulmuallimin adı altında İstanbul’un Fatih semtinde Kemal
Efendi tarafından açılmıştır. Böylece yeni açılan modern okullara yeni tip
öğretmen yetiştirmek üzere önemli bir adım atılmış ve öğretmen-okul ilişkisinin
önemi anlaşılmış oluyordu.
Darulmuallimin mektebinin ilk müdürü
Ahmet Cevdet Paşa’dır. Rüştiyelere öğretmen yetiştirecek olan bu ilk öğretmen
okulunun gelişmesi çok yavaş oldu. Nitekim, Darulmuallimin-i Sıbyan adıyla
ikinci bir öğretmen yetiştirme kurumu ancak 1868 yılında açılabilmiştir. Aynı
yıl ilan edilen Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nde de öğretmen okullarının
açılması öngörülmüştü.
II. Abdulhamid döneminde, İstanbul
Darulmuallimini geliştirilerek yeni düzenlemelere gidilmiştir. 1880’de idadi
şubesi kapanmıştır. 3 Kasım 1891 yılında yapılan esaslı bir yenilikle
Darulmuallimine aliye (yüksek) şubesi ilave olunmuştur. Bu şube hem idadi hem
de sultaniler için öğretmen yetiştirecekti. Artık, bu tarihte yapılan
ıslahattan sonra ilk öğretmen okulu (iptidaiye şubesi), Gazi Türkiyat orta
öğretmen okulu (rüşdiye şubesi), yüksek öğretmen okulu (aliye şubesi) olmak
üzere üç ayrı kısım halinde varlığını sürdürmeye devam edecektir.
Darulmualliminin yüksek kısmı fen ve edebiyat bölümlerine ayrılıyordu. 1895’te
iki bölüm tek bölüm haline sokulmuşsa da 1901 yılında tekrar iki bölüme
ayrılmış, öğretim süresi de üç yıldan iki yıla indirilmiştir. Darulmuallimin bu
haliyle II. Meşrutiyet’e kadar devam etti. 1908’den sonra müdür Satı Bey’in
gayretleriyle Darulmuallimin’e yeni bir çeki düzen verilmiştir. Aliye şubesi
1910 yılında gerçek Yüksek Öğretmen Okulu haline sokulmuştur. 1914’te okul
Darulfünun’a devredildi. Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar bu şekilde devam
etti.
II. Abdulhamid döneminden itibaren
Darulmuallimler de diğer bazı okullar gibi has okullar olmaktan çıkarılarak,
vilayetlerde de açılarak bütün imparatorluk sathına yayılmıştır. Nitekim, bu
hususta ilk teşebbüs 1880’de yapılarak Kosova vilayetinin Priştine şehrinde bir
Darulmuallimin-i Sıbyan (ilk öğretmen okulu) açılmıştır. 1882 yılında ise on
vilayette aynı okuldan açılmasına karar verilmiştir. 1905-1906 eğitim öğretim
yılında Darulmuallimin bulunan şehirler şunlardır: Edirne, Erzurum, Adana,
Ankara, Bağdat, Bursa, Beyrut, Bingazi, Diyarbekir, Şam, Selanik, Sivas,
Trabzon, Kastamonu, Konya, Harput, Niğde, Isparta, Antalya, Üsküp, İştip,
Pirizren, Manastır, Yanya, Van, Musul, Yemen, Zor, Kudüs, Rodos, Hakkari,
İzmir.
Görüldüğü gibi bütün imparatorlukta 32
tane Darulmuallimin (öğretmen okulu) vardır. Sayı bakımından yeterli gibi
görünen öğretmen okullarının kalite yönünden yeterli olduğu söylenemez. Ancak,
öğretmensiz maarif olamayacağı fikrinin anlaşıldığı ve zihinlere iyice
yerleştiği görülmektedir. Kız okulları için öğretmen yetiştirmek maksadıyla ilk
kız öğretmen okulunun (Darulmuallimat) 1870 yılında açıldığını görüyoruz. Bu
okul gerek program, gerekse bina ve öğretmen bakımından 1908’e kadar daima
gelişme göstermiştir. 1. Meşrutiyet Döneminde Öğretmen Yetiştirme Politikası
Meşrutiyet döneminde hem nitelikli, hem de çok sayıda öğretmen yetiştirilmesi
fikri önem kazanmış, bu yolda bazı uygulamalara gidilmiştir. Temmuz 1908’den
hemen sonra Darulmuallimin’den İptidaiye kısmı ayrılmış ve bağımsız bir okul
haline getirilmiştir. Darulmuallimin-i Aliye öğrencileri ise derslerinin bir
kısmını kendi okullarında, bir kısmını da Darulfünunda oranın öğrencileri ile
beraber yapmaya başlamışlardır. 1909’da Darulmuallimin-i Aliye kapatılıp
öğrencileri Darulfünun’a gönderildi. 1910’da yeniden açıldı. Dersleri yine
kısmen kendi bünyesinde, kısmen Darülfünûnda yapılıyordu.
1908’de Meşrutiyetin ilânından hemen
sonra Darülmuallimîn-i İptidaiyenin durumu şöyleydi: Okula yeni 900 öğrenci
alınmıştı. Bunların hemen tümü medreselerden gelmişlerdi. Yerde, hasır üstünde oturup
ders yapıyorlar, öğretmenler terlikle sınıfa giriyorlardı. Öğrencilere rahle
bile yapılmasına gerek duyulmamıştı. Mart 1909’dan sonra, Darülmuallimîne Müdür
olarak atanan Satı Bey köklü yeniliklere girişti. Okulu Fatih’ten Cağaloğlu’na
getirdi. Öğrencilerini sınavdan geçirip 150’sini alıkoydu, ötekilerini çıkardı.
Okul dışında bir işi olan öğretmenleri de uzaklaştırdı, ötekilere haftada bir,
gece okul nöbeti tutturdu. Öğretmen atamalarında genç ve yeteneklileri tercih
etti ve değerli elemanlardan oluşan bir öğretim kurulu meydana getirdi. Okulun
öğretmenlerinden ve eğitimci Ahmet Cevat bu öğretim kadrosunu şöyle anlatır:
“Satı Bey, Müdür muavini olarak, Mülkiyeden arkadaşı Fuat Şemsi Beyi almıştı.
Öğretmenler kurulunda, fesahatı ile anılan Aİi Nusret, Hamdullah Suphi, Fazıl
Ahmet, Ruşen Eşref vardı. Tevfik Fikret haftada iki gün Edebiyat konferansları
veriyordu. İktisat profesörü Hamit Bey konuşma yapmaya geliyor, Paris’te yüksek
tahsilini bitirip gelen profesör Mustafa Suphi Sosyoloji dersleri veriyordu.
Mösyö Dubois küçük pratik kitabından Fransızca öğretmeye çalışıyordu. Matematik
hocası meşhur Eyüplü Hafız Kemal Bey sarıklıydı. Muallim Cevdet Bey isminde bir
bilgin de öğretim kurulunu tamamlıyordu.”
Satı Bey ayrıca öğretmen okulunun öğretmen
kadrosuyla beraber Tedrisat-ı İptidaiye Mecmuası adıyla önemli bir dergi
çıkardı. Fenn-i Terbiye, Usûl-i Tedris, Musikî, Resim, Elişi, Terbiye-i
Bedeniye derslerinin programlarda önemle ele alınmasını sağladı. Her yıl,
vilâyetlerdeki ikişer öğretmen çağırarak onlara Usûl-i Tedris’le ilgili
konferanslar verdirdi. Darülmuallimîne bağlı bir Tatbikat Mektebi açtırdı: Bu
uygulama okulunun Müdürü, eğitimcilerimizden Mekteb-i Mülkiye mezunu İhsan
Sungu’dur. Onun da, nitelikli öğretmenler yetiştirilerek ilköğretimin düzeyinin
yükseltilmesinde önemli çabaları olmuştur. Gerçekten, 1909’dan önce, öğretmen
yetiştirmenin zayıf yönlerinden biri, uygulama okullarının bulunmayışı idi.
1909’dan sonra, İstanbul Darülmuallimîninin başarısını sağlayan en önemli
etkenlerden biri, işte, kendisine bağlı böyle bir uygulama okulunun kurulmuş
olmasıdır. Satı Bey, Darülmuallimînlerde konferanslar verdirdi, öğrencileri
sosyal ve tarihî çevrelerini (fabrikalar, müzeler...) tanımak için inceleme gezilerine
götürdü. Usül-i tekşifî ve tedris-i (tedrisat-ı) ayanî denen, başka deyişle
öğrencilere gözlemler, deneyler yaptırmaya, onların arayıp bulmasına dayanan
yöntemleri Satı Bey Darülmuallimîne sokarak, yetiştirdiği öğretmenlerle yaymaya
çalıştı. Meselâ, Coğrafya dersinde harita, resim, tablo göstermek, Eşya
dersinde maddî şeyler, örnekler göstermek tedrisat-ı ayanî yöntemi idi ve bu,
Meşrutiyet pedagojisi için, önceki dönemlere göre büyük bir adım, büyük bir
inkılâptı.
Bütün bu
yeniliklerden sonra İstanbul Darülmuallimîni önemli bir okul haline geldi. 1915
tarihli nizamnamesinde okulun teşkilâtı şöyle gösterilmiştir: Adı, İstanbul
Darülmuallimîn-i Âliyesi ve yatılı idi. İptidaî, İhzarî ve Âlî kısımlarından
oluşuyordu. İptidaî kısım (4 yıl) ilkokullara öğretmen yetiştiriyordu. İhzarî
kısım (2 yıl) Darülmuallimîn-i iptidaîlere öğretmen ve ilköğretim müfettişi
yetiştiriyordu. Âlî kısmın (4 yıl) Edebiyat, Tabüyat, Riyaziyat adıyla üç
şubesi vardı ve buralardan çıkanlar orta ve yüksek dereceli okullara öğretmen
oluyorlardı. Nizamname bir de inanılmaz hüküm getirmişti: Sultanî mekteplerinde
meccanen okuyan öğrencilerden tembel ve yaşı ilerlemiş olanlar, cezalandırılmak
için zorla İstanbul Darülmuallimîn ve Darülmuallimatına aktarılacaklardı.
Satı Bey’den sonra kaleme alınan bu
hüküm, Meşrutiyet dönemi gibi az çok bir uyanma döneminde bile öğretmenlik
mesleğinin resmî makamlarca ne kadar önemsiz görüldüğünü gösterir. İstanbul
Darülmuallimîni, Satı Bey döneminde önemli bir okul haline gelmekle beraber, “millî konulardan uzak, oldukça kuru ve kitabî
bilgilere sahip” öğretmenler yetiştirmiştir. Fakat bunlar, toplumu derinden
etkileyebilecek niteliklere pek sahip değillerse de yeni eğitim görüşlerini uygulayan
ve yayan öğretmenler olarak eğitim tarihimizde çok yararlı hizmetler yapmışlar,
taşra Darülmuallimînlerinin de yenileşmesine çalışmışlardır. Satı Bey zamanında
İstanbul Darülmuallimîni, Rusya Türklerinden gelen bazı gençleri de
yetiştirmiştir. Bunlardan İstanbul Darülmuallimîni ve Darülfünûnda okuyan
Buharalı Türk gençleri ‘yurtlarına döndüklerinde okullara sıra sokmak
istemişler, fakat mollalar (medreseliler) bu yeniliği “küfür” (dinsizlik)
sayarak kanlı biçimde engellemişlerdir. Medreselilerin bu tepkisi, daha önce
usûl-i cedîd konusunu incelerken de gördüğümüz gibi, Rus yönetiminin Türklerin
eğitim yoluyla uyanmalarını engelleme politikasına yardımcı olmuştur
Taşrada öğretmen yetiştirilmesi
konusuna gelirsek; Temmuz 1908’den hemen
sonra taşrada 30 Darülmuallimîn birden açıldı. Daha önce, eski
Darülmuallimînlerin genellikle bir öğretmeni vardı. Bazı dersleri de dışarıdan
gelen “seyyar muallimler” gösteriyordu. Öğrencileri talebe-i ulûm idi. Yeni
açılan Darülmuallimînler önceden hazırlanmış, düşünülmüş bir program
çerçevesinde ele alınmadığından, 30 Darülmuallimîne birden muallim bulunamadı
ve buralara İptidaiye ve Rüşdiye muallim-i evvel ve sanileri getirildi. Mektep
ve terbiye işleri ile ilgileri pek az müdürler tayin edildi. 1913-1914 ders
yılında taşrada 21 Darülmuallimîn vardır. Bakanlığın “kesin bilgi” aldığı
16’sında 61 yönetici, 162 öğretmen ve 1550 öğrenci bulunmaktaydı. Bu okulların
öğretim düzeyleri 1914’lere kadar çok yüzeyseldi. Fenn-i Terbiye dersinin ne
olduğunu bilmeyen, bunun yerine başka kitap okutan okul müdürleri vardı. Fakat
, bu tarihten itibaren, Satı Beyin yetiştirdiği öğrenciler buralara müdür ve
öğretmen olarak atanmaya başladı ve taşra Darülmuallîminlerinde bir canlanma
gözlendi.
Kadın öğretmen yetiştirilmesi
İstanbul’daki Darülmuallimat bu dönemde Darülmuallimat-ı Âliye adını almış ve
İptidaî, İhzarî ve Âlî adlarıyla üç kısma ayrılmıştır. İptidaî kısım (5 yıl)
ilkokullara öğretmen yetiştiriyordu. İhzarî kısım (2 yıl) Darülmuallimat-ı
iptidaiyelere öğretmen ve ilk öğretim müfettişi yetiştiriyordu. Âlî kısım (3
yıl), Edebiyat, Tabüyat, Riyaziyat şubelerine ayrılmıştı: Mezunları orta ve
yüksek dereceli okullara öğretmen oluyorlardı. Meşrutiyet döneminin başlarında
okulun erkek olan müdürü okula ayak bastırılmamış, ayrı bir binada
oturtulmuştur. Erkek öğretmenler de derslerine bir kadın mubassırın refakatında
girip çıkmışlardır. Erkek öğretmenlerin yaşlı ve çirkin olması yolundaki
geleneksel politika sürdürülmüştür. Taşra kız öğretmen okulları ise bazı
vilâyetlerde kız Rüşdiyelerine bir kaç sınıf eklenerek kurulmaya çalışılmış, 5
yıl süreli ve kız ilkokullarına öğretmen yetiştiren okullardı. Meşrutiyet
döneminde nitelikli ve çok sayıda erkek ve kadın öğretmen yetiştirilmesi fikri
önem kazanmış ve görüldüğü gibi bazı uygulamalara gidilmişse de, gerek ihtiyaç,
gerek kayırma, gerek mesleğin öneminin yeterince anlaşılamaması nedeniyle,
meslek okulları dışından bir çok kimse (kapıcılar, kahveci çırakları vs...)
mesleğe alınmıştır.
Maarif Nazırı Emrullah Efendi, 1910’da
gazetelerde yayınlattığı bir ilânla, “yalnızca okuma yazma bilenlere bile
muallimlik ehliyeti verileceğini, bunların muallim atanacaklarını” duyurmuştur.
Meşrutiyet dönemi sonlarında, Maarif Nezaretine verdiği bir raporda, Darülmuallimînler için aşağıdaki önemli
değerlendirmeleri yapmaktadır: “Sekiz dokuz seneden beri Darülmuallimîn
teşkilâtından aldığımız tecrübe şudur: Darülmuallimînler ya Darülmuallimîn
kalarak gelişemiyorlar ya da gelişince Darülmuallimîn kalamıyorlar. Başka
deyişle, eski Darülmuallimînler iyi muallim yetiştiremediği gibi, yenilerin
yetiştirdiği talebe de mesleğe bağlı olamıyor. Bence bunun birinci sebebi
meslekî mefkûrenin hâkim olmamasıdır: Muallimlik aşkı, muallimlik tutkusu
Darülmuallimînleri dolduramamıştır. Bu mekteplerde daha ziyade ilim, tahsil,
medeniyet mefkûreleri hâkimdir. Mekteplerin talebesi ‘muallim’ olmaktan ziyade
‘münevver’ olmayı düşünüyor ve Darülmuallimîni bu tahsili tamamlamak için araç
telâkki ediyor! Darülmuallimînden birincilikle mezun olup da hâlâ tahsilini
tamamlamak için başka mekteplere girmek isteyenler, yahut doğrudan doğruya
memur olanlar, yahut gittikleri mekteplerde mutsuz olanlar vardır. Bu gibiler
Darülmuallimînler için iflâs işaretidir. Bir meslek mektebinin her mesleğe
hazırlaması iyi değildir. Yalnız kendi mesleğine hazırlaması yararlıdır.
Darülmuallimînler, talebesini her yere hazırladıkları sürece iyi
muallim mektepleri olmaktan uzak kalacaklardır. “Başarısızlığın ikinci sebebi,
Darülmuallimînlerin hep ‘şehir ve medeniyet zâdesi (çocuğu, ürünü)’ olması, köy
ve millet ruhuyla ruhlanmamasıdır. Bizde Darülmuallimînler ‘cahil’
köylülerimizi hükümet vasıtasıyla münevverleştirmek, medenileştirmek ihtiyacından
doğmuş, medenî ve siyasî kurumlardır. Gelişmeleri milletten medeniyete değil,
daha çok hükümetten millete doğru olmaktadır.
Şehir Darülmuallimînleri bütün azamet
(görkem, gösteriş) ve büyüklükleriyle birer memur mektebi gibi yaşar dururken,
mezunlarını fakir, cahil köylere göndermeyi düşünmek zorla iş görmek demektir.
Darülmuallimînler, bilgisi şişkin, ukalâ muallimler yetiştirmekten
uzaklaşmadıkça ürünleri eksik olacaktır. Bizde bu mekteplerin amacı ilmî
olmaktan çok harsî (millî kültür kazandırıcı) olmalıdır. İlk mektep muallimleri
okuyup yazma öğretmekten çok millîleştirmek, harsîleştirmek zorundadırlar. Bu
mekteplerde din, edebiyat, ahlâk, musikî gibi maneviyat derslerine çok önem
vermelidir. Darülmuallimînler her mektepten çok mefkûre mektepleridir.”
SATI BEY’İN hayatına bir göz
gezdirelim ki belki eğitim maceramızın satır aralarını buralarda bulabiliriz. Mülkiye Mektebinden mezun olan Satı Bey
(1880-1968) aslen Araptır ve asıl adı Satı-ül Husri’dir. O zaman Osmanlı
Devleti içinde bulunan Yemen’de doğmuştur. Kaymakamlık ve öğretmenlik
yapmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra 1908-1911 yılları arasında
İstanbul Darulmuallimi müdürlüğünde bulunmuştur. Satı Bey, Türkçü değil,
Osmanlıcı görüşlere sahipti. Fakat Türkçüler kendisine büyük saygı duyuyorlar
ve ona, eğitim bilimi konularında değerli çalışmaları nedeniyle “Türk Froebel’i
diyorlardı. Asya’daki Türk ülkelerinden bir çok öğrenci gelip Darulmualliminde
ondan yararlanmaya çalışıyordu. Eğitim konuları üzerinde Ziya Gökalp ile
tartışmaları vardır. 1910 yılında İstanbul Öğretmen Okuluna müdür oldu. O sırada
Bakanlık adına öğretmen okulunun çıkardığı Tedrisat Mecmuası’nda yazıları
vardır. 1915 yılında “Muallim” adlı bir dergi çıkardı. Bu derginin ilk üç
sayısında Ziya Gökalp’in “Milli Terbiye” başlıklı üç yazısını yayımladı.
Dördüncü sayıdan itibaren bu yazıları eleştirmeye başladı.
Satı Bey’in “Fenn-i Terbiye”
(Pedagoji) ve “Layihalarım” adlı kitapları ile Yanya’da basılan zooloji,
botanik, tarım ve tabiat bilgisine ilişkin kitapları da vardır . Ancak, Satı
Bey, 1918’de I.Dünya Savaşının ülkeyi içine düşürdüğü felaket günlerinde
ülkeden ayrılıp Suriye’ye gitti ve Arap milliyetçiliğinin hizmetine girdi. Daha
sonraları da bazı Arap ülkelerinde önemli eğitim görevleri üstlendi.
Satı Bey’in eğitim tarihimizde yer
tutması başlıca şu nedenlerden ileri gelir: 1. Darulmuallimin müdürlüğü
sırasında aşağıda açıklayacağımız yeniliklere, düzenlemelere girişmiştir.
2. Darulmuallimin ve çeşitli
düzeylerdeki okulların programlarında Terbiye-i
Bedeniye, Resim, Elişi, Musiki derslerinin yer alması ve bu derslerin
gelişmesinde büyük çaba göstermiştir.
3. Malumat-ı Ziraiye, İlm-i Hayvanat,
İlm-i Nebatat, Dürus-i Eşya, Zirai Tatbikat, İlm-i Akvam, Fenn-i Terbiye (2
cilt) kitaplarını yazmıştır.
4. Toplumda herkesin öğretmenlik
yapabileceği zihniyetine şiddetle karşı çıkmış, öğretmenliğin özel yeteneklere,
bilgilere dayanan bir meslek olduğunu savunmuştur. Ona göre, “bu gerçeğin
anlaşılamaması maarifimizin en büyük yarasıdır”.
Satı Bey’in Beyrut (Lübnan)
Darü’l-Muallimi’de verdiği seri konferanslarda genel olarak faaliyet bakımından
eğitim-toplum arasındaki ilişkiyi şöyle açıklar. - Eğitim sosyal bir
faaliyettir yani bir önceki neslin eserlerinin yeni nesillere intikalidir. -
Eğitimin bir süreç içinde gelişme göstermesi ve geleceğe daha mükemmel bir
birikim bırakmasıdır. Satı Bey’in II. Meşrutiyet yıllarında “Fenni Terbiye”
adıyla yayınlanan eserinde; insanın kuvvet ve kabiliyetini üç kısma ayırmaktadır:
1. Fiziksel güç yeteneği 2. Zihin güç yeteneği 3. Ahlak güç yeteneği Bu
yeteneklerin oluşması ve gelişmesi için duygusal idareden sorumlu olan eğitimi
de üç bölüme ayırmaktadır: a. Beden eğitimi b. Zihin eğitimi c. Ahlak eğitimi
Bunlardan da anlaşıldığı gibi Satı Bey’in önem verdiği şeyler, sağlık,
psikoloji ve ahlaki yeteneklerdir.
“Eğitimde amaç bütünlüktür. Hem
kişinin hem de toplumun mutluluk ve yetkinliğini sağlar” der. Satı Bey’e göre
eğitim meselesi bizde önce para meselesinden ibaret görülmüş ve bazı güzel
mektep binaları yapılmış, okullar araç gereçlerle donatılmıştır. Fakat bu güzel
binalar çok yerlerde pislik içinde kalmış, sağlanan alât-ı fenniye (labaratuvar
araç gereçleri)nin yüzde onundan bile yararlanılmamıştır. Meşrutiyet başında
asıl meselenin muallim meselesi olduğu anlaşılmış, fakat bu işe de hazırlıksız
ve çok geniş olarak başlanmış, ilk hamlede otuzdan fazla Darulmuallimin
açılmıştır. Bu mesele en önemlisidir. Fakat alelacele ve çok sayıda öğretmen
yetiştirmek yanlış olduğu gibi, öğretmenleri yalnız bilgili ve ahlaklı
yetiştirmek de yetmez. Muallimlik her şeyden evvel mürebbilik demektir. Talim
ve terbiye ise bir hüner bir sanattır. Bunu yöntem ve ilkeleri batıda uzun
inceleme ve tecrübeler sonunda
belirlenip tespit edilmiştir. Bizim muallimlerimizde en eksik olan şey, bu
hüner-i talim, usûl-i terbiyedir. Bu nedenle, bilgili, hatta âlim
muallimlerimiz arasında bile gerçek bir muallim niteliklerine sahip olanlar pek
azdır.
5. Tuba Ağacı Nazariyesine karşı çıkıp
eğitim reformunun tabiî benzer şekilde yapılabileceğini, ilkokullardan
başlanılması gerektiğini savunmuştur. Bu nazariyeyi Emrullah Efendinin ortaya
attığı da bilinmektedir. Satı Bey’e göre, Tuba Ağacı nazariyesini savunanlar, iki
iddia ileri sürerler: a- Dünyanın her tarafında önce yüksek öğretim
geliştirilmiş, sonra ilk öğretim ele alınmıştır. b- Bize her şeyden önce,
yüksek öğrenim görmüş bir aydınlar topluluğu lazımdır. Oysa çürük bir
ilköğretime dayanacak bir yükseköğretim hiçbir zaman gelişemez. Üstelik her
ülkede eğitimin gelişmesi önce yükseköğretimden başlamamıştır. Fransa, İtalya,
İspanya,İngiltere gibi uygarlık hayatı bir-iki asrı geçen ülkelerde önce
üniversiteler gelişmiştir. Fakat Japonya, Bulgaristan, Yunanistan gibi uygarlık
hayatı bir asrı geçmeyen ülkelerde üniversiteler, ilkokullardan sonra
kurulmuştur. Örnek: Japonya’da ilkokullar ve öğretmen okulları 1870’de düzene
konmuş, ilk Üniversite 1871de açılmış, ikinci bir üniversite açılmasına ise
1899’da girişilmiştir. Yunanistan’da ilkokulların ve öğretmen okullarının
açılmasına 1824’te başlanmış, üniversite 1837’de açılmıştır. Bulgaristan’da da
üniversitenin açılışı 1888’de olduğu halde, ilköğretim 1870’lerde
geliştirilmeye çalışılmıştır.
Satı Bey, bizde Tanzimat döneminde
Darülfünûn kurulması çalışmalarının başarısızlığını “önce yukarıdan”
başlanmakla, buna karşılık bazı okullarımızdaki başarılı öğretimi ise, bunlara
hazırlayıcı okulların bulunması ile açıklar ve der ki: “Eğitim tarihimizde,
açılan kurumlar arasında faydalı olan ve devam edenlerin hepsi, temeli ihmal
edilmemiş olanlardan ibarettir: Mekteb-i Harbiye ve hatta Mekteb-i Tıbbiye,
ancak altlarındaki Askerî İdadîleri ve Rüşdiyeleri sayesinde yaşadı. Mekteb-i
Mülkiye ancak, bünyesindeki İdadî sınıfları sayesinde güç ve hayat buldu.
İdadiye mektepleri hep içlerindeki Rüşdiye sınıfları sayesinde ürün verdi. Şu
halde, bizim eğitim tarihimiz, yüksekten başlamanın sakıncalı olduğunu, her
öğretim kurumunun temele muhtaç olduğunu gösteriyor.”
Fakat, Satı Beye göre, bir İdadî mektebi
kurmak için ülkenin iyi ilkokullarla dolmasına ve Darülfünûn kurmak için ülkeyi
iyi İdadîlerin kaplamasına gerek yoktur. Çünkü, böyle olmasını beklemek çok
zaman geçmesine yol açar. Bu nedenle, öğretimin yüksek derecelerini kurmak için
bu kadar beklemek doğru değildir. Şüphesiz birkaç iyi ilkokul bir Idadîye,
birkaç İdadî bir Darülfünûna mahreç (kaynak) ve temel teşkil edebilir.
Satı Bey, bizde eğitim ıslahatının
ilköğretimden başlamasını uygun görmekle beraber, eğitimin tüm düzeyleri
arasında ilişkilerin bulunduğunu, hiçbirinin ötekilerden bağımsız, kopuk
biçimde ele alınamayacağını da ileri sürmüştür.
6. Ona göre, “siyasî ve idarî”
nitelikli olan Meşrutiyet idaresi bir amaç değil, ancak bir araçtır. Amaç,
Meşrutiyet idaresine “içtimaî” bir yön vermek, gerçek hürriyeti ve ciddî
toplumsal ilerlemeyi sağlamaktır. Bu ancak öğretmenler ve ilkokullar sayesinde
başarılabilir.
7. Öğretmenleri ilk kez “ordu”ya
benzeten odur. Böylece öğretmenlerin bireysel etkinliklerinin yanında, toplu
etkinliklerde bulunabileceğini önemle ortaya koymuştur: “Bir ordu ki, haricî ve
maddî düşmanlara değil, dahilî ve manevî düşmanlara karşı savaş ile görevli!
Bir ordu ki, düşmanların en güçlü ve öldürücüsü olan cehaleti imha ile görevli!
Milletlerin mukadderatı asıl orduları kadar, hatta ondan daha çok, bu manevî
ordularının güç ve faaliyetine bağlı!”
8. Bizde ilk kez öğretmen-politika
ilişkilerini ele alıp işlemiş ve bu konuda öğretmenleri aydınlatmıştır. Ona
göre öğretmenlerin, Devletin yönetimi ve ulusal çıkarlar konusuna ilgi
duymaları doğaldır. Fakat öğretmenler, çeşitli düşmanlık ve kinlere sebep olan
parti çekişmeleri şeklindeki günlük politikaya karışmamalıdırlar. Öğretmenler
iyi seçmenler yetiştirmelidirler.
9. Ziya Gökalp’le giriştiği kaliteli
ve bilimsel tartışmalarda eğitimin mutlaka millî olmayacağını, millî terbiyenin
yurtseverlik terbiyesi çerçevesini geçmemesi gerektiğini savunmuştur.
10. Okul müzeleri kurmuştur.
11. Mezun ettiği öğretmenleri
gittikleri yerlerde izlemeye, onların karşılaştıkları sorunlardan öğretmen
yetiştirmede ders almaya çalışmıştır.
12. Öğretmenlerin hizmet içi
eğitimleri konusunu ilk kez ayrıntılı olarak ele almış, uygulamalara gitmiş,
fikirler üretmiştir. O, “muallimlerin tensik ve ıslahı” dediği hizmet içi
eğitimleri için her yıl öğretmenlere yazın bir ay Fenn-i Terbiye ders ve
uygulamaları yaptırılmasını gerekli bulur. İstanbul Darülmuallimîni bu
çalışmaları yapmıştır. Satı Bey, taşradaki öğretmenlerin mutlaka İstanbul’a
çağrılarak eğitilmelerine gerek bulunmadığını söyler, bunun için “seyyar
heyet-i tâlimiye ve tensikiyeler” (gezici hizmet içi eğitim yapan gruplar),
oluşturulmasını önerir. E.
Meşrutiyet döneminde Batı
pedagojisinin temellerine dayanan ilmi karakterdeki yeni eğitim anlayışının
Türkiye’de yerleşmesinde rolü olan eğitimcilerin başında Satı Bey gelir. Onun
bu rolünü, bir taraftan çeşitli mecmualarda Emrullah Efendi başta olmak üzere,
Ziya Gökalp, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Mustafa Şekip Tunç ve Sadreddin Celal
Antel’le giriştiği oldukça seviyeli tartışmalar ve özellikle Fenn-i Terbiye
(1909) adlı eseriyle, diğer taraftan da İstanbul Darulmuallimin’deki üç yıla
yaklaşan müdürlüğü sırasında yukarıda anlatılan ıslahat faaliyetleriyle
açıklamak gerekir.
Darulmuallimin öğrencilerine verdiği
konferanslarının birinde, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e intikal eden gündemin baş
konusu olan “Niçin geri kaldık?” sorusunu Satı Bey şöyle cevaplandırır:
İlerlememize ne İslam dini ne de Türk ırkı engel olmuştur. Geri kalmamızın
başlıca nedeni azim ve sebat eksikliğidir. Bugünkü Batı medeniyetinin temelinde
bulunan düzenli, sebatlı çalışma, en çok muhtaç olduğumuz şeydir.
Satı Bey’e göre gerilikten kurtulabilmek,
faaliyet prensibine dayanan yeni eğitim anlayışının ve öğretim metotlarının
mekteplerde eski eğitim sisteminin yerine hakim kılınıp maarifin
yaygınlaştırılmasıyla mümkündür. Bunun için işe önce -Emrullah Efendi’nin “Tuba
Ağacı” nazariyesinin aksine- Japonlarda olduğu gibi, ilköğretimden
başlamalıdır. Satı Bey, Fenn-i Terbiye’de Batı pedagojisinde ele alındığı
şekilde eğitimi üç noktadan inceler: Beden eğitimi, fikir eğitimi, ahlâk
eğitimi. Ona göre insanın bedenî, zihnî ve ahlakî kabiliyetleri ancak eğitimle
geliştirilebilir: “Kuvve-i beşeriyenin bu üç kısmı arasında şiddetli bir
irtibat vardır. Bu sebeple terbiyenin bunlardan yalnız birine hasrı, terbiye-i
fıkriye, bedeniye ve ahlâkiyenin biribirinden tefriki katiyen caiz değildir.
Terbiyenin bıı üç kısmı daima biribirine mütevaziyen ve mütarafiken
ilerlemelidir” Satı, “Fransızca eğitim ve öğretim metodu yayınlarından
faydalanmakla birlikte onların pedagoji kitaplarında hiç yer almayan bir çok
soruyu inceleme şerefı”ne sahiptir. Söz konusu eserinde eğitimin amacını,
ferdin beden, fikir ve ahlâk bakımından mükemmel olmasını sağlamak için bir
takım fikir ve tecrübelerle donatmaktır şeklinde belirleyen Satı Bey,
kendisinden öncekiler gibi eğitimi ruhî ve ferdî bir olay olarak ele almakta,
bu anlayışıyla Batıdaki aynı yıllarda ortaya çıkan sosyal pedagojik
yaklaşımların uzağında kalmaktadır. “Terbiye, insanın kuvvet ve kabiliyetlerini
gerek kendinin ve gerekse beşer cemiyetinin müstait oldugu mükemmeliyetin son
derecesine mümkün oldugu kadar yaklaşmasını temin edecek bir tarza tenmiye
etmektir, suretiyle tarif olunabilir” diyerek sosyal pedagojiye meyletmiştir.
Böylece özellikle Ulûm-ı İktisadiye ve
lçtimaiye mecmuasında yayınladığı yazılarla esasen Spencer’in evrimci biyolojik
toplum görüşünü Fransa’da devam ettiren Rene Worms’un etkisinde olmasına
rağmen, “insan tipi ve bu insanın yetiştirilmesi meselelerinde zaman zaman
Durkheim’a da yaklaşmaktadır” Satı Bey’in önce Muallim Mecmuası’nda millî
terbiye konusuyla ilgili olarak “kollektif şuur” ve daha sonra da Terbiye
mecmuasında millî terbiye ve ahlâk ile mükafat ve ceza meseleleri etrafında
Ziyâ Gökalp’le yaptığı tartışmalar, gerçekten de seviyeli ve ciddî tartışmalardır.
O bu tartışmalarda kollektif şuuru kabul etmekle beraber, Durkheim’ın anladığı
tarzda ferdî şuur gibi doğrudan doğruya idrâk olunan ve ferdî şuurların dışında
onların muhassalası olmayan bir kalabalık şuurunun olduğunu reddederek, Ziyâ
Gökalp’i tenkit eder. Ona göre, ferdî şuurlar dışında bir kalabalık ruhunun
olduğu tasavvur edilirse, en azından ilimden çıkılarak metafiziğin sahasına
girmiş oluruz. Çünkü, sosyal vicdan veya kalabalık şuuru, ferdî şuur gibi
doğrudan doğruya sezgi ile idrâk edilemez.
Satı Bey, Ziyâ Gökalp’in ilkokullara öğretici,
liseleri ise eğitimci olarak sınırlandıran görüşlerini de tenkit eder. Ona
göre, ilkokulların da, liselerin de hem öğretici hem eğitici görevleri vardır.
Birinci görevin ikinciye nispeti, ilkokullarda liselerden çok daha büyüktür.
Çünkü çocuklukta eğitim en ziyade duygular telkin etmek, alışkanlıklar vermek
suretiyle doğrudan doğruya yapılırken, gençlikte eğitim fikirler vermek
şeklinde öğretim yolu ile yapılır . Satı Bey’in Z. Gökalp’le giriştiği
tartışmalar içinde en dikkat çekici fikirleri terbiyenin millî olup olmaması
meselesi üzerinedir. Gökalp’e göre, “kültürün çocukların ruhuna aşılanmasından
ibaret olan ‘terbiyenin millî olması gerekir”. O “millî” sıfatını eğitim
kavramına zarurî bir vasıf olarak bağlar. Esasen Durkheim’ın toplumcu
görüşlerinin “millî terbiye” adıyla eğitime orijinal bir şekilde tatbikinden
ibaret olan Gökalp’in bu tezini, Satı Bey aynı mecmuada yayınladığı yazılarda
tenkit eder. Ona göre, Zjya Bey değer hükümleriyle ilişkili olarak eğitim
kavramına sınırlı bir anlam veriyor. Bu şekliyle eğitim millî olabilir. Fakat
eğitim kavramının anlamı bundan daha geniştir. Satı Bey, Ziyâ Gökalp’in
kültürün fertlere aşılanması anlamındaki millî terbiyenin sadece ruhî terbiye
anlamıyla sınırlandırılmayıp, aynı zamanda beden terbiyesinde de geçerli olduğuna
dair görüşünü reddederek, “beden terbiyesiyle değer hükümleri arasında bir
münasebet olmadığı meydandadır” der.
Bunun üzerine, Ziyâ Gökalp
fikirlerinde bazı düzeltmeler ve Satı Bey’e yaklaşan açıklamalar yapar. Satı
Bey de eğitim (terbiye) kavramının öğretimi (talim) içine almayan bir anlamda
kullanıldığı takdirde, sadece ahlâk ve duygu eğitiminin millî olabileceğini
kabul eder. Ziya Gökalp’in Yeni Mecmua’nın 14 Şubat 1918 tarihli 32. sayısında
yayınlanan “Mekteplerde Mükafat ve Mücazat” yazısı üzerine, Satı Bey tekrar
onunla Terbiye mecmuasında tartışmaya girer. Bu tartışmaların temelinde de yine
her iki eğitimcinin terbiye anlayışları arasındaki fark yatar. Gökalp’e göre,
cemiyetin fertlere kendi lisanını, ahlakını, estetik zevkini, ilmi mantığını,
teknik vetirelerini aşılaması demek olan sosyalleştirme işine “terbiye” adı
verilir. Hâlbuki, Satı Bey’e göre ise terbiye, fertleri bedenî, fikrî ve ahlâkî
kabiliyetlerini ahenkli surette geliştirerek mükemmelleştirmektir. Gökalp, Satı
ile arasındaki bu terbiye anlayışını vurgulayarak, Satı’nın anlayışını
tamamıyla reddeder. Satı ise, “Terbiye Encümeni”ne verdiği bir muhtırada: Bizde terbiye-i milliyet hususunda çok
ehemmiyet verilmesi lâzım geldiği halde ekseriya ihmal edilen bir-kaç esas
vardır: Terbiye-i millîye: I-Terbiye-i vataniyeye tecavüz etmemeli 2-Mani-i
terakki bir muhafazakarlık şekli almamalıdır. Vatanperverlik hislerini zaafa
uğratan, vatandaş milletlere karşı mütecaviz bir vaziyet alan, asrî
terakkiyatın icabatına karşı gelen bir terbiye, bizim için zararlı bir terbiye
olur. diyerek Gökalp’in Türkçü yaklaşımlarını reddeder. Böylece Satı Bey,
Spencer üzerinden AngIo-Saksonların ferdîyetçi eğitim görüşünü benimser. Satı Bey,
Muallim Mecmuası’nda Ziyâ Gökalp’le yaptığı tartışmalara karışan İsmail Hakkı
Baltacıoğlu’nun savunduğu “çağdaş milletlerde eğitimin gayesi, çocukları
üretici yetiştirmektir” görüşünü de tenkit eder. Ona göre iktisadî hayat
önemlidir fakat bundan üretim ve iktisatın eğitimde gaye ve ölçü olduğu
sonucunu çıkarmak doğru değildir. Çağdaş toplumların hepsi iktisata önem
veriyorlar fakat bunu gaye değil vasıta gibi görüyorlar. Hayatın yemekle kabil
olduğuna bakarak yemeği hayatın gayesi saymak nasıl yanlışsa, üretici
yetiştirmeyi eğitimin gayesi saymak da yanlıştır.
Satı Bey’in öğretmen yetiştirme konusu
üzerinde gerçekleştirdiği dikkat çekici faaliyetlerden biri de, Darülmuallimîn
bünyesinde bir “Tatbikat Mektebi”nin kurulmasıdır. Esasen onun bu faaliyeti 1909
yılında Maarif Nezâretine verdiği bir lâyihada belirttiği şu görüşlerinin bir
sonucuydu: Derslerin zihinlerde temessülünü ve fikrî terbiyeye hizmetini temin
için en iyi usul bilhassa Almanya ve Amerika’ da pek meri olan tekşifî ve
tevlidî usul olduğundan muallim mektebinin tedrisatı bu usule tevfik olunacak
ve bu suretle müdavimler müşahede, mukayese ve muhakemeye ve netice olarak
keşfe alıştırılacaklardır.
Görüldüğü gibi Satı çağdaş reformist
eğitim akımlarının üzerinde durduğu öğrenci merkezli yeni eğitim/öğretim metot
ve tekniklerini oldukça şuurlu olarak tatbik etmek ister. O bu metotları
özellikle öğretmen yetiştirmede tatbik etmek amacıyla Tatbikat Mektebinin
kurulmasına önem vermiştir. Ayrıca Darülmuallimîn’in İptidaî şubesinin üç yıla
çıkarılarak meslekî tatbikat sınıfının ilave edilmesinde önemli rolü olan Satı,
konferans verme, okul müzesi kurma, inceleme gezileri yapma, öğretimde
projeksiyon âleti kullanma gibi bir çok yeni öğretim tekniğini ilk defa olarak
tâtbik eden eğitîmcilerin başında gelir.
Özetlenirse Satı Bey’iın gerek
seviyeli yayın faaliyetleriyle gerekse Darülmuallimîn’de gerçekleştirdiği
ıslahat çalışmalarıyla Meşrutiyet dönemi eğitim hareketleri içerisinde hem Batı
pedagojisinin memlekete girişinde hem de daha sonraki reformist karakterdeki
eğitim görüşlerinin oluşmasında hissedilir ölçüde rolü olmuştur. Öyle ki,
İsmail Hakkı Baltacıoğlu, özellikle uyguladığı yeni öğretim metotları açısından
Satı Bey’in oynadığı bu rolünü, “Meşrutiyet pedagojisi için önceki dönemlere göre büyük
bir adım, büyük bir inkılâp” olarak değerlendirmiştir. Gerçekten de, İstanbul
Darülmuallimîn’de onun yeni eğitim anlayışı ve metotlarına göre yetiştirdiği muallimlerin
daha sonraki yıllarda eğitim sisteminin yenileştirilmesinde etkileri önemlidir.
GELECEKLE İLGİLİ ENDİŞESİ OLANLARA ÇÖZÜM YOLLARI
Gün
gelmiş, uzak diyarlardan bu topraklara kahramanlık yapmaya gelmiş olanların,
daha fazla kahramanlık yapmalarını gerektirecek sebepleri kalmadığında, hepsi
birer birer kendi yurtlarına geri dönmüşlerdir.
Örümcek Adam Peter Parker New York’a, Süperman Clark Kent Metropolis’ e ya da
Kripton’a, Kara şövalye Batman Bruce Wayne de Gotham’a geri dönmüşlerdir.
Ben-Ten, Xman, Texas, Tommiks, Zagor, Asterix, Tenten, Red Kit, Tarzan, Hary
Potter ve diğerleri...
Çocukluk
hayallerimizi de yanlarına alarak.
Hepsinin görev süreleri bitmiştir bu topraklarda.
Hem bu toprakların kendi kahramanı vardır artık!
bu
şiiri okuyan adam!
bu şiiri okuyan kadın!
...
kendi ninnilerimizle bebeklerimiz,
annelerinin dizlerinde sallansın!
HASILI; YANİ!
Günümüzün modern dünyası “Medeniyetler Çatışması” adı altında yeniden dizayn
edilirken, bizler yani İslam Medeniyetinin müdavimleri gelişmişlik ve insani
değerler açısından hayatı ıskalamamızın ceremesini çekmekteyiz.
Adeta bir “varolma” savaşının tam içindeyiz. Sıcak savaşlardan öteye “kültürel
kuşatılmışlığımız” hayatın her alanında bu yoksunluğumuzu bütün zerrelerimize
kadar hissettirmektedir. Bir “ezik psikolojisi” ise bütün İslam alemini etkisi
altına almıştır. İnsanca ve müslümanca yaşayıp, evlatlarımıza müreffeh bir
hayat alanı oluşturmakta çareyi batı medeniyetini ve onların ürünlerini
sorgusuzca ithal etmekte bulmaktayız.
NE?
Batı kültürünün hegoman olmasının sebebini “disiplinler arası” irtibatta görmek
gerekir. Bir bütünü oluşturan parçaların birbirleri ile “illiyet bağıntısı”
rasyonelliğinde. Algı yaratma becerisinde. Aynı zamanda sonucun tezahüründe
oluşturdukları “kültür ekonomisi” kavramında.
“Yedi yaşına kadar çocuklarınızı bize verin, sonrasında sizin olsun!” der
sömürgeci Cizvit papazları.
Batı “insanı” aynı zamanda ticari-kültürel-siyasi bir obje olarak değerlendirip
uzun süreli bir yatırım aracı olarak görmektedir. Her bir hamlesinde üzerinde
çokça çalışılmış program ve projeler barındırmaktadır. Hiç bir şeyi boşluğa
bırakmaz. Bir mühendis titizliğinde bütün kurumlarının ortak hedef ve
paydasında tutar.
NEDEN?
İnsanın bireysel ve toplumsal gereksinimlerini dünyadaki kısıtlı kaynaklarla
giderebilmenin yolunu formülüze etmek gerekir. Hayatta tesadüfe yer yoktur. Dolayısı
ile “strateji” gerektirir bu uğurda oluşan düşüncenin hayatiyet bulması.
Batının “kirli geçmişi” reform ve rönasans hareketleriyle “yeni dünya algısı”
oluşturmuş ve “hakimiyet” esaslı organizasyonlara dönüşmüştür. Düşünce-fikir ve
sanat akımları bu konuda önemli roller üstlenmiştir.
NİÇİN?
Dinsel güdüler başta olmak üzere insanoğlunun yeryüzündeki serüveni “üstünlük”
kavramı üzerine yoğunlaşmıştır. İslam coğrafyasının Endülüs olup Avrupa’nın
uçlarına kadar genişlemesi “İlay-ı Kelimetullah” inancı üzerinden
gerçekleşirken Hristiyan aleminin yeryüzündeki varlığı dip manada “Armegedon”
akaidi üzerinden şekillenmiştir. Özde “helal-haram” sınırları insanların
gündelik ihtiyaçlarının sınırını çizmiştir. Ancak sosyal ve siyasi olayların
tezahürü insanların tekamüllerinde adını “tarih” dediğimiz hesaplaşmaktan asla
geri durulmayacak dede mirası bir insanlık geçmişi ile karşılar.
Tarih-doğa-toplum ve ego insan dediğimiz varlığa kendi spesifik rengini verir.
Kavim, millet, ulus gibi ortak reflekslere sahip insan kümelenmelerini peydah
eder.
NASIL?
Kendi özelliklerini geliştiren toplumlar diğer insan toplulukları ile de
iletişime geçmek durumundadırlar. Bu iletişim şekilleri savaşta dahil olmak
üzere kendi dilini geliştirir. Ticari, kültürel, siyasi ilişkiler ortak
menfaatlar düzeyinde savaş ve barış ortamlarını tesis eder ki; bütün insanlık
tarihi aynı zamanda “çatışma” tarihidir.
Sürekli teyakkuz halinde bulunmak toplumların varoluş endeksidir. Her an
şartlar değişebilir. Bunun en temel noktasıda “milli benlik” duygusunun
körelmemesidir. Bu duyguyu yitiren toplumlar, tarihin vazgeçilmez mezarlığında
kendilerine yer ayırmalıdırlar.
NE ZAMAN!
Tabi ki de şimdi! Ya da şimdi değilse ne zaman? Üşenme, erteleme, vazgeçme
başarısızlığın kilometre taşlarıdır. Mazeret bulma ise vasıtası.
İlim-kültür-sanat-edebiyat üretmek zorundayız. Çocuklarımızı kendi kültürel
kodlarımızla “biz” gibi yetiştirmeliyiz. Yabancılaşan çocuklar yabancılaşan
toplum demektir. Elbette evrensel/baskın kültür gerçeğini görmezden
gelemeyiz.
Yeni yol ve yöntemlerle çocuklarımızı kendi değerlerimize göre formatlamak
durumundayız. Global/fareli köyün kavalcısı çocuklarımızı çaldığı büyülü
nağmelerle...filmlerle, bilgisayar oyunlarıyla, markalarıyla; alıp bizden
uzaklaştırmadan.
KİM?
Biz! Biz, Türkiye’de siyasal erkin muktedir gücü...yani iktidarı elinde tutan
en büyük sivil toplum kuruluşu.
Eğitimde informal eğitime ibre yönelterek...
Kültürde milli ve insani değerleri gözeterek...
YOL ve YÖNTEM
Misal, belediyeler. Misal, İstanbul!
Ortak projelerle.
Gezi olayları gösterdi ki sosyal algı oluşturacak kanaat önderi nev’inde
sanatçılar yetiştirememişiz.
12 yılda bütçeleri çar-çur etmişiz; tabelavari işlerle...
ÇOCUKLARIMIZI KENDİ DEĞERLERİMİZLE KODLAYACAĞIMIZ PROJELER ÜRETMELİYİZ;
ÖZELLİKLE KENDİ KÜLTÜR VE SANAT ADAMLARIMIZLA!
Doğru sorgulamalar yapmalıyız; biz nerede hata yaptık? İslam coğrafyasının
genel hastalığı “yabancı kültür istilası” son olaylarda gerçekliğin çıplaklığı
ve mahcubiyetinde bıraktı bizi. Bütün yükümlülüklerimizi “lider”imize bırakmanın
ayıbıyla!
(Ayrıntılı olarak bütün proje dosyamız ve yol haritamız hazırdır. )
KÜLTÜREL
DÖNÜŞÜM
Zihinsel ve kültürel dönüşüm projelerine olan ihtiyacımız geleceğimiz adına
aciliyet kesbetmektedir.
FEHMİ DEMİRBAĞ