10 Mayıs 2020 Pazar


KOD ADI "BEYAZ HÜZÜN"


FEHMİ DEMİRBAĞ

Bu çalışmamız Kenan Korkmaz’ın "Beyaz Hüzün" isimli filminden esinlenilerek hazırlanmıştır.

BEYAZ PERDE İÇİN BEYAZ SİNEMA

İbn-i Heysem'in ilk karanlık oda fikrinin üzerine gelişen fotoğraf ve sinema teknolojileri insanlığın hayatının neredeyse vazgeçilmezleri arasındadır. Hele ki cep telefonlarıyla adeta her saniye çektiğimiz/çekilen videolarla nefes alıp vermekteyiz. Hayatımızı hayatlarına bakarak şekillendirdiğimiz, bir nevi rol modellerimiz olan "Fenomen" denilen insanları hayatımıza sosyal medya sokuşturmuyor mu? Buna bir de internet oyunlarını ekleyin. Çocuklarımız için vazgeçilmez olan çizgi filmleri...Yalnızca işi "kültür" diye adlandıramayız, "ekonomi" boyutunu da es geçerek.
Sinema denilince ilk akla gelen elbette Amerikanya'nın Kutsal Asa'sı(Hollywood) dır.
Hollywood denilince de aklımıza ilk olarak Yahudiler gelir. San Francisko'da sektöre dönüşmeye başlar sinema. Yahudi aleyhtarlığı ortalığı kızıştırınca Kaliforniya'ya sökün eder filmciler.
Eğlendirme maksadı taşır, en büyülü haliyle. Sonra propaganda özelliği farkedilir. Şarlo'dan Potemkin zırhlısına bir seyir başlar. 1. Cihan harbi, krallıklar filme alınan görüntülerden oluşur.
Kısa kesmeye çalışacağım. Sinema, televizyon, bilgisayar mecralarıyla film adı altındaki ürünlerin hayatımızda nasıl yer aldığına ve nasıl şekillendirdiğine dair kısa bir yolculuğa çıkartacağım sizleri.
Kısa dediğime bakmayın. Biraz uzayabilir. Ama sabırla okumaya devam ederseniz enteresan bilgiler sunmaya çalışacağım.
Evlerimizin baş köşesini işgal eden televizyonların vazgeçemediği program türlerinin başında sinema filmleri gelir. Sinema filmleri deyince de, akla ilk gelen Hollywood filmleridir. Bugün Amerika, tüm dünyaya emperyal ideolojisini Hollywood filmleriyle ihraç etmektedir
Hollywood filmleri, Amerika halkının yaşam tarzının diğer uluslarınkinden üstünlüğünü, zenginliğini, değerlerinin yüceliğini, sözde özgürlükçülüğünü, askeri gücünün ihtişamlığını vurgulayıp ön plana çıkarır. Bir sistemi dayattığından aslında alabildiğine ideolojiktir. Bu anlamda Hollywood filmlerinin ırkçı, milliyetçi ve militarist bir yaklaşım sergilediği görülür. Öte yandan, bu filmler, insanların tüketime olan taleplerinin artmasında yeni tüketim alışkanlıkları ve davranış kalıpları geliştirdiğinden, büyük ekonomik bir sektör oluşturmaktadır.
Bu filmler aracılığıyla Amerikan yaşam tarzı, tüketim kültürü, başka uluslara dayatılmakta, bu durum, başka ulusların kültürlerinin ve yaşam tarzlarının derinden etkilenmesine, kültürel çatışma ve kültürel çelişkilerinin artmasına, yerel kültürlerin yok olmasına ön ayak olmaktadır. Hollywood filmleri, insanların hayata bakış açılarının, gelenek ve göreneklerinin, davranış ve ilişki biçimlerinin değişmesinde baş rol oynadığı gibi, insanlar arasında tüketim çılgınlığını körükleyerek sistemin bir iç dinamiği olarak görevini yerine getirir.
Hollywood filmleri, Amerikan toplumunun toplumsal gerçekliğini yansıtmadığı gibi başka toplumların ve insanların gerçekliğini de yansıtmamaktadır. Filmler, fantastik öğelerle yoğrulmuş, hayatın gerçekliğiyle örtüşmeyen, yapılandırılmış bir kurgusallıktan ibaret olmaktadır.
Hollywood film yapımcıları, insanlar üzerinde, etki dozunu artırmak için ölüm, seks, şiddet, eğlence, oyun gibi temalardan çok yararlanırlar. Aynı şekilde bu uzmanların, gelişmiş teknolojik imkanlardan, özel efektlerden ve büyük parasal kaynaklardan yoğun bir şekilde yararlanarak, insan doğasına müdahale edilmesi ve şekillendirilmesinde büyük başarı sağladıkları görülmektedir. Gerçeklik, abartılı bir şekilde taklit edilerek, gerçek ötesi bir gerçeklik (hiper-gerçeklik) ile sunulurlar. Patlamalar, araba kovalamacaları, insanların kurşunlara dizilmesi, arka arkaya bindirilmiş saniyelik görüntüler, şiddetli müzik, oyuncuların rollerinde uzmanlaşmış olmaları, filmlerin insanları etkileme derecesini artıran faktörler arasındadır.
Hollywood filmleri, genellikle, polisiye, cinayet, intihar, askeri operasyon, uçak kaçırma, uyuşturucu kaçakçılığı, uzaylı ya da canavar yaratıklar, olağanüstü kahramanlar gibi kurgusal, fantastik gerçekliğe ilişkin çarpık bilgi içeren, salt eğlenceye dönük, insanları kendilerine ve hayata yabancılaştıran konuları malzeme edinir. Bu konuları işlerken yönetmenler bir olayın tarafı şeklinde filmin kurgusunu örer. Klasik iyi-kötü çatışması iyinin manipule edilmesi ile son bulur.
Hollywood filmleri insanları eğlendirirken aynı zamanda karmaşık olmayan, insanların beyinlerine yerleştirilen kültürel kodlarla, belirli mesajlar verir. Bunlardan en çok ön plana çıkan iyi-kötü ayırımıdır. Bu kavramlarla bazı keskin yargılar verilir. Şablon hep aynıdır. İyi ile kötünün savaşımında, iyiler hep olağan üstü özelliklerle donatılan Amerikalı kahramanlar, kötüler ise Amerikan halkından olmayanlardır, ötekilerdir. İyiler, kahraman Amerikalı polisler, kötüler ise; sürekli suç işleyen, katiller, uyuşturucu bağımlıları, fahişeler, silah kaçakçıları ve ölümcül Çinliler, pis zenciler, sorunlu göçmenler, Ortadoğulu teröristler, Ruslar ve doğuştan patolojik olarak nitelendirilen insanlardır. İyiler, savaş oyununda hep kazanırlar, kötüler ise hep kaybederler, olayın sonunda cezalandırılırlar ve öldürülürler. İyiler, güzel, çekici, seksi ve yakışıklıdırlar, kötüler hep kaba ve küfürlü konuşurlar, çirkindirler.
ABD Başkanları sinemayı, halkı politik kararlara hazırlamak ve ABD sempatizanlığı oluşturmak için bir araç olarak kullandı... ABD’nin propagandasında kullanılan o filmlere kısaca bir göz atalım mı?

Yönetmen Barry Levinson’ın Türkiye’de ‘Başkan’ın Adamları’ ismiyle gösterilen Wag the Dog (1997) filminde, Beyaz Saray danışmanlarından Robert De Niro, Başkan’ın adının karıştığı seks skandalını, seçimlere kısa bir süre kala medyanın ve Amerikan halkının gündeminden çıkarmak için ilginç bir yönteme başvurur. Hollywood yapımcısı rolündeki Dustin Hoffman ile bir araya gelerek, dikkatleri hayali bir savaş senaryosuna yönlendiren De Niro, tüm dünyayı ilgilendiren krizi yönetmek için bir beyin takımı kurar ve kitleleri meşgul etmeyi başarır. Levinson’ın Amerikan siyaseti ve medya ahlakı üzerine ince eleştiriler yönelten filmi, Beyaz Saray ile Hollywood arasında uzun bir geçmişe dayanan koalisyonun şifrelerini ilk kez gün yüzüne çıkarıyordu. Beyaz Saray’ın, sıkıntılı günlerde ülke içinde moral yükseltmek için film endüstrisiyle işbirliğine ihtiyaç duyduğu görülüyor.
ABD başkanları için sinema, politik kararlarına halkı hazırlamak ve uluslararası kamuoyunda Amerikan sempatizanlığı oluşturmak için ikna gücü yüksek bir propaganda aracı oldu. Mesajlar, kimi zaman politik kimi zaman da komedi ve aksiyon türünde yapımlarla verildi.
1930’lu yıllar boyunca tüm dünyayı etkileyen ekonomik buhranda umutları yıkılan kitlelerin trajediden kaçış olarak sinemalara akın etmesi Başkan Franklin D. Roosevelt’in dikkatinden kaçmadı. Roosevelt, beyazperdenin, topluma yön verebilecek etkili bir politik araç olabileceğini o sırada keşfetti.
Roosevelt, 1933’te hükümetin film yapımına doğrudan müdahalesini yasalaştırdı ve bunun karşılığında stüdyo sahiplerine sınırsız yetkiler verdi. Başkan Roosevelt, Amerika Birleşik Devletleri’nin 1. Dünya Savaşı sonrasında dünyada aktif bir rol oynaması konusunda kararlıydı. Ama kendisi gibi düşünmeyen Amerikan kamuoyunu buna hazırlamak için büyük çaba sarf ediyordu. Çoğu Amerikalı, Avrupa’da devam eden 2. Dünya Savaşı’na tamamen ilgisiz kalmayı tercih ediyordu. Pearl Harbor saldırısı, bölünmüş Amerikalıları birleştirmişti; ancak savaşa karşı olan azımsanmayacak bir kesim vardı.
Hollywood stüdyolarının kapılarını çalan Roosevelt’in imdadına Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman’ı bir araya getiren 1942 yapımı Kazablanka (Casablanca) filmi yetişti. Gişe rekoru kıran filmde, Alman toplama kamplarından kaçarak Kazablanka’ya gelen direnişçilerin Lizbon üzerinden ABD’ye iltica etmeleri, romantik bir aşk hikâyesi ekseninde gösteriliyordu. Konu, tarihi gerçeklerle hiç örtüşmese de Kazablanka, dikkatleri Pasifik’in öte kıyısında yaşananlara dikkat çekmeyi başarmıştı. Filmin ilk gösterimi bu yüzden, 1943 Kasım’ında General Dwight Eisenhower komutasında Kuzey Afrika’daki Alman birliklerini yenerek Kazablanka’ya giren İngiliz ve Amerikan askerlerine yapıldı.
Kazablanka’nın hemen ardından Savaş Bilgilendirme Ofisi (OWI) bünyesinde kurulan Sinema Dairesi’ne, milliyetçilik duygularını yükseltmek ve Amerikan ordusunun güçlü imajını yükseltmeyi amaçlayan propaganda filmleri üretme görevi verildi. Savaş yıllarında Paramount hariç film stüdyoları, OWI’nin tüm senaryoları çekim öncesinde okumasına ve rötuşlar yapmasına izin verdi.
“Amerikan milliyetçiliğini anlatmak için propaganda enjekte etmenin en kolay yolu filmlerin içerisine orta şiddetli propaganda katmaktır.” diyen dönemin OWI Müdürü Elmer Davis, önüne gelen senaryolar için sadece şu soruyu soruyordu: “Bu film, savaşı kazanmamıza yardımcı olacak mı?”
Kazablanka’nın yapımcısı Warner Bross, Franklin D. Roosevelt’in sadık bir destekçisi oldu. Bunun karşılığında sinema, savaş yıllarında Avrupa kıtasında çalışmasına müsaade edilen ve kazancını artıran tek sektör oldu.
II. Dünya Savaşı’nda Frank Capra, John Ford ve William Wyler gibi yönetmenler vatanseverlik duygularını okşayan Nazizm karşıtı filmlerle Amerikan kamuoyuna moral verdi. Capra, Savaşa Giriş (1942), Nazilere Darbe (1942), Britanya Savaşı (1943), Bölmek ve Fethetmek (1943), Düşmanın Japon’u Tanı (1945), Tunus Zaferi (1945) ve Neden Savaşıyoruz? (Why We Fight?) adlı propaganda amaçlı savaş belgeseli serileri yaptı. Kapalı gişe oynayan, Olmak Ya da Olmamak (To Be or Not To Be 1942) isimli komedi filminde Hitler alaya alındı.
Soğuk Savaş’ın etkili olduğu 1950’li yıllarda, ABD’de Senatör McCharty ve arkadaşlarının başını çektiği komünist avında işe Hollywood’dan başlanması anlamlıydı. ‘Komünistler geliyor’ paranoyasının hâkim olduğu bu dönemde, yüzlerce senarist, oyuncu ve yönetmen baskılara maruz kaldı, işten çıkartıldı, hapse atıldı. Kara listede ismi olan senaristlere, kazanmalarına rağmen Oscar’ları verilmedi.
OWI, 1945’te kapatıldı; fakat Beyaz Saray’ın Hollywood’la kurduğu örtülü koalisyon format değiştirerek devam etti. Sovyet rejiminin yayılma politikasına karşı sinema büyüsünü kullanan Beyaz Saray, kovboy filmleriyle ustaca düşünülmüş bir propaganda yolu izledi. Başkan Harry Truman ve Eisenhower dönemlerinde seri üretimle çekilen western filmlerinde, çitlerle çevrili özel mülkünde özgürce yaşayan ve pazar günleri kiliseyi aksatmayan muhafazakâr değerlere sahip aile modeli özendirilerek, komünizmin ‘ortak mülkiyet’ ve din konusundaki söylemlerine karşı bir model geliştirildi. Frank Capra, filmleriyle Amerikan Rüyası’nın ilham kaynağı oldu.
Kovboyların amansız düşmanı ise halka korku salan, gerçekte Kızılordu’yu temsil eden ‘Kızıl’derililerdi… Posta Arabası (Stagecoach 1939) ve Çöl Aslanı (The Searchers 1956) gibi türün önemli filmlerine imza atan John Ford, propaganda içerikli kovboy filmleriyle özdeşleşti. Stalin, kovboy filmleriyle beyazperdede Amerikan ikonu haline gelen ve sıkı bir anti-komünist olan John Wayne için KGB’ye ölüm emri verdi.
Hollywood, Vietnam Savaşı’nın seslerinin duyulduğu 1962 yılında, 2. Dünya Savaşı’nda Amerikan askerlerinin kahramanlıklarını anlatan savaş filmlerinin seri üretimine başladı. Normandiya çıkarmasını anlatan 2 Oskar ödüllü En Uzun Gün (The Longest Day) filminde Richard Burton, John Wayne, Henry Fonda ve Robert Mitchum gibi dönemin ünlü yıldızları düşük ücretlerle oynadı. Film, Vietnam öncesinde, ‘insanlığın güveni için çarpıştık, gerekirse yine yaparız.’ mesajını veriyordu.
Ne var ki Vietnam Savaşı’nda işler Beyaz Saray’ın planladığı gibi yolunda gitmedi. Warner Bross, bu kez Vietnam’dan gelen kötü haberleri perdelemek için çıkış yolu arayan Başkan Lyndon Johnson’ın tutunacağı bir can simidi oldu. Cepheden ulaşan iç karartıcı haberlere rağmen Vietnam’dan çekilmeyi politik çıkarları için göze alamayan Başkan Johnson, karşı propaganda için düğmeye bastı. Amerikan ordusunun ‘Ezileni kurtarmak’ sloganıyla kurulan özel gücü Yeşil Bereliler’in Vietnam’da ‘kahramanca mücadelesi’ni konu alan The Green Berets (1968) filmi çekildi. Başrolde John Wayne’nin oynadığı filmde ‘Vietnam’da her şey yolunda’ mesajı verildi. Oysa Yeşil Bereliler gösterimde olduğu sırada Pentagon, Vietnam’da tarihinin en büyük kayıplarını verdiğini rapor ediyordu.
Aktörlükten ABD Başkanlığı’na geçiş yapan Ronald Reagan da politikaları için sinemayı profesyonelce kullandı. Beyaz Saray, 1980’li yıllarda bir yandan Soğuk Savaş’ta galip taraf olmayı, diğer yandan da Vietnam yenilgisinin toplumda oluşturduğu ezikliği telafi etmeyi, gündeminin ilk sırasına aldı.
Reagan’ın, özgürlüğünden taviz vermeyen, ‘güçlü ve muhafazakâr Amerikalı’ hayali kısa sürede yapımcıların elinde ete kemiğe büründü. Sylvester Stallone, Arnold Schwarzenegger, Chuck Norris ve Bruce Willis gibi oyuncular korkusuz kovboyların yerini alarak güçlü kaslarıyla kötülere hadlerini bildirdi.
Stallone, Rambo 2’de (1985) Vietnam’da esir tutulan Amerikalı askerleri tek başına komünistlerin elinden kurtararak
Vietnam yenilgisinin intikamını alır. Rambo 3’te (1988) Ruslara karşı özgürlük mücadelesi veren Afganlılara katılır ve onlara beyazperde'de zafer kazandırır. Rocky 4’te (1985) ise Amerikan bayraklı şortuyla Rus rakibi Ivan Drago’yu kendi ülkesinde ve Sovyet yöneticilerinin hazır bulunduğu salonda ringe seren Stallone, finalde “herkes değişebilir” tiradıyla komünist dünyaya çağrıda bulunur.
Reagan döneminde, Vietnam Savaşı ve Watergate skandalıyla sarsılan Amerikan halkını birbirine kenetlemek için, ülkenin kuruluş yıllarında yaşanan İç Savaş ve sonrasını konu alan diziler üretildi. Kuzey ve Güney (North and South 1985), Şefler (Chiefs 1983), Mavi ve Gri (The Blue and The Gray 1982) gibi tarihi dizi filmlerde milliyetçilik duyguları kabartıldı. İlk Kan (First Blood-1982) filmiyle toplum dışına itilen Vietnam gazilerine ‘sizi anlıyoruz’ denildi.
Amerikan Savunma bakanlığının 54 milyon dolarla sübvanse ettiği Top Gun (1986) filminde donanma pilotu Tom Cruise, Sovyetler’e ait MiG uçaklarıyla havada yaptığı mücadeleyi kazanır.
Rakibi SSCB’nin kıtalar arası balistik füzelerinin uzaydan kontrol edilmesini öngören savunma programına Yıldız Savaşları (Star Wars) adını veren Reagan, medyanın desteğiyle kısa sürede ülkesini süper güç yapan kahraman bir başkomutan figürüne büründü.
Time dergisi Reagan’ı ‘Yılın Adamı’ seçerken, Hollywood ‘Süper Başkan’ figürüne göndermeler yapan kahraman filmlerine ağırlık verdi. Superman (1983/1987), Robocop (1987), Batman (1989), Cehennem Silahı (Lethal Weapon (1987), American Ninja (1985) filmleri gerçekte Reagan döneminin felsefesini parlatan yapımlar olarak dikkat çekti.
Oliver Stone, Müfreze (Platoon 1986) filminde savaşın acımasızlığına vurgu yapsa da alt metinde ‘onlar savaştılar; ama kahramanca öldüler’ mesajını vererek Vietnam’da zedelenen ulusal onuru onarma gayretine girişti. Stone’un, eleştirmenlerce en iyi işi kabul edilen Salvador (1986) filmi, ABD’nin Latin Amerika ülkelerindeki uygulamalarını iğneleyen bir akış izlese de arka fonda, ‘bu coğrafyada yaşananlar Beyaz Saray’ın sistemli politikası değil, kişi ve kurumların kişisel hatası’ düşüncesi aşılanır.
Ian Fleming’in romanlarından sinemaya uyarlanan İngiliz ajan 007 James Bond, Soğuk Savaş döneminde kapitalist NATO ülkelerinin üstün teknolojisini de kullanarak dünyayı ‘kötü Ruslar’dan kurtaran politik bir sembol oldu. MI6 ajanı İngiliz olsa da tüm James Bond filmleri Hollywood desteğiyle çekildi.
Küba krizinin dünyayı yeni bir savaşın eşiğine getirdiği 1963’te tamamlanan ‘Rusya’dan Sevgilerle’de (From Russia with Love) James Bond, komünist Ruslar karşısında zekâsı ve yüksek teknoloji sayesinde yüzü gülen taraf olur.
1967 yapımı İnsan İki Kere Yaşar (You Only Live Twice) filminde ise bu kez dünyayı tehdit eden ‘kötü’, komünist Çin’dir.
1983 yapımı ‘Ahtapot’ (Octopussy) filminde kötü adam Sovyet Generali Orlov’un amacı, çaldığı nükleer savaş başlıklarını Batı Almanya sınırları içindeki bir ABD hava üssünde patlatarak, Batı Avrupa ülkelerinin silahsızlanma politikasına yönelmelerini sağlayarak bu ülkelerin Sovyet yayılması için kolay lokma olmasıydı. Filmde Sovyetler, diğer Bond filmlerinin aksine ‘iyi’ yanlarıyla da temsil edilir.
Yaşayan Gün Işıkları (The Living Daylights1987) filminde ise Bond ülkesinden kaçan bir Rus generale yardım ederken, NATO ülkelerinin amansız düşmanı Sovyet gizli servisi, ilk kez sakıncasız olarak resmedilir. Serinin 19. filmi ‘Dünya Yetmez’ (1999) filminde Bond, Sovyetlerin dağılmasının ardından bağımsızlıklarını ilan eden Kazakistan ve Azerbaycan’da uluslararası bir teröristin izini sürer. Artık ne ideolojik düşman vardır ne de KGB…
Bond ezeli rakibi Ruslarla giderek yakınlaşırken, SSCB lideri Mihail Gorbaçov, ‘ekim devrimi’nin 70. yıldönümündeki konuşmasında Stalin ve Troçki’yi eleştiriyor, Avrupa ve Asya’da yerleştirilmiş olan orta ve kısa menzilli füzelerin imha edilmesini kabul ederek yeni dönemin sinyalini veriyordu.
Düşman algısının kısmen değişmesinin sebebi, Soğuk Savaş’ta yaşanan yeni süreçle yakından ilgiliydi. Sovyet lideri Gorbaçov, 1985 yılından itibaren ABD Başkanı Reagan ile Cenevre ve Reykjavik’te art arda zirve toplantıları yapmış, silahsızlanma, silahların denetimi, bilim, kültür, eğitim alanlarında bilgi alışverişi konuları ilk kez telaffuz edilmişti. Gorbaçov’un Soğuk Savaş’ı bitiren Perestroika (yeniden yapılanma) ve Glasnost (açıklık) adını verdiği reform çalışmaları sonunda Reagan, 1987’de orta menzilli füzelerin imhası için antlaşma imzaladı.
Soğuk Savaş’ta esen ılık rüzgârlar çok geçmeden Hollywood’da da etkisini gösterdi. Kaslarıyla ‘güçlü Amerikalı’ projesinin prototipi olan Arnold Schwarzenegger, Kızıl Ateş (Red Heat 1988) filminde bu kez ABD’ye kaçan bir uyuşturucu kaçakçısını kovalayan disiplinli Rus polisini canlandırdı. Schwarzenegger’in, ‘Ivan Danko’ rolünü canlandırdığı Kızıl Ateş, Kızıl Meydan’da çekilen ilk ABD filmi oldu. Böylece kamuoyu, Beyaz Saray ile Kremlin arasında başlayan yakınlaşmaya hazırlatıldı.
SSCB’nin dağılmasından sonra ABD’nin süper güç olduğu tek kutuplu dünyada, Washington imajını parlatırken masal dünyasının büyüsüne ihtiyaç duydu. Bill Clinton’ın başkanlığı döneminde (1993-2001) ise başkanları sempatik ya da kahraman gösteren yapımlara ağırlık verilerek sempatik başkan algısı oluşturulmaya çalışıldı. Michael Douglas (The American President 1995), Kevin Klein (Dave 1993), Harrison Ford (Air Force One 1996), Bill Pullman (Independence Day 1996) Amerikalıların sevgi ve güvenini kazanan başkan figürünü canlandırdı.
Soğuk Savaş’ın ardından Hollywood kahramanlarının yeni düşmanı Arap teröristler oldu. Arnold Schwarzenegger, ‘Gerçek Yalanlar’da (True Lies 1994) ülkesini bir grup Arap teröristten kurtarır. Denzel Washington’ı, ‘Kuşatma’ (The Siege 1998) filminde New York’ta bombalama eylemleri yapan Arap teröristlerin izini süren FBI ajanı rolünde görürüz.
George W. Bush, başkanlığının ilk yılında yaşanan 11 Eylül saldırılarının ardından ABD güvenliğini tehdit eden İran, Irak ve Kuzey Kore gibi ülkeler için önleyici savaş doktrinini açıkladı. Afganistan müdahalesi ve Irak’ın işgalini takip eden Guantanamo ve Ebu Gureyb Hapishanesi gibi uygulamalar dünya kamuoyunda Amerikan karşıtı sivil eylemlerin artmasına sebep olunca, Hollywood tekrar göreve çağrıldı.
Leonardo DiCaprio, ‘Yalanlar Üstüne’ (Body of Lies 2008) filminde Ortadoğulu terörist bir liderin dünyanın çeşitli yerlerinde bombalama eylemi yapmasını engeller. Filmde Arap coğrafyası, güven vermeyen bir yer olarak gösterilir. 6 Oscar kazanan ‘Ölümcül Tuzak’ (The Hurt Locker 2008) filminde Amerikan askerlerinin kahramanlığı anlatılırken alt metinde ‘Irak’ta herkesin potansiyel bir düşman’ olduğu izleyiciye empoze edilir.
Green Zone (2010) filminde CIA, Irak’ın bölünmemesi için uğraş veren ama başaramayan bir örgüt olarak gösterilir. Irak Savaşı’nı konu alan filmlerde, ABD’nin, gerçekte çıkarları için değil, bölge halkının özgürleştirilmesi için orada olduğu mesajı verilir.
George Clooney, birinci Körfez Savaşı’nı konu alan ‘Üç Kral’da (Three Kings 1999) Irak ordusunun zulmüne uğrayan yerel halkı koruyarak, gerçekte ABD ordusunun neden çölde olduğunun cevabını verir.
Ridley Scott’ın propaganda filmi ‘Kara Şahin Düştü’de (Black Hawk Down 2001) 1993’te Birleşmiş Milletler gücüne bağlı olarak kötü adamları yakalamak için Somali’ye gönderilen bir grup Amerikan askerinin hikâyesi etkileyici bir görsellikle anlatılır. Alt metinde, ‘yerel halkın özgürlüğü için buradayız’ mesajı dikkat çeker.
ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılında gösterime giren Güneş’in Gözyaşları (Tears of The Sun) filminde, orduya bağlı özel kuvvetlerde görev yapan Bruce Willis, emrindeki mangayla, bir grup mülteciyi Nijerya’daki diktatörün elinden kurtarmaya çalışır. Film, Irak’taki varlığı tartışılan Amerikan askerleri için iyi bir propaganda olur.
Michael Bay’ın, Transformers (2007) filminde Amerikan ordusu, doğal kaynakları ele geçirmek için başka bir gezegenden gelen kötü robotlardan Dünya’yı kurtarır. Bay, Armageddon (1998) filminde de ‘dünyayı kurtaran Amerikalı’ temasını merkezine alır ve Dünya’ya çarpmak üzere olan bir astreoidi, petrol sondaj uzmanı Bruce Willis hayatını feda ederek yok eder. Bir anlamda ‘biz iyi adamız’ mesajı alttan alta verilir.
Wag the Dog filminin gösterime girdiği 1998 yılında ilginç bir olay yaşandı. ABD Başkanı Bill Clinton ile Beyaz Saray stajyerlerinden Monica Lewinsky arasında Beyaz Saray’da yaşanan seks skandalı Clinton’ı başkanlığını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. Clinton, Kongre’de bir konuşma yaparak Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in nükleer silah yapımına göz yumduğunu öne sürdü ve Kongre’de Bağdat’a saldırı tehdidinde bulundu. Aralık ayında dört gün süren Çöl Tilkisi Operasyonu’nda Irak’ın farklı yerleri bombalanarak gözdağı verildi.
Kendisi de bir pilot olan aktör John Travolta, Kod Adı: Kılıçbalığı (Code Name: Swordfish) filminde ne diyordu?
"Onlar bir kiliseyi bombalarsa biz 10 tanesini uçuracağız, bir uçağı kaçırırlarsa biz tüm havaalanını yok edeceğiz, gerekirse kendi binalarımızı bombalayacağız, gerekirse bir şehri nükleer bomba ile sileceğiz ve terörün acımasız yüzünü insanlara göstereceğiz. Böylece terörist devletlere saldırmak için arkamızda kamuoyu desteği olacak."
Bu film, New York'taki ikiz kulelere saldırıdan tam 3 ay önce 8 Haziran 2001'de gösterime girmişti. 11 Eylül saldırılarıyla şaşırtıcı benzerlikler taşıyan filmin senaryosu, 11 Eylül'ün bir Amerikan komplosu olduğu tezini destekler nitelikteydi. Zaten John Travolta'nın oynadığı derin Amerikan devletinin adamı olan karakter, o dönemde George W. Bush'un yardımcısı olan ve Neo Con ekibinin en eli kanlı gözü dönmüş unsuru Dick Cheney ile benzeşiyordu. Dick Cheney de aynı mantığı güdüyordu. "Zor, oyunu bozacaktı"... (Bu arada enteresan birşey, Hollywood bazen bir kahin gibi olacakları görüyor. Mesela Ağustos 1997'de gösterime giren "Komplo Teorisi" -Conspiracy Theory - filminde de Türkiye'deki deprem tam olarak da 7,4 büyüklüğünde geçiyordu.)
AMERİKANYA KİNPARATORLUĞU
Amerikalı vahşiler deyince aklımıza hemen Kızılderililer geliyor değil mi?
Çünkü Hollywood filmleri bize öyle gösterdi, öyle öğretti; Yerliler zavallı beyazların kafa derilerini yüzerler!
Onlar vahşidir.
Yerlidir. Yerli olanlar vahşidir.
Tıpkı Barbar Türkler gibi.
Ama beyazlar uygardırlar. Onlar gittikleri yere barış, medeniyet, demokrasi getirirler.
Tıpkı Afrika'ya götürdüklerinden. Tıpkı Ortadoğu'ya getirdiklerinden. Tıpkı Uzak Asya'ya getirdikleri gibi.
İtiraz edenler yerlilerdir. Yerliler ilkeldir. Vahşidirler.
Zavallı, iyilik getiren beyazları anlamayan isyancıdırlar.
Hadi kısaca Amerikan vahşilerinin...beyaz adamın yani...yaptıklarına bir göz gezdirelim!
"1492 yılında Cenovalı kaşif Kristof Kolomb'un Nina, Pinta ve Santa Maria gemileri Amerika kıyılarına yanaştığında onları Arawak kızılderilileri karşıladı..
Kızılderililerin inancında Tanrılar sakallıydı ve denizden gelmişlerdi..
Sakallı istilacıları görünce onları doğaüstü sandılar..
Yüzerek selamladılar..
Mısır, patates ikram ettiler..
Atları, iş hayvanları, demir silahları yoktu..
Ama kulaklarına ince altın süsler takıyorlardı..
İşte o altınlar sonları oldu..
*. *. *
Kolomb kızılderililerle ilgili ilk izlenimlerini İspanya Kraliçesine şöyle yazmıştı..
“Bu insanlar o kadar yumuşak başlı, barışsever ki, yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına Majestelerinizin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar; gerçi çırılçıplak dolaşıyorlar ama davranışları terbiyeli ve övgüye değer”
Seyir defterine de şunları eklemişti.
"Onlara kılıçlarımızı gösterdik. Demir silahları ilk kez gördükleri belli. Kesmenin ne demek olduğunu bilmediklerinden, bazıları kılıçların keskin tarafını tutunca ellerini kestiler. Bu insanlar ne herhangi bir mezhebe bağlılar ne de puta tapıyorlar. Kötülüğü tanımıyorlar, birbirlerini öldürmeyi bilmiyorlar. Hiç silahları yok... Kızılderililer son derece sade, dürüst ve eli açık insanlar. Herhangi birinden sahip olduğu herhangi bir şey istenince hemen veriyorlar. Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar. Komşularını kendileri kadar çok seviyorlar. Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar yoktur. Her zaman gülüyorlar."
Bir de not düşüyordu.
"Bu insanların çalıştırılması, ekin ekmesi, gerekli her işe koşulması ve bizim (Avrupalalıların) gelenek ve göreneklerimizi benimsemesi gerektiği kanısındayım"
*. *. *
Ardından katliam başladı..
Sakallı yabancılar altın ve değerli taş aramak için köyleri yağmaladı, yakıp yıktı..
Yüzlerce kadını, erkeği, çocuğu kaçırdılar..
Kadınlara tecavüz ettiler..
Direnen erkeklerin kulaklarını kestiler, kafa derilerini yüzdüler..
Gemilerine atıp köle olarak satılmak üzere Avrupa’ya götürdüler.
Kolomb’un 12 Ekim 1492’de San Salvador sahiline ayak basmasının üzerinden on yıl bile geçmeden bütün kabileler, yüzbinlerce insan yok edildi..
Ardından akın akın geldiler..
Tüm Amerika Kıtasını cehenneme çevirdiler..
Katliamlara papazlar da katıldı..
Katolik olmayı kabul etmeyen Kızılderili şamanları ayaklarından asılarak canlı canlı yakıldı..
Kolomb Amerika'ya vardığında dünya nüfusunun 5'te biri kızılerili idi..
Sayıları 70 milyonu geçiyordu..
1492'den bugüne sadece 2 milyon kaldılar..
*. *. *
Dünya tarihinin en büyük soykırımını yapan Avrupalı istilacıların bu katliamı kitaplara şöyle yansıdı..
" İspanyollar istilacılar her geçen gün daha kibirli oluyordu. Aceleleri varsa yerlilerin sırtına biniyorlardı. İspanyolların canavarlığı sınır tanımıyordu.. Birgün ikisi de birer papağan taşıyan iki yerli çocuğa rastlayan iki papaz, papağanları aldılar ve sırf zevk olsun diye çocukların kafasını kestiler”
Las Casas
"Ben Küba’da iken üç ayda yedi bin çocuk öldü. Acıdan çılgına dönen bazı anneler bebeklerini nehirde boğuyorlardı... Böylece erkekler madenlerde, kadınlar ağır çalışma içinde ve çocuklar da süt bulamadıkları için ölüyordu. Bu kadar büyük, güçlü ve verimli topraklar kısa sürede boşaldı. İnsanlığa o kadar yabancı olan tüm bunları kendi gözlerimle gördüm ve şimdi bile yazarken ürperiyorum."
Las Casas
“Tanrı’nın hususi takdiriyle savaştan kaçan kızılderililerin tamamına yakını çiçekten öldürdük. Tanrı topraklarımızı temizledi”
"Massachusetts Körfezi Kolonisi’nin ilk valisi John Wintrop
"Kızılderilileri yakıyorduk..Onları böyle ateşte kızarırken ve bu ateşi söndüren kan gölünde görmek korkunç bir manzaraydı, çürüyen cesetler ve bunlardan yayılan koku berbattı fakat zafer tatlı bir fedakârlık gibiydi Bizlere olağanüstü yardımlarda bulunarak bu kadar gururlu ve kibirli bir düşmanı elimize düşüren, bu kadar çabuk bir zafer bahşeden Tanrı’ya şükranlarımızı sunarız."
Plymouth Kolonisi’nin Valisi William Bradford
"Kızılderililerin hamal olarak kullanılmasını kınamıyorum. Ancak bir adamın bir domuza ihtiyacı varken 20 tane öldürüyordu. 4 Kızılderili'ye ihtiyaç duyduğunda bir düzine alıyordu. Metreslerini omuzlarda taşınan hamaklar içinde fakir Kızılderililer'e taşıtan birçok İspanyol vardı. Bu uygulamalar esnasında yerlilerin maruz kaldığı kötü muameleler, zararlar, soygunlar, haksızlıklar ve büyük kötülüklerin sayılması istense bunun sonu gelmez. Çünkü onlar için Kızılderilileri öldürmek, yararsız hayvanları öldürmekte birdi. "
Cieaze de Leo
"Kızılderililerin eğer altını yoksa çocuklarını satarlardı. eğer çocukları da kalmamışsa kendi hayatlarını verirlerdi. Bu haraçları veremediklerinden ötürü Kızılderililer işkence acıları altında ya da gaddarca zindanlarda öldürülürdü. Zira İspanyollar onlara hayvani bir vahşilikle muamele ediyor ve onları hayvandan daha aşağı görüyorlardı.. Kızılderililerin cesetleri köpeklerin önüne yem olarak atılıyor, vücutlarından yaralara iyi gelebilecek bir yağ üretiliyordu. Kızılderili kadınlar sıra hâlinde direk ve ağaçlara, çocukları da onların ayaklarına asılıyordu."
Papaz Motolinia
"Sırf eğlence olsun diye, kadın erkek demeden yerli halkın ellerini, burunlarını ve kulaklarını kesip kopardıklarını ve bunun bölgenin değişik yerlerinde defalarca tekrarlandığını kendi gözlerimle gördüm.
Memeden kesilmemiş bebekleri annelerinin göğsünden alarak onları en uzağa fırlatma konusunda birbirleriyle yarıştılar.”
Bartolome de Las Casas
"Askerler pek çok Kızılderili'yi uykularında öldürdüler. Annelerinin göğüslerinden çekilip alınan bebekler anne-babalarının gözleri önünde kılıçla parçalanıyor ve bebeklerin parçaları ateşe atılıyordu. Kundaktaki bebekler beşikleri içinde parçalanıyor, kafaları eziliyor, en taş-yürekli adamın bile vicdanını sızlatacak bir vahşilikle öldürülüyorlardı..Bazı bebekler nehre atıldı, onları kurtarmak için anne ve babaları da suya atladı. Ama askerler ne çocukların ne de anne-babaların sudan çıkmalarına izin vermediler, hepsi boğuldu.”
David de Vries
*. *. *
Gerçeğin ta kendisidir..
Kızılderili kadınları çocukları doğduğunda elleriyle onların ağzını kapatırlar..
Nefes alması için ellerini bir süre çekip, bebeğin tekrar ağlamasına fırsat vermeden aynı hareketi tekrarlarlar. .
Ağlamamak, gözlerini dünyaya açan bir Kızılderilinin aldığı ilk derstir..
Beyaz adamdan kaçarken, kucaktaki bebeğin ağlaması her şeyin sonu demektir..Dersini iyi alamayan bir bebeğin çıkaracağı ses, kurşun yağmurundan ölmek demektir.
...
Ne diyordu Suriyeli bebek: "Sizi Allah'a şikayet edeceğim!"
Ne çok bebek şikayetçi olacak insanlık tarihinde yaşadıklarından dolayı beyaz adamdan!
Beyaz adamdan; insanlığın yüz karalarından.
Ah Kartaca! Kaybetneyecektin Roma' ya karşı!


Evet kaldığımız yerden yazımıza devam ediyoruz. Valla hiç kusura bakmayın, bu konuda benden kısa yazı beklemeyin.
Beyaz Hüzün filminden bahsediyoruz. Konusu kısaca şöyle: Kendisine bağlı birliği Sarıkamış'a ulaştırmak için zorlu bir mücadeleye girişen bir askerin hayatına odaklanıyor. Filmin kahramanı Abrek, Büyük Çerkes sürgünü sırasında (tıpkı benim dedelerim gibi) annesi ile birlikte Anadolu topraklarına sığınır. Fakat kadere boyun eğilmez malum, annesini bir cami köşesinde kaybeder. Yapayalnız kalan ve Osmanlı topraklarına sığınan Abrek, hayatına bir asker olarak devam eder. Balkan Harbine katılan ve yenilgiyi acı bir şekilde hisseden Abrek, Sarıkamış Harekatı için yola koyulur. Onun artık tek amacı, kendisine bağlı birliği Sarıkamış'a ulaştırmaktır.
Tabi filmi izlerken Osmanlı'nın son dönemleriyle ilgili genel bir bakış açımız olsa anlatılmak istenen hikayeyi daha bir içselleştiririz. Bir hazin hikayedir Osmanlının son dönemleri. Sultan Abdülhamid sonrası parçalanmaya başlayan, Jöntürklerin hayalperestlikleri ile alevlenen Trablusgarp, Balkan savaşları, 1. Cihan Harbi ile 25 ayrı cepheye yayılan, Sarıkamış, Çanakkale, Kut'ül Amare, Medine Müdafası, İstanbul'un işgali, milli mücadele ve istiklal savaşı ile devam edegelen muazzam bir dramın hikayesinden küçücük bir kesittir aslında filmde anlatılmak istenilen.
Elbette insanlık tarihinin en büyük dramlarından olan Çerkes Sürgününü de görmezden gelemeyiz. Hele ki İstiklal savaşının geri planda Çerkes-Sebatay bir nevi kapışması olarak da değerlendirmek gerekir. (Bu iddiayı sanırım ilk kez ben dillendiriyorum. Vakit bulursak ayrı bir yazıda konuyu açmayı düşünüyorum.) Tabi bu kapışmanın galibi olarak Sebataylar tarihin seyrinde galip olarak yer alırlar. Çerkes Ethem meselesinin de artık konuşulması gerekmiyor mu?
Neyse filme geri dönelim.
Filmin bir de ön hikayesi var. Hikayenin kahramanı Beyaz Hüzün filminin senaristi, yönetmeni ve başrol oyuncusu Kenan Korkmaz ile ilgili.
Hazır gündem Milli ve Yerli Otomobile odaklanmışken bu milli ve yerli sanatçımızla ilgili bir-iki tüyonun da bilinmesi gerekiyor.
Otomobil geçmişimiz malum. İlk Milli ve Yerli otomobilimiz Devrim'in hikayesini de araya sıkıştırmak isterdim ama kafanızı fazla karıştırmayayım. 70'lerde Reno'lar fabrika çıkışı olarak sağ aynasız üretiliyordu.
Alan kişi ilk önce sağ aynayı taktırıyordu.
Polis arabaları da genelde Reno oluyordu ama hiçbir polis cebinden para verip ayna taktırmadığı için sivil polis araçları hemen belli oluyordu.
Bu yüzden polislerin argoda adı 'aynasız' olarak kalmıştır. Bu örneklemedeki gibi ayrıntılar içeriyor Kenan Korkmaz'ın bilinmedikleri.
Kenan Erzurum'da öğrencidir. İçine tiyatro aşkı düşer. Bu aşkın sebebi de biziz. Yani "İnsanlar ve Soytarılar" isimli tiyatro oyununu 80 sonrası İslamcı gençlerin ilk sanat faaliyeti olarak sahnelemeleri muhafazakar gençlikte sanat aşkının ortaya çıkmasına da neden olmuştur, onları cesaretlendirmiştir.
Ulvi Alacakaptan o dönemlerin meşhur tiyatro oyunu "Şahları da Vururlar" oyununu Ferhan Şensoyla sükseli bir şekilde sahnelerlerken bir kominist sanatçı olarak Müslüman olduğunu ilan eder. İran İslam devrimi sonrası tüm dünyada islam dikkatleri üzerine çekmiştir. Mustafa Akad'ın Çağrı filmi, Fransız Kominist Parti başkanı Roger Garaudy'nin İslam'la şereflenmesi ve benzer gelişmeler tüm dünyada İslam'ın dikkatleri üzerine çekmesine sebep olmuştur. Şanlı Afgan direnişini de unutmamak lazım. İslam toplumlarında da bir moral esintileri oluşmaya başlamıştır. Demirperde'nin can çekişme evreleri olayların seyrini değiştirecektir. Artık kominizmin (ateizmin en önemli can kaynağı) can çekişmesi dünya sosyal hayatında da değişimlerin habercisi olacaktır. Türkiye' de Milli görüş olarak adlandırılan Siyasal İslam denilen yapı ve cemaatlerin güçlenmesi ivme kazanmaya başlamıştır.
İlim Yayma yurdunda kalan Anadolu'dan gelmiş fakir çocuklardık; üniversite eğitimi alıp da aileleri tarafından memlekete hayrlı evlat olarak yetişmeleri beklenilen.
Ulvi Alacakaptan yönetiminde, İbrahim Sadri'nin kaleme aldığı, Rahmetli Hasan Nail Canat'ın abilik yaptığı genç çocuklar olarak Afganistan'ın işgali üzerinden dünya siyasetini ele aldığımız oyunumuzu beklentilerin üzerinde bir başarıyla sahneye koyduk. Sanki tüm Anadolu diriliş için bizi bekliyordu. Dünyanın önemli tv kanalları bizimle röportaj için sıraya girmişlerdi. Bir yanda İslam mecmuası ciddi trajlar yapıyor, Fehmi Koru'nun yönetimindeki Milli Gazete, gazete oluyordu. Ali Rıza Demircan'ın "İslama Göre Cinsel Hayat" isimli çalışması ezberleri bozuyordu. O mıymıy pısık müslümanlara bir hal olmuştu. Ekibimizden Barbaros Ceylan'ın oyunumuzda kullandığımız müzikal parçaları camiada İslami Ezgilerin (Yeşilbesk) ortaya çıkmasına sebep oluyordu. Düşünsenize Müzik haramdır diyen topluluklar ilk kez sahnede "sazéile karşılaşıyorlardı. "Mute Savaşı" nı anlatan ilk bant tiyatrosu muazzam bir akına sebep olmuştu. Sonraları bu bant tiyatroları üzerinden Işıkçılar denilen Türkiye gazetesi TGRT'nin kurulmasına kadar gidecek bir yolculuğa çıkmışlardı. Camiada ben bile ilk standup'çı olarak "Sırf Medeni" isimli gösterimle düğünlerde-derneklerde ortaya çıkmıştım.
Zafer dergi grubu kamuoyuna Allah'ın varlığını delillerle ispatlamak için bilimsel tezler bulmaya gayret ediyordu. O ekolün temsilcilerinden Adnan Oktar Darvinizme ve masonlara karşı savaş açmıştı. Zaman gazetesi ile nurcular olarak bilinen Fethullahçılar filiz vermeye başlamışlardı. Sızıntının ileride büyük sıkıntılara sebebiyet verceğini henüz kimse kestiremiyordu. Ki onlar biz Refah Partilileri yani Erbakancıları kafir olarak işaret ediyorlardı. Ha bir de İrancılar. Sülümancılar o zamanda saman altından yürütmekteydiler sularını.
Hani şimdilerde ağızlarda bir "dava" sakızı var ya işte onun hikayesidir aslında filmimizin gizli konusu. Bizim hikayelerimizi bilmeyip de bizlerin ömürlerini harcadığımız dava ile koltuklarının cakasını satan yeni yetmelerin bilmedikleridir anlatacaklarım.
Konuyu yine uzattım di mi?
Merak etmeyin! Beyaz Hüzün'ü anlatmaya devam edeceğim.
Bez de rengarenktir hüzünler. Az biraz sabredin tamam mı?

Üniversite öğrencisi Kenan Korkmaz'ın gönlüne sanat ateşi düşmüştür. Bu ateşe düçar olmayanlar bilemezler nasıl da yakıcı olduğunu. Beyaz Hüzün isimli sinema filminin kritiğini yapmaya devam ediyoruz.
Önceki akşam Önder'in 4. Kültür-sanat ödül törenine iştirak ettim. 60 yıllık dernek nihayet kültür ve sanatın önemini anlamış olmalı ki çalışmalarına bu kategoriyi de eklemiş. Olsun, geç olsun güç olmasın nazarıyla bakalım yine de. ÖNDER kurulurken Yücel Çakmaklı girer sanat hayatımıza. İlk kez Hac yolculuğunun anlatıldığı bir Kabe belgeseli hazırlar. Sonra da sinema camiasına adım atar, 1968 senesine gelindiğinde elli kadar filmde vazife alır. Yücel Çakmaklı’nın görüşlerinde ve filmlerinde karşılığını bulan “Milli Sinema” yaklaşımında, İslâmiyet’in Osmanlı kültürü üzerindeki güçlü etkisi vurgulanıyordu. “Milli Sinema”nın köklerinin Selçuklu ve Osmanlı uygarlıklarına ait inanç ve değerler sisteminde, yaşam tarzlarında bulunduğunu belirten yönetmenimiz, aynı zamanda yabancı kültürlerin sömürgeci politikalarına da dikkat çekmeye gayret etmiştir.
Yücel Çakmaklı, Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Ediz Hun ve Orhan Gencebay gibi Yeşilçam yıldızlarına rol verdiği "Çile, Oğlum Osman, Diriliş, Kızım Ayşe, Memleketim" gibi, melodram sineması içinde değerlendirilebilecek filmlerinde kumarın, alkolün, batı kültürünün ya da burjuva yaşamının yozlaştırdığı, kurtuluşu geleneksel ve dinî değerlerde arayan kişilerin öykülerini anlattı.
O yıllar da Minyeli Abdullah romanıyla Hekimoğlu İsmail'in, Şule Yüksel Şenler'in Huzur Sokağı isimli romanının gençlerin hidayetine nasıl vesile olduğunu hatırlayalım. Ne hazindir ki aynı Huzur Sokağı ATV'de magazine malzeme olan bir tv dizisi olmuştu. Berhan Şimşek'i Minyeli Abdullah'laştıramamıştı hakeza yapılan sinema filmi.
Salih Diriklik, Mesut Uçakan'la sinemaya atılan milli imzalar 70'lerde bir diriliş kavgası veriyordu. Yıl 2019 iktidar olup da muktedir olamadığımız zaman diliminde ise kültür ve sanatta reisin ifadesiyle sınıfta kalıyorduk.
Bu yazı dizimiz bu bölümle de bitecek gibi değil.
Günümüze de dokundurmalar yaparak sinema üzerine konuşmaya devam edelim. Rtük onca mızmızlanmaya rağmen Netflix'e değil ceza en ufak bir uyarma dahi göndermemiştir. Özellikle eşcinsel içerikli yapımlara vermiş olduğu destekle islami camialarda rahatsızlanmaya sebebiyet verse de atı alan Üsküdar'a geçmiştir bile.
Genç bir Müslüman yönetmen hem de Sarıkamış üzerine ilk kez bir konuyu beyaz perdeye aktarmışken ve camiadan destek beklerken dünyada olup bitene de bir bakmak lazım.
Netflix’in geçtiğimiz günlerde piyasaya sürdüğü “The Irishman” filminde “De-Aging” teknolojisi ile Robert De Niro, Al Pacino ve Joe Pesci’yi herhangi bir makyaj hilesi olmaksızın 30 yaş daha genç gösterdi. Karakterlerin adeta zamanda yolculuk yapmasını sağlayan FLUX adı verilen yazılım ve özel kızılötesi kameralar, filmin yönetmeni Martin Scorsese’in isteği ile (senaryo gereği) Arjantinli görsel efekt süpervizörü Pablo Helman tarafından geliştirildi. Yazılımın tasarlanması 2 yıldan fazla sürdü. (Beyaz Hüzün filmi de 2 yılda çekildi.) Teknolojinin uygulanması içinse de tam olarak 1750 çekim yapıldı.
Computer-generated imagery teknolojisi sayesinde The Irishmna'ın kadrosunda yer alan efsane isimlerin makyajla gençleştirilmesine gerek kalmadı. Aslında bu teknoloji uzun yıllardır sinema sektörünün içerisinde yer alıyor.
1973'te 2 boyutlu basit grafiklerin filme dahil edilmesiyle ortaya çıkan CGI teknolojisi bilgisayarların donanım seviyelerine göre yükseldi. 2001'de ilk yapay zekaya sahip hareketli CGI sahnesi, Peter Jackson'ın yönettiği Yüzüklerin Efendisi filminde görülmüştü. James Dean’in, CGI teknolojisi sayesinde ölümünden 64 yıl sonra Finding Jack filmi ile geri döndürülmesi de çalışmalar arasında.
Bu teknoloji süper kahraman filmleri, bilim kurgu yapımları, animasyon filmleri ve benzeri birçok yapımda yaygın olarak kullanılıyor. (15 yıl öncesinden yapmaya çalıştığım Herotürk projesini gelde bizim yetkililere anlat!)
İlk fırsatta yazının devamı için yine elime kalemi (bilgisayar) alacağım. Siz de Beyaz Hüzün filmine yanınıza arkadaşlarınızı da alarak gidin.

*** 

Sarıkamış'ı anlatan Beyaz Hüzün isimli sinema filmini anlatmaya devam ediyoruz. Ara ara soluklanarak konu çerçevesinde değişik olayları da anlatımımızın örgüsüne dahil etmeye çalışıyorum. Yönetmen Kenan Korkmaz'la ilgili bilgilendirme yapacağımı da unutmadım elbette. Bakalım kalemimizin mürekkebi bizi hangi yolculuklara çıkartacak. Siz de sabırla okumaya devam edin lütfen. Ha bu arada fırsat bulursanız Walt Disney yapımı Togo isimli bir film var, onu da izlemeye çalışın lütfen. Beyaz Hüzün filmine başka türlü bakacaksınız. Ne demeye çalıştığımı daha iyi anlarsınız. Yani batının sanat, felsefe, sinema, duygu ve endüstri konularını nasıl ele aldığına belki kafa patlatmış oluruz.
Sinema tabiri caizse büyülü bir dünyadır. Fotoğrafı, oyuncuyu, müziği, doğayı, ışığı, son dönemlerde de özellikle bilgisayar teknojilerini kullanan sinema hayattan beslenir. Bir bilet alarak dahil olduğunuz bu karanlık ortamdaki oyunda, sinemanın büyülü ışığıyla aydınlanırsınız. (Not düşmek zorundayım. Sprütelizmi kastetmiyorum, şaşırtıcı ve hayranlık uyandıran çocuksu yönünü işaret etmeye çalışıyorum.) 1895 tarihi sinemanın doğum günü olarak kabul edilir. Bugün insanları peşinden sürükleyen ve hayal dünyamızın arka bahçesi olan sinema aynı zamanda dev bir sektördür. İslam topluluklarının konunun önemini bir türlü idrak edemedikleri bir sektör hemi de.
Fransız Lumiere Kardeşler sinemayı icat ettikten sonra, o beyaz perdeden ne çok adam ve kadın geçmiştir. Marilyn Monroe, Charlie Chaplin, Marlon Brando, Yılmaz Güney, Kemal Sunal, Türkan Şoray ve diğerleri…
Beyoğlu’nda kendi halinde bir sokak olan ‘Yeşilçam’, Türk sinema sektörüne adını vermiştir. Bugün Türk sineması yol kat etmiş olsa da, teknoloji ve prodüksiyon boyutunda dünya sinemasıyla karşılaştırmak doğru bir yaklaşım olmaz. Büyülü bir dünyanın kapılarını ardına kadar açan sinema, her zaman kendi kahramanlarını ortaya çıkartmıştır.
Sinemanın başlangıcı her ne kadar 1895 yılı ve Fransız Lumière Kardeşler olarak görülse de bunun öncesi vardır. Bu sinema öncesi döneme ait ilk icat, geçmişi ışığın doğrusal dağılımı, gölgelerin özellikleri, karanlık oda, yansıma, kırılma, gökkuşağı ve harenin oluşumu gibi pek çok temel optik olguyu niceliksel fiziğin matematiğe dayandırılarak açıklayan İbn-i Heysem'e aittir. Yani bugünki yaklaşımla dünyanın ilk bilim adamına...
Tarihsel olarak günümüze daha yakın olan icat ise bir çeşit projeksiyon cihazı olan ‘Büyülü Fener’ yani Lanterna Magicea‘dır.
Aslında bu şekilde (çocukken oynadığımız) bir silindirin etrafına çizilen resimlerin, silindirin hızlıca çevrilmesiyle hareket ettiği Thaumatrope ve biraz daha gelişmiş hali olan Phenakisticope yaratıldı.Bu aletlerin yanı sıra görüntülerin kaydını kolaylaştıran plastik şerit Laurie Dickson tarafından keşfedildi.Bütün bu gelişmeler, sinemanın icadına büyük katkısı olan iki isim Thomas Alva Edison ve Robert W. Paul’ın işini kolaylaştırmıştır. 1894 yılında ilk pratik kamera olan Kinetograph, Edison tarafından icat edilmiştir. 1895 yılında yine kendisi tarafından görüntülerin hareketli izlenmesin sağlayan bir çeşit dolap şeklindeki Kinetoscope geliştirilmiştir. İcat, kısa süre içerisinde Amerika ve Avrupa’da kullanılmaya başlanmıştır. Kinetoscope’taki görüntülerin daha çok kişiye gösterilmesi için 1895 yılında Robert W. Paul tarafından başka bir projeksiyon makinesi tasarlanmıştır. Böylece ilk basit sinema pek çok kişiye ulaşmıştır.
İlk sinemanın altyapısında önemli gelişmeler sağlandıktan sonra Fransız kardeşler, Auguste ve Louise Lumière ilk taşınabilir kamerayı keşfetti ve buna Sinematograf adını verdiler. Daha önceki gelişmelere rağmen neden sinemanın icadı ilk onların ismiyle anılır bilinmez, ama bunda yaptıkları bazı çekimleri Paris’te bulunan Grand Cafe’ de paralı gösterimle sunmaları da etkili olabilir. Bu çekimlerden en çok bilinenler Bir Trenin Gara Girişi, Bir Duvarın Yıkılışı, Islanan Bahçıvan ve Boğa Güreşçisi‘dir.
Sinemanın sanat ve ticaret ortamına girişi 1903’de Büyük Soygun (The Great Train Robbery) filmiyle başlamıştır. 1912 yılına kadar sessiz filmler yapılmıştır. 1920 yılında kadar olan süreçte üç önemli gelişme daha vardır. Bunların ilki 1913 yılında Hollywood’un kurulması, ikincisi 1914 yılında ilk Görüntü Sarayı‘nın New York’ta açılması ve sonuncusu da yine 1914 yılında Charlie Chaplin’in Küçük Serseri isimli filmle sessiz sinemaya girmesidir. 1920′ye kadar olan bütün gelişmeler sinemanın sonraki yıllarındaki gelişimini hızlandırmış ve bir sürü yeni sinemacı için kapıları açmıştır. 1939 yılında renkli olarak çekilen Rüzgar Gibi Geçti (Gone with The Wind) filmi çok başarılı olmuştur.
Lumière Kardeşlerin filmini ilk defa izlemeye gidenler filmden o kadar etkilenmişlerdir ki, perdede gördükleri trenin yakınlaşmasıyla kendilerine çarpmasından korkarak salondan kaçmışlardır. Bugüne geldiğimizde, Martin Scorsese 2011 yılı yapımı olan filmi Hugo‘da, Trenin Gara Girişi sahnesiyle Lumiere kardeşlerin trenine selam gönderir.
Bugün oldukça konforlu salonlarda film izlemenin keyfine varıyoruz. İlk sinema salonu ise Nickelodeon adıyla 1905’de açılmıştır. İnsanlar bu salonda kesintisiz olarak gösterilen filmleri izlemenin keyfini çıkartmaktaydılar.
Çok büyük ve etkili bir kitle iletişim aracı olan sinema; göze, kulağa ve kalbe hitap ederken, insana ulaşmanın belki de en kestirme ve güzel yoludur. İyi yapılmış işler, geçmişten bugüne toplumları etkileyip, gerçekten çok daha önemli sanal karakterler ortaya koymuşlardır.
Ya biz de sinema tarihte nasıl yerini almıştır?
1885′te Lumiére Kardeşlerin Paris’te ilk film gösterimlerini yapmalarından bir yıl sonra, 1886′da sinema Türkiye’ye de gelmiştir. İlk sinema gösterimi Yıldız Sarayı’nda yapılmıştır.
Ancak Türkiye’de sinemanın ilk yılları, yabancı film gösterimleri şeklinde olmuştur. Fuat Uzkınay’ın 1914 yılında çektiği “Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” isimli belgesel film, ilk Türk filmi olarak kabul edilmektedir. Cumhuriyete kadar geçen dönemde Birinci Dünya Savaşı ile ilgili haber filmleri ağırlıktadır; bununla birlikte öykülü filmler de çekilmiştir.​
Tiyatro sanatçısı Muhsin Ertuğrul, 1922 yılında kurulan ilk film şirketinin başına getirilmiş ve çektiği filmlerle 1950′ lere kadar Türk sinemasının en önemli ismi olmuştur. Muhsin Ertuğrul sinemasında tiyatronun etkileri açıkça görülmektedir. Otuzu aşkın filmi arasında başlıcaları; Kurtuluş Savaşı’nı konu alan ‘Ateşten Gömlek’ (1923), ilk sesli Türk filmi olan ‘İstanbul Sokakları’ (1931) ve “Bir Millet Uyanıyor”dur (1932). Ertuğrul’un 1933′te çevirdiği ‘Söz Bir Allah Bir’ ile sinemaya adım atan Cahide Sonku ise ilk Türk kadın oyuncusudur. Bir yıl sonra çekilen ‘Aysel Bataklı Damın Kızı’ (1934), Sonku’ya ün getiren filmdir.​
Aslında Türk sineması Türk tiyatrosundan doğarak gelişmiş fakat Türk sinema tarzını ve dilini yaratamamıştır. Bir Fransız ve Rus film tarzından bahsedilebilir. Fakat Türk sinema dili ve tarzından şimdilik bahsetmek mümkün değil. Aynı şekilde Türk sinema platformu ve alanlarında da yetersizlik olduğu bir gerçektir.
​1950′lerden sonra Türk sinemasının tiyatro etkisinden kurtulduğu ve yavaş yavaş bir sinema dilinin oluştuğu görülmektedir. Ömer Lütfi Akad’ın 1952 tarihli ‘Kanun Namına’ adlı filmi; anlatış tarzı, oyuncuları ve çevrildiği mekânlar ile Türk sinemasında bir dönüm noktası olmuştur. Lütfi Akad’la birlikte Metin Erksan, Halit Refiğ, Ertem Göreç, Duygu Sağıroğlu, Nevzat Pesen ve Memduh Ün gibi yönetmenler, daha çok toplumsal sorunlara yönelerek başarılı filmler üretmişlerdir. Metin Erksan’ın yönettiği ‘Susuz Yaz’ (1963), Berlin Film Festivalinde ‘Altın Ayı’ ödülünü alarak uluslararası alanda ilk başarıya ulaşmıştır.
1960′lı yılların sonlarından itibaren televizyonun varlığı sinemayı olumsuz etkilemiştir.
Bir karine olarak düşünün lütfen. Sinema hayal ettirir. Bir milletin kendi hayalleri olmalıdır. Sinemayı beceren toplumların gelişmeleri kaçınılmazdır. Milleti kimliklendirir.
Neyse...Biraz daha ara verelim. Beyaz Hüzün filmi üzerinden sinemayı konuşmaya devam edeceğiz.


Genç Kenan sanat aşkına, tiyatro aşkına soluğu kültür başkenti(!) İstanbul'da alır. Sezai Karakoç'tan Necip Fazıl'dan, Bediiüzzamandan aldığı ilhamı içinde yoğurmuş ve bunu insanlarla paylaşmak istemiştir. Tiyatronun önemine inanmaktadır. Öyle ya koca Almanya 2. Cihan harbinden sonra taş üstüne taş kalmamış ülkesini ve insanlarını Bertol Brecht'le eğitmemiş midir? Sanatın gücüne inanmaktadır. Amerikayı Amerika yapan Walt Disney değil midir? Japonya Manga ile halkını eğitmemiş midir? Sanat ucu halka dokunuyorsa okulların yapamadığını yapan bir müessese değil midir.
Harcında bulunan İslamcılık toplumda kendisini ifade edememektedir. İslami tiyatro kavlinde yapılan çalışmalar aslında içerik ve estetikten mahrum bir müsamere hükmündedir. Bunun için bir süre sonra Bostancı'da varını yoğunu ortaya koyarak bir tiyatro salonu sahibi olur. Muazzam servetler harcayarak pahalı prodüksiyonlarla oyunlar sahneler. Ki şunca imkana sahip olan muhafazakar belediyelerin yapamadığını bir başına yapmaya çalışmaktadır. Nihayetinde (benim de yoğun kışkırtmalarımın bir nebze etkisiyle) sinema için harekete geçmeye karar verir.
Biraz ara verelim ve islami hassasiyet içerikli tiyatro sanatının ülkemizdeki gelişimine bir göz atalım. Bu konuda Beşir Ayvazoğlu'nun kaleminden destek alarak...
"İBB Kültür Daire Başkanlığı Necip Fâzıl’ın “Reis Bey”, Mustafa Kutlu’nun “Mavi Kuş” ve İskender Pala’nın “Aşk Bir Zamanlar” isimli oyunlarını Şehir Tiyatroları’nın 2019-2020 mevsimi repertuarından çıkarmış. Gerekçe: İsrafı önlemek... Üç isim de “muhafazakâr” camiadan olmasaydı, bu gerekçeye belki inanabilirdik. Ekrem İmamoğlu’nun seçim kampanyası sırasında söylediklerine bakarak bazı şeylerin değişebileceğine inananların, daha doğrusu belediyeyi onun yöneteceğini zannedenlerin ümitleri boşa çıkacak gibi görünüyor.
Recep Tayyip Erdoğan, 1994 yılında Refah Partisi’nin adayı olarak girdiği seçimden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak çıkınca CHP’li başkanın arkasında bıraktığı devâsâ problemlerden ziyade Şehir Tiyatroları’yla nasıl başa çıkacağını merak etmeye başlamıştım. Çünkü bizde tiyatro başından beri ideolojik dönüştürme açısından en kullanışlı vasıtalardan biri olarak görülmüştür. Tek Parti döneminde Halkevleri ve Halk Odaları’nın ülkenin en ücra köşelerine kadar götürdüğü tiyatro sayesinde, “devrimci” seçkinlerin gelecek projesine uygun olarak üretilen yeni geçmişin halka benimsetilebileceği zannedilmiştir. Çünkü Batıcı seçkinler, halkın yaşanan gerçekle sanatın gerçeğini birbirinden ayıramayacağı, dolayısıyla tiyatroda ne verilirse kabul edeceği inancını taşıyorlardı.
Aslına bakılırsa, seçkinlerin tiyatrodan beklentileri sadece Cumhuriyet devrine has değildir. Tanzimat’tan sonra, tiyatro meselemiz halledildiği takdirde bütün meselelerimiz sona erecekmiş gibi bir hava yayılmış, her gösteride bir dizi ritüele sahne olan tiyatro ve konser salonları çağdaş “mabet”ler ve halkın “adam” edildiği mekânlar olarak görülmüştür. Türkiye’de tiyatroya damgasını vurmuş öncü şahsiyetlerden olan Muhsin Ertuğrul’un Tiyatro Âdâbı isimli broşürü bu bakımdan çarpıcı bir belgedir. “Eğlence yeri” değil, “büyüklerin mektebi” olan tiyatroya mümkün mertebe temiz elbiseler giyilip gürültüsüzce oturulur, “Perdenin açılacağını ihbar eden işaretten sonra, perde kapanıncaya kadar artık bir kelime bile konuşulmadan yalnız eser dinlenir.” Çünkü “Bir milletin bilgi ve anlayış seviyesi sanat eserlerine ve sanatkârlarına gösterdiği alâka ile ölçülür.”
Kelimenin tam mânâsıyla bir Tek Parti devri adamı olan Muhsin Ertuğrul, dayattığı bu “âdâb” ile, halkı, oyunu beğense de beğenmese de sessizce seyredip sonunda alkışlamak zorunda olan pasif bir seyirci konumuna düşürmüştü. Beğenmemek yasak! Sahnede ne söyleniyorsa doğrudur, ne veriliyorsa alacak ve alkışlayacaksın!
Resmî kültür politikasının vazgeçilmez unsurlarından biri olan opera ve bale için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Bu kurumlara yöneltilebilecek herhangi bir eleştiri, hassas bir noktaya iğne batırılmışçasına, şaşırtıcı bir öfke ve tepkiyle karşılanacaktır. Yazdığınız operanın konusunu Avrupa tarihinden alabilirsiniz. Alkış hazırdır. Osmanlı tarihinden alınmış herhangi bir hadiseyi yahut evliya menkıbelerini vb. işlerseniz, siyasî şartlar gerektiriyorsa “kerhen” sahnelenebilir, ama defterden silinmeyi göze alabilmelisiniz. “IV. Murat” ve “Karyağdı Hatun” gibi operalar yazdığı için rahmetli Okan Demiriş’in yaşadığı sıkıntıları kendisinden defalarca dinlemiştim.
Türk tiyatrocuları yabancı oyunlara bir başka tutkuyla bağlıdırlar. Birbirlerine “rol gereği” yabancı adlarla hitap ederken ayrı bir haz duyar, yerli yazarları ve oyunları genellikle “banal” bulurlar. Yerli bir oyunun sahnelenebilmesi için, yerli değerlerin aşağılanması gizli birinci şarttır. Tarık Buğra’nın hürriyet ve bağımsızlık için 1956 yılında kıyam eden Macar halkına bir saygı duruşu niteliği taşıyan “Ayakta Durmak İstiyorum” isimli oyunu Devlet Tiyatroları tarafından sahneye konulunca bir eleştirmen “Devlet Tiyatrosu ırkçı ve Turancı bir eser oynuyor!” diye yaygara koparmış, Kenter Tiyatrosu ise aynı yazarın “Akümülatörlü Radyo” isimli oyununu repertuarına aldığı halde, sol çevrelerin baskısı yüzünde sahnelemeye cesaret edememişti.
Tarık Buğra’nın “Yüzlerce Çiçek Birden Açtı” ve Necip Fâzıl’ın “Bir Adam Yaratmak” isimli oyunlarını emirle sahneye koymak zorunda kalan bir yönetmenin bu oyunlarla ilgili broşürlerde günah çıkarırcasına ve bir yerlerden özür dilercesine yazdıklarını da çok iyi hatırlıyorum: “Neden bu tür tartışmalı, çetrefil, su götürür, üstelik şaibeli oyunlar hep bana veriliyor acaba?” Bu cümle, bir psikolojiyi ve bir zihniyeti anlamak bakımından çok çok önemlidir. Aynı yönetmen, Necip Fâzıl’ın oyununu nasıl acımasızca budadığını, mistik muhtevasından nasıl uzaklaştırdığını da övünerek yazmıştı.
Bir tiyatro, hitap ettiği toplumu dönüştürmek amacıyla kurulmuşsa, ondan yıkmaya çalıştığı değerleri sahnesine taşıması beklenebilir mi? Muhafazakâr bir yazarsanız ve yazdığınız oyunlarda kendi tarihinize, kültürünüze, değerlerinize olumlu yaklaşıyorsanız yandınız! Yazdıklarınızın sahneye konulma şansı hemen hiç yoktur, isterseniz ağzınızla kuş tutun!
Evet, Necip Fâzıl, Mustafa Kutlu ve İskender Pala’nın oyunları repertuardan çıkarılmış. Emin olun, hiç şaşırmadım."
Bu konuda söylenecek o kadar çok sözümüz var ki; okumaya devam edin lütfen!

 Yazı uzadıkça konular da iyice çetrefilleşmeye başladı, farkındayım. Beyaz Hüzün filmini anlatalım istedim, hüznün etimolojisine kadar girmek zorunda kaldım. Kolay mı hüznün coğrafyasında yaşamak? Ama ana konumuz sinema, sanat, eğitim, kültür konularında harelenmekte. Yani bu toplumun önemini bir türlü idrak edemediği konular. Yani meseleye Fransız kaldığımız konular.
Biraz gezintiye çıkalım bari.
1013 yılında İstanbul'un İşgali (Bize göre fetih) ilgili bir sinema filmi çeker Fransızlar. Aynı Fransızları biz İngilizlerle birlikte İstanbul'un işgali zamanlarında İstanbul'da 52 ayrı sinema salonu açtıklarını görürüz. Aynı zamanda yalnızca İstanbul'daki salonlarda gösterilmek üzere erotik filmler çektiklerinden kaçımızın haberi var ki? malum Ramazan eğlenceleri diye bilinen Direklerarası gösterileri o dönemde hayatımıza girmiştir. Revü kızlarıyla tanışır İstanbul halkı, Beyaz Ruslarında aynı zamanda Tepebaşını mesken edildikleri o zamanda. Plaj kültürü de o dönemde girer hayatımıza. Bilardo salonlarında vakit geçirmek, peruk kullanımı gibi alışkanlıklar İstanbul halkının aşina olmadığı davranışlardır. 200 bin savaşdan geri kalan yetim çocuğun Almanya'ya kaçırıldığı yıllar.
İstanbul'un Fethi dediniz de, 1955 yılında Sami Ayanoğlu bizden bir fetih filmine imza atar. 2006 da metroseksüel kılıklı bir oyuncuyla Fetih filmi çekilinceye kadar Fatih'in karadan yürüttüğü gemiler müsamereden öte anlam taşımayan gösterilerle halka sunulur. Sonraları ciddi bütçelerle bir İngiliz firmasına yaptırılır ses-ışık ve havai gösterileri Fatih'i anmak için. Satır arasına sıkıştırayım, İstanbul'un fethiyle ilgili yapılmış 96 sayfalık tek çizgi romanın tarafıma ait olduğundan da habersizsiniz, biliyorum.
Neyse hazır Milli Otomobil olayı da gündeme girmişken şu "Milli" olayını sanat üzerinden bir etüd edelim bakalım.

Tanzimat ile başlayan Türk modernleşme çabalarının Cumhuriyete uzanan yansımaları Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık şeklinde üç düşünce sistemi ile formüle edilmektedir.
Ortak hedefleri, ―devlet‖i içinde bulunduğu buhrandan kurtarmak ve ―toplumu müreffeh, çağdaş toplum normlarına uygun hale getirmek olan bu üç düşünce sistemi, son 150 yıllık siyasal ve kültürel hayatın temel noktalarını belirlemiştir. Temel amaç birliğine sahip gibi görünen bu fikir akımları, referans kaynaklarının öncelik sıralamasına göre farklılaşmaktadırlar.
Nihai hedefin çağdaşlaşmak (Batılılaşmak) olduğu düşünce sistemlerinin özellikleri, Batı medeniyeti, ırk/kültür ve din (İslam) gibi konuları birincil referans olarak tercih etmelerinde ortaya çıkmaktadır.
İslamcılık da genel anlamda çağdaşlaşmanın yedeğinde dini (İslam‘ı) gözeten bir düşünsel altyapıya sahip olarak siyasal ve kültürel hayatta etkinliğini göstermiştir. Bu noktada İslamcılık şu şekilde tanımlanmaktadır:
19. ve 20. yüzyılda, İslam‘ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, eğitim…) “yeniden” hayata hakim kılmak ve akılcı bir metotla Müslümanları, İslam dünyasını Batı sömürüsünden, zalim ve baskıcı yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden… kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik yönleri baskın siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir harekettir.
Aslında İslamcı söylem, modern, modernleştirici, ideolojik (genelleştirmeci, indirgemeci) ve büyük ölçüde seküler bir söyleme sahiptir.
Direnişçi ve kurtuluşçu bir söyleme sahiptir.
Bir taraftan Batılı iddiaların İslam‘a yönelik tenkitlerine cevap verirken diğer taraftan Müslümanların din algısını düzenlemeye yöneliktir.
Din ve İslam algıları, modernist düşünceye uygun olarak tek tip ve merkeziyetçi bir şekildedir.
İslamcı söylem, gelenek karşıtıdır.
Siyasi alanda özden çok şekilcidir.
İslamcı söylem, savunmacı bir yapıya sahiptir.

Bu söylemsel kaynakların, 20. yüzyıl Türk İslamcılığının toplumsal tezahürlerinde farklı alanlarda ortaya çıktığı görülmektedir. Siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel gibi toplumu kuşatan birçok alanda İslamcı faaliyetlerin yukarıda belirtilen referans kaynaklarından hareketle işlevsellik kazandığı anlaşılmaktadır. Özellikle Türk toplumsal hayatının serbestlik kazandığı varsayılan 1960‘lı yıllardan başlayarak İslamcılık, siyasi alanda Milli Görüş teorisinin farklı partilerinde değişerek ve dönüşerek temsil edilmiştir. Bunun dışında 1950‘li yıllarda gümüş motor denemesiyle başlatılabilecek ekonomik faaliyetler, Anadolu sermayesi, yeşil sermaye‖ gibi isimlendirmelerle ve farklı tecrübelerle günümüze taşınmıştır. Aynı şekilde İslamcılık, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi yazar ve şairlerle kültürel faaliyetleri de mücadele alanı olarak benimsemiştir. Sinema da sembolik bir anlam haritası oluşturabilme özelliği sebebiyle İslamcı düşüncenin kültürel faaliyetleri kapsamında ayrı bir alan oluşturmaktadır. Bu haliyle Milli Sinema‖ akımı, 1969–2010 yılları arasında Türk sinemasındaki din temsilinin İslamcılık düşüncesi aracılığıyla gerçekleştirilmiş formunu ifade etmektedir. Çünkü İslamcılık özü itibariyle ideolojik (genelleştirmeci, indirgemeci) bir özelliğe sahiptir. Bu sebeple Milli Sinema da sinemanın İslamcılığa yansıtılmış bir formunu temsil etmektedir. Son olarak İslamcılık düşüncesi hakkında bir hususun daha belirtilmesi gerekmektedir. İslamcılık, her ne kadar söylem, kaynak ve pratikleşme eğilimi açısından yeknesak‖ bir bütünlük gösteriyor gibi anlaşılmaya imkân sağlasa da tarihsel serüveni incelendiğinde İslamcılığın milliyetçi‖, muhafazakâr, devrimci, liberal‖ gibi düşünce sistemlerine eklenme veya esinlenmesinden bahsedilebilir. Çünkü İslamcı düşünce veya hareket içerisinde milliyetçilikten devrimciliğe uzanan geniş bir yelpazede fikir ve temsilcilerine rastlanmaktadır.
İslamcılığın sanat pratiği olarak Milli Sinema’da 40 yıllık geçmişiyle bir bütünlük arz etmekten ziyade bazı dönemlerde özellikle milliyetçi, muhafazakâr,devrimci‖ hasiyetlerin ön plana çıkmasıyla çeşitlilik içermektedir.
1969–2010 yılları arasını kapsayan zaman diliminde çok farklı temalarla örnekleri görülen ve yukarıda anlatılmaya çalışılan sebeplerle farklı isimlendirmelerle tanımlanan bu sinema akımı makale çerçevesinde Milli Sinema‖ olarak isimlendirilerek şu şekilde bir tanımlama denemesi gerçekleştirilecektir:
Milli Sinema, 1969 yılında Birleşen Yollar filmi ile başlayan ve en son örneğini Hür Adam (2010) filmi ile ortaya koyan; başlangıcından günümüze kadar Yücel Çakmaklı, Salih Diriklik, Mesut Uçakan, İsmail Güneş, Mehmet Tanrısever gibi yönetmenler tarafından çekilen filmlerle mukayyet, sinematik imge kaynağı olarak dini (İslam) kültürel bir tez olarak sinemaya taşımayı amaçlayan ve İslamcılığın üç farklı halini yansıtır şekilde üç ayrı döneme ayrılan bir Türk Sinema akımıdır.
Öncelikle bu sinema akımının isimlendirilmesi konusunda devam eden muğlâklığı belirgin hale getirmek gerekmektedir. Çünkü ilk örneklerinden itibaren bu filmler, dini filmler, İslami filmler, İslamcı sinema, yeşil sinema, beyaz sinema, milli sinema, hidayet sineması, iman sineması, inanç sineması, rüya sineması, irfani sinema, arınmanın sineması, manevi sinema,İslami duyarlıklı filmler vb. gibi birçok kavramla tanımlanma çabalarıyla gündeme gelmektedir.
*** 

Türkiye' de son 20 yılda insanların gündemlerini, güncel yaşantılarını, dolayısıyla bütün ömürlerinin alacağı şekli, özellikle psikolojik-sosyolojik-kültürel- siyasi ve ekonomik açıdan belirleyen ilk 3 ismi sayın desem hangi isimleri sıralarsınız?
Sizleri yormayayım.
İlk cevabım Necati Akpınar'dır desem, tanıyan çok az kişi çıkar bu ismi bilen . Hani abartmıyayım ama inanın ben ondan daha meşhurum, bilinirliğim daha fazla.
Cem Yılmaz' ı bilir misiniz? Yılmaz Erdoğan? Ata Demirer? Güldür Güldür? Çok Güzel Hareketler, desem! Hah işte bütün bu isimleri bir mutfakta üreten, onların üzerinden ciddi manada para da kazanan bir isimden bahsediyorum. BKM'den yani.
Ne konuşuyoruz biz Allah aşkına? Muhafazakar camia bu konularda et etkisiz kitle. Habis desek yeridir.
Evet 2. ismi düşündünüz mü?
Hadi onun için de yormayın beyninizin az kullanılmış kıvrımlarını. Dalga geçtiğimiz isimlerdendir Darbükatör Baryam! Yani Müjdat Gezen!
Onun sanat merkezinin tornasından geçmeden, ona akredite olmadan dizi yada sinema oyunculuğu olayı düşünen varsa avuçlarını bir güzel yalayabilir. En dini, milliyetçi filmler dahil!
Gelelim gündelik olarak Türkiye'nin kaderinde imza sahibi olan son isme!
Dejenerasyonda, yozlaşmada gerçek bir marka. Ailemizin delikanlısı, muhafazakar görünümlü Acun!
Dünya plajlarını onunla tanıdık.
Var mısın yok musun dedi; milletçe yokuz dedik!
O ses Türkiye dedi, Aleyna Tilki'yi takdim etti gençlere, rol model olarak hemi de bakanlık onaylı.
Yetenek siz siniz dedi, haklısın yeteneksiziz dedik! Hele Survivor! Apış arası sahneli süper macera; aile boyu! Şeyma'yı tanımayan mı kaldı Allasen, almış olduğu boşanma tazminatıyla!
Sinemanın bir halk okulu olduğunu anlamadık, anlayamadık. Ancak toplum mühendisleri işlerinin gayette farkındalar.
Sinema büyük bir potansiyellik barındırmakta. Sanat olarak kitlelerle iletişim kurma aracı olarak bir dil geliştirme zemini olarak, hatta bir de yer yüzündeki varoluşunuza dair belli zenginlikler içerdiğini düşünüyorum. Rol durumuyla ve karakterleri dolayısıyla adeta bizim yer yüzüne gelişimizi özetler sinema. O bakımdan çok zengin bir anlatımlı dildir. Bir metin daha sonra görsel bir şekilde ifade ediliyor. Dolayısıyla hep görsellik hem de yazı boyutu, bir de müzik ve efektleriyle işitsel bir tarafı da var. Dolayısıyla aslında hayatın bir simülasyonu olarak sinemayı görebiliriz. Kendi kaynağını hayattan alan, çok canlı bir sanat. Öte yandan da özgün senaryolar olabiliyor. Bir sanal dünya bize kurabiliyor. Fakat yine hayata insana ve topluma dair bir anlatım oluyor. Tabi bu kadar ileti gücü olan bir sanatın maalesef ki hegemonlarca, emperyal düzlemcilerce farkedilmemesi mümkün değil. Manüplatif yanını es geçemeyiz. Malum çevreler bu yolla bazı hayati konuları manüple edebiliyorlar. Algı yönetimleri ortaya koyabiliyorlar. Süblüminal mesajlar dediğimiz bazı yollara teşebbüs edebiliyorlar. (Bu cümleye bayılıyorum; "sübliminal mesajlar." Biraz entellik, çok bilmişlik yapacaksan bu ifade isviçre çakısı gibi. Ne sübliminali kardeşim! Adamlar bodoslamalar artık. Aleniler. Biz kendimizi önemli göstermek adına ağızlarımızı gere gere böyle gevezeliğe meze ifadelere bayılıyoruz.) O bakımdan sinema ile irtibatlı kişilerin varoluşsal sorunları çok önemli. (Üf ne alengirli bir cümle sarfettim be!) Dünyadaki duruşları, nasıl yer işgal ettikleri, nasıl bir formasyondan geldikleri, insana sosyal çevreye ve topluma nasıl yaklaştıkları çok önemlidir. (Hah işte bu vurguyla da bütün sorunlarımızı hallettim.) Belli bir sorumluluk dairesinde yaklaşıyorlarsa o zaman hakikaten büyük değerler getirme ihtimalini taşıyorlar. Ama maddi beklenti etrafında bunu yapıyorlarsa o zamanda maalesef biraz daha duyguları sömüren daha manüpletif olma yolunda eserler ortaya koyuyorlar. Çünkü sinema göstermeci bir sanat. Dolayısıyla orada belli kontrol mekanizmaları geliştirmediğiniz takdirde ne yazık ki tasvip etmeyeceğiniz durumlar ortaya çıkabiliyor.(Bu bölümde sarfettiğim cümlelerin bir kısmı meşhur bir sinemacımızın bir röportajından. Kocaman, beylik laflar sarfeden bu şahsiyetin Müjdat Gezen kadar etkili olmadığını belirteyim ama.
Boş beleş mevzular istiyorsanız, hayattan kopuk amma! Aman bir İslamcı entelle konuşun.
Neyse toparlıyayım. Biraz daha parlak fikirlerimden istifade etmenizi sağlıyayım.
Türk sineması, öncelikle Orta Asya sinemaları ile iş birlikleri geliştirmeli. Ortak yapımlar, alışverişler, film marketleri, film festivalleri muhakkak çok önemli. Bizim bir yanımız orada. Bu yavaş yavaş İslam dünyasına da yayılır. Onunla da kalmayıp dünya sinema algısında alternatifler üretmeliyiz. Belli normlar, şiddete ve Hegemonik algılara karşı bir tavır geliştirmeliyiz. Mezhebi açıdan burun kıvırdığımız İran koca İslam dünyasında sinema sanatını en iyi olarak kullanıyor. Sünni dünyası ise bu konuda da suni! İslam coğrafyasının en iyi temsillerini İran sineması gerçekleştiriyor. O anlamda biz bunu daha güçlü kılarak dünya sinema ortamına söyleyeceğimiz çok şey var diye düşünüyorum. Çok yakın kültürel ilişkiler olması gerekiyor, aynı kültürü paylaşıyoruz, aynı medeniyetten geliyoruz, aynı tarihi köklere sahibiz ama çok uzağız. Endonezya, Malezya, Pakistan, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Batı Afrika, Orta Asya ve Avrupa ve Amerika’nın da bizim kültür havzamızın dışındaki dünyanın da ortak değerleri işleyen yapımları ortaya koymalıyız. Tabi ki bu anlayışın içine ön kabulu olabilecek durumdayız. İsterse onlar İslami olmasın, ama bir şekilde insanın ortak değerleri var. İnsani değerlere saygılı olsun ve onları gözetsin. Dolayısıyla biz dünyanın bütün kültürel renklerinden istifade edebilmeliyiz. Hegemonik olana karşı duyarlılık geliştirmeliyiz diye düşünüyorum.
Keşke bu bölümü yazmasa mıydım ne?
Neyse "Beyaz Hüzün"e devam edeceğiz.
Alaska Frigo...
Alaska Frigo!

Sinema sanatınin etkisi satır aralarına boraktığı notlarla devam ediyor. Potemkin zırhlısı, Yurttaş Kane, We for Vendetta derken aslinda hesaplasmalara sahne oluyor beyaz perde. Bir yanda hegemonlar ve diger yanda çaresiz insan yığınları. Uzun uzun sinemayı konuşmak lazım aslinda. Ya da sanatı. Kitleler uzerindeki etkileri irdelemek lazım.
Bizim mahalle anlamaz boyle şeylerden. Köylüdurler, koylü kurnazlikları barizdir ama. Bunun içindir ki çağı okuyamazlar ve asrin idrakine soyletemezler İslamı.
Görgüsuzlüğe yapışıp kaliverirler o kadar. Okumayı sevmezler. Düşünmeyi de sevmezler. Kalaylamaya bayılirlar amma. Slogancılik bariz reflekslerindendir.
Ha bizim mahalle böyle de sehrin diger mahalleleri farklı mı? Al birini vur ötekine.
Biri dincilik uzerine egzersizlidir diğerleri de dinsizlik. Akıl ya yoktur olan da tutulmustur. Hasıli cehalet batağinda çırpinır dururuz mutemadiyen, hep birlikte.
Vesselam...Kelamimıza gelisek...Bir filmden soz edeceğim. Joker filminde, yalnızlık ve alaycılık çağında, kendine özgü yol seçmek isteyen herhangi bir ruhun ne kadar örselendiğini de mesaj olarak okumak mümkün. “İnsanlar kaba !!” diye isyan edişiyle zaten Joker’in durumu sloganlaştırdığını görüyoruz ama azılı bir seri katile dönüşü, seyirciyi şoke etmiyor değil. Notre Dame’ın Kamburu gibi izlediğimiz yakın plan sırt çekimlerinde aklıma Wim Wenders’in ”Million Dollar Hotel” filminde dedektif Mel Gibson’un kamburu ve oteldeki bütün marjinal karakterlerin, habere susamış gazetecilerden daha hümanist olduğu temayı akla getiriyor. Robert De Niro’nun talk show sunucusu rolünde oynaması bir tesadüf değil elbet, ”Taxi Driver” filmine göz kırpıyor yönetmen. Film, anarşik ve düzen yıkıcı sistem eleştirisini, bir sosyopatın hastalığı ve kasvetli çizgiromanvari duruşunun etkisiyle dengeliyor, her tür yoruma açıyor. ”Fight Club” filmindeki Tyler Durden gibi zamanla özgüveni yüksek hatta narsizm sınırlarını aşan bir alter-ego yaratıyor. Sadece güçlülerin ayakta kalabildiği acımasız kapitalist düzende, yalnızca gülümseyip insanları güldürmenin geçerliliğini yitirdiğini düşünmesine ve acımasız olması gerektiğine inanıp raydan çıkmasına dehşetle şahit oluyoruz. İlginçtir ki Joker karakteri, seyircinin empatisini de üzerinde tutmayı filmin ilk yarısına kadar başarıyor. En kanlı cinayeti işlerken bile kendisine iyi davranmış olan cüce’yi sağ bırakarak kendi orman kanunlarını koyan ve sosyopatlığının ardındaki ince duyarlılığı gösteren karmaşık bir karakter izliyoruz. Bu durum filmi daha derinlikli, karakteri daha katmanlı kılıyor. Zenginler ile fakirlerin acımasızlaşan savaşı, kapitalist düzenin her daim süregelen bir gerçeği olarak evrensel bir tema ve geçerliliğini koruyacak bir senaryo. Arthur (Joker)’un hayattaki tek varlığı annesine değişen tavrı ve şiddeti, gözümde karakteri yaralı bir ruhtan öte bir psikopata çevirdi. Joaquin Phoenix'in performansı oldukça etkileyici... Filmin görkemli rock müzikleri ve coşkulu Frank Sinatra klasikleri seyirciye şahane bir soundtrack sunuyor. Send in the Clowns ve That’s Life, Smile olarak şarkı seçimlerini ayakta alkışlamak gerekir...
Bu arada vizyonda olan Recep İvedik filminin 6. sından nasıl bahsedeyim ki? O da ayrı bir sosyolojik trawma!
Milli ve İslami filmlerden de bahsetmek isterdim. Lakin boşa nefes tüketmiş olurum.





Amerikanya düzmece 11 Eylül tezgahından sonra, dağılan Kominist blok sonrası kendi güdümündeki Nato'suna yeni bir düşman aramaya koyuldu. Hedefe'de çantada keklik olarak İslam dünyasını seçti. Afganistan'ı seçti ilk kurban olarak. Orayı İslami Cihad adı altında terörize yapı oluşturma merkezi edindi. Dünya organik uyuşturucu imalat sektörü olarak belirledi. Buradan da bütün İslam coğrafyasına terör ihracatına başladı. Amerikanya siyasal sinemasının bu yeni filminde kötü adam Müslüman kimliğindeydi. İyi adam Kovboy Sam acilen bölgeye demokrasi götürmeliydi. Kısa geçiyorum filmin bu hikayesini.
Irak platosunda filmin diğer sahneleri çekilmeye başlandı.
Hah şimdi size Türk basınında ilk kez duyacağınız şeyi ilk kez ben söyleyeceğim.
Filmin Türkiye versiyonunda afişlerde Baba Bush ile Tonton Özal' ı görürüz.
Amerikanya Irak'ı fiilen işgal etmiştir. Sonrasında bizim Tonton bu işgale yardım ve yataklıktan Father Bush'tan ulufe beklemektedir. 1 koyup 3 almanın derdindeyizdir. Hoş 3'ün 1'ini alırız. Pazarlık için Tonton Amerikanya'ya gider. Bush için 3 teklifi vardır. (Dönemin Sabah gazetesinin manşetlerinde bu haberi bulabiilirsiniz.)
-Tekstil kotaları kaldırılsın
-Çelik meselesi
-Hatırı sayılır savaş tazminatı (ki Mısır 7 milyar dolar almıştıor tazminat olarak. Bize de 300 milyon dolar teklif edilmiştir.)
Gazeteci sorar Tonton'a; "Peki Amerikanya yönetimi tekliflerinizi kabul etmezse B planınız var mı?"
Evvvvet! Buraya dikkat sayın seyirciler!
"Ben de İstanbul'daki sinemalara %50 yerli film gösterme zorunluluğu getiririm."
Cevap nasıl ama?
Sinemanın kültürel-stratejik-ekonomik-sosyolojik önemini anlatmak için tarih size nasıl bir cevap hazırlasın daha?
Ki daha önce de benzer bir olay yaşamıştın da ey halkım yine görmezden-duymazdan gelmiştin hakikati.
Kennedy daha başkanlığının ilk günlerinde bizimle sürtüşmeye başladığında Menderes kendisine Amerikan filmlerine rüsum vergisini artıracakları tehdidiyle cevap vermişti.
Neyse gelelim şimdiki zamanlara...
Sinemanın şu anki durumu nasıl, bir göz gezdirelim.

Yapılan araştırmalar göstermektedir ki Türkiye’de son dönemde gösterime giren sinema filmleri arasında yerli yapımların pazar payının yaklaşık % 50 civarında olduğunu işaret etmektedir.
Yabancı filmler, özellikle de ABD kaynaklı yapımlarla rekabet bağlamında büyük önem arz eden bu konuda, Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında birinci sırada yer almakta, dünya sıralamasında ise, ABD, Hindistan, Çin gibi yerli film endüstrileri çok özel konumda olan ülkelerin ardından 6 cı konumda bulunmaktadır. 2010 yılında Türkiye sinema pazarında en çok gişe yapan 5 filmin tümü yerli yapımlardır; ilk 10 film içinde ise yalnızca 2 yabancı yapım vardır; “Inception” (Başlangıç) gibi dünya çapında bir ABD süper yapımı bile bu listede ancak 7ci sırada yer bulmuştur.
Türk filmleri sadece iç pazarda yüksek gişe sağlamamış, aynı zamanda da son yıllarda Berlin, Venedik, Cannes gibi en prestijlileri de dahil birçok uluslararası festivalde ödüllendirilmiştir. Ancak Türkiye’de iç pazarın yarısını oluşturan gişe rakamının büyük ölçüde “en çok gişe yapan” yapımlardan kaynaklanması, yapımdaki çeşitlenmenin gösterim ve izlenmeye yeterince yansımadığına da işaret edelim.
Son beş yılda ulusal ve uluslararası festivallerde birçok ödül alan 30 civarı yapıtın ise toplam gişe sayısı tek bir “popüler” filminkinden azdır. Bu durum, ortalama izleyicinin genelde televizyon estetiğinden beslenen basit kurgulu, daha çok klişelere dayanan sinema filmlerini tercih ettiği anlamına gelmektedir. Nitekim yüksek gişe başarısı elde etmiş filmlerin oyuncularının büyük ölçüde televizyon yıldızlarından oluşması da bu durumun bir göstergesidir. Bu durum Türkiye’ye özel değildir. Birçok Avrupa ülkesinde bu nedenle filmler “popüler” ve “sanat” filmleri olarak sınıflandırılmakta ve serbest pazar mantığında yeterince
ticari başarı sağlayamayan sanat filmleri ulusal kültür politikaları çerçevesinde desteklenmektedir.
Yapımların gişe başarılarındaki bu dengesizliğin benzeri, gösterim alanında da gözlenmektedir: Çoğunlukla alışveriş merkezlerindeki zincir sinemalar ile bağımsız “cadde” sinemaları arasında eşitsiz bir dağılım söz konusudur: dağıtımcıların gösterim açısından bağımsız sinemaları tercih etmemeleri ya da belli koşullar öne sürmeleri, sıkıntı yaratmakta; “yazın sinemaya gidilmez” mantığından hareketle
izleyicinin kısıtlı bir “sezon”a bağlı kalması vizyon sıkışıklığına neden olmaktadır. (Tüm dünyada dağıtım sektöründe de bir tekelleşme söz konusudur. Onların onaylamadığı filmleriniz salon bulamayabilirler.)
Sinema salon ve koltuk sayısında gözlenen ciddi artışa karşılık, bölgeler ve iller arasında da önemli eşitsizlikler gözlenmektedir: Türkiye’de hâlâ hiç sinema salonu olmayan ya da sadece bir-iki salonu olan iller bulunmaktadır. Bu alanda da, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, büyük zincirlere karşı orta ve küçük işletmelerin desteklenmeye ihtiyaçları vardır. (Son zamanlarda belediyelerin yaptıkları kültür merkezlerinin salonları isabetli değerlendirilirse milli sinema açısından uygun ortamlar sağlayabilir.)
Öte yandan, son yıllarda yaşanan tüm gelişmelere ve genel kitleye yönelik popüler filmlerin varlığına rağmen, toplumda sinemaya gitme alışkanlığının hâlâ çok düşük düzeyde seyrettiği görülmektedir: Ortalamada Amerikalılar yılda 4,
Fransızlar 3 kez sinemaya giderken, Türkiye’de bu rakam iki yılda 1’dir. Bu durum birçok etkenle bağıntılıdır: Bunların arasında, sinema salon ve koltuk sayılarının coğrafi olarak dengesiz dağılımı, dünya ortalamalarına göre uygun gibi görünmekle birlikte, ülke koşulları açısından hâlâ oldukça yüksek seyreden bilet fiyatları gibi ekonomik etkenlerin yanı sıra, başta kadınlar olmak üzere, belli kesimlerin ev dışında kültürel etkinliklere katılım sorunları gibi sosyolojik nedenler de sayılabilir. Tabi çekilen filmlerin ülke insanının inanç-ahlak gibi reflekslerine uygun olmaması sinemadan uzak durulmasının da etmenlerindendir.
Bu alanda özendirici politikaların ve okullarda, işyerlerinde, mahallelerde, kısacası uygun her ortamda “kesintisiz estetik” eğitimi olarak adlandırabileceğimiz bir kültürel seferberliğin gereği hissedilmektedir.
Sinemaya yeterince sık gitmemesine karşın Türkiye toplumu televizyon dizilerini yoğun biçimde izlemektedir, hatta bu yapımları, yayıncı kanalların “amiral gemisi” konumuna getirmiştir. Dahası, bu diziler başta komşu ülkeler olmak üzere 30’u aşkın ülkeye ihraç edilmektedirler.(Türk insanının geleneksel dokusunun dışında anlatılan hikayeler özellikle Müslüman coğrafya insanlarında Müslüman Türk kimliğine de olumsuz yaklaşımlara sebebiyet vermektedir.) Ancak bu alanda da, son dönem yayın politikalarından kaynaklanan sıkıntılar, sadece film endüstrisi çalışanları tarafından değil, izleyiciler tarafından da yakınma konusu olmakta, her 3 izleyicinin 2’si, süreleri özetleriyle birlikte 2 hatta 3 saatin üzerine çıkan bu yapımların uzunluğundan yakınmaktadır. Televizyon reklam düzenlemeleri gerekçe gösterilerek sürdürülen bu durum, izleyicilerin reklam kuşaklarına ilişkin davranış biçimleri ve değerlendirmeleri ışığında konunun paydaşları tarafından yeniden değerlendirilmeye muhtaç görünmektedir. Zira televizyon reklamları ancak çok küçük oranda bir izleyici kitlesinin ilgisini çekmekte, çoğu kişi reklam
kuşaklarında, başka işlerle meşgul olduğunu, hatta televizyonun olduğu odadan çıktığını belirtmektedir. Bu doğrultuda 2011 yılında yürürlüğe giren yeni RTÜK
kanunu çerçevesindeki düzenlemeler kısmen yararlı olmuştur. Ancak paydaşların birlikte daha da gelişkin çözümler üretme ihtiyacı sürmektedir.
Özellikle dizi filmlerin uluslararası düzlemde gördüğü rağbet, Türkiye’nin dış ticaret potansiyeli kapsamında da ilgi alanı oluşturmuştur. Dizi ve film sektörünün, kendi alanlarında ticari potansiyellerinin yanı sıra “stratejik” olma özelliklerinin de
bu ilgide önemli payı vardır. Bu tür yapımlar aracılığıyla, içeriklerinde yer alan (dekor, kostüm, aksesuar) kimi ürün gruplarının da yurt dışındaki bilinirlikleri, dolayısıyla da
bunlara talep artmıştır: Giyim, ev tekstili, aksesuar, mobilya, otomobil, teknoloji ürünleri, gıda bunlardan bazılarıdır. Filmlerin ve dizilerin bir başka ticari-ekonomik etkisi de turizm alanında olmuştur. Dizilerin çekildikleri mekanlar, şehirler,
yöreler, mahalleler, iç ve dış turizmin gözdesi haline gelmişlerdir. Örneğin, Körfez ülkeleri ya da Orta Doğu’dan İstanbul’u ziyarete gelen turistlerin, kimi zaman tarihi mekanlardan önce “Gümüş” (Noor) dizisinin ana mekanı olan Abut yalısını ziyaret etmeleri, bu mekanın bir anlamda müzeleşmesini ve ziyaretin ticari katkı getirmesini sağlamıştır. İç turizm açısından da, en çarpıcı örnek 2002’de ekranlara gelerek büyük ilgiyle izlenen Asmalı Konak dizisi sayesinde Kapadokya bölgesinde yaşanan yerli turist akınıdır. Onca tarihi ve doğal önemine karşın, Türkiye’de yurttaşların ilgi göstermedikleri bölgenin keşfinin bir dizi sayesinde olduğunu söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Benzeri bir durum Ocak 2011’de yayına başlayan ve Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan çerçevesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun ilgili döneminden esinlenen dizi (Muhteşem Yüzyıl) ile birlikte
Topkapı Sarayı’nda gözlenen Türkiyeli ziyaretçi sayısı artışıdır. Ayrıca, özellikle de bu son örnekle ilgili eklenmesi gereken bir başka olgu da, yine “Muhteşem Yüzyıl” dizisi sonrası dönemin tarihini konu alan kitaplara ya da televizyon kültür-tartışma programlarına olan ilgideki artıştır. Bu durum da, televizyon yayınlarının ve sinemanın yalnızca ticari anlamda değil kültürel anlamda da zenginleştirici niteliğinin anlamlı bir göstergesidir. Diriliş dizisinin etkisiyle 15 Temmuz'da milletin başarılı bir sınavdan geçtiğini unutmayalım. Hatta bu dizinin etkisini kırmak için Türk düşmanı mahfiller Türkiye düşmanı dizilere hazırlanmaktadırlar.
Tüm bu gelişmeler doğrultusunda, T.C. Dış Ticaret’ten sorumlu Devlet Bakanlığı’nın girişimiyle, 2010 yılı itibariyle sinema ve film sektörü, Türkiye’nin ihracat kapsamında desteklenen 24. sektörü ilan edilmiş; bu kapsamda diğer
sektörlere uygulanan desteklerden yararlanmaları için gerekli düzenlemeler başlatılmıştır.
Film endüstrisi alanında, farklı meslek birlikleri ve örgütlerinin talep ve beklentileri birkaç ana başlıkta toplanabilir: Hukuksal/kurumsal düzenlemeler; ekonomik-mali düzenlemeler ve uzun vadede film endüstrilerini besleyecek üretici ve izleyicilerin yetiştirilmesini sağlayacak eğitsel, sosyal, kültürel düzenlemeler.
Bu alanda, belli adımları atmış olan kamu kurum ve kuruluşlarının, en başta da kültür, ekonomi, çalışma ve maliye bakanlıkları ve kurumlarının, sanat üretimine ve ülke tanıtımına destek, fikri haklar, çalışma koşulları, ekonomik-
mali düzenlemeler gibi alanlarda daha somut ve planlı adımları atması en birincil beklentidir. Bu doğrultuda, ulusal film endüstrilerini güçlendirmiş örnek ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de özerk bir sinema kurumunun üsteleneceği
koordinasyon doğrultusunda, sinema kültür varlığının korunmasını sağlayacak arşiv çalışmalarından, süreli sektör araştırmalarının gerçekleştirilmesine kadar birçok temel çalışma bu kurum tarafından yapılabilecektir.
Stratejik bir endüstri olan sinema/film alanında bütünsel bir kamu politikasının varlığı ve somut olarak uygulamaya koyulması, günümüz konjonktüründe hem iç dinamikler açısından yarar sağlayacak, hem de uluslararası düzlemde Türkiye’nin yeri ve rolünü güçlendirecektir.
Beyaz Hüzün filmini konuşalım derken, bakın konu nerelere kadar geldi.

Yakın zamanların önemli yerli filmlerinden Ayla filmini konuşmak istiyorum. Filmi izleyinceye dek uzun zamandır böyle ağlamamıştım. Salya sümük oldum. Utanmadan ağladım dolu dolu.
Ağladım, filmin hikayesine. Ama daha çok ağladım, biz nasıl olurda bu sinema sanatını neden hakkıyla kullanamadık diye. Al sana halk okulu. Çek böyle filmler eğit halkını. Öğret gerçekleri. Neme lazım. Kısa günün karı menfaatler peşinde koşsun sermayedarlar. Dar kafalılar. Hele sanatçı erbabı? Küfret gerçeklerine, efendilerin seni ödüllendirsin. HEM NE GEREĞİ VAR; EFENDİLERİN SENİN İZLEMEN GEREKENLERİ SANA ALTIN FANUSLARDA İKRAM ETMİYORLAR MI? YAŞASIN KUTSAL ASA, YAŞASIN HOLLYWOOD!
Ortadoğu´ da bir İsrail devleti kurulmak istenir. Ama Avrupanın semirmiş, zenginleşmiş Yahudilerini Filistin topraklarına göndermek ne mümkün?
Teodor Hertz´in ve Rootshild´in planları devreye girer. Önce 1. Dünya Savaşı adı altında Osmanlı Devleti parça pönçük edilir. Arkasından anadan Yahudi Hitler sokulur devreye. Korkuyla yerlerinden kopartılır Yahudiler, göçerler Filistin topraklarına. 2. Dünya Savaşı sonrası Yalta konferansıyla dizayn edililir yeni dünya. Yeni dünyanın patronu ise Sam Amca.
Bu arada Alamanya taş üstüne taş bırakılmaksızın viran olmuştur. Amerika destekli yeni bir Almanya kurgulanır. 15 yıl içinde Ebubekir Razi´deb apart, Newtondan mülhem Frankfurt felsefe okullarıyla şahlanır Alaman gavuru.
Alamanyanın inşası ve pis işlerini görmek için işçi gücüne ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaçlarını Kuzey-güney sacaşlarının batı yanlısı olan Güney Kore´den karşılarlar.
Bir de bizden. Biz ki 1. Cihan harbinde Genel kurmayımızı ve üst düzey çok komutanımızı Alamanyadan karşılamışızdır. Ee ne de olsa müttefik olmuşuzdur. Hani 2 gemisini Yavuz ve Midilli diye bayraklandırdıktan sonra onların Rusların Sivastopol şehirlerini bombalamalarından sonra girdik ya bu savaşa.
1960 lı yıllar. Bizim için Alamanya acı vatandır artık. Madenlerinde, kenef temizlemelerinde ekmek uğruna Anadolumun temiz yürekli...ama cahil insanları tercih edilir. Devletimiz için Alamanyaya giden vatandaşlarımız ülkelerine döviz gönderen milli gelir kaynakları olurlar.
Zaten dini açıdan da cahil bırakılan bu insanlarımızın ne yazık ki önemli bir bölümü Helgaların cazibesiyle yitip giderler. Sonrasın da bunların çocuklarından kayıp kuşaklar diye söz edilir.
2. Dünya Savaşı sonrası kurulan Nato´da yer alırız. Kore savaşında da ölmek için yine görevlendiriliriz amcamız tarafından. Karşılığında ecdad yurdunun göğünde 18 yıldır minarelerden yapılan ulumalar biter. "Tanrı Uludur" sözleri aslına rücu eder; "Allahuekber!"
60 lı yıllar.
Le Park G. Korenin başbakanı Almanya davet edilir. Ancak Korenin bir uçağı bile yoktur. Alman hükümeti bir uçak gönderir Park´a.
Alamanya´da vatandaşlarıyla buluşan Park der ki; "Sevgili vatandaşlarım. Unutmayın burada çektiğiniz sıkıntıları torunlarınız gelişmiş bir Kore´de yaşasınlar diye çekiyorsunuz."
Bu arada oraya okumaya giden Japon öğrenciler başarısız olunca harakiri yaparak intihar etmektedirler.
Bizim öğrenciler ise uçkurlarından yakalanırlar batının tezgahlarına. Daha bir laik olup dönerler ülkelerine.
Sam amca da boş durmaz. Kısa sürede misyonerleriyle G. Kore halkının yarısından fazlasını hristiyanlaştırır.
Lee Park bir süre sonra ülkesine döner. Ancak makamı olan konuta giderken yağan yağmurdan dolayı yollar tıkanmıştır. Başka bir yol üzerinden yol almaya çalışırlarken bir köyün yakınından geçerler.
Lee Park şaşırır. Kore´de böyle düzenli bir köyün ne işi vardır? Sorar soruşturur. Öğrenir ki, meğer savaş zamanı o köyü planlayan oradaki Türk askerleridir. İmece yöntemi adını verdikleri bir yöntemle yapıldığını anlatırlar köyün. O da talimatını verir adamlarına; bütün Kore bu düzen üzerine inşaa edilsin.
...
Çekik gözlü velet. ne güzel oyunculuk çıkardın sen öyle. Bütün oyunculuklar harikaydı. Satır aralarında ki Marlin Monroya olan dokundurma, bizim rol modellerimizin nasıl betimlendiğini de aktardı.
...
Ağladım. Siz de ağlayın su yükselsin! Belki kurtulur gemi. Anne seccadem gelsin, bize dua et e´mi?

Ayla filminin yapımcılığını hemşehrim olan Mustafa Uslu’nun yaptığı Türk İşi Dondurma filmini de konuşmak lazım.
Ayla filmiyle dikkatimi çekti hemşehrim. Güzel işlere imza atmaya çalıştığını görünce göğsüm de kabarmıyor değil.
Ancak...
Öncesinde bildiğim bir hikâyenin beyazperdeye aktarılması beni onca heyecanlandırmasına rağmen maalesef beklentimi karşılayamadı. 
Kendimi ağlamaya hazır olarak hazırlamıştım. Film bitince salya sümük olacaktım.
Muazzam emeğin, fevkalade bir hikayenin altının doldurulmamasına üzüldüm. Ama yine de Türk sineması adına gayretli bir adam olan hemşehrimin desteklenmesi gerekiyor. 
Kısa notlar şeklinde kanaatlerimi arz edeyim.
*Çukur dizisinin Vartolusu filmde zorlama kalmıştı. İnsanın gözü ister istemez Yamaç'ı aramadı değil.
* Zoraki mizahın peşine takılması yönetmenin filmin dokusunu zedelemişti.
* Türk kadınını oynayan oyuncu Anzak hatunu gibi kalmıştı. Neden başörtüsü motifi esirgenmişti anlayamadım. Ki yakın zamanda olan Yeni Zelanda katliamı sonrası Başbakanı Ardern'in Tesettüre ve Ezana karşı hassasiyeti filmde yoktu.
*Belaltı küfürler mücahit Türklere yakışmadı.
*Bari mücahitlerin dindarlıklarını ifade eden bir iki sahne eklenseydi.
*Katledilen bebek sahnesinde bile beni ağlatamayan yönetmene ben ne diyeyim.
*Mustafa Uslu muazzam bir trend yakaladın. Umarım fırsatları değerlendirir, seküler mücahitlerle duygularımızla oynamazsın.
***
Yeni Zelanda katliamını yaşadık bir Cuma günü. Katilin mesajları enteresan geldi hepimize; en azından tarihimizi bilmediğimiz acı gerçeğiyle yüzleştik cümbür cemaat.
Yeni Zelanda ve Avustralya askerlerinin Anzak ismiyle Çanakkale'de bulundukları olgusu ile (Ki alçak saldırının tarihi de manidar oldu, tam da Çanakkale Savaşlarının yıldönümünde) ayrıca masaya oturduk.
Katilin mesajı gayet netti, hele ki 70 sayfalık manifestosuyla: Siz uyumaya devam edin-Biz uyumuyoruz!
Katliam sonrası toplu İslam’a giriş serenomileri keyiflendirdi  bizi. Biz Müslümanlar özellikle batılılar Müslüman olunca "bak... Biz haklıyız" mottosuna girmiyor muyuz, ne desem? Onaylanmak hoşumuza gidiyor. Hele ki batı tarafından onanmak!
Biz de katilin sosyal medyadan istifade ederek katliamını gerçekleştirmesi başka konuları da gündeme aldı, mobil oyunlar gerçeğini. 
Bu arada filmimizin konusuna  ilham veren hikayenin AA' sınca yerinde irdelenmesi başka konuları da elbette gündeme alacaktır; ama biraz daha zaman var bunun için. 
Haydi habere bir göz atalım:  
Birinci Dünya Savaşı sırasında Avustralya'da 98 yıl önce piknik trenine saldıran iki kişinin Türk olduğu iddiası sonucu olay Avustralya tarihine ''İki Türk'ün savaş ilanı' olarak geçmişti. 98 yıllık efsanenin komplo olduğu ortaya çıktı!
 98 yıldır esrarını koruyan Broken Hill saldırısını, bölgedeki uzmanlar ve yetkililer değerlendirdi. Avustralya'da tarihe ''İki Türk'ün savaş ilanı'' şeklinde yazılan, Birinci Dünya Savaşı'nda 2 Afgan'ın piknik trenine saldırdığı ve 6 kişinin öldüğü olayda gerçekler gün yüzüne çıkarılıyor!
Birinci Dünya Savaşı için daha fazla Avustralyalının askere alınması ile sonuçlanan Broken Hill saldırısı, aradan geçen 98 yıla rağmen esrarını koruyor.
Anadolu Ajansı (AA), Avustralya'nın New South Wales eyaletine bağlı Broken Hill kasabasında 1 Ocak 1915 yılında meydana gelen ve saldırgan olduğu iddia edilen iki Afgan dahil 6 kişinin ölümü ile sonuçlanan piknik trenine saldırıyı yerinde inceleyerek, Avustralyalı tarihçiler ve yetkililer ile olayın iç yüzünü araştırdı.
Melbourne'a 840, Sydney'e 1145 km uzaklıkta, Avustralya'nın iç kesimlerinde yer alan Broken Hill kasabası, Birinci Dünya Savaşı öncesi madencilikle geçinen tipik bir bozkır kasabası konumunda idi.
Madenlerdeki nakliyatı 1880'li yıllarda Afganistan, Pakistan ve Hindistan'dan develeri ile birlikte Avustralya'ya gelen ve "deveciler" olarak adlandırılan insanlar sağlıyordu. Ancak Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi ile birlikte kasabada işsiz sayısında büyük artış yaşandı, çünkü kasabanın en büyük geliri Almanya'ya ihraç edilen maden ürünlerinden oluşuyordu.
Almanya ile İngiltere savaşmaya başlayınca kasabadaki madenler birbiri ardına kapanmış, iş olanakları durma noktasına gelmişti. Kasabada develeri ile taşımacılık yapan Afganlar da hem madenlerin kapanması hem de yeni taşımacılık yöntemlerinin gelişmesi üzerine işlerini kaybetmeye başladılar.
İşsizlik sıkıntısına Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizler ile birlikte savaşa gitmek üzere gönüllü asker toplama çabaları da eklenince, kasabada gergin bir hava oluşmaya başladı.
Bu gergin ortamda 1 Ocak 1915 günü kadın, erkek ve çocukların içinde bulunduğu yaklaşık 1200 kişiyi taşıyan yeni yıl piknik treni, kasabanın çıkışında iki kişinin silahlı saldırısına uğradı. Saldırı sonrası trende bulunanlardan 4 kişi hayatını kaybetti, 7 kişi de yaralandı.
Saldırının failleri olduğu iddia edilen Gül Muhammed ve Molla Abdullah adlı 2 Afgan, kasaba yakınlarındaki beyaz kayalıklarda çıkan çatışma sonucunda vurularak öldürüldü.
Olay sonrası yerel gazeteler, Afgan olmalarına rağmen haberi, "Türkler trene saldırdı" şeklinde verdi. Kasabada Türkler aleyhine hava oluşturuldu ve Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın müttefiki olan Almanların kulübüne saldırı gerçekleştirildi.
Avustralya tarihinde o zamana kadar ilk defa yaşanan saldırının ardından Birinci Dünya Savaşı'na katılmak üzere bölgeden çok sayıda genç gönüllü olarak askere yazıldı.
Olayın üzerinden yaklaşık bir asır geçti ancak zaman zaman tarihçiler, olayın Avustralya'da anlatılandan çok daha farklı boyutlara sahip olduğu eleştirisini dile getiriyor. Avustralyalılar savaşa gitmek istemiyordu
AA ekibi, bir yandan Broken Hill kasabasında olayın yaşandığı alanlarda incelemeler yaparken, diğer yandan bölgeyi ve 98 yıl önceki saldırıyı araştıran Avustralyalılar ile bir araya gelip olayın iç yüzünü araştırdı.
Broken Hill Tarih Kurumu üyesi Gordon Densie, aslında saldırıyı gerçekleştirdiği iddia edilen kişilerin Afgan bile olmadığını, birinin dondurma satarak geçimini sağladığını, diğerinin ise bölgenin tek camisinin imamı olduğunu ve bu kişilerin Hindistanlı olduklarını ileri sürdü.
Densie, cami imamı Molla Abdullah'ın, arka bahçesinde İslami usullere göre kesim yaptığı için kanunlarla başının derde girdiğini belirtti ve "bana göre onu tuzağa düşürdüler" iddiasında bulundu.
Saldırının, savaşa asker toplamak için planlandığını kaydeden Densie, şunları söyledi:
 "Birinci Dünya Savaşı'na gönüllü bulmaları gerekiyordu. Askere gönüllü alıyorlardı, mecburi hizmet yoktu, Avustralyalılar zorunlu askerliğe izin vermiyordu. Özellikle bu bölge insanları çok duyarlı idi. O inanış o kadar güçlüydü ki kasabadan savaşa giden gönüllüleri taşıyan trenleri taşlayıp camlarını kırıyorlardı. Onların savaşa gitmelerine karşı gösteri yapıyorlardı. Çünkü savaşın onlarla ilgisi olmadığını biliyorlardı, Almanya bizim en iyi müşterimizdi. Savaş çıktığında her şey bir anda çökmeye başladı."
Broken Hill saldırısı ile ilgili kesin bir delilin bulunmadığını dile getiren Densie, o yıllarda siyasetçilerin ve ticari kuruluşların da olaya katkısının olduğunu söyledi.
Densie, "Olay çıkartmak istediler ve çıkardılar. Çünkü Türk bayrağı vardı. Saldırganlara Türk etiket verildi. Senenin sonunda kendilerini Gelibolu'da buldular, her şey yerine oturdu. Çok ilginç olanı ise bir iki sene sonra hükümet kayıtları yandı. 1900 yılından Broken Hill çatışmasına kadar olanları araştırdım, bütün kayıtlar yanmıştı. Hiç bir şekilde bu olmadı deme şansları yok, ne iddia ederseniz edin hayır demeye kanıtları yok" dedi.
Olayın, "devletin yaramazları tarafından düzenlenmiş kurnazlık olduğunu" iddia eden Densie, saldırıdan sonra kasabada ufak tefek sorunlar hariç Afganlara karşı bir olayın yaşanmadığını belirterek, bazılarının soyadlarını bile değiştirmediğini ifade etti.
Broken Hill polisinin saldırganları canlı yakalamak istediğini öne süren Densie, beyaz kayalıklarda yaşanan çatışmanın ardından, saldırgan olduğu iddia edilen Molla Abdullah'ın ölü ele geçirildiğini, yaralı ele geçirilen Gül Muhammed'in ise hastanede hayatını kaybettiğini ve böylece Broken Hill çatışmasının sona erdiğini söyledi.
Densie, cesetlerin camiye götürüldüğünü ancak cemaatin kanunsuz olaya karıştıkları gerekçesi ile onlara sahip çıkmadıklarını, bu yüzden cesetlerin bilinmeyen bir yere gömüldüklerini dile getirdi.
Broken Hill Tarih Kurumu üyesi Densie, saldırıda kullanılan silahların askeri silahlar olduğunun altını çizdi ve bu silahların iki Afgan'ın elinde olmasının normal olamayacağına değindi.
O yıllarda polis teşkilatında bile belli sayıda silah olduğunu kaydeden Densie,"Bütün polis birliği 7 adet silah kullanıyordu. Polisler, savaş silahı olanları kullanmıyorlardı" dedi. Diğer silahların doldurulabilmesi için bile eğitimli polislerin görev aldığını ileri süren Densie, askeri silahları polislerin kullanmadığını söyledi. 
Polislerin bile her silahı kullanamadığı dönemde, işsiz ve ekonomik sıkıntı içinde oldukları bilinen iki Afgan'ın askeri silahları ve mermileri nereden buldukları, cevaplanamayan sorular arasında yer alıyor.
Broken Hill Belediye Başkanı Wincen Cuy da her yılın 11 Kasım tarihinde saat 11.00'de düzenlenen savaş kurbanlarını anma gününde, olayın aydınlatılması gerektiği yönünde görüş bildirdi.
Başkan Cuy, "Maalesef trene ateş açan iki kişi beyaz kayalarda öldürülmüş, orada olayın anısına hazırlanmış bir yer var. 2015'te olayın yüzüncü yıldönümü, ne yapabileceğimiz ile ilgili bir toplantı yaptık, ne olup bittiğini konuşmak için iyi bir fırsat oldu. Çünkü Birinci Dünya Savaşı sırasında Avustralya'da tek ciddi saldırı o idi" dedi.
Cuy, olay hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığını, bir karara varmak için belgeleri incelemesi gerektiğini belirterek, "Tarihçilerimizden bir tanesi araştırıp bir kitap yazdı, tüm belgeleri, gazeteleri araştırdı, olayı tam anlayabilmek için onu okuyacağım" şeklinde konuştu.
Binbaşı Roben Mallen, aktif görevde olmasından dolayı konu ile ilgili herhangi bir açıklama yapmak istemedi.
Mallen, Birinci Dünya Savaşı'nda birçok ülkeden çok sayıda gencin hayatını kaybettiğini, bu sebeple bütün dünyada olduğu gibi kendilerinin de saygı duruşunda bulunduklarını ifade etti.
Anma törenine katılan gazilerden Bill Graham da piknik trenine saldıranların Afgan bile olmadıklarını belirterek, "Pakistan-Afganistan sınırından bir yerlerden gelmişlerdi, hayvan kesimi ile ilgili belediye ile sorunlar yaşıyorlardı, bu yüzden kızıp olayı yapmış olabilirler" şeklinde konuştu.
Olayı aydınlatacak kilit unsurlardan sayılan Gül Muhammed ve Molla Abdullah'ın mektupları da günümüze kadar tartışılageldi.
Saldırının üzerindeki sır perdesinin kalkması için baskı yapan bölge halkına karşı 3 gün sonra kayalıklarda, Afganlar tarafından yazıldığı iddia edilen mektuplar bulundu. Mektuplardan Molla Abdullah'a ait olanında şu ifadeler yer alıyor:
"Ben Allah'ın önünde zavallı günahkar bir kulum ve onun merhametini istiyorum. Bu ülkede yaşayan  fakir biriyim. Bir gün belediye denetçisi beni suçladı. Bir başka gün ben ona yalvardım yakardım, beni dinlemedi. Sinirli bir şekilde oturup derin derin düşünürken Gül Muhammed geldi. Kendi üzüntülerimizi birbirimize anlattık. Kendi isteğimle onun planlarına katıldım ve Allah'tan benim için kolay bir ölüm olmasını istedim, dinim açısından. İkimizin de kimseye bir düşmanlığı yok. Padişaha ve Kur'an'a karşı gelmek istemiyorum sadece denetçiye karşı bir kinim vardı, önce onu öldürmek istedim, başka kimseye kinim yoktu.''
Gül Muhammed'e ait olduğu iddia edilen mektupta ise şu ifadeler var:
"Merhametli olan Allah ve Peygamberi Muhammed'in adı ile. Bu zavallı günahkar Sultan'ın bir kuludur. Benim adım Gül Muhammed, Sultan Hamid Han'ın mekanını 4 defa ziyaret ettim savaşmak için. Sultan tarafından imzalanmış emri ve mührü elimde, kemerimde şimdi, eğer silahla ya da tabanca mermileri ile yok olmazsa üzerimde bulursunuz. Sizin adamlarınızı öldürmem gerekiyor kendi inancıma ve Sultan'ın emrine göre. Kimseye karşı düşmanlığım yok bunu da kimseye danışmadım ve bilgilendirmedim. İnananlara elveda."
İki Afgan tarafından yazıldığı iddia edilen mektuplardan Gül Muhammed'e ait olanında bahsedilen Sultan imzasına ve mührüne rastlanamadı. Yine Gül Muhammed'e ait olduğu öne sürülen mektuptaki ifadenin aksine mektuplar, Afganların üzerinde veya kemerinde değil, bir taşın altından çıktı.
AA'ya konuşan Broken Hill sakinleri de piknik trenine saldırı olayında birçok soruya henüz cevap bulamadıklarını belirtirken, bunun sebebini devlet belgelerinin yanmış olmasına bağlıyor.
Ayrıca bölgede yaşayanlar, olayın zamanı, şekli, faillerin Türk olmamasına rağmen Türklerin suçlanması ve olaydan sonra elde edilen deliller konusunda ikna olmadıklarını ifade ediyorlar.
Sıkça sorulan sorular ise şunlar:
"-O dönemde sadece askerlerin kullanabildiği askeri silahları, ekonomik zorluk içindeki iki Afgan nasıl ve nereden temin etti ve eğer satın aldılar ise bu silahları kim sattı?
-Saldırı olana kadar belediye ile sürtüşmeleri dışında herhangi bir olaya karışmayan iki Afgan'ın neden silahlanıp yıllarca birlikte yaşadıkları sivil halka saldırdıkları?
-Olay yerine dondurma arabası ile geldiği iddia edilen Afganların neden saldırıya uğrayanlar tarafından görülmediği ve olaydan sonra ifadelerin yer almadığı?
-Saldırıdan sonra kaçtıkları iddia edilen iki Afgan'ın, beyaz kayalarda saklanılabilecek bir yer olmamasına rağmen yaklaşık 3 kilometre kaçarak neden buraya saklandıkları?
-Beyaz kayalıklarda yaşanan çatışmada sınırlı sayıda mermisi olduğu fotoğraflarda da görülen saldırganların neden canlı olarak ele geçirilemediği?
-Saldırgan olduğu iddia edilen kişiler tarafından yazılan mektupların neden üzerlerinde değil de 3 gün sonra kayalıktaki bir taşın altından çıktığı ve mektupta bahsedilen Sultan mührünün mektubun üzerinde bulunmadığı?
-Mektubu yazan kişilerin kimseye herhangi bir kinimiz yok demelerine rağmen neden masum sivilleri hedef aldığı?"
Kimliğini açıklamak istemeyen bazı Avustralyalı yetkililer de olayın günümüze dek ulaşan bilgiler dışında boyutlarının olduğuna inandıklarını belirttiler.
Piknik treni saldırısının gerçekleştirildiği bölgede New South Wales eyaletinden getirilen temsili bir vagon bulunuyor. Piknik treninin geçtiği güzergah ise yaşanan olaydan yıllar sonra değiştirildi. Saldırıya uğrayan ve resimlerde üzerinde kurşun delikleri görünen tren vagonunun nerede olduğu bilinmiyor ancak benzer vagonlar ve lokomotif hala tren müzesinde bulunuyor.
***
Son Not: “Dün” bilgimiz ya çok kirli ya çok yetersiz be dostlar. Dil bilgimiz ve din bilgimiz gibi.
Siz Yine de Marvel filmini izleyeceğinize, yani Roma Dondurması yerine Türk İşi Dondurmayı tercih ediniz.

BİLGİNİN ÖNEMİ VE KAYNAĞI
Varlık ve olayları bilme, tanıma, çözümleme ve yorumlama sonucu ortaya çıkan bir ürün olan “bilgi” hakkında, pek çok şey söylenmiştir her daim. Çok boyutlu, çok katmanlı müzakere edilebilecek epistomolojik bir husustur bu şüphesiz.
Müslümanların “bilgi” ile ilişkisi oldukça karmaşık bir görünüm arzettiğinden, belki 500 yıldan fazladır anlamlı bir bilgi üret(e)mediklerinden, “doğa”dan ve “ilahi mesaj”dan üretilen bilgi hususunda ikircikli olduklarından, müslüman düşüncesinde bilginin nidüğü hakkında birkaç kem-küme ne dersiniz?
Bir mümin için iki temel bilgi kaynağı vardır: 1) Doğa, 2) Kur’an ve Hz. Peygamber.
Her ikisi de, içinde “Yaratıcı”nın sırlarını, hikmetlerini, sanatını, maksadını vs (ilahi bilgiyi) barındırır. Bu mutlak bilgi kaynakları içinden, aklımız, medeniyetimiz, aletlerimiz ve tecrübe birikimimiz ile anlayabildiklerimiz ve yaptığımız çıkarımlar ise “beşeri bilgi”yi oluşturur.
Benim burada arzetmek istediğim, her iki kaynağın da (Doğa ve Kur’an), beşeri bir bilgi kaynağı olarak, birbirine benzer özellikler içermesi hususudur:
1- Her iki kaynaktan da belli bir metodoloji ve uzmanlık çerçevesinde anlamalarımız/çıkarımlarımız olmaktadır.
2- Her ikisinden de çıkarımlarımız ancak zamanının doğrusudurlar; gelecekte pekala yanlışlanabilirler. Mesela, nasıl ki ortaçağda insandan çıkarımlar yapan İbn-i Sina’ya ait bilgiler bugün yanlışlanmıştır. Tıpkı bunun gibi, onun çağdaşı tefsir ve fıkıhçıların birçok çıkarımları da bugünkü bilgilerimiz ışığında yanlışlanmıştır.
3- Her ikisinden de belli bir metodoloji ve uzmanlık üzere bilgi üretilmiyorsa çok yanlış çıkarımlar yapılmaktadır.
4- Her ikisinde de aynı zaman diliminde farklı çıkarımlar ve mütalaalar nedenli birbirinden farklı kabuller/doğrular (bilgiler) olmaktadır; ekoller ve mezhepler gibi.
5- Her ikisinde de, aynı eşya ve olayda, farklı uzmanlık alanları, farklı farklı çıkarımlar yapmaktadırlar. Doğadaki bir varlığın/canlının biyomimetik, ekolojik, biyolojik vs gibi fenni özellikleri yanında, davranışsal, organizasyonel, duygusal, sosyobiyolojik vs gibi sosyal özellikleri ve renk, çizgi, şekil, ses, estetik vs gibi sanatsal özellikleri gibi bir sürü farklı özelliklerinden, her bir bilim ve ilgi alanı ile ilgili birçok farklı bilgiler üretildiği gibi, Ku’an’daki bir ayetten de fenni, sosyal, psikolojik, sanatsal vs bir çok farklı çıkarımlar yapılıp farklı bilgiler üretilmektedir.
6- Her ikisi de, benzer bir şekilde, insanın evrende “unik ve özel” bir yeri olduğunu gösterir: İnsanın, Tanrı’nın “Doğa ve Kur’an’daki sırlar”ını yorumlayabilmesi, O’nun yarattıklarına müdahele etme “yeti ve yetki”si olması; O’nun koyduğu kurallara aykırı davranma (çevreye ve kendine zararlı veya günah işleme) özgürlüğü olması vs gibi benzer “varoluşsal ilkeler”e işaret ederler.
7- Her ikisinde de, yanlışlanamayan, değişmeyen, hep doğru kabul edilen, konsensüs oluşmuş bir kısım (kadim bilgi) vardır.
Hülasa, “teşri ayetler” (Kur’an ve Sünnet) ile olan ilişkilerimizi, “tekvini ayetler” (science) ile olan ilişkilerimize benzetme gereğine vurgu yapmaktı bu “tarz-ı nazar”dan amaç!
Kısaca demem o ki, doğa ile olan ilişkimiz, doğadan bilgi üretmek şeklimiz ve ürettiğimiz bilginin hakikatin nesi ve ne kadarı olduğu husundaki mütalaalarımız ne ve nasıl ise, bir Müslüman için bir bilgi kaynağı olarak “nas” ile olan münasebet de öyle olsun. Bunu gerekçelendirmeye, bunun için anoloji kurmaya çalıştım sadece. Ortaçağda üretilen bilgiyi “nas”sın kendisi zannetmeyelim, selefin çıkarımlarına takılıp kalmayalım; gerici olmayalım. Tabii ki pozitivist de...
Zaten İslam teolojisine göre, Doğa, Kur’an ve Hz. Peygamber, her üçü de birlikte, hep okunası birer kitaptır varoluşu anlamlandırmada!



TÜRK TOPLUMU FİLMLERLE MANKURTLAŞTIRILIYOR MU?
İnsanlarımızın ahvalini değerlendirirken, yani ülkemizde olup bitenleri, özellikle eğitim ve kültür politikalarımızı eleştirirken “Türk toplumu mankurtlaştırılıyor” şeklinde tanımlamak durumunda olmalı mıyız? Yoksa durumu olduğundan fazla mı abartıyoruz?
Aksine!.. İddia ediyoruz;
Ulusal kimliğimiz, kişiliğimiz, onurumuz yozlaştırılıyor, aşağılanıyor. Geçmişimiz ve kim olduğumuz bize unutturuluyor. Azar azar, alıştıra alıştıra, şiddeti zamana yayıp yapay gündemlerle oyalanıp mankurtlaştırılıyoruz. Uygarlıkların beşiği olmuş bu ülkenin insanları mankurtlaştırılıyor! Topluma “geçmişi unut, kim olduğunu unut, geleceği düşünme, anı yaşa” düşüncesi genel geçer yapılarak mankurtlaştırılıyor. Başta artık çoğu bizim olmaktan çıkmış kitle iletişim araçları olmak üzere her türlü araç bu amaçla kullanılıyor. Bir daha kendimizi toparlayamayacak biçimde zihnimiz silinip yeniden inşa ediliyor! Böylece ulusal refleksimiz ve direncimiz kırılıyor. Görünüşe bakıldığında epeyde  yol alındığı anlaşılıyor.
Kitle iletişim araçlarında yer alan kimi okumuşları okuyup, dinleyince bunların mankurtlaştırıldıklarını ve tüm toplumu da mankurtlaştırmak için görevlendirildikleri  gibi bir kanıya ulaşılıyor. Uygarlıkların rahmi ya da beşiği olmuş Anadolu topraklarında nasıl ortaya çıkar bu uğursuzluk? Modernleşmek yerine Batılılaşmaya çalıştığımız için mi? Tanımı yapılamamış tartışma konusu olan bir Atatürkçülükle insanları oyaladığımız için mi? Dindarlıkla dinciliği karıştırdığımız için mi? Yurttaşlarımıza ulusal bir tarih bilinci kazandıramadığımız için mi? Sakın aydınlarımız ve yöneticilerimiz bize ihanet ediyor olmasınlar? Ya da gaflet mi, dalalet mi?
Mankurtlaştırılmak istenen bu halk, tarihte onlarca devlet kurmuş, sonuncusu dünyanın dörtte üçüne egemen olmuş, şunun şurasında doksan yıl öncesinde en kötü durumunda bile dünyanın ilk beşinde yer alan Osmanlı’nın sahibi; ardından emperyalizme karşı zafer kazanmış bir halktır. Uygarlığa büyük katkıları olmuştur. Bu halk, emperyal duyguları tatmış ve dünyaya düzen vermiştir. Feth ettiği yerleri işgal etmemiş oraları yurt edinmiştir. Şimdilerde emperyalizmin aracı olarak birilerinin Ortadoğu’da, Kafkaslarda, Balkanlarda ve başka yerlerde jandarması olarak kullanılmak isteniyor. Bir şekilde başa geçenlerin yaptıkları nasıl açıklanabilir?
Topluma yerleştirilmeye çalışılan aktarma “tüketim kültürü”nün “kullan-at” ilkesi geleneksel kültürel ögeler yanında düşünceyi, geçmişi, kısaca her şeyi kullanıp atmayla sonuçlanmıştır. Geçmişin unutulması, geçmişteki çözümlerden yararlanmama sonucunu da ortaya çıkarmıştır. Toplum giderek geçmişi daha az anımsıyor, düşünce  modaya  teslim oluyor. Öte yandan geçmiş, tam da unutulduğu içindir ki, itirazla karşılaşmadan hüküm sürüyor. Bunun aşılması için öncelikle anımsanması gerekir. Geçmişteki çözümler unutulunca hatalar da tekrarlanıyor!
Yeni adına eskiyi rafa kaldıran günümüz eleştiri tarzı, devrin zihniyetinin bir parçasını oluşturur; unutarak temize çıkmaya ve savunmaya yarar. Kısacası, toplum belleğini ve onunla birlikte aklını yitirir. Geçmişi düşünme yeteneksizliğinin ya da gönülsüzlüğünün bedeli düşünememektir. Bellek yitimi, geçmiş düşünceyi fazladan bir “entelektüel çöplük” gibi sırtından atan “radikal” ampirisizm ve pozitivizmden, geçmişin devlerine ve dehalarına çok erken doğma talihsizliğine uğradıkları için selam duran açıkgöz kuramlara kadar çeşitli biçimler alır.
Sözü edilen durum çağın gerektirdiği kültürel değişme ya da gelişme değil, bilinçli bir yozlaştırmadır.

Marifet, düşmanı savaşmadan yenmektir noktasındaki algısı da güçlü olan Batılılar Amerika’yı keşif ettiklerinde (keşif değil, işgal!) onlar gibi silahlanmamış ve daha da önemlisi açgözlü, barbar davranışlara sahip olmayan yerli halkı sistemli biçimde katletmişlerdi. Kimini kılıçtan geçirerek, kimini yerlilerin bağışıklığı bulunmayan hastalık mikropları bulaştırarak, kimini de barınma ve beslenme ortamlarını ortadan kaldırarak yok ettiler. Örneğin Kızılderililerin temel besin ve geçim kaynağı olan bufaloları yok ederek onları aç bıraktılar. Kısırlaştırdılar. Amerika’da sadece katliamlarda doksan milyon insan soykırıma uğramış ve katledilmiştir.
Bu güne değin Batı (Avrupa, Amerika) tarihiyle yüzleşip Kızılderili katliamlarının hesabını vermemiştir. İnsanlıktan özür dilemediği gibi sömürü ve talana hâlâ devam etmektedir. Şimdilerde açıkça Afganistan ve Irak’ta, öteden beri ise örtülü olarak birçok yerdedirler.
Batılılar tüm yöntemlere rağmen yok edemediği Kızılderilileri ise “ateş suyu” ile uyuşturmuşlardır. “Ateş suyu” Kızılderililerin viskiye verdikleri addır. Yani alkol!
Ateş suyu (alkol) bugün yaşamaya çalışan Kızılderilileri sindirmiştir. Alkole alıştırılan, uyuşturulan Kızılderili, Kızılderili olmaktan çıkmıştır. Kızılderili, kendisi olmak için savaşımı bir tarafa bırakıp “ateş suyu” elde etmek için beyaz adamın kölesi olmuştur. Kızılderililer şimdilerde Amerikan toplumunda müzelik bir eşya muamelesi görmektedir. Unutulmuş geçmiş, unutturulmuş katliamlar, unutturulduğu için az bir kısmı kalmış kültürle turistlere Kızılderili dansları sergileyerek bahşiş toplayan, onu da ateş suyuna harcayan bir kitle!
Kızılderilileri bu hale sadece viski getirmemiştir. Eğitim de bu amaçla kullanılmıştır. Sömürgen güç, pragmatik düşünmektedir: Pahalı bir bedelle Kızılderili ile dövüşmektense onu eğitimle mankurtlaştırarak bertaraf etmek daha ucuzdur. Kızılderililer Amerikan okullarında “beyaz adamın” değerleriyle eğitilmişlerdir.
Kızılderililer mankurtlaştırılmıştır. Türkiye de böyle yapılmak isteniyor. Batılılarla uygarlıkta yarışacak bir Türkiye değil, onları eğlendirecek güzel bir tatil ülkesi; zorla sömürgeleştirmek, hırsızlık ve gasp yapmak istedikleri yerlerde kullanmak üzere askerleri olmamızı istiyorlar. Buna “evet” demek için bizim mankurtlaştırılmamız gerek!
Bu arada kitleleri uyuşturmak için ateş suyunu sadece Amerikalılar kullanmadı. Rusların da benzer politikalar izlediği Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ortaya çıkan devletlerde görüldü. Aytmatov, tam da bunu gördüğü için mankurtlaştırma kavramını açıkladı. Elbette bunu kendi kültür kodlarından birini oluşturan Manas Destanını bildiği için yapabildi. Emperyalizm, ateş suyu etkisi yaratan birçok araç geliştirmiştir. Aşağıda bunların bir kısmı açıklanmıştır.

Alkol ve uyuşturucu bağımlılığı
Emperyalizm ateş suyu politikasını her sömürgeleştirmek istediği ülkede uygulamaktadır. Kendi mantığınca tutarlıdır. Meşrulaştırılan şey yani alkol ve uyuşturucu, emperyalizmin toplumları/kitleleri uyuşturmada, düşündürmemekte kullandığı bir araçtır. İçer unutursunuz. Sizi şaşırtan, alışamadığınız şeyleri zamana yayar ve alışırsınız. Alıştırılırsınız ve uyum sağlarsınız. Sömürgeleştiğinizin, malınızın çalındığının, çocuklarınızın zihninin istemediğiniz şekilde geliştirildiğinin farkına bile varmazsınız. Böylece tehdit olmaktan çıkarsınız.
Oysa bilişim devrimi sürecinden geçmekte olan dünyada, dünya entelektüellerini izlemek, yeni haritaların çizildiği coğrafyaları en azından anlamak, AB ve ABD köleliği arasında tercihe zorlanan, birileri tarafından yol haritası belirlenmekte olan insanların uyuşturulmaya değil, ayık kalmaya gereksinimi vardır! Kitleler/toplumlar/uluslar ne kadar uyuşturulur ve düşünmekten  uzaklaştırılırsa  sömürgeleştirme  politikası o kadar başarılı olur. Uyuşturulup bireysel zevklerin peşinde koşan, “anını yaşayan” gelecek kaygısı taşımayan kişi ve toplumlar emperyalizmin kendilerine hangi oyunu, nasıl oynadığının da farkına varamazlar. İstenen de budur çünkü sömürü ancak böyle devam eder.

 Kültürsüzleştirmek
Anne tavşan yavru tavşanla ormandaki evlerinde mutlu bir şekilde yaşardı. Günlerden bir gün, anne tavşan yavru tavşana der ki “bak yavrucuğum, benim çıkıp yiyecek getirmem gerek. Sen evde otur. Sakın dışarı çıkma, ortalığı karıştırma ve beni evde bekle.”
Anne tavşan çıkıp gider. Derken yavru tavşan evde sıkılır. O sırada kapı önünde bir kelebek görür. Merakla kelebeğin peşinden koşarak çıkar ve epeyce dolaşır. Yorulup eve girmek isteyince kaybolduğunu anlar. Korkar ve ağlar. Derken bir ağacın dibinde uyuya kalır. Gözlerini korkunç bir hırlamayla açar. O da ne? Kurt değil mi? “Seni şimdi yiyeceğim” demektedir. Yavru tavşan yalvar yakar olurken, komşu “Ayı Amca” oralardan geçmez mi? Ayı Amca kötü kurdu kovalar ve yavru tavşanın elinden tutarak annesine getirir. Yolda da büyüklerinin sözünden çıkma, onların “yap” dediklerini yap, “yapma” dediklerini yapma kabilinden öğütler verir. Derken evlerine gelirler. Yavru tavşan ile annenin dokunaklı sarılmalarının ardından yavru tavşan “bir daha onun sözünden çıkmayacağına, yapma dediklerini yapmayacağına...” yemin billah eder. Ancak anne tavşanla yavru tavşanın unuttukları bir şey vardır. Yavru tavşanı zalim kurt’ un elinden kurtaran Ayı’da bir etçildir. Ayı kurnazlık yapmış yalnızca yavru tavşanla yetinmek istememiş iyilik maskesi altında tavşan ailesinin evlerine kadar girebilmiştir. Masalın sonu sizce nasıl bitmiştir?
Masalın ana fikri nedir? Okuyucu bundan ne öğrenir? Araştırma, karıştırma, kurcalama, merak etme! Dur, otur, bekle, yap denilirse yap mı! Her iyilik yapan iyi midir?
Biliyoruz ki, merak duygusu insanı araştırmaya, araştırma da öğrenmeye götürür. Biz yakın dönemimizde, yıllardır çocuklarımıza merak etme, araştırma, sadece “yap” denilenleri yapmayı öğretmişiz! İnisiyatif alamayan, girişken olamayan, deneyim edinme kaygısı olmayan, aklını kullanmayan, korkak, pısırık, edilgen yani “ödlek tavşan yavruları” yetiştirmişiz.
Oysa sıradan geleneksel bir Keloğlan masalı incelendiğinizde Keloğlan aracılığıyla çocuklara tam tersi mesajların verildiği görülür: Keloğlan anasını dinler ama sorunu kendi bildiği gibi çözer; üstelik kendisini korumaya çalıştığını bilerek genellikle anasının öğüdünün tersini yapar. İddialıdır, araştırır, karıştırır, büyük oynar ve büyük ödülü kazanır. Bu masallarla çocuklara Keloğlanın o kel-kötürüm haliyle neleri nasıl başarmış olduğu anlatılır ve dinleyen çocuğa âdeta “sen ondan daha iyi durumdasın, hadi, ne duruyorsun” denilir.
Hele Köroğlu! Köroğlu, bir ozandır, bir düşünürdür, bir müzisyendir, yavuklusu olan, sevdayı bilendir. Köroğlu kötü yöneticilere ve haksızlığa karşı direnme hakkını kullanan “birey”dir. Unutturuldu. Üniversiteli gençlere dahi sorsanız, “Köroğlu kimdir, nedir?” diye, çok cılız yanıtlar alabilirsiniz. Yanıt verenler de Cüneyt Arkın’ın filminden kazara öğrenmişlerdir. Ama Köroğlu’nun kötü kopyası olan İngiliz eşkıyası Robin Hood herkes tarafından biliniyor! İnsanımız okumuyor ama televizyon izliyor. Televizyonda ise Köroğlu dizilerine yer yok.
Dünyada onlarca ülkenin, kültür ve sineması varken, televizyon kanallarımızın sadece ve sadece Holywood’un, dolayısıyla Amerikan kültürünün acenteliğini/pazarlamasını yaptığı dikkati çekmektedir. Ya da batı özentisi hikayelerin işlendiği diziler…
Sineması çok gelişmiş Batı dışı ülkeler de var ve bunların bir kısmı, kültürel olarak benzer kültür kodları taşıdıkları için, Türk kültürünün beslenme kaynakları arasında da yer alır. Örneğin Azerbaycan, İran, Hindistan hatta Rus sineması bunlar arasındadır. Bunlar bir yana, sinema ve televizyon kanallarımız Fransız, Alman, Bulgar, Yunan, Arap, İskandinav filmlerine bile neredeyse ambargo koymuşlardır.
Türk sineması aşağılanarak etkisizleştirilmiştir. Alay edilen ve defalarca izlendiği için milletin aptallığı üzerine yorum yapılan Kemal Sunal filmlerinde, halk Keloğlanı görmekteydi. Deli Yürek dizisinde Köroğlu’nu görür gibiydi. Bu yapımların izleyici rekorları kırmasının nedeni izleyicinin kendi kültüründen parçalar bulmasıydı. Bu durum yapımcılara bir fikir vermez mi de, Holywood taklidi diziler, sinema filmleri yapılır ve insanlar izlemek zorunda bırakılırlar? Konu sıkıntısı mı çekiyorlar? Etraflarına neden bakmazlar… Neredeyse her sokak, cadde, mahalle ve okul bir kahramanın adını taşıyor! Bu adlara kimin gözüyle bakıyorlar? Bu durumu en iyimser biçimde mankurtlaştırılmış okumuşlarımızın ne yapacağını bilememeleri olarak yorumlamak isabetli olacaktır. Subaşlarını onlar tuttuğu için kültürümüzü biçimlendiren temel kültür kodlarımızdan kopuyor, mankurtlaşıyoruz.
Bunların sonucunda ülke olarak müttefik ya da komşu olduğumuz bazı devletlerin Türkiye’deki terör örgütlerini desteklediği, teröre yataklık ettiği ve finansman sağladığı ortaya çıkmasına rağmen konu kapatıldı. Birçok ülkenin savaş sebebi sayacağı durum sineye çekildi! 30 bin evladı yok edildi, milyarlarca lira bu uğurda harcandığı için ekonomik krizler uğradı, ülkenin bir kısmında devlet ve toplum hizmetleri felce uğradı, toplumsal doku zedelendi. Yataklık edenlere meydanlar dar edilemedi, sadece bazılarına diplomatik protestolarla yetinildi. Bugün bile bankalar dolandırılmış, bizim paralarımız çalınmış, yapay ekonomik krizlerle sanayimize el konmuş, özelleştirme adı altında yapılan yabancılaştırma ortadayken, kimsede en doğal demokratik tepkiyi verecek mecal bırakılmamıştır. Uluslararası ilişkilerde AB ya da ABD’nin en azından diplomatik nezaketle bağdaşmayacak, saygısız tavır ve isteklerine boyun eğmeyi normal sayar hale gelmişiz. Ödlek tavşanlar toplumu olup çıkmışız. Mankurtlaşıyoruz!

 Yabancı dilde eğitim
Hiçbir ülke çocuklarını başka bir ülkenin dili ile eğitmez, başka kültürlere dönükleştirmez. Biz yabancı dilde eğitim yapan okullarımızda bunu yapıyoruz. Üstelik bunu savunanlarımız var. Yükseköğretim sisteminin en üst kademelerinde görev yapan ve Kemalist bir çizgi izlediğini iddia eden Kemal Gürüz, “Türkçe bilim dili değildir, Türkçe ile bilim yapılamaz” diyerek hem yabancı dille eğitime haklı olmayan bir gerekçe uydurmuş hem de nasıl bir Kemalizm kavrayışı içinde olduğunu göstermişti.
Şimdilerde Anadolu Liseleri, Kolejler, Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Boğaziçi, Bilkent ve başkaları gibi seçerek öğrenci gönderdiğimiz yerlerde yabancı dillerde eğitim verdiriyor, kendi dilindeki kavramlarla düşünmesini engelliyor, çocuklarımızı kendi elimizle başka kültürlere sempati duyar hale getiriyoruz. Bunu azaltacağımıza yaygınlaştırıyoruz. Gerekçe, “veliler böyle istiyor”. Velilerin isteğini doğru anlamak gerekir. Veliler çocuklarının iyi bir yabancı dil öğrenmesini istiyor, yabancı dilde eğitim değil!
En seçme öğrencilerimizi en iyi okullarımızda yetiştirip, bedavadan başka ülkelerin hizmetine veriyoruz. Aldıkları eğitim onların ulusal duyarlıklarını zayıflatıp mankurtlaştırıyor ve “Batı dostu” olup çıkıyorlar. Seçkin üniversitelerimiz kendi ülkelerinden utanıp, bir Batı ülkesine gitmek için çırpınan öğrencilerle dolu.
Devlet bürokrasisi, bilim ve sanatta üst kademelere yükselmek için sanki Robert Kolej ve Galatasaray Lisesi’ni bitirmek temel koşuldur. Politikacı, sanatçı, gazeteci ve bürokratlar arasında bu okulların mezunlarının sayı ve oranı o kadar çoktur ki, sanki ülkede başka okul yoktur ya da bu okullar dâhileri alıp, akıllarına akıl, zekâlarına zekâ katmaktadır! Elbette bu okul mezunlarının ezici çoğunluğu Batıcı. Osmanlıdaki Enderun mektebinin yerini almışlardır. Fark şuradadır; Osmanlı Türk ve Müslüman olmayanların zeki çocuklarını devşirip Osmanlılaştırarak onlardan yararlanıyordu. Biz ise kendi çocuklarımızı Batıcı yaparak yabancılara devşirme yetiştiriyoruz.
Yabancı dil (İngilizce) takıntısı üniversitelerdeki yükselmelerde de kendini göstermektedir. Yabancı dil baraj haline getirilmiştir. Lisansüstü çalışmalar için bilim aşkı, düşünebilme, yaratıcılık değil, yabancı dil hatta İngiliz kültürüne hâkimiyet ölçülmektedir. KPDS ya da ÜDS gibi sınavlar sanki yabancı dil becerisini ölçmekten çok, kolej eğitimi almamış (Batı’ya dönükleşmemiş diye de anlaşılabilir) olanların sisteme girmesini ve yükselmesini önlemeye yönelik!
Sömürgelerde yabancı dil, sosyal tabakalaşmanın bir mekanizması haline gelir. Bir Avrupa dilini kullanabilenler, mesleki sektöre ve modern iş dünyasına girebilir; bundan yoksun olanlar ise daha üst mevkilerden mahrum edilirler. Böylece yabancı dil egemenin iktidar üzerindeki tekelini korumasına yardımcı olur.

Cinselliğin yozlaştırılması
Uyuşturma etkisi yapan her şey Kızılderililerin ateş suyu dediği şeydir. Bunlardan biri de, izlenen kültür politikasının yozlaştırdığı cinsiyetler arası ilişkilerdir. Değer yargılarından arındırılmış cinsellik genel geçer hale sokulmaya çalışılmaktadır. Edebiyat, sinema, televizyon, gazete ve dergilerde cinsel açlık duygusu yaratmak için her türlü yöntem ve teknik kullanılmaktadır. Renkli dünyalara kanat açmanın, bedensel hazzın duyumsatılması ve aranması sağlanmaktadır.
Egemen güç ve onun ürettiği genel geçer pop kültür, kadınlarda köksüz, zarafet ve asaletten yoksun, kalça-göğüs standardizasyonuna indirgenmiş bir güzellik anlayışı üretmiştir. Kişi, sinema ve televizyonda Holywood’un “ölçü budur” dediklerine ne kadar benziyor ve onu ne kadar taklit ediyorsa güzeldir/yakışıklıdır!
”Açık saçıklığı” bazı mankurtlar “çağdaşlık” sayıyor. Kadınların itici kılıklar içine sokulmasını ise diğer mankurtlar “değerlere bağlılık” olarak anlıyor. Kültürel bölünmeler yaşanıyor, akıntıya kürek çekmeye devam ediliyor.
Hiçbir erkeksi ilkeye uymayan maço/maganda erkek tipi üretiliyor. Sokakta yalnız bir kadın gördüğünde “yağmalanması gereken bir mal” gibi algılayan, elle, dille taciz eden, kaba, korkak, duygusuz, duyarsız tipler yetiştiriliyor.
 Aşkta sadakat artık “romantik tekerleme” işlevi bile görmüyor. “Aradığım özellikler sadece bir erkekte/kadında yok, herkesten alacağın var” anlayışı yerleştiriliyor. Sevgili koleksiyonu ve onlardan alınan hediyeler aşkta kariyer geliştiren, kısmet, itibar artıran şeyler haline getiriliyor. Duygular yalama ediliyor; ne dikiş tutuyor ne fren!.. Eşcinsellik teşvik ediliyor. Bunun bir “tercih meselesi” olduğu anlatılıyor. Eşcinsel olmadan sanatçı olunamazmış yargısı yerleştiriliyor. Televizyonlarda, hangi cinsiyetten olduğu belli olmayan tipler sunuluyor; cinsel rol davranışı arayan gençlere. Eşcinseller hep neşeli, şen şakrak, sempatik,  iyi  ve  zararsız  karakterler olarak takdim ediliyor. “Tercih”lerinden dolayı sanki hiç pişmanlıkları, sorunları yok! Erkek çocuklara cinsiyeti belli olmayan ama kadınsı davranışlar sergileyen karakterleri olan çizgi filmler izlettiriliyor. Çocuk ve gençlere böylesi tipler örnek alınası “modeller” olarak sunuluyor. Ne idüğü belirsiz özgürlük modası var ya, seçenekler de sunuluyor elbette; “eşcinsel olamıyorsan/değilsen uniseks de olabilirsin!”
Açık propaganda kitaplarının etkisi azaldığından, şimdilerde edebiyat, özellikle romanlar bir silah olarak kullanılmaktadır. Milan Kundera, sosyalist düzeni yıkabilmek için sadece “ihanet özgürlüğü” istiyordu. “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı ünlü kitabında başta cinsel ve duygusal olmak üzere her türlü ihaneti yüceltiyordu. İnsan, öğrenme yeteneği çok yüksek olan bir varlıktır. Öğrenmelerimizin önemli kısmı da bildiklerimizi başka alanlara transfer etmekle olur. Sevgilisini, eşini aldatmakla başlayan ihanet duygusu, onu taşıyanı ideolojisine, içinde bulunduğu gruba, kader arkadaşlarına ve nihayet ülkesine ihanete kadar götürebilir. Milan Kundera bunu başarmıştı.
Ahmet Altan, “Günaha Çağrı” adlı yazısında şöyle yazıyor:
 “Günahlar işleyelim, günahlarımız için mabetler kuralım, kendi günahlarımıza tapalım.
Yasak aşklar peşinden gidelim.
Yasak düşüncelerle oynaşalım.”
...
“Eğer masumsanız, bir günah ve bir suç işlemediyseniz, eğer siz korkaksanız, kendi kendinize ihanet ediyorsunuz, kendi zevklerinizi, isteklerinizi, fikirlerinizi kendiniz buduyorsunuz.”
...
“Masumiyeti korkaklara ve yeteneksizlere bırakın.
Bir günah mabedi kurmak isterdim, her saat başı sizi günaha çağıran.
Günah, kendine ibadettir... Sizi kendinize ibadete çağıran bir mabet.
Kendinize ibadet edin.”
“Her akşam yatarken “bugün kendim için nasıl bir günah işledim” diye sorun kendinize, eğer bir günah işlememişseniz kalkıp bir günah işleyin, geceler günahlar için en uygun zamandır.”
Toplumları sarsmak için değerler aşındırılmakta, onu ayakta tutan en önemli kurum olan aileye saldırılmaktadır. Romanlarda “aldatma hakkınızı kullanmalısınız” önerisi ikna edici biçimde yapılır. İhanet etmek bir “hak” olarak sunulur. Edebiyatımızda bunun misyonerliğini yapan “Türkiyeli” romancılar bulunmaktadır (bunlar Türkiye’yi aşağıladıkça dışarıda ödüllendirilirler). Kültürel değerlerimizin en aşağılık şey olarak gördüğü “ihanet ve aldatma” yazılarında meşrulaştırılır, “aşağılık olan yüceltilerek” değer haline getirilir. “İhanet” romanlarında öyle sahneler ve duygu durumlar ortaya konur ve aldatma öyle meşrulaştırılıp doğallaştırılır ki, okur onu âdeta yaşar, ilginç bulur ve gerçekleştirmek için çareler arar. Romanı okurken, kahramanla özdeşleşen, olaya onun penceresinden bakan okur, zaten olayı yaşamaktadır. Okuyucu aldatma duygusunu zihninde kurgulamış, yaşamıştır. Artık tabu yıkılmıştır. Eşler birbirine “acaba?” diye bakmaya başlar. Evliliği ayakta tutan “eşine güven” duygusu ise ve bu da yoksa evlilik ve aile aslında yoktur. Bunun bir adım sonrası aldatma “hakkını” kullanan ya da kuşkunun pençesinde kıvranan eşlerin parçaladıkları ailelerdir.
Edebiyatta bu tema, insanî bir durum olarak pekâlâ değerlendirilebilir ve sanatçının bakışı olarak yorumlanabilir. Ancak bunun diğer araçlarla da desteklendiğini görünce, büyük bir kampanyanın parçalarından biri olduğu anlaşılır. Pop denilen müzik türü de aynı amaçla kullanılmaktadır: Şarkılarda “sana bir ihanet borcum var, ödedim sonunda...” söylenir, güzel nağmelerle.. “Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe, sırf sana benziyor diye, usulca sokulup merhaba dedim” der, saf saf...
Sinemalarda bunca kültür zengini olan ülkede yeni kavram ve düşünüş biçimleri ile açılımlar yapmak varken, “aldatma” en basit biçimiyle işlenir. Holywood sinemasının aynı temayı işleyen filmleri günlerce televizyonlarda tanıtılır. Bir kadın/ erkek neden aldatır, aldatılır? Bunu tartışmak üzere açık oturumlar düzenlenir...
İnsanları televizyon ile oyalamakla görevli bazı meddahlar edep sınırlarını zorlayan cinsel çağrışımlı güya esprileriyle izleyicilerinin beyinlerine değil, ilkel dürtülerine seslenirler. Espri yapmak zekâ gerektirir. Bunların düzeyine bakarak, toplumun kültürel düzeyini düşürme işlevi yüklendiklerini söylemek mümkündür.
Televizyondaki “muhabbet” programlarında ya da kadına yönelik yapımlarda âdeta klişe haline gelen bir söz vardır:
 “Aldatmayan erkek yoktur!” Defalarca, durup dururken bile söylenmektedir. Artık genel geçer hale gelmiş ama bilimsel olmayan bir sözdür... Tersini kabul ettiremezsiniz. Ne yapılmak isteniyor? Acaba bu söz, karakterini eğiterek sadakat duygusunu geliştirmiş, arzularını kontrol eden, aile kavramına saygı duyan aldatmamış erkekleri nasıl etkiler? Bu iddiadan evli kadınlar nasıl etkilenir? Böyle bir ortamda sağlıklı ve güvenli toplumsal ilişkiler düzeni olabilir, aile korunabilir mi?
Evlilik kurumunun ilkelliği dile dolanıyor. Evliliğin aşkı öldürdüğü ballandıra ballandıra anlatılıyor. En ufak şeyler boşanma gerekçesi haline getirilerek, aileyi parçalayıcı politika, program, yayın ve uygulamalarla aile güçsüzleştiriliyor, yok edilmeye çalışılıyor. Birlikte yaşama, gecelik, mevsimlik “aşk”lar seçenek olarak sunuluyor!
Bütün bunlar aileyi çökertme programının parçalarını oluşturuyor. Neden aileye saldırılmaktadır? Aile toplumun temelidir de ondan. Toplumu o ayakta tutar. Aile bireyi vatanına bağlar. Aile bozuksa toplum zayıftır. O toplum artık ateş suyu içmiştir. İflah olmaz!
Bir topluma ateş suyu içirmek için, ateş suyu cilalı bir kap içinde, güzel nitelemelerle alıştırılarak verilir. Örneğin içerseniz “çağdaş, modern, Batılı...” olursunuz. Rezaleti “skandal” olarak adlandırır, hafifletirsiniz. Zinanın adı “çapkınlık”, yapılan şey ise “kaçamak” olur. “Düzeyli” birliktelikler yaşanır. Bu kadar masum! Bu mantığa karşı çıkarsanız ya köylü olursunuz ya da gerici. Gericiliği tercih eder ya da bir yere ait olmak için oraya katılmak zorunda kalırsınız. Yoksa mankurtlar sizi “ot” bile sayar.
Utanma, arlanma, hayâ gibi kavramlar silinmeye ya da etkisizleştirilmeye çalışılır. Oysa utanma duygusu insanı yanlışlar yapmaktan alıkoyar. Bireyin vicdan bekçisi gibidir. Bu duygu yoksa insanlar sadece polis ve savcı ile kontrol edilebilir. Herkesin başına polis dikmek mümkün müdür?
Küreselleşme sürecinde beden, bir tüketim nesnesi durumuna gelmiş, özellikle başkalarını kışkırtıcı bir hâl almıştır. Beden, bir nesne olarak eklemlenmiş parçalardan oluşan bir yapı durumuna getirilmiştir. Bazen arızalı olan parçası değiştirilerek, ötekinin erotik bakışına sunulan ve maddi değeri olan bir nesneye dönüştürülmüş, neredeyse bireyin bütün sermayesi haline gelmiştir. Burada amaç, bedenlerinden başka sermayesi olmayan insan tipi yaratmaktır.
Emperyalizm ve kapitalizm, bireylerde cinsel açlık duygusu yaratarak kendini ayakta tutmaya çalışır. Bunun için bireyin bedenine odaklanması sağlanır. Sağlıklı olmaktan çok alımlı görünmek biricik hedef olur. Tek derdi çekici olmak olan birinin yurt ve dünya sorunlarıyla ilgilenmesi, sömürüye, işgallere, soygunlara ilgisi, açları, işsizleri, evsizleri, mutsuzları düşünmesi ne kadar beklenir? Kendi bedeninin derdine düşmüştür ve tensel zevklerin peşindedir. Artık insanlık umursanmaz, sömürü bilinmezdir.
Birey yalnızdır oysa kapitalizm örgütlüdür. Açlar, işsizler çeşitli biçimlerde direnir ama düzen onları bir şekilde meşruiyet dışına iter ve yok eder. Düzen, insan olma sorumluluğunu unutturur. İnsan olmanın ne olduğunu düşünecek hâl bırakmaz. Kişi mankurtlaşmıştır. Egemen gücün istediği de zaten budur; yağmalamaya devam eder.
Kitlelerin kontrolü için  cinsel  “aklı  başındalığa”  karşı yürütülen savaş bugün de birçok toplumda devam ediyor. Davranışlar kitle iletişimi aracılığıyla değiştiriliyor; böylece erdem, özdenetim, kamusal idare reddediliyor, değerlerden arınmış cinsellik teşvik ediliyor.
 İdeoloji ve kavramların saptırılması
İdeoloji, herhangi bir toplumsal kümenin yaşamına yön veren ve kendi içinde uyumlu bir düzen oluşturan düşünce, inanç ve düşünüş biçimlerinin tümüdür. Egemen güç, zihinsel üretimi kendisi yapar ve bilinçli bir bilinçsizleştirme süreci gerçekleştirir. Olaylara bütüncü açıklamalar  getirerek  bireyi bilinçlendiren, ilkeler koyan ve hedef gösteren ideolojileri tersi bir işleve büründürerek insanları mankurtlaştırmak için kullanılır.
Sorunlara doğru saptama yapanların sesi kısılıp, yanlış amaçlar peşinden koşan ideolojiler oluşturulur. Samimi insanlar ülke sorunlarını çözebilmek için bu yapay ve sonu belirsiz ideolojilerle beyhude uğraşır. İşler daha kötüye gider. Sorunlar daha da büyür.
Bu yapay akımlar, toplumu temel sorunlarından, uygarlık mücadelesinden uzaklaştırmak ve dikkati yapay sorun ve çözümlere çekmek için araç işlevi görür. Bazen toplum bir fırsatını bulup sorunları üzerine düşünmeye ve çözüm bulmaya başladığında, bu güçler kışkırtıcı ajanlarla çözümü baltalamaya çalışırlar. Fraksiyonlara/cemaatlere bölünür, ne için uğraşmaya başladıklarını unutur, birbirlerine düşer ve kendilerini emperyalizmin hizmetinde bulurlar!
Dünya görüşü, insanın çevresindeki dünyaya karşı oluşturduğu görüşlerin, anlayışların ve kavramların tümüdür. Dünya görüşlerimizi oluşturan, insanlığa mal olmuş saygın kavramların içerikleri boşaltılıp, egemen gücün amaçlarına uygun biçimde dolduruluyor. İnsan hakları, demokrasi, laiklik, özgürlük hatta bilim ve üniversite kavramlarının içleri boşaltıldığı için anlamları kaybolmuştur. Örneğin “evrensellik” çarpıtılarak, “emperyalist merkezlere bağımlılık”la eşanlamlı hale getirilmiştir. Başka bir deyişle, evrensellik Batı, o da ABD olarak anlatılmaktadır. Şimdilerde birçok kavramın içi özünden ve tarihsel seyri bağlamından koparılarak yanlış biçimde doldurulmaktadır. İnsan hakları ve demokrasi etnikçilik, cemaatçilik ve mezhepçilik olarak anlatılıyor. Kavramlar yanlış anlaşılınca, doğru düşünmek ve iletişim kurmak olanaksızdır.
Aydınlar, toplumun “her türlü düşünceye açık olması” ilkeleriyle “kaleyi saldırganlara teslim etmek” arasındaki farkı göremiyor, bu iki kavramı birbirine karıştırıyor. Böylece ülkenin düşünce dünyası karmaşıklaşıyor, belirsizlik her şeye siniyor. Kimse önünü göremeyince amaçlar belirsizleşiyor. Toplum nereye gideceğini, kime güveneceğini şaşırıyor!

 Bilimsel bilgiden uzaklaştırma
“En gerçek yol gösterici” olan bilim, yeterince ilgi ve iltifat görememektedir. Eğitim ve Araştırma-Geliştirme için zaten az kaynak ayrılan ülkede, krizlerden sonra ilk tasarruf yapılan alanların başında eğitim ve bilim gelmektedir. Siyasal iktidarlar üniversitenin sorunlarını çözebilecek arayışlar içinde olmaktan çok, üniversiteyi kendi evlerinin bir “arka bahçesi” haline getirme uğraşındadır.
Bilgi türleri karıştırılarak mantık bulandırılmakta, kafalar karıştırılmaktadır. Bilimsel bilgiye yöneltilen postpozitivist eleştiriler, sadece bilim çevrelerini değil, zaten yeterince bilimsel bilgi kullanmayan toplumu da derinden etkilemektedir. Bilimsel bilginin yerini bilimdışı, gündelik, dinsel ya da örgütlenmemiş bilgiler almaktadır. İnsanlar dünyayı ve olguları açıklamada geleneksel ya da kulaktan dolma bilgileri, falcılar, medyumlar ya da şarlatanlardan edindiklerini veri olarak kullanmaktadırlar. Bilgi kaynağı bu olunca, (bilginin nasıl işlendiği bir yana) aldığı kararların isabeti de azalmaktadır.
Darbe dönemlerinde aydınlar ve aydınlık yok edilmek istenmiş, eğitim ve bilim önemsizleştirilmiştir. Bilime ve aydınlanmaya değer vermeyen bir kültür oluşturulmuş ve hâkim kılınmıştır. Nitelikli okuyan ve yazan bir toplumun neden oluşturulamadığı konusunda ileri sürülen gerekçeler ikna edici değildir. Âdeta okumayan yazmayan bir toplum istenmektedir.
Bilimin ulusal ve toplumsal işlevini önemsemeyen, sadece evrensel işlevini dikkate alan ölçütler geçerli hale getirilmiştir. Bilimde araştırma gündemleri, emperyalist merkezlerin gereksinimleri doğrultusunda oluşturulup, bütün dünyaya evrensel gündem diye dayatılmaktadır. Artık “bedenler göçmeden beyinlerin göçmesi”nin etkili bir mekanizması oluşturulmuştur. Dünyanın her tarafındaki araştırmacıları, üstelik kendi ülkelerinin kaynaklarını kullanarak, merkezin belirlediği araştırma gündemi çerçevesinde çalıştırmanın yolu keşfedilmiş durumdadır. Bilim, ülke sorunlarının çözümüne değil, “merkez”lerin istediği yayınları yapacak biçimde araştırma ve yayınlara odaklanmıştır.
Ülkenin ciddi sorunları karşısında bilim ve bilginler kayıtsız kalmışlardır. Güneydoğuda yıllarca devam eden terör ve sonuçları konusunda ciddi araştırmalar yapılmamıştır. Laiklik, öğretim birliği, yabancı dilde eğitim, Avrupa Birliği gibi konularda özellikle eğitim alanında yapılmış ciddi araştırmalar bulunmamaktadır. Üniversiteler sanki suya sabuna dokunmak istememektedir. Bilimin bıraktığı boşluk başka bilgi türleri hatta bilgisizlik tarafından doldurulmakta, eleştirel düşünemeyen insanlar kolayca yönlendirilebilmekte ve mankurtlaşmaktadırlar.
Araştırmaların kaynak ya da referanslarına bakınca da tuhaflık görünüyor. Türkiye’nin bilimde iyi olduğu bir alanda yazılan araştırma ve kitapların kaynakçalarına bakınca neredeyse tamamının İngilizce kaynak olduğu görülüyor. Aynı konuda Türkçe yapılmış onlarca araştırma olduğu halde alıntı yapılmıyor, görmezden geliniyor. Sanki ne kadar çok Batılı kaynak kullanılırsa o kadar kaliteli yayın yapmış olunuyor!
 Bazı eğitim bilimi kitaplarının kaynakçasında Türkiye’den bir tane bile kaynak bulunmaz; olmadığından değil, var ama tenezzül edilmiyor. Bu ülkenin çocuğunu yetiştirmek için yazılan bir kitapta ülkenin tarihi, kültürü, edebiyatı ve etik anlayışından söz edilmez mi? Haklarını yemeyelim; söz ediyorlar ama onu bile Batılı kaynaklardan alıntılıyorlar.
Aktarmacı, Avrupa-merkezli bir bilim anlayışı yerleşmiş, kendi  toplumuna  bile  Batının  gözlükleriyle  bakan  bilginler türemiştir. Örneğin Batıcı cinsiyetçilik anlayışıyla “töre cinayetleri”ne bakmak, sorunu çözmeyeceği gibi, ancak cehaleti ele verir. Tipik devşirme aydın tavrıdır. Tarım toplumu değerleriyle büyümüş ve o ortamda yaşayan birinin “töre” kavrayışı da tarım toplumunun değerleri olması doğal değil midir? “Dünyaya sömürgecinin gözüyle bakan” yerli elit; beyin-
leri Avrupa-merkezli ideolojik safsatalar tarafından dağlanmış, kendi gerçekliğine, kendi toplumuna külliyen yabancılaşmış yerli azınlıklar, hep emperyalizmin, sömürge ve yarı-sömürgelerde, şimdilerde Üçüncü Dünyadaki adamları-ajanları oldular.
Üçüncü dünya ülkelerinde yer alan üniversitelerin hemen hemen tam anlamıyla yabancı bir model üzerine kurulmuş olmalarından ve yabancı kurumların değerlerini ve kurumsal örneklerini yansıtmalarından dolayı sömürgeci kurumlar olduğu gerçeğini ıskalayamayız. Bu üniversiteler araştırma ve yaratıcı entelektüel çabaya ağırlık vermemişlerdir. Böylece yüksek eğitimin çoğunluğu Avrupa modellerini ve akademik normlarını yansıtır; fakat modern Batı standartları seviyesine çıkarılmadan.
Ülkede bilimsel bilgi üretimi âdeta yabancılar için yapılmaktadır. Yabancı dille (İngilizce) öğretim yapan üniversite ve fakültelerde yapılan bilim uzmanlığı ve doktora tezleri başta  olmak  üzere,  neredeyse  bütün  yayınlar  yabancı  dilde yazılmakta, Türkçe bilen okur için değil, yabancılar için bilgi sağlanmaktadır. Ülkemizin kaynaklarıyla üretilen bilginin bu ülkede yaygın olarak dağıtılamaması ve kullanılamaması düşündürücüdür. Eğitimin yabancı dilde olmadığı üniversitelerde de birçok dalda yükselmek için yabancı dillerde yayın yapma zorunluluğu bulunmaktadır. Genellikle yüksek standartta olan bu yayınlar da Türk bilgi kullanıcısına sunulamamaktadır.

Dincilik ve sahte din anlayışı
Doğuda, İslam’ın sahipleri, hakikat aşkından uzak, böyle bir anlayışla sevgiden mahrum bulunuyorlar. Kendilerini sadece bir takım dinî örflerin teknikçisi sayan bu zümre, gerçek dinî vazifelerini yapmamaktadır.
Din, toplumsal yaşamda önemli ve gerekli sosyal bir kurumdur. Toplumları etkileme ve bireyleri yönlendirme etkisine sahiptir. Ancak, din adına hareket ettiğini iddia edenler siyasal bir amaç gütmeye ve iktidar mücadelesi vermeye kalkınca, toplumsal sorunlara da yol açabilmektedir. Kuşkusuz, bu dinden değil, dinciden kaynaklanır. Dindar ile dinciyi iyi ayırt etmek gerekir. Dindar ile kimsenin bir sorunu olamaz.
Din üzerinden siyaset ve ticaret yapanlar, dinsel değerleri ve inanan insanları sömürmekte, sorunlara yanlış teşhislerin konulmasına yol açmaktadır. Din konusu, farklı çıkarları olan başka ülkelerin de ilgi alanına girer. Ilımlı İslam projesinden sonra halkı Müslüman olan ülkelerde İslamcılar artarken dindar Müslümanların azaldığının gözlenmesi ilginç bir durumdur. Emperyalizmin sahte şeyh, mezhep ve tarikatlar oluşturması da yeni bir uygulama değildir. Afganistan ve Arabistan’da şeyh kılıklı Amerikan ve İngiliz ajanları yüzyıldır faaliyetlerine devam ediyorlar. Bunu İslam’a iyilik için mi yapıyorlar? Bunlarla hem din anlayışı değişir, din saptırılır, itici bir din ve gelişmeye kapalı bir toplum düzeni oluşturulur hem de yeni tarikat ve cemaatlerle bölücülüğe yol açılarak toplumsal çözülme sağlanır. İnsanlar gerçek sorunlar üzerinde düşünmekten alı konulur. Hatta ülkeler işgal edilir.
Cezayir’de 1840 yılında egemen olan dinsel güç, Ticani tarikatı ve şeyhi de Muhammed Es Sağir’dir. O sırada Fransa tarafından Cezayir’e gönderilen ajan Rosch, Müslümanlığı kabul etmiş görünerek önce Es Sağir ile işbirliği içinde, yerel İslam ulemasına başvurmuş ve arkasından Mısır’ın ünlü El Ezher medresesinin ve en sonunda da Mekke ulemasına başvurarak onlara yönelttiği “İslami itikada halel gelmeden, geçici süre, Hıristiyanlara boyun eğmek caiz midir” sorusuna karşı “elcevap: caizdir” yanıtını almıştır. Hıristiyanlara geçici tutsaklığın süresi ise yüz yılı aşmıştır. İslamcılar (dindarlar değil) aracılığıyla farklı kültürel anlayışlar sanki “İslam buymuş gibi” topluma dayatılmaktadır. Müslüman olmak ile ortaçağdaki Arap geleneklerini sürdürmek birbirine karıştırılmaktadır. Yıllardır başörtüsü ve İmam Hatip Liseleri üzerinden kıyametler koparılmaktadır. Körüklenen bunun gibi yapay sorunlar âdeta bir “sis bombası” etkisi yaratarak, asıl sorunların görünmesini engellemiştir.
Dinsizleştirmecilik de bir ateş suyu haline gelmektedir. Din, toplumsal yapıyı ayakta tutan sosyal yapıştırıcılardan biridir. Birçok kültür kodu dinsel değerlere ilişiktir ve din toplumsal ve bireysel birçok işlev görür. Din, manevi olduğu kadar stratejik bir güçtür. Onu dışlar ya da ilgisiz kalırsanız başkaları ilgilenir ve size karşı kullanır. Yanınızda olması gereken bir gücü karşınıza almış olursunuz. Bir kısım laiklik savunucularının bilerek ya da  bilmeyerek,  laiklik  savunusu değil, dinsizleştirmecilik yaptığı görülmeye başladı. Oysa laiklik, dinin olmadığı bir yerde anlamsızdır. Laiklik din ile birlikte vardır. Laiklik bir barış antlaşmasıdır. Yeni ayrışmalara meydan vermemesi gerekir. Böylesi kişiler, laiklikle hiçbir sorunu olmayan dindar kişileri karşılarına almakta, iletişimi koparmakta ve toplumsal parçalanmaya yol açmaktadırlar.
Din duygusu; insana fedakârlık, sabır, ölürse şehit kalırsa gazi olma anlayışı gibi savaş gücünde çok değerli olan manevi bir dayanak verir. Bir toplumda bu değerlerin zayıflaması demek, yaşam enerjisinin kaybedilmesi demektir.
Din ve dinsel alanda önemli kavram ya da simgelerin alaya alınması, küçük düşürülmesi ve önemsizleştirilmesi de dikkati çekiyor. Edebiyatta, sinema ve “bir kısım” medyada din adamlarımız küçük hesaplar peşinde koşan, çağdışı, yobaz ve aşağılık birçok niteliği kendinde toplayan karakterler olarak sunuluyor. Anadolu’da taşlayarak öldürme (recm) hiç olmadığı halde “vurun kahpeye” sahnelerini sık sık izliyoruz. Oysa engizisyon ve endüljans süreçlerinden geçen Batı toplumlarında din adamları medya ve sanatta âdeta evliya olarak sunuluyor. İslam’daki dinsel simgeleri aşağılamak laiklikle açıklanamaz. Olsa olsa din düşmanlığı, özellikle de İslam düşmanlığıdır. Zira laikliğin karşı olduğu din değil, yobazlıktır.
Laikliği savunanların insan haklarının bir gereği olarak bu savunuya devam etmekle birlikte, son tahlilde bu toplumun Müslüman bir toplum olduğunu unutmamaları gerekir. Modernleşme adına Batılı davranışlar beklemek kimsenin hakkı değildir, doğru da değildir. Toplumu yönettiği/yönlendirdiği iddiasında olanların öncelikleri iyi belirlemesi gerekir. Ülkeye yönelik “görünen ve açık bir emperyalist tehdit” hatta saldırı varken, tarafların incir çekirdeğini doldurmayacak konuları bir tarafa bırakmaları gerekir. Bu durum evleri yanarken yorgan kavgasına tutuşan karı-kocanın durumuna benzemeye başladı. Laiklik tartışmalarında kimilerinin geldiği nokta burasıdır. Sağduyu geliştikçe bunların da kaybetmeleri kaçınılmazdır.
 Dindar, dinini uygulamaya ve yaşamaya çalışan, imanı güçlü olan kimse, dinci ise dinini yaşama kaygısı olmadığı halde diğer insanlara kendi anladığı biçimiyle dini dayatan veya çıkarları için dindar görünmeye çalışan kimsedir. Dindarın eylemleri Allah’ın rızasını kazanıp sevap almak, dincininki rant (para, makam, statü, oy) elde etmekle kendini gösterir.
ÖZELLİKLE Amerikan sömürgeciliğinin, Müslüman toplumlarda ve topluluklarda görev yapmak üzere yetiştirdiği sahte imamların bu “gavur İmam”dan tek farkları vardır: Bu imamlar, bugün Müslümanların canlarına değil, dinlerine kıymak, İslam anlayışlarını bozmak üzere yetiştirilmektedir. Herhalde Müslümana düşen basiretli ve uyanık olmak ve dinine kıydırmamaktır. İslam düşmanlarının bizden gözükerek oynadıkları oyunlarını bozmaktır.
 Türkiye’nin kimliğinin ve bekasının korunması için ülke güvenlik stratejilerinin değiştirilmesi gerektiğinin tartışıldığı bir dönemin başladığını unutmadan UYUŞMA-UYAN TÜRKİYE diyoruz!

 Yapay gündemle oyalamak
“Bir kısım” medya toplumu bilgilendirme değil, biçimlendirme görevi üstlenmiş, böylelikle görevinin dışına çıkmıştır. Basındaki zihin inşa mühendisleri, çeşitli yapay gündemler oluşturarak halkın gerçek sorunlarını tartışmasını engellemekte, gerçekleri gizleyip üzerinde düşünmemeyi sağlamaktadırlar. Bu durum özellikle ülkenin başına çorap örüldüğü zamanlarda daha da artmaktadır. Hava puslandırılır ve kurtlar ortaya salınır. Dikkatler başka tarafa çekilerek asıl yapılacak olanlar yapılır. Bazı olaylar kendi bağlamından cımbızla çıkarılarak başka biçimlerde sunulur. Dinleyici/izleyici/okuyucu yönlendirildiği sonuçlara ulaşır. Böylece zihinler yeniden inşa edilir.
Gündemimizin yoğunlaştığı konularla  kitleler  bunlarla oyalandırılıyor. Bu tür işe yarar sonucu olmayan konuları konuştuğumuz için neleri konuşamadığımızın farkında mıyız? Toplumun gündemi ve konuştuğu konular aynı zamanda bunları izleyen çocuklarımızı eğittiğimiz konulardır. Çocuk ve gençlerimizi bunlarla eğitmek istediğimizden emin miyiz? Onlara öğreteceğimiz, haberdar edeceğimiz başka derdimiz, davamız, hedefimiz yok mudur?
Yapay gündem demokratik gelişmenin de önünde bir engeldir. Demokrasi eğer “halkın, kaynakları adilce paylaşma sürecini yönetmesi” ise, yönetim de karar almak ise ve karar almak da bilgiye dayalı ise bilgiden uzaklaştırılan bir toplum demokratik olabilir mi? Ancak mankurtlar, seçimden seçime oy kullanmanın demokrasi olduğuna inanabilirler! “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.” Bilgi sahibi olmak için de ilgi sahibi olmak gerek. İlgiyi medya yaratmalıdır. Bunu da sorumlu biçimde yapmalıdır.
 İzlenen kültür politikalarıyla ülkenin geçmişte varolan manevi dinamiklerini gözden düşürmek ve toplumu başkasının manevi ve kültürel değerlerine hayran bırakmak amaçlanır. Bunu yapmak için önce toplumsal aşağılık duygusu uyandırılır, toplumsal özgüven ortadan kaldırılır.  “Bir Amerikalı, bir Alman ve bir Türk” diye başlar fıkra ve en salakça eylemi Türk olan yapar! Oysa aynı durumlar Amerikalı için de, Alman için de söylenebilir. “Burası Türkiye, burada her türlü yanlış olağandır!” ifadeleri klişe haline gelmiştir. “Türklerin zekâsının düşük olduğu” safsataları manşetlere çekilir. Basın yayın yoluyla toplumun kusurları ön plana çıkarılır. Ahlâk, inanç, yurtseverlik, kahramanlık gibi değerler gözden düşürülür. Cinsel özgürlük, ilericililik gibi sloganlar devamlı ve sık kullanılarak var olan eğlence kültürü değiştirilir. Batı ülkeleri karşısında aşağılık duygusu uyandırılır. Kendine güveni azalmış topluluklar, başarılı toplulukları taklit etmek ve onlar gibi yaşamak isterler. 30-60 yıllık bir sürecin sonunda toplumun kültürel kimliği değişebildiği için amaca ulaşılır.
Eğer eleştirici düşünmeye sahipseniz ve bu salyangozların neden bu mahallede satıldığını biliyorsanız, bundan etkilenmezsiniz. Bunun farkında değilseniz emperyalizm ve işbirlikçi kapitalizmin tuzağına düşmüşsünüz demektir.
Türkiye’deki egemen sınıf ya da güç, yukarıda sıralanan birçok hususta etkili ve bazen belirleyici olmaktadır. Hepimiz için çalıştığı varsayılan bazı kurum, kuruluş ya da bunların içindeki bazı kişilerin aslında başkalarına fayda sağladığını çok sonradan fark etmek düşündürücü olmalıdır. Kemal Tahir, “Emperyalizm o kadar açık bir namussuzluktur ki ancak yerli alçakların aldatma ve saklama ustalığıyla yutturulabilir. Bunu en iyi uygulayan emperyalist ajanların en yamanları da bizdedir diye haklı olarak öğünebiliriz” demekteydi.

 Tarihi çarpıtmak
Birisine kırk gün “delisin” de, deli olur misali palavraların ardı arkası kesilmez. Göçebeymişiz. Uygarlığa neredeyse hiç katkımız olmamışmış. Her şeyimizi Batı’ya borçluymuşuz. Tarihle yüzleşmemiz gerekiyormuş… Sanki kimimizin Osmanlı ile kimimizin Cumhuriyetle ve Atatürk’le bırakın yüzleşmeyi, hesaplaşmadığımız gün varmış gibi. Geçmişi konuşmaktan geleceği düşünmeye vaktimiz kalmıyor.
Çocuklarımıza Avrupa merkezli bir tarih öğretiyoruz. Bütün uygarlık onların eseriymiş. Kendimize Batılıların bize baktığı gibi bakıyor, çocuklarımıza da bunu böyle öğretiyoruz. Batıcı tarihçi ve sosyologlarımız “biz eskiden de etkisiz bir toplum idik” düşüncesini yerleştiriyor. Müfredatını dışarıdan ithal eden, aydınlarının çoğunu dışarıda yetiştiren ve kendi değerlerini aktaramayan bir ülkede ne beklenebilir ki?
Millet kendini kahraman olarak algılıyorsa mankurtlara göre bu değiştirilmelidir. Tarihteki kahramanlık örnekleri unutturulmalı, korkaklık, çekingenlik ve ihanet halleri öne çıkarılmalıdır. Bir bakarsınız ki zaferleri unutmuş, hezimetleri öne çıkarmışsınız. Böylece Kutül Amare zaferini toplumun gündemine bile getirmezken, Sarıkamış felâketini “kutlarsınız!” Kahramanları unutur, unutturursunuz. Sonradan görme bir kişinin “pot kırarlar” diye akrabalarını saklaması gibi mankurt okumuşlar da kendi kültürel değerlerini, tarihini, kahramanlarını saklayarak efendilerine şirin görünmeye çalışırlar.
 Osmanlı’dan gurur duyan kitleler mi var, “Osmanlı Anaları” diye bir kitap yazar, onların aslında yabancı olduklarını yüklersiniz beyinlerine. Tarihimizin çocuklarımızda bağımsızlık bilinci yeşertecek sayfaları mı var, gizlersiniz, gündeme getirmezsiniz. Ne okul ne de medya onlardan bahseder. Yine de silemiyorsanız geçmişte kalan kavramları kirletirsiniz. Yakın bir zamanda siyasi entrika çevirdikleri iddiasıyla tutuklanan bir grup insanın davasına “Ergenekon Terör Örgütü” kod adı verildi. Emniyet birimleri bu ad altında bir örgüt kaydının olmadığını açıklıyor, yargılananlar bu örgütü kabul  etmiyor ama ısrarla bir kısım medya bu adlandırmayı kullanıyor! “Ergenekon” ve “terör” kelimelerini yan yana kullanarak ne yapmaya çalışıyorlar? Velev ki böyle bir oluşum var, toplumun ortak bir kavramını hınçla kullanmak ırkçı bir tavır değil midir? Toplumun hafızasında yer alan ve kimseye zararı olmayan “Ergenekon” adının neden seçildiği, kimin adına kime ne anlatılmak istendiğini kaç kişi sorguladı?
Tarihimize Batılıların baktığı gibi bakıyor bazı mankurt okumuşlarımız. Peki, Batı Türkiye’yi nasıl görüyor? Batı Türkiye’yi bulduğu ilk fırsatta büyük bir devlet olarak karşısına dikilecek iflah olmaz bir rakip, güvenilmez ama yedekte tutulması gereken, müttefiklikle kandırılması gereken bir ülke olarak görüyor. Büyümemesi için sürekli budanması gereken, yoluna engeller konulması, kontrol altında tutulması gereken bir ülke!
Batı bizi ne kadar ve hangi niyetle tanıyor? Türkoloji araştırmalarının Batı’da başladığı bir gerçektir. Başladığı dönem ise aynı zamanda Osmanlı ve Türk coğrafyasının yağmalandığı dönemdir ve âdeta bu yağmalamayı meşru kılacak şekilde bir Türkoloji ortaya konmuştur. Ancak zamanla mızrak çuvala sığmamıştır. Gerek öntürk tarihi araştırmaları, gerekse İslamiyet sonrası düşünürlerin eserleri, tarihte Türklerin Batılıların öğrettiği gibi etkisiz bir toplum olmadığını gösteriyor. Aslında bunun için büyük araştırmalara gerek yok. Tarihte en çok devlet kuran bir toplumdan söz ediyoruz. Devlet kurabilmek üst düzeyde örgütlenme yeteneği ve bu da iyi işleyen bir eğitim geleneğini gerektirir. Örgütlenme üst düzey bir soyutlamanın ürünüdür. Bunu başarmış bir toplum tarih yapmada etkisiz olamaz.
Mankurtlaşan bireyler mankurt bir toplumu oluşturur. Böyle bir toplum tarihsel özgörevini kaybetmiştir. Tarihin bir öznesi değil, nesnesidir. Tarihe nasıl katılacağını bilmez, unutturulmuştur. Tarih yapan bir aktör olarak tarihe katılmak gibi bir derdi de yoktur. Efendilerinin müttefiki olarak onlara hizmette bulunmak ve sadakatini her fırsatta kanıtlamak onlara gereken mutluluğu sağlamaktadır. Aydınlardan söz ediyoruz, halktan değil. Halk hala kendinde, şimdilik!
Tarihimize Batının gözlükleriyle bakınca ne mi olur? Kısa yanıt; ulusal benliğimiz aşınır ve değişir.

Bir masal daha
Bir zamanlar muzip bir Kızılderili bir kartalın yuvasından aşırdığı yumurtayı kuluçkaya yatan yaban tavuğunun yumurtaları arasına katmış. Zamanı geldiğinde yumurtanın içindeki kartal yavrusu kabuğunu kırmış ve dünyaya gelmiş. Kendisinin biraz farklı olsa da çevredeki yüzlerce tavuktan biri olduğunu düşünmüş. Oradaki tavuklarla birlikte, bir tavuk gibi büyümeye başlamış. Sadece o değil, etraftaki tüm tavuklar da onu bir tavuk olarak görüyor ve ona bir tavukmuş gibi davranıyormuş. Zaman zaman içinden; “ben çevremdeki tavuklara benzemiyorum... Acaba ben kimim?” diye soruyormuş.
Bir gün öteki tavuklarla birlikte eşelenirken, yukarılardan birkaç kartalın uçtuğunu görmüş. Kendini tutamamış, yüreğinde bir anda oluşan coşkuyla haykırmış:
“Ne kadar güzel uçuyorlar. Ben de onlar gibi uçmak istiyorum.” Tavuklar, onun bu sözlerine hep birlikte gülmüşler.
 “Sen bir tavuksun ve tavuklar asla kartal gibi uçamaz.”
Kendini yaban tavuğu sanan kartal her gün: “Ah tanrım, ne olur, ben de onlar gibi uçabilsem... Ben de onlar gibi özgürce kanat açabilsem göklerde.”
O böyle konuştukça çevresindeki tüm tavuklar her zaman söyledikleri sözleri bir kez daha, bir kez daha yineliyorlarmış: “Vazgeç düşlerinden. Sen tavuksun ve hep tavuk olarak kalacaksın.”
Küçük kartal, çevresindeki tavukların her gün birkaç kez yineledikleri bu sözlerinden öylesine etkilenmiş ki sonunda bir kartal gibi göklerde özgürce kanat açmak düşünden vazgeçmiş, hayatını bir tavuk gibi sürdürmüş ve bir tavuk gibi ölmüş.
 “Ben” olabilmek
Benlik bireyin kendisiyle ilgili algısıdır. Benlik, çeşitli deneyimler sonunda öğrenilen ve sürekli olarak gelişen, bireyi kendi içinden gözetleyen, yargılayan, değerlendiren ve davranışlar üzerinde düzenleyici ve yönetici bir etkisi olan olgu ve süreçtir. İdeal benlik ile algılanan benlik birbiriyle çakıştığı ölçüde birey kendisiyle barışık, tutarlı ve bağımsızdır. Tersi durumda ise birey huzursuz ve kaygılı olur. Benlik “ben akıllıyım, çalışkanım, çekiciyim, büyük hedeflerim var ve bunları gerçekleştirecek güçteyim, herkes tarafından beğenilen ve saygı duyulan biriyim vb” gibi kişinin kendine ilişkin tanımlamasıdır. Bu ifadeleri hisseden kişinin olumlu bir benlik kavrayışı olduğu söylenebilir. Benlik kavrayışı olumsuz da olabilir. “Ben aptalım, tembelim, iticiyim, hiçbir şeyi başaramam vb”. Bireyler benliklerini çevreden aldıkları dönütlere dayanarak etkileşim halinde biçimlendirirler. Kişi akıllı, çalışkan, başarılı ve çekici olduğu halde çevreden bunları destekleyecek veri alamıyor, takdir ve teşvik göremiyor hatta sürekli tersleniyorsa kendi benliğini olumsuz olarak tasarlayacak ve olumsuz benlik kavramına ulaşacaktır.
Yukarıdaki açıklamada birey yerine ulus konulduğu zaman ulusal benlik kavramı açıklanmış olur. Ulus, güçlü ve zayıf yönlerini, yeterliklerini, yapabileceklerini ve geliştirmesi gereken yanlarını, geçmişte neleri başarıp neleri başaramadığını, diğer uluslar karşısındaki durumunu değerlendirerek kim olduğunu belirler. Bu belirleme olumlu, olumsuz ya da gerçekçi olabileceği gibi olumluluk veya olumsuzlukları abartılı biçimde de algılayabilir. Abartılı olumluluk ırkçılığa götürebileceği gibi abartılı olumsuzluk da ulusu edilgen, silik ve sömürge durumuna düşürebilir.
Ulusun kendini kavrayışı ne kadar gerçeğe yakın ise gelecek tasarımında o kadar isabetli kararlar verir. Türkiye’de gözlenen durum gerçekçi olmayan biçimde topluma olumsuz bir benlik tasarımı yüklenmesidir. Bunun sakıncası yukarıda aktarılan Kızılderili masalındaki kendini yaban tavuğu sanan kartalın durumuna düşmektir. Ulusun kendini olumlu olarak tanımlaması kendisiyle barışık olmasını sağlayacağı gibi özgüveni olan bir ulus olarak geleceği daha iyi kurmasına yol açacaktır.
İzlenen mankurtlaştırıcı eğitim ve kültür politikalarıyla Türk ulusu yakışıklı, çalışkan, onurlu ve başarılı olduğu halde sarhoş babası tarafından sürekli aşağılanan ve horlanan delikanlının durumuna düşürülmüştür. Bu delikanlı olumsuz bir benlik tasarlayacağı için özgüveni olmayacak ve girişim gücü bulamayacaktır. Mankurtlaştırma süreci buna hizmet etmektedir. Batıdan ithal edilen eğitim ve kültür politikaları ve mankurt okumuşlarla olumlu benliğe sahip insan imal etmek mümkün değildir.
***
Başka ateş suyu etkisi yapan şeyler de sıralanabilir. Dikkat edilirse, bütün bunlar toplumu belleksizleştirmek, kimliksizleştirmek, kişiliksizleştirmek ve oyalamak sonucuna yol açmaktadır. Küresel sömürge haline getirmek istedikleri ülkemizde, zihnimiz yeniden inşa ediliyor. Oluşturulmaya çalışılan kimlik, bizim olmayan, yapay, emperyalizmle dost veya ona hizmet eden dolayısıyla onun uşağı bir kimliktir.

 Neden mankurtlaştırıyorlar?
Mankurtlaştırma işini mankurtlaştırıcılar yapar. Mankurtlaştırıcı olabilmek politika belirleme gücünü gerektirir. Mankurtlaştırma eğitim ve kültür politikalarını belirleyebilenlerin yapabileceği bir ahlâksızlık ve insanlık suçudur. Sorumluları sözü geçen ve sesi çıkanlar arasında aramak gerek. Mankurtlaştırmanın hangi araçlarla ve nasıl yapıldığının bir kısmı yukarıda açıklandı. Ama neden? Neden birileri ötekilerini mankurtlaştırır? Kısa cevabı şu: Etkisiz hale getirip sömürmek için! Bunu biraz daha açıklamak gerekirse şu sınıflama yapılabilir:
Sebeplerden ilki uluslararası rekabettir. Daha etkili olan devletler (emperyalist devletler de denilebilir) sömürge haline getirmek istedikleri ülkelerin eğitim ve kültür politikalarını bir şekilde tahrif veya tahrip ederek onları etkisizleştirir. Böylece hem muhtemel bir rakipten kurtulur hem de zihnini sömürgeleştirdiği insanların aslında sömürge olduklarının farkına varması engellendiğinden sömürü süreklilik kazanır, toplumlar kurtulma çabasına giremez.
Mankurtlaştırma sebeplerinden ikincisi sınıflar arası rekabetten kaynaklanır. Ülke içinde ekonomiye hâkim olan sınıf büyük ölçüde sosyal politikaların belirlenmesinde de etkilidir. Etki ve gücünü sürdürmesi diğer sınıfların mankurtlaşmış olmasına bağlıdır. Bu hâkim sınıf komprador olduğundan mankurtlaştırmayı işbirliği halinde olduğu emperyalist merkezlerle birlikte yapar.
Bir başka sebep toplum tasarımı mühendisliği yapanların cehaleti ya da yanlış bilgi kullanımıdır. Bu mühendisler bir çeşit ‘köprübaşlarıdır.’ Bu köprübaşları (yerine göre aydınlar, bir kısım bürokrasi, yönetici kadrolar vs) başka türlü olmasının mümkün olmadığına inandıklarından bilinçli veya başka bir akla hizmet ettiklerinin bilinçsizliği içinde ama bilim adına, vatan millet adına bu işe koşulurlar. Neticede Batı ile sürdürmek zorunda olduğumuz ilişkiler çerçevesinde bir sistem oturtulmak istenir.” Genellikle az gelişmiş aydınlardan kaynaklanır. Bunlar ya aydın olma niteliklerini taşımadıkları halde o sıfatı edinmiş ya da devşirilmişlerdir. İyi niyetli olanları yarı cahildir. Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki bağlardan habersizdirler ve çağın ortaya çıkardığı gelişmeleri ülke çıkarları açısından irdeleyemezler. Ötekiler ise zaten içinde bulundukları ülkeye hizmet etmek gibi bir dertleri yoktur hatta yıkmaya çalışırlar. Bu aydın (!) grubu ekonomi, siyaset, toplumsal hayat vb konularda düzenlemelerin nasıl yapılması gerektiğini tasarlayıp toplumun geleceğini biçimlendirirler. Niyet bozuk ya da yetenek yoksa yanlış planlamalarla insanları yanlış yönlendirirler.
Bir de gayretkeş mankurtlar vardır ve bunlar da toplumun geri kalanını mankurtlaştırma çırpınışındadır. Mankurtlaştığının farkında değildir ve herkesin kendisi gibi olması için elinden geleni yapar. Ne yazık ki ülkemizde yukarıda anlatılanların hepsinden bol miktarda bulunmaktadır.

Mankurtlaşmamak için ne yapmalı?
Aytmatov’un anlattığı mankurtlaştırma öyküsünde insanlar zorla mankurtlaştırılmaktadır. Mankurtlaştırmaya dayanamayanlar ölmektedirler. Günümüzde eğitim ve kültür politikaları öyküdeki devenin boyun derisi halini alabilmektedir. Mankurtlaşmaya direnenler meşruiyet dışına çıkarılarak yok edilmektedir. 68’li Devrimciler önce meşruiyetleri kaybedilip sonra dağıtılmışlardır. Aynı şey Ülkücüler ve İslamcılar için de uygulanmış mankurtlaşmaya direnenler yok edilmiş, fidanlarımız budanmıştır.
Mankurtlaşmayı önlemek millî bir eğitimle mümkündür. “Millî bir terbiye programından bahsederken, eski devrin bütün hurafelerinden sıyrılmış, Doğudan ve Batıdan gelen yabancı tesirlerden uzak ve millî karakterimizle orantılı bir kültür kastediyorum... Çocuklarımızı ve gençlerimizi yetiştirirken, birliğimize ve varlığımıza taarruz eden her kuvvete karşı müdafaa kabiliyetiyle donanmış bir nesil yetiştirmeye muhtaç olduğumuzu unutmayalım.” Bu ise ancak HEROTÜRK projesiyle mümkün olabilecektir.
Ülkemizde yaşanan olumsuzluklara, aydın tipine ya da gündemimizi işgal eden konulara baktığımızda, ideal ve bağımsız insan tipini ne kadar yetiştirdiğimiz tartışmalıdır. Toplumun geleneksel eğitim (terbiye) müfredatıyla onun doğrultusunda olması gereken “millî” eğitimin amaç ve uygulamaları birçok yönden farklılaşmış hatta ters düşen uygulamalar yürürlüğe sokulmuştur. Millî bir eğitim, aile ve toplumun değerleri üzerine ulusal hedefler ve çağın yeni değerlerinin sentezinde ortaya çıkar. Süregelen süreçte ise ulusal/millî olmayan, ithal eğitim ve kültür politikaları kültür kodlarını zedelediğinden toplum zihnen teslim alınmaktadır. Kültürel yönden teslim alınan bir ulusun bağımsız yaşama iradesi de yok olmaktadır.
Eğitim, sadece okulların ve öğretmenlerin görevi değildir. Millî Eğitim Temel Kanunu sadece okul ve öğretmenleri bağlamaz. Kanunun 17. maddesi “millî eğitimin amaçları yalnız resmi ve özel eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda evde, çevrede, işyerlerinde, her yerde ve her fırsatta gerçekleştirilmeye çalışılır” demektedir. Toplumda herkes herkesin öğretmenidir ve yapıp etmelerini millî eğitimin amaçlarına uygun olarak sürdürmelidir.
Her millet, bir “futbol takımı” gibidir. Takımdakiler eşgüdüm halinde takımın başarısı için mücadele ederler. Birey ve kurumlar görevlerini doğru ve eksiksiz yaparsa ancak o zaman ulusal hedeflere ulaşılır. Birinin yapmaya çalıştığını diğeri bozarsa elde bir şey kalmaz. Kitle iletişim araçları, aileler, sokaktaki insanlar, demokratik kitle örgütleri, siyasal partiler, kamu görevlileri... Her kurum ve herkes yapıp etmelerinde “millî eğitimin genel amaç ve temel ilkelerini” dikkate almak zorundadır. Bu amaç ve ilkelerden birçok kesimin bihaber olduğu da bir gerçektir.
Bir toplumdaki eğitim, hukuk, siyaset, yönetim, dernekler ve basın gibi tüm sistemler, eğitim başta gelmek kaydıyla, millî hedefler söz konusu olduğunda birbirini desteklemelidir. Öte yandan medya ve internet, kültürün yeniden üretilip aktarılmasında okullar kadar etkili olmaya başladığı gözden kaçmamalıdır. Çocuk aile, okul ve çevrenin ürünüdür. Medyanın bunların hepsini etkilemede üstünlükleri vardır.
 Akla dayalı bilimsel bir eğitimle kültür kodları bireylere tüm eğitim süreçlerinde öğretilmelidir. Bütün bunları toplumca tartışıp doğru kararlara varabilmek için de sağlıklı bilgi verecek kitle iletişim araçları ve ortamlarına gereksinim duyulmaktadır. Medyamızın önemli kısmı bu konuda iyi bir sınav vermemektedir.

Kurbağa
Bilinen öyküdür: İçi su dolu bir tencereye bir kurbağa atar ve ocağı yakarsanız kurbağa yavaş yavaş ısındığından dolayı haşlanacağını düşünemez. Sıcaklık rahatsız edici boyuta ulaşınca, o kadar gevşemiş ve mayışmıştır ki, tencereden çıkacak gücü kendinde bulamaz ve ölür. Oysa kaynayan bir tencereye bir kurbağayı atarsanız tüm gücünü toplar, oradan sıçrar ve hemen kurtulur. Kurbağanın çıkamayışı hayatına yönelen tehdidi algılayan iç düzeneğin kurbağanın çevresindeki ani değişikliklere göre programlanmış olmasındandır, alıştıra alıştıra olan değişime göre değil. Bu öykü, insanlara azar azar zehir bile içirilebileceğini anlatmaktadır; şu sıralarda Türk toplumuna içirildiği gibi! Her toplum zaman zaman rehavete kapılabilir. Uçurumun eşiğine de gelebilir. Biz uçurumun kenarına gelmiş ama rehaveti üstünden atarak İstiklal Savaşında destanlar yaratmış bir toplumun çocuklarıyız. Türkiye genç ve eğitimli nüfusu, köklü devlet geleneği, üstün coğrafyası, zengin yer altı ve yerüstü kaynaklarıyla geleceği parlak olan bir ülkedir. Bunu bilerek, mankurtlaştırma araçlarına karşı uyanık kalarak tarihsel rolümüzü oynayabiliriz.
Gerçekten millî olan bir eğitim ve kültür politikası geliştirilmelidir. Mankurtluktan kurtulmak ve mankurtlaştırılamayanları yetiştirmekle işe başlanabilir. Bu görev, başta devlet, eğitim kurumu ve öğretmenler olmak üzere tüm toplumundur. Görev sadece bir kesime (eğitimcilere) yüklenmemelidir. Savaşlar sadece cephede askerler arasında olmaz. Kültürel yayılmaya karşı da mücadele yürütmek gerek. Asıl savaş zihinlere karşı açılmış durumdadır. Ulusal bilinci yükseltmek, emperyalist sömürüye karşı acil bir insanlık görevidir.
Son olarak eklemek gerekir ki, yukarıda  yazılanlardan toplumun dünyayla ilişkisini kesmesi, kendi kabuğuna çekilmesi ve atalarını taklit etmesi gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır. Toplumlar başka toplumlardan kültür aktarma ve sentez yapma yoluyla gelişir. Her şeyin sürekli değiştiği bir dünyada değişmeden kalınmaz. Bu bölümün önerisi kendi ayakları üzerinde durarak değişmek ve gelişmektir.

Bir masal daha
La Fontaine Fransız edebiyatının önemli bir fabl yazarıdır. İnsanla, toplumla ilgili bazı durumları, zaafları, kusurları hayvanlar arasında geçen olaylarla simgesel olarak açıklamaya, dersler vermeye, insanları uyarmaya çalışır. Bu bağlamda milletlerin mankurtlaşma durumlarını açıklamada kendisinden faydalanabileceğimiz “Kırlangıç ve Küçük Kuşlar” adında çok güzel bir fablı var.
Hikâye özetle şöyle:
Bilge bir kırlangıç varmış. Bir gün bu kırlangıç, köylünün birinin tarlasına kenevir tohumu ektiğini görmüş. Kırlangıç, küçük kuşları çağırıp “bakın bu adam sizin kuyunuzu kazıyor, size tuzak hazırlıyor” demiş. “Bu adamın ektiği tohumlar başınıza çorap örecek. Bunlardan yapışkan macun yapılacak, ip, sicim, kafes yapılacak ve bununla sizi birer birer avlayacak. Kiminiz kafese, kiminiz tencereye girecek. Sizin sonunuzu hazırlayacak olan şu kenevir tohumlarını bitmeden, büyümeden yeyin” demiş.
 Ama küçük kuşlar, bilge kırlangıcı dinlememişler. Kenevirler büyümeye başlamış. Kırlangıç küçük kuşları gene uyarmış. “İş işten geçmeden, başınıza belâ gelmeden şu körpe kenevir yapraklarını yeyin bitirin, tehlikenin önünü alın” demiş. Bilge kırlangıcın sözünü tutacaklarına ona kızmışlar. “Ne şom ağızlısın” demişler. Bu arada kenevirler büyümüş.
Kırlangıç, kuşları bir kez daha uyarmış. Demiş ki “kötü tohum yurdunuzda aldı yürüdü. Bugüne kadar bana inanmadınız. Fakat insanlar sizi avlamak için dağda bayırda ağlarını kurmuş. Ya yuvanızdan hiç çıkmayın, ya da başka yere göç edin. Ama siz küçüksünüz, çölleri denizleri geçemezsiniz. Yeni dünyalar aramak size göre değil. Yapabileceğiniz tek şey, duvar deliklerine saklanmak.”
Kuşlar kırlangıcı dinlemekten yorulmuş, cıvıl cıvıl ötüşüp durmaya başlamışlar. Sonunda kafesler kuşlarla dolmuş.
La Fontaine’in hikâyesi böyle. Şimdi bunu günümüz Türk toplumuna, ülkemize, hâlimize uyarlayalım:
Bilge kırlangıcın karşılığı, sahih münevver gerçek Türk aydınlarıdır. Gerçek aydın, milletini tehlikelere karşı uyaran, olumsuz, kötü gidişatı haber verip tedbir alınmasını isteyen millet vicdanıdır, milletin önderidir, kılavuzudur, uyarıcısıdır, yol ve yön gösterenidir. Tarihin her döneminde böyle gerçek Türk aydınları var olagelmiştir. Bugün de çok şükür bol miktarda Türk aydını vardır. Vatanına, bayrağına, Türkçesine, Türk kültürüne, İslam dinine, tarihine, atalarına, topraklarına, madenlerine, bankalarına, limanlarına, madenlerine, ordusuna, örfüne âdetine sahip çıkan, bu millî ve dinî değerlerimizi yabancılara peşkeş çekmeyen, emperyalizmin yağmalamasına izin vermeyen, vatanımızda yabancı hâkimiyetine karşı çıkan adam, gerçek Türk aydınıdır.
Köylünün tarlasına kenevir tohumu ekmesinin karşılığıda özellikle Tanzimat’tan beri Türk tarlasına yani Türk vatanına, Türk milletini avlayacak fitne fesat, kötülük, ayrılıkçılık, dinsizlik, gâvura taparlık, gâvurun aklıyla hareket etme, misyonerlik tohumlarının atılmasıdır. Tanzimat’tan beri ülkemizin tarlasına, milletimizin içine Türk’ü avlayıp kıskıvrak yakalayıp yok edecek tuzak tohumları atılıp durmaktadır. Dışardan batılı Haçlılar, içerden onların sözcüleri, işbirlikçileri, Türk milletini tasfiye taşeronları yoğun propagandalarla Türk’ün millî ve dinî kimliğini yok edecek kenevir tuzakları kurup duruyorlar. Alafrangalılık, garplılaşma, komünizm, liberalizm, kapitalizm, materyalizm, globalizm, dinsizlik, Sorosçuluk, Amerikancılık, Avrupa Birlikçiliği, Türk düşmanlığına dayalı etnik siyaset, Kürtçülük, Ermencilik gibi daha bir sürü tuzakların kenevir tohumları ekildi. Bunlar büyüdü, sicim oldu, kafes oldu ve Türk milleti bu kafeslere hasedildi. Milyonlarca vatan evladı gâvurun kurduğu tuzaklarla avlandı. Bu tuzaklarla avlanıp mankurtlaştırılan Türk, Türklüğünü ve Müslümanlığını unuttu; hatta bunlara düşman oldu, kendi kimliğine düşman edildi. Kendini “Müslüman Türk” olarak tanımlamak varken ruh kökümüze tamamen yabancı, ithal malı “dünya vatandaşı”, “liberal”, “Komünist”, “global”, “enternasyonalist”, “halklara özgürlükçü demokrat” falan gibi ucube kavramlarla tanımlamaya başladı.
Küçük kuşların kırlangıcı dinlememesi: Mankurtlaştırılmış bir kısım insanımız, dışarıdan ve içerden bize tuzak kuran hain karanlık aydınların, Türk düşmanı etnik siyasetçilerin, Sorosçuların, Amerikancıların, liberal faşistlerin, şunların bunların Türk’e kurdukları tuzakları hatırlatan Türk aydınlarını dinlememekte ısrar ediyorlar. Atatürk’ün kurduğu millî Türk Devleti bütün kurumları ve değerleriyle tasfiye ediliyor, Türkiye’de, Türk vatanında, Türk devletinde, Türk’ün devleti,siyasî iradesi, malı mülkü, tarlası, bankası, madeni, işletmesi, kültürü, dini, dili, ruhu her şeyi elinden alınıyor dikkat edin, uyanık olun, tedbir alın diye uyaran gerçek Müslüman Türk aydınlarını dinlemiyorlar. Dinlemedikleri gibi dönüp bir de küçük kuşların kırlangıca “ne şom ağızlı adamsın!” dedikleri gibi, bu mankurtlaşmış bir kısım ahali, Türk aydınlarına “sen paranoyaksın, korkular üretiyorsun” diye alay etmeye kalkıyorlar.
Kendilerini avlayacak tuzak kenevirlerin büyümeye devam etmesi sırasında cıvıl cıvıl ötüşen kuşlar gibi bir kısım mankurt Türk ahali “oh her şey ne güzel, her şey çok iyiye gidiyor, Türkiye gittikçe gelişiyor, ilerliyor, ekonomi artıyor, şu oluyor bu oluyor” diye vur patlasın çal oynasın, ye iç eğlen, gez toz havasında gidiyor.
Kötü tohumlar vatanımızın her tarafını sardı, büyüdü, tuzak oldu. Emperyalizmin örümcek ağları vatanımızı kıskıvrak sardı.

 EMPERYALİZM
-Sıcak parayla, özelleştirmelerle, satın almalarla, ipoteklerle büyük ekonomik kaynaklarımız ve paramız,
-Avrupa Birliği ve Amerika baskıları kanalıyla siyasetimiz,
-Misyonerlik faaliyetleriyle dinimiz,
-Basın yayın, sinema, müzik yoluyla millî kültürümüz,
-Hazırlattıkları, dayattıkları eğitim programları ve gelecek kırk bin İngilizce öğretmeni adı altındaki ajanlar ve misyonerlerle eğitimimiz,
-Türkçenin dışında değişik eğitim ve resmî diller dayatmasıyla dilimiz üzerinde kafesler örmüştür.
Emperyalizm, Müslüman Türk’ü avlamak için dağda bayırda; her yerde tuzak avlarını kurmuştur.
Emperyalistlerin hesabına göre kapana sıkıştırılmış, tuzağa hapsedilmiş Müslüman Türk, bu durumda ya evinden hiç çıkmayacak, mağarasına gömülecek, ya da başka yere göç edecektir. Ama hiçbir yere gidemez. Hiçbir yere gidemeyecek kadar güçsüz, bilgisiz, dayanaksız, parasız, donanımsız bırakılmıştır. Yeni dünyalar arayacak takatte ve donanımda değildir. Dış ve iç emperyalist odaklar Türk’ü böyle çaresizlik tuzağı içine hapsettiklerini zannedebilirler.
Ama gerçek öyle değildir.
Müslüman Türk, iki temel  değerine;  Müslümanlığına ve Türklüğüne sımsıkı sarıldıkça, dinî ve millî kimliğini yeniden kazandıkça, kendisi için örülen emperyalist oyunların farkına vardıkça bütün bu tuzakları paramparça edebilecektir. Bütün örümcek ağlarını söküp atacak, kendisini hapseden bütün demirden sarp Ergenekon dağlarını ateşte eriterek kendisine özgürlük yolu bulabilecek ve tekrar özgür vatanında kendi millî toplumunu ve kurumlarını inşa edebilecek potansiyele sahiptir.
Yeter ki bizim için çalışan, fikir üreten, siyaset yapan gerçek Türk aydınlarını ve Türk beylerini yani bilge kırlangıçlarımızı dinleyelim, onların uyarılarına kulak asalım. Aymaz, vurdumduymaz, gafil küçük kuşlar gibi olmayalım.
 Üretim ve Tüketimde Mankurtlaşmak
Üretim , iktisadi malların kıtlık derecelerini azaltmanın ve ihtiyaçlarla kaynaklar arasındaki gerginliği hafifletmenin tek yolu, insan ihtiyaçlarını karşılama niteliği olan malların çoğaltılması, yani yeni üretimde bulunulmasıdır.
Tüketim, toplumdaki tüm bireylerin doğrudan doğruya ihtiyaçlarını karşılayan mal ve hizmetleri kullanma eylemidir. Tüketim harcamaları, bu eylemi gerçekleştirebilmek için yapılan parasal ödemelerin veya eşdeğer bedellerin toplamından oluşmaktadır.
Bir harcamanın tüketim harcaması mı yoksa yatırım harcaması mı olduğu konusunda bazen tereddüde düşülebilir. Örneğin bir bilgisayarın veya otomobilin satın alınması evde kullanma amacı taşıyor, bunlardan piyasaya belli bir fiyatla mal üretip arz etmede yararlanma amacı söz konusu değilse dayanıklı tüketim malları satın alınmış demektir. Dolayısıyla tüketim harcaması yapılmıştır. Şüphesiz aynı mallar bir firma tarafından üretimde kullanılmak amacı ile satın alınmış olsaydı, yapılan harcama yatırım harcaması olarak değerlendirilecektir.
Üretim ve Tüketim Dengesi
Üretim ve tüketim birbirini asgari koşullarda dengede tutmak zorunda olan iki parametredir. Sanayi, tarım, hizmet gibi bir çok alanda söz konusu olan üretim ile bireysel ihtiyaçlar, toplumun genel ihtiyaçları, gelişen teknoloji ve değişen hayat koşullarından etkilenen tüketim arasında kaynakların yeterliliği açısından ya üretim yönünde bir pozitiflik, ya da ikisi arasında en azından bir dengenin olması gerekmektedir.
Üreten birey, tüketme ihtiyacını giderebilmek için toplumda meta olarak belirlenmiş parayı aracı olarak kullanmaktadır. Ülkelerin ekonomik durumuna, ürettiği hizmet veyahut ürüne göre belli bir maddi gelir elde eden birey, kısıtlı maddi kaynaklarıyla mümkün olan tüm ihtiyaçlarını karşılama çabasına girmektedir. Bu çaba, iktisadi bir çabadır. İktisadi bir çaba olmaktan çıkıp zevklerin sonsuz bir şekilde karşılanması isteğine dönüştüğü anda önce bireysel ekonomik sıkıntılar, daha sonrasında ise toplumsal ekonomik çöküşler ortaya çıkar. Üreten toplum özelliğinden çıkılıp, tüketen toplum özelliğine geçilmesi; zevklerin ve ihtiyaçların sonsuz bir şekilde karşılanması olgusunun olaya dönüşmüş halidir.

Tüketim toplumu nasıl yaratılır?
Tüketimde mankurtlaşma ne demektir?
Tüketim toplumları nasıl yaratılır sorusuna gelecek olursak, tüketim toplumları önce filmler afişler ve reklamlarla insanlarda talebin oluşması sağlanarak yaratılır. Modern ve çağdaş olmanın gereğinin bu reklam ve filmlerdeki ürünlere sahip olmaktan, onları satın almaktan geçtiğine toplum zamanla inandırılır.
Filmlerde, başarılı ve mutlu film kahramanlarının cep telefonu , araba markası , evi sürekli bizlere gösterilir , çizilen başarılı ve mutlu insan rolünü hepimizin benimsemesi istenir. Bu ürünlere sahip isen mutlusundur ve başarılısındır artık.
Geçmişten günümüze doğru kendi toplumumuzdan yola çıkarak bir örnek verelim isterseniz.
 Hollywood filmlerinde süper lüks evlerde küvet gören Türk halkı, 1990’larda lüks bir ev yaptırmanın banyoya bir küvet konulmasıyla mümkün olduğuna inanmıştır. Daha sonralarında, filmlerde duşakabinde ( jakuzi) şarkı söyleyerek banyo yapan aktrisleri gören halk, küvetin bir konfor yaratmadığına inanmış, evlerindeki küveti söküp yerine duşakabin taktırmak için sıraya girmiştir.
Sorgulamayan bir tüketim toplumunu ve tüketim mankurtlarını yaratmak, ihtiyaçlarını düşünmeden gideren, yeni alternatiflerin ortaya çıkması ile bir anda yeniden tüketim arzusu taşıyan, hep en iyiyi en pahalıyı kullanmak isteyen bireyleri var edebilmekten, en iyi ve en pahalısına sahip olma arzusunun sorgulanmamasını sağlamaktan geçer.

 Bireysel iktisat neden önemlidir?
Bireysel iktisat şu bakımdan önemlidir. Kişilerin de devletler gibi , gelir ve gider bütçeleri vardır. Devletlerde gelir bütçesi, gider bütçesinden fazla olduğu  durumlarda  devletin hazinesi (birikimi ) oluşmaya başlar. Bu süreç içerisinde oluşan devlet hazinesinden yatırımlar yapılır; iskan , sağlık, üretim ve hizmet politikaları finanse edilir.
Ekonomik anlamda gelişen ve büyüyen bir devlet olmanın en büyük şartı , bu gelir gider dengesinin gelir yönüne doğru kaydırılması , hazinenin güçlendirilmesi ve yatırımın arttırılmasıdır.Zor zamanlarda ise ekonomide başabaş bir dengenin kurulması için uğraşılmasıdır.
Bireyler de gider ve gelirlerini bu benzer örnek üzerinden gerçekleştirmek zorundadır. Günlük bütçeleri aşan ihtiyaçlar (ev, araba, arazi vs) geçmişten bu zamana kadar var edilen hazinenin ( birikimlerin) elverdiği ölçüde karşılanmalıdır.
Peki kredi çekilmesi yanlış mı, ihtiyaç olanın daha önce alınabilmesi için kredi kullanılması mantıksız mı ? Aslında bu konu iktisadi olarak değerlendirildiğinde mevcut ürünün zamanından önce alınabilmesi için bir ürüne değerinden daha fazla meblanın ödenmesi durumunu doğurmaktadır. Satın alınan ürünler bir yatırım aracı ise , kredi borcundan daha fazla bir satış geliri getirmediği her durumda kişi ekonomisi bu durumdan zarar görür.
 Uzun vadelere yayılan kredi borçları kişinin ekonomik özgürlüğünü kısıtlamakta, ekonomik sıkıntılarını daha da şiddetlendirmektedir. Günlük elzem olan ihtiyaçlar , uzun vadeli ödemeler yüzünden ertelenmektedir. Kişisel bunalımlar ve toplumsal çöküşler baş göstermektedir ki bizim toplumumuzda bu sıkıntı son 5 yıl içinde katlanarak büyümüştür.2005 yılında kredi borcu olan yüzde %20’lik bir kesim var iken şu an bu yüzde %70’ler seviyesindedir.
Cebimizde yeterli para olmaz iken güzel arabalara binip, şahane evlerde oturmaktayız. Bizim olduğunu sandığımız bir çok şeye aslında biz değil , kredi kullandığımız bankalar sahip bulunmaktadır.

Ne yapmalıyız?
Toplum olarak geçmişten bu yana, ekonomik buhranlar ve kıtlıklar sayesinde(!) kazandığımız aza kanaat ve hamd etme yeteneğimizi kaybetmiş bulunmaktayız. Lüks yaşama olan isteğimiz artmış, sınırlarımızı aşan tüketimleri yapmaktan geri durmamaktayız.
Üretim yapmadan daha çok kazanma ve daha refah içinde yaşama arzusunu taşıyoruz.
Peki ne yapmalıyız , üzerimize düşen görev nedir?
Ülke olarak üretimi yeniden canlandırıp, memleketin hiçbir verimli arazisini boş bırakmamak ,ham maddeye yakın sanayi hamleleriyle üreten , ürettiklerinde kalite standardını yakalayarak ihracat yapan , dışa bağımlılığı azalmış öz kaynaklarıyla ihtiyacını karşılayabilen bir ülke olmak için devlet ve toplum olarak üzerimize düşen görevleri yerine getirmeliyiz.
Siyasi politikaları eleştirirsek buradan bir tez konusu rahatlıkla çıkar.Fakat toplum olarak ekonomiyi konuşmalı ,ekonomi üzerine kafa yormalı ve ortak aklın ürününü ortaya koymalıyız.
 Çözüm önerilerimize en çok değer veren siyasi yapıları desteklemeli , ekonomi politikalarına ortak olabilmeliyiz.
Kıssadan hisse, bireysel iktisadımıza dikkat etmemiz, isteklerimizi ve arzularımızı gereklilik sırasıyla karşılama çabasında ve kendi imkanlarımızın farkında olmamız gerektiğidir.
Bu güzel, verimli Anadolu ve Rumeli topraklarında kurulmuş ülkemizin, ekonomi konusunda hepimizin faydasına olacak daha iyi politikaları hak ettiği gerçeğini de aklımızdan çıkarmamalıyız.
Yoksa ekonomik çöküntü ve esaret kapımızda beklemektedir.
Tüketimde mankurtlaşma aracı olarak televizyon ve medya “Batılar vardır, bir de Doğulular vardır. Birinciler hükmederler ötekiler hüküm altında olmalıdırlar” . Bu sözler İngiliz Parlementer A. J. Balfour’a ait. Ama maalesef herkes böyle açık sözlü olamıyor. Batının hayat felsefesini açıklaması bakımından oldukça enteresan ifadeler bunlar ve Batı, sistemini bunun üzerine bina etmiş. Sisteminin propaganda aracı olan medyaları da teknolojik üstünlüğü sayesinde elinde tutarak bir fikir tekeli oluşturmuş. Bugün onların elinde bulunan dört büyük haber ajansı tarafında geçilen haberler, içinde gizlenmiş yorumları ve yalanları ile birlikte bütün dünyaya ulaşmakta ve yığınların beyinlerinde urlar oluşturmakta. Öte yandan beyinleri bombardımana maruz kalan bu zavallı kitlelerin, kanalın tek yönlü ve “geri besleme”ye (feed-back) elverişsizliği sebebiyle itirazını yükseltmesine imkanı da yok.
Çoğu kimse bunları okuduğunda abartmalı olduğunu söyleyecek ama söylediklerimizin doğruluğunu kendilerinden dinleyelim; English Times gazetesi baş editörü, “Başarılı gazeteci kimdir?” sorusuna verdiği cevapta şöyle demektedir:
 “Gazeteci, kapalı bir kapı önünde durur ve önemli bir toplantının bitmesini bekler. Aradan altı saat geçer ve kapı açılır. Resmi sözcü kapıda arz-ı endam eder ve sadece iki kelime söyler: ‘no comment yorum yok’ . Sonra odaya geri döner ve kapıyı arkasından kapatır. Gazeteciye gelince, o, gazetedeki bürosuna döner. Bu toplantı ile İlgili haberlerini hazırlamaya başlar. Söz konusu toplantı ile alakalı yazacağı haber 600 kelimeden oluşan bir haber olmak zorundadır.”
Yine itiraflara devam edelim. Bakın ne diyor Le Monde Diplamatque gazetesi yayın müdürü, Iqnacio Ramonet: “Artık televizyon haberlerini kuşku, inanmazlık ve ihtiyat duyguları içinde izliyoruz. Çünkü televizyon haber veren bir araç olmaktan çıktı, televizyon artık sadece gösteriyor. Ve akla değil, duygulara hitap ederek gösteriyor. Yalan yanlış da olsa çarpıcı görüntüler vermek peşinde...
Körfez savaşı boyunca peş peşe olmadık yalanlar ve amatörce monte edilmiş görüntüler, sahneler yaydı televizyon. Örnek mi istiyorsunuz? Vereyim: ‘Irak, dünyanın dördüncü büyük ordusu dedi’ yalandı bu, yoktu böyle birşey. Denize dökülen petrol için ‘yüzyılın deniz kirlenmesi’ dedi ve petrole bulanmış zavallı bir karabatağın görüntülerini getirdi. O bölgede böyle bir kuş yok oysa. Bu kuş Fransa’nın kuzeyinde on yıl önce meydana gelen bir deniz kirlenmesi olayından alınmıştı.” Konuşmasının  sonunda:  “Ekoloji  yalnız  nehirlerin  kirlenmesi değildir. Beyinler de bu enformasyon kirliliğinden temizlenmelidir.” diyen Ramonet, yalan yanlış enformasyon bombardımanı karşısında korumasız durumda olan izleyiciye tek bir çözüm gösteriyor: Okumak...
Bunları okuduktan sonra varın gerisini siz düşünün. Biz değil kendileri bile medyalarına inanmıyorlar. “Gülün adı” adlı romanın sahibi Umberto Eco, bu güvensizliğini şöyle dile getiriyor: “Bütün gördüklerimden şüphe ediyorum. Amerikalılar acaba gerçekten aya ayak bastılar mı, yoksa bu bir T.V. oyunu mu idi?”
Batı’nın bu albenili yalan makinalarına karşı günümüzün inanan insanına çok şey düşüyor. Bu çok başlı yılanlara karşı sokulacak yeri kalmadı müminin ve artık zehirletmemeli kendini. Uyanık olmak bir vecibe. Bir büyük mütefekkirimizin şu ırgalayıcı sözleri kulağımıza küpe olmalı: “Bugün Batılılar kendilerine daha ciddi şekilde alternatif olabilecek kitlelere, demokrasi, yeni dünya düzeni v.s. gibi özellikle bu tür düşünceleri lanse ediyorlar. İnsanlık yavaş yavaş Batı şokundan kurtulup kendine gelmek üzere. Asırlardır süren Batı zulmüne karşı ciddi bir reaksiyon söz konusu, içe atılıp duran ve sineye çekilen bunca mezalim barajları taşıracak durumda. Onlar da akibetlerinin farkındalar ve onun için insanlığın önüne yeni yeni teklifler getiriyorlar. Tâ ki insanımız kendine dönüşü unutup, Batı’nın gündeminde tutmak istediği şeylerle meşgûl olsunlar. Bunu da ağırlıklı olarak medyalarla yapıyorlar.
Batı  bize  kabul  ettirmeye  çalıştığı  düşüncelerin  huzur ve  saadet  vaadedeceğine  katiyyen  inanmamaktadır.  Onların demokrasi adına söyledikleri şeyler kendi istismarlarını kolaylaştırmaya yöneliktir. Dolayısı ile bize telkin edilen ve birçoğunu da tesir altına alan Batı kaynaklı düşünceler sadece bir aldatmacadan ibarettir. Bize kazandıracağı bir şey yoktur.” Batı’nın bu propagandaları karşısında müdafanın nasıl olması gerektiği konusunda da Bediüzzaman şöyle buyuruyor: “Propaganda sabıkan beyan ettiğim zalim cerbezenin (mübalağalı yalanın) veled-i nameşru’udur. Ona mukabele, o yalancı silahla olmamalı. Belki sıdk ve hak ile olmalı. Bir tane sıdk bir harman yalanı yakar. “

İTİNA İLE BEYİNLERİNİZ YIKANIR!
Her çeşit bilgiyi bireye ve topluluklara aktaran, eğlendirme, bilgilendirme, ve eğitme gibi 3 temel sorumluluğa sahip görsel, işitsel ve hem görsel, hem işitsel araçların tümüne medya diyoruz.
Kişiler günlük yaşamlarında sürekli iletişim kurarlar. Çağdaş dünyadaki yaşam türü, kişileri iletişimin teknik araçlarına daha çok bağımlı kılmaktadır. Çünkü haberleri , düşünceleri, duyguları bildirir. Düşünceleri paylaşma , ya da karşılıklı alışveriştir.
Görsel sanatları, müziği, tiyatroyu, baleyi, tüm insan davranışlarını kapsar. Bilgiyi yayar, eğitir, eğlendirir ya da bilgiye yönelik davranışlardır.
Bunun sayesinde insanlar görerek, duyarak, okuyarak edindikleri bilgileri çevresindekilere de yansıtırlar. Bir kısmı destekler, bir kısmı tepki gösterirler.
O medya aracına gösterdikleri güven oranında tutum ve tavırlarını değiştirirler.
Seçilen bilgileri belleklerinde saklayıp daha sonra bunlara başvurabilirler.
Görsel kanallar, yazılı araçlardan daha etkilidir. İnsanların çoğu televizyon karşısında haftada en az 15 saat oturuyorsa, yazılı basın için günde 15 dakika bile oturmuyor. Çoğu TV programları yönlendirici, paylaşımcı, katılımcı işler. Bunlar daha çok sayıda alıcı veya hedef kitleye iletilir.
 Çoğunlukla “beyin yıkama” gerçekleşir. Gazetelerin yerini televizyon alırken , yerel haberler için gazeteler en önemli kanal görevini üstlenirler.
Oysa medya’nın temel görevi şunlar olmalıdır: Bilgilendirme, yönlendirme, eğitme, duyguları dile getirme, toplumsal ilişki kurma , eğlendirme, uyarma .
Deneyimlerin, düşüncelerin , tepkilerin, duyguların paylaşılmasını sağlayan bu medya araçları, bireyler arasındaki iletişimin temelidir.İletişim kuran kaynak kişiyi istediği biçimde etkileyebilir. Kişi de bunları algılayıp , yorumladıktan sonra yanıt verir, yani belirli bir tepki gösterir.
Bu iletişim kişinin kendini tanımasına , kendisini bulmasına da yardımcı olur .
İletişim kurarken kişi kendi inançlarını , duygularını da daha iyi çözümleyebilir.
Dinleyerek, izleyerek , okuyarak kazandığı bilgilerle de seçim yapma olanağı doğar. Bunları bir başkasına iletir, bunlar paylaşılır ve birbirlerinin davranışlarından etkilenebilirler.
Çünkü kişiler çevreden yalıtılmış , özerk bireyler olarak davranamazlar. Kişiler içinde bulundukları ortamı biçimlendirir. Kişiler arası ilişkiler özellikle az gelişmiş ülkelerde Batı’dakinden daha önemlidir. Bu iletişim olağanüstü durumlarda, siyasal ya da toplumsal değişim dönemlerinde de büyük önem kazanır. Toplumun yapısında sürekliliği sağlayan da , değişimi yaratan da iletişimdir.
Günümüzde medya, ister olumlu ister olumsuz yönde olsun, toplumu, tartışmasız bir etkileme gücüne sahiptir. Medyanın günümüz toplumlarının zihinsel hayatına hükmeden bir konumu vardır. Medyanın tarihsel gelişimi içinde, toplumsal sorunların çözümü, toplumun eğitilmesi ve bilgilendirilmesi, kültürün geliştirilmesi, bireyler arasında sağlıklı iletişimin kurulması, toplumda huzur ve daha insani bir düzenin sağlanması gibi işlevlerle ortaya çıkmasına rağmen, günümüzde bir çok sorumluluğu ve ahlaksal ilkeleri yerine getirmediği, tam tersine bir çok toplumsal soruna kaynaklık ettiği görülmektedir. Bugün, medyanın kendisinin, toplumsal sorunların çözümüne katkıda bulunmaktan çok, temel bir toplumsal sorun haline geldiğini söyleyebiliriz. Şöyle ki:
Kısaca Medya,
İnsanların hayatın gerçekliğine, doğaya, topluma yabancılaşmasına,
Toplum içindeki bireylerin kendi kendilerine yabancılaşmasına,
Bireyler arasında şiddetin ve saldırganlığın daha da yaygınlaşmasına,
Toplumsal olayların oluşumunu, provake ve manipule etmesine,
Savaşların oluşumuna ve desteklenmesine zemin hazırlamasına,
Psikolojik sorunlarının artmasına ve bunların toplumsal sorun haline gelmesine,
Bencilleşip tekilleşerek toplumsal duyarsızlaşmaya, çıkarcılığın, güvensizliğin ve kuşkuculuğun artmasına, İnsanların adalet kavramına olan güvenlerinin yitirilmesine,
 Toplumda ahlaki dejenerasyonun meşrulaşmasına, Toplumsal ve kültürel değerlerin (din, milliyetçilik, ailesel değerler gibi), bireylerin üzerinde, sömürü malzemesi olarak kullanılmasına,
Şiddet, seks ve cinselliğin aşırı imajinasyonla ön plana çıkartılarak, sömürü ve tüketim malzemesi haline getirilmesine,
 Bireylerin, duygu ve düşünce dünyalarına müdahale edilmesine, sömürülmesine ve bir mübadele aracı olarak bunun üzerinden çıkar sağlanmasına,
Toplumda gruplaşmalar, kamplaşmalar; ideolojik, siyasi, dinsel önyargılar oluşturulmasına,
Toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin meşrulaştırılmasına, İnsanların yanlış bilgilendirilmesine ve cehaletin artmasına,
Ve genel olarak, kültürel kirliliğin her alanda artmasına neden olmaktadır.
Bu bağlamda, medyayı ciddi sorgulamalara, analizlere tabi tutmak gerekir. Günümüzde, medyaya karşı eleştiriler bulunmasına rağmen, bu eleştirilerin çoğunun çözüm üretmekten ve ciddiyetten uzak oldukları görülüyor. Çünkü eleştirilerin kaynağını, bizzat medyanın kendisi olmakla birlikte, genel olarak, ekonomik bağımlılık ilişkisi içinde iletişim sektörü oluşturmaktadır. Medya yapılan bir çok eleştiriyi, kendisini düzeltmek için değil, varolan konumunu yeniden üretmek ve yaşatmak için kullanmaktadır. Medyayı, gerçek anlamda eleştiriye tabi tutup sorgulayan ciddi bir muhalif gücün en azından şimdilik ortalıkta görünmediği açıktır.
Medyayı oluşturan güçlerden en önemlisi kuşkusuz televizyondur. Televizyonu, medyayı oluşturan diğer araçlardan daha önemli kılan, bünyesinde bir çok etkileme unsurunu (görüntü, ses, müzik, hareketlilik ) bir arada barındırıyor olmasıdır.
Televizyon için yapılan bir çok tanımın, artık günümüzde geçerliliğini yitirdiğini söylemek mümkündür. Televizyon için yeni ve gerçekçi tanımların yapılması gerekmektedir. Günümüzde televizyon, tüm insanlığın toplumsal hayatını etkileyen, belirleyen en güçlü aygıttır.
Televizyon, artık, gerçek bilginin iletim aracı değildir
İlk televizyon kurumlarının ortaya çıktığı İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana iletişim teknolojisi korkunç bir ilerleme kaydederek akıl almaz buudlara ulaşmıştır. Gelişmenin çapını göstermesi bakımından, Stanford Ünv. Öğretim üyelerinden Edward Steinmüller şöyle bir kıyaslama yapmaktadır: “Eğer uçak teknolojisi de mikro-elektronik teknolojisi kadar hızlı gelişseydi, bugün Concord yarım milyon insanı, saatte yirmi milyon mil taşıma şansına sahip olurdu.”
Kitap kültürünün terkedilerek görüntü kültürü ağırlıklı bir medeniyetin yaygınlaştığı günümüzde bu kültürün taşıyıcıları olan iletişim sanayii, ağırlıklı olarak Amerikalı dev uluslararası kitle iletişim ve telekominikasyon şirketlerin ellerinde bulunmaktadır.
A.B.D.’nin bu güç egzersizi ve gövde gösterisini daha net görebilmek için şu açıklamalar bir fikir verir kanaatindeyim: “NBC, CBS ve ABC gibi üç büyük televizyon şirketinin sahipleri Amerika’nın en büyük on mâli kuruluşudur. Bu kuruluşlar bu üç T.V. kanalının yanısıra ülkede 35 bağlı televizyon istasyonunu, 200 kablolu televizyon şirketini, 65 radyo istasyonunu, 20 plak şirketinin yanısıra Time, Newsweek gibi haftalık dergilerin bulunduğu 60 dergisi, New York Times, Washington Post, Wall Street Journal ve Los Angeles Times dahil 60 gazeteyi, 40 kitabevini ve Twentieth Century Fax ile Colombia Pictures gibi büyük şirketlerin dahil olduğu pek çok film şirketlerini ellerinde bulunduruyorlar. Bu kuruluşların en büyük hissedarları ise Chase Mahatton, Morgan Guorantee Turist, Citybank ve Bank of Amerika gibi bankalardır. “ Bu şirketler, esrarengiz, görünmeyen Batılı siyasî, ideolojik ve ekonomik seçkin sınıfların denetimindedir. Bu seçkin sınıflar ellerinde bulundurdukları iletişim sanayiini, şuurlu veya şuursuz bir şekilde kendilerini tepede tutan ürünlerin, zevklerin, değerlerin, davranışların ve kültürlerin yaygınlaşarak ebedileşmesi İçin kullanmaktadır.
Sadece ideolojileri taşıyan bir araç değil, bizzat kendisi birer ideoloji olan kitle iletişim araçları ağırlıklı olarak Amerikan kültürünün istilasını sağlamaktadır. Bugün bütün dünya, Amerikan televizyonunu ve filmlerini seyrediyor, Amerikan müziğini dinliyor, Amerikan dergilerini okuyor, Amerikan eşyasına sahip olmak istiyor ve Amerikan modasını takip ediyor. Maalesef tarihte hiçbir millet böylesine bir kültürel darbe yapmamıştır.
Amerikan televizyon istilası karşısında Avrupa Topluluğu Parlementosu bile kendini korumaya almak zorunda kalmış ve televizyonlarında % 60 oranında Avrupa programlarına yer vermeyi önermiştir.
Çeşitli tartışmalardan sonra her ülkenin kendi imkanları ölçüsünde bunu gerçekleştirmeye çalışması kararlaştırılmıştır.
Bu karar dahi Avrupa ülkelerinde büyük tepkilere ve gösterilere yol açmıştır.
Bir yazar bu kararı daha doğrusu gevşekliği: “Molyer’in torunlarını Coca Cola’nın çocukları yapmak istiyorlar” diye tepkisini dile getirir.


Televizyon haberciliğinin güvenilir bir haber iletme sistemi olduğu konusu artık şüphelidir. Hakim sınıfın çıkarları doğrultusunda ve sınıfsal çıkarlarının gelişimiyle eşzamanlı yayınlar yapan medya kuruluşları, gelişen olayları yorumlama tarzlarıyla yönlendirerek, konserve hazırlanmış ya da gündelik toplumsal, politik, diplomatik kaygılarla oluşturulmuş yapay haberlerle kitleleri etkilemektedir. Çünkü medya organları yeryüzünü bir ahtapot gibi sarmış olan global kapitalizmin uzantılarıdır. Bugün haber iletim sistemlerinin teknik olarak nasıl geliştiği, bir o kadar da nasıl kirlendiğini ortaya koymak gerekmektedir. “Çağlar boyunca ulaşılması zor, öğrenilmesi zahmetli olan bilgi, bugün her yerde kaynayan bir bolluk içinde; akış hızı arttığı ölçüde de maliyeti düşmekte, ne var ki bir yandan da giderek daha fazla kirlenmekte. İletişim grupları arasındaki köprüler, dallanmalar ve birleşmeler acımasız bir rekabet ortamında günden güne çoğalırken bir medyanın bize ulaştırdığı bilginin, doğrudan ya da dolaylı olarak, yurttaşın çıkarı yerine üyesi olduğu büyük grubun çıkarlarını savunmayı amaçlamadığından nasıl emin olabileceğiz” Burada, emin olduğumuz tek şey büyük toplumsal çıkarlara hizmet eden sözleşmenin yıkıldığı, ona temel teşkil eden argümanların artık çürüdüğüdür.
Uzman televizyoncular, işinin ehli kurtlar, karizmatik şahsiyetler! İlgi ve yaşayış ve toplumsal arzu tarzına ilişkin programlar (reklamlar, haberler, diziler eğlence ve şov programları) hazırlayarak yap boz oyunu gibi üretilen popüler kültürle bir de kitlenin hayranlığını kazanırlar.
Televizyon artık bir kitle iletişim aracı olmaktan çıkmış, kitlelerin beynini yıkama aracına dönüşmüştür. “Televizyon, nüfusunun çok büyük bir bölümünün beyinlerinin oluşturulmasında bir tür fiili tekele sahiptir”
Televizyonda insanlar birbirileriyle iletişimde bulunmazlar. İletimin olabilmesi için, birbirinden haberdar olan, karşılıklı tarafların olması gerekir. Televizyonda ise izleyicinin dinlemesine dayalı, tek taraflı bir iletim vardır. Kitle iletişim araçları olarak nitelendirilen aygıtların gerçek anlamda bir iletişim işlevi yerine getirmediği, aynı şekilde bu araçların, başka hedeflerinin olduğu konusu tartışılmamaktadır, bile. “Kitle iletim araçlarının birincil amacı çoğu kez ne belirli bir enformasyon iletmek ne de kamuoyunu bir kültür, inanç veya değer yargısının ifadesinde birleştirmektir. Amaç çok basit olarak izleyicinin görsel veya işitsel olarak ilgisini çekmek ve bunu sürdürmektir. Bunu yaparken kitle iletişimin dolaysız tek bir ekonomik amacı vardır: bu da izleyicisinden kar kazanmaktır. Bir de dolaylı amaç vardır, o da izleyicisinin ilgisini reklamcılara satmaktır. Kitle iletişimi düzenlenmiş anlamın transferi bağlamında çoğu kez iletişim bile değildir. Kitle iletişim daha çok izleyiciliktir ve kitle iletişim izleyicisi katılımcıdan veya enformasyon alıcısı olmaktan çok bir grup izleyicidir”.
Medya kuruluşu sahiplerinin, ideolojik ekonomik ve kültürel çıkarları doğrultusunda, olaylar ve bilgiler şekillendirilir, oluşturulur, yorumlanır ve halkın tüketimine sunulur. Medya kuruluşu sahipleriyle halkın çıkarlarının bu anlamda çakışmadığı görülmektedir. Televizyonun, bu durumda, halkın çıkarını ön planda tutmadığı, medya kuruluşu sahiplerinin çıkarları doğrultusunda halkı yönlendirdiği görülür. Televizyonda enforme edilen ekonomik ve politik iletinin gerçeği çarpıttığı ve bu çarpıklığı kitlelerin bilincinde zamanla hakim kıldığı kolaylıkla analiz edilebilir.
Televizyonun tarafsız olmadığı, insanların bilgisini artırmadığı, tam tersine arka arkaya birbirinden kopuk iletilerin, insanlar tarafından olayların öneminin yitirilmesini sağlarken analitik düşünme yeteneğini ortadan kaldırır.“Televizyon yanlılık gerektiren bir medya aracıdır; dolayısıyla, yapılan her aşırı bilgilendirme, neredeyse otomatik olarak o konuda bilgi yoksunluğunu da getirir. “Anında” aktarılan ve bir çağlayan gibi boşalan –çoğu kez içi boş haberler, televizyon izleyicisini aşırı uyarır, onda haber aldığı, bilgilendiği duygusu uyandırır. Ne var ki araya mesafe konduğunda, bunun pratikte bir aldanma olduğu her defasında ortaya çıkar”.
Haberlerin sunumunda doğruluğun, güvenilirliğin ne derecede olduğu artık ortadadır.“Bir haberin doğruluğu bundan böyle, nesnel kesin ölçütlere uygunluğu ve kaynağından aktarılmasıyla değil, öteki medyanın da aynı bilgileri tekrarlayıp onu “doğrulamasıyla” doğruluk kazanıyor… tekrarlama kanıtlamanın yerini almış durumda. Haberin yerini doğrulama aldı. Televizyon (ajanstan gelen bir mesajı ya da görüntüyü temel alarak) bir haber sunuyor, aynı haberi basın, ardından da radyo verirse bu, o haberin doğruluğunun bir kanıtı sayılıyor”. “Bir bilgi toplumunda yaşadığımızı sanırız. Oysa bilgi, bizi gerçek olandan kaçınılmaz olarak uzaklaştıran ayartma taktikleriyle biçimlendirir. Gazeteciler birbirini tekrarlar, taklit eder, kopya çeker, birbirlerine karşılık cevap vererek ve birbiriyle o kadar benzeşirler ki, tüm medya tek bir iletişim sistemi oluşturdukları izlenimini bırakır; tek başına ele alınan bir medyanın ötekilerle arasındaki farkları ayırt etmek giderek çok daha zor hale gelir”.
Çağımızı bilgi çağı diye adlandıranlar, bununla, kitle iletişim araçlarının geliştiğini, yaygınlaştığını, bunun sonucu olarak da, gittikçe daha çok sayıda insanın daha çok şeyden haberdar olduğunu söylemek istiyorlar. Ne var ki biraz düşününce, bir şeylerden haberdar olmakla, bir şeyleri bilmenin aynı şey olmadığını kolaylıkla anlayabiliriz… bu dünya, bizim yaşadığımız dünya değil, haberdar olduğumuz bir dünyadır.
Salonundaki koltuğuna rahat biçimde yerleşip, ekranda kendisine sunulan, çoğu etkili, şiddet içeren insanın yüreğini ağzına getiren imgelerden oluşmuş olaylar çağlayanını izleyen vatandaşların çoğu, dış dünyada olup bitenlerin kendisine ciddi biçimde aktarıldığını düşünür. Bu bütünüyle yanlış. Bu yanılgının üç nedeni vardır: bunlardan ilki, kurgu olarak hazırlanan televizyon haber programlarının insanlara haber sunmak için değil, onları eğlendirmek için yapılmış olması. İkincisi, kısa ve parçalar halinde sunulan haberlerin ( her haber programında yirmi dolayında haber yer alır ) birbiri ardından hızla geçişi, iki yönlü, yani aşırı ölçüde bilgilendirirken insanı bilgiden yoksun kılan olumsuz etki yaratması( gereğinden çok haber sunulurken, her birini üzerinde yeteri kadar durulmaz). Üçüncü olarak, da, hiçbir çaba harcamadan bilgi edinmeyi düşünmenin, uygarlık yolunda seferber olmaktan çok, basının yarattığı mitten kaynaklanan bir yanılgı olması. Bilgi edinmek yorucu bir iştir; vatandaş ancak bu yorucu çabayı gösterdiğinde demokratik yaşama bilinçli olarak katılma hakkını elde eder.
İletişim zincirini bütünüyle egemenlik altına alanlar, bilgi endüstrilerinin yeni tutkusu; bunu gerçekleştirmek içinde birleşmeleri, satın almaları ve gruplaşmaları  sürdürürler. Bu şirketlerin mantığına göre, iletişim öncelikle, çok büyük miktarlarda üretilmesi gereken bir mal ve bu malın miktarı kalitesinden önce gelir.
Televizyondaki program biçimleri, dikkat çekmenin sözde yaratıcılık yoluyla tüm psikolojik mekanizmasını kullanır. İkinci adımda ürün tanıtımına ve tüketime yönelik harekete geçirme tekniğine başvurur. Bu arada, dikkati canlı tutmak için, cinsellik, seks, ölüm ve şiddete sürekli vurgu yapar.

Şimdi Haberler
Yapımcıların tüm programlar içerisinde en çok üzerinde durdukları, öncelikle haber  programlarıdır.  Özellikle,  süresi açısından akşam haberleri, tüm aile bireylerinin bir araya geldiği saatlerde yayınlanır. Ve izlenme oranının en yüksek olduğu programlarının başında yer alır. Haberler, en çok satan üründür.
Haber programları konularını politika, (politikacıların gündem için söyledikleri sözler, politikacıların nereye gittikleri ne yedikleri) magazin, eğlence, (mankenlerin, şarkıcıların, futbolcuların özel hayatları,bu kişilerin ne giydikleri ne yedikleri ne söyledikleri, sosyetenin nasıl yaşadığı, kimin kiminle çıktığı,) moda, defile, skandal, yolsuzluk, dolandırıcılık, cinsel taciz, savaş, cinayet, intihar, trafik kazaları, katliam, ölüm, hırsızlık, yangın, sel, deprem, silahlı saldırı, kavga, hayvanlar gibi olaylardan seçer. Buradaki sorun, televizyon haber uzmanlarının insanın içini karartan, bunaltan konuları seçmelerinden de öte, soruna yaklaşım tarzları, niyetleri, yorumlarıdır.
Medya tarafından insanların her gün özeline taşınan felaket, cinayet, toplu ölüm haberleri şiddetin sıradanlaşmasına, bu da insanların duyarlılıklarını yitirmesine, insanın insana karşı yabancılaşmasına neden olmaktadır. Özellikle dizi ve yabancı filmlerde eğlenceli bir oyun gibi yer verilen şiddet, seks ve saldırganlık temaları insanların bu yönde eğilimlerinin artmasına neden olmaktadır. Dizi ve yabancı filmlerde hayat, gerçek olmayan fantastik bir eğlence, bir oyun gibi sunulmaktadır. Bu da insanların hayatın gerçekliğine yabancılaşmasına neden olmaktadır.
Haberciler polislerle birlikte operasyonlara katılıp olay konusu olan insanları ‘izleyici’karşısında aşağılayıp, yargılayabilmektedir. İnsanlara suçlu olup olmadıkları kesinleşmeden, görüntüleri teşhir edilmekte suçlu damgası vurulmaktadır. Haber konusu edilen olayların olduğu yerde, kameralar olay öncesinden hazır bulunmakta, olayın konusu edilen insanların özel hayatları işgal edilmekte ve özel hakları ihlal edilmektedir. Televizyon habercilerinin mağdurları, bu pervasızlık karşısında ‘özel’in ve ‘genel’in daha insani bir tanımlamasının hukuksal yetersizliğiyle haklarını alamamaktadırlar. Haber programlarında, insanların yaşadıkları olayları müzik ve diğer tekniklerle dramatize etme, gözyaşları içeren görüntülerin sıkça kullanılması, acıma duygusu verme, bunu dışlaştırma özellikle bilinçli bir planlamanın sonucudur. Gözyaşları içinde çırpınan insanların feryatları, çığlıkları televizyon haberleri için vazgeçilmez görüntülerdendir. Trafik kazalarında araca sıkışmış ve her tarafı kan içindeki insan görüntüleri, parçalanan arabaların tekrar tekrar görüntüleri; aynı şekilde gecekondu yıkımlarında zabıtalarla ev sahipleri arasındaki kovalamacalar, kavga, ağlama çığlıkları ve feryatları; bir yangında evi yanan insanların bilinçsiz ve çaresizce koşuşturma hareketlerinin görüntüleri; mahkeme salonlarında insanların birbirlerini nasıl dövüp bıçakladıklarını, öldürdüklerini; cinayet ve intihar olaylarının görüntüleri; gösteri ve eylemlerde insanların polislerce kovalanmaları ve dayak yeme sahneleri, izleyicileri heyecan ve etki altında tutmak için habercilerin başvurdukları görüntülerin en çekicilerini oluşturmaktadır.
Haber seçme ve inşa etme bir sürecin sonucudur. Haber programları, bir araya getirilen insan yapımı şeylerdir. Aslında anlam bunların içinde inşa edilmiştir. Anlamlar öylece ortaya çıkmaz, oradadırlar, çünkü birisi onları oluşturur. İletişimin ne kadar bilinçli bir şekilde yapıldığını açığa vuran, haber yapımıyla ilgili çeşitli görüşleri vardır. Örneğin muhabir yada sunucu olayları bizim için yorumlarlar. Karşı karşıya gelme, sözü kullandıkları andan itibaren aslında onları yorumlamaya başlarlar. Yazılı metinin ya da haber metninin ya da haber görüntülerinin tüm kurgulanma sürecinin, özgün olayla ilgili bakış açısının inşa edilmesinin aracı olduğu açıktır. Sonuçta inşa etme kavramı dikkatleri iletişimin yaratıldığı gerçeğine çeker.
Haber makinesi genel olarak kötü haberlerin dramatik etkisine değer verir. Kötü haber iyi haberdir. Borsada hızlı bir düşüşün yaşanması ya da ölümlerin olduğu bir kaza gibi olaylar oturmuş bir piyasadan mükemmel güvenlik verilerinden daha değerlidir. Haber üreticisinin kültürüne ve coğrafyasına en yakın olan haberler en değerlidir. Yakın zamanda meydana gelen olaylar daha öncekinden değerlidir, bu nedenle habere önce ulaşmak yarışı vardır. İnsanlar bütün haberlerin çok taze olduğuna inanır. Bu çok ilginçtir, çünkü sunulan olayların sadece önemlileri yakın zamanda meydana gelmiştir. Özgün öykü ortaya çıktığında devamı geleceği açıkça belli olan konular değerlidir. Depremler ya da savaşlar gibi konularla ilgilenmek çekicidir, çünkü sonuçta bu devam eden bir dram haline gelecektir. Görüntü öyküleri değerlidir. Öykülerin ele alış biçimi olarak dramatize edilmesi değerlidir, çatışma değerlidir. Örneğin felaketlerle ilgili haberlerin, yalın gerçekleri hemen ortaya çıkaracak olsa bile, bu yönde ele alındığını kazazede ve yakınlarıyla yapılan röportajların izleyiciyi cezbettiğini fark etmişizdir. Gerçeklik değerlidir. Haberciler olayın geçtiği yere, mekan çok sıkıcı da olsa bir muhabir gönderilir” .
Televizyonun bilgiyi nasıl manipüle ettiği, gösterge ve imgelerle iletilmek istenilen iletileri nasıl seçerek şekillendirdiği konusunda şu hususu görmezden gelemeyiz. Televizyonun tuhaf bir şekilde, yapılması gereken şeyin,yani bilgilendirme işinin yapılması için gösterilmesi gerekenden daha başka şeyler göstererek ; ya da yine,gösterilmesi gerekeni gösterirken,bunu göstermeyecek ya da anlamsızlaştıracak bir tarzda yaparak, ya da onu gerçekle hiçbir şekilde uyuşmayan bir anlam kazanacak tarzda kurarak nasıl gizleyebildiğini göstermek suretiyle….”
Medya menajerleri imajların ve haberlerin yaratılması işlenmesi, rafine edilmesi ve bunlara riayet edilmesi; dolaysıyla inançlarımızı ve tutumlarımızı, sonuç itibariyle davranışlarımızı belirleme işini kendilerine iş edinmişlerdir. Sosyal mevcudiyetin gerçeklerine tekabül etmeyen mesajları kasıtlı olarak ürettiklerinde medya menajerleri zihin menejerleri olup çıkarlar. Realitenin kusurlu olarak algılanmasına, hayatın gerçeklerini kavrama gücünden yoksun bırakılmış bir şuurun oluşmasına sebebiyet veren mesajlar, zihin menajerleri tarafından kasıtlı olarak üretilmiş manipülasyon amaçlı mesajlardır”. Örneğin, televizyonda, eşitsizlik kanıksanmış, meşrulaştırılmış ve rasyonalize edilmiştir. Bu durum özellikle dizilerde ve sinema filmlerinde belirgin bir şekilde görülmektedir. Zenginlik ve fakirlik iç içe geçmiş, adeta sorgulanamaz bir duruma dönüşmüştür.

 Şimdi reklamlar
Haberler gibi ön plana çıkan bir başka program türü de reklamlar olmaktadır. Aslında tüm programları bir reklam türü olarak düşünmek de mümkündür. Ama gene de reklamlar en özel kategoridir. Reklamın temel amacı, ürünlerin tanıtılması ve tüketimine yönelik talebin artırılmasıdır. Ürünlerin tüketilmesi, beraberinde sosyo-ekonomik sistemin devamlılığını, ekonomik ve siyasal gücünü olağanüstü ölçüde artırır.
Reklamlar, insanları etkileyerek insanları ikna etmeye çalışırlar. Reklamların günümüzde insanları etkileme ve yönlendirme, arzularını belirleme yöntemleri, büyük boyutlarda gelişmiştir. -Bu noktada, insan bilimlerinin rasyonel sonuçlarını kullanır ve bu bilgi türlerini üretimin yapısı içerisine hapsederek işlevsiz hale getirir.İzleyicinin reklamlardan bir şekilde etkilenmemesi imkansızlaşmıştır. Reklamcılar, hedef kitlenin demografik ve psikografik özelliklerini (yaş, cinsiyet, meslek, sosyo ekonomik konum, ilgi, harekete geçme sebepleri vs.) gibi ölçütlerle, kategorilere ayırarak, stratejik ürün mesajını, tüketiciye ulaşabilmesi için reklam yayın saatlerini belirlerler.
Reklamcılar tüketici kitlenin dikkatini çekmek için dil, gelenek, görenek, milli ve dini duygular, otantik değerler, cinsel ahlaki, karşı ahlaki değerler gibi kültürün tüm unsurlarından tüketimi koşullamak üzere yararlanırlar.
 Reklamcılar bize tanıttıkları ürünlere sahip olmamız durumunda mutlu olacağımız mesajını verirler. Gerçekte reklam bir vaad üzerine kuruludur ve mutluluk satar.
Reklamlar neden kitle açısından çekicidir?
Reklamların sürelerinin kısa olmaları, ürünlerin bir ödül gibi sunulması, sahip olunan ürünle toplumsal bir statüye terfi edileceğini düşündürmesi, yinelemelere dayalı ses, efekt ve imaj bombardımanı yapılması; bu yolla, izleyicinin hipnotize edilmesi, reklamları çekici hale getirmektedir.

***
Ve sinema
Filistin, dolayısıyla kudüs 100 yıl önce 1917 de ingilizlerce işgal edildi.
2017 De işgalin 100. Yılını hatırlayacak mıyız? Konuyla ilgili etkinlikler yapılacak mı?
Misal bir film çekecek miyiz?
Kuru salon toplantılarıyla konuyu geçiştirecek miyiz yoksa?
Hazır vakit varken birşeyler yapmak için harekete geçecek miyiz?
***

Televizyon insanlar üzerinde etki etme gücünü nereden almaktadır?
Medya kuruluşları, uzun süreden beri, yayınları aracılığı ile biriktirdikleri büyük bir sermaye ile güçlendiler ve güçlerine güç kattılar. Bugün dünyadaki bir çok ülkede medya, devleti yönlendirebilecek güce ulaşmıştır. Hatta devletten daha güçlü olduğunu söylememiz mümkündür. Medya kuruluşları, artık denetlemeleri, uymak zorunda oldukları ilkeleri pek ciddiye almaz oldular. Toplum sağlığını koruma adına denetleme kurulları oluşturulmasına rağmen, insanların düşünsel ve ruh sağlıklarını bozan yayınlarına bir şekilde devam etmektedirler.
Televizyon, ortalama insanın kavrayamayacağı, algılama gücünü aşan, karmaşık, organize ve gelişmiş bir yapıya sahiptir. Bu gelişmişlik düzeyini, yüzyıllar boyu biriken teknik gelişmişlikten ve insan doğasına ilişkin bilgilerin birikiminden ve bunların kullanmasından alır.
Medya çalışanlarının çoğu eğitilmiş, uzman kişilerden oluşmaktadır. Bu donanımlı insanlar, insan doğasını ve yapısını araştıran bir çok bilim alanından (sosyoloji, psikoloji, tıp, sanat, edebiyat, felsefe ) yararlanmaktadırlar. Televizyon programlarını hazırlayan uzmanlar; aşırı heyecan, şok korku, tehlike, panik, patlama gibi heyecan uyandıran duygu durumlarından yararlanarak, kitleler üzerinde dikkat uyandırmayı başarmaktadırlar.
Televizyon haberleri gücünü, (düzensizlik, kargaşa, yıkım, savaş, ölüm, hırsızlık, intihar, kaza, dolandırıcılık, cinayet, dedikodu...) gibi kötü olaylardan alarak beslenir. Bu olayları meydana gelmemesi televizyon habercilerinin işsiz kalması demektir. Televizyondaki haberler, yaşama kaynağını, insanlarda dehşet uyandıran olayların meydana gelmiş olmasından alır.
Televizyon gücünü görüntüden ve halkın kullandığı dilden alır. Televizyonun dili basit, yalın, sıradan, kurnaz ve iki yüzlüdür. Televizyon, cemaatinin mantığına değil kalbi ve duygularına seslenir. Televizyon haber sunucuları, tebaasına seslenirken bir vaiz gibi konuşurlar, ses değişimleriyle, müzikle, kendine güveniyle hipnoz etkisi yaratarak, cemaatlerine seslenirler.
Televizyon izleyicileri, hem kurban hem de bir çok çirkin olayın suç ortaklarıdırlar.
Televizyon demagoji üretir, aşırı heyecanlar yaratarak duygu şokları yaratır.
Televizyon için haber peşinde olan gazeteciler, her türlü ahlaksızlığı ve ilkesizliği, yalan, kurnazlık, rezalet, düzmece ilkeler edinerek, skandallar ve trajik olaylar peşinde koşuşturup duran insanlardır. Haber peşinde koşan televizyon çalışanları, tam bir linç çetesini andırmaktadırlar.
 Televizyon insanlar üzerinde, bilginin manipüle edilmesini nasıl sağlamaktadır?
Televizyonun insanlara gönderdiği iletilerin kimler tarafından nasıl seçildiğini, gündemlerin nasıl oluşturulduğunu, mesajların hangi teknik ve yöntemler aracılığıyla kitleye ulaştırıldığını, iletilerle insanların profesyonelce nasıl kandırılıp ikna edildiğini çok iyi bilmek gerekmektedir.
Aynı şekilde televizyon habercilerinin olaylar karşısında taraf tutmadıkları, tarafsız oldukları fikrini sorgulamak gerekir. Bugün, habercilerin seçtikleri olaylar karşısında taraf tuttuklarını söylememiz mümkün. Haberciler olayları kendi inançları, ideolojileri doğrultusunda direkt değil de örtük bir şekilde yorumlayarak yansıtırlar.
Televizyonun yazı işleri müdürü haberleri seçer, bu seçim işleminde de konulardan bir gündem oluşturur ve bu, toplumun o günkü gündemi olur.
Televizyon haberlerindeki iletileri nasıl söylendiklerine göre anlamak gerekmektedir. Haberciler, haber konusu edindiği konuya bir anlam yükler. Bir olaya ilişkin bir görüntünün, bir çok insanda farklı anlam yüklemesi mümkündür. Ancak televizyon çalışanları, niyetli bir şekilde, seçtikleri olay üzerinden, kendisinin yüklediği anlamla insanları düşünmeye yönlendirmeyi sağlamaktadır.
 Televizyonlardaki sunucular bir çeşit anlatıcıdır. Anlatılacak şey ekrana çıkmadan önce düzenlenmektedir. Anlatının yaptığı çok önemli bir şey, materyali mekan ve zaman açısından şekillendirmektir. Yani olayların nerede, ne zaman ve ne hızda meydana geldiğini tanımlamaktır. Canlı televizyon yayınında bile anlatı bu yönlendirmeyi başarabilir. Tekrarlar gösterim süresini uzatmak için bir hiledir. İzleyicinin gerilimini yükseltmek için uzun uzun çekimler kullanılmaktadır. Televizyondaki anlatı zaman ve mekana dair farkındalığımızı yönlendirmek için sınırsız bir yeteneğe sahiptir. Bu da anlatımın bir başka şekilde yönlendirilmesidir
İkna süreci her şeyden önce bir öğrenme ve öğretme etkinliğidir. İkna edici mesajın amacı, bir sözcüğe olumlu ya da olumsuz bir tepki verilmesini sağlayarak öğrenmeyi sağlamaktır.
İletişimin etkinliği, öğrenmenin düzeyi ile de bağlantılıdır. Öğrenme pekiştirme, hatırlama ve öğrenmede koşullu öğretme yöntemi simgelerle yapılır. Simgesel uyaranlar hatırlamayı harekete geçirmekte kullanılmaktadır. İnsanlar koşullandırma yoluyla alışkanlıklar biçiminde bazı davranışlarının kazandırılmasının, ancak bu alışkanlıklarının bireyi o anda etkileyen bilinçli ve bazı bilinç dışı bazı gereksinimleri karşılayan bir işlev yapmaları halinde mümkündür.
Kaynaktan alıcıya mesaj iletimi her toplumda ve her bireyde farklılık gösterebilen sosyal ve geleneksel bir ortam içersinde seyreder. Bireyin hayat karşısında konumlanışı, temsil ettiği görüş ve grubun özellikleri, beklentiler, bilinçsel işleyiş gibi farklı etmenler tarafından örülmüş bir ağ içersinde gerçekleşir. Bunlar alıcının hangi mesajı ne ölçüde ve ne biçimde algılayacağını ve zihinsel değerlendirmesini biçimlendiren etkenlerdir. Varolan tutumları destekleyici bilgilerde, alıcının algılama yeteneğini daha yükseltir”.
 Herhangi bir konudaki görüşün, konunun uzmanı tarafından iddia edilmesi, sıradan kişilerin iddiasından daha yüksek güvenirlik taşımaktadır. Bu mesajın içeriğinin kabul edildiğini tek başına artıran bir etkendir. Bunun yanında bir futbol yıldızı, siyasal lider gibi bazı kurgusal katkılar da kullanılmaktadır.
Algılama ve öğrenme işlevini hazırlamada, tekrar yönteminin etkili olduğu kuşkusuzdur. Enformasyon kanallarının ve mesaj miktarının artmasına rağmen, bunun kişilerin bilgi ve bilinç düzeylerini artırma düzeyine yansımadığı anlaşılmaktadır.
İletişim etkinliğini artırma yolları: a) Mesaj dilinin, alıcının dili ve kavrayış düzeyinin uygun olması ilk kuraldır. b) İletişimde mevcut tutum ve davranışı değiştirilmesi çok dirençli olmayan noktalarda hareket etmesiyle başarılabilir. c) Mesaj içeriğinin herkes böyle düşünüyor şeklinde sunulması olarak bilinir. Bu yöntem alıcının mevcut tutumlarıyla çok çelişkili olmamak koşuluyla sağlayabilir. Bunun yanında mesaj sunumunda yönlendirme amacı taşıyan bazı yöntemlerle küçültücü dizayn resimler kullanmak, bazı cümlelere gereğinden fazla önem verilerek ya da tanımlamalarla bir zayıflığı belirginleştirmek de etkileme amacıyla kullanılan yollardandır.
Ortak sembollerin bütünü olan dil, ikna uzmanları için en temel hammaddedir. Ses önemli mesaj ileticisidir. Müzik ve görüntü bu dili tamamlayıcı öğelerdir. Kişinin etkilenebilmesi için, dil kodlarının ortak olması gerekir. Dil ve iletişim ayrılmaz bütünlerdir. Haberin kaynağından çıkan mesajın anlamı ile alıcının algıladığı anlam yakınlık derecesi, haber dilinin başarı düzeyini gösterir. Buna göre medya standart dili kullanmaya özen gösterir ve dildeki standartlaşma eğilimini de hızlandırır. Televizyondaki söylem büyük oranda görsel imajla yansıtılır. Televizyon konuşması sözcük ağırlıklı değil, görüntü ağırlıklı olarak aktarılır.
 Haberler drama üretmek eğilimindedir. Drama izleyicinin ilgisini toplama aracı olarak kullanılır. Materyallerin dramatik gerilimde önemli anlar yarattığını kabul ederiz. Heyecanlı anlar dediğimiz şeyleri görmeye alışkınızdır. Haber programı ilerde bir felaket görüntüleri vereceğini haber saati boyunca sık sık duyurur.
Kurgu, drama, kullanılan dil, bu öğelerin hepsi bir araya geldiğinde artık “Televizyon sunucuları daha çok verili bir programın belki de kendi kararımızı özgürce vermemizi engellemek için bize onun ne anlama geldiğini anlatma işi kalır.” İnsanlar neden televizyon izlerler? İnsanları televizyon izlemeye yönelten şey nedir?
Televizyon, hazırladığı programlarla insanların duygu dünyasına direkt müdahale eder. İnsan doğasında duygulara ilişkin ne varsa, onları ön plana çıkarır, kullanır ve sömürür. İnsanlar bunun farkında olmazlar. Gündelik hayat da (iş hayatı, aile hayatı, sosyal hayat) insanların televizyon izlemesine göre düzenlenmiştir.
Gündelik hayatın sıkıntı ve gerilimleri, televizyona kaçmak için yeterli sebebi oluşturuyor gibi görünüyor. Televizyona yönelme, sonuçta kolaya kaçma eylemidir. Televizyon izleme, insanların gündelik iş hayatının verdiği gerilimden, stresinden kaçmak için sığındıkları bir eylemdir.
İnsanları televizyona yönelten diğer bir sebep de, küçük yaştan beri alışkanlık haline gelen bir davranış olmasıdır. Televizyon izleme böylece farkında olunmayan otomatik bir davranış şekline dönüşür.
Televizyon, toplumun yaşayış tarzından (dini inançlar, gelenek, görenek, milli değerler, cinsellik) kesitler gösterdiği için dikkat çekicidir. Bir çok program toplum yaşayışına uygun basit bir dil kullandığından izleyiciler açısından dikkat çekicidir
 Programların çoğu düşünsel etkinliği içermemektedir, yorucu değildir.
Televizyondan kaçış kitle açısından neredeyse imkansızdır. Her nerede olunursa olunsun televizyon onları bir şekilde bulacaktır.
Televizyon insanlara eğlence sunar. Eğlendirirken de izlemeyi teşvik etmek için ödüller( para, araba tatil, hediyeler vb.) dağıtır.
Televizyonun, yarattığı bağımlılık ve insanların hayatlarındaki vazgeçilmezliği
Televizyon günümüzde insanların yaşayış şekli üzerinde güçlü bir belirleyiciliğe sahiptir. Televizyon, insanların gündelik hayatta neyi sorun edinmeleri gerektiğini, olaylara bakış açılarını, hatta neyi konuşmaları gerektiğini bile belirlemektedir. Tüm yaşam alanlarımıza sızmış olan televizyon kültürü, toplumsal hayatın içinde neredeyse hiç ‘dışarısı’ bırakmamıştır. İzleyen biz miyiz, yoksa ‘o’ mu? Televizyon bu anlamda, izlemeyi ve izlenmeyi arzu nesnesi haline getirmiştir.
İnsanların hareketleri, konuşma biçimleri, giyim tarzları ve inançları genel olarak bütün davranış biçimleri ‘çalış-tüket’ mantığı çerçevesinde şekillenir.
Elektronik medya sembolik ortamımızın niteliğini kesinkes ve geri dönüşümü olmayan biçimde değiştirdiğine göre eminim biz de kritik bir büyüklüğe ulaşmış durumdayız. Şu anda enformasyonları, fikirleri ve epistemolojisi basılı sözlerle değil, televizyonla şekillenen bir kültürüz.”.
Televizyon iletişim ortamlarımız, başka hiçbir iletişim aracının gücünün yetmeyeceği tarzlarda bizim adımıza düzenler… televizyon,dünyaya ilişkin bilgimizi değil, aynı zamanda bilme yollarına ilişkin bilgimizi de yönlendiren bir araç statüsüne yükselmiştir. Televizyonun hakikat, bilgi ve gerçeklik tanımlarını o kadar gözü kapalı kabul etmekteyiz ki ilgisizlik bize anlamlı görünmekte, tutarsızlık ise özellikle akıllıca davranmak gibi gelmektedir.”
Televizyon günümüz insanlarının adeta tanrısıdır. Emir ve yasakların menbaıdır. İnsanların artık televizyon izlemedikleri gün nerdeyse yok gibidir. Televizyon insanlarda, öylesine bir bağımlılık yaratmış ki, televizyon izlememek neredeyse imkansız bir hal almıştır. Televizyonun girmediği yer kalmamıştır. Akşam saatlerinde, milyonlarca insan televizyon ekranının karşısına oturup ayine katılırlar. Bebekler, artık anne babalarının ninnileriyle değil, reklamlar ve televizyon şarkılarıyla dinlendiriliyorlar ve uyutuluyorlar. Anne ve babaların kendileri de birer televizyon bağımlısı ve kurbanı durumuna gelmişlerdir. Televizyon en önemli zaman öldürme ve eğlence kaynağı haline gelmiştir.
Aynı şekilde eğitmenler de televizyonun kurbanlarındandır. Çocukların zihin yapısı eskiden daha çok aile tarafından şekillendirilirken, günümüzde artık çocuklar daha okul çağına bile gelmeden, televizyon tarafından şekillendirilmektedir.
Dolayısıyla, devletin en küçük birimi olarak aile ile televizyon arasında tarihsel, sosyolojik bağ kurulmuştur.
İktidar artık günümüzde kitleleri daha rahat gözetlemekte, denetlemekte ve kontrol etmektedir. Röntgenciliğin ve teşhirciliğin benimsemesi, denetim ve kontrol mekanizmasını arzu edilir kılınmasını, aynı zamanda desteklemesini sağlamaktadır.Yığınlar artık televizyonun teşvikiyle pornografik olarak kendilerini ortaya koymaktan ve gözetlemekten rahatsızlık duymamakta, tam tersine şiddeti bile pornografik düzeyde algılayarak haz duymaktadırlar.
Televizyon bir bütün olarak kendi kurallarıyla, kendine özgü kültürüyle hayata hükmediyor. Televizyon kendine özgü dayatmacı kültürü ile geliyor ve insanların hayatlarını derinden etkiliyor. Hiç kimse, onun karşısında direnemiyor. Eğitimsiz, cahil yığınlar üretiyor. Yanılsamalı bir hayatla gerçeğin karşısına dikiliyor. Hiç kimse farkında bile olmadan bir sürü şey olup bitiveriyor. Gerçek ellerimizden kayıp gidiyor.


Televizyon kitle kültürü üretme aracıdır
Televizyonun yarattığı, kitle insanının özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
Rahat ve doğal değildir. Kendi doğasına yabancılaşmıştır. Kurallarla ve sınırlamalarla yaşar. Kimlik ve kişilik çatışmaları yaşar.
Anlık heyecan ve zevkler peşinde koşuşturur.
Bir nesneye sahip olduğu sürece, alışveriş yaptığı sürece, seks yaptığı sürece mutludur.
Hayatın sorunlarına karşı güçsüz ve zayıftır.
Hayata karşı bir belirleyiciliği yoktur, sorunları çözmekte acizdir.
Kendi hayatının yönlendiricisi değildir başkaları (medya sahipleri, reklamcılar ve politikacılar) onu yönlendirir. Başkaları onun adına kararlar verir.
Kendi yazgısının kurbanıdır.
Çaresizlik içerisinde bir kabullenişi yaşar.
Sistemi, hayatı, olayları ve varlığını sorgulayamaz. İtaatkardır, ehlileştirilmiştir.
Sistem için bilinçsizce seri çocuk üretir.
Özgür olduğunu sanır ama, bedensel, düşünsel ve ruhsal olarak tutsaktır.
Kültür düzeyi düşüktür. Düşünsel sistematiği gelişmemiştir. Geçmiş ve gelecek zamanı yaşamaz, sadece şimdiki zamanın içinde kayıptır.
 İdeolojilere, fala ve büyüye inanır. Dili kullanma becerisi gelişmemiştir.
Kendisi gibi olmayan insanları bir tehlike olarak görür. Hayatını, paranın yasaları ve kuralları şekillendirir. Böylesi bir insan türüne hükmedip sömürmek yönetici sınıf açısından son derece kolaylaşmıştır.
Televizyonun, günümüzde yarattığı insan (televizyon insanı), ruhsal ve düşünsel olarak özürlüdür.
Televizyonun ortaya çıkardığı insan, şekil ve form olarak insan özelliklerini göstermekle beraber deforme olmuş Frankestein’ı andıran bir yaratığı haline gelmiştir.
Televizyonun yarattığı insan, yönlendirilen bir canavardır.
Örneğin, televizyon insanı savaşı kanıksamıştır ve savaşı doğal bir şey olarak görür ve ona katılır. Dizi film ve sinema filmlerinde öylesine çok ölüm sahneleri var ki; ölüm, dizilerde filmlerde ve haberlerde gerçek olmayan eğlenceli bir oyun gibi sunulmaktadır. Fantastik bir eğlence olarak sunulan ölüm oyunu, bir süre sonra gerçekliğin yerini almaya başladığında, ‘televizyon insanı’ gerçek hayattaki ölümleri, gerçek olmayan filmlerdeki bir oyun gibi görür ve hayata duyarsızlaşır. Böylelikle, ortaya çıkan bu yaratığın şiddet eğilimleri belirli bir yöne kanalize edilebilir ve tarihin tekerrüründe vahşet çağı yeniden yaşanır. Böylece, üretimin yapısından bağımsız olmayan kültürel yeniden üretim, gittikçe insanı kendi özüne yabancılaştırır.
Televizyonun yarattığı insan paylaşımcı değildir. Bencildir, kuşkucudur. Diğer insanlar güvenilmemesi gereken, tehlikeli yaratıklardır.
‘Televizyon insanı’ ciddi bir yanılsamayı yaşamaktadır. Onda, gerçeklik ile fantastik dünya yer değiştirmiştir. ‘Televizyon insanı’ Yaşanmış ciddi olayları, gerçek olmayan fantastik bir film gibi algılanırken; rasyonel dünyada fantezi, akıl sağlığını bozan en büyük hastalık haline gelmiştir.
 Özellikle genç kuşak arasında fazlaca görülen özdeşleşme; ölümsüzlük isteği, davranış ve giyim tarzlarının taklidi (ve bunun tüketimi koşullaması); yani özdeşleşilen starla hayatını değiştirme arzusu gerçek hayatla asla çakışmayan bir yanılsamadır.
Televizyon insanının’ kültür düzeyi düşüktür.
‘Televizyon insanı’, soyut düşünme yeteneği gelişmemiş, yalnızca görünenler üzerinde konuşan insandır. Televizyonda saniyelerle değişen görüntü bombardımanı altında olan televizyon insanı, görüntüyü düşünebilme, sorgulama, değerlendirme, analiz etme yetisini kaybetmiştir. Televizyon insanının geçmişe ilişkin belleği ve geleceğe yönelik öngörüsü zayıftır. Konular üzerinde derinlemesine düşünme yetisini yitirmiştir. Sadece şimdiki zaman içerisinde anlık bellek ile yaşayan bir insandır. Televizyon ayrıca okuma yazma kültürünü geliştirmez, tam tersine mevcut olanı köreltir.
‘Televizyon insanının’ konuştuğu konuları, genellikle, kendi yaşam alanındaki mikro sorunlar oluşturmaktadır. Televizyon, politik ekonomik kültürünü geliştirmez. Çünkü, dünya olayları onun için dışsaldır. Olayları sorgulamaz. Hayatın geneline ve hayata hükmeden güçlere ilişkin bütünsel bir bilgisi yoktur. Bu konuları, onun adına, yöneticiler, reklamcılar, politikacılar, akademisyenler ve din adamları düşünür, karar verir.
Televizyon yöneticileri için tüm insanlar, yürüyen, hareket eden, yakalanması gereken banknotlardır. Çünkü izleyici sayısını parayla değiştirir. Programlar çoğunlukla kültür düzeyi düşük geniş bir kitleyi hedef alır. En kolay da onlar avlanır. Uzmanlar bunun için özellikle psikoloji ve sosyolojinin ve de diğer bilim alanlarının sonuçlarından ustalıkla yararlanır. Bu uzmanlık karşısında hedef kitlenin televizyon ağından kaçış şansı nerdeyse hiç yoktur.
 Televizyon, alışveriş çılgınlığının artmasına neden olmaktadır.
Televizyon kültüründe insan, hem bir ürün, hem de ürünü tüketendir. İlerleme ve gelişme yanılsamasıyla tüketimi devamlılığını sağlar. Teknolojik gelişim, toplumun ilerlemesinin bir ölçütü ve göstergesi olamaz.
Televizyon insanları kendisine uyuşturucu madde gibi bağımlı kılar. Sonuçta tüm programlar tüketim amacına hizmet eder. Arada ortaya çıkan, birbirleriyle yarışan, birbirini ezen, ezdikçe beğeni kazanan, insan tipleridir. Bu yarışı kazanmanın tek yolu, üretim ve tüketimin sorgusuz içinde olmak, yaşadığımız dünyayı daha fazla kirletmektir.
Televizyon kültüründe bireye empoze edilen değerler tüketimle ilgili değerlerdir. Tele-kültürde, hedef kitlenin niteliği önemli değildir. Kim olursan ol, önemli olan iyi bir tüketici olmandır.
Televizyonda, özellikle güç ve haz peşinde koşan insana ‘ne kadar sahipse o kadar güçlüsü ve hükmedici olabileceği’ mesajı verilir. Ancak gerçekte güç ve haz peşinde olan insan, asla bu gücü ve mutluluğu yakalayamaz. Televizyon bugün tüketici kitle üreten bir fabrika merkezi konumundadır.

Televizyondan nasıl korunabiliriz?
Televizyon göründüğü gibi, hiç de masum değildir. Televizyon getirdiği sonuçları itibariyle, toplumsal kültürde bir enkaz, insanların kişiliğinde onarılması zor tahribatlar yaratmaktadır.
Televizyon izlemenin alternatiflerinden birisi de sağlıklı, metodik kitap okumaktır. Her şeyden önce, televizyon izliyorsak, ciddi bir ruhsal ve zihinsel hasara maruz kalmamak için, iyi bir kültürel donanıma sahip olmak gerekir. Yoksa televizyon bizi sel suları gibi önüne katarak alıp götürür. Televizyon, asıl gücünü insanların cehaletinden ve bilgisizliğinden alır. Kitap okumak en azından, insanlarda körelmiş olan düş gücü, soyut düşünme yeteneği, kavramsal düşünme sistematiğini ve insani duyarlılığı geliştirir.
Çağın insanı gözünü dünyaya açtığından beri televizyon izliyor. Uyku dışında yaşadığı saatlerin neredeyse yarısını televizyon başında geçiriyor. Bunun içindir ki, televizyondan kopması, imkansız gibi görünmektedir. kişisel olarak, televizyon izleme saatlerinin en aza indirilmesi, kanserli bir hayattan kurtulmaya ve bir özgürlük alanı açmayı mümkün kılar. Sorunun bilinçli bir şekilde tespiti ve çözüm yollarının araştırılması, insanın kendisine ilişkin yolculuğunda bir kazanım olacaktır.
 Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, bütünüyle Batı’yı temsil etmekte olan bu teknoloji robotunun (T.V.), dünya çapındaki satranç oyununda maalesef bizler piyon rolünü oynuyoruz. Oyundaki Batılı şahlar ve vezirler kaleler inşa edip, harcanmak üzere biz zavallı piyonları öne sürüyorlar.
Bize yaratılış gayemizi unutturan, kendimiz olmaya bırakmayan ve kendi varlığımıza düşman yapan bu korkunç silahın esiri değil de neyiz?
Üzerimizdeki kıyafetten, kursağımıza giren lokmaya ve kafamızdaki düşüncelere kadar Batılı efendilerimizin (!) tesiri altındayız. Ayağımızda blue jeansımız, midemizde Mc donald’s mamulleri ve beynimizde de çeşit çeşit batıl izm’ler...
Yarı aydınları dini “İZM” ler!
“İzm” İngilizce’de -ism sonekidir. Türkçe’de -cilik, -culuk, -lıkçılık şeklinde bir kelimenin sonuna gelir. Sonu -ism ile bitmesine rağmen Türkçe’de birçoğu aynıyla kullanılıp -izm sesiyle kullanılır. Bu kelimeler bir doktrine, akıma, teoriye, politik yapılara, sanat ve meslek akımlarına, devlet kavramlarına, din ve mezheplere ait olabilir. Kominizm, kapitalizm, realizm gibi… Eski Yunanca “ismos”tan gelen ektir. Esas kökü itibariyle “doktrin” manasına gelmektedir.
Cemil Meriç’e göre; ‘anlama kabiliyetimize giydirilmiş deli gömlekleridir’; bütün izm’ler!
Aslında  insanların,  insanlar  tarafından  yapılan  ve  yapılacak olan ayrımcılığını kolaylaştıran basmakalıp felsefi terimlerdir. Bir grubun ya da topluluğun diğerlerinden farkını belirtir.
 Yirminci yüzyıl beşeri ideolojilerinin yaftasıdır. Yaftalamanın kısa yolu, uzlaşma ve anlaşmanın önündeki settir. Yarı aydınların dinidir “izm”. Aslında kullanımı sokağa nüfuz etmiş kaypaklık bildiren bir son ektir.
Bir kitleyi mi sömürmek istiyorsunuz? O kitlenin inanışının ya da hayatı algılama biçiminin sonuna “izm” koyun, “ben sizin bunalımlarınıza son vermek için geldim”ler eşliğinde hangi “izm”den yana olduğunuzu söyleyin ve karşı “izm”lere de mutlaka .ok atın. Çatışma ortamlarının bakteriel unsurudur “izm” ler!
Ya da insanları etrafınıza toplayıp güç kazanmak ya da gücünüze güç katmak mı istiyorsunuz; neden bir izm sahibi olmuyorsunuz?
Herkesin aradığı insan “Anlayışlı olan” birisi, birileri.! Anlayış! Nedir anlayışın dayanağı? Kendini karşıdakinin yerine koymak! Yani; empati!
Empati veya eşduyum, bir başkasının duyguları, içinde bulunduğu durum ya da davranışlarındaki motivasyonu anlamak ve içselleştirmek demektir. Kendi duygularını başka nesnelere yansıtmak anlamında da kullanılır. Empatinin zıt anlamlısı antipatidir
Yani;
1-        Bir insanın kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak, olaylara onun bakış açısıyla bakmak.
2-         Karşıdakinin duygu ve düşüncelerini doğru olarak anlamak ve hissetmek.
3-         O kişiyi anladığını ona ifade etmek.
 Empati kaynağını nerden alır peki? Tabiki de İnsani Değerlerden! Peki Nedir İnsani değerler?!
İnsani değerler, bir başkasının insani varlığı için içimizde hissettiğimiz ve başkalarına göstermek istediğimiz kendi özümüz üzerine bina edilmiş birbirinden farklı müspet his ve duygularımızdır. Beşeri varlığı esas özüne ulaştıran ve o varlıktan gerçek anlamında bir insan meydana getiren duygu, düşünce ve davranışlardır. Bu değerlerle beşeri münasebetlerimizi geliştirebilir, çalışmalarımızı verimli hale getirebilir ve insani hayatımızı idame ettirebiliriz.
İnsanlığa kasteden şiddeti bunlarla önleyebilir, adâleti bunlarla gerçekleştirebilir ve insani huzuru bunlarla temin edebiliriz. Sadece insani değerlerle kendimizi bulabilir ve toplum halinde huzur ve güven içinde mutlu bir halde yaşabiliriz.
İnsani değerlerin kişilere yeniden öğretilmesi ve yaşatılması ile farklı din, dil, kültür ve cinslerle insanlar arası bağlar kurmak mümkün olacaktır.
İnsan benliğinin, heva ve heveslerinin, bencilliğin aksine etik değerlerin belirttiği, insanlara ve diğer bütün varlıklara saygı gösterilmesi ve haksızlık yapılmaması, onlara âdil davranılması demektir ki, ahlaki değerlerin evrensel emirlerindendir. “İnsanlık”, insan yapan değerleri içerir. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü, dostluk ve dayanışma insana özgü ve bütün insanlar için ortak sayılabilecek üstün değerlerdir. İnsan her şeye bu değerlerin penceresinden bakar. İnsanın tavır ve davranışlarında kendini gösteren bu güzel ve doğru nitelikler herkes tarafından kabul görür. Medenileşmiş demokratik tüm toplumlarda bu tür üstün değerler onaylanır ve erdem olarak kabul edilir. Örneğin bir insanın hayatını kurtarmak için organ bağışında bulunmak erdemli bir davranış olur.
 Adaletli davranma ve diğer insanlarla paylaşabilme, affetme affedici olabilme, ahde vefa (sözünde durma), akrabalara iyilik, ahlak sınırlarını aşmama, anlaşmalara riayet, barışçı olma, cömertlik, dargınları barıştırma, emanete riayet, fakirlere iyilik yapma, kırıcı olmadan insanların rahatsız olmayacağı şekilde konuşmak, güzelce tartışma, hilm sahibi olma, insanlara ve haklarına karşı saygılı olma, iyilikte yarışma, kendisi için istediğini başkası içinde isteme, kötülüğü iyilikle savma, selamlaşma, tevazu sahibi olma, varlıkları olduğu gibi görme ve varlığı değerli görme, Irkçı egoist olmama, gibi daha yüzlerce değeri sayabiliriz. Şefkatli olmak, alçakgönüllük, hoşgörü ve anlayışlı olmak, başkalarını kendi çıkarı ve amacı için kullanmamak, gerçek sevgiyi varedebilmek, açgözlülüğünü yenmiş olmak, sabırlı ve cesur olmak, dürüstçe ve yüreklice yaşamak vb...
Bir insan, diğer insanların, onlara ait özellikleri, niyetleri ve istekleri, davranışları hakkında hüküm verirken, kendisine ait olan değerler penceresinden bakar. Bu pencereden gördükleri, çerçeve içerisinde kalıyorsa onaylar aksi taktirde yadırgar ve reddeder.
Değer kelimesine toplumsal açıdan baktığımızda, çeşitli olaylar, olgular ve fikirler karşısında bireylerin tepki ve fikir birliği olarak tanımlayabiliriz.
Anlaşılacağı üzere, kişi, çevresini sahip olduğu değerlere göre yargılar. Aynı zamanda, kişi çevre tarafından, toplum değerlerine göre yargılanır. Bu karşılıklı yargılamaların, toplum bireyleri arasında bir istikrara kavuşması noktasında, toplumsal bir kültür değerleri bütününün oluştuğu görülür.
Fakat oluşan her kültür, sahip olunması gereken değerleri ihtiva etmeyebilir. Psikolojik olarak sağlıksız insanlar mevcudiyeti nasıl doğal ise, sosyolojik olarak hasta toplumlar bulunabilir.
İnsani değerler ile evrensal değerler karıştırılmamalıdır! Evrensal değerler ile de evrensel kültür!
Evrensel değerler kavramı da, bu düşünce ışığında ortaya çıkmıştır. Evrensel değer olarak nitelendirilen bir olgunun, uluslararası bir nitelik kazanmış olduğu bütün insanlığı ilgilendirdiği insanın doğasında mevcut olduğu varsayılır.Günümüzde, evrensel değerler denilince genel olarak, insanın doğuştan sahip olduğu hak ve özgürlükler, belli kriterlere bağlı olarak yaşamasını garanti altına almayı hedefleyen fikri, ahlaki ve sosyal değer yargıları anlaşılmaktadır. Kültürleşme sürecinde tüm dünya milletlerinin paylaşmaları gereken ortak kültür öğeleridir.
Evrensel değerler konusuna girmeden önce değer kelimesi üzerinde duralım:
“Değer” kelimesinin sözlük anlamı “Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet, bir şeyin ya da şahsın taşıdığı yüksek ve yararlı nitelik ya da kıymet “ olarak verilmiştir.
Değer kelimesini, psikolojik açıdan ele aldığımızda, düşünce, eylem işlem yada nesnenin insan için taşıdığı önemi belirleyen, niteliğe ve niceliğe ilişkin inançlardır şeklinde tanımlayabiliriz.
Bir insan, diğer insanların, onlara ait özellikleri, niyetleri ve istekleri, davranışları hakkında hüküm verirken, kendisine ait olan değerler penceresinden bakar. Bu pencereden gördükleri, çerçeve içerisinde kalıyorsa onaylar aksi taktirde yadırgar ve reddeder.
Kişisel ve toplumsal, yani kültürel değerlerin ne olduğunu netletleştirdikten sonra, “Evrensel Değerler” ifadesi ile neyin işaret edildiğini anlamaya çalışalım.
Doğaya baktığımızda, onun her bir parçasının kusursuzluğunu ve sayılamayacak kadar çok parçanın, inanılmayacak kadar mükemmel uyumunu görürüz. Bunu, keşfedilmiş en büyük astronomik sistemlerden, gözümüzle görebildiğimiz en küçük parçasına kadar gözlemlemek mümkündür.
Bunun sonucunda ise, söyleyebiliriz ki; doğa belli doğrular, gerçekler, kurallara göre işler ve bu kurallar, gerçekler ve doğrular tüm evren için geçerli olacaktır.
İnsan oğlunun da, bu evrenin içerisinde, onun bir parçası olarak varlığını sürdüğünü, düşündüğümüzde, insanoğlu için de, evrende değişmez doğrular, gerçekler ve kurallar olması gerektiği sonucuna varırız.
Evrensel değerler kavramı da, bu düşünce ışığında ortaya çıkmıştır. Evrensel değer olarak nitelendirilen bir olgunun, uluslararası bir nitelik kazanmış olduğu bütün insanlığı ilgilendirdiği insanın doğasında mevcut olduğu varsayılır.
Günümüzde, evrensel değerler denilince genel olarak, insanın doğuştan sahip olduğu hak ve özgürlükler, belli kriterlere bağlı olarak yaşamasını garanti altına almayı hedefleyen fikri, ahlaki ve sosyal değer yargıları anlaşılmaktadır. Kültürleşme sürecinde tüm dünya milletlerinin paylaşmaları gereken ortak kültür öğeleridir.
Uluslar arası düzeyde insan hakları, hayvan hakları, çocuk hakları, kadın hakları, işçi hakları, hasta hakları ve azınlık hakları olarak algılanmakta ve uygulama alanı bulmaktadır.
 Evrensel değerleri, doğanın içinde kendiğilinden var olan değerler olarak tanımlamıştık. Öte yandan, doğa kanunları ile uyumlu olan canlıların güçlendiği, uyumu yakalayamayanların zayıfladığı ve zayıf olanların yine tabiat tarafından elendiği, kanıtlanmış bir gerçektir. Bu gerçek “Doğal Seleksiyon” olarak adlandırılmaktadır.
Kültürün de toplumsal ve canlı bir olgu olduğunu göz önüne alarak, sahip olduğu değerlerin evrensel değerlerle taban tabana zıt olduğu bir kültür düşündüğümüzde bu kültürün dolayısıyla toplumun doğal seleksiyona tabi tutularak, doğa tarafından yok edileceği sonucuna varmak yanlış olmaz.
Tarihte yaşamış üç yüz kadar uygarlığı incelediğimizde bu uygarlıklar içerisinde kültürleri evrensel değerlerden yoksun olanların zaman içinde yok olduğu sonucunu görürüz. Kültürel değerler ve evresel değerler arasındaki ilişkinin ne kadar önemli olduğu görülmektedir.
Bütün bunların ışığında, tarih öncesi çağlardan beri varlığını sürdürmekte olan Türk Milletinin, sahip olduğu kültürel değerlerin evrensel değerler ile büyük oranda örtüştüğü, değişimini ve gelişimini evrensel değerler doğrultusunda devam ettirdiği sonucuna varabiliriz. Binlerce yıllık sağlam kültürel kökümüze rağmen Türk Milletinin kültürü de çağımızdaki baş döndürücü bilimsel ve teknolojik gelişmelerle, tüm dünyanın yaşadığı değişim atağı içerisinde payına düşen değişimi yaşamaktadır. Bu hızlı değişimin, tarihimizde yaşanmış olan üstün değerleri kayba uğratmadan, bir gelişim şeklinde yaşatmak ise, değişim istikametinin evrensel değerler doğrultusunda gerçekleşmesiyle mümkün olacaktır.
Halkımızın düşük eğitim seviyesi göz önüne alındığında evrensel değerler ile emperyal değerlerin arasında bir metamorforda olduğunuda unutmayalım.
 Her birimiz düşünerek ya da hislerimize başvurarak pek çok değerin evrensel olduğuna hükmedebiliriz. Bu değerlerin insan ve toplum için zararlı olduğu ispatlanmadıkça, bunun yanlışlığı da iddia edilemez.
Günümüzde en çok kullanılan kültürel kavramlardan biri de evrensel kültürdür. Buna bazen küresel kültür denmektedir.
Küreselleşme toplumların yönetimi ve yönetim politikaları, ideolojisi ve kültürleri üzerinde uluslararası sermayenin ekonomik politikası, kültürü ve ideolojisinin egemenliğini kurması ve geliştirmesini anlatır. Küreselleşme yeni-sömürgeciliğe geçişi büyük ölçüde tamamlamayan emperyalizmin kendi için koyduğu yeni isimdir. Küreselleşmede esnek üretim, yerellik, bürokrasinin küçültülmesi, yapısal uyarlamalar, özelleştirme, deregülasyon, gümrüklerin kaldırılması, uluslararası şirketlere garantiler, teşvikler ve teşviki kolaylaştıran yasalar gibi küresel sermayenin ve ortaklarının işini kolaylaştıran, karını artıran ve ona güvenli pazar ortamı yaratan kurumsallaşma ve ilişkinin doğasını biçimlendirme vardır. Bilinç yönetimiyle ilgili meşrulaştırıcı gerekçe ise bu şirketlerin gittikleri yerlerde iş alanı açtığı, istihdamı artırdığı, standartları yükselttiği, demokratikleşmeyi getirdiği gibi iddialardır. Dolayısıyla, ekonomik küreselleşmenin başarısı bilinçsel, bilişsel, davranışsal ve kültürel küreselleşmenin yaygınlık kazanmasına bağlıdır. Bu ikinci türle küreselleşme desteklenerek tamamlanır.
Emperyalizm küreselleşme olarak satılmaya başlandığından beri küresel pazarın kültürü, yani kültürel emperyalizm de evrensel kültür olarak dönüşüme uğratıldı. Küresel kültür çıktığı yerin çok ötesinde işler. Menşeiyle hiç bir gerçek bağ tutmaz; bağlamsızdır, başka yerlerden (ve hiç bir yerden) gelen ayrı elemanlara sahiptir. Ortak bir geçmişle bir bağ kurmaz ve tutmaz; ulusal kültürden farklı olarak “hafızasızdır” veya çok kısa bir hafızaya sahiptir. Aslında küresel kültür teknolojiyle üretilmiş, bilinç yönetimi yapıları içinde hesaplanmış bir kültürdür. Görünüşte bir yere, dine, inanca, dünya görüşüne bağlı değildir, kopmuştur ve yansızdır. Varlığı önce teknolojik kitle üretimine ve uluslararası dağıtıma bağlıdır; sonra da tüketen kitlelere. Sürekliliği uluslararası pazar yapısı ve iletişim sistemlerine bağlıdır.
İnsanın toplumsal yaşamında hiç bir şey her insanı kapsayan evrenselliğe sahip olamaz. Doğum, ölüm, üretim, yemek, içmek, barınmak ve iletişim gibi evrensel gerçekler vardır, fakat evrensel gerçekler somut insanın somut yaşam koşullarında evrenselliğini yitirir. Kadınların doğurduğu evrensel bir gerçektir, çünkü dünyanın her yerinde kadınlar doğurur. Fakat dünyanın her yerinde kadınlar aynı şekilde doğurmaz, aynı şekilde çocuk yetiştirmez. Dolayısıyla evrensel gerçek ile kültürü karıştırmamak gerekir. Evrensel gerçek somut sosyal üretimin kültürel pratiğinde evrensel karakterini yitirir.
Niceliksel çoklukla evrenselliği de karıştırmamak gerekir. Evrensel olanı belirleyen nicel çokluk değil, nitel karakterdir. İnsanların susadığı ve su içtiği evrensel bir gerçektir. Suyun ne tür olduğu, nasıl içildiği ve suyun içilmesinden ne tür doyumlar elde edildiği kültüreldir. Herkesin Coca Cola içmesi, Coca Cola kültürünün evrenselliğini anlatmaz; bir tüketim kültürünün diğer kültürler üzerindeki egemenliğini anlatır. Herkesin Coca Cola içmesi evrensellik için yeterli bir koşul değildir, o kültürel pratiğin her yerde yeniden üretilmesi ve anlamlandırılmasında ortaklık olmalıdır: Her yerde herkes Coca Colayı aynı nedenlerle, aynı doyumlarla ve aynı atıflarla içmezler. Mal tüketiminin nicel yaygınlığının nedenleri, sağladığı psikolojik doyumlar ve giderdiği gereksinimler aynı değildir. Dolayısıyla, tüketim her yerde olsa bile, evrensel kültürdenbahsedilemez. Dönerin her yerde yenmesi döner kültürünü evrensel bir kültür yapmaz. Marlboro içen biri Amerika’nın bir parçasına sahip olamaz. Aslında evrensel kültür imkansız bir düştür!
Global köyün insanları, özellikle Batılıların dışındakiler, 1980’den beri elektronik medyanın haber, hayal ve imaj dünyasının içine kitleler halinde atılmışlardır, fakat küreselcilerin iddiasının aksine, globalleşme ve dönüşüm siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel farklılıklar ötesine geçerek insanları egemen bir dünya cemiyetinin üyesi yapmamıştır. Üyelik ile kölelik ve sömürü karıştırılmamalıdır. Zincire vurulanın zincirine üyeliği, zincirine vurgunluğunu (sahte bilinci) anlatır ve bu üyelik zincire vurulmanın (örneğin ücret köleliğinin) ortadan kalktığını (veya emperyalizmin olmadığını) anlatmaz Evrensellik ve küresellik; baskınlığı, boyun sunmayı, boyun sundurmayı ve mücadeleyi içinde taşıyan bir öznelliği anlatır.
Evrensel kültür: Farklı ırkları, farklı dilleri içine alan kültürdür. Bütün kültürleri içeren bir kültür çeşididir.Tarihsel ve toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan her türlü değerlerle bunları kullanmada sonraki kuşaklara iletmede kullanılan insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların tümüdür.
Günümüzde en çok kullanılan kültürel kavramlardan biri de evrensel kültürdür Buna bazen küresel kültür denmektedir
Küreselleşme toplumların yönetimi ve yönetim politikaları, ideolojisi ve kültürleri üzerinde uluslararası sermayenin ekonomik politikası, kültürü ve ideolojisinin egemenliğini kurması ve geliştirmesini anlatır. Küreselleşme yeni-sömürgeciliğe geçişi büyük ölçüde tamamlamayan emperyalizmin kendi için koyduğu yeni isimdir. Küreselleşmede esnek üretim, yerellik, bürokrasinin küçültülmesi, yapısal uyarlamalar, özelleştirme, deregülasyon, gümrüklerin kaldırılması, uluslararası şirketlere garantiler, teşvikler ve teşviki kolaylaştıran yasalar gibi küresel sermayenin ve ortaklarının işini kolaylaştıran, karını artıran ve ona güvenli pazar ortamı yaratan kurumsallaşma ve ilişkinin doğasını biçimlendirme vardır Bilinç yönetimiyle ilgili meşrulaştırıcı gerekçe ise bu şirketlerin gittikleri yerlerde iş alanı açtığı, istihdamı artırdığı, standartları yükselttiği, demokratikleşmeyi getirdiği gibi iddialardır Dolayısıyla, ekonomik küreselleşmenin başarısı bilinçsel, bilişsel, davranışsal ve kültürel küreselleşmenin yaygınlık kazanmasına bağlıdır Bu ikinci türle küreselleşme desteklenerek tamamlanır
Ulusal kültür: Ulusal (milli) kültür, bir millete kimlik kazandıran, diğer milletlerle arasındaki farkı belirlemeye yarayan, tarih boyunca meydana getirilen o millete ait maddî ve manevî değerlerin uyumlu bir bütünüdür. Bir toplumu millet yapan ve onun bütünlüğünü sağlayan ulusal (milli)kültürdür. Bir millete özgü bilgi, inanç ve davranışlar bütünü ile bu bütünün parçası olan maddi nesneler.Bir milletteki toplumsal yaşamın dil, düşünce, gelenek, işaret sistemleri, kurumlar, yasalar, aletler, teknikler, sanat yapıtları gibi her türlü maddi ve tinsel ürününü kapsamına alır.
Milletlerin, tarih boyunca geçirdikleri pek çok sarsıntılı anlardan bile hiç elden bırakmadıkları bir takım değerleri vardır. Bu değerler, fert fert olduğu kadar toplumun bütün katlarında da aynı şevk ve heyecan kaynağı olur. Çünkü bu değerler o milleti meydana getiren bütün kişilerin ve zümrelerin ortak var oluş kaynakları, var oluş sebepleridir. Devletler, başka devlet ve milletlerle olan münasebetlerine hep bu millî değerleri açısından bakmak zorundadırlar. Yeni ortaya çıkan durumları da milletler ve millî değerler çerçevesinde değerlendirip yollarını ona göre çizmek durumundadırlar. Bu millî değerlerin bir kısmı ortaktır. Yani diğer milletler ve devletler de aynı değerlere sahip olmak arzusu besleyebilirler. O değerlerin yanında bir takım millîlik vasfı taşıyan pek çok özel değerler vardır. Türk milleti olarak bizim millî değerlerimiz, vatan sevgisi, bayrak, millî marş, istiklal, dinî inançlarımız, gelenek ve göreneklerimiz, yakın tarihimizde geçirmiş olduğumuz mücadeleler, devlet ve millet büyüklerimiz, tarihî kişiliklerimiz vb. sayılabilir.

Hakikaten ne oldu bize...
Yoksa biz mankutlaştık mı?
Herhalde dünya tarihi hiçbir çağda bu kadar mankuta (köleye) sahip olmamıştır. Çünkü kitlelerin duygu ve düşünceleri hiçbir zaman bu kadar telkin ve propagandanın açık imkanlarıyla zincire vurulmamıştı.
Bu çağdaş köleliğin boyutları kadim kölelikten çok daha büyük... İşin en vahim yönü de; zincirlerini kolye, kafeslerini saray zanneden günümüzün çağdaş köleleri eskiler kadar şanslı da değil. Çünkü şimdikileri köle olduklarına inandırmak hayli zor.
Ekranda ard arda geçiveren anlık imaj ve görüntüler uzun vadede yavaş yavaş tesirini gösterdiği için seyredilen haber, filim ve dizilerdeki hayat tarzlarının, kültürlerin, ekonomik ve siyasi mesajların tuzağına düşen insanımız tehlikenin büyüklüğünün farkında değil.
Belki çoğumuz kalbimizin nokta nokta siyahlandığını hissediyoruz. Ama sisteme öyle narkozlanmışız ki. Bu fasit dairenin dışına bir türlü çıkamıyoruz.
 Yine çoğumuz pişmanlıklar kuşağı içinde bocalamakta ve vicdanındaki sessiz çığlıkları suçluluk psikolojisi içinde bastırmakta.
İşte size kazanma kuşağından kaybetme noktasına gelmiş binlerce ebeveynin feryadından sadece biri:
“Ben tam 25 sene ailemle Almanya’da yaşadım. Çocuklarımı onların çarpık kültüründen korumak için de ülkeme döndüm. Fakat burada beş sene içinde televizyon sayesinde oralarda dahi göremediğimiz bir yabancı kültür bombardımanına tutulduk. Şimdi çocuklarımın durumunu endişe ile seyrediyorum. Hergün bizden biraz daha uzaklaşıyorlar. Kısacası yağmurdan kaçarken doluya tutulduk. Yetkililer buna çare bulsunlar. “Bir mütefekkirimizin: “İnsanlar ne kadar garip! Yabancı girmesin diye evlerinin kapılarını kilitliyorlar, sonra da televizyonlarını açıyorlar” ifadesiyle anlattığı modern çağ insanının bu yeni aile reisi olan televizyonu değişik bir perspektiften ele alacağız.


Terörist televizyon
Ünlü antropolog ve İletişim Bilimci Arthur Asa Berger, televizyonu bir “terör aygıtı “ olarak nitelendirmekte sanırım haksız sayılmaz.
Beyaz camın icadıyla birlikte hızla değişikliğe uğrayan dünyamızda, siyasî terör yerini ruhî ve diğer terör tiplerine ittiği bir gerçek.
 Ülkeler, hava alanlarında uçak kaçırmaya teşebbüs edecek teröristlere karşı çok sıkı tedbir almalarına mukabil, kültür teröristleri dünyanın dörtbir yanında ceza korkusu duymadan, manevî değerleri çökerten silahlarını rahatça kullanabiliyorlar. Bu teröristlerin başında da Batı ve özellikle A.B.D. gelmektedir. Yıkımları o kadar korkunç ki, kendisi de aynı millete mensup olmasına rağmen yazar John Holford bile yapılanları itiraftan kendini alamıyor:
“Amerika ve İngiltere başlarına ne gelirse hak etmiş olacaklardır. Zira bütün dünya onların ekranlarından, artistlerin cinayet, zina, ‘.. ırza geçme hadiselerini sergilemelerini seyrediyor; şarkıcıları ise müstehcen şarkıları haykırarak insanlarının milli günahlarını artırıyorlar. “
Bütün dünyayı tesiri altına alan Amerikan gösteri sanatları (eğlence endüstrisi), ürettiği; şiddet müstehcenlik ve cinsi sapıklık dolu filmlerini, birçoğu kendi ülkesinde yayın yasağına konu olmasına karşın üçüncü dünya ülkelerine pazarlanmakta oldukça mahir davranmaktadır.
Hatta bu ustalığını Avrupa ülkelerine karşı da göstermekte ve AB sözcülerinden Jacques Delors bir konuşmasında şöyle yakınmaktadır. “Avrupa Topluluğu televizyonlarında yayınlanan kurgu programlarının % 70’i topluluğa üye olmayan ülkelerden gelmektedir. Bunların yarısı da Amerikan üretimidir.”
Delors yakınmakta haklıdır. Çünkü haftalık Le point dergisinin bir araştırmasına göre: Fransa’nın altı televizyon kanalından bir hafta içinde 670 cinayet. 848 kavga, 15 ırza geçme. 419 silahlı saldın, 14 adam kaçırma. 11 soygun, 8 intihar, 32 rehin alma, 27 işkence, 18 uyuşturucu kullanma, 13 boğmaya teşebbüs. 11 savaş, 20 seks sahnesi gösteriliyor.”
 Sadece Fransa’da değil diğer Avrupa ülkelerinde de durum bundan farklı değildir.
Düşünen bazı Batılı kafalar da bundan oldukça şikayetçi. Gençleri saldırgan, cinsi sapık ve cani haline getiren filimlerin yasaklanmasını istiyorlar. Çünkü bu sahneleri seyreden gençlerin kafalarına güçlü olan üstündür felsefesi işlendiği için kuvvetperestlik, hakperestliğe tercih edilmekte ve sonuçta gençler gayri meşru yollarla güçlü olmanın yollarını aramaktalar. Sonuçta da, ya çete ve mafyalara adam yetişmekte veya hapishaneleri suçlular almamakta.
Ahlak bozucu filmlerin sonucu da, sefih hayatın iştah kabartan görüntüleri tasvir edilerek şehvet kamçılanmakta ve akıldan çok hislerine hitap edilen gençlerin kendilerine hakim olmaları mümkün olmamakta. Bunun akıbeti de ar ve namus duyguları kurumuş, hissiz ve vicdansız canavarlaşmış yığınlar…
Wisconsın ve Manitoba Üniversiteleri’nde yapılan iki araştırma yukarıdaki tespitlerimizi pekiştirici mahiyettedir; “Filme alınmış cinsî şiddeti izleyenlerin, bihassa kadınlara karşı, daha fazla saldırgan davranışlara kışkırtıldıklarını ortaya koydu. Manituba Ünv. araştırmasınca da; bu artmış saldırganlığın en az bir hafta devam ettiğini göstermektedir.”
Bütün bu objektif sonuçlara rağmen kapitalizmin acımasız çarkları içinde pazar kapma savaşı veren televizyon şirketleri “şiddet iyi televizyon üretir” felsefelerini menfaatleri gereği bırakmamaktalar. Onlara göre başarılı bir yayın; azamî heyecan, yoğun duygu ve eğlence ihtiva eden bir yayın olmalıdır. Uzun yıllar BBC’de vazife yapmış Martin Esslin’ın şiddet konusundaki tesbitleri oldukça düşündürücü: “... Ne var ki heyecan konusunda azalan verim kanunu işlenmektedir. Seyirciler şiddete alıştıkça, şiddet tesir uyandırabilmesi için daha şiddetli olması gerekir. Bu ana yayın kuşağındaki dramatik diziler için olduğu kadar, haberler için de geçerlidir. Ve haber programlarının editörleri şiddet hangi haber programında olursa olsun seyirci kazanabilmek için merkezi bir yere koymaktadırlar. Terörizm, bombalamalar. suikastler, adam kaçırmalar ve rehin almalardaki artışın televizyonun mahiyetiyle ve onun dünyadaki birinci bilgi kaynağı durumuna yükselmesiyle yakından ve organik bağlantısı olduğu çok açık. Çağdaş suçluların T.V. ‘ye çıkma talebine alışır olduk.” T.V.’deki cinselliğin ve şiddetin çoğalması uzun dönemde zararlı bir tesir gösterecektir, ama sadece T. V. izleyicileri tarafından şiddete daha fazla dayalı eylemlerin teşvik edilmesinde değil, aynı zamanda bu malzemelere (görüntülere) maruz kalanların duyarlılıklarının adım adım köreltilmesinde tesirli olacaktır.


Çağın nimeti ya da vebası internet
Öyle bir dönemde yaşıyor, öyle teknolojik gelişimlere şahit oluyoruz ki, adeta baş döndürmekte. Gaz lambalarının kullanımını da gördük, teknolojinin – özellikle bilgisayar ve internet alanındaki – gelinen son noktasını da gördük. Bilmiyorum bu denli hızlı teknolojik gelişmelere şahit olacak başka bir kuşak gelir mi?
“Bilgi otobanı” olarak da adlandırılan internet, bilgi çağının en anlamlı teknik ve toplumsal kazanımlarından biridir. Tüm dünyada milyonlarca ana bilgisayarı birbirine bağlayarak olağanüstü büyük bir ağ oluşturmaktadır. Yaklaşık 160 ülke bu ağa bağlanmış durumdadır.
Bir iletişim ağı olan internet aracılığı ile dünyanın herhangi bir yerindeki bir bilgisayarla bağlantı kurarak karşılıklı bilgi alışverişi sağlamak mümkündür. Yine internet aracılığı ile dünyanın herhangi bir yerindeki bir kütüphaneden yararlanmak, ya da bilimsel bir toplantıya katılmak da mümkündür. Yerinden alışveriş, yerinden bankacılık, hatta işe gitmeden evden çalışma vb gibi kullanımlar insanın sosyal yaşamını etkileyebilecek unsurlardır.
Artık evlerimizdeki her eşya da internetle etkileşimli olacak. Yani internetin kullanım alanları her geçen gün genişleyecek. Belki de gelecekte hava ve su insanlık için neyse internet de öyle olacaktır.
Ancak teknolojik gelişmeler insana her zaman arzu ettiği huzuru vermeyebilir. Vaktiyle bir köye çok geç de olsa elektrik bağlanır. Bütün köylü bunun sevinciyle köy meydanında toplanarak ellerindeki tüm gaz lambalarını kırarlar. Ancak köyde elektrik kesintisi başlar. Tüm gaz lambalarını da kırmış olan köylünün durumu daha da kötüdür artık.
İnternet’in sundukları çok geniştir  ve  bu  kadar  bilgi arasında, bilinçsiz bir kullanımla, insan yolunu çok kolay kaybedebilir. İnternet’in, şu an için, çok fazla güvenli  olduğu söylenemez. Nadiren de olsa, kişisel iletiler (e-posta, e-mail) kötü amaçlı kişiler tarafından yasal olmayan yollarla ele geçirilebilir. Özellikle – çok güvenli olduğu söylense de
– internet bankacılığı sebebiyle insanlar büyük maddî zarara da uğrayabilmektedir. Yine uluslar arası dolandırıcılar, internet kullanıcılarının telefon hatlarını çeşitli numaralara yönlendirerek büyük vurgunlar yapmakta.
Ayrıca henüz yeterince bilinçlenmemiş çocuk ve gençlerimizin adeta internetin kucağına itilmesi, belki de doğabilecek zararların en büyüğü olacaktır. Çünkü internet, yararlarının yanı sıra pek çok tuzaklarla da doludur. Bu tuzaklar maddî zararlara sevk eden tuzaklar olabileceği gibi, manevî zararlara sevk eden tuzaklar da olabilmektedir. Tamamen ahlaksızlığı çağrıştıran kimi reklâm sayfalarının peşine düşen insan kendisini büyük bir rezilliğin içerisinde bulabilir.
Bilgisayar ortamındaki sohbet ise, gerçekte tam bir kör dövüşüdür. Konuşan ve dinleyenin yerini, yazan ve okuyan aldığında, aradaki ilişki yalnızca ekranda beliren standart harf dizileriyle gerçekleşir. Chat, geleneksel sohbetin temel şartı olan tanışıklığı da ortadan kaldırmaktadır. Birbirlerini hiç tanımayan ve hatta tanımayacak olan insanlar bile, bir tanışıklık yanılgısı içinde bu sanal sohbeti gerçekleştirebilir. Uzaklık kavramı internet kullanıcıları için hiçbir anlam ifade etmez; ancak söz konusu olan chat yapmaksa, bu kez insanlar çevrelerindeki sayısız ihtimali görmezden gelerek, önlerine pek çok elektronik donanım ve kilometrelerce aralar koyarlar. Bu durum gerçekten de çok trajik bir çelişkiyi gözler önüne sermektedir.
İnternet, kişiler arasındaki mesafe, yaş, cinsiyet, ırk, kültür vb gibi gerçek dünyada önemli olabilecek pek çok özelliği de ortadan kaldırmaktadır.
Bilinen adıyla chat’leşmek, aslında  “yabancı  olmanın” en belirgin ve  belirleyici  seviyesidir.  Reklâmların  etkisiyle internet sözcüğünü duyan kimse doğal olarak internetin bir tür eğlence aracı olduğunu düşünecektir. Kimi çevrelere göre internet bir eğlenme ve özgürleşme aracıdır. Aslında eğlence ve özgürleşme, modernliğin bir telkini olmakla birlikte, bu kavramlar çerçevesindeki yaşam alışkanlığının sürekli özendirilmesi de ideolojik bir söylemdir. İnternet kullanıcısı eğer eğlendikçe özgürleştiğini düşünecekse, gerçekte internetin sınırsızlığını hiçbir zaman kavrayamayacak demektir, çünkü eğlence, internetin en popüler yanıdır ve kullanım amacına yönelik olarak ne kadar büyük bir oran teşkil etse de, gerçekte internetin imkânları göz önünde bulundurulduğunda, bu imkânların çok küçük bir kısmına karşılık geldiği tartışılmazdır. Buna bağlı olarak öncelikli sorumluluklarımız- dan artakalan boş zamanlar, günümüzde büyük oranda medya tarafından işgal edilmişken, medyanın interneti tanıtma ve pazarlamalarında benimsedikleri yöntemle kendi işgal alanlarına interneti de ortak etmeleri dikkat çekicidir.
Çevremizle olan ilişkimizi düzenleyen, belirleyen ve bu anlamda da sınırlayan, günümüz için vazgeçilmez bir önemi olan, sahip olduğu boyutlarıyla şimdiye kadar hiç şahit olmadığımız bir dünyanın kapılarını açan ve bir ‘vazgeçilmez’ olarak hayatımıza giren yeni bir aygıt olan internetin sunduğu imkânlardan yararlanmak hakkına sahip olan çağımız insanı, millî ve manevî değerlerimizden asla taviz vermeden onunla yaşamasını da öğrenmesi gerekmektedir.
Şu hususu asla akıldan çıkarmayalım ki; “Bir bıçak cerrahın elinde olursa can kurtarır, caninin elinde olursa da can alır.” Bilgisayar kullanımı okul öncesi çağlara kadar inmiştir ve çocuklar tıpkı yetişkinler gibi internetin her türlü olanaklarından yararlanmaktadırlar.
Çocuklar, adeta bilgisayar oyunlarının içine hapsolmakta, sanal dünyanın içinden çıkamaz halde saatlerce ekran karşısında durmaktadırlar.
Bilgisayar kullanımının dozunu tutturamayan kullanıcılar Bilgisayar kullanıcıları, tüm gün ve gece bilgisayar başından  kalkmadan  oyundaki  karakterini  yöneten,  hayattan kopuk kişiler haline geliyor. Çocuklar odadan çıkmaya, hatta su, tuvalet gibi ihtiyaçlarını bile karşılamaya gerek duymuyor. Yarattığı sanal dünya içinde kendine yer edinmeye çalışıyor. Yüz yüze iletişim yerine sanal dünyayı tercih ediyor. Çekingen ve sosyal ortamdan uzak duran bu çocuklar, sosyal anksiyete rahatsızlığına sahip olmakta, internet ve online oyunları bağımlılık halinde kullanmaktadır.


Ortaya Çıkabilecek Başlıca Problemler
Hiperaktivite   davranışlar:   Saatlerce   bilgisayar    başında hareketsiz kalan çocuklar enerjilerini boşaltamamaktadırlar. Enerjilerini boşaltamamaları ve oyunlardaki bir takım öğeler çocukların daha çok saldırgan ve hırçın olmasına sebep olmaktadır.
Şiddeti Normal Görme: Oyunlardaki şiddet, çocuğun gerçek yaşamda da bunu normal görmesine sebep olmaktadır. Son zamanlarda çocuk suçlu sayısının artmasında bu oyunların etkisi dikkate alınmalıdır.
Epilepsi Nöbetleri: Ekranda yayılan radyasyon, epilepsi (sara) nöbetlerine sebep olabilir. Bilgisayarın bu zararı çok da dikkate alınmamaktadır.
Oyunların yararları derken zararlarını da ıskalamayalım Dünya çapında bir çok fakültede bu konuda araştırmalar yapılmış ve sonuç olarak aşırıya kaçılmadığı takdirde bilgisayar oyunlarının özellikle zeka konusunda çok yararlı olduğu keşfedilmiştir.
Bilgisayar oyunlarının, çocuğun sembolik kodları çözme yeteneğini ve analitik düşünmesini geliştirdiğini ortaya koymuştur
Bilgisayar oyunları oynayan çocukların teoriyi pratiğe dönüştürmekte çok daha başarılı olduklarını bazı sorunlarda da diğer yaşıtlarından daha zeki oldukları saptanmıştır.
Sosyal etkinliklerde ise oyunların bir sohbet konusu olduğunu ve arkadaş bulmakta bir araç olarak kullanıldığı, bu sayede sosyal bir çevre edinildiği, zira oyunların bazı sosyal çevrelere adapte olmakta kişiye zorluklar çıkardığı ve kimi kişiliklerde içedönüklük yarattığı saptanmıştır.
Kültürel özelliklerine gelince, bilgisayar oyunlarının büyük bir çoğunluğunun İngilizce olması kuşkusuz kişinin bu dile merakını arttırır, pratiği ve telaffuzu geliştirir.
Ancak tüm bu olumlu kazanımlar aşırıya kaçılmadığı takdirde geçerlidir.
Aileler işi ciddiye almalı
Bazı oyunların içerdikleri şiddet ve cinsellik nedeniyle ailelerin bu konunun üstünde çok daha fazla durmaları gerekiyor. Oyunların üzerinde alıcıları uyaran yazılar bulunuyor ancak ailelerin bunları çok fazla önemsemiyor.
Satıcılar, satılması yasak ürünleri satıyor. Satıcılar da, çocukların almaları yasaklanmış oyunları satmak konusunda özensiz davranıyor.

 Ne yapmalı?
En önemli çözüm, “ilgi”dir. Yeterince ilgilenilmeyen çocuklar daha çok bilgisayar başındadır…
Anne babalar, “aile birliği”ne önem vermelidir. Eşler, çocuklarına ve birbirine zaman ayırmalıdır. Eğer aile üyeleri saatlerce televizyona, dizilere dalmakta veya tüm zamanını gece ziyaretlerine ayırıyorsa çok büyük bir sorun var demektir. Televizyonun başından ayrılmayan ebeveynler, çocuklarına ders çalışma alışkanlığı kazandıramazlar. Ne kadar çalışılması gerektiğini anlatırlarsa anlatsınlar, anlattıkları adeta masal gibi gelecektir çocuklar için. Önce anne baba televizyon ve bilgisayarın başından ayrılmalı ve örnek olmalıdır.
 Anne babalar emir-komut vermemeli; çocuklarını dinlemeli, onlara sevgisini söz ve davranışla göstermeli, kaygılarını, korkularını, sorunlarını dinlemeli, birlikte çözüm bulmalıdır. Ailelerin belli bir ölçüde bu tip oyunlara kısıtlama getirmesi, çocukların sosyal aktivitelere motive edilmesi bilgisayardan uzaklaşmanın en önemli yoludur.
Çocukların grup olarak yapacakları spor oyunları çözüm olabilir. Böylece hem çocuk sosyalleşecek ve yeni arkadaşlar edinecek hem de zamanını bilgisayar ve televizyona ayırmayacaktır.
Sorun aslında tahmin edilenden daha büyük. “İnternet bağımlılığı” adıyla yeni bir hastalık literatüre girmiştir. Sırf bu bağımlılıktan boşanan eşler, parçalanan aileler var.
Lütfen çok geç olmadan çocuklarınıza gerekli ilgiyi gösterin.
Bu konuda okul rehberliklerinden ve psikolojik danışma merkezlerinden yardım alın.
Akıllara hemen şu soru gelmektedir: nedir bu “İnternet Bağımlılığı”? İşte bu soruya cevap verebilmek ve bu rahatsızlığı daha iyi anlayabilmek için ilk önce bu bağımlılık çeşidinin belirtilerinin açıklanması gerekmektedir. Daha sonra bu konu ile ilgili yapılmış olan önemli araştırmaların sonuçlarına bakılacak ve kimlerin bu tip bir bağımlılığa mehilli olduğu veya bir başka deyişle risk grubunu oluşturan kişiler açıklanacak ve son olarak ise internette yoğun olarak kullanılan chat (sohbet) odaları inceleme altına alınacaktır.
“İnternet Bağımlılığı”nın nasıl bir rahatsızlık olduğunun net bir şekilde anlaşılması açısından bu rahatsızlığın belirtilerinin açıklanması gerekmektedir. Eğer bir birey 12 ay boyunca aşağıdaki belirtilerin 4 veya daha fazlasını gösteriyor ise bu kişide İnternet Bağımlılığı olduğu düşünülmektedir.
 İnternete bağlı değilken bile internet hakkında olan düşünceler
*Sosyal medya adı altında oluşan organizasyonlar genel eğilim itibariyle şeytani tuzaklarla bezelidir.
*Tatmine ulaşılması için giderek artan bir şekilde İnternet kullanımı,
*İnternet kullanımını kontrol edememe,
*İnternet kullanımını kesmeye veya harcadığı zamanı düşürmeye çalıştığında kişinin huzursuz hissetmesi ve daha çabuk sinirlenmesi,
*İnternet kullanımını gerçek hayat problemlerinden bir kaçış gibi görmesi,
*İnternette daha fazla zaman geçirmek için ailesine ve arkadaşlarına yalan söylemesi,
*İnternet kullanımı yüzünden eğitim, iş veya kariyer fırsatını riske atması,
*İnternet erişimi için harcanan olağandışı ücretlere rağmen kullanıma devam edilmesi,
*İnternete bağlı olmadığı zamanlarda kişinin sosyal yaşamdan geri çekilmesi veya içine kapanması,
*İnterneti ilk kullanmaya başladığı zaman ile karşılaştırıldığında şu anki kullanım süresinin uzaması,
Eğer birey yukarıda açıklanmış olan belirtileri 12 aydan kısa bir süre için gösteriyorsa bu kişi internete bağımlı değil diye adlandırılmaktadır. Ayrıca yukarıdaki belirtileri gösteren bireylerin eğitim, meslek, sosyal ve finansal alanlarda güçlük çektiği açıkça görülmektedir.
Modern hayatın olmazsa olmazları” listesinin başında bilgisayar geliyor. Bilgisayarlar pek çok alanda işleri kolaylaştırmanın yanısıra oyunlarla eğlence aracı olarak da kullanılıyor. Ancak uzmanlar, bilgisayar oyunlarının, çocukları daha saldırgan, daha saygısız ve hantal hale getirdiği konusunda aileleri uyarıyor.

 Oyunlar, çocukları saldırgan, hantal ve saygısız hale getiriyor
Başta ABD olmak üzere aileler, bilgisayar oyunlarındaki şiddet konusunda ne kadar endişelenseler de, meselenin ciddiyetini kavramaktan çok uzaklar.
Çocukları saatlerce bilgisayar başında tutan şiddet içerikli oyunlara dikkat çeken uzmanlar, bu oyunların çocukları şiddete sevk ettiğini ve sosyalleşmelerine engel olduğunu ifade ederek ebeveynleri dikkatli olmaya çağırmaktadırlar.
Bilgisayarla birlikte hayatımıza giren oyunlar, akıl sağlığını tehdit eder hale geldi. Önceleri birkaç saatte biten bilgisayar oyunları artık 8-10 saati buluyor. Yeni nesil oyunlarda adeta sanal bir dünya kuruluyor. Kişi oyunlarda çok iyi korunan bir bankayı soymaya çalışıyor, bir dizi olumsuz koşul altında şirket kuruyor, bir şehri yapılandırıyor ya da saatler süren stratejik savaşlara giriyor. Üstelik bağımlılık yaratan bu oyunların art arda yeni sürümleri piyasaya çıkıyor. İnternet üzerinden binlerce kişinin aynı anda oynadıkları oyunlar bile var. Sektörün cirosu, Hollwyood gibi devi barındıran sinema sektörünü ve aynı büyüklükteki müzik endüstrisini geçmiş durumda. Türkiye’de 3 oyun dergisinin tirajı 30 bini buldu. Uzmanlar, bu oyunların kontrollü oynanmasını istiyor. Aksi takdirde psikolojik sorunların ortaya çıkacağına dikkat çekiyor.
Oyun sektörü dünyada 25 milyar dolarlık bir ciroya ulaştı. Bir oyun için milyon dolarlar harcanıyor. Türkiye’de legal olarak senede yaklaşık 40 bin adet oyun satılıyor. Oyunların yüzde 90’ından fazlasının korsan olarak satıldığınıda unutmamak gerekir.
Oyunlar bilgisayarla gelişti. Birkaç dakika süren atari türü oyunlar zamanla yerini daha kapsamlı oyunlara bıraktı. Şimdi saatler alan, haftalar süren oyunlar revaçta. İmparatorluklar kurduğunuz, kentler inşa ettiğiniz veya futbol takımı yönettiğiniz oyunlar olduğu gibi mafya üyesi olduğunuz, cinayet işleyip banka soyduğunuz oyunlar da mevcut. Bu oyunlar şiddet içerikli olmakla beraber bir insanın günlük hayatta yaptığı hemen hemen bütün aktiviteleri içeriyor. Sözgelimi GTA San Andreas adlı oyunda polis katili bir karakter oyuncu tarafından yönlendiriliyor. Karakter sadece çatışmalara girmekle kalmıyor bunun dışında arkadaş ediniyor. Yemek yiyor ve hatta yediği yemeğe göre kilo alıp veriyor. Spor yapıyor. Bu aktiviteler oyunda karakterin fiziksel hareketlerini de etkiliyor. Mafia adlı bir diğer oyunda ise adından anlaşılacağı gibi bir mafya üyesisiniz. Polisle çatışmaya girdiğiniz, diğer yasadışı örgütler ile mücadele ettiğiniz oyunda size verilen görevleri yerine getirmeye çalışıyorsunuz. Silent Hill adlı oyunda ise korku dolu bir macera geçiriyorsunuz. Bilim-kurgu ürünü yaratıklardan kaçmaya çalışıyorsunuz. GTA San Andreas adlı oyun minimum 150 saatte bitiyor.

Oyunlar ne kadar tehlikeli?
Video ve bilgisayar oyunlarındaki ışık efektleri, ender durumlarda çocuk ve gençlerde baş dönmesine ve mide bulantısına yol açabilir. Uzmanlar, bu konuda yapılan uyarılara pek dikkat edilmediğini söylüyorlar. 1993 yılından bu yana ABD’de satılan bilgisayar ve video oyunlarının kullanma kılavuzunda,  bu  oyunların  epilepsiye  yol  açabileceği  uyarısı yapılıyor. Oyun sırasında ara vermek ve aşırıya kaçmamak gerekiyor. Oyun sırasında başağrısı, görme bozukluğu, baş dönmesi, mide bulantısı, bilinçte kayma, yön bulma bozukluğu, kramp gibi sağlık şikayetleri oluşursa doktora başvurun.
Bilgisayar oyunları şiddete yöneltiyor
Bilgisayar oyunlarının “yaşamak için yok et” düşüncesini çocuklara aşıladığını ifade eden Akbaş, çocukların hoşgörüden uzak, insan bedenini parçalayan oyun kahramanlarını kendilerine örnek aldıklarını bunun kişilik gelişimleri için çok tehlikeli olduğunu bilmeliyiz. Şiddet içerikli oyun ve filmleri izleyen çocuklar, olayların sebep ve neticesini sorgulamamakta, hayatı bir oyun gibi algılamakta, bu durum çocukların sosyal-ailevi ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir.
Bilgisayar oyunlarında genellikle yabancı kültür ve değerlerin reklamlarının yapıldığı,  zararlı  akımların,  farklı inanışların sembollerinin kullanıldığını unutmamalıyız. Bu oyunları oynayan çocuklarımız, kendi kültür dünyamıza yabancılaşmakta, farkında olmadan zararlı akımların etkisi altında kalabilmektedir.
Çocuklarınızı takip edin!
Şiddet ve saldırganlığın çocukluk dönemlerinde öğrenildiğinin hatırlatıldığı yazıda, anne ve babalara “çocuklarınıza şiddet uygulamayın”, “onlara zaman ayırın”, “değer verin”, “çocuklarınızın ne tür bilgisayar oyunları oynadıklarını ve ne tür filmler izlediklerini kontrol edin” ve “şiddetin insan ilişkilerine acı verdiğini ikna edici biçimde anlatın. Bu oyunlara alternatif olarak, çocukların derslerine yardımcı olacak, eğlendirerek eğiten, dini ve ahlaki milli değerlerimizi aşılayan, güzellik, iyilik şefkat, yardımseverlik ve başkalarını düşünme gibi olumlu niteliklere sahip ürünler üretilmelidir.
 Irkçı grupların silahı bilgisayar oyunu
Irkçı gruplar gençleri kendi yanlarına çekmek için bilgisayar oyunlarını kullanıyor. “Etnik Temizlik”, “Siyahlara Ölüm”, “Toplama Kampında Av” gibi isimleri bulunan ırkçı oyunlarda, oyunun baş karakterin hedefi beyaz ırktan olmayanları öldürmek.
“Beyazların güç oyunları” olarak adlandırılan bu tür oyunlar ırkçı grupların internet sitelerinden satın alınabiliyor ya da ücretsiz download ediliyor.
Irkçı mesajlar veren oyunların en yenisi olan Etnik Temizlik’in kahramanı, siyahları, Yahudileri ve Latin Amerikalıları bulup öldürmek için şehrin sokaklarında dolaşıyor. Beyaz olmayan kurbanlar öldürüldükçe, oyuncunun puanları artıyor.
Bir Neo-Nazi grubunun hazırladığı “Toplama Kampında Av” adlı oyun ise, II. Dünya Savaşı’nda Yahudilerin toplandığı Auschwitz’de geçiyor.
Avrupa’da bu tür sitelerin faaliyetleri yeni çıkarılan birtakım yasalarla engellenmeye çalışılıyor ancak ABD’de ırkçı siteler üzerinde bir denetim bulunmuyor.

Kişiye özel
Kişiye özel bilgisayar oyunu çağına merhaba. Her yaşa ve düzeye hitap eden bilgisayar oyunları son günlerin en gözde eğlence araçları. Yıllardır çocuklarla özdeşleşen bilgisayar oyunlarının gerçek meraklıları ise yetişkinler. Gökyüzünde, yaşadıkları stresi yeryüzünde bilgisayar oyunlarıyla atan pilotlar genellikle II. Dünya Savaşı’nı konu alan oyunlarda Nazi ordusuna karşı savaşıyor. Pilotların uçak savaşları dışında tercih ettikleri oyunlar ise şehir ve ülkelerin kurulduğu stratejik oyunlar. Üst düzey şirket yöneticileri ise genellikle NBA liginde basket oynuyorlar. Büyük şirket sahipleri ise genellikle stratejik oyunları tercih ediyorlar. Bankacıların tercihi ise genellikle kumar oyunları.
Her yaştan insanın gittiği oyun salonlarında erkeklerin tercih ettiği oyunlar futbol, araba ve motor yarışları olurken İstanbul’un dur-kalk trafiğinde hız yapamayan ve eğlenmek isteyen çoğu taksi şoförü birçok kimse de hız tutkusunu bilgisayar oyunlarında gidermeye çalışıyor. Sürdüğü motoru ya da otomobili dev ekrandan izleyebilen oyuncu motorunun üzerinde çocuklar gibi eğlenebiliyor.
Oyunlar da virüs bulaştırıyor
Bilgisayarları tehdit eden virüsler artık, sadece e-mail ya da web siteleriyle değil oyunlarla da bulaşıyor. Sega’nın Dreamcast oyun konsolu için piyasaya çıkarılan “Atelier Marie” adlı “role-playing” oyun CD’sinin çok tehlikeli bir virüs yaydığı açıklandı.
Oyun CD’sinin içinde bir ekran koruyucu bulunduğu ve bu ekran koruyucu, bilgisayara yüklendiğinde sisteme “Kriz” virüsü bulaştırdığı belirtildi. Oyunu Ekim ayında piyasaya dağıtan Japon şirketi Kool Kizz’e, oyunla ilgili çok sayıda şikayet geldi, bunun üzerine Kasım ayı ortalarında oyun piyasadan çekildi.
Uzmanlar, Kriz virüsünün bulaştığı bilgisayarda, 25 Aralık günü aktif hale geçerek CMOS kurulumu ve BIOS’a zarar verebileceği uyarısında bulunuyor. BIOS, bilgisayarın en önemli fonksiyonlarını yerine getirmesini sağlıyor, eğer BIOS cipi zarar görürse kullanıcı bilgisayar giremiyor ve sorun ancak çipin yenilenmesiyle çözülebiliyor.
 Virüs, bilgisayardaki dosyaların yanısıra hard diske de zarar verebiliyor. Anti-virüs şirketi Sophos, virüsün bilgisayarı kullanılamaz hale getirebilecek kadar tehlikeli olduğuna dikkat çekiyor.
Kool Kizz şirketi virüs bulaştıran “Atelier Marie” oyunu nedeniyle kullanıcılardan özür diledi ve CD’ye virüsün, yetkili olmayan bir personel tarafından kazayla bulaştırıldığını açıkladı.
Virüs bulaşan oyunun sadece Japonya’da piyasaya çıktığı ancak oyun meraklılarının aracılığıyla ülke dışına çıkmış olabileceği belirtiliyor.
Bilgisayar çocuğunun hastalığı “Nintendonitis”
Bilgisayar oyunları ile televizyonlara bağlanarak oynanan konsol oyunlarının, çocukların vücut ve ruh sağlığını bozduğu belirlendi. Doktorlar bu hastalığı “Nintendonitis” olarak adlandırdılar.
Çocuklar ve gençler arasında hızla yayılan bilgisayar oyunları, adı yeni konulan bir hastalığa yol açıyor. Doktorlar ilk örnekleriyle karşılaştıkları bilgisayar çağının bu yeni hastalığına ‘Nintendonitis’ adını verdiler.
En çok el kaslarını etkiliyor
Amerika’da 11 yaşında bir çocuk geçen yıl Noel hediyesi olarak aldığı konsol setinde oyun oynayarak saatler geçirdiği için elini kullanamaz duruma geldi. Elinde ve omzundaki ağrılar nedeniyle tedavi gören çocuğa ancak sınırlı saatlerde yeni oyuncağıyla oynamasına izin veriliyor.
 Amerika’da anne ve babalar, çocuklarının bilgisayar ve konsol oyunları nedeniyle bozulan sağlıkları nedeniyle uyarılıyor. Çocuklara, evde ve okulda el bakım egzersizleri yaptırılması isteniyor.
Nintendo firması, bu yeni hastalığa karşı bir ‘yardım hattı’ kurdu. Buraya başvuranlara, bedava koruyucu eldivenler dağıtılıyor. Amerika’da ise okullarda bilgisayar derslerinden önce ve sonra zorunlu el egzersizleri yapılıyor.

Strese neden oluyor
Çocukların  vazgeçilmezleri   arasına   giren   bilgisayar oyunlar, ruh sağlığı açısından da ciddi tehlike yaratıyor. Oyunlarda aynı sahnenin saatler boyunca tekrar tekrar yaşanmasının çocuklarda strese neden olduğu belirtiliyor. Hekimler, Nintendonitis’in stres boyutunu engellemenin tek yolunun ise bu oyunların sınırlı saatlerde oynanması olduğunun altını çiziyor.
Oyun, bilgisayar piyasasının lokomotifi
Sanal oyunların hedef kitlesi olan gençlerin, bilgisayar piyasasının lokomotifi konumundadır. Son yıllarda internet kafelere giden ve evine bilgisayar alan gençlerin önemli bölümünün oyunlara ilgi gösterdiği, hayal gücünün sınırlarını zorlayan moda oyunların internet kullanımının da önüne geçtiğini görmezden gelemeyiz.
Son dönemde piyasaya çıkan üç boyutlu oyunların eski donanıma sahip bilgisayarları zorladığından dolayı, bilgisayarın ana işlem merkezinde verilerin hızlı işlenerek ekrana yansıması, dolayısıyla oyundan keyif alınması için bilgisayarın değiştirilmesi de gerekebiliyor. Bu da keyifli ve oynayanı içine çeken bir oyun için en az bin dolarlık maliyeti gözden çıkarmak anlamına geliyor. Oyunun özelliğine göre bilgisayar bazı ek donanımlarla da güçlendirilebiliyor. Yüksek kapasiteli bir ekran kartı için 80 ile 300 dolar arasında bir harcama yapılabiliyor. Üstelik, bilgisayarın bütün birimleri arasındaki kapasitenin eş düzeyde yenilenmesi de performansın artırılması için şart.
Yeni oyunlar için yüksek donanımlı bilgisayarlara ihtiyaç duyulmasının üretim ve satış planlaması olduğu, yazılım ve donanım şirketlerinin yeni ürünleri, satışlarını artırmak için birbirine paralel geliştirdikleride bir başka gerçekliktir.
Firmaların birçoğunun ortak ticari ilişkilerinin bulunduğunu ve anlaşmalı olduğuna işaret etmeliyiz.
Bilgisayar oyunları eğitici olmalı
Piyasada çocuklara yönelik çok sayıda bilgisayar oyun programları var.
Bu bilgisayar oyunlarının çocuğun gelişmesinde büyük önemi olduğu vurgulanarak ailelerin eğitici ve öğretici oyunları tercih etmeleri gerektiği bildirildi.
Keyfî, şakacı, muhakeme istemeyen savaş oyunları çocuklar için çok caziptir. Bunu dikkate alan üreticiler çeşitli oyunlar üretiyorlar ve bunların halka sunulduğu oyun salonları açıyorlar. İnsanların parasını alıp enerjisini ve zamanını boşa kullandırmanın, onları bu salonlarda uyuşturucu tüccarlarının hizmetine sunmanın dışında başka bir hizmet vermemektedir. Halbuki çocukların muhakeme ve öğrenme kabiliyetini geliştirme yönünde yapılmış olan oyun programları var. Çocuk, oyundaki elemanları kullanarak problem çözer ve bu konuda cesaret kazanır.
Hayata çok yönlü katkıları bulunan bilgisayarlar, eğitim ve öğretim aracı olmaktan çıkıp sosyal yönü tahrip eden, boşa zaman kaybettiren bir kutuda ileri gidemeyecektir.
 Bilgisayarla gelen hastalıklara dikkat!
 Bilgisayar iş hayatında büyük kolaylıklar sağlıyor kuşkusuz. Ancak göz yorgunluğu, nefes alma meseleleri ve bilgisayar koltuğunda oturmaktan kaynaklanan sırt ağrıları gibi rahatsızlıklara yolaçtığı ve bu yüzden bilgisayarla çalışırken, dikkatli olunması gerektiği uzmanlar tarafından söyleniyor.
Bilgisayarın yaydığı zararlı ışınlardan gözü kesinlikle korumak gereklidir. Bunun için bilgisayarın önüne anti-refleks bir cam koyulmalıdır. Bilgisayarı kullanan kişi de polaroit gözlük camları kullanabilir. Ayrıca yarım saatte bir gözü beşon dakika dinlendirmekte fayda vardır.
Bilgisayarın uzun ömürlü olması için nemsiz ve tozsuz bir ortama ihtiyacı vardır. Bu yüzden kapalı bir ortamda olması gerekir. Ancak havalandırma sistemi yapılmadığı takdirde değişik hastalıklara yuvalık yapabilir. Bunu önleyebilmenin tek yolu özel havalandırma isteminin yapılmasıdır.  Havanın kurumaması için, kalorifer borularının bulunduğu yerlere tas içerisinde su konulmasının da faydası olabilir. Ayrıca bilgisayarın filtrelerinin sürekli kontrol edilmesi ve tozlarının alınması gerekmektedir.
 Bilgisayar karşısında dik oturmaya da özen gösterilmelidir. Bilgisayarın, iş hayatında büyük kolaylıklar sağladığı herkes tarafından bilinen bir gerçek. Saymakla bitmeyecek olan kolaylıklarının yanısıra, göz yorgunluğundan tutun da, nefes alma meselelerine ve bilgisayar koltuğunda oturmaktan kaynaklanan sırt ağrılarına kadar pek çok rahatsızlıklara yolaçtığı da uzmanlar tarafından belirtiliyor. Bu yüzden bilgisayarlarla çalışırken, çalışma ortamına, oturma şekline ve ekranla olan diyaloğa çok dikkat etmek gerekiyor.

SİNEMADA CİNSELLİK

İtalyan yönetmen Edoardo Falcone’nin ‘’God Willing’’ filminden bir sahne ile giriş yapalım. Fazlası ile disiplinli, ilerici, açık görüşlü bir kalp damar cerrahı baba vardır ve onun tıp fakültesinde okuyan oğlu garip davranmaya başlamıştır. Baba çocuğun hareketlerini daha dikkatlice gözlemlemeye başlar ve bir akşam, bir erkek arkadaşı ile samimi diyaloglarını gözlemler. Çocuğunun gay olduğu fikrine varır. Çocukta başka bir gün, akşama tüm ailenin toplanmasını ve hayatını değiştirecek bir karar aldığını, bunu da ailesi ile paylaşmak istediğini söyler. Baba aileyi toparlar ve akşama oğlum gay olduğunu açıklayacak ve hiçbiriniz bu duruma kötü tepki göstermeyeceksiniz, ona sarılıp, bunun normal olduğunu söyleyip destekleyeceğiz der. Akşam çocuk gelir, sıkıntılıdır tam konuyu açmaya çalışırken, anne aşık mı oldun? Oğlum diyerek onu cesaretlendirmeye çalışır. Çocukta evet anne, nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum ama ben İsa’ya aşık oldum ve tıp eğitimimi bırakıp, manastıra kapanmayı, kendimi tamamen dine adamayı düşünüyorum der. Baba şok olur. Oğluna belli etmeden, kırmadan bu kararından vazgeçirmek için uğraşması üzerinden bir komedi filmi ortaya çıkar. Filmin bu sahnesi günümüz Batı toplumlarında, eşcinselliğin entelektüel ve ilerici ortamlarda inanç kavramına göre daha kabul edilebilir olduğunu göstermeye çalışmakta.
Harvard üniversitesinin fen edebiyat fakültesinin 11 yıl dekanlığını yapan Henr Rosvsky’nin ‘’Üniversite:Bir dekan anlatıyor’’ isimli Tübitak yayınlarınca çevrilen kitabından bir katkı ile devam edelim. Üniversitenin finansmanı ile ilgili konulara değinilirken, üniversitenin kaç tane eşcinsel klübü açtığına göre, eşcinsel kişiler ve dernekler tarafından yardımda bulunulduğu anlatılmakta.
Bu örneklerde görüldüğü üzere yoğun ve baskın bie eşcinsel lobisi gerçeğiylr yüzleşiyoruz. Dikkat ederseniz konu bu yazı da bireysel bir cinsel tercih konusunu tartışmak değil. Zaten, bu açıdan tartışılacak bir konu da değil. Çünkü herkes insanların cinsel tercihlerine, saygı duymak zorunda. Bu noktayı açıkça belirttikten sonra, eşcinsel lobisi ve sinema üzerine düşünmeye devam edebiliriz. Son yıllarda sinemada LGBT filmleri denen bir tür oluştuğu gerçeği herkesçe malum. Hatta Oscar yarışında artık neredeyse her yıl, bu konu ile ilgili bir film aday olmakta. Klasik Holywood konuları arasına girmiş gibi görünmekte, Yahudi soykırım filmleri, siyahilerin hakları vs. gibi.
Ve yine bu konu ile ilgili çok başarılı filmler yaptıkları da bir gerçek. Bu başarılı filmlerin ortak özelliği ‘’İnsan haklarını merkeze alarak’’ işlenmiş olmaları. Örneğin bu yıl yabancı dilde en iyi film oscarı adayı ‘’Muhteşem Kadın’’ bunun en iyi temsilcilerinden biri. Ancak bu alanda ki tüm filmler bu temel üzerine kurulmuyor. İşte bunlardan biri bu yıl ana Oscar yarışına dahil olan ‘’Beni adınla çağır’’ filmi. Filmin ana omurgasını, merkezini, insan hakları olup olmamasının ne önemi var? Çünkü film insan hakları temelli ise, tüm toplumun meselesi haline gelirken, başka bakış açılarını merkezine alırsa, dar bir çevreyi ilgilendirmekte yani sadece meraklılarına hitap etmektedir.
Beni adınla çağır filmi de merkezini insan hakları olarak değil, eşcinsel bir aşk teması olarak belirlemiş. 17 yaşındaki bir çocuğun 24 yaşında ve babasının asistanı olan bir genç ile eşcinselliğinin farkına varmasını ve oluşan aşkı anlatmaya çalışmış. Bunu yaparken ambulansın arkasına takılan ve trafikte hızlıca yol almaya çalışan açık gözler misali davranmış. Yahudi Soykırımı temasının ekmeğini de yemeye çalışmış. İtalya’da kendisini saklayan filmdeki ifade ile ‘’ihtiyatlı Yahudi’’ bir aileye misafir gelen ve açıkça Yahudi oluşunu gösteren Oliver ve onun kendisini özgürce ifade etmesine de hayran olan ve bu cesaretle — daha sonrasında da sevgili olacağı- Elio’nun da Yahudiliğini açıkça göstermekten çekinmemeye başlaması üzerinden, Yahudilerin uğradığı haksızlık durumundan, eşcinselliği de benzeştirerek nemalanmaya çalışmış.
Yahudi Lobisi ve Godard diye bir entelektüel yönetmen.
Bu arada konusu açılmışken Yahudilerin 2.Dünya savaşı sırasında uğradıkları haksızlık gerçeğini elbette kabul etmekle birlikte, bir başka filmden bir sahne ile bu konuya da bir eleştiri getirelim. Hoş, İsrail devletini kurmak için Hitler’in bile parmağı olduğunu ileri süren iddialarıda ciddiye almakta fayda var. Konu yine aynı bakış açısı ile Yahudi bireysel kimliği ve Yahudi lobiciliği kavramı üzerine. Michel Hazanavicius’un anlatım tarzı ve teknik denemeleri ile Fransız yönetmen Godard’ın hayatının bir kısmını anlatarak hem saygısını göstermesi, hem de kendisini ego olarak tatmin etmesini sağlayan ‘’Godard ve ben’’ filminden bir sahne. Godard’ın 68 rüzgarı etkisi ile kendini sorguladığı ve sosyalist bir yönelim gösterdiği dönemde, biz de Gezi olayları sonrasında ortaya çıkan ve antik Yunan’da ki ortamı hatırlatan forumlar sayesinde, gençlerin arasına katılmaktadır. Ve kendisine de çok sert eleştiriler getirilmesine rağmen bu ortamlara katılmaya devam edip, düşünmekte, sorgulamakta yani düşünsel olarak beslenmektedir. Ve bir gün bu özgür ortamı da fırsat bilerek ateşli bir konuşma yapar. Tüm dünyada ezilenleri sıralar ve bunların dertlerini de kendi derdimiz olması gerektiğini anlatır. Bir tür enternasyonalist bir bakış sergiler. Topluluk çoşkulu bir şekilde destekler. Ancak ezilenleri sıralarken Vietnam, Kürtler vs den sonra Filistin’i de sayar ve İsrail’i de sorgulamalıyız der. Günümüzün Hitler’i İsrail’dir ve onlar da dünün ezileni olmasına rağmen bugünün ezenidirler yani Hitler’idirler der. Ortam bir anda buz keser. Ve Godard salondan çıkarılır. Bu sahne aslında eşcinsellik, Yahudi meselesi vs gibi hatta son dönemde Holywood taciz skandalı ve sonrasında ki feminist protesto gibi konuların sistem tarafından izin verilen bir muhaliflik ve bunun başlıkları olduğu görülür. Çünkü her şeyin sorgulanmadığı ve olanın belli bir kısmının ya da belli konuların sorgulanmasına izin verilen durumlar da samimiyet ve haklar değil, sisteme zarar vermeyen bir sistemden icazet alınan muhaliflik söz konusudur diye şüphelenmek gerekir. Ve yine meselenin insan hakkından çok bir propaganda haline dönüşüp dönüşmediğine ve bu propagandadan lobilerin faydalanıp faydalanmadığını da görmemiz gerekir.
Attila İlhan ustanın ‘’Hangi sex’’ adlı kitabında bir yerlerde şöyle bir olay anlatır. Brezilya, Arjantin gibi Latin Amerika ülkelerinden genç çocuklar ameliyat ettirilerek, İtalyan zenginlerine pazarlanmaktadır. Yani mesele eşcinsellik meselesi değil, insan hakları, ezen-ezilen ve iktisat meselesidir.
Film aşkı duygusal olarak sömürmektedir. Bunu zamanında devreye giren ve doğru seçilmiş müzikler, başarılı sayılabilecek oyunculuklar ve senaryo ile yapmakta. Ancak benzer konuyu işleyen ve siyahi bir çocuğun eşcinselliğinin farkına varışını anlatan, geçen yıl en iyi film oscarı alan ‘’Moonlight’’ filminin atmosfer yaratma başarısını gösterememekte. Dünyada inançlı her davanın en radikal savunucuları ergenler ve gençlerdir. Hem yaşam kavgasının içine girip, sistemin rutini ile karşılaşmamış olmaları ve bu yüzden temiz kalmaları ile, hem de akıldan çok duygusallıkların ön plana çıktığı romantik bir dönem oluşu nedeniyle. Film eşcinselliği bir ermişlik statüsünde sunmakta. Ve finalinde de bu ermişlik hali ile ergen çocuk kendisine- hatta eşcinsellik mefküresine(!)- karşı ihanete uğramış hissi ile bırakılarak, duygu sömürüsü bir finale yer verilmiş. Zaten mantıklı olmayan ve gerçekçi olmayan bu son gibi durumlar, ancak duygu sömürüsü kamuflajı ile etkileyici ve inandırıcı hale getirilebilir. Ve filmde aşk ile şehvet karıştırılmakta. Çünkü her şehvet aşk içermez, ancak her aşk şehveti de içerir.
Ve filmin en büyük faciası finale doğru baba ile oğul arasındaki diyalog. Baba, oğluna: Ben öyle ebeveynlerden değilim, kendin nasıl hissediyorsan öyle yaşa der. Ve sonra ben de bu tür bir ilişkiye yaklaşmış olsam da böyle bir şey yaşamaya cesaret edemedim, beni hep bir şeyler tuttu der. Asla sizin gibi bir şey yaşayamadım, diyerek yaşanan durumu kabullenmeden öteye geçerek TEŞVİK etmekte hatta KUTSAMAKTA. Ki bu da filmin en ucuz ve çapsız ruhunu temsil ediyor.
Belki de bu konuya en iyi Kore sineması değinmekte. Örneğin geçen yıl vizyona giren Park Chan-Wook’un ‘’Hizmetçi’’ filminde iki kadın arasında ki eşcinsel ilişkinin anlatım tarzı, bu konu da en doğru yol gibi. Yani normal bir ilişki gibi. Ne kutsamakta, ne teşvik etmekte, ne nemalanmaya , lobilere iyi görünmeye çalışmakta, ve olayı bir tür iki insanın mahremi olarak ele alıp vurgulamadan ve işin merkezine almadan anlatmakta. Çünkü bazen bu tür yan durumları merkeze almak, asıl meselelerin, önemsizleştirilmesine neden olmakta. Hizmetçi filminde, entrika filmin merkezinde yer almakta. Her türlü cinsellik doğal yani fizyolojik bir şey olarak anlatılmakta ki olması gereken de bu değil mi?
Yine bir yerde başka bir masada oturan, ismini vermeyelim eşcinsel bir modacı, diğer eşcinsellerle konuşurken toplantı da, Avrupa’da insanlar yazardır, mühendistir, politakacıdır vs kendisini tanımlayan ilk unvan eşcinsellik değildir demişti. Ancak biz de eşcinselliği bir tür kutsama hali mevcut. Ki bu insanların yatak odasını, yani mahremini gündeme çekmek demek. Ki bu tür bir yolun sonu faşizan iktidarlarca günümüzde de gördüğümüz gibi insanların ne yapacaklarına karışma yolunu da açar ki, ikisi arasında şekil olarak fark yoktur. Ve insanların mahremine karışılmaması ilkesi belki de mahremin içeriğinin ne olacağı saçma tartışmasını da engellemenin en doğru yolu. Ortalık eşcinsellik tartışmalarından geçilmez olunca Yeni Şafak sinema eleştirmeni Ali Murat Güven’in kaleme aldığı bir film eleştirisini hatırladık ve acaba için içinde ‘milk’lik mi var dedik. Bakın eşcinsellik nelere kadir!
Oscar’ı o almayacaktı da ben mi alacaktım?
Amerikalı yönetmen Gus Van Sant’ın 30 yıllık sinema serüvenindeki en sıradan filmlerden biri görünümündeki “Milk”, eşcinsel bir politikacının hayatını destansı bir mücadeleye dönüştüren biyografik öyküsüyle, -beklendiği üzere- şimdiye kadar 2’si Oscar olmak üzere toplam 34 ödül kazandı; ayrıca 44 ödüle de aday gösterildi.
1970’li yılların başı New York’ta yaşayan 40 yaşlarındaki eşcinsel borsacı Harvey Milk ve partneri Scott Smith, eşcinsellerin görece daha rahat ettikleri bir kent olan San Fransisco’ya taşınarak, burada “Castro Camera” adında küçük bir fotoğrafçı dükkanı açarlar. Fotoğrafçılıktan çok bir “sivil toplum örgütü” gibi faaliyet gösteren bu dükkan ve kurulu bulunduğu işçi mahallesi, kısa bir süre sonra ülkenin dört tarafından eşcinsellerin akın ettikleri popüler bir buluşma noktasına dönüşür. Temellerini attığı dernek benzeri oluşumun her meslekten kadın ve erkek sempatizanlarla giderek politik bir güç kazanmaya başladığını fark eden Milk, patlamaya hazır durumdaki bu büyük potansiyeli yerel yöneticiliğe giden yolda kullanmak için kolları sıvayacaktır.
Edindiği yeni arkadaş grubunun da desteğiyle politik arenaya hızlı bir dalış yapan eşcinsel aktivist, 1973, 1975 ve 1976’da katıldığı ilk üç seçim yarışında çuvallasa da 1977’deki dördüncü adaylığında büyük bir başarı yakalar ve o tarihte yeni kurulan San Fransisco 5’inci Bölge Meclisi’ne seçilir. Belediye’de göreve başladığında karşısına çıkan en dişli rakiplerden biri ise kendisi gibi yeni seçilmiş, muhafazakâr görüşlü bir politikacı olan Dan White’dır. Birbirinden çok farklı toplumsal kesimleri temsil eden bu iki orta yaşlı adamın ilk dönemlerde “karşılıklı saygı ve tahammül” temelinde ilerleyen ilişkileri, yerel yönetimdeki çıkar çatışmalarının gitgide yoğunlaşmasına paralel olarak sonunda trajik bir dönüm noktasına ulaşacaktır.
 Sinemada ödül kazanmanın garantili yolları
 Başta ABD’nin Oscar’ları olmak üzere, batı ülkelerindeki önemli yarışmalar ve film festivallerini uzun süredir istikrarlı bir biçimde takip edenler için, “Milk” gibi orta karar sinemasal anlatıların nasıl olup da ardarda ödüllere boğulduğu üzerine düşünme faslı epeyce gerilerde kaldı. Çünkü, bu sektörü belli bir süre dikkatlice gözlemlemiş olanlar, artık şu şaşmaz gerçeği de çok iyi biliyorlar: Eğer ki “eşcinsellik” ya da “Yahudi soykırımı” üzerine bir film yapmışsanız, ne Oscar’dan ne de dünyanın batı yarımküresindeki diğer prestijli yarışmalardan asla eli boş dönmezsiniz. Öyle ki siz “Ben yalnızca spor olsun diye katılmıştım, o yüzden hiç almayayım” deseniz bile, ellerinize zorla sıkıştırırlar ödülleri Çünkü, bu kategorideki yapımlar günümüzde artık yalnızca birer “film” olmaktan çıkmış, küresel ölçekte yürütülen iki devâsâ politik mücadelenin de başat propaganda araçlarına dönüşmüş durumda...
Hemen her alanda olduğu gibi sinema sektöründe de köşe başlarını tutmuş olan Yahudi lobisi “Nazi vahşeti”ne ağıt yakan bol ağlak filmleri ödüllendirmeyi; aynı şekilde eşcinsellerin her türlü maddî ve manevî desteği sağladığı diğer bir lobi grubu da kendi cinsel tercihlerini uluslararası kamuoyunun nazarında sıradanlaştırıp olağan bir forma sokan, bu hayat tarzının kitlelerce kolay yenilip yutulmasını sağlayan yapımları yüceltmeyi “stratejik bir görev” olarak kabul ediyorlar.
Yahudi propagandalarına hizmet eden İkinci Dünya Savaşı temalı filmlerin bol keseden pohpohlanıp ödüllendirilmesi geleneği görece daha eski tarihlere uzanmakla birlikte, eşcinselliğin kitlelere kanıksatılması yönündeki sinemasal çabaların ise özellikle 1970’lerin ortalarından itibaren ciddi bir ivme kazandığını görmekteyiz.
Hâl böyleyken, Amerikalı eşcinsel aktivist ve politikacı Harvey Milk’in hayatının son 8 yılını ele alan Gus Van Sant imzalı “Milk”in, şimdiye dek katıldığı yarışmalarda nal toplamasını beklemek de safdillik olurdu herhalde Hele de bundan 3-4 yıl öncesinde batı ülkelerini kasıp kavuran, sahneye çıktığı organizasyonlarda 3’ü Oscar olmak üzere toplam 81 ödül kazanarak erişilmesi güç bir rekora imza atan şu meşhur “Brokeback Dağı” fırtınasını hatırlayınca, yaptığımız tespit daha bir anlamlı geliyor. Sanırım, çiçeği burnunda yönetmenimiz Mahsun Kırmızıgül de bu gerçeğin farkına erkenden varmış olmalı ki ülke içinde “terör kurbanı bir Kürt ailesinin büyük kente savruluş öyküsü” olarak pazarladığı son yapıtı “Güneşi Gördüm”e yurt dışı festivaller için (filmin içinde sınırlı bir alt-motif olmaktan daha öte anlamı bulunmayan “eşcinsellik” olgusunu bütünüyle öne çıkardığı) yepyeni ve alabildiğine cüretkâr posterler hazırlattı. Kırmızıgül’ün pazarlama taktiği açısından son derece akıllıca bir iş yaptığına hiç kuşku yok; çünkü film bu yönü ve yeni posterleriyle en azından bazı uluslararası festivallerde eşcinsel lobisinin temsilcileri tarafından mutlaka “görülecektir.”
Sinema dünyasındaki bu genel manzaradan hareketle, “Milk”in başrolünü üstlenen saygın Amerikalı oyuncu Sean Penn’in söz konusu performansıyla kazandığı “en iyi erkek oyuncu” Oscarı’na da bir kaç cümleyle değinmek gerekiyor. Sen kalk, çeyrek yüzyıldan uzun süren bir oyunculuk kariyeri boyunca, aralarında “Ölüm Yolunda”nın (Dead Man Walking / Yön: Tim Robbins / 1996) gariban idam mahkûmu Matthew Poncelet, “İnce Kırmızı Hat”tın (Thin Red Line / Yön: Terence Mallick / 1998) cesur çavuşu Welsh, “Benim Adım Sam”in (I am Sam / Yön: Jessie Nelson / 2001) iyi kalpli otistik babası Sam Dawson’ın da yer aldığı birbirinden müthiş performanslar ortaya koy; fakat en sonunda “En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ı”nı, sırf 2-3 sahnede erkek partnerlerinle ateşli bir şekilde öpüştün diye “Milk” ile kazan!
Adını sinema tarihine altın harflerle yazdırmak için yıllardır birbirinden zor rollerde deliler gibi çalışıp kendini helâk eden bir oyuncu konumundaki Penn, 1996, 2000 ve 2002’de bu ödüle üç kez aday gösterilmiş, fakat hiç birinde kazanamamıştı. Akademi’nin uzun yıllar boyunca sıra dışı yeteneğini es geçtiği sanatçı, 2003’de Clint Eastwood imzalı suç draması “Mistik Nehir”de canlandırdığı Jimmy Markum karakteriyle artık Oscar jürisinin bile görmezden gelemeyeceği ölçüde devleşince, nihayet mesleğinin de ilk Oscar heykelciğiyle tanışma fırsatını buluyordu.
Bundan beş yıl sonra, oyunculuk gösterisi açısından öncekilerle kıyas kabul etmez bir film olan “Milk” ile kazandığı ikinci Oscar ise ödül töreninde kendisini anons eden Robert De Niro’yu bile şaşırtacak ve Akademi’nin raconunu çok iyi bilen efsanevî aktörün -hafiften kinayeli bir ifadeyle- “Bu adamın bunca zaman boyunca normal erkekleri canlandırmasına hiç de gerek yokmuş” demesine yol açacaktı.
Eşcinsel hırsına kurban verilen hayatlar
 Pazar sabahları ekranlarda izlemeye alıştığımız dolgu mahiyetindeki televizyon biyografilerini andıran bu vasat öykünün, tıpkı başrol oyuncusu Penn gibi yönetmeni Gus Van Sant’ın kariyerine de ekleyebileceği pek fazla bir şey yok. 1940-1978 yılları arasında yaşamış Amerikalı eşcinsel hakları savunucusu ve yerel politikacı Harvey Milk’in kısa fakat çalkantılı hayatını son derece düz bir anlatımla beyazperdeye aktaran filmde, hafızalara kazınabilecek nitelikte büyük anlar yakalayabilmek için epeyce bir tırmalamak gerekiyor. Belki bu noktada, etki gücünü yalınlığından (ve de gerçekliğinden) alan final bölümü istisna tutulabilir, hepsi hepsi o kadar. Öte yandan, son 20-30 yıl boyunca çekilmiş eşcinsellik temalı pek çok filmde sistematik bir biçimde sergilendiğini gözlemlediğimiz “karşı tarafı yapış yapış bir alaycılıkla aşağılama” çabasının bu yapıtta da bütün sinsiliğiyle yer aldığına tanık oluyoruz. 1967 yılında Los Angeles’taki bir “gay bar”a yapılan polis baskınının gerçek haber görüntüleriyle açılan “Milk”, “Amerikalı eşcinseller, bir dönem, onların aşklarını anlayamayan gerici öküzlerin işte böylesine ağır baskıları altındaydı” vurgusu eşliğinde ilerlerken, eşcinselliğe karşı olduğunu kameralar önünde lafı kıvırmadan, dürüstçe ve açıkça ifade eden kadın-erkek herkesi de izleyicisine katıksız birer “faşist” olarak servis ediyor. Filmin -Josh Brolin tarafından canlandırılan- en önemli karakterlerinden biri konumundaki dindar politikacı Dan White’ın -Harvey Milk’in bir konuşması üzerinden- aslında “gizli eşcinsel” olduğunun imâ/iddia edilmesi de fazlaca politize olmuş eşcinsellerde pervasız tezahürlerini görmeye alışık olduğumuz bu saldırganca tutumun son derece tipik bir örneğini oluşturmakta Ki söz konusu küstahlığın, meslek hayatında yolu zaman zaman eşcinsellerin bahçesine düşmüş, yazıları ve düşünceleri nedeniyle onlar tarafından çılgınca taşlanmış benim gibi birinin de çok yakından tanıdığı bir davranış modeli olduğunu özellikle belirtmeliyim.
Hayat tarzlarını sevimli ve çekici bulmayan herkesin boynuna tereddütsüzce “homofobik” yaftasını asmayı pek seven agresif eşcinseller için, White, karısı ve ona politik mücadelesinde destek veren herkes, kafalarının tez zamanda ezilmesi gereken birer böcekten farksız Nitekim, Harvey Milk de seçim yenilgisi sonrasında içine düştüğü bir duygusal boşluk ânında belediye başkanına istifasını veren rakibi için, aynı yönde bir hesapçılıkla, hazır fırsatını yakalamışken onu bütünüyle politik arenanın dışına sürmek üzere “altın vuruş”unu yapmakta hiç tereddüt etmiyor. Ancak, “kendini topluma bastıra bastıra kabul ettirme” ve “kendisi gibi yaşamayanları/düşünmeyenleri fırsatını bulduğu ilk anda ezme” hırsıyla gözü dönmüş olan kahramanımız, hayatını inanç temeli üzerine inşâ eden insanların kariyeri ve onuruyla pervasızca oynamanın bedelini de son derece acı bir biçimde ödemek durumunda kalıyor. Filmin sonundaki tarihsel açıklamaların da ortaya koyduğu üzere, hem kendininkini, hem de rakibi White ve o dönemin San Fransisco Belediye Başkanı George Moscone’nin hayatlarını bozuk para gibi harcayarak yapıyor bunu
 Eşcinseller toplumun her katmanında mevzi kazanmak istiyorlar
“Milk” en azından bu noktada dürüst ve açık bir film; adına “eşcinsel hırsı” denilen o tehlikeli saplantıyı, baş karakteri ve çevresine kümelenenlerin konuşmaları, tutum ve davranışları üzerinden eğip bükmeden, olduğu gibi yansıtmış beyazperdeye Harvey Milk, eşcinsellerin toplumsal hayat içinde itilip kakılmasını engelleme söylemiyle girdiği politik mücadelede, elde ettiği taşkın kitlesel gücün doğurduğu şımarıklıkla toplumun genel ahlâk değerlerini ve bu değerlerin temsilcilerini bir süre sonra öylesine zorlamaya başlıyor ki sonunda bu ölçüsüz cüretkârlık hâli gerek onun, gerekse çevresindeki bir sürü insanın hayatının topluca mahvolmasına yol açıyor.
Milk’in verdiği planlı-programlı mücadelenin satır aralarında da görüldüğü üzere, eşcinsel hareketin temsilcilerinin çağımızdaki öncelikli hedefleri “kendi mahremiyetleri içinde başkaları tarafından rahatsız edilmeden huzurlu bir hayat sürmek” falan değil, aksine gücü temsil eden irili ufaklı bütün kurumlarda köşe başlarını tutarak toplumsal doku içinde mümkün olduğunca geniş bir mevzî kazanmak... Böylelikle kitlelerin ahlâkî algıları (politika, medya, görsel sanatlar, edebiyat ve moda gibi etkin araçların kullanımıyla) yavaş yavaş dönüştürülecek, -eşcinsel evliliklerin yasalaşması ve eşcinsellerin evlatlık edinmesi de dahil olmak üzere- bugüne kadar ahlâkdışı/doğadışı sayılan pek çok davranış biçiminin son derece olağan sayıldığı yeni bir sürece girilecek. Yapılan sosyolojik hesap kabaca böyledir.
Tam bir bıçak sırtı görünümündeki bu konuda yıllar yılı yazıp çizdikleriyle, artık ciddi biçimde eşcinsel lobisinin denetimine girmiş durumdaki merkez medyada (ve daha bir çok yan sektörde) çalışma şansını büyük ölçüde yitirmiş biri olarak şimdi bir kez daha altını çizerek tekrarlıyorum ki Allah bizi böyle bir mantaliteyle hareket eden aktivistlerden ve oy kaygısıyla onları destekleyen politikacılardan korusun; aynı şekilde bu çizgide hareket eden medya yöneticileri ve sanatçılardan da
Eşcinseller, bırakın Oscar’ı ya da Cannes jürilerini, velev ki “dünyanın tapusu”nu bile ele geçirseler, şu sınırlı ömürde Hz. Lut’un öyküsünü hatırladıkça, onların liderlik koltuğuna oturacakları bir dünyadan ısrarla uzak durmaya çalışacak birileri hep olacaktır.
Sinemanın eşcinsel yüzünü iyi tanımak lazım. Dünya kamuoyunda meşrulaşmak ve propaganda yapmak adına fütursuzca saldırmaktalar. Çizgi filminden reel filme kadar verdikleri bir mesaj var: Her yerdeyiz! Cesaretlerini de aslında takdir etmek lazım. Heteroseksüel olmak artık neredeyse suç ve ayıp hale dönüştürüldü. Bizim toplumumuzda ise bu mesele bütün sathıyla anlaşılamamakta. Muhafazakar çevreler olayı “ibnelik” diye hafife alarak geçiştirmeyi tercih etmekteler.  Sinemayı irdelemeye devam edelim. Banu Bozdemir’in kaleminden bakalım bu kez derinlemesine.
Eşcinselliği anlatan filmler ister gerçek hayattan uyarlansın ister kurmaca olsun, toplumsal baskının hedefinde olan, onun zorluğunu ve baskısını yaşayan kişi ve kişileri konu alıyor çoklukla. Beyazperdenin bu konuda engin bir deniz olduğunu o yüzden her filme ‘pembe ışık’ yakamadığımızı baştan söyleyelim…
Eşcinsel temalı filmlerin ilklerinden olan The Children’s Hour /Tehlikeli Fısıltı ise sinema tarihinin iki güzel kadınını bir araya getirmiş.  Audrey Hepburn ve Shirley Maclaine başrolde ve aralarında o yılların izin verdiği kadarıyla (1961) bir ilişki var. İkisi de öğretmen ve aralarındaki ilişki dedikoduya hazır bir malzeme.
 ‘Kadınlar arasında’ mevzusuna girmişken, Atıf Yılmaz’ın Düş Gezginleri filmini de anmadan geçmeyelim. Lale Mansur ve Meral Oğuz’un başrolü paylaştığı film, iki kadının ilişkisinden dem vururken toplumsal farklılıkları da gözden kaçırmıyor ve ortama ilişkiyi bulandırması için bir erkek de katıyor. 1994’te Toronto Gay Ve Lezbiyen Film Festivali’ne katılarak bir ilke dahi imza atmıştı.
 Aşk Yazım / My Summer of Love ise kendilerini keşfetme yolunda iki genç kızın yakınlaşmaları hatta tutkulu bir aşka dönüşen yaz maceraları şeklinde algılanabilir. Ama kızların yaşamlarının farklılığı da bu ilişkiye çanak tutan etkenlerden… Erkekler Ağlamaz / Boys Don’t Cry’da Hilary Swank, gittiği kasabanın gizemli erkeği olarak rol keser ama ancak trajik ölümüyle açığa çıkar kadın olduğu…
 Halit Refiğ’in 1965 yapımı Haremde Dört kadın filmi de Türk sinemasının ilk lezbiyen karelerini içerir. Çocuğu olmayan bir Osmanlı paşasının hayatına odaklanan filmde, paşanın karılarından Mihrengiz ve Şevkidil arasında yaşananlar filmi farklı boyutlara taşıyor.  Atıf Yılmaz imzalı İki Gemi Yanyana da (1963) kadınlar arasında durumlara odaklandığı için o dönemde yasaklanmıştı.
 Peter Jackson Heavenly Creatures / Cennet Yaratıkları filminde gerçek bir olaydan yola çıkıyor ve sonu cinayete kadar varan filmde Kate Winslet’e rol veriyor. Pauline ve Juliet’in birbirlerine ölümüne olan bağlılıkları ele alınıyor ve filmin seyri kızların kimseyi algılamayan ve sadece birbirlerine yönelen varlıklarıyla psikolojik ve fantastik bir gerilime doğru uzanıyor.
 Kayıp ve Çılgın / Lost and Delirious bir roman uyarlaması ve Lea Pool imzası taşıyor. Film klasik lise filmlerinin eksenini üç kız arasında yaşanan ayrıksı ilişkiyle fark katmaya çalışıyor. İki kız arasında yaşanan ve diğerinin daha çok izleyici olduğu ilişki ekseninde aşk duygusu bir hayli ön plana taşınıyor.
 Sevgiyi Ararken / Saving Face bir ana kız arasında sevgi ve nefret ilişkisine odaklanıyor. Kız bir dansçı kızla yakınlaşırken, annesi de kızının hayatını tekrardan kontrol altına almaya çalışıyor. Amerika’da geçen bir Uzakdoğu filmi diyebiliriz.
 Wachowski Kardeşlerin yönettiği mafyatik bir ortamda geçen ve iki kadının yakınlaşmasıyla devam eden bir film Bound…
 Cani, güzel Charlize Threon’un altı erkeği öldürdüğü Alien Wournos’u canlandırdığı bir film. Selby ile tanışan Alien onu kaybetmemek için her şeyi yapmaya kararlıdır, adamları öldürmeye bile…
 Aimee ve Jaguar hem tarihi fonda geçiyor, hem de biri Alman biri Yahudi iki kadının iki kere yasaklı ilişkisine odaklanıyor…  Marleen Gorris’in şiirsel filmi Antonia’nın Yazgısı, dört kuşaktan kadının hayatını anlatırken, birisini farklı bir deneyimin içine sokmayı ihmal etmiyor. Her şeyin doğal bir fonda ilerlediği filmde iki kadının aşkı da gayet doğal duruyor.
 Yavuz Özkan’ın İki Kadın’ı, Kutluğ Ataman’ın İki Genç Kız’ı, Fatih Akın’ın Yaşamın Kıyısında’sı, Stephen Daldry’nin Saatler’i, İngmar Bergman’ın Persona’sı, Jean Claude Brisseau’nun Mahrem Şeyler’i, Pedro Almodovar’ın Annem Hakkında Her Şey’i, Anne Wheler’in yönettiği Beter Then Chocolate, Jamie Babbit imzalı But I’m ACheerleader, Charles Herman imzalı Kissing Jessica Stein de bu yazının satırları arasında yer bulacak filmler… 
Erkekler arasında yaşananlara bakarsak Benim Güzel Çamaşırhanem, bir çamaşırhane ortamında doğan bir aşkı konu ediniyor. Stephen Frears iki erkek arasında bir aşkı anlatırken aynı zamanda Thatcher döneminde artan ırkçılığa ve şiddete de göz atıyor.
 Mambo İtaliano hem İtalyan hem de gay olmanın şanssızlığına inanan Angelo’nun başından geçenler… Oliver Stone imzalı Alexander da büyük hükümdarın izinden giderken, onun eşcinsel tercihlerini de es geçmiyor. Birçok alanda değerlendirilebilecek Philadelphia, eşcinsel bir avukatın yaşadığı zorluklar üzerine etkili bir yapım olarak ilk akla gelenlerden… Ferzan Özpetek’i çektiği filmlerdeki eşcinsel temalar üzerine topluca ve kısaca bu kategoride anmak mümkün… Özellikle de Hamam’la… Aynı şey Pedro Almodovar filmlerindeki vurgular içinde geçerli…
 Orhan Oğuz’un Beyoğlu’nun arka sokaklarında farklı ilişkilere odaklandığı Dönersen Islık Çal, Atıf Yılmaz’ın Gece, Melek ve Bizim Çocuklar ve Kutluğ Ataman’ın Lola+Bilidikid filmi tutunamayanlar tarzında bir eşcinsellik hali sunuyor daha çok…
 Pasolini’nin hayatına  mal olan Salo ya da Sodom’un 120 Günü, her türlü sapkınlığın içinde eşcinselliğe de yer açıyor… Farinelli, küçükken hadım edilen bir erkeğin abisiyle giriştiği garip bir oyuna odaklanıyor. Ama bildiğimiz anlamda cinsellik yaşanmasa da Farinelli’nin hali bu filmler arasında yer almalı gibi geliyor bana…
Visconti’nin Venedik’te Ölüm’ü de tek başına yolculuğa çıkan bir adamın genç bir erkeğe duyduğu tutkunun bakışı, adamın gençliğe bakışıyla özdeşleşmiş bir yorum içeriyor aynı zamanda. Cennetten Çok Uzakta / Far From Heaven kocasını bir gün başka bir erkekle yakalayan bir kadının arayışlarına, Carrington da eşcinsel bir yazarla, bir ressamın dostluk ve aşk ilişkisinde gelişen ilişkilerine eğiliyor. William Freidkin imzalı Cruising ise, 80’li yıllarda çekilen ama bize on yıl gecikmeyle ulaşan bir film… Crusing gayların takıldığı bir mekan. Orada işlenen cinayetin peşindeki bir polisle beraber eşcinsellerin hayatına dalıyoruz…
 Katil Aşıklar / Les Amants Criminels François Ozon imzası taşıyor ve ormanda bir Hansel Gratel edasıyla ilerliyor ve eşcinsel dokundurmalar bir hayli kanlı bir şekilde hissediliyor. Çılgınlar Gemisi / Boat Trip konuya bir hayli komik yaklaşmayı hedefleyen filmlerden. İki kafadar kızlarla dolu bir tekneye bindikleri zannederler ama gemidekilerin hepsi gaydir. Zevk almaya çalışmaktan başka şansları yoktur. Vahşi Zerafet / Savage Grace uyarlandığı romanın hakkını fazlasıyla veriyor bir ailenin tarihine eğilirken, onların cinsel tercihleriyle de bir hayli ilgileniyor…
 Frank Oz imzalı Vücut Dili / İn&Out biraz zorlayınca herkesin bedeninde bir eşcinsele ulaşabileceği yönünde eğlenceli bir mesaj verilmek isteniyor.  Kırık / Bent, Nazi Almanyası’nda iki eşcinsel erkeğin koşullar yüzünden platonikliğin ötesine geçemeyen ilişkilerini anlatıyor. Buradaki simge gömlekler üzerinden dönüyor… Summerstown / Yaz Fırtınası iki erkeğin arasında geçse de kadınlar ve diğer erkekler de bu fırtınaya fazlasıyla eşlik ediyor. Yönetmen Marco Kreuzpaintner’in de hislerinin tercümesiymiş. Tual bedenler, Barınak / Shelter, XXY, Transamerica, Latter Days, Cachorro, The Birdcage de bu yazının sınırlarına dahil olan filmler…
 Sonuçta bu filmler dram ya da komedi yanıyla eşcinsellerin yaşamlarına ışık tutmaya/eşcinselliği normal ve masum göstermeye çalışan filmler… Cinsel tercihler bir insanın yaşamını belirleyici olabilir ya da olamaz, bu koşullara ve toplumsal bakış açısına göre değişir…Dosya: Banu Bozdemir
Özel gösterimlerle Eşcinsel film haftaları
Alman, Fransız, Amerika, Norveç gibi ülkelerin konsoloslukları vasıtasıyla Ankara, İstanbul gibi şehirlerimizde eşcinsel içerikli filmler özel etkinlik olarak gösterilmektedir.

AHLAKSIZ FİLMLER
Yakınlarda Robert Koleji’nin eşcinsellik aktiviteleri kapsamında sinema gösterisi yapıldı. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olan Robert Koleji’nde lise öğrencilerine müstehcen sahneleri barındıran gay ve lezbiyenlikle ilgili 2 film izlettirildi.
 “Coğrafya Kulübü”, Ferzan Özpetek’in, eşcinsel bir adamın bu durumu kabullenmek istemeyen ailesi ve çevresiyle ilgili yaşadığı sorunların anlatıldığı “Serseri Mayınlar” filmi izlettirdi. Müstehcen filmlere katılımın yüksek olması için Robert Koleji yönetimi tarafından yapılan duyuruda, öğrencilere gösterim esnasında çeşitli atıştırmalık servisi de yapıldı.
 Sinema, Eşcinsellik ve Sansür
 Başlıktaki üç kelime ve aralarındaki ilişkiler ciltlerce anlatılabilecek kadar malzeme barındırıyor, ancak bu yazıda birkaç örnek üzerinden aralarındaki ilişkinin geçmişte nasıl olduğunu, nasıl değişimler geçirdiğini ve şu an ne hale geldiğini inceleyeceğim. Sinema bu topraklara ilk defa L’arrivée d’un train en gare de La Ciotat filminin Galatasaray’daki bir birahanede 1895 yılında gösterilmesiyle geldi ve toplum içerisinde kısa sürede edindiği yer ile televizyonun yaygınlaşmasına dek olan sürede büyük bir önem kazandı, her ilçe, kasaba hatta köyde bile sinemalar kuruldu.
Müterake yıllarının İstanbul’unda 52 adet sinema salonu açıldı. Yalnızca bu sinemalarda gösterimi olacak Avrupa’da çekilmiş erotik filmler oynatıldı.
Elbette yalnızca Türkiye değil, bu olgu tüm dünyayı kasıp kavurmaya başlamıştı. Sinemanın beşiği Amerika’da, Hollywood adıyla bu yapı kurumsallaşmış ve tam hız yol alır hale gelmişti. Buhranlar ve savaşlarla dolu zamanlar içerisinde, insanların gerçek hayattan uzaklaşmalarını sağlayacak, daha önceleri hayal bile edemeyecekleri, yepyeni bir şey ortaya çıkmıştı. Ancak Godard’ın da şu sözlerle ortaya koyduğu üzere, sinemanın hayatla canlı bir ilişkisi de vardı: “Sinema hayatı filme almaz, sinema hayat ile sanat arasında bir yerdedir. Resim ya da edebiyatın aksine, sinema hem hayattan bir şeyler alır, hem de ona bir şeyler verir.”
Bu ilişki, sinemanın kısa sürede dünyanın dört bir yanında önem kazanmasını sağlamıştır. Ancak dünya üzerinde insanlara bir anda bu kadar fazla ulaşmayı ve elbette dokunmayı başaran sinemanın da, sanatın diğer tüm dallarında olduğu gibi otoriteler tarafından denetime tabi tutulması gündeme gelmiş ve, sinema için özellikle yirminci yüzyılın ilk yarısında en önemli yerlerden biri olan Hollywood, bu denetimi yerine getirmekle görevlendirilmiştir. Şimdi daha önce üzerinde bir inceleme yazdığım, Tennessee Williams’ın Arzu Tramvay’ından örnek vererek bu konuyu açıklığa kavuşturmak istiyorum.
 Arzu Tramvayı
Yirminci yüz yılın önemli oyun yazarlarından biri olan Tennessee Williams, ikinci oyunu Arzu Tramvayı’nı yayımlandıktan sonra büyük bir başarı elde etmiş, oyun birçok kez sahnelenmiş ve dört yıl içerisinde, sahnelenen oyunların da yönetmeni olan Elia Kazan tarafından filme çekilmiştir. Film, oyundan bağımsız olarak, Amerikan toplumu içerisindeki “öteki” ve Hollywood’un denetim mekanizması olarak nasıl çalıştığı hakkında fikirler edinmemizi de sağlar.
Marlon Brando’nun canlandırdığı Stanley karakteri ile Vivien Leigh’in canlandırdığı Blanche karakteri arasındaki zıtlığın oyunculuklarına bile ne kadar yansıdığını görebiliriz. Leigh oldukça teatral ve şaaşalı bir oyunculuk sergilerken Brando, o zamanlar yeni yeni ortaya çıkan metot oyunculuğunu benimseyerek abartısız, sade ve oldukça gerçekçi bir oyunculuk sergilemiştir. Bu durumu hikâye ile karşılaştırırsak, yönetmenin başarısını fark edebiliriz. Hikâyede Blanche, ilk sevgilisinin ölümünden beri başına gelenleri telafi etmeye çalışmakta bu yüzden de her şeyi abartmakta ve sürekli dramatik bir biçimde hareket etmektedir. Hayatın acı gerçeklerinde kaçınmaya çalışır sürekli ve hatta bunu şu sözleriyle de vurgular: “Gerçekliği istemiyorum. Sihir istiyorum!”
Ancak hayır, gerçek hayatta sihire yer yoktur ve gerçekliği temsil eden kız kardeşinin kocası Stanley de Blanche’e bunu en çarpıcı şekilde kanıtlar. Blanche’in bu insanlar arasında yeri yoktur, o bir “öteki”dir ve hikâyenin sonunda akıl hastanesine gönderilerek cezalandırılır. Williams, zamanın muhafazakâr Amerikan toplumunda ötekinin cezalandırılmasını hikâye içerisinde bir kere daha gözler önüne sermiştir. Blanche’in ilk sevgilisi Alan, bir eşcinseldir ve ondan tiksinen Blanche’in sözlerine dayanamayarak intihar eder, yani içinde ötekileştiği toplum tarafından cezalandırılır.
Hollywood’un denetim mekanizması görevi görmesi de, oyundaki kimi ögelerin film yapılırken sansüre uğrayıp çıkarılmasıyla ayyuka çıkar.  Hollywood yetkilileri oyundaki tecavüz sahnesinin filmden tamamen çıkarılmasını istemişlerdi. Williams ve Kazan o sahne olmazsa biz de olmayız demeselerdi, bu sahnenin de sansüre uğrayacağına şüphe yok.
Ancak Hollywood’un sonuncu ve en önemli icraatı, oyunda birkaç ek bilgiyle birlikte verilen, Alan’ın eşcinsel olduğunu bilgisini de sansürlemesiydi. Yıl 1950’ydi ve henüz 60’ların sivil hareketlerine ve ünlü cinsel devrime daha bir on sene vardı. Hollywood, eşcinselliğin imasının bile geçmemesini istiyordu, ve sonuçta sahne çıkarıldı. Kendisi de eşcinsel olan Williams’ın Alan karakterini, zamanın toplumunda eşcinsellerin nasıl baskıya maruz kaldığını anlatmak için yazdığını düşünüyorum. Hatta Williams, hikâyenin sonunda Alan’ın ölümünden sorumlu olan Blanche’i akıl hastanesine yollayarak onu cezalandırdığını, bir nevi toplumdaki eşcinsel düşmanlığına karşı duruş sergilediğini söylemek yanlış olmaz. Ancak, sinema üzerinde bir otorite ve denetim mekanizması olarak görülen Hollywood’un eşcinselliğe dair olan görüşü ve buna bağlı olarak yapılan sansürler, ne ilk ne de son olmuştur.
 Benim Güzel Çamaşırhanem
Türkiye özeline dönersek bu noktada, aktarmak istediğim başka bir örnek var. Uzun yıllar İstanbul Film Festivali direktörlüğü yapmış olan Hülya Uçansu, Bir Uzun Mesafe Festivalcisinin Anıları adlı kitabında festival öncesi oluşturulan Sansür Komitesi ve eşcinsellik içeren filmlerle ilgili şöyle bir anekdot paylaşıyor: “O yıllarda eşcinsellik üzerine yapılan filmler çoğunlukla sansüre takılırdı, gösteremezdik. Stephen Frears’in filmi Benim Güzel Çamaşırhanem de bunlardan biriydi ve ben o yıl bu filmin, yaş sınırıyla dahi olsa, sansürden canını nasıl kurtardığını hep merak etmiştim. Meğer bunu çevirmen Verda Kıvrak’a borçluymuşuz.” Önce kısa bir bilgi vereyim, 80’lerde bir süreliğine film festivallerinde alt yazı ya da dublaj yapma imkanı olmadığından salonun bir köşesinde oturup mikrofonla filmi simultane çevirecek çevirmenlere başvurulmuştu, bu kişiler aynı zamanda, Sansür Komitesi’nde bulunanlar genellikle yabancı dil bilmediğinden, önce komite karşısında çeviri yapıyorlardı. Bu topraklarda nadiren de olsa rast geldiğimiz ve yüzümüzü gülümseten o küçük anekdotlardan biri olsa da bu paylaştığım, aynı zamanda dönemin ve genel olarak bakış açısının ne olduğu konusunda fikirler edinmemizi de sağlıyor.
Peki ya, Amerika’da 60, burada 30 küsur sene geçtikten sonra, sinema ve eşcinsellik hâlâ sansürü aklımıza getiriyor mu? Her geçen gün LGBTİ hakları konusunda mücadele veriliyor ve kimi haklar fazlasıyla elde ediliyor olsa da, örneğin Amerika’da eşcinsel evliliklerin yasal hâle getirilmesi gibi, otoritelerin elinde bulundurduğu denetim mekanizmalarının hala bu konuda verdiği kararlar apaçık ortada. Yine en iyisi örnekler üzerinden gitmek, yakın zamanda gösterime girmiş, yine tam bir Hollywood yapımı olan Wonder Woman filminden bahsedeceğim kısaca.
Bu yazıyı yazarken karşıma çıkan bir inceleme, tam da vurgulamak istediğim noktaya parmak bastığı için bu örneği sunmak istedim. Filmloverss’tan Gizem Çalışır’ın Wonder Woman’ın Cinsel Kimliği Beyazperdede Neden Saklandı isimli incelemesi, kısaca çizgi romanlarda biseksüel olarak yaratılan bir karakterin sinemaya aktarımında heteroseksüel bir karaktere dönüştürüldüğünü inceliyor ve Hollywood’un yıllar sonra hâlâ bir denetim mekanizması olarak görevini yerine getirdiğini gözler önüne seriyor.
Bu konuda son olarak, Netflix tarafından üretilen ve Türkiye  dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanından büyük bir hayranlıkla takip edilen Sense8 dizisinden bahsetmek istiyorum. Matrix, V for Vendetta ve Bulut Atlası gibi filmlerin ortak yönetmenleri Wachowski kardeşlerin elinden çıkan eser, içerdiği LGBTİ hikayesiyle, milyonlarca insanı etkisine alarak kendilerince büyük bir başarıya ulaştı ve yalnızca kısa bir araştırma ile izleyici yorumlarından şu sonucu çıkartmak mümkün: İnsanları LGBTİ konusunda güya bilinçlendirip sağlam propaganda yapan bir yapım olarak kayıtlara geçti. Her ikisi de trans kadın olan Wachowski kardeşlerin böylesine bir eser ortaya koymaları gerçekten eşcinseller açısından önemliydi.
 Sense8
Ancak, bir söz vardır, bilirsiniz, hiçbir başarı cezasız kalmaz. Netflix geçtiğimiz aylarda bu yapımı iptal etti ve herhangi doyurucu bir açıklamada bulunmadı. Elbette, yüzlerce sebep ortaya konabilir böylesi büyük projeler açısından, ancak ben de birçokları gibi bu dizinin bitirilmesinde LGBTİ vurgusunun önemli bir yer tuttuğunu düşünüyorum. Dizinin bu düzen içerisinde verdiği mesajlar, toplum üzerinde oluşturduğu olumlu etkiler ve yakaladığı başarıya rağmen, ekonomik gücü elinde tutan heteroseksist kapitalist kesimin çıkarlarına aykırı düşmeye başladığı kertede ortada dizinin iptalinden başka bir ihtimal kalmıyor ne yazık ki.
BATMAN-SÜPERMAN
Ayrıca çizgi filmler üzerinden de eşcinsellik teması özellikle genç kuşakların dimağına ısrarla verilmekte. 1937’de yayınlanan “Kimyasal Sendika Davası” hikayesinde Batman, bu sendikanın kullandığı renkli bir kimyasala (homoseksüel kimyasallar) maruz kalıyor. Bu kimyasal Bruce Wayne‘in hareketlerinin ve alışkanlıklarının değişmesine neden oluyor. Pahalı arabalar ve modaya olan ilgisi bir anda artıyor. Wayne geceleri uyumakta güçlük çekiyor, mazoşist fantezilerini erkekler üzerinde gerçekleştirmeyi arzuluyor, sonuç olarak bu isteklerini kimyasal üreticilerine bağlıyor. Kılık değiştirerek bu kimyasalların üretildiği fabrikaya sızmayı başarıyor.
Deri elbise giyen Batman’e dönüştükten sonra Bruce Wayne geceleri suçlularla boğuşmaya kendini adıyor. Diğer erkekleri domine etme arzusu bir saplantıya dönüşüyor. Batman neredeyse tüm çizgi roman hayatı boyunca suçluları serbest kalabilmeleri için öldürmemeyi tercih ediyor ve böylece yakaladığı suçlularla tekrar boğuşabilme fırsatını ortadan kaldırmıyor.
1937’den günümüze kadar Batman’in eşcinselliği üzerine ortaya birçok teori atıldı. Psikolog Fredric Wertham’ın 1954 tarihli “Seduction of the Innocent” isimli kitabında okuyucuların çizgi romanlardaki suçlardan etkilenerek taklit etmeye çalıştıkları ve bu tür kitapların gençlerin ahlakını bozduğu savları vardır. Ancak kitaptaki en bilinen iddia Batman ve Robin’in homoseksüel olduklarına dair dört sayfalık savdır. “Görkemli bir ev, vazolarda güzel çiçekler ve bir uşak” yazan Wertham, durumu “beraber yaşamak isteyen iki homoseksüelin rüyası” olarak özetler. Wertham’a göre Batman tarzı bir hikâye çocukları fantezilere sürükler. Wertham bu yargıya 1950’lerda Batman okuyucuları ile yaptığı konuşmalar sonucunda varmıştır. Bu iddialara karşılık televizyonda yayınlanan Batman serilerinde Robin karakterini canlandıran Burt Ward, “Boy Wonder: My Life in Tights” adlı otobiyografisinde, Batman ile Robin’in arasındaki ilişkinin seksüel bir boyutu olmadığını yazmıştı. Orijinal Robin kostümünün (kısa yeşil şort ve masallardaki peri ayakkabısı)  Batman’in karanlık yönüne zıt olacak şekilde, bir çocuğun giyebileceği türden kıyafet olduğunu ve bunun homoseksüellikle ilgisi olmadığını belirtmişti.
İlk defa 1940 yılında Detective Comics’in 38. sayısında görülen bir çizgi roman kahramanı olan Robin bu tarihten sonra Batman’in baş yardımcısı olarak yer almıştı. Şu anda daha modern bir kostüm giymektedir ve orijinalinden de ufak değildir.
 1950’lerde yükselen homoseksüellik dedikoduları üzerine, Amerika’da “Comics Code Authority” kurulmuş, Batwoman (1956) ve Bat-Girl (1961) karakterleri yaratılmış. Batman hikâyelerinin daha basit konularda devam etmesi ile Batman ve Robin’in homoseksüel olduklarına dair iddialar çürütülmeye çalışılmıştır.
Julius Schwartz editör olunca bu tür eleştirilerin farkında olduğunu ve bu yüzden de yazar Bill Finger ile beraber Kahya Alfred’i öldürerek yerini Dick Grayson’ın halası Harriet ile doldurdukları Wayne Malikanesi’nde bir kadın refakatçi eklediklerini söylemiştir.
Batman ve Superman‘de, Superman İsa peygamber gibi yansıtılırken, Batman, daha sert, yaralanmaya aldırmayan hatta bundan zevk alan bir mazoşist olarak işleniyor. Dikkat çeken detaylardan biri de Batman’in sevgilisi olmamasıydı. Kurduğu duygusal ilişkiler Alfred ve Superman’leydi. Superman’i öldürmeye karar vermişken bir anda durup, yardım etmesi ve filmin sonunda da hiç iletişim kurmadığı birinin arkasından “seni hayattayken yüz üstü bıraktım, ölümünde yüz üstü bırakmayacağım” gibi romantik bir cümle kurulmasının da sebebi de bu.
Batman’ın yaratıcısı ve telif hakları sahibi DC Comics veya Batman’in film haklarını elinde bulunduran Warner Bros cephesinden bu teoriyi reddeden olmadığı gibi, onaylayan da yok.
 Batman, hem bir süper kahraman hem de Bruce Wayne kimliği ile tüm kariyeri boyunca çizgi roman ve diğer medyada kadınlarla ilişkisi olan bir karakter olarak anlatılmıştır ve zaman zaman da kadın düşmanları ile karşılaştığında hikâyeye anlatım zenginliği kazandırmak için seks unsurunu da katılmıştır. Batman’in cinsel kimliği pek çok yazar tarafından heteroseksüel olarak isimlendirilse de Batman’in yazarlarından Marrison,Playboy ile yaptığı röportajda  “Emin olun ki Batman eşcinsel. Bütün konsept boyunca hep eşcinseldi. Onu etkilemeye çalışan kadınlar oldu. Hatta fetiş kıyafetleriyle damdan dama atlayarak onu baştan çıkarmaya çalıştılar. Ancak ilişkileri hep saman alevi gibiydi. O kadınlara değil, genç ya da yaşlı erkeklere ilgi duyuyor” dedi.


ELEŞTİRİYE TAHAMMÜL EDEBİLMEK
Eleştiriyi ihanet gibi gören bir kültürün mağdurlarıyız. Gerçeklerle yüzleşmek/hesaplaşmak son derece büyük riskler almanızı, sonuçlarına katlanmanızı gerektiriyor. Çok büyük bir yolculuğa, çok çileli bir yolculuğa çıkmanızı gerektiriyor. Ama biz mücadeleyi konfor ve statükonun alanları içinde yapmak istiyoruz. Özgürlük; konfor ve statüko alanının dışına çıktığınızda başlar. Umut da aynı şekilde konfor ve statüko alanının dışına çıktığınızda başlar. Dolayısıyla bizim için ne özgürlük söz konusudur, ne de umut söz konusudur. Çünkü hiç birimiz konfor alanlarını terk etmek istemiyoruz.
Gelenek statükoyu meşrulaştırıyor, hatta kutsallaştırıyor. Konfor ve statüko alanının dışına çıkmak demek ya zındık olmayı ya sapık olmayı gerektiriyor. Çünkü gelenek sizin yeni bir şey söylemenizi imkânsız kılıyor. Biz bize dayatılan gerçeklikle önce uzlaşmaya mahkum edildik…. Bu uzlaşmanın İslâmî dayanağı yoktur. Hiçbir şekilde kapitalist, seküler, neoliberal, hatta demokratik uzlaşmanın İslâmî cevabı yoktur. Bunlar bizim ürettiğimiz sahte mazeretlerdir. Nasıl sahte umutları yaşıyorsak sahte mazeretler de üretiyoruz. Bizim hayatımız sahte umutlar üreterek geçti. Zaten hamaset sahte umut üretmek demektir.
Toplumlarımız o derece yoğun uyuşturucular aldı ki…
Türkiye’de hamaset dili, söylemi ve siyaseti yoluyla genç kuşakların bütün bir entelektüel yetenekleri yok edildi. Genç kuşaklar bir takım klişeler ve sloganlara hapsedilerek düşünemez hale getirildiler.
Toplumlarımızla ilgili bir çözümleme yaptığınızda şunu göreceksiniz. İsimler değişiyor düzen hiç değişmiyor. Bir gün bakıyorsunuz bu düzenlere ideolojik seküler kadrolar, ideolojik ve seküler mitolojiler yoluyla hakim oluyor. Takip eden dönemde bu defa muhafazakar ”dindar” mitolojiler yoluyla…
İslam barbarca istismar ediliyor….
Çünkü islam’ın tek rüknünün bile özgür olmadığı, daha doğrusu kapitalist, seküler ve liberal mevcudiyet bütün kamusal, toplumsal, siyasal, ekonomik, hukuki alanları kapsıyor. İslam’ı da görünmeyen bir yere, bireysel vicdana hapsediyor. Onun görünürlüğü yok. Onu görünmez bir alana hapsediyor. Dolayısıyla görünür alanda İslâmî bir mevcudiyet yok. Kamusal alan tamamen kapitalist, seküler, libaral, demokratik… dünya görüşü tarafından kapatılmış bütünüyle. Yani İslam’ın nüfuz edemeyeceği bir şekilde. Çünkü bu bize dayatılan gerçeklikle önce uzlaşıyoruz, sonra içselleştiriyoruz ve sonra da bu gerçeklikle bütünleşiyoruz, sonra bu gerçeklik bizim hayat tarzımız haline geliyor. İslam’da sadece ve sadece bir folklor haline geliyor…!

Bugün gelinen noktada muhalif olduğumuz konularda yaşanılanların tarif ve tahlili bizim ısrarla savunduğumuz hususlarla aynı çizgiye gelinildi mi? Gelinildi!
Hatalardan dolayı milletten özür, Allah’tan af dilenildi mi? Dilenildi.!
Ayrıca belediyecilik anlayışı hususunda da "İstanbul' a ihanet ettik" denildi mi? Denildi.!
"Milli Eğitim ve Kültür de sınıfta kalınıldığı" da itiraf edildi mi? Edildi.!
İktidar olmanın getirdiği yıpranmışlıkla telafisi mümkün olmayan nelere maruz kaldık?
- Yüzlerce şehit,
- Birçoğu sakat kalmış yüzlerce gazi,
- Acılı aileler ve yıkılmış yuvalar,
- Yoksulluk, iflas ve onur intiharları,
- Devlete sızmış hainler,
- Tahrip edilmiş ordu ve emniyet,
- Milyarlarca dolar zarar ve bu nedenle ekonomisi sarsılmış bir ülke.!
-Kültürel yozlaşma ve ahlaki bozulma!
-Gerçekçi olmayan sloganlar ve hamasete dayalı avuntular...
Dönem dönem bazı uygulamalara şerh düştük, itiraz ettik, çözüm önerileri de getirdik amma!
Sonunda bizler haklı çıktık mı? Çıktık.! Ancak bu hata ülkeye çok pahalıya mal oldu.!! Bir İstanbul Sözleşmesi garabetine imza atıldı ki akıllara ziyan!
Bugün hiç kimse geçmişteki yanlış politikaları nedeniyle iktidarın yıpranmadığını söyleyemez. Bizatihi Reis kendi kadrosunda bile metal yorgunluğu deyip ( aslında büyük bir gayretle FETÖ’cüleri tasfiye etmeye çalışırken)sizce bir nevi bu yıpranmayı ifade etmiş olmuyor mu?
Siyaseti meselelerin çözümünde en önemli etmen olarak gören kardeşlerim şu gerçeği gözardı etmeyin; doğrunun ideolojisi olmaz, doğru bir tanedir. Bizler nihayet yaşanmışlıkların faturası karşılığında hayatlarımızı geçirmiyor muyuz, tüketmiyor muyuz?
İktidar yerel seçimlerdeki kayıplarşa bir muhasebeye henüz varmış değil.
İktidarın önemli isimleri yol ayrımlarına girdiler.
Artık İslami ve milli değerlere haiz kitlelerin daha hassas olmaları gerekiyor.
Yeni bir tanımlanmaya ihtiyaç var. Denilmeli ki;
Bizler kodlarımızı mazimizden aldık.
Adalet, erdem, iyilik, güven ve ahlaki hususlarda altını dolduracağımız iddialara sahibiz. İlim, kültür, sanat, edebiyat ve ahlak yol haritamızın en belirgin çizgileridir.
Denilmeli ki;
- Dindarlıklarından dolayı kimse baskı görmeyecek, yine herkes ibadetini özgürce yapacaktır. Dinciliğe taviz vermeyeceğiz. Dinimizin suistimal edilmesinin önüne geçeceğiz. İmam Maturidinin, İmam Gazalinin, İmam Farabinin, İbn-i Rüsd'ün ve İbn-i Haldun'un işaret ettiği hususlarda Kurana ve Sünnete dayalı İslam anlayışı şiarımız olacaktır.
- Nüfusumuzun 25 milyonu 12 yaş altı çocuklarımızın varlığından ibarettir. Biz çocuklarımızı formal ve informal açıdan talim-terbiye ve eğitime odaklayacağız. Çocuk edebiyatının, çizgi film ve internet dünyasının, oyun ve oyuncaklarının millileşmesine önem vereceğiz. Çocuklarımızı yabancılaşmanın ve kültürel yozlaşmanın etkilerinden uzak tutacağız. Ensest, deizm, gayri ahlaki oluşumlar, lgbt ve bilumum bağımlılıklar ile uyuşturucunun tehlikelerine karşı gereken önlemleri alacağız. Özellikle aile müessesesinin dinamiklerinin zinde kalması için var gücümüzle çalışacağız.
- Belediyelerde, kamuda çalışanlar mağdur edilmeyecek, bilakis sahip çıkılacak ve durumları daha da iyileştirilecektir. Özellikle kibirli yöneticilerden, haramzadelerden bu kurumlar ayıklanacaktır. Kul Hakkı'nı gözetmek en temel ilkemiz olacaktır.
- Yoksul ve kimsesizlere her zaman sahip çıkılacaktır.Milli ve yerli ekonomik çalışmalarımızla insanlarımızı faiz illetinden uzak tutacağız. Kumar, içki,zina, faiz gibi toplumu çürüten konularda teyakkuz halinde olacağız.
- Şehitlerin emaneti olan bu ülke, daha da muasır seviyelere, ileriye taşınacaktır. Belli zümrelerin menfeat kaynağı haline gelmiş yapılardan uzaklaşacağız.
- Bu ülkeyi ve fedakar halkı medeniyet yarışında kaldığı yerden ihya etmeye devam edeceğiz. Her bir ilimizi yerinde ihya etmek icraatımızın temel prensibidir zira nüfusun büyük şehirlerde birikmesi sosyal dokumuzda kapanmaz yaralar oluşturmuştur, bu göçü tersine çevireceğiz.
- Batı karışıklık ve kaos arzu etsede bununla iman gücüyle mücadele edilecek ve ülkemizin atisine uzanan kirli ellerin mahremlerimize uzanmasına asla izin verilmeyecektir. One Minute, Dünya 5'ten Büyüktür, Dindar ve Ahlaklı Nesil vurgularına yürekten katılıyoruz ancak bütün bu sözlerin lafta kalmaması gerektiğinin de altını çiziyoruz.
- Ülkemizde darbeye teşebbüs ve iştirak etmiş olan muhalif, kötü niyetli, işbirlikçi, müşrik, kafir, fasık, batı ajanı, gaflet-delalet-ihanet içinde bulunanlarla mücadeleye kararlılıkla devam edilecektir.
- Türkiye’nin zenginleşmesini, büyümesini, gelişmesini istemeyen şer güçlere karşı toplumsal birlik ve beraberlik içinde mücadele verilecektir. Bunun için halkın da eğitimi hususunda büyük rol oynayan TV’lerimizin yayın politikalarının bu milletin değerleriyle ters düşmemesine özen gösterilecektir. İnternet dünyası da akılcı ve ahlakçı bir değerlendirmeye tabi olacaktır.
- Güçlü bir iktidara karşı çıkanlara, halkı küçümseyenlere, halkın iradesini yok sayanlara karşı devlet-millet dayanışması sürdürülecektir. Milletimizin eğitimi için genel mana da bir okur-yazarlık kampanyası sürdürülecektir. Bu ülkede basılan kitapların %90 'ının tercüme eserler olduğu sözkonusuyken bu açmazın bertaraf edilmesi gerektiğini hassaten vurgulamak isterim. Kilise kafalı Müslümanlık sıkıntılı konularımızdan biridir, dinimizin özüne dönmesi konusunda gereken yapılacaktır.
- Dünyada yaşayan mazlum Müslüman halklara yardım etmek ülkemizin tarihi misyonu ve vicdani mesuliyetidir, harfiyen yerine getirilmeye devam edilecektir. Özellikle milli markalarımız olan Kızılay ve Yeşilay'ın çalışma alanları genişletilecektir.
- 15 Temmuz darbe girişiminin ortaya koyduğu gerçekler göz ardı edilmeyecek, içte ve dışta terörle mücadeleye devam edilecektir. Teröre sebebiyet ve mazeret eden hususlar gözden geçirilecektir. Ne oldu da bu milletin çocukları kendilerinin düşmanları oldular? Bunun cevabı da aranacaktır.
- İçeriden hainler, dışarıdan düşmanlarla kuşatmış, hakimi, savcısı, askeri, öğretmeni, yaveri FETÖ üyesi olmuş, koruma polisi suikastçi olmuş, stratejik ortak ve müttefik denilen ABD terörist PKK/PYD ile iş tutmuş, yıllarca kapısında beklenip içeri girmek için kırk takla atılan AB bizi arkadan vurmuş ancak bunlarla bizim ne işimiz var diyen olmamış.! Düşmanlığı tescilli batının kontrolündeki NATO’ya üyeliğimiz ise hala sürdürülmeye devam etmiş.! Tüm bunlar masaya yatırılacak ve hatalardan derhal dönülecektir.
-Sanal ekonominin saiklerine karşı duracağız. Reel ekonomi modeli baz alınacaktır. Türkiye'nin gerçekleri Tekstil, Turizm, Tarım, Teknoloji ve Taşımacılık üzerineyken üçkağıt ekonomisinden asla medet umulmayacaktır. Türkiye sevgisi moral ve motivasyonumuzun ana kaynağı olacaktır.
- Batılı sermaye sistemi; daha fazla kar için dünyayı savaşa, kana, açlığa ve geleceksizliğe mahkum etmekte iken bu durum ülke insanımızdada varoluş ve gelecek kaygısı meydana getirmiştir. Bu durumun ülkemizi etkilemesine izin verilmeyecek ve dik duruş politikalarına devam edilerek ülkemiz tüm dünyanın en güvenli limanı haline getirilecektir. Hatta dünyanın bir ucundaki Amerika sokaklarında yaşayan evsiz barksız milyorlarca insana bile şefkat elimizi uzatmak ilgi alanımız içerisindedir.
- Düşünce ve duygu coğrafyamuzın sınırları yoktur. Ülke insanımız ve tüm mazlum halkları kurtaracak olan bir siyasetin temsilcisiyiz. Ülkemiz ve bu coğrafya sahipsiz değildir, bundan hiçbir Müslüman kardeşimin endişesi olmasın. Değerlerimiz mukaddesatçılık üzerine inşa olunmuştur. Sosyal dengeler gözetilirken de devrimcilik kimliğimizdir. Bilimsellik ve akılcılık en belirgin özelliğimizdir. Dogmatizm, hurafe, her türlü gericilik ve cehalet ise her şartta mücadele etmemiz gereken düşman kavramlardır.
- Biz Rabbimize hesap veririz. Ondan başka hiç bir gücün ve sultanın önünde eğilmeyiz. Tam Bağımsız Müslüman bir Türkiye yolunda davamız mübarek olsun.
Yüce Mevlam bizleri mahcup etmesin, yar ve yardımcımız olsun.


GELECEĞİMİZ İÇİN
KÜLTÜR-SANAT STRATEJİLERİ
“KENDİ ÇOCUKLARINA KIYAN TOPLUMLAR,
KENDİ ÇOCUKLARINI İYİ YETİŞTİREN TOPLUMLARIN KÖLESİ OLURLAR!”
(Hacı Bayram-ı Veli)
“Bizim sevdamız, bu milletin selametini garanti altına almak,
ecdadın emanetini gelecek nesillere teslim etmektir.”
(Recep Tayyip Erdoğan)
2071 YOLUNDA...
“Batı Medeniyeti” yaşadığımız tarihin dönüm noktasında insanlık alemini, ürünü olan “Modernite” ile zulüm ve kargaşaya sürüklemiştir.
Bu durum öncelikli olarak hem İslam aleminin hem de insanlık aleminin yeniden “İslam Medeniyeti” ile yüzleşmesini gerektirmektedir.
“İslam Medeniyetini” yeniden ifa etmenin yolu, çocuklarımızı silbaştan kendi değerlerimiz ile yetiştirmekten geçmektedir.
Hem de dünyanın şu anki emperyal efendilerinin kullandığı dilden ve argümanlardan haberdar olarak.
Unutmayalım, küresel şehirler, küresel markalar artık dünyada devletler gibi siyasi aktör haline geliyor.
Kültür de siyaset ve ekonomi gibi stratejik unsur oluyor.
Kimliğimiz için: İlim-kültür-sanat-edebiyat ve ahlak normlarımız bizden olmalıdır, bize dönük olmalıdır.
***
Ülke kalkınmasında “Gerçekten Milli Eğitim” in önemi
Eğitim; siyasal ve demokratik toplum bilincini geliştirme, karmaşık sorunların anlaşılmasını sağlama, teknolojik ilerlemeye yardımcı olma ve kültürel yetenekleri keşfetme gibi çok yönlü etkilere sahiptir.
Değişen ekonominin ihtiyaçlarına daha uygun nitelikli işgücünün, yaratıcı düşünce ve ileri tekniklerin gelişmesine katkıda bulunarak sosyal uyum, ekonomik büyümenin sürmesi ve değişim, için önemli temelleri de hazırlar.
Bu nedenlerle eğitime yatırım yapma düşüncesi sosyo-ekonomik ve politik gelişmenin sağlanması bakımından önemlidir.
Günümüzde ülkelerin kalkınmışlık düzeyleri, milli gelir miktarı yanında; eğitim, sosyal, kültürel ve politik durumları ile de ölçülmektedir. İktisadi gelişme kişi başına düşen mal ve hizmet birimleriyle ifade edilebildiği gibi, kişi başına düşen eğitim ve sağlık harcamaları da gelişmişliğin önemli ölçüleri arasındadır. Bunlara paralel olarak, okur yazarlık ve okullaşma oranı, ortalama yaşam süresi gibi değerler de bir ülkenin gelişmişlik düzeyinin bir göstergesidir.
Bütün bunlar kalkınmanın merkezine insanı yerleştirmektedir. İnsanın düşüncesi, yetenekleri, eğitim düzeyi ile oluşan ekonomik ve kültürel ortam yenilik ve yaratıcılığı gerçekleştirerek üretim sürecinin girdisi olarak ekonomiye katkı sağlamaktadır.
“İnsana yatırım” esasen üç alanı kapsamaktadır. Bunlar, “eğitim, sağlık ve beslenme”dir. Bu üç alana yapılan harcamaların dengeli bir şekilde gerçekleştirilmesi durumunda insan kaynağından gerektiği şekilde yararlanmak mümkün olabilmektedir. Ancak, şunu da unutmamak gerekir ki, insana yatırımın temelini eğitim harcamaları oluşturmaktadır. Eğitim yatırımları sadece az gelişmiş ülkeler yönünden değil, aynı zamanda ileri sanayii ülkeleri yönünden de üzerinde önemle durulan bir konudur.
Bir ülkenin kalkınması, o ülke halkının gelişmesine sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanları geliştirmek, onlara kalkınmaya uygun davranışlar kazandırmak da ancak eğitimle olur. Kalkınma, davranışların rasyonelleşmesini gerektirir. Rasyonel davranışlar, ancak kafalarda devrim yapılması ile sağlanır. Bunun içinde gelişmeye açık kafalar gerekir. Gelişmeye açık kafalar oluşturmanın yolu da eğitim anlayışını tamamen yerli ve milli tavırlı oluşturmaktan geçer.
Kaba gözlemlerle bile bugün, dünyamızda eğitim düzeyi yüksek olup da geri kalmış bir toplum gösterilemeyeceği gibi, eğitim düzeyi dü7
şük olup da sanayileşmiş, kalkınmış bir toplumda gösterilemez.
Kişi başına düşen milli gelirin ve diğer ekonomik göstergelerin artışı olarak tanımlanan ekonomik büyümeyle, geleneksel-tarımsal toplumdan geçiş toplumuna, sonra da sanayileşmiş çağdaş topluma geçiş olarak tanımlanan toplumsal değişmeyle ve demokratlaşma olarak tanımlanan siyasal gelişme süreçleriyle, toplumların eğitim düzeyi arasında vazgeçilmez ilişkiler olduğunu göz ardı da edemeyiz.
Toplum bireylerinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan ve toplumsal açık bir sistem olan eğitim kurumu, ülkenin eğitilmiş nitelikli insan gücünü hazırlayan bir araçtır; hem bireyin hem de toplumun refah ve mutluluğunun sağlanmasında önemli bir yere sahiptir. Son yıllarda ülkelerin kalkınmışlık düzeyleri ifade edilirken, kişi başına düşen milli gelir yanında, ülkelerin sahip olduğu insan gücü oranları da önemli bir gösterge olarak dikkate alınmaya başlanmıştır. Eğitimin kalkınmanın en etkili araçlarından biri olarak görülmesi nedeniyle, en değerli yatırımın insan kaynaklarına yapılan yatırım olduğu fikri de artık geniş ölçüde kabul görmektedir.
Üretim tekniklerinde yaşanan hızlı değişim, eğitime daha fazla önem verme, bilgiye ve gelişmeye daha fazla yatırım yapma ihtiyacını ön plana çıkarmıştır. Rekabette üstünlüğü elde etmenin ve kalkınmada başarının temeli olarak kabul edilen “insan kaynağı” kavramının altındaki gerçek, onun etkili ve verimli kullanılmasında yatmaktadır. Örgütler; varlıklarını sürdürmek, yoğun rekabet ortamında başarılı olabilmek ve sürekli değişime ayak uydurabilmek amacıyla bireyin, eğitimine daha çok önem vermeye başlamışlardır. Eğitimin, bireysel gelişmeyi sağladığı gibi, daha geniş anlamda toplumsal ekonomik ve sosyal kalkınmayı da sağladığı söylenebilir.
Ekonomik büyüme ve insani kalkınma arasındaki ilişkilerin karşılıklı olduğu yani insani kalkınmanın işgücü verimliliğini artırarak ekonomik büyümeyi hızlandırdığı, ekonomik büyümenin de gelir artışı yoluyla sağlık, eğitim, sosyal harcamaları artırarak insani kalkınmayı yüksek düzeylere taşıdığını da vurgulamak gerekir.
SALT EKONOMİ YA DA SİYASİ MERKEZLİ KISIR TARTIŞMALARA ODAKLANAN TOPLUMLAR İSE ASLA SANAT ÜRETEMEZLER. SANAT ÜRETEMEYEN BİR TOPLUM İSE ZATEN “YOK TOPLUM”DUR!
Özelinde ülkemizin siyasi ve sosyal yapılanması belediyelerimize büyük sorumluluklar yüklemektedir.
Sosyal belediyecilik anlayışında bir algı değişikliği yaparak bizler de önce “çocuk ve gençlik” diyerek kentsel dönüşümler kadar, zihinsel ve kültürel dönüşümde milli irade seyrinde eylemleri hedeflemeliyiz.
Popilist yaklaşımlar işi cıvıklığa kadar, oradan da sufliliğe kadar götürür.
2071 yakın geleceğimiz! “Yeniden Büyük Türkiye” hedefinde, liderimizin açtığı yolda sadakatle ve kararlılıkla yürürken yalnızca şehrin maddi yönünün (binalar-yollar vb) değil, şehrin insanlarının da yanında yer aldığımızı göstermek için ulusal bir tavır sergiliyor, “2071 yolunda çocuk ve gençlik açılımı”nı bir seferberlik ile Türk Kamuoyunun takdirlerine arz ediyoruz.
GELECEĞİMİZ İÇİN
KÜLTÜR-SANAT STRATEJİLERİ OLUŞTURMALIYIZ!
Günümüzün modern dünyası “Medeniyetler Çatışması” adı altında yeniden dizayn edilirken, bizler yani İslam Medeniyetinin müdavimleri gelişmişlik ve insani değerler açısından hayatı ıskalamamızın ceremesini çekmekteyiz. Adeta bir “varolma” savaşının tam içindeyiz. Sıcak savaşlardan öteye “kültürel kuşatılmışlığımız” hayatın her alanında bu yoksunluğumuzu bütün zerrelerimize kadar hissettirmektedir. Bir “ezik psikolojisi” ise bütün İslam alemini etkisi altına almıştır. İnsanca ve müslümanca yaşayıp, evlatlarımıza müreffeh bir hayat alanı oluşturmakta çareyi batı medeniyetini ve onların ürünlerini sorgusuzca ithal etmekte bulmaktayız.
NE?
Batı kültürünün hegoman olmasının sebebini “disiplinler arası” irtibatta görmek gerekir. Bir bütünü oluşturan parçaların birbirleri ile “illiyet bağıntısı” rasyonelliğinde. Algı yaratma becerisinde. Aynı zamanda sonucun tezahüründe oluşturdukları “kültür ekonomisi” kavramında.
“Yedi yaşına kadar çocuklarınızı bize verin, sonrasında sizin olsun!” der sömürgeci Cizvit papazları.
Batı “insanı” aynı zamanda ticari-kültürel-siyasi bir obje olarak değerlendirip uzun süreli bir yatırım aracı olarak görmektedir. Her bir hamlesinde üzerinde çokça çalışılmış program ve projeler barındırmaktadır. Hiç bir şeyi boşluğa bırakmaz. Bir mühendis titizliğinde bütün kurumlarının ortak hedef ve paydasında tutar.
NEDEN?
İnsanın bireysel ve toplumsal gereksinimlerini dünyadaki kısıtlı kaynaklarla giderebilmenin yolunu formülüze etmek gerekir. Hayatta tesadüfe yer yoktur. Dolayısı ile “strateji” gerektirir bu uğurda oluşan düşüncenin hayatiyet bulması. Batının “kirli geçmişi” reform ve rönasans hareketleriyle “yeni dünya algısı” oluşturmuş ve “hakimiyet” esaslı organizasyonlara dönüşmüştür. Düşünce-fikir ve sanat akımları bu konuda önemli roller üstlenmiştir.
NİÇİN?
Dinsel güdüler başta olmak üzere insanoğlunun yeryüzündeki serüveni “üstünlük” kavramı üzerine yoğunlaşmıştır. İslam coğrafyasının Endülüs olup Avrupa’nın uçlarına kadar genişlemesi “İlay-ı Kelimetullah” inancı üzerinden gerçekleşirken Hristiyan aleminin yeryüzündeki varlığı dip manada “Armegedon” akaidi üzerinden şekillenmiştir. Özde “helal-haram” sınırları insanların gündelik ihtiyaçlarının sınırını çizmiştir. Ancak sosyal ve siyasi olayların tezahürü insanların tekamüllerinde adını “tarih” dediğimiz hesaplaşmaktan asla geri durulmayacak dede mirası bir insanlık geçmişi ile karşılar.
Tarih-doğa-toplum ve ego insan dediğimiz varlığa kendi spesifik rengini verir. Kavim, millet, ulus gibi ortak reflekslere sahip insan kümelenmelerini peydah eder.
NASIL?
Kendi özelliklerini geliştiren toplumlar diğer insan toplulukları ile de iletişime geçmek durumundadırlar. Bu iletişim şekilleri savaşta dahil olmak üzere kendi dilini geliştirir. Ticari, kültürel, siyasi ilişkiler ortak menfaatlar düzeyinde savaş ve barış ortamlarını tesis eder ki; bütün insanlık tarihi aynı zamanda “çatışma” tarihidir.
Sürekli teyakkuz halinde bulunmak toplumların varoluş endeksidir. Her an şartlar değişebilir. Bunun en temel noktasıda “milli benlik” duygusunun körelmemesidir. Bu duyguyu yitiren toplumlar, tarihin vazgeçilmez mezarlığında kendilerine yer ayırmalıdırlar.
NE ZAMAN!
Tabi ki de şimdi! Ya da şimdi değilse ne zaman? Üşenme, erteleme, vazgeçme başarısızlığın kilometre taşlarıdır. Mazeret bulma ise vasıtası.
İlim-kültür-sanat-edebiyat üretmek zorundayız. Çocuklarımızı kendi kültürel kodlarımızla “biz” gibi yetiştirmeliyiz. Yabancılaşan çocuklar yabancılaşan toplum demektir. Elbette evrensel/baskın kültür gerçeğini görmezden gelemeyiz. Yeni yol ve yöntemlerle çocuklarımızı kendi değerlerimize göre formatlamak durumundayız.Global/fareli köyün kavalcısı çocuklarımızı çaldığı büyülü nağmelerle...filmlerle, bilgisayar oyunlarıyla, markalarıyla; alıp bizden uzaklaştırmadan.
KİM?
Biz! Biz, Türkiye’de siyasal erkin muktedir gücü...yani iktidarı elinde tutan en büyük sivil toplum kuruluşu.
Eğitimde informal eğitime ibre yönelterek...
Kültürde milli ve insani değerleri gözeterek...
YOL ve YÖNTEM
Misal, belediyeler. Misal, İstanbul!
Ortak projelerle.
Gezi olayları gösterdi ki sosyal algı oluşturacak kanaat önderi nev’inde sanatçılar yetiştirememişiz.
Şunca yılda bütçeleri çar-çur etmişiz; tabelavari işlerle...
Doğru sorgulamalar yapmalıyız; biz nerede hata yaptık? İslam coğrafyasının genel hastalığı “yabancı kültür istilası” son olaylarda gerçekliğin çıplaklığı ve mahcubiyetinde bıraktı bizi. Bütün yükümlülüklerimizi tek başına gösterdiği mücadelede“lider”imize bırakmanın ayıbıyla!
(Ayrıntılı olarak bütün proje dosyamız ve yol haritamız hazırdır. Muhatap bulduğumuz taktirde paylaşmaya hazırız.)
KÜLTÜREL DÖNÜŞÜM
Zihinsel ve kültürel dönüşüm projelerine olan ihtiyacımız geleceğimiz adına aciliyet kesbetmektedir.
SONUÇ
Ahlak ve maneviyat yoksunluğumuz sosyal dokumuzu parçalamakta. Bu yoksunluk bütün şer şebekelerinin milletimizin bekasını yok etmeye dair iştahlarını kabartmaktadır. Uyuşturucu, fuhuş, alkol, şiddet oluşumları (buna terör dahil),kumar gibi pisliklerini yüzlerine bakmaya kıyamadığımız evlatlarımıza modernite kılıfı altında larvalarını bırakmaktadırlar. Dindar ve ahlaklı genç ütopyamız ham hayal pozisyon almıştır.
Bu toplumun lügatinde olmayan ensest, homo, lezbiyen gibi çirkef tabirler adeta gündelik hayatın bir parçası olmaktadır.
FASİT UYGULAMALAR
Son gezi olayları göstermiştir ki sanat ve sanatsal faaliyetler ve özellikle de sanatçılar Türkiye siyasetinin belirleyici unsurlarıdır.
Coğrafyamızın “milli” nitelikli sanatçılarının yetersizliği bu olaylarla gün ışığına çıkmış ve eksikliğini hissettirmiştir.
Belediyelerimizin artık kültür sanat bütçelerini çarçur etmeksizin “ortak” proje ve hedeflerle birlikte hareket etmeleri sonucu da kaçınılmazdır.
Yaldızlı kültür sanat merkezleri oluşturmak kadar içeriğinin de doldurulması elzemdir.
Yetersizliğimiz öyle barizdir ki bütçelerin dağılımında MECBURİYETTEN “karşıt” fikirlere ve ekiplere kaynak aktarımı yapılmaktadır.
Kültür sanattan anladığımız ise; müsamere kabilinden tiyatro oyunları, konserler, cılız söyleşi programları...ya da kültürel açıdan dezenfarmasyona tabii kitap dağılımları... Önemli gün ve haftalara yönelik beylik organizasyonlar!
Bilgi evlerinde formal eğitim hastalığı...
Temel hususlarıyla genel sorunlarımızı özetler isek;
PROJESİZLİK
Geleceği kapsayan ve kuşatan projeler yerine “popilist” yaklaşımlar önplana alınmaktadır. Başkanların “şöhret” tarzlı yaklaşımları maalesef bu popilizmin temel nedenidir. “Risk” alacak, yenilikçi projeler gözardı edilmektedir. Matbaa endeksli projeler tercih edilmektedir.
VİZYONSUZLUK
“Korkak” ve “ürkek” politikalarla gelecek belirlenemez. Kendi liderinin dik duruşundan örnek almayan anlayış ile de geleceğe ulaşılmaz. 600 küsur belediyemizin kültür merkezinin ve bütçesinin gücünün etkisi toplam bir BKM etmemektedir. Sanatçı yetiştirme gibi bir anlayıştan uzaktırlar yöneticilerimiz. Dolayısı ile de henüz sanatın ve kültürün tanımından da uzaktırlar. Ve önemini de kavramış değillerdir.
Mutlak manada yetersizlik atfetmek istemeyiz belediyelerimizin bu konudaki çabalarına ve çalışmalarına. Bu haksızlık olur. Ancak zaman geçtikçe kalıcı çalışmalar üretemediğimiz gerçeğini de gözardı edemeyiz.
KADROSUZLUK
Geçmişinde edebiyat öğretmenliği yapmışların, yalnızca bu kriterle “kültür müdürü” olmaya namzet isimlerin uğrak yeri; kültür-sanat koltuğu!
Kültürden sorumlu başkan yardımcılarının durumu daha da içler acısı. Entellektüelite alabildiğine zayıf...
Kesinlikle parti yönetiminde oluşturulacak bir sanatsal kurul ile koordinasyon sağlanmalıdır. Özellikle çalışmaların enaniyete olan yatkınlığı bu konuda görev alan yöneticilerimizi olumsuz yönde etkilemiştir. Kültür sanat faaliyetlerinin atmosferi ülkenin seküler ahlakıyla birlikte yani gayrimeşruluğa olan yatkınlığı “imtihan” boyutuyla da çetin bir cevaba zorlamaktadır bizleri.
***

 ÜRETEN BELEDIYECILIKTEN YANA OLALIM ARTIK.
1994' ten beridir Dünya İktisat Kuramında "Kültür Ekonomisi" kavramı tüm detaylarıyla hayatiyet bulmaktadır.
Özellikle "Markalaşma" kavramı katma değer ifadesiyle hem kitleleri aidiyet duygusuna sokmakta hem de benzer ürünlere karşı rekabette büyük bir avantaj sağlamaktadır.
Dijitalleşen dünyada bu olgu tüm kavramlara ayrıca sirayet etmiştir.
Özellikle çocuklar ve gençler üzerinden yapılmaktadır bu çalışmalar. Yani markalaşma aynen eğitim ve öğrenim gibi çocukluktan başlamaktadır.
Eğitim, çevre ve sağlık at başı giden ve bütün insanlığı ilgilendiren temel konulardır.
Öncelikli olarak çocuk ve gençlik bazlı çalışmalara odaklanmamız gerektiğini düşünüyorum.
Bunun için de 5 basamaklı bir yol takip etmeliyiz.
İlim, kültür, sanat, edebiyat ve ahlak konusunda kararlar almalıyız. Eğitim anlayışımız için "ideal insan'ı" hedef alan çalışmalara imza atmak durumundayız. Bu ise "merhametli bir neslin" hedeflenmesiyle mümkün olacaktır.
Konu başlıklarıyla ifade etmek gerekirse program ve projelerimizi şöyle özetleyebiliriz:
1. Çocuk ve gençlik edebiyatına yönelik çalışmalar yapmalıyız.
Ninniden tutun her yaş grubuna yönelik okuma parçalarına kadar üretim seferberliğine kalkışmalıyız. Bunun için okullarımızı harekete geçirmeliyiz. Hem okuma hem de yazma seferberliği yol haritamız olacaktır.
İlçemiz sınırları içerisinde yer alan sanatçılar ortak projelerde bir araya getirilmelidir.
Sanatçıların eserlerini ortaya koymaları için onlara fiziki şartlar ayarlanarak bir SANAT ÜRETİM EVİ tesis olunacaktır.
2. İlçemiz sınırları içerisinde yer alan tekstil firmaları ile entegrasyon yaparak ortak bir marka üretimine geçilmelidir.
Ev hanımları organize edilecek özellikle MİLLİ OYUNCAK üretimiyle ilgili bir çalışma başlatılacaktır.
3. Bir kültür merkezimiz sanat üreten ve oradan para kazanan hale dönüştürülecektir. Beşiktaş Kültür Merkezi model olarak alınacaktır.
4. Çağdaş sanatlardan olan Çizgi Roman okulu açılacaktır. Çizgi film üretimi için gerekli altyapı oluşturulacaktır.
5. Milli sinema-dizi film için stüdyo ve yapım ekibi tesis olunacaktır.
6. Bütün ilçe bir marka üzerinden çalışmalar yapacaktır. Detayları bilahere açıklarız.
7. Şehrin estetiği için gerekli önlemler alınacaktır. Özellikle tabelalar ve görüntü kirliliğinin önüne geçilecektir.
8. Kültür sanat konularında para harcamak yerine para kazanmak üzerine projeler yapılacak, istihdam hedeflenecektir.
9. Reis'in işaret ettiği minvalle "kazan-kazan" prensibi esas alınacaktır.
10. "Milli ve Yerli" olmak kaydıyla her türlü projenin destekçisi olacağız.
11. İlçemiz sınırları içerisinde Türkçe öncelikli olarak korunacaktır. "Din-Dil-Dün" bilgisi ve kültürü gözetilecektir.
12. Kardeş şehirlerle ortak ticari-kültürel-sosyal çalışmalar yapılacaktır.
Kısaca konu başlıklarıyla arzetmeye çalıştığımız bu konuların büyük önem taşıdıklarını da ayrıca belirtmek isterim.


EĞİTSEL ARAÇ OLARAK ÇİZGİROMANIN ÖNEMİ
İçinde bulunduğumuz çağda görselliğin, özellikle de medya yoluyla günlük yaşamı kuşatan bir hakimiyeti söz konusudur. Bunun etkileri eğitime de yansımakta, görsel araç-gereçlerin derslerde kullanımı öğrenmenin ve dersin başarısını belirlemektedir. Eğitim uygulamalarındaki yeni yaklaşımlar, çoklu öğrenme ortamlarını zorunlu
kılmaktadır. Yalnızca ders kitaplarına dayanan öğrenme ortamları, derslerin tekdüze hale gelmesi tehlikesini barındırdığı gibi, öğrencilerin bireysel ihtiyaçlarının karşılanmasına da katkıda bulunmamaktadır. Çizgi roman, metinle resmi iç içe geçirerek bütünlüklü bir anlatı haline getiren görsel bir medya aracı olduğundan – özellikle metin unsurunu da içinde barındırdığı ve bu yönüyle okuma anlama becerisine de seslendiği için – Türkçe derslerinde ders malzemesi olarak kullanılmaya son derece uygun araçlardır. Tıpkı diğer metin türleri gibi çizgi romanlar da, derslerde çok farklı biçimlerde kullanılarak öğrencileri kapsamada çeşitli olanaklar sunarlar. Bu çalışmada, çizgi romanın Türkçe derslerinde hangi yönleriyle kullanılabileceğine dair bir örnek sunulmaya çalışılacaktır.
Çizgi roman, bir olayı veya bir öyküyü anlatan bir resim dizisidir. Anlama, kavrama ve ifadelendirme konusunda etkin bir eğitim metodudur. Çizgiroman aynı zamanda sinemanın ilk evresidir; story-board’dır. Kültür ekonomisinin önemli mihenklerindendir. Özellikle internet dünyasında yer almak adına başlama evresidir.
Çevremizi kuşatan sayısız çeşitlilikteki görsel unsur, gündelik yaşamımızın ayrılmaz bir parçasını oluşturmakta ve adeta toplumun gelişimini belirlemektedir. Her geçen gün daha da gelişen medya çağında, sözlü kültürden görsel kültüre adeta bir “Görsel Milat” ile evrilme söz konusudur .
“Aynı anda birden fazla yerde bulunma” özelliklerinden dolayı resimlerin/görsellerin gündelik yaşam içerisinde öğrenme süreçlerine, bilgi edinme süreçlerine ve estetik alımlamaya katkıları giderek daha fazla önem kazanmaktadır.
Resimler/görseller özellikle de çocukların ve gençlerin alımlama alışkanlıklarında gözle görülür avantajlar sağlamaktadır. Çocuklar ve gençler, çizgi roman, televizyon, bilgisayar oyunları, videolar veya cep telefonları gibi çeşitli görsel medya araçlarıyla yetişkinlere göre daha fazla zaman geçiriyorlar. Böylece gerek sözlü, gerekse yazılı dillerine ve metin yapılarına yansıyan bir etki ortaya çıkmaktadır. Giderek daha fazla öğrencinin, bir metin oluştururken medya araçlarından edindikleri deneyimlerden yararlandıklarını ortaya koymaktadır. Çalışmalar göstermektedir ki belirli bir resim/görsel için öğrenciler tarafından oluşturulan metinlerde medya ile (örneğin belirli kişiler veya olaylar gibi) sıkı bağlar kurulduğu ortaya çıkmıştır. Bu bağlama erkek öğrencilerde, kız öğrencilere oranla iki kat daha fazla rastlanması, ayrı bir çalışmanın konusu niteliğindedir.
Çocukların ve gençlerin okul dışında akınlarca resime/görsele maruz kalmaları, görsel unsurlarla ve bunların anlamlarıyla ilgili eleştirel bir hesaplaşmayı gerekli kılmaktadır. Otomatikleşmiş ve mekanikleşmiş bir dünya algısının oluşmasını önlemek için öğrenciler, resimleri/görselleri anlamlandırmayı okulda öğrenmeli, böylelikle eleştirel bir medya okuryazarlığı yetisi kazanmalıdır. Görsel yazın, yani görsel iletileri anlamak, oluşturmak ve iletişim surecinde kullanmak, öğrenilmesi gereken bir süreçtir. Farklı biçimlerdeki resimler/görseller ve barındırdıkları olanaklar, derslerde bilinçli bir şekilde kullanılmalıdır. Burada kastedilen, resimlerin derslerde yoğun olarak ele alınması ve çözümlenmesidir. Bu sürece, betimleme, sıralama, yorumlama, eleştirel yansıtma, yargılama ve kendi kendine resim oluşturma gibi tutum ve davranışlar da dahildir. Böyle bir çalışma okullarda, özellikle de anadili olarak Türkçe derslerinde, görsel okur yazarlığın geliştirilmesine katkı olması ve görsel unsurların etkili ve amaca uygun bir şekilde kullanılması için gereklidir.
Burada Türkçe derslerinin, sözlü kültürün görsel kültüre evrilmesi olgusunu nasıl ve hangi araçlarla bir kazanıma dönüştürebileceği sorusu ortaya çıkmaktadır. Dahası, öğrencilerin görsel unsurlarla sorumluluk sahibi ve eleştirel bir ilişki kurabilmeleri yönünde Türkçe derslerinin hangi katkıları sunabileceği üzerine kafa yorulmalıdır.
Özellikle 21. yüzyılda diğer ilgi çekici medya ortamları (internet, bilgisayar, oyunları, tv gibi) arasında çizgi romanların okuma alışkanlığı yaratmadaki öncü rolü de hesaba katıldığında, metin turu olarak çizgi romanın eğitim öğretim faaliyetleri açısından önemi bir kat daha artmaktadır.
Bu anlatımımızda, çizgi roman türünün birçok kullanım biçimi arasından, eğitsel boyutuyla ilgili bir kullanım biçimi önerilmektedir. Çizgi romanın Türkçe derslerine ne tür katkılar sağlayabileceği, okuma ve bilgi edinme sürecini öğrenciler için daha zevkli bir sürece dönüştürmede nasıl kullanılabileceğine dair ifadelendirmelerimiz olacaktır.
Dünyadaki gelişimin bir benzeri olarak Türkiye’de de çizgi roman ilk olarak gülmece içerikli ve resimli çocuk dergilerinde, çizgi bant şeklinde görülmüştür. 1900’lerin başında fıkraların resimlendirilmesi gibi çizgi romana dahil edilmeyecek çizimler kullanılsa da gazetelerde çizgi roman sanatçılarına özel bir yer ayrılmamıştır.
Cumhuriyetin yeni kurulduğu bu dönemde dışarıdan gelecek her türlü ürüne kültürel yozlaşmaya yol açacağı düşüncesiyle sıcak bakılmamıştır . Türkiye’de çizgi romanın genel gelişimine bakıldığında çocuklar için üretimin çok az olduğu, genellikle yabancı kaynaklı çizgi romanların bu açığı kapattığı görülmektedir. Ancak, 60’lı ve 70’li yıllarda sosyo-politik gündemin de etkisiyle Türk çizgi romanı, üretim ve çeşitlilik konusunda oldukça zenginleşmiştir.
Yaklaşık yüz yıllık geçmişiyle oldukça yeni bir anlatı biçimi olan çizgi roman, dersler icin bir öğrenme materyali olarak sınırsız olanaklar sunmaktadır. Görsel malzeme olarak öğrencilere çok kısa sürede çok fazla bilgi aktarma özelliğine sahip olan çizgi roman, aynı zamanda eleştirel ve bilincli bir görsel okuma için zemin sağlar. Özellikle
okuma alışkanlığı ve okuma yetisi zayıf olan öğrenciler için daha pratik bir bilgi edinme aracıdır. Anlatı biçimi bakımından diğer yazınsal türlere oranla daha etkin bir anlatı biçimine sahip olan çizgi romanın ders aracı olarak kullanımı pragmatik acıdan son derece yalın ve basittir.
Statik, küçük ve tekil resim panellerinden oluşan çizgi romanlar hem özgün bir metin türü olarak edebiyat ile yakın ilişki içerisindedir, hem de grafik özelliklerinden dolayı görsel medyanın bir parçasıdır. Dünyada da sayısız örneği olan ve ülkemizde Shakespeare, Dostoyevski ve Kafka gibi klasik yazarlara ait edebiyat klasiklerinin çizgi roman haline getirilerek NTV yayınları tarafından seri halinde yayımlanan “Çizgi Roman Dünya Klasikleri “,
edebiyat ile çizgi romanın birleşmesine örnek olarak gösterilebilir.
Bu bağlamda çizgi romanın, kullanım biçimine göre yazınsal bir niteliğe de büründüğünü söylemek mümkündür.
Tekil resim panelleri, birbirine bağlı ve anlamlı bir anlatı ağı oluşturarak sayfa içerisinde uygun bir biçimde yerleştirilir. Resimler anlatımı, yazılı metinlere oranla daha açık hale getirmekte ve yoruma daha fazla yer vermektedir. Görsel algı daha kısa sürede, daha dolayımsız gerçekleşir ve doğrudan duygusal boyutta karşılığını bulur. Bir resimden diğerine geçişte doldurulması gereken boşluklar vardır: birinci resim biter, ikinci resim
başlar ama ikisinin arasında anlatım acısından anlamlı bir boşluk vardır. Burada söz konusu olan, okuyucunun çıkarsama yoluyla doldurması gereken anlatısal bir boşluktur. Resimler arasındaki bu tamamlama işlemi, yani paneller arasındaki anlatısal bağı kurma işlemi öğrencilerin kendi kendilerine tamamlamaları gereken bir
sürectir. Bunun yapılabilmesinin ön koşulu ise tıpkı yazınsal metinlerde olduğu gibi okurun ön bilgileri ve deneyim ufkudur. Çizgi roman okuyucusu, her bir kare için gerekli olan olayların gerçekleşme süresini kendisi belirler. Paneller, okura olaylar örgüsü içinden sadece belirli kesitleri sunar, okuyucu bu kesitler arasındaki boşlukları doldurarak kendi hayal gücünü ve birikimlerini de kullanarak olay örgüsünü tamamlar. Böylece her okur için farklı bir algılama ve alımlama boyutu söz konusudur.
Edebiyat eserlerinin çizgi roman tekniğine uyarlanması, giderek yaygınlaşan ve edebiyat çevrelerinde kabul gören bir yöntemdir. Aynı yöntemin, okullarda ders içeriklerinin çizgi roman tekniğinden yararlanılarak öğrencilere aktarılması surecinde de kullanılması mümkündür. Özellikle metinlerin ders materyali olarak başat rol oynadığı Türkçe ve edebiyat dersleri için, okuma becerisinin geliştirilmesi bağlamında çizgi roman tekniğinden yararlanılması, hem Türkçe ve edebiyat derslerini tek düze olmaktan çıkaracak, hem de öğrencilerin bireysel öğrenme ortamlarına farklı ve yenilikçi bir anlayışla katkıda bulunacaktır. Belirli bir olay örgüsü ve öğrencilerin kendilerini özdeşleştirebilecekleri farklı karakterler yaratılarak, dersin konusu işlenebilir, dersin kazanımlarını hedef alan bilgi böylelikle öğrenciler tarafından daha rahat anlaşılabilecektir.


Çizgi Romanın ve Çizgi Roman Tekniğinin Eğitsel Amaçları

Çizgi romanların derste kullanımının zengin görsel yapısı, heyecanlı, merak uyandıran kurgusu, kahramanların olumlu nitelikleriyle sempati/empati yaratmaları, öykülerin kısalığıyla çabuk sonuca ulaştırmaları ve okunmalarının, elde edilmelerinin kolaylıkları, ama öncelikle zevk için okunmalarından ötürü, okuma alışkanlığı üzerinde olumlu etkileri olduğunu belirtmektedir
Araç gereç çeşitliliği sağlamak için, konuyu daha ilginç hale getirmek için, karmaşık bağlantıları görselleştirmek için ve öğrencileri motive etmek için resimlerin ve resimli öyküler gibi görsellerin derslerde amaçlı bir şekilde kullanıldığı bilinmektedir. Bu bağlamda çizgi roman, resimlerin ve görsellerin yerine getirdiği işlevi, sürece metni de dahil ederek bir adım öteye taşımaktadır. Çizgi roman ne resim, ne de yazıdır. Resmin ya da yazının, bütünleyici olarak kullanılan diğer bir unsurla ilişkisi sonucunda ulaşılan bir sentezdir. Yani çizgi roman, birbirinden farklı iki temel unsurun (metin ve resim) kaynaşmasıyla oluşan bir anlatım biçimi, bir kurgu sanatıdır.
Çizgi roman, öğrencileri özellikle okuma eylemine teşvik etmek icin son derece uygun bir araçtır. Özellikle ülkemizde okuma alışkanlığı edinememenin bertaraf edilmesi adına önemli bir çözüm teklifidir. Ancak tek yanlı olan yabancı kaynaklı çizgi romanların kültürel yozlaşmada önemli bir misyon edindikleri gerçeğinide görmezden gelemeyiz. Her konuda olduğu gibi millileşmenin önemini bu konuda daha iyi anlayabiliyoruz. Hele ki ülkemizde basılan kitapların %90’ının tercüme eserlerden ibaret olduğunu düşünecek olursak… Bu konuda acilen çizgi roman sanatçıları yetiştirmeliyiz ki eserleri ortaya koyacak bizden sanatçılarımız olsun. (
www.cizgiromanokulu.org)
Bunun yanı sıra çizgi roman, konuşma ve yazma alıştırmaları için de birçok olanak sunmaktadır. Çizgi romanın vazgeçilmez unsurları olan konuşma ve düşünme balonları, boşluk doldurma alıştırmaları düşünüldüğünde, bir anda yararlı birer ders aracı haline dönüşmektedir. Panellerin (çizgi roman karelerinin) sırasının karıştırılmasıyla, öğrencilerin panelleri doğru sıraya göre dizme işlemi, okuma-anlamaya yönelik başka bir alıştırma örneği olarak gösterilebilir.
İlköğretim Türkçe derslerinde çizgi romanı bir metin turu olarak kullanmak mümkün olduğu gibi, çizgi roman tekniğinden yararlanılarak ders konularını çizgi romana uyarlamak da mümkündür. Yukarıda da belirtildiği gibi, çizgi roman bir metin türü olarak özellikle okuma, konuşma ve yazma beceri alanlarına yönelik çok işlevli bir ders aracı niteliğindedir. Dilbilgisi alanı düşünüldüğünde de, çizgi roman tekniğinin dilbilgisi konularını aktarmada öğretmen icin büyük olanaklar barındırdığını söylemek mümkündür. Böylelikle öğretim programında
belirtilen kazanımlara ve konulara bağlı kalınarak, öğrencilerin çoğu zaman anlamakta zorlandıkları dilbilgisi konularının aktarımı hem daha eğlenceli hem de daha yalın bir şekilde gerçekleşecektir.

BULGULAR
Çizgi roman, eğitim-öğretim faaliyetlerinin de ilgi alanına girmeye başlamıştır. Ancak Batı’da 70’ li yıllardan beri ders malzemesi olarak algılanmasına karşın çizgi romanın dil öğretimi derslerindeki kullanım olanakları ile ilgili kısıtlı sayıda kuramsal çalışma bulunmaktadır. Burada, çizgi romanın dil öğretimi dersleri için sunduğu olanaklara dair bazı yaklaşımların ortaya konulduğu az sayıdaki makale söz konusudur.
Ders aracı olarak çizgi romanın derslerde etkili bir biçimde kullanılabilmesi için öncelikle eğitim-öğretim bağlamının içerisine yerleştirilmesi gerekmektedir. Çizgi romanı, derslerde zaten kullanılmakta olan resim türlerinin arasına yerleştirilmelidir.. Bu acıdan bakıldığında çizgi roman, resim olarak, daha doğrusu resimli hikaye gibi de ele alınabilmekte ve “gerçek hayatta karşılaşılan nesne ve canlılarla doğrudan benzerlik gösteren” görsel araçlardan birini oluşturmaktadır. Öyleyse çizgi roman bir resim türü olarak ele alındığında, görsel okuma öğretimine dair ortaya konulan görüş ve kuramların, çizgi roman ile ilgili kuramsal yaklaşımlar ve eğitsel çözümlemeler geliştirmede yararlı veriler ve dayanaklar sunduğu söylenebilmektedir. Buradan yola çıkarak teklif te bulunmak istiyorum; Düşünsenize tarih derslerinin çizgi roman yöntemiyle çocuklarımıza aktarıldığını.
Çizgi romanlar işaret kodlarından oluştuğundan, sözlü ve görsel araçların arasına yerleştirilmeli ve bir “bileşik araç” olarak sınıflandırılmalıdır . Çizgi roman tekniğinin dil öğretiminde bir ders aracı olarak kullanılmasına olanak sağlayan özellik, sözlü ve görsel unsurların ortaklığının belirleyiciliğidir. Bu bağlamda dil öğretiminde çizgi romandan nasıl yararlanabileceğine dair bazı öneriler şu şekilde sıralanabilir:
1) Çizgi roman tekniği ile kelime dağarcığının geliştirilmesi
2) Konuşma balonları tamamlama
3) Çizgi roman aracılığıyla aktarılan olay, durum veya konu hakkında görüşlerini belirtme
4) Çizgi roman oluşturma veya tamamlama
5) Çizgi roman tekniğinden yararlanarak canlandırmalar yapma ve çizgi roman öyküleri oluşturma
6) Çizgi roman oluşturma (hem içerik hem de biçim olarak)
7) Okunan çizgi romanın sözlü veya yazılı olarak özetlenmesi
8) Aidiyet, algı ve bilgi yüklemlemesi yapılır.
Sekiz yıllık ilköğretim sürecinde Türkçe öğretiminden beklenen, öğrencinin okuma,dinleme/izleme, konuşma ve yazma becerilerini dilin kurallarına uygun olarak geliştirmesidir. Bir sonraki aşamayı oluşturan ortaöğretim ise Türkçe’nin imkanları çevçeresinde, tarihi süreçte oluşan edebi dilin gelişimini, özelliklerini ve ürünlerini öğretmeyi hedefler. Bu açıdan bakıldığında ilköğretimin 6, 7 ve 8. sınıfları bir geçiş dönemi özelliği gösterir. Öğrenci bu dönemde, 1ile 5. sınıflarda öğrendiklerini, seviyesine uygun Türk ve dünya edebiyatının seçkin örnekleriyle geliştirir ve kendi anlam dünyasını yapılandırmaya başlar. Bu sebeple 6-8. Sınıflar Türkçe Dersi Öğretim Programı, bu bütünlük ve devamlılık göz önünde bulundurularak hazırlanmaya çalışılmıştır.
Türkçe öğretimi; Dinleme/İzleme, Konuşma, Okuma, Yazma ve Dilbilgisi olmak üzere beş öğrenme alanından oluşmaktadır. Bu nedenle standart bir yıllık plan uygulanması mümkün değildir. Ancak Türkçe dersi öğretmenleri okutacakları metinlere göre yıllık plan yapmaktadırlar. Dilbilgisine yönelik kazanımlar ise sınıf seviyesine göre değişmekte olup bu kazanımların programda belirtilen sıraya göre verilmesi esastır. Bu çerçevede dilbilgisi kazanımlarının yıllık bir plan dahilinde verilmesi mümkündür.

SONUÇ
Medya (Hele ki sosyal medya) araçları ile ilgili yaratılan talepler, seçenekler ve bunların kullanımı son on yıl içerisinde büyük değişikliler göstermiştir. Günümüz toplumlarında iletişim büyük ölçüde görsel ve elektronik medya araçları yoluyla gerçekleşmektedir. Veriler, bilgiler, hikayeler ve eğlence programları sorunsuz bir şekilde her an her yerde erişilebilir durumdadır. Karmaşık iletişim yapılarının sürdürülebilirliği ve siyaset, ekonomi ve kültür alanlarındaki faaliyetlerin işlerliği için giderek daha yeni medya araçlarına gereksinim duyulmaktadır. Yeni
araçlar, iletileri özellikle resimler ve konuşulan dil yoluyla aktarmaktadır. Bu nedenle görsel araçlar çocuklar tarafından, yazılı araçlara, yani önce okurun kafasında kendi hayal gücü yardımıyla resimlere dönüştürülmesi gereken işaretlerle kodlanmış bir dile göre daha kolay anlaşılabilmektedir. (Hayal Fabrikası isimli projemize bakınız.)
Çizgi romanın eğitsel boyutunu ele alan ve çizgi romanın bir ders aracı olarak kullanılmasını öneren çalışmalar, daha çok sezgisel olarak geliştirilmiştir. Öğretmenlere, çizgi romanı derslerde kullanma konusunda yol gösterecek, onları teşvik edecek açıklıkta kavramlar ve yaklaşımlar bu zamana kadar ortaya konulmamıştır. Ta ki bizim Türkiye’nin ilk ve tek çizgi roman okulunu kuruncaya dek. Daha ileri aşamada, Türkce derslerinin öğretim amaçlarına uygun olarak hedeflenen kazanımların elde edilmesinde çizgi romanın seçimi için gerekli ölçütlerin de belirlenmesi gerekmektedir. Ki bu konuda da nacizane ortaya somut şeyler ortaya koyan yine biz olduk.
Ne yazık ki ülkemizde bizim dışımızda çizgi romanın eğitsel bir araca dönüştürülmesine dayanak oluşturacak ve bu konuda öğretmenlere yol gösterir nitelikte acık ve net bir yöntem önerisi koyacak kimse yoktur. Öğrencilerin çizgi romana karşı sergiledikleri acık tutum, çizgi romanın eğitim-öğretimde bir ders aracı olarak geliştirilmesi ve kullanılması icin önemli ve olumlu bir ön şartı yerine getirmektedir. Eğitim, gerçeklere odaklanmalıdır. Öğrencilerin çizgi roman ile kurdukları olumlu ilişki de bu gerçeğin bir parçasıdır.
MADEM KAPANASI OKULLAR AÇILDI;
ACİLEN MİLLİ ÇİZGİFİLM, MİLLİ EDEBİYAT, MİLLİ OYUNCAK!
FETÖ-METÖ DERKEN...PEKAKA-MEKAKA DERKEN...EKONOMİ-MEKONOMİ...DOLAR-BOŞALIR DERKEN!
GELECEĞİMİZİ ISKALAMAYALIM LÜTFEN!
GENÇLİĞİNİ İHMAL EDENLER GELECEKLERİNİ İMHA EDERLER. OKULLAR AÇILMIŞKEN ŞU GERÇEĞİ DE UNUTMAYALIM LÜTFEN!
Kadim Çinliler barış içinde yaşamaya karar verdiklerinde büyük Çin Seddi'ni inşaa ettiler. Yüksekliğinden dolayı hiç kimsenin tırmanamayacaklarını düşündüler.
Fakat inşasından sonraki 100 yılda Çinliler 3 misli fazla işgale uğradılar.
Düşman piyade sürülerinin hiçbir zaman duvara tırmanma yada duvara dahletmeye ihtiyaçları olmadı.Çünkü her zaman muhafızlara rüşvet verdiler ve kapılardan girdiler.
Bu Çinliler duvar inşa etmişlerdi fakat duvar muhafızlarının karakterlerini inşa edememişlerdi.
Neticede, insan karakterini inşa etmek başka her şeyin inşaasından önce gelir.
GENÇLERİMİZİN bu günkü ihtiyacı işte budur.
Bir oryantalistin dediği gibi; Eğer bir milletin medeniyetini tahrip etmek istiyorsanız 3 yol var;
1)-Aile yapısını tahrip edin.
2)-Eğitimini tahrip edin.
3)-Rol modellerini ve referanslarını küçümseyin(alçaltın.)
1)-Aileyi tahrip etmek için annenin rolünü küçümseyin ki o ev hanımı olmaktan utansın.
2)-Eğitimi tahrip etmek için;Hocalara önem vermeyeceksiniz ve cemiyetteki itibarlarını düşüreceksiniz ki talebeleri onu hakir görsün, küçümsesin.
3)-Rol modellerin (haysiyetini) küçültün. Alimlerin sinsice mahvına çalışın ta ki onlardan şüphe duyulsun, kimse onları dinlemesin yada takip etmesin...
Hele ki şuurlu anne kaybolduğunda, adanmış hocalar kaybolduğunda ve rol modeller itibarsızlaştırıldığında gençlere DEĞERLERİMİZİ KİM öğretecek? Batman mı, Süpermen mi?
UNUTMAYIN;
"KENDİ ÇOCUKLARINI İYİ YETİŞTİREN TOPLUMLAR KENDİ ÇOCUKLARINI KÖTÜ YETİŞTİREN TOPLUMLARIN EFENDİSİ OLURLAR!"
DÜŞMAN ARTIK TV KUMANDALARINDA, AVMLERDE, ÇOCUKLARIN KIYAFETLERİNDE...EVLERİMİZDE, ŞEHİRLERİMİZDE...
BEYNİMİZDE...GÖNLÜMÜZDE!
BAŞKACA 15 TEMMUZLAR OLMASIN DİYE UYANSANA TÜRKİYE!
ÇOCUKLARIMIZI KENDİ KAHRAMANLARIMIZLA, KENDİ ROL MODELLERİMİZLE BÜYÜTMENİN ZAMANI GELMEDİ Mİ?
Çocuk olmak biraz da hayal kurmak, masallar diyarında yaşamak demek değil midir? Belki de, yaşadığımız dünyayı kuranların bazı hayalleri gerçek olmadığı için hayatımız belki daha kolay, ama daha yavandır. .... Peter Pan "Hiçlik Ülkesinde", bense, Hayy Bin Yakzan! Hayber Kalesinde, Zümrüt-ü Anka, kanatlarında! Masalların olmadığı, bir dünyada, digital veletler, kurmaca kukla! Alem-i hayal, pür melal! ... Kötülerin kazanamaması iyiler için bir teselli olabilir. Ancak asıl olan iyilerin, ille de iyiliğin kazanmasıdır. Nedir iyilik? Yoksulu doyurmak, çıplağı giydirmek, üşüyeni ısıtmak, yolda kalana yol göstermek mi? Bütün bunlar elbette iyiliktir. Tıpkı, ağrıyı dindirmek, korkuyu gidermek gibi… İyilik yapmak kolaydır ama asıl olan iyiliği ayakta tutmak değil midir? İyilik yapmak sadece iyi adamların işi olmayabilir; ama kötüleri yenmek sadece kahramanların işidir. ... Binbir gecede, şehrazat teyze, portakal soymakta, soyup ta kabuğunu, baş ucuma koymakta! Keresteden pinokyo, yalan uydurmakta! ... Yuvarlak masada, Kral Arthur, ve şövalyeleri, kutsal tapınakta! Eyüp, hala sultan... ama gönüllerde! Kudüs; gözlerden ırak, hasrete hala yakın! Yakın yalan söyleyen tarihi, yaralıyım; bizatihi! ... Dört köşe konstantin! Veleddallin! Amin! Sinbad ve Alaaddin çoktan uyudular, sustular, sen de sus artık pegasus! ... Masal dünyasında Keloğlan ile Robin Hood’u ayıran şey, sadece farklı dillerde yazılmış olmalardır. Aslında her ikisi de aynı dünyanın farklı ülkelerinde aynı rüyayı gören çocuklara bir şey hatırlatır: Kötüler asla kazanamaz. ... şimdinin, endüstriyel kahramanları, sinema perdesinin, ar perdesinin yırtıldığı, sahteden adamlar! Çizgiden kahramanlar! ... 2071 yolunda!... ... Gün gelmiş, uzak diyarlardan bu topraklara kahramanlık yapmaya gelmiş olanların, daha fazla kahramanlık yapmalarını gerektirecek sebepleri kalmadığında, hepsi birer birer kendi yurtlarına geri dönmüşlerdir. Örümcek Adam Peter Parker New York’a, Süperman Clark Kent Metropolis’ e ya da Kripton’a, Kara şövalye Batman Bruce Wayne de Gotham’a geri dönmüşlerdir. Ben-Ten, Xman, Texas, Tommiks, Zagor, Asterix, Tenten, Red Kit, Tarzan, Hary Potter ve diğerleri... .... Çocukluk hayallerimizi de yanlarına alarak. Hepsinin görev süreleri bitmiştir bu topraklarda. Hem bu toprakların kendi kahramanı vardır artık! Kendi ninnilerimizle bebeklerimiz, annelerinin dizlerinde sallansın!
Bazen tersinden bakmak lazım olaylara ve dünyaya. Herkesin odaklandığı yerden uzaklaşmak...Aksini de düşünmek lazım bazen. 25 milyonluk nüfusu 12 yaşın altında olan Türkiye'nin buna ihtiyacı var çünkü. Bir an önce evlatlarını ihmal ederse geleceğini de imha edeceğinin farkına varmalı. Bunun için ilim, kültür, sanat, edebiyat ve ahlaki hususlarda doktrinler üretmeli, acil uygulamalara geçmeli. Gündemin içinde boğulmamak lazım yani. Bunun için başka bakış açıları geliştirmeliyiz hasılı.
Artık ters kutuplar bir araya gelmeli...Ciddi ciddi hem ülkenin hem dünyanın gidişatına yön vermek için.


SMURF: Sözlük tanımı şirin demektir.
Smurf kelimesinin açılımı,
"Socialist Men Under Red Flug"
Cümlenin anlamı "Kızıl Bayrak Altında Yaşayanlar"
Aynı şekilde Smurf; “socialist men under red father” yani "kırmızı baba altındaki sosyalist adamlar diye de bilinir.
Şirinler, Belçikalı çizer Peyo’nun ünlü eseri. 1958′de Peyo Cullifors tarafından çizgi roman olarak ortaya çıktı. 1981′de televizyonda gösterilen şirinler büyük ilgi gördü. Orjinal ismi “Schtrumpf” (İngilizce’de “Smurf”) olan şirinler 256 bölümden oluşuyor. Şirinler çizgi filminin yaratıcısı Peyo, sosyalisttir.. Şirinleri ortaya çıkardığı zaman iki kutuplu bir dünya vardı.. Bir tarafta ABD diğer tarafta SSCB.. sosyalist olan Peyo, yaptığı çizgi filmle bir mesaj vermek ve emperyalist Amerika’ya karsı bu yolla propaganda yapmak istemiştir..
Şirinler çizgi filmi yıllarca Komünizm propagandası yapmakla "suçlanmış" ve Amerika'da bir dönem gösterimi yasaklanmıştır.
Bunun nedeni; para olmadan komünal yani toplu bir yaşam sürmeleri, Şirin babanın Karl Marx' a benzemesi ve kızıl şapka giymesidir.Ama sadece kendisinde kırmızı şapka vardır. Yani kendisi lider diğerleri ise kıyafetleri aynı, renkleri aynı,görüntüleri aynı.
Aile kavramı kesinlikle yok, herkes kardeş(!)...
Tek tip insan modelini vurgulaması.
Ülkede para birimi yok. Şirinler değiş-tokuş ile ticaret yapıyorlar. Paylaşım var. Şirinler her şeylerini herkes ile paylaşıyorlar. Çok az özel eşya var. Bunun dışında her şey herkesin kolektif bir anlayış var. Her şirinin özel bir vazifesi ve yeteneği var ve bu yeteneğini toplumun faydası için kullanır. Ama her yetenekten bir tane var. İkinciye gerek yok.
Her şey kendi köylerinde üretiliyor. İhracat ve ithalata gerek yok. Kendi kendilerine yetiyorlar.
Şirin çileği tarlaları sadece bir şirine ait değildir. Bütün şirinler bu tarlada hak sahibidir.
Dünyaya kapalılardır.
Köy’de erkekler esastır. Bayan şirinler yoktur. Onlar sonradan icad edilmiştir. Şirine Gargamel tarafından yapılmıştır.
Şirineyi şirinleri esir almak için yapmıştır. Şirine cinselliği ile erkekleri altına almaya çalışan kadını temsil eder.
"Köyde bu kadar erkek varken neden bir tane kadın var?" sorusunun cevabını ise "Çünkü o tek başına mücadele veren dişi bir birey olarak feminizmi temsil ediyor" olması veriyor. Göğüsleri yoktur ve sarışındır. Yine tekrar tip insan modeli vurgusu var.
Çizgi filmdeki Şirinlerin düşmanı Gargamel papaz cübbesi giyer ve hristiyanlık dinini sembolize eder. Hatta bazılarına göre Gargamel aslında Amerika dır.
Gargamel çok çirkindir. Kapitalist olduğu için şirinleri yakalayıp sihirbazlık ile altın yapmak istemektedir. Kapitalizmin her şeyi altın yapma ve paraya dönüştürme çabasını temsil etmektedir.
Gargamel altın ve para düşkünüdür (kapitalizm) ve şirinleri yemek istemesi, misyonerlik gibi pek çok gizli unsurun bulundurduğu iddia edilmiştir.
Şirinler köyünde hiç ibadethane bulunmaz. Kural ve kutsal yoktur. Para kullanılmaz ama herkes kendine gerekli olan şeyleri bedava edinir.
Tembel şirin bile hiç bir iş yapmadığı halde bütün şirinlerle aynı standartlarda yaşamaktadır.
Bu karakter de herkesin bir tembellik hakkı olduğu ve bunun diğer insanlarla aynı standartlarda yaşamasına engel olmadığı yönünde bir değerlendirmenin ürünü. (Tembellik hakkı)
Gözlüklü şirin ise akıllıdır ve eleştiri yapar. Fakat bu özelliklerinden dolayı hiç sevilmez.
Sistemi sorguladığı ve sürekli diğerlerini her konuda bilgilendirdiği için Leon Troçki olarak yorumlanmıştır. Bu iddianın temeli de bir gün Şirin Baba'nın köyden ayrılmasını fırsat bilerek kendi krallığını ilan etmesi olarak yorumlanmaktadır.
Bir diğer iddia da Süslü Şirin karakterinin eşcinselliği temsil ettiğidir.
Güçlü Şirin, maço erkeğin sembolüdür.
Maçoluktan kasıt en ağır işleri yapmaktan çekinmeyen, hakkı yenen birisi olduğu zaman kavgada en önde giden, fazlasıyla erkeksi bireydir. Kolunda bulunan dövmesi de sırf bu kriterlerin güçlendirilmesi adına eklendiği belirtilmektedir.
Gargamel'in kedisi azman ise çizgi filmin orjinalinde Azrael(Azrail) olarak geçen Azman'ın güce tapan bir ülke olduğu yorumlanıyor. Bu durumda Gargamel Amerika olduğu için Azman'ın da Amerika'nın gücünden beslenen, daha pasif yandaş ülkeleri sembolize eder.
İtalyan araştırmacı Antonio Soro karakterlerin ve hikayenin arkasında bir Mason locası olduğunu söylüyor.
Şirin baba karakteri bu mason locasının Büyük Üstadı…Şirinlerin renklerinin de masonik bir yorumu var:
Mavi renk gnostik ekolde gizemli Tanrı’nın çocuklarını, beyaz renk ise saflığa özlemi, Şirin Babanın kırmızı külahı da ruhun ateşini simgeliyor.
Erkek şirin sayısının 99 olması masonluğun kademelerini temsil ediyor. Gargamel, loca dışında masonların sırlarını öğrenmeye çalışan, Şirine ise “ilahi uyumu” yıkan dişi öğe, olduğu söyleniyor.
Şimdi siz karar verin gördüğünüz her şey gördüğünüz müdür?

******
Sinema endüstrisi kitleleri kontrol altına almak amacı ile üretilen sanat dalıdır. Avrupa ve Amerika sanatın tüm dallarını insanları yönlendirmek ve onları etki altına alabilmek için sınırsızca kullanmıştır ve kullanmaya devam etmektedir.
Televizyon, aynı anda birçok kişiye mesajlarını iletebilen etkili bir verici, çok kullanılan bir kitle iletişim aracı(medya) dır.
Medya, yığınları etkileyen, bireylere model alma ve çevrelerinde olup bitenden haberdar olma olanağı sağlayan, toplumun çeşitli katmanlarına birlikte ve birbirinden ayrı bir biçimde hitap edebilen, iletiler gönderebilen bir araçtır.
Holywood film endüstrisi bu amaçla kurulmuştur.
Walt Disney gibi bir çok film şirketi de bunu takip etmiştir.
Ülkemiz bundan geri kalır mı?
O da çakma Yeşilçam ı kurmuş ve Anadolu değerlerinin ve kültürünün altına mayın döşemiştir.
Bugün yapılan sinema, tiyatro, dizi, çizgi film, müzik, sanal oyunlar ve tv programları ülkelerin inanç, değer, kültürlerini aynileştirerek tek tip toplum elde etme yolunda hızla ilerlemektedir.
Bunun neresi yanlış derseniz onlara göre çok da doğru bir yöntem. Gelin görün ki
az gelişmiş ülkeleri veya gelişmekte olan ülkeleri (bu tanımları kabul etmiyorum bunlar batı kaynaklı kavramdır, gelişmiş olma kıstası da onlara göre bilim ve teknolojidir. Kimin ne kadar gelişmesi tartışılabilir bir kavramdır.) emperyalist amaçları uğrunda bu ülkeleri asimile etme odaklı kullanmaktadır.
Çocuklarda düşünme becerileri, dil becerileri, matematik becerileri, el göz koordinasyonunu gerektiren diğer beceriler de teknolojik donanımlarla birlikte azalmaya başlamıştır.
Yani sinema sektörü senin çocuğunun 20 dakikadan fazla çizgi film izlediğinde beyninin felç olmasından çok daha önemli bir sorundur.
Birşeyler yapamaz mıyız peki?
Bireysel olarak evet, kurumsal olarak belki?
Çünkü bu kanser hücresi tüm vücudu sarmış durumdadır.
İlk darbeyi de televizyon izlemeyin, sinemaya gitmeyin, müzik dinlemeyin diyen alimlere gerici yobaz damgasını vurarak biz yaptık.
Baltanın sapı bizden idi...

Teletubbies namı değer Teletabiler
Ragdoll Productions'ın Anne Wood ve Andrew Davenport tarafından yapılan bu program 1990 lı yıllara damgasını vuran ve de bir nesli daha zehirlememize neden olan, İngiliz okul öncesi çocuk çizgi filmidir.
Teletabiler ilk olarak 1997’de BBC 2’de yayın yaptı. O zamandan beri 120 ülkede yayınlandı ve 45 dile çevrildi. Her bölümü en az 150 milyon kez izlenmiş o da Türkçe dublajlı olarak Türkiye de yayınlanan bölümleri…
Toplumları yönlendirmenin, ahlakını bozmanın, inançsızlığın propagandasını yapmanın en iyi yolunun televizyon ve sinema dünyası olduğunu hala bilmeyen varsa buradan tekrar ifade etmiş olalım.
Bunu da her geçen gün dehşetül vahşet derecesinde öğreniyoruz ne yazık ki.
.Adının anlamını yeni öğrenmiş olduğum ama adında bile meymenet olmayan bu çizgi film çocukları moronlaştırmak üzere özel kurgulanmış olması gerekir diye düşünüyordum ki araştırayım dedim ve benim gibi düşünen az değilmiş.
Moron:Zeka geriliğinin bir türüdür. IQ su 51-70 arasında olanların genel adı. 1910'da Henry Goddard tarafından adlandırılmıştır. Sözcük Yunanca Moros sözcüğünden gelmektedir. Moros; donuk, cansız anlamındadır. Kısaca bu gruba donuk zeka deniliyor dedikten sonra konuya dönüyorum.
Bu çizgi filmi bilimsel tezlerde inceleyenler bile olmuş. Ben de dilim döndüğü kadar bu şişko göbütlerin verdiği mesajları size anlatmaya çalışacağım.
Bazı kişilere göre bu çizgi film zihinsel engelli çocukların eğitimi için hazırlanmışmışş. Mış diyorum çünkü;
Adama sormazlar mı madem zihinsel engelli çocuklar için hazırlandı neden günün beşyüz saatinin her dakikasına denk gelecek şekilde normal çocukların izlediği televizyon kanalına konulup izlettiriliyor.
Bu göbütler grubunu oluşturan dört karakteri bulunmaktadır:
*Tinky Winky Teletubbies'lerin en büyük olanıdır ve mor renklidir ve kafasında bir üçgen anteni bulunur.Onun için her zaman yanında taşıdığı kırmızı çantası çok önemlidir ama erkek sesi kullanır. Canlandıran ise erkek bir oyuncudur.
*Dipsy ikinci Teletubby'dir. Onun anteni düz bir yeşil çubuktur ve şapkası önemlidir.
*Laa-Laa Üçüncü Teletubby'dir. O sarırenklidir ve kıvırcık anteni vardır Büyük bir plates topu vardır.
*Po dördüncü ve son Teletubby'dir. O göbütlerin en küçük ve en genç olanıdır, kırmızı renklidir ve sabun köpüğü üflemek için kullanılan sopa şeklinde bir anteni bulunur. Kaykayı vardır. Dikkat rengi kırmızıdır ve eğlenceyi temsil eder.
*Dördünün de kafasında taşıdıkları şekillerin ne anlama geldiğini tam olarak ne anlama geldiğini bulamasam da masum olduğunu da düşünmüyorum.
*Bir de evlere şenlik Noo-noo adında bir elektrikli süpürgesi var ki Teletubbies'in güya koruyucusu hem de temizlikçisidir. Uzun bir burnu vardır. Yerde kalan döküntüleri ve kırıkları burunu ile temizler. Onlar döker hizmetçi temizler.
*Bunlar, farklı ten renklerine sahip, aynı beden özellikleri gösteren, göbeklerinde ekran bulunan insanımsı varlıklardır. Burada bireylerde cinsiyet ayrımının gereksiz olduğu gösterilmektedir. Çünkü bu karakterler, herhangi bir cinsiyete dâhil edilememektedir.
Tinky Winky’nin erkek sesi var ama kırmızı bir “çanta” taşıyor olması bu mantıkla oluşturulmuş bir çizgi filmi izleyen çocuk kendi cinsiyetinin farkına varmakta zorlanacak, hangi toplumsal rolü benimseyeceğini bilememekten kaynaklanan problemleri yaşayacaktır.
Amerika da bazı muhafazakarlar özelikle mor renkli thinky nin hötöröf (eşcinsel) olduğunu iddia etmişler ve yayından kaldırılmasını istemişlerdir. Tabi ki dikkate alınmamışlar.
Çocuğun kendi bedensel varlığı ve ruhsal varlığını yaratılıştan gelen, olduğu gibi kabullenmesini engelleyen nedenler medyada çoğu yayınlarda yer almaktadır. Bu karakterler standartlaştırılmış tek tip insan modelinin tipleştirilmiş beden imajlarıdır.
Bu toplumsal rollerin de reddi anlamına gelir ki burada yine tek tipleştirme ve toplumsal cinsiyet konusuna vurgu yapılıyor.
Çocukların karakter seçiminde cinsiyetin büyük bir etkisi vardır. Kız çocukları kadın, erkek çocukları ise erkek karakterlerle özdeşleşmektedir. Bunun farkında olan bazı yapımcılar, çizgi filmlerde unisex (her iki cins için geçerli) karakterlere ağırlık vermektedir. Böylece çocuklar benimsedikleri rol modeller aracılığı ile kimlik ve kişilik sorunları yaşamaktadır.
Ülkemizde cinsiyet değişimi ile ilgili veriler henüz dışarıya yansıtılmıyor. Ama bu konularda patlama yaşandığını duyuyor ve görüyoruz.
*Dipsy nin kullandığı şapkanın rengi siyah değil, alacalıdır. Siyah renk Tele-Tabilerin neşeli hayatında kötü, mutsuz bir unsur olacağından bu renk tercih edilmemiş olmalıdır.
Burada asıl mesaj şapkanın büyü amaçlı kullanılmasıdır. Bunun anlamı “baş edemediğin ya da anlamlandıramadığın metafizik konuları büyü ile açıklayabilir ve başa çıkabilirsin” mesajı vermektedir.
Buradaki büyü unsuru bir yaratıcıyı yok sayma, anlamına da gelir. Başa çıkılamayan bir mesele olduğunda kendinden güçlü ve hiçbir şeye ihtiyacı olmayan bir varlığa sığınmakla değil, büyü ile çözülmek istenmektedir. Ateizmi vurgulamaktadır. Ayrıca iki lafın birinde bilimselliği vurgulayan zihniyetin büyüyü meşru göstermesi de ironiktir.
*Yedikleri yemek tek çeşit olması nedeni ile tek yönlü beslenmeyi teşvik ettiği için seyirciden büyük eleştiri almıştır. Araştırmada rastladığım seyirciden gelen tek eleştiri de bu oldu galiba.
*Yaşadıları mekan yayla gibi uçsuz bucaksız bir yerdir. Medeniyet sembolü şehir ortamı yoktur ancak ilginçtir ki her bir tele-tabide şehirlilerin kullandığı farklı bir araç vardır. sihirbaz şapkası, plates topu, kaykay el çantası. Göbeklerindeki ekran sayesinde dış dünya ile iletişim kurabilmektedirler.İhtiyaç hâlinde, topluma ulaşılabilecek teknoloji yanlarında bulundurulmalıdır.
*Yer altından çıkan mikrofonlu göz gibi teknolojik aletler ebeveynleri ve öğretmenleri temsil ediyormuş. Güya engelli evlatlarının hayatlarına yön veren anne, baba ya da öğretmenler olarak onlara verdikleri yönergeleri ifade etmekte imiş. Duyun da inanmayın kabilinden bir savunma bana göre bu.
*Yaşam tarzları, kişiler kendine uygun, kendine benzeyen küçük bir grupla gayet neşeli bir ömür sürebilir anlamına gelmektedir. Bu insanımsı varlıklar kendi küçük grupları ile mutludurlar ve toplumun diğer üyelerinden uzak durmayı tercih ederler Grup bunun için toplumdan kendini soyutlamalı, toplumun kurallarının geçerli olmadığı yeni bir dünya oluşturulmalıdır, mesajını vermektedir..
*Grubu oluşturan elemanların kadın ya da erkek olması önemli değildir. Toplu hareket edilir. Her şeyde beraber olunur, her zevk birlikte tadılır. Çizgi film boyunca hemen her yerde “sarılalım sıkı sıkı” ifadesi kullanılır. Bu cümlede masum bir kardeşlik var gibi görünse de ne yazık ki arka planda sapkın bir cinselliği vurgulamaktadır. Çünkü arada bir de göbeklerini birbirine vurarak selamlaşma seromonisi yapmaktadırlar.
*Çizgi filmdeki kaykay vazgeçilmez unsur oyuncak ise eğlenceyi ifade eder. Nerede olursan ol hangi durumda olursan ol eğlence vazgeçilmez unsurdur. Rahatlamak istiyorsan eğlenmelisin.
*İnsanı delirtene veya kelime anlamını yitirene kadar kullanılan replikler merhaba, güle güle sözcükleri 4 kişinin birbirlerine 4 er kere söylemeleri toplamda kaç oluyor bu galiba permütasyon, kombinasyon konusuna giriyor.
4 arkadaş birbirlerine en az 1 er kez merhaba 1 er kez güle güle 1 er kez iyi günler derse toplam kaç kez selamlaşmış olurlar? Bu işin içinden çıkabilirseniz çıkın. Matematiği iyi olan biri el atsın lütfen.
*Çizgi film de sürekli gösterilen güneş simgesi ise illlimunatinin sembollerindendir. İlluminati'nin kelime anlamı aydınlanma ve en büyük aydınlık kaynağı ise güneştir.Güneş sembollerde tek başına kullanılmaz burada da masumiyeti,yeniden doğuşu simgeleyen bebek yüzü ile birlikte kullanılmıştır.
Sabahtan akşama hatta yatana kadar kanepeye koltuğa mahkum ettiğimiz çocuklarımız ne kadar masum şeyler izliyorlar değil mi?