EN YAKIN ARKADAŞIM NASRETTİN HOCA
FEHMİ DEMİRBAĞ
Türk güldürü ve mizah tarihinde
önemli bir yere sahip olan Nasreddin Hoca'nın kim olduğunu çocuklarımıza
öğretmemiz gerekiyor. Çocuk edebiyatımız açısından çocuklarımıza aktarmamız
gereken bir halk kahramanı. Batının kahramanları gibi sanal değil, gerçek bir
kahraman. Nasrettin
Hoca´nın efsanevi bir kişi değil, on üçüncü asırda Anadolu Selçukluları
zamanında yaşamış salih bir müslüman olduğunu ortaya çıkarmıştır. Çünkü onun
nükteleri, bir insanın başından geçen gülünç hadiselerin ifadesi değil,
görünüşte güldürücü aslında ince hikmetleri dile getiren, düşündürücü
latifelerdir.
Nasreddin Hoca, toplumu her yönüyle çok iyi tanımış,
insanların aile, komşuluk, dostluk, ticari münasebetlerine ait cemiyette
gördüğü eksik yönleri düzeltmek ve nasihat etmek maksadıyla nüktelerle dile
getirmiş, düşünmeye, doğruya sevk etmiştir.
Nasreddin Hoca, insanlara doğru yolu gösteren,
iyilikleri bildiren ve kötülüklerden sakındıran bir kişiydi. Bu işi
yaparken kendisine has bir yol tutmuştur. Böylece hakkın anlatılması ve
cemiyetteki bozuk yönlerin düzeltilmesi için, meseleyi halkın anlayacağı bir
üslub ile dile getirmiştir. Latifeleri hikmet ve ibret doludur.
Fıkraları dilden dile dolaşmış, sonraları git-gide yayılmış ve
zamanla bir takım değişikliğe uğramıştır. Bu sebeple kendisine ait olmayan bazı
fıkralar ona mal edilerek anlatılmıştır. Yapılan ilmi çalışmalar, onun
ilim ve edeb sahibi bir veli olması, söz konusu sıradan basit fıkraları
söylemediğini açıkca göstermektedir.
Nasreddin Hoca kimdir sorusu birçok kişi tarafından
oldukça merak edilen ve internette en çok araştırılan isimler arasında yer
alıyor. Milyonlarca çocuğun zamanında hikayeleriyle büyüdüğü Nasreddin Hoca
hakkında birçok söylenti de yer alıyor. Nasreddin Hoca'nın gerçekten yaşayıp
yaşamadığı merak edilenler arasında yer alıyor. Peki, efsanevi kişi olarak
bilinen Nasreddin Hoca aslında
kimdir?
Çoğunlukla hazırcevap ve mizah
anlayışına haiz bir bilge olarak aksettirildiği hikâyelerle tanınan Nasreddin
Hoca'nın gerçek bir tarihî kişilik olduğuna dair bazı belgeler bulunmaktadır.
Bu belgelerden edinilen bilgilere göre 1208 yılında Hortu köyünde doğan
Nasreddin Hoca burada temel eğitimini aldıktan sonra Sivrihisar'da medresede
eğitim görmüş ve babasının ölümü üzerine döndüğü memleketinde köy imamlığı
görevini üstlenmiştir. Nasreddin Hoca, bir süre sonra dönemin tasavvufî düşünce
merkezlerinden Akşehir'e göç ederek Mahmûd-ı Hayrânî'nin dervişi olmuş, burada
mülki görevler üstlenmiştir. Aynı zamanda Akşehir çevresindeki yörelerde de
kısa süreli bulunduğu düşülen Nasreddin Hoca 1284'te yine Akşehir'de ölmüş ve oraya gömülmüştür. Nasreddin Hoca'nın adına
anlatılar hikâyeler etrafında gelişen efsanevi kişiliği ölümüyle aynı yüzyıl
içerisinde ortaya çıkmış olup kendisine addedilen anlatılar yüzyıllar
içerisinde onlarla ifade edilen sayılardan binlere kadar çıkmıştır. Günümüzde
bibliyografik bir değeri bulunan Nasreddin Hoca yazılı kültürünün bilinen en
eski anlatısına 1480 yılında telif edilen Saltuknâme'de rastlanmaktadır. Bu
eserlerden derlenen fıkralar, içerdiği mesajlar, özellikleri ve mitolojik
unsurlar gibi farklı bağlamlarda incelenmiş olup birçok ülkede eğitim-öğretimde
de kullanılmaktadır.
Yeni doğan bebeğin bebek bağının türbesine gömülmesi,
yeni evlilerin ilk olarak türbesini ziyaret etmesi gibi halk inanışlarında yer
edinen Nasreddin Hoca'ya dair hikâyeler Türk halklarının yanı sıra Araplar,
Bulgarlar, Çinliler, Farslar, Macarlar, Ruslar gibi farklı toplumlarda da yer
edinmiş olup Naara Suoks, Jiyrenşe Şeşen gibi yerel kahramanlarının anlatıları
ile iç içe geçmiş hâldedir. Coğrafi etkisine bağlı olarak sanat ve popüler
kültür alanlarında Nasreddin Hoca'ya dair çokça eser verilmiştir. Bunların
arasında 1775-1782 yılları arasında yazılan Nasreddin Hoca'nın Mansıbı bilinen
ilk oyun, 1939'da gösterime giren Nastradin Hoca i Hitar Petar bilinen ilk filmdir.
Ayrıca 1996 yılı UNESCO tarafından tüm dünyada Nasreddin Hoca Yılı olarak
kutlanmış olup günümüzde Nasreddin Hoca adına şenlikler, yarışmalar ve bilimsel
toplantılar düzenlenmektedir.
Babası Hortu köyü imamı Abdullah Efendi, annesi aynı köyden Sıdıka
Hatun'dur. Sivrihisar'da medrese öğrenimi gören Nasreddin, babasının
ölümü üzerine Hortu'ya dönerek köy imamı oldu. 1237'de Akşehir'e yerleşerek,
Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim'in derslerini dinledi, İslam
diniyle ilgili çalışmalarını sürdürdü. Bir söylentiye göre medresede ders
okuttu ve kadılık görevinde bulundu. Bu vazifelerinden dolayı kendisine
Nasuriddin Hâce adı verilmiş, sonradan bu ad Nasrettin Hoca biçimini almıştır.
Nasreddin Hoca'nın hayatıyla ilgili bilgiler, halkın
kendisine olan aşırı sevgisi yüzünden, söylentilerle karışmış, yer yer
olağanüstü nitelikler kazanmıştır. Bu söylentiler arasında, onun Selçuklu
sultanlarıyla tanıştığı, Mevlana ile yakınlık kurduğu, kendisinden en az yetmiş
yıl sonra yaşayan Timur'la konuştuğu, birkaç yerde birden göründüğü bile
vardır.
1284 yılında Akşehir’de vefat eden Nasreddin, mizahı ile
insanların yüzünü güldürmüştür. Genellikle eşeğin üzerine ters binmiş
şekilde karikatürize edilir. Aynı şekilde inşa edilmiş bir heykeli ve kendisi
adına yapılmış Nasreddin Hoca Türbesi, Akşehir’de ziyaretçi akınına
uğramaktadır.
İnsanlar tarafından çok sevilen Nasreddin Hoca, İslam inancına
bağlı biridir. Hazırcevap olma yönü ile herkesi hem şaşırtmayı hem de güldürmeyi
başarmıştır. Toplumsal hayatta karşılaşılan sosyal problemlere mizahi bir üslup
ile yaklaşan Nasreddin Hoca, fıkralarında, Anadolu insanlarının yapısını,
düşüncesini ve olaylara bakışını anlatmıştır. Fıkralarının özünde insanları
iyiye ve doğruya yöneltme, kusurları ve hataları espriler ile birleştirerek
gözler önüne serme anlayışı hakimdir.
Bireyleri ve toplumları her yönü ile çok iyi tanıyan Nasreddin
Hoca, aile, komşuluk, dostluk ve iş ilişkilerinde gördüğü aksaklıkları kendine
has tarzı ile dile getirip insanlara ders verecek şekilde latifelerle
birleştirmiştir.
Nasreddin Hoca fıkraları Türk sözlü edebiyatının kısa, açık ve
sade olma özelliklerini taşır. Dolaylı anlatımlara başvurmadan, açıksözlü ve
net ifadeler kullanılır. Fıkralarda anlatılan olayların sonunda ise her zaman
bir ders verilir. En büyük amacı insanları düşündürmeye sevk etmek olan
fıkraları sayesinde, hem Türk toplumunda hem de diğer ülkelerde tanınmakta ve
günümüz dünyasında bile adından bahsettirmektedir.
Nasreddin Hoca'nın aslen Ahî
Evran, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin Mesnevî'sinde Cuhâ diye andığı kişinin de
aslen Nasreddin Hoca olduğunu iddia etmektedir.
Nasreddin Hoca'nın 13. yüzyılda yaşadığını Yunus Emre ve
Hacı Bektaş-ı Veli ile birlikte Anadolu Türklüğünün tepe noktalarından biri
olarak görmeliyiz.
NASREDDİN HOCA FIKRALARI
Adam Olmanın Yöntemi Nedir?
Günün birinde Hoca'nın da içinde bulunduğu
topluluktan birisi; “Hocam, adam olmanın yöntemi nedir?” deyince; Hoca Efendi,
adamın nefes almasına bile fırsat vermeden; “Canım, bunu bilmeyecek ne var, elbette
kulaktır.” der. Fakat Hoca, arkadaşlarının "kulaktır" cevabından pek
bir şey anlamadıklarını anlayınca açıklama yapma gereğini duyar: “Aa!. . Bunu
bilemeyecek ne var? Herhangi bir adam konuşurken onu can kulağı ile dinlemeli;
bu arada kendi ağzından çıkanı kendi kulağı duymalıdır.”
Allah’ın Rahmetinden Kaçılmaz
Günün birinde bardaktan boşanırcasına
yağmur yağmaktadır. Elbette yağmur yağdığı vakit ya koşulur, ya da bir yerlere
sığınılır. Nasreddin Hoca da yağmurun yağışını ve sokakların yalnızlığını
pencereden seyrederken bir de bakar ki yağmurdan kaçan bir adam… Hoca biraz
dikkatli baktığında bunun bir komşusu olduğunu anlar ve pencereyi açarak;
“Komşu, komşu, utanmıyor musun, niçin Allah’ın rahmetinden kaçıyorsun?” deyince
adam koşmayı bırakır ve yavaş yavaş evine doğru gider. Bu arada adamın da
ıslanmadık yeri kalmaz. Ertesi gün hava yine yağmurludur. Bu defa Hoca Efendi
alışveriş için sokağa çıkmıştır. O, işini bitirip de hızlı adımlarla evine
doğru giderken bir gün önceki komşusunun evinin önünden geçer. Bu sefer
komşusu; “Hoca Efendi, Hoca Efendi, sen dün bana ‘Allah’ın rahmetinden
kaçılmaz. ’ demiştin; bak şimdi kendin kaçıyorsun.” deyince, Hoca komşusuna
doğru döner ve; “Be adam! Ben Allah’ın rahmetinden kaçmıyorum, Allah’ın
rahmetini çiğnememek için koşuyorum.” der.
Altın Olsa Ne, Taş Olsa Ne
Bir yolculuk sırasında Nasreddin Hoca’nın
yolu bir ile düşer. Hoca orada bazı garipliklerle karşılaşır. Bunlardan biri de
bazı evlerin üzerine bayrak dikilmesidir. Hoca sözü bir punduna getirerek sorar:
“Yahu, bazı evlerin üzerinde bayrak asılı, bunun sebebi nedir?” deyince hep bir
ağızdan; “Hocam, o bayrak asılı evlerde küp dolusu altın vardır.” derler.
Bayrak dikmenin sebebini öğrenen Nasreddin Hoca, günün birinde çarşıdan kocaman
bir küp alarak kalmakta olduğu eve gelir. Sonra da küpün içerisini çakıl
taşlarıyla doldurur. Yine âdetmiş, evinde altın olanlar, küplere karşı sohbet
ederlermiş. Sıra Nasreddin Hoca’ya gelince bakmışlar ki küpün içerisinde altın
yerine çakıl taşları dolu… Misafirlerden birisi; “Hoca Efendi, bu nasıl iş,
senin küpünde altın yerine çakıl taşları dolu.” deyince Hoca; “Yahu komşular
neye üzülüyorsunuz, küpte yattıktan sonra altın olsa ne, taş olsa ne? Fark eden
ne ki?” der.
Ayaklarını Dörde Çıkarabilirim
Nasreddin Hoca’dan hoşlanmayan
komşularından birisi günün birinde onu yolu üzerinde durdurur ve bilmiş bilmiş
konuşmaya başlar: “Hoca Efendi, senin için ‘Evliya oldu, erdi’ diyorlar.
Doğrusu inanmadım, eğer kerametin varsa benim dört ayaklı eşeğimi iki ayaklı
yap da inanayım.” der. Adamın sözlerine sinirlenen Nasreddin Hoca; “Be adam,
ben eşeğin ayaklarını dörtten ikiye indirebilir miyim, bilmem. Fakat sen biraz
daha konuşursan senin ayaklarını dörde çıkarabilirim.” deyiverir.
Aynı Merdiveni Kullandı
Günün birinde Nasreddin Hoca, Akşehir’i
ziyaret eden bir papazla tanışır. Papaz, Hoca’nın ününü daha önce duyduğu için
onu denemek ister ve; “Hoca Efendi, bana söyler misin, Peygamberiniz Hazreti
Muhammed Miraç’a nasıl yükseldi?” diye sorar. Sorudaki inceliği anlayan Hoca da
Papaz’a bir soru sorar: “Papaz Efendi, Papaz Efendi! Sizin Peygamberiniz Hz.
İsa göğe yükselmedi mi?” Papaz şaşkın vaziyette ne diyeceğini düşünürken, Hoca
hemen cevabı yapıştırır: “Peygamberimiz Hazreti Muhammed, Miraç’a giderken
sizin Peygamberiniz Hazreti İsa için hazırlanan merdiveni kullandı.”
Aynı Yaştayız
Arkadaşları zaman zaman Nasreddin Hoca’ya
takılırlarmış, çünkü onun cevaplarından hisse çıkarırlarmış. Gene böyle bir
günde Hoca’ya; “Hoca Efendi, sen mi büyüksün, yoksa kardeşin mi?” diye
sorarlar. Hoca arkadaşlarının yine kendisine takıldıklarını anlayınca şöyle bir
düşündükten sonra gülümseyerek şu cevabı verir: “Geçen yıl anneme bu soruyu
sormuştum, o da; ‘Kardeşin senden bir yaş küçük.’ demişti. O zamandan bu yana
bir yıl geçtiğine göre şimdi aynı yaştayız.”
Bahardan Hoşnut Olmayan Var mı?
Hoca ve arkadaşları bahar mevsiminde bir
çınarın altında oturmuş, çaylarını içerlerken aralarından biri Hoca'yı sözüm
ona imtihan etmek ister: “Yahu Hocam, bu insanlar yaz aylarında sıcaktan, kış
aylarında ise soğuktan şikâyet ederler; sizce bu şikâyetin sebebi nedir?” Hoca
bu, hemen cevabını veriverir: “Komşu, komşu, sen onlara kulak asma, bak içinde
yaşadığımız bahardan hiç hoşnut olmayan var mı? Sen hayatını yaşamaya devam
et.”
Bana Görünme de Kime Görünürsen Görün
Ahbapları Hoca’yı çirkin bir kadınla
evlendirirler. Akşam olunca Hoca evlendirildiği kadını görünce şaşkınlığını
gizleyemez ama yapacağı da fazla bir şey yoktur. Sabah olunca, Hoca evden
ayrılırken hanımı sorar: “Hoca Efendi, yakınlarından kime görüneyim, kime
görünmeyeyim?” Bu söz karşısında Hoca; “Hanım hanım, bana görünme de kime
görünürsen görün.” deyiverir.
Başını Pencerede Unutmasın
Hemşerileri bazen candan, bazen de sahte
olarak Hoca’ya saygı gösterirler. Günün birinde sahte saygı gösterenlerden biri
Hoca’yı evine davet eder. Hoca da konumu gereği davete gider. Gider gitmesine
de eve yaklaşınca ev sahibinin başını pencereden içeriye doğru çektiğini görür.
Hiçbir şey olmamış gibi evin kapısına çalan Hoca; “Komşu, komşu ben geldim.”
deyince, kapının arkasından değiştirilmiş bir ses duyulur: “Ah Hocam, ah! Evin
sahibi buradaydı, az önce gitti, bensizin geldiğinizi söylerim, mutlaka çok
üzülecektir.” Hoca bu söz karşısında iyice sinirlenir ve; “Ev sahibine
söyleyin, bir daha bir yere giderken başını pencerede unutmasın.” der.
Belki de Barışmışlardır
Nasreddin Hoca evinin bahçesindeki ağacın
gölgesinde namaz saatini beklerken telaşlı bir şekilde kapısının tokmağına
vurulduğunu işitir. Hoca, kapıyı açınca komşusunu görür ve; “Buyur komşu, nedir
bu telaşın?” deyince komşusu; “Sorma Hocam, karımla baldızım saç saça, baş başa
dövüşüyorlar.” der. Bunun üzerine Hoca merakla; “Komşu, ayıramadın mı?”
deyince, komşusu sızlanarak cevap verir: “Ne mümkün Hocam, bırak ayırmayı
yanlarına bile yaklaşamadım.” “Pekiyi, bu hanımlar ne diye kavga ediyorlar?”
deyince komşusu; “Bilmiyorum Hocam!” der. Hoca bir defa daha sorar: “Sakın,
‘sen yaşlısın, ben yaşlıyım’ diye kavga etmesinler?” deyince komşusu; “Yok
Hocam, yok başka bir konuda kavga ediyor olmalılar!” der. Bunun üzerine Hoca
rahat bir şekilde konuyu çözüverir: “Komşum, o zaman telaşlanmaya gerek yok!
Konu yaş değilse çabucak barışırlar, belki de şimdiye barışmışlardır bile.”
der.
Ben de Birisini Tıraş Ediyorlar Sanmıştım
Nasreddin Hoca tıraş olmak için berber
koltuğuna oturduğunda ustanın olmadığını anlar, fakat iş işten de geçmiştir.
Çünkü berber çırağı çoktan Hoca’yı tıraş etmeye başlamıştır bile. Berber
çırağının hareketleri, aletleri kullanmadaki beceriksizliği artınca Hoca’nın da
keyfi kaçar. Tam bu sırada komşu dükkândan garip garip sesler gelmez mi? Sanki
orda bir öküz böğürüyor. Hoca, berberi biraz oyalamak için; “Bu ses nedir?”
deyince berber çırağı; “Önemli bir şey değil, komşumuz nalbanttır; herhâlde
öküze nal çakıyor.” der. Bu sözleri işiten Hoca rahatlar; “Oh, çok şükür, ben
de birisini tıraş ediyorlar sanmıştım.” der.
Ben Senin Delikanlılığını da Bilirim
Günlerden bir gün Nasreddin Hoca, alışveriş
yapmak için şehre gidecektir. Ahırdan eşeğini çıkarır, evin önüne getirir.
Şehirden siparişi olan komşular Hoca’nın başına toplanırlar. Hoca, eşeğine
binmeye çalışır, fakat her çaba boşunadır. Bir kez daha denemek ister "Ha
gayret” deyip bir daha eşeğin üstüne sıçrar ama bu kez de eşeğin üzerinden öbür
tarafına düşüverir. Komşuları Hoca’nın gayretlerinin bu şekilde bitmesine bir
taraftan üzülürler, bir taraftan da ellerinde olmadan gülmeye başlarlar. Bu
durum karşısında canı iyice sıkılan Hoca komşularına dönerek; “Yahu komşular,
benim delikanlılığımı görmediniz. Ben, bir sıçrayışta değil eşeğe binmek damın
üzerine bile atlardım.” der. Hoca, böyle der demesine de bir yandan da kendi
kendine; “Hey gidi Hoca, ben senin delikanlılığını da bilirim.” deyiverir.
Ben Senin Düğün Evinden Gelişini de
Hatırlarım
Nasreddin Hoca akşam üzeri evine gelince
hanımının suratının asık olduğunu görür ve sorar: “Hanım, hayırdır, ne oldu
sana?” Hanım daha da üzgün bir tavırla cevap verir: “Daha ne olsun Hoca, sana
söylemiştim ya!” “Neyi söylemiştin hanım, adamı meraklandırma!” “Biliyorsun ya,
bizim komşu hastaydı. . .” “Eee. . . Ne olmuş bizim komşuya?” “Sizlere ömür,
komşu ölmüş!” Hoca şöyle bir kafasını kaşıdıktan sonra; “Hanım, komşumuza Allah
rahmet etsin; fakat ben senin düğün evinden gelişini de hatırlarım!” der.
Ben Zaten İnecektim
Günün birinde Hoca Efendi pazara gitmek
için eşeğine biner ve yola koyulur. Bir süre gittikten sonra eşek huysuzlanır
ve ardından hoplayıp zıplamaya başlar. Derken Nasreddin Hoca da eşekten
düşüverir. Düşer düşmesine de çevresine toplanan çocuklar toplu hâlde bağırmaya
başlarlar: “Nasreddin Hoca eşekten düştü, Nasreddin Hoca eşekten düştü.” Hoca,
şöyle bir sağına soluna baktıktan sonra büyüklerden kimselerin olmadığını
görünce eşe dosta rezil olmamak için; “Çocuklar, eşekten düşmedim, ben zaten
eşekten inecektim.” deyiverir.
Bilen Var Bilmeyen Var,
Hoca, günün birinde başını alıp kırlara
gezmeye çıkar. Epeyce dolaştıktan sonra nasıl olduysa önünden geçmekte olan bir
tavşanı yakalar. Tavşanı hemen yanında bulunan heybenin gözüne koyar ve evine
dönmeye karar verir. Hoca’nın amacı, tavşanı eşine dostuna gösterip onların
tanıyıp tanımadıklarını öğrenmektir. Komşularına haber göndererek; “Bu akşam
bize gelin, sizlere tuhaf bir yaratık göstereceğim.” der. Hoca’nın hanımı da
çok meraklı biridir. Heybeyi açar, fakat açmasıyla beraber tavşan heybenin
gözünden zıplayarak kaçıverir. “Eyvah, Hoca buna çok kızacak!” diye düşünüp
dururken aklına bir fikir gelir. Aceleyle karşısındaki rafta duran buğday
tasını heybenin gözüne kor ve ağzını sıkıca bağlar. Akşam olur. Davetliler bir
bir Hoca’nın evine gelirler. Herkes merakla bir şeyleri beklemeye koyulur.
Derken Hoca, heybeyi eline alır, ağır aksak açmaya çalışır. Fakat bu sırada
buğday ölçeği”Pat!” diye yere düşüvermesin mi? Herkesin birbirine şaşkın şaşkın
baktığı bir anda Hoca, hemen söze girer ve; “İşte arkadaşlar;bilen var, bilmeyen
var. Bunun on altısı bir kilo eder!” deyiverir.
Biliyorsun Savurganlığı Sevmem
Nasreddin Hoca ateş yakacaktır. Belli ki
hanımı da yemek yapma hazırlığındadır. Hoca, duvarda asılı olan körüğü alır ve
ateşi körüklemeye başlar, işini bitirdikten sonra da körüğün ağzını iyice
bağlayarak yerine asar. Bütün bu olanlara bir anlam veremeyen Hoca’nın hanımı;
“Yahu Hoca Efendi, bu körüğün ağzını niçin bağlıyorsun?” der. Hoca bu, lafın
altında mı kalır; “Yahu hatun, bunu bilmeyecek ne var? Eğer körüğün ağzını
tıkamasam içerisindeki hava uçup gidecektir. Biliyorsun ben savurganlığı
sevmem.” der.
Bir Gram Bal İçin Birkaç Kilo Odun Yiyemem
Bir dostu Nasreddin Hoca’ya birkaç kilo
keçi boynuzunu hediye getirir ve; “Hocam, çam sakızı çoban armağanı, bizim
oralarda olanlardan sana hediye getirdim.” der. Hoca Efendi, keçi boynuzlarını
ve dişlerini şöyle bir kontrol ettikten sonra; “Sağ ol komşu, bir gram bal için
bir birkaç kilo odun yiyemem.” der.
Bir Yanına da Keten Ekeyim
Hoca, her zaman tıraş olduğu berberin
dükkânına vardığında ustanın gelmediğini görür, fakat tıraş da olması
gerekmektedir. Ne yapsın kalfanın koltuğuna oturur. Kalfa, Hoca’nın yüzünü
şöyle güzelce sabunladıktan sonra usturayı her kullanışından sonra kopardığı
pamuğu Hoca’nın yüzüne yapıştırır. Bir pamuk, iki pamuk derken Hoca’nın bir
yanağı bembeyaz olur. Yüzünün kesilmesine daha fazla dayanamayan Hoca koltuktan
kalktığı gibi cübbesini giyer ve kavuğunu başına geçirir. Bu durum karşısında
şaşıran kalfa; “Hocam, nereye böyle daha tıraşın bitmedi.” deyince Hoca; “Aman
oğlum, görmüyor musun yüzümün bir tarafına pamuk ektin, izin verirsen öbür
yanına da ben keten ekeyim.” der ve yavaş yavaş berber dükkânından ayrılır.
Birinin de Bininin de Tadı Aynı Değil mi?
Hoca günün birinde Akşehir’deki bağına üzüm
kesmeye gider. Kestiği üzümleri bir sepete doldurduktan sonra eşeğine binerek
evinin yolunu tutar. Bağ dönüşü karşılaştığı mahallenin çocukları Hoca’nın
eşeğinin başını tutarlar; “Hocam üzüm, Hocam üzüm…” demeye başlarlar. Hoca
üzümü vermeden geçmenin mümkün olmadığını anlayınca sepetten çıkardığı bir
salkım üzümü çocuklar arasında paylaştırır. Çocuklar dağıtılan üzümü az
bulurlar. İçlerinden biri; “Hocam, bu ne, bu kadar çocuğa bir salkım üzüm yeter
mi?” der. Hoca daha fazla vermek istemez ama çocukları da kırmak istemez; “İyi
de çocuklar, bunların hepsi aynı bağın üzümü. Birinin de bininin de tadı aynı
değil mi?”deyiverir.
Bizim Akşehir’de Araba Tekerine Bile
Bakmazlar
Nasreddin Hoca bir Ramazan ayının
yaklaştığı günlerde doğduğu Sivrihisar’daki yakınlarını ziyarete gider. Şehrin
girişine vardığında bir de ne görsün, herkes toplanmış gökyüzünde Ramazan ayı
doğacak mı, doğmayacak mı, ona bakıyor. Hoca dayanamayıp; “Hayırdır, neye bakıyorsunuz?”
deyince, halk toplu hâlde; “Ramazan ayına bakıyoruz.” der. Bunun üzerine
Nasreddin Hoca; “Yahu hemşerilerim, bizim Akşehir’de bunun araba tekeri gibi
olanına bile bakmazlar, siz incecik ayı göreceğiz diye vaktinizi boşa
harcıyorsunuz!” der ve yoluna devam eder.
Bizim Eve de Uğrardı
Nasreddin Hoca’nın hanımı olmak zor mu zor;
geleni olur, gideni olur. Hoca’nın hanımı gündüzleri hep komşuları tarafından
ev oturmalarına çağırılır. Gitse olmaz, gitmese olmaz, ne de olsa Hoca hanımı…
Belki de Hoca hanımı olmanın verdiği sorumluluktan dolayı kimsenin gönlünü
kırmaz ve davetlere gider. Hanımının çok gezdiğini bilen bir komşusu günün
birinde Hoca’ya; “Hocam, yanlış anlamayın ama senin hanım galiba çok geziyor…”
der. Nasreddin Hoca, komşusunun sözü nereye getirmek istediğini bildiği için;
“Adam sen de! Eğer senin dediğin gibi çok gezmiş olsaydı arada sırada bizim eve
de uğrardı!” deyiverir.
Bizim Mollalar Horul Horul Uyuyorlar
Nasreddin Hoca mollalarına Kudurî [dinî
kitap] okuturken yanına bir kadın gelir ve; “Hocam, çocuğum hiç uyumuyor, bana
bir muska yazıversene.” der. Hoca da; “Al bu Kudurî’yi, çocuğun yatağının
yüksekçe bir yerine koy.” deyince kadın dayanamaz; “Hocam, Kudurî, muska
mıdır?” diye sorar. Hoca da; “Kudurî, muska mıdır, değil midir bilmem, ama ne
zaman okumaya başlasam bizim mollalar horul horul uyuyorlar.” der.
Borç Para İsteme
Nasreddin Hoca bir gün yolda giderken
arkadaşlarından biri yanına yaklaşır ve Hoca’ya; “Hocam, senden bir isteğim
var. . .” diye söze başlar. Hoca, arkadaşının niyetini hemen anlar; kendi
kendine; “Mutlaka yine para isteyecektir.” diye düşünür ve ona; “Benim de
senden bir arzum var, gel ilk önce sen onu yerine getir, sonra ben seninkini
dinleyeyim.” der. Arkadaşı; “Peki Hocam, nedir benden isteğin?” deyince Hoca;
“Ne olursun, benden borç para isteme de ne istersen iste.” deyiverir.
Boşuna Tıkamamışlar Senin Ağzını
Bir yaz günü öğle sıcağında Nasreddin Hoca,
komşu köye gitmektedir. İşi acele olmalı ki, ikindinin serinliğini
beklememiştir. Bir yandan güneş tepeden yakar, bir yandan da susuzluk içini
kavurur. Dili damağına yapışmak üzere iken yolu bir çeşmeye uğrar. Olacak bu
ya, adamın birisi de ‘su boşa akmasın’ diye çeşmenin oluğuna ağaç parçası
tıkamıştır. Hoca, oluğu tıkayan ağaç parçasına var gücüyle asılır, asılır, bir
iki denemeden sonra tıpayı çıkarıverir. Çıkarır çıkarmasına da çıkarmasıyla
birlikte basınçlı su Hoca’nın üstünü başını ıslatır. Bütün bu olan bitenlere
kızan Nasreddin Hoca, suyun karşısına geçerek; “Boşuna tıkamamışlar senin
ağzını… Demek ki, hak etmişsin!” der.
Bu Adam Dediğini Yapar
Nasreddin Hoca bir gün cami çıkışında
cemaatten birisiyle tanışır. Birbirlerine hâl hatır sorarlar, sohbeti
ilerletirler. Hoca, adamın hoşuna gider. Adam; “Hocam, sen çok hoşuma gittin;
bugün akşam bizim fakirhaneye buyur da beraber tuz ile ekmek yiyelim.” der.
Nasreddin Hoca akşama doğru yemek vakti gelince adamın evine varır ve sohbeti
koyulaştırırlar. Derken sofra kurulur, ortaya da güzel bir sini konulur.
Sininin üzerinde ise tuz ve ekmekten başka hiçbir şey yoktur. Hoca, yemeklerin
gelmediğini zannederek sohbeti sürdürünce ev sahibi Hoca’yı sofraya davet eder:
“Hocam, soframıza buyurun.” Tam sofraya oturdukları sırada kapıya bir dilenci
gelip ev sahibinden ekmek istemez mi? Ev sahibi her ne kadar,”Hadi hadi, Allah
versin” deyip uzaklaştırmak isterse de dilenci bir türlü gitmez. Bu duruma
kızan ev sahibi, pencereden kafasını çıkararak dilenciye bağırmaya başlar.
“Defol git, bak, şimdi gelirsem, kafanı kırarım!. .” Bu sırada tuzu ekmeğe
katık etmekte olan Nasreddin Hoca yerinden kalkıp dilencinin yanına gider ve
ona; “Aman arkadaş, çabuk buradan kaç; vallahi bak bu adam dediğini yapar,
kafanı filan kırar, maazallah” der.
Bu da Hoca’nın Atışı
Nasreddin Hoca, sağda solda “Ben şöyle yay
çekerim, şöyle ok atarım.” diye konuşur durur. Bunun gerçek olup olmadığını
anlamak isteyen gençler onu yarışmaya davet ederler. Hoca, ilk okunu atar, ama
hedefin çok uzağına düşer. Çevreden gülüşme sesleri artınca Hoca; “Bu bizim
subaşının atışı; o, oku böyle atar.” der. İkinci olarak oku attığında, hedefi
yine vuramaz, yine gülüşme sesleri arasında Hoca; “Bu da bizim Kadı Efendi’nin
atışı…” der. Üçüncü olarak oku atan Hoca hedefi vurunca; “Bu da Hoca’nın
atışı…” deyiverir.
Bugünlerde Ay Alıp Satmadım
Nasreddin Hoca bir gün pazarda dolaşırken
yanına bir adam yaklaşır ve; “Hocam, bugün ayın kaçı?” der. Hoca, adamın
niyetini anlamış olmalı ki; “Arkadaş, bugünlerde hiç ay alıp satmadım, bilmem.”
cevabını verir.
Bunlardan Daha İyi Bir Şahit Bulunabilir
mi?
Nasreddin Hoca’nın Akşehir kadısı olduğu
zamanda makamına bir adam girer. Bu adamın sıkıntısı olduğu hareketlerinden
kolaylıkla sezilmektedir. Hoca; “Anlat, bakalım, nedir derdin?” dediğinde adam;
“Kadı Efendi benim bir tamburam vardı, onu filan adam çaldı, ondan davacıyım.”
der. Kadının emri üzerine davalı huzura çağırılır. Kadı; “Sen bu adamın
tamburasını çaldın mı?” deyince adam; “Hayır, Kadı Efendi bu tambura benim
babamdan kalmıştır, istersen şahitlerimi getirebilirim.” der. Kadı’nın emri
üzerine şahitler davet edilir ve onlardan birincisine; “Tamburanın sahibi
kimdir?” diye sorulduğunda şahit; “Tambura dava edilen adamındır.” Öbür şahit
de; “Evet aynen öyledir, hatta ben tamburanın beş teli olduğunu bile
biliyorum.” der. Şahitlerin anlattıklarını duyan şikâyetçi ifadelere itiraz
edince, Kadı Efendi sebebini sorar. Bu defa şikâyetçi adam; “Kadı Efendi,
şahitlerden birisi düğünlerin köçeği, birisi şarkıcısı, birisi de …” deyince
Kadı adamın sözünü keser ve; “Be adam! Böyle bir davada bunlardan daha iyi bir
şahit bulunabilir mi?” deyiverir.
Buralı Birine Soruver
Bir gün Nasreddin Hoca’nın yolu, daha önce
hiç geçmediği bir köye düşer. Hoca’yı gören bir köylü; “Efendi, Hoca’ya
benziyorsun. Sen bilirsin, bugün günlerden ne?” Keyfi yerinde olmayan Hoca,
köylüyü süzdükten sonra; “Ben köyünüzün yabancısıyım. Ne bileyim sizin
gününüzü? Sen buralı birine soruver.” deyiverir.
Buraya Yeni Taşındığımızı Sanıyordum
Hoca ile hanımı bir gece yataklarında mışıl
mışıl uyurlarken evlerine hırsız girer. Usta hırsızın, onlar uyurlarken evde
bulduğu değerli eşyaları bir çuvala doldurup kapıdan çıkacağı sırada Hoca
Efendi uyanır. Bir bakar ki hırsız eşyalarını çuvala doldurmuş götürmektedir.
Alelacele kalkan Hoca epeyce bir süre hırsızı takip ettikten sonra ikisi
birlikte bir eve girerler. Bu ev de hırsızın evidir. Karşısında Hoca’yı gören
hırsız heyecanlı bir şekilde; “Hoca Efendi, benim evimde senin ne işin var?
Burası benim evim, haydi var git işine!” der. Hoca, hırsızın pişkinliğine
aldırmadan cevabını yapıştırır: “Be adam ne kızıyorsun? Senin sırtındakiler
bizim evin eşyaları değil mi? Ben de buraya yeni taşındığımızı sanıyordum!”
Buzağı İken Koştuğunu Gördüm
Günün birinde ciritçiler cirit oynamak için
Hoca’yı meydana davet ederler. Hoca da at yerine bir öküze biner ve meydana
varır. Hoca’nın bu hâlini gören herkes bir taraftan güler, bir taraftan da;
“Hocam, hiç öküz koşar mı, niye ata binmedin?” deyince Hoca; “Dostlar, niçin
gülersiniz, ben bunun buzağı iken koştuğunu gördüm, onun için bununla geldim.”
der.
Bülbül Derler
Birkaç şehirli dağda gezerlerken bir kirpi
bulurlar. Bilmedikleri bu hayvanı torbalarına koydukları gibi Hoca’nın kapısını
çalarlar: “Hocam, biz böyle bir yaratık bulduk, buna ne derler?” “Efendiler,
ben bir araştırayım, bana bu gece izin verin, yarın gelin size cevap vereyim.”
der. Belirtilen saatte şehirliler gelince Hoca; “Arkadaşlar, ben bunu
araştırdım, buna kocaman bülbül derler.” der.
Cennet ile Cehennem Dolana Kadar
Geveze adamın biri Nasreddin Hoca’yla
sokakta karşılaşır. “Hoca Efendi, sen görmüş geçirmiş ve okumuş bir adamsın,
bilirsin. İnsanlar ne zamana kadar ölecekler?” diye sorar. Hoca adamın niyetini
anlamıştır, şöyle bir sakalını sıvazladıktan sonra; “Be adam, bunu bilemeyecek
ne var? Cennet ile cehennem dolana kadar.” deyiverir.
Ciğeri Yiyen Kedi Yüz Akçelik Baltayı Yemez
mi?
Nasreddin Hoca zaman zaman evine ciğer
getirir. Fakat ne tuhaftır ki akşam sofrada ciğer kebabının yerine başka
yemeklerle karşılaşır. Bir gün böyle, iki gün böyle derken Hoca dayanamaz ve
hanımına sorar: “Yahu hatun, getirdiğim ciğerlere ne oldu?” Hoca'nın hanımı
hiçbir şey olmamışçasına; “Aman Hocam, sorma her defasında ciğerin kokusunu
alan tekir, ben mutfağa girmeden yiyip bitiriyor.” der. Bu sözleri işiten Hoca
birdenbire yerinden kalkar ve köşedeki baltayı kaptığı gibi koşmaya başlar, bir
süre sonra da hanımının yanına gelir: “Hoca baltayı nettin?” “Sakladım.”
“Niçin?” “Kedi yemesin diye.” Hoca’nın hanımı dayanamayıp itiraz eder. “Yahu
Hocam, kedi baltayı yer mi?” Hoca, hanımını şöyle bir süzdükten sonra cevabını
verir: “Yer hanım yer, üç beş akçelik ciğeri yiyen kedi, acaba yüz akçelik
baltayı yemez mi?” der.
Cumaya Kadar Ancak Giderim
Nasreddin Hoca günün birinde Akşehir’de
pazarı dolaşmaya başlar. Bir taraftan pazarda gezerken, bir taraftan da tanıdıklarıyla
sohbet eder. Bu arada da komşu köylerin birinden birkaç köylü ile karşılaşır.
Köylüler Hoca’ya; “Hoca Efendi, bir cuma vakti bizim köye kadar gelseniz de
sizin arkanızda bir namaz kılsak!” derler. Bunun üzerine Hoca; “Neden olmasın,
bu hafta geleyim!” der. Nasreddin Hoca ertesi gün eşeğine binerek köyün yolunu
tutar. Olacak bu ya, yolu üzerinde eski dostlarından biriyle karşılaşır.
Selamlaşıp hoşbeş edildikten sonra tanıdığı, Hoca’ya sorar: “Hayırdır Hocam,
nereye gidersin böyle?” “Filanca köye cuma namazı kıldırmaya gidiyorum.” “Ama
Hocam, bugün günlerden salı. . . Cumaya daha üç gün var.” Hoca, bir yandan
eşeğinin boynunu sıvazlar, bir yandan da eski dostuna cevap verir: “Vallahi
komşu, sen bu eşeğin huyunu suyunu bilmezsin; ben bununla o köye cumaya kadar
ancak giderim.”
Cübbenin İçinde Ben de Vardım
Nasreddin Hoca şehre inmek için evinden
çıkar. Bu sırada bahçe kapısında bir komşusuyla karşılaşır. Komşusu Hoca’ya;
“Hocam, geceleyin sizin evden gürültüler geliyordu, merak ettim,
hayrola?”deyince Nasreddin Hoca da; “Bir şey yoktu, hatunla biraz tartışmıştık,
demek ki ağız dalaşımızı duymuşsun.” der. “Hoca Efendi, öyle küçük bir tartışma
gibi değildi sanki…” Bu defa Hoca şöyle bir sakalını sıvazladıktan sonra; “Haa!
Hanımın ayağı benim cübbeye takıldı, yırtıldı, demek ki o sesi duymuşsunuz.”
der. Komşusu ısrarlıdır, sormayı sürdürüp; “Hocam, cübbeden hiç öyle ses çıkar
mı?” deyince, Nasreddin Hoca dayanamaz; “Yahu komşu, ne uzatıp duruyorsun,
cübbenin içinde ben de vardım.” der.
Çaylak Olmanız Gerekir
Birkaç kafadar, Hoca’ya takılmak
maksadıyla; “Hocam, sen mürekkep yalamışsın, bilirsin. Bizim arkadaşlardan
birkaçı kendi aralarında tartışmışlar ve tartışmayı bitirememişler.” derler.
Hoca da merakla; “Tartıştıkları konu nedir?” deyince, içlerinden birisi;
“Hocam, çaylak kuşu için altı ay erkek, altı ay dişi olur diyorlar, acaba doğru
mu? Bu konuyu tartışıyorlar.” Nasreddin Hoca bu, böyle şeylerin altında kalacak
değil ya! Kafadarlara cevabını veriverir: “Bakın çocuklar! Bunun doğru olup
olmadığını anlayabilmek için sizin bir yıl çaylak olmayı denemeniz gerekir!. .”
Çiğnediğini Sanırlar
Günün birinde işgüzar bir adam Hoca’ya;
“Hocam, helada sakız çiğnenir mi?” diye bir soru sorar. Hoca, soruya hemen
cevap veremediği için; “Oğlum, bekle ben bir kara kaplı kitaba bakayım.” der.
Bir süre sonra soru sahibinin yanına gelen Hoca; “Efendi, kara kaplı kitaba
baktım, bununla ilgili bir bilgiye rastlayamadım, ama sen çiğnemesen iyi
edersin.” der. Adam: “Hocam, neden çiğnemeyeyim, madem kitapta yeri yok…” deyince
Hoca; “Oğlum nedeni var mı? Sen tuvalette sakızı çiğnerken kapının dışındakiler
senin başka şey çiğnediğini sanırlar.” diye cevap verir.
Daha Şimdiden Yolu Yarıladık
Nasreddin Hoca ile hanımı seyahate
çıkarlar. Bir süre gittikten sonra Hoca, hanımına sorar: “Hanım, daha ne kadar
yolumuz var?” Hanımı şöyle bir düşündükten sonra; “Efendi, bugün ve yarın da
gidersek iki günlük yolumuz kaldı.” der. Bunun üzerine hanımına dönen Hoca;
“Desene hanım, daha şimdiden yolu yarıladık.”
Damdan Düşenin Hâlinden Damdan Düşen Anlar
Hoca evinin damında çalışırken, olacak bu
ya, aşağıya düşüverir. Haberi duyan komşuları; “Hocam, geçmiş olsun, damdan
düşmüşsün, çok üzüldük.” derler ve ardından soru üstüne soru sorarlar: “Nasıl
oldu?” “Neden dikkat etmedin?” “Bir daha dikkatli ol…” Sorular uzadıkça,
Hoca’nın da canı sıkılmaya başlar. Düşünür, taşınır ve bunların hepsini birden
susturmak için komşularına; “Komşular, sizin içinizde damdan düşeniniz var mı?”
deyince, misafirler hep bir ağızdan; “Yook…” diye cevap verir. Bu defa Hoca;
“Öyleyse boşuna konuşmayın, benim hâlimden ancak damdan düşen anlar!” der.
Denizin Suyu Niçin Tuzludur?
Günün birinde Hoca'nın da içinde bulunduğu
toplulukta yarenlik edilirken, hazır bulunanlardan biri Hoca'yı imtihan
edercesine bir soru sorar: "Hocam, denizlerin suyu niçin tuzludur?"
“Aaa, bunu bilmeyecek ne var, balıklar kokmasın diye.”
Dokuz Yüz Doksan Dokuzu Veren Allah Birini
de Verir
Hoca’ya rüyasında dokuz yüz doksan dokuz
akçe verirler, ancak Hoca; “Bin olmazsa kabul etmem.” diye direnirken uyanmaz
mı? Elinin boş olduğunu gören Hoca tekrar yatar ve avuçlarını açarak; “Verin,
kabulümdür, dokuz yüz doksan dokuzu veren Allah birini de verir!” deyiverir.
Dünyanın Merkezi Neresidir?
Günün birinde üç papazın yolu Akşehir’e uğrar.
Burada Nasreddin Hoca ile sohbet eden papazlar, Efendi’nin bilgisini denemek
isterler. İlk soruyu birinci papaz sorar: “Hocam, dünyanın merkezi neresidir?”
Hoca hiç tereddüt etmeden eşeğini göstererek; “Eşeğimin sağ ön ayağını bastığı
yerdir.” diye cevap verir. İçlerinden biri itiraz eder: “Bunu nereden
biliyorsun?” “İnanmıyorsanız ölçün.” Bu defa ikinci papaz sorar: “Hocam, gökte
kaç yıldız vardır?” Hoca bu soruya da tereddüt etmeden yine eşeğini göstererek
cevap verir: “Gökyüzünde, eşeğimin kuyruğundaki kıl kadar yıldız vardır.” “Bunu
ispatlayabilir misiniz?” denildiğinde Nasreddin Hoca; “Arzu ederseniz
sayabilirsiniz.” der. Hoca’nın sorulan sorulara verdiği cevaplar, papazları
şaşırtınca üçüncü soruyu sormaktan vazgeçerler.
El Elin Eşeğini Türkü Çağıra Çağıra Arar
Bir gün subaşının eşeği kaybolur. Hoca,
birkaç komşusu ile birlikte eşeği aramaya çıkar. Hoca hem eşeği aramakta hem de
türkü söylemektedir. Bu durumu yadırgayan komşularından biri Hoca’ya; “Hocam,
bu nasıl iş, insan kaybolan eşeği böyle türkü söyleyerek mi arar?” diye sorar.
Hoca bu lafın altında kalır mı? “El elin eşeğini türkü çağıra çağıra arar.”
der.
Elbette Şükredeceğim
Günün birinde Hoca’nın bir çocuğu olur. Bu
sırada Hoca da bir yolculuktan dönmektedir. Komşularından birisi Hoca’yı
karşılar; “Hoca Efendi, oğlun oldu; müjdemi ver.” der. Haberi alan Hoca; “Çok
şükür ya Rabbi.” diye karşılık verir. Bunun üzerine komşusu; “Hocam,
şükredeceğine müjdemi versen.” deyince o, da; “Yahu komşu, doğduysa benim
çocuğum doğdu, sana ne, elbette şükredeceğim.” der.
Elbiselerin Hangi Tarafta ise Oraya Dön
Lüzumsuz adamın birisi Hoca’yı sıkıştırmak
için bir soru sorar: “Hocam, gölde abdest alırken hangi yöne dönmeliyim?” Bu
soru üzerine Hoca gülümser ve; “Elbiselerin hangi tarafta ise oraya dön!”
deyiverir.
Elin Ağzı Torba Değilsin ki Büzesin
Günün birinde Nasreddin Hoca ile oğlunun
komşu köylerden birine işleri düşer. Birlikte yola çıkarlar. Yolculuk sırasında
Hoca, küçük olduğu için önce oğlunu eşeğe bindirir. Biraz sonra karşılarına çıkan
bir adam, eşek ve üstündeki çocuğu iyice bir süzdükten sonra; “Hey gidi zamane
gençleri hey! Hiç utanmadan kendileri eşeğe binerler, yaşlı, bilgin babalarını
yürütürler!” diye söylenir. Adam, yanlarından geçip giderken oğul da utancından
kıpkırmızı olur, eşekten iner ve babasını bindirir. Biraz sonra karşılaştıkları
adamlar da başlarlar söylenmeye: “Aman, şuna da bak! Senin yaşın geçmiş,
kemiğin kartlaşmış; hem işte geldin, işte gidiyorsun. Şu taze fidanı eşeğe
bindir de yorma zavallıyı!” Bu söz üzerine Hoca Efendi oğlunu da eşeğe bindirir
ve baba oğul eşeğin üstünde yollarına devam ederler. Bir süre bu şekilde yol
aldıktan sonra birkaç kişi daha karşılarına gelir. Bunlar da başlarlar
konuşmaya: “Amma acımasız adamlar var şu dünyada!” “Bu zavallı eşek ikinizi
nasıl taşısın?” Bu söz üzerine Hoca Efendi ve oğlu eşekten inerler. Eşeği
önlerine katarak kırıta kırıta giderlerken karşılaştıkları adamlar da bu duruma
karışmadan duramazlar: “Allah Allah, bu ne budalalık yahu!” “Bak yahu, eşek
önlerinde bomboş, hoplaya zıplaya keyifle gidiyor.” Bütün bunları duyan Hoca,
adamlar uzaklaştıktan sonra oğluna der ki: “Bak oğul, adamları gördün işte…
Hiçbirini memnun edemedik… Ne yapalım elin ağzı torba değil ki büzesin.”
Ekmek Arası Kar
Günün birinde Hoca komşularını yemeğe davet
eder. Misafirler sofraya oturduklarında görürler ki yemekler ziyafet yemeği
filan olmayıp, günlük yemekler… İçlerinden biri Hoca’ya takılır: “Yahu Hoca,
sen koskoca Nasreddin Hoca’sın, bugüne kadar hiç yeni yemek icat etmedin mi?”
Hoca şaşkınlığını gizleyerek biraz düşünür gibi yapar ve adama dönerek;
“Haklısınız, vaktiyle bir yemek icat etmek istedim, ancak pek tadı tuzu olmadı,
tuhaf bir şey oldu.”der. Misafirler merakla sorarlar: “Hocam, Hocam yeni
keşfettiğin yemek neydi?” Hoca şöyle bir düşündükten sonra; “Ekmeğin arasına
kar koyup yemek.” der.
Esnemekten Çenem İkiye Ayrılacaktı
Nasreddin Hoca’nın da içinde bulunduğu bir
sohbet toplantısında geveze birisi hiç kimseye söz hakkı vermez. Sağdan, soldan
konuşulurken hep geveze adam konuşur, Hoca da sıkıldığı için bol bol esner.
Sohbet bittikten sonra geveze adam Hoca’ya; “Yahu Hocam, siz hiç ağzınızı
açmadınız?” deyince Hoca, gevezenin tekrar konuşmaya başlayacağını düşünerek;
“Be adam, nasıl ağzımı açmadım, esnemekten neredeyse çenem ikiye ayrılacaktı.”
deyiverir.
Eşeğimin Gönlü Olmadan Vermem
Günlerden bir gün Hoca’nın hoşlanmadığı bir
köylüsü değirmene gitmek için Hoca’dan eşeğini ister. “Hoca Efendi, evde un
kalmadı, eşeğini versen de bir değirmene gitsem, buğdayımı öğütsem, gelsem.”
der. Hoca’nın niyeti eşeği vermemektir. “Komşum, bu işte birinci derecede
sorumlu olan eşektir, gideyim ona bir sorayım, ona göre ben de sana bir cevap
vereyim.” der ve ahırın yolunu tutar. Nasreddin Hoca’nın komşusu olanlara anlam
veremez ama beklemekten başka da çaresi yoktur. Biraz sonra Hoca ahırın
kapısında görünür. “Vallahi komşum, gözlerinle gördün işte, gittim eşeğe
sordum. Hayvan direniyor, gelmek istemiyor. Bana; ‘Sen beni her defasında
köylülerin işlerine yolluyorsun da, neler olduğunu bilmiyorsun. Beni en ağır
işlerde çalıştırıyorlar, dövüyorlar; o da yetmiyormuş gibi bir de sana
küfrediyorlar. ’ dedi.” Hoca’nın ne demek istediğini anlayan komşusu; “Hoca
vermeyeceksen açık söyle. Hiç eşek konuşur mu?” deyince Nasreddin Hoca;
“Komşum, eşek her zaman konuşmaz ayda yılda bir konuşur, o da bugüne rastgeldi,
eşeğimin gönlü olmadan veremem.” der.
Eşeğin Ayakları
Günün birinde Nasreddin Hoca sabah erkence
evinden çıkar, Akşehir Çarşısı’na gider. Karşısına gelen bir adam selâm
verdikten sora Hoca’ya hiç beklemediği bir soru sorar: “Hoca Efendi, acaba
eşeğinin kaç ayağı vardır?” Eşeğinden inen Hoca bastonuyla eşeğinin ayaklarını
teker teker saymaya başlar: “Bir…, iki… üç… dört… Eşeğimin dört ayağı varmış!”
Bu olaya yakından tanık olanlar şaşırıp kalırlar. İçlerinden biri dayanamayıp
Hoca’ya tekrar sorar: “Aman Hocam, eşeğin kaç ayağı olduğunu bilmiyor muydun?
Niçin teker teker saydın?” Hoca, gülerek etrafındakileri şöyle bir baktıktan
sonra; “Elbette biliyorum, hiç bilmez olur muyum? Ama bu sabah eşeğimin
ayaklarına bakmayı unutmuştum. ‘Belki sayısında bir değişiklik olmuştur. ’ diye
tekrardan sayıverdim!” der.
Eşeğin Başı Değişmiş
Hoca eşeğini bir ağaca bağladıktan sonra
şöyle bir gezmek ister. Gezer tozar, ziyaretlerini yapar gelir ki ne görsün, eşeğinin
yuları çalınmış. Duruma çok üzülen Hoca pazarda dolaşırken bir taraftan da
eşeklerin başındaki yularları kontrol eder. Tam bu sırada bir bakar ki eşeğin
birinin kafasında kendi eşeğinin yuları. . . Doğruca eşeğin yanına varan
Nasreddin Hoca eşek sahibinin duyacağı bir ses tonuyla; “Yahu, yular bizim
eşeğin yularına benziyor, fakat eşeğin başı değişmiş!” deyiverir.
Evinizi de Hatırlayın
Nasreddin Hoca günün birinde hastalanır.
Yatak yorgan derken, Hoca’ya geçmiş olsun ziyaretleri başlar. Bir gün böyle,
iki gün böyle… Bu arada Hoca da yatağın içerisinde ağrıların etkisiyle
kıvranmaktadır. Geçmiş olsuna gelen komşular da ilk geldiklerinde; “Hocam,
geçmiş olsun, ne oldu, nasılsın?” dedikten sonra hastayı bırakıp kendi
aralarında sohbeti koyulaştırmaktadırlar. Hoca’nın hanımı da gelenlere şerbet
ikram etmekte, bu arada vakit de ilerlemektedir. Çünkü her gelen oturmakta, bir
türlü kalkmayı hatırlayamamaktadır. Hocanın ağrısı çoktur ama misafirlere de
“Kalkın gidin,” diyemez. Ne kadar inlerse de, sızılarsa da, oflarsa da hepsi
boşuna… Bütün bu ofultuların sonunda hiç kimse yerinden bile kıpırdamaz. Vakit
epeyce ilerleyince misafirlerden birisi; “Hocam, kusura bakma, geç oldu biz
gidelim, daha sonra yine geliriz. Bir emrin olursa haberimiz olsun.” deyince, Hoca
taşı gediğine koyuverir: “Vallahi komşular bu öğüdümü iyi öğrenin: Bundan sonra
hasta ziyaretine gittiğinizde evinizi de hatırlayın, başka bir diyeceğim yok,
haydin güle güle.”
Evlerimizi Çoktan Başımıza Yıkmıştı
Nasreddin Hoca vaaz vermek için kürsüye
çıktıktan bir süre sonra sözü dolaştırıp develere getirir: “Ey cemaat, Allah’a
şükredelim ki, deveye kanat vermemiş.” Bu söz üzerine cemaatten birisi merakla
sorar: “Hocam, sebebi ne ola ki?” “Kardeşlerim, eğer Allah deveye kanat
verseydi, evlerimizi çoktan başımıza yıkmıştı.”
Gençlikle Yaşlılığın Hiç Farkı Yokmuş
Nasreddin Hoca komşuları ile bir sohbeti
esnasında; “Gençlikle yaşlılık arasında hiçbir fark yokmuş.” der. Bunun üzerine
çevresindekiler; “Olur mu Hocam, hem de dağ gibi fark var.” deyince Hoca;
“Komşular ben bunu denedim, gençliğimde bizim evin önünde bir taş vardı. O
zamanlar kaldırmak istedim, kaldıramadım. Geçenlerde aklıma geldi, taşı tekrar
kaldırmak istedim, yine kaldıramadım. Bu sebepten anladım ki gençlikle
yaşlılığın hiç farkı yokmuş.” der.
Hangi Kıyamet
Günün birinde Hoca’nın ahbapları Hoca’ya;
“Hocam, kıyamet ne zaman kopacak?” dediklerinde Hoca; “Hangi kıyamet?” diye
sorar. Bu defa Hoca’nın dostları; “Hocam, kaç kıyamet var ki?” deyince Hoca;
“Arkadaşlar iki kıyamet var. Hanım öldüğünde küçük, ben öldüğümde büyük kıyamet
kopar. Siz bunlardan hangisini soruyorsunuz?” deyiverir.
Hanım İpe Un Sermiş
Günün birinde komşularından biri Nasreddin
Hoca’dan çamaşır ipini ister. Komşunun tavrı Nasreddin Hoca’nın hiç hoşuna
gitmez, çünkü komşu aldığı emaneti geri vermeyen biridir. Hoca; “Komşucuğum,
biraz bekle; ben ipi bulayım.” der. Bir süre sonra Hoca kapıda görünür.
“Vallahi komşum, bizim hanım ipe un sermiş.” Bu cevaba şaşıran komşu
kızgınlığını gizleyemez ve; “Yahu Hoca Efendi; alay mı ediyorsun sen, hiç ipe
un serilir mi?” der. Hoca adamı umursamayan bir tavırla cevap verir: “Ee!. .
İnsanın canı vermek istemeyince ipine un da serer, buğday da…”
Haydi Sen de Dişini Çektir
Günün birinde pazardan dönmekte olan
Hoca'nın önünü bir komşusu keser ve derdini bir bir anlatır. Hoca onu biraz
oyalamak isteyince komşusu tekrar; "Ama Hocam, başım çok ağrıyor. "
der. Hoca şöyle sağına soluna baktıktan sonra, düşünür gibi yapar ve ardından
cevabını veriverir: "Bak komşu, senin derdinin dermanını şimdi hatırladım.
Bundan birkaç hafta önce benim de dişim ağrımıştı, epeyce direndikten sonra
baktım olacak gibi değil, gittim dişçiye, dişimi çektirdim. Meğer başımın
ağrısının dermanı buymuş. Haydi git sen de dişini çektir.”
Hekimlik Nedir?
Nasreddin Hoca’ya sormuşlar: “Hekimlik
nedir?” O da en güzel cevabı vermiş: “Ayağını sıcak tut, başını serin; gönlünü
ferah tut, düşünme derin derin.”
Hınk Demenin Bedeli
Hoca’nın kadılık yaptığı yıllarda iki kişi
birbirinden davacı olur. Bir süre sonra da Hoca’nın huzuruna gelirler.
Hoca’nın; “Derdiniz nedir, anlatın bakayım.” demesi üzerine, adamlardan biri
bağırıp çağırarak konuşur: “Kadı Efendi, bu adamdan davacıyım.” Hoca adamı
sakin olmaya davet eder ve; “Önce sakin ol ve derdini anlat da bir dinleyeyim.”
der. “Bu adam ormanda odun keserken ben de onun yanındaydım. O baltayı ağaca
her vurduğunda ben de ‘hınk’ diyerek yardımcı oluyordum. Adam ağaçları kesti
kesmesine de ben paramı alamadım. Söyle buna Kadı Efendi, ödesin borcunu.” Hoca
adamları iyice süzdükten sonra, iyi birine benzettiği oduncuya döner: “Sen bu
adamın borcunu niye ödemedin?” “Aman Kadı Efendi, ben ona, ‘Hınk mınk
de’demedim. Sonra hınk demenin bedeli mi olurmuş?” Hoca her ikisini de
dinledikten sonra kendine özgü yöntemle adaleti dağıtmaya karar verir. “Olur,
olur, bal gibi olur. Şimdi sen bu adama on akçelik borcunu öde bakalım.” Oduncu
şaşırır ama Kadı’ya da bir şey diyemez. Çıkarır on akçeyi Kadı’ya verir. Kadı
madeni paraları duvara çarpınca sesler çıkmaya başlar. Bu sırada Hoca’da
‘hınk’ların bedelini isteyen adama dönerek; “İşte, aldın hınklarının bedelini,
haydi şimdi gidin.” der. “Kadı Efendi, Kadı Efendi! Sen beni aldatıyorsun. İki
ses çıkardın, bizim para ne oldu?” Kadı, parayı oduncuya teslim ederken,
öbürüne; “Uzatma adam! Senin hınklarının bedeli de ancak on akçenin sesiyle
ödenir.” der.
Hırsızın Hiç mi Suçu Yok?
Bir yaz gecesi Hoca ile hanımı sıcağa
dayanamadıkları için damda yatmaya karar verirler. Herkesin derin uykuya
daldığı sırada hırsızlar Hoca’nın evine girerler ve buldukları her şeyi
aldıkları gibi giderler. Sabahleyin aşağıya, evine inen Hoca, eşyalarının
çalındığını görünce, kapıya çıkarak bağırmaya başlar: “Yetişin komşular,
evimize hırsız girmiş; her şeyimizi çalmışlar!” Hoca’nın sesini duyan
komşuları, onun yanına gelirler ve arka arkaya sorular sormaya başlarlar: “Ah
Hocam, ah! Hiç insan geceleyin damda yatar mı?” “Hocam, kapının arkasına
sürgüsünü takmamış mıydın?” “Hocam, kilit bozuk muydu yoksa?” Hoca bakar ki
soruların ardı arkası kesilmeyecek, dayanamaz; “Bre komşular, doğru
söylüyorsunuz da, bizim hırsızın hiç mi suçu yok?” der.
Hocaların Geçim Ruznamesi
Nasreddin Hoca günün birinde serinlemek
için Akşehir Gölü’ne gider. Hoca’nın elbisesini çıkardığı bir anda cebinden
kocaman bir cönk düşer. Cöngü görenler merakla açıp bakarlar ki içinde ölü
nasıl yıkanır, cenaze namazı nasıl kıldırılır, telkin nasıl verilir gibi
konular yazılıdır. Bunun üzerine Nasreddin Hoca’ya; “Hocam, bununla ne
yaparsın?” dediklerinde Hoca; “Arkadaşlar, o önemli bir şey değil, hocaların
geçim ruzname [geçim kaynağı]sidir .” der.
Hocam! Ayaklarımız Karıştı
Sıcak bir yaz gününde serinlemek için
ayaklarını Akşehir Gölü’ne sokan çocuklar bir süre sonra ‘ayaklarımız karıştı’
diye kavga etmeye başlarlar. Hatta en küçük çocuk; ‘ayaklarımı kaybettim’ diye
ağlamaya başlar. O sırada oradan geçmekte olan Nasreddin Hoca, gürültünün
olduğu tarafa doğru yönelir ve; “Çocuklar, hayırdır, nedir bu gürültü?” diye
sorar. İçlerinden biri; “Hocam, Hocam, ayaklarımız karıştı, bunları nasıl ayıracağız?”
der ve ardından ağlamaya başlar. Bunun üzerine Hoca; “Çocuklarım, ağlamayın,
ben şimdi sizin ayaklarınızı bulurum.” der ve hemen ardından bastonunu suya
daldırır. Sonra da çocukların ayaklarına vurmaya başlar. Ayakları acıyan
çocuklar da “Buldum” diyerek ayaklarını dışarıya çıkarırlar. Dayağın korkusuyla
diğer çocuklar da ayaklarını sudan çıkarınca Hoca, sıkıntıyı çözmüş olmanın
verdiği keyifle yoluna devam eder.
Hocam Hiç Âşık Oldunuz mu?
Bir gün Hoca ve öğrencileri ders sırasında
sohbet ederlerken, muzibin biri Hoca’ya sorar: "Hocam!" "Buyur
evladım. " "Hocam, hayatınızda hiç âşık oldunuz mu?" Soru
Hoca’nın hoşuna gider gitmesine de, bazı aile sırlarının da açığa çıkmasına
gönlü razı değildir. Bu sebepten düşünür, taşınır ve; "Çocuğum, bir keresinde
tam âşık olacaktım, o sırada üzerime geldiler. " deyiverir.
İçinde Gitmeyin de Neresinde Giderseniz
Gidin
Günün birinde Hoca’yı sıkıştırmak isteyen
bir yakını; “Hocam, biliyorsun hepimiz öleceğiz kabul, buna şüphe yok. Ancak
benim aklıma takılan bir soru var, hep düşünürüm, acaba cenazenin namazı
kılındıktan sonra tabutun neresinde gitmeliyiz?” der. Hoca bu, şöyle bir
düşünür ve cevabı yapıştırır: “Tabutun içerisinde gitmeyin de neresinde
giderseniz gidin.”
İnanmıyorsanız Gidin Ölçün
Nasreddin Hoca’nın komşuları Hoca’yı
sıkıştırmak için; “Hocam, sen bilgili adamsın. Bize dünyanın merkezinin neresi
olduğunu söyleyebilir misin?” derler. Hoca şöyle bir düşündükten sonra; “Benim
durduğum yer…” diye cevap verir. Bunun üzerine komşular gülüşerek; “Hoca Efendi
bu nasıl cevap?” derler. Hoca, hiçbir şey olmamışçasına komşularına;
“İnanmıyorsanız gidin, ölçün.” der.
İnce Eleyip Sık Dokumayı Sevmem
Nasreddin Hoca, günün birinde bahçesinin
ortasında bir çukur kazmaya başlar. Komşularından biri; “Hocam, hayırdır, ne
yapıyorsun?” deyince Hoca; “Yahu komşu, sokağın ortasındaki toprağı buraya
gömeceğim, biliyorsun gelen geçen şikâyet ediyor.” der. Komşusu bu defa;
“Pekiyi komşu, buradan çıkan toprağı ne yapacaksın?” deyince Hoca cevabı
yapıştırır: “Komşu, komşu, ben öyle ince eleyip sık dokumayı sevmem.” der.
İnsanın Hayalindeki Çorbayı Bile İstiyorlar
Günün birinde Nasreddin Hoca’nın canı
sıcacık bir çorba ister. Tencereleri şöyle bir açıp bakar, çorba yoktur. Bunun
üzerine dumanı üzerinde, kokusu etrafa yayılan mis gibi leziz mi leziz bir
çorba hayal etmeye başlar. Çorbanın kendisi olmasa da hayali bile güzeldir.
Hoca Efendi tam bu hayallerle kendisini avuturken birdenbire kapısı çalınır.
Gelen komşusunun oğludur. “Hocam, babam hasta yatıyor. Varsa bir tas çorba
verseniz de içirsek...” deyince, Hoca üzüntülü bir tavırla cevap verir: “Ah
oğlum, keşke bir değil iki tas çorba olsaydı da verseydim. Babana ‘geçmiş
olsun’ deyiver.” Hoca, komşunun oğlunu uğurlayıp kapıyı da kapattıktan sonra
kendi kendine söylenmeye başlar: “Buna da pes doğrusu! Şu bizim komşular da
amma adamlar yahu… İnsanın hayalindeki çorbanın bile kokusunu alıyorlar.”
İstediğin Kadar Vade Vereyim
Günün birinde Nasreddin Hoca bahçesinde
fidanları budarken birdenbire bahçe kapısı açılır ve komşularından biri içeriye
girer. Biraz hoşbeş ettikten sonra oradan buradan konuşmaya başlar. Komşunun
niyetini anlayan Nasreddin Hoca ona döner ve; “Hayırdır komşu, bir arzun,
isteğin mi var?” diye sorar. Hoca’nın bu sorusundan cesaret alan adam; “Hocam,
biraz paraya ihtiyacım oldu, bana kısa bir süre sonra ödemek üzere biraz borç
verebilir misin? Vadesi gelince öderim.” der. Hoca, komşusunu iyi tanıdığı için
der ki: “Aman komşum, sen hem borç para istiyorsun hem de vade… Bunun ikisi
birden olmaz, sen istediğinden borç para al da ben sana istediğin kadar vade
vereyim.”
Kadıya Düşer
Bir köpek Akşehir’in ana caddelerinden
birisine pisler. Caddenin sağında ve solunda oturanlar, “Sen temizleyeceksin,
ben temizlemeyeceğim” diye tartışırlarken Nasreddin Hoca üzerlerine gelir.
Bunun üzerine cadde sakinleri; “Hocam, bu pisliği kim temizleyecek?” diye
sorarlar. Hoca, şöyle bir düşündükten sonra; “Vallahi hemşerilerim burası ana
yoldur, buranın pisliğini temizlemek de kadıya düşer.” der.
Kara Karga
Günün birinde Hoca ile hanımı Akşehir
Gölü’ne çamaşır yıkamaya giderler. İkili, bir yandan çamaşırlarını yıkarlarken,
bir yandan da oturup sohbet ederler. O sırada yanlarına simsiyah bir karga
iner, çamaşırları dağıtır, sabunu da kaptığı gibi uçup gider. Hanım bu duruma
üzüldüğü kadar da şaşırır… Hoca bakar ki eşinin sakinleşeceği yok, onu avutmaya
çalışır: “Hatun, canını sıkma, şimdi gider başka bir sabun getiririm ama, bak o
karganın durumu bizden çok daha kötü. Ayrıca onun sabun isteyebileceği bir
komşusu yok, sonra üstü başı da bizden çok kirli. Görmüyor musun simsiyah olmuş
zavallı.”
Karşılamaya Geldik
Günün birinde Hoca eşeğine biner ve komşu
köydeki bir ahbabını ziyarete gider. Orada epeyce bir hâl hatır ettikten sonra
izin ister ve tekrar evinin yolunu tutar. Yolu üzerinde karşılaştığı sözde
muzibin biri; “Aman Hocam, iki kardeş nereden gelip nereye gidiyorsunuz?” der.
Hoca kendinin eşek yerine konulduğunu anlayınca hemen cevabını verir: “Aman
efendim, bunu bilmeyecek ne var, ağabeyimizin geldiğini duyduk, biz de onu
karşılamaya geldik.”
Katır Nereye Götürürse
Zor işlerinde kullanmak üzere Nasreddin
Hoca bir katır alır. Katır alır almasına da katır oldukça huysuzdur, yanına
kimseyi yaklaştırmaz, üzerine kimseyi bindirmez. Ancak Nasreddin Hoca çok zor
şartlarda da olsa günün birinde katırın sırtına binmeyi başarır. Huysuz katır
da Hoca sırtına biner binmez koşmaya başlar. Hoca üzerinde, katır altında o
sokak bu sokak derken bir adam durumu görür; “Hocam, hayırdır nereye böyle?”
diye sorar. Katırın üzerinde söylenenleri yarım yamalak anlayan Hoca; “Vallahi
ben de bilmiyorum, katır nereye götürürse oraya gidiyorum.” der.
Kendim ve Oğlağım İçin Öksürdüm
Nasreddin Hoca ile hanımı tam uykuya
daldıkları sırada dışarıdan bazı sesler duyulur: “Arkadaşlar, haydi içeri
girelim. “Hoca’yı öldürüp karısını kaçıralım.” “Oğlağı da götürüp pişirelim.”
Hoca konuşmaları işitip yüksek sesle birkaç defa öksürünce hırsızlar da kaçıp
gider. Ortalık sakinleşince Hoca’nın hanımı; “Efendi, galiba sen korkudan
öksürdün!” deyince, Hoca gülümseyerek cevap verir: “Hayır hatun, hayır, ben
korkudan ve senin için değil, kendim ve oğlağım için öksürdüm.”
Kırk Yıllık Sirke
Nasreddin Hoca’nın komşularından birisi
turşu kurmak ister, fakat bakar ki evde keskin sirke yok. Hemen oğlunu çağırır;
“Oğlum, Nasreddin amcalarına git ve kırk yıllık bir keskin sirke al gel.” der.
Babasından emri alan çocuk, Hoca’nın kapısını çalıp; “Hoca amca, babam turşu
kuruyordu, evde sirke kalmamış; bana, ‘Hoca amcanlardan kırk yıllık sirke al
gel’ dedi.” der. Hoca şöyle bir sakalını sıvazlar ve çocuğa dönerek; “Babana
selam söyle, kırk yıllık sirkeyi veremem, eğer her gelene verseydim, evde hiç
kırk yıllık sirke kalır mıydı?” der.
Kırpıp Kırpıp Yıldız Yaparlar
Nasreddin Hoca bir akşamüzeri
arkadaşlarıyla ayaküstü sohbet ederlerken yeni doğmakta olan ayı görürler.
Arkadaşları muziplik olsun diye Hoca’ya sorarlar: “Hocam, yeni ay doğunca
eskisini ne yaparlar?” Hoca bu, sorunun altında kalacak değil ya, hemen
cevabını veriverir: “Bunu bilmeyecek ne var arkadaşlar, kırpıp kırpıp yıldız
yaparlar.”
Kimin Çaldığını Bilseydim?
Günün birinde, nasıl olmuşsa Nasreddin
Hoca’nın eşeğini çalmışlar. Eşek bu ya! Hoca’nın da eli, ayağı… Kısacası her
şeyi… Hem Hoca’nın daha eşekle yapılacak onca işi var. Eşine dostuna bu durumdan
yakınır: “İşlerim yarım kaldı, ne yapacağım bilmiyorum!” Hoca eşeğinin derdiyle
oflayıp puflarken, komşuları başlarlar gereksiz sorularla canını sıkmaya:
“Hayırdır Hoca Efendi, eşeğini mi çaldılar?” “Hocam, hem kim çalmış, biliyor
musun?” “Ne zaman çalınmış senin eşek?” Bu gereksiz sorulardan canı fena hâlde
sıkılan ve bunalan Hoca dayanamaz, patlayıverir: “Be hey komşular, kimin
çaldığını bilseydim ben eşeği hiç çaldırır mıydım?”
Kokusuna Ne Diyeceksin?
Nasreddin Hoca ile dostları sohbet ederlerken
misafirlerden biri yelleniverir. Bu duruma çok üzülen misafir, sesin mest sesi
olduğunu ima etmek için mestlerini birbirine sürter. Adamın ne yapmak
istediğini anlayan Hoca, onu mahcup etmeden kulağına eğilir ve; “Komşu, tamam
anladık sesini benzettin, ya kokusuna ne diyeceksin?” der.
Kurt Yokuş Yukarı Koşmasın
Hoca’nın yolu bir gün ormana düşer. Eşeğini
bir kenara bırakıp şöyle temiz bir hava almak için çevreyi dolaşmaya çıkar. Bir
süre sonra eşeğinin anırma sesleriyle birlikte geriye döner. Geriye döner
dönmesine de eşeğini kurt çoktan yemiş ve yokuşa doğru kaçmaya başlamıştır
bile. Tam bu sırada komşularından birisi; “Hocam, koş kurt kaçıyor!” diye
bağırmaya başlayınca Hoca da; “Komşum, boş yere bağırıp çağırma, ne de olsa
bizim eşek gitti, hiç olmazsa tok karına kurt yokuş yukarı koşmasın.” der.
Kurusun Diye Güneşin Altına Dikmişler
Nasreddin Hoca bir gün camiden çıkıp evine
doğru giderken tanımadığı bir adamla karşılaşır. Hoca ileselamlaştıktan sonra
adam minareyi göstererek; “Hoca Efendi, buna ne derler?” diye sorar. Hoca,
tereddüt etmeden; “Kuyu!” cevabını verir. Adam, Hoca’yı sıkıştırmak için;
“Hocam, anladım da kuyu nasıl böyle ters yüz olmuş?” deyince Hoca; “Efendi,
kuyuyu ters yüz ettikten sonra kurusun diye güneşin altına dikmişler.” deyiverir.
Marifet Cübbe ve Kavukta ise Al Sen Oku
Nasreddin Hoca günün birinde cami avlusunda
dostlarıyla sohbet ederken tanımadığı bir adamla karşılaşır. Adamın elinde de
bir mektup vardır. Mektubu Hoca’ya uzattıktan sonra; “Hocam, bu mektubu bir
okuyuversene!” der. Hoca, mektuba şöyle bir bakar, aşağısını yukarısını gözden
geçirdikten sonra mektubun Farsça olduğunu anlar ve adama; “Oğlum ben bu
mektubu okuyamadım, sen bunu başkasına okut.” der. Adam bu cevap karşısında;
“Hocam, benim mektubumu niçin okumuyorsun?” diye ısrar edince; “Evladım, ben
Farsça bilmiyorum, onun için okuyamıyorum.” der. Arsız adam öfkeyle Hoca’ya
çıkışır: “Hem üzerinde kavuğun, cübben olacak, hem de mektubu okuyamayacaksın,
böyle hocalık mı olur?” Hoca bu sözlerin karşısında epeyce kızar, fakat konumu
gereği sabrını da gösterir. Adam, saçma sapan konuşmalarına devam edince,
Nasreddin Hoca yerinden kalkar ve; “Be adam, ne konuşup duruyorsun, eğer
marifet cübbe ve sarıkta ise al sen oku.” deyip üzerinden çıkardığı iki emaneti
onun önüne koyar.
Mavi Boncuk Kimdeyse Benim Gönlüm Ondadır
Hoca, birden fazla eşi olan kişilere sanki
bir psikolog edasıyla seslenerek sorunlarını çözmeye çalışır. Hoca’nın iki evli
olduğu günlerde hanımları merakla sorarlar: “Hocam, hangimizi daha çok seviyorsun?”
Hoca daha önce, hanımlarına birbirinden habersizce birer mavi boncuk verdiği
için rahat bir şekilde cevabını verir: “Mavi boncuk kimdeyse benim gönlüm
ondadır.”
Ne Fark Eder ki?
Nasreddin Hoca günün birinde pazara gitmeye
niyetlenir ve ahırdan eşeğini dışarı çıkardıktan sonra binmek için birkaç hamle
yapar. Ancak her defasında başarısız olur. Kendisini iyice toparlayan Hoca son
bir hamle daha yaptığında eşeğe bineceğim derken öbür tarafa, burnunun üzerine
düşmesin mi? Hoca’nın eşekten düştüğünü gören çocuklar hep bir ağızdan; “Hoca
eşekten düştü, Hoca eşekten düştü.” diye bağırışınca, o da kendisini şöyle bir
toparlar ve; “Yahu çocuklar, ne bağırıyorsunuz… Ben zaten eşeğin öbür tarafında
da yerdeydim, şimdi de yerdeyim. Ne fark eder ki” deyiverir.
Ne Olur Komşu Biraz da Biz Ölelim
Ramazan ayının yazın tam ortasına geldiği
yıllar… Gün uzun mu uzun, hava sıcak mı sıcak. . . Bir komşusu, Nasreddin
Hoca’yla birkaç arkadaşını iftara davet eder. İftar saati yaklaşır, sofraya
otururlar. Ezan okunduktan sonra iftar edilip yeme içme faslına geçilecektir.
Sofraya ilk olarak soğuk bir hoşaf tası konulur. Ancak ortada bir kurnazlık
vardır. Evin sahibi, neredeyse kepçe büyüklüğünde bir kaşıkla, hiç nefes
almadan hoşafı içmektedir. Misafirlerin ellerinde ise küçücük kaşıklar vardır.
Üstelik, ev sahibi kepçeye benzeyen koca kaşığı hoşafa her daldırışında tuhaf
sesler çıkarır. “Ohhh. . . Öldüm!. .” Misafirler ise küçücük kaşıklarla ne
hoşafın tadına varabilir, ne de kendi susuzluklarını giderebilirler. . . Nasreddin
Hoca bir bakar, iki bakar ve ardından; “Bu iş böyle olmaz.” diyerek ev
sahibinin elindeki kepçeyi kapar ve; “Be adam, kepçeyle biraz da biz içsek,
belki biraz da biz ölürüz.” der.
Ne Zaman Teke Olacak?
Arkadaşları bir gün Hoca’ya; “Hocam, senin burcun
nedir?” diye sorarlar. Hoca da; “Teke!” cevabını verir. Bunu duyan arkadaşları
hayret içinde; “Hocam, böyle bir burç var mı? Biz bilmiyoruz da…” der.
“Rahmetli anam bana, ‘Benim burcum cedi, seninki de cedi olsun. ’ demişti.”
“Hocam, sen daha iyi bilirsin ama cedi ‘oğlak’ değil mi? Öyleyse burcun
oğlaktır.” Arkadaşının sözlerini dinleyen Hoca cevabını veriverir: “Doğru
söylüyorsun, burcum bir zamanlar oğlaktı. Aradan yıllar geçti, bu oğlak ne
zaman teke olacak?” der.
Neler Çektiğimi Görün
Nasreddin Hoca eşeğinin dışında zaman zaman
katır ve ata da biner. Uzak yolculuklarında tercih ettiği atı biraz huysuz
olunca Hoca bunu satmak ister. Atı pazara çekince, alıcılar yaşını belirlemek
için, atın dişine bakarken hayvan şaha kalkıverir. Ayaklarına baktıklarında
çifte atar. Kısacası at huysuz mu huysuz… Etraftan; “Yahu Hocam, huysuz atı kim
alır?” filan deyince, attan canı yanan Hoca; “Ben de biliyorum huysuz atı
kimsenin almayacağını, ancak benim neler çektiğimi görmeniz için pazara
getirdim.” der.
O Kadar Yıldız Var
Hoca günün birinde Konya’ya gelir ve
camilerden birinde vaaz vermek için kürsüye çıkarak; “Ey cemaat, biliyor
musunuz, buranın havasıyla bizim Akşehir’in havası aynı.” der. Cemaatten biri
dayanamayıp; “Hocam, nereden bildin?” diye sorunca Hoca; “Bunu bilmeyecek ne
var, orada ne kadar yıldız varsa, burada da o kadar yıldız var.” deyiverir.
O Şimdi de Benim Sözümü Dinlemez
Nasreddin Hoca hayatının bir döneminde
Sivrihisar’da kâtiplik yapar. Bu arada subaşı ile de sürtüşür durur. İkilinin
kavgası o kadar ileriye gider ki birbirleriyle konuşmayacak seviyeye gelir. Gün
gelir, vakit geçer, subaşı ölür. Halk subaşıyı defnettikten sonra Nasreddin
Hoca’ya; “Haydi Hocam, talkını ver.” deyince Nasreddin Hoca; “Bu hiç mümkün
değil, çünkü subaşı benimle küs idi, o şimdi de benim sözümü dinlemez.” der.
Oğlumun Babası Öldü de Onun Yasını
Tutuyorum
Nasreddin Hoca, günün birinde karalara
bürünmüş vaziyette sokağa çıkar. Onun bu hâlini görenler; “Hocam, hayırdır, biz
seni hep yeşil cübbenin içinde görüyorduk, ne oldu da karalara büründün?”
deyince Hoca, soruların ardı arkasının kesilmeyeceğini anlar ve; “Sormayın
dostlar oğlumun babası öldü de onun yasını tutuyorum.” der.
On Yıllık Sözümden mi Döneyim Bilmem ki?
Hoca bir gün dostlarıyla sohbet ederken
konu döner dolaşır Hoca’nın yaşına gelir ve arkadaşlarından biri sorar: “Hoca
Efendi, kaç yaşındasın?” Hoca hiç düşünmeden; “Elli…” deyiverir. Bir başka
arkadaşı da; “Yahu Hocam! Sen on yıl önce de ‘elli’ diyordun. On yıl geçti hâlâ
‘elli’ diyorsun. Bu nasıl iştir?” diye sorar. Hoca hiç istifini bozmadan
cevabını verir: “Beyler, söz ağızdan bir kere çıkar. Siz istiyorsunuz diye, bu
yaştan sonra on yıllık sözümden mi döneyim?”
Ona İyi Bir Koca Bul
Nasreddin Hoca’nın komşularından birisinin
kızı vardır. Anne ve baba kızlarından yaka silkmektedirler. Düşünürler,
taşınırlar ve Nasreddin Hoca’ya gitmeye karar verirler. “Hocam, benim kıza
muska mı yapacaksın, yoksa kendinden daha güçlü bir hocaya mı göndereceksin? Ne
yaparsan yap!” deyince, Hoca sakalını şöyle bir sıvazlar ve; “Komşu, komşu, sen
hocayı, muskayı bırak da ona iyi bir koca bul, o zaman onun dertleri kökünden
sona erer.” der.
Onu Bana Sorun Bana
Nasreddin Hoca’nın hanımı ölür, öğle
namazından sonra defnedilecektir. Namazdan sonra cami hocası yüksek sesle
sorar: “Merhumeyi nasıl bilirdiniz?” Cemaat de hep bir ağızdan; “Allah rahmet
eylesin, iyi biliriz.” der. Ardından da cenaze omuzlara alınıp giderken
Nasreddin Hoca bir cemaate, bir de tabutun içindeki cenazeye baktıktan sonra
derin bir ah çeker ve sessizce; “Yahu siz, kimi kimden soruyorsunuz, siz onu
bana sorun bana.” der.
Ödeşmiş Olmadık mı?
Hoca bir gün şehre un satmaya gider. Akşama
doğru işini bitirince hem günün yorgunluğunu atmak hem de una bulanmış
kıyafetlerini temizlemek için hamamın yolunu tutar. İçeriye girince hamam
çalışanlarının kendisi ile ilgilenmemesine çok canı sıkılırsa da bunu pek dert
etmez. Güzelce yunur yıkanır, üstünü başını temizler, sonra da ücretini öder ve
çalışanlara fazlasıyla bahşiş bırakır. Hoca bu, başından geçenleri unutur mu
hiç? Unutmaz… Aradan birkaç gün geçer. Hoca çok temiz ve güzel bir şekilde
giyinir kuşanır, yine hamamın yolunu tutar. Kafasında da hamam çalışanlarından
geçen gelişindeki ilgisizliğin hesabını sormak vardır. Hocanın güzel kıyafetleri
karşısında hamamcılar ona hizmet etmek için âdeta yarışırlar. Hatta çıkışta onu
kapıya kadar uğurlarlar. Görevliye ücreti ödeyen Hoca, fazla bahşiş yerine çok
az bir bahşiş bırakır. Bahşişi gören çalışanlar kendi aralarında homurdanmaya
başlarlar: “Adama bak, kendisine ne güzel hizmet ettik… Hizmetimizin karşılığı
bu mu? Bu ne biçim bahşiş?” Hoca, hamam çalışanlarından daha önceki
ilgisizliğin hesabının sormanın tam zamanının geldiğini anlar ve; “Yahu, ne
bağrışıp duruyorsunuz, geçen hafta üstüm başım un içinde geldiğimde yüzüme bile
bakmadınız, fakat ben o zaman size iyi bahşiş verdim, bugün ise siz benim
kürküme bakarak iyi hizmet ettiniz. İlkinde ben size iyi bahşiş verdim, şimdi
ise tersini yaparak ödeşmiş olmadık mı?” der.
Ölçmüş Biçmiş Gidiyor
Günün birinde Nasreddin Hoca yolda giderken
birkaç kişiyle karşılaşır. Onlar; “Hocam, dünya kaç arşındır? Biz anlaşamadık.
Sen görmüş geçirmiş adamsın, bize bir cevap ver.” deyince, Hoca Efendi şöyle
bir düşüneyim diye başını kaldırdığında bir de ne görsün, karşı mahalleden
mezarlığa doğru bir cenaze gidiyor. Cenaze, Hoca’nın imdadına yetişince o da
hemen cevabını veriverir: “Arkadaşlar, ben de sizin sorunuzun cevabını
biliyordum, ama bakın benden önce şu giden cenaze cevabı verdi. Görüyor musunuz
o, ölçmüş, biçmiş ve gidiyor.”
Önden Buyur Yiğidim
Günlerden bir gün Hoca, ziyaret için
mezarlığa doğru yola koyulur. Oraya varınca birdenbire karşısına kocaman bir
köpek çıkar. Hoca korkudan ne yapacağını şaşırır. Bulduğu taşı kaptığı gibi
köpeğe fırlatır. Köpeğe”hoşt hoşt” diye bağırarak onu korkutup uzaklaştırmak
ister. Köpek de köpek ha! Korkup kaçacağı yerde daha çok hırlar ve Hoca’nın
üzerine doğru hücum eder. Hoca, bakar ki köpeğin kaçmaya hiç niyeti yok. Çareyi
bir mezar taşının arkasına sığınmakta bulur ve; “Anlaşıldı. Mademki bana senden
önce geçiş yok, sen önden buyur yiğidim.” der.
Ördek Çorbası İçiyorum
Nasreddin Hoca hayattayken büyük bir kıtlık
olur. Bırakın eti, bir lokma ekmeği bile bulmak çok zordur. Evde bulduğu kuru
ekmek parçalarını alan Hoca, Akşehir Gölü’nün kenarına geldiğinde bir de ne
görsün, gölde ördekler yüzüyor. Hoca, bunlardan birkaçını yakalamak isterse de
başaramaz. Ardından da yorgun argın bir ağacın gölgesine oturur ve evinden
getirdiği kuru ekmeği suya bandıra bandıra yemeye başlar. O sırada çevreden
geçmekte olan insanlar, Hoca’nın bu garip hâlini görünce dayanamaz ve sorarlar:
“Hayrola Hocam, ne yapıyorsun?” Nasreddin Hoca: “Görmüyor musunuz, ördek
çorbası içiyorum.” diye cevap verir.
Padişah mı Büyük Çiftçi mi?
Nasreddin Hoca bir köye gittiğinde halk,
Hoca’yı imtihan etmek ister: “Hocam, padişah mı büyük, yoksa çiftçi mi?” diye
bir soru sorarlar. Hoca şöyle bir arkasına yaslanır, sonra da sakalını sıvazlar
ve; “Bunu bilmeyecek ne var, elbette çiftçi büyük, eğer çiftçi olmasa padişah
acından ölürdü.” der.
Parayı Veren Düdüğü Çalar
Nasreddin Hoca günün birinde evinin
ihtiyaçlarını gidermek üzere eşeğine biner ve pazara doğru yola koyulur. Bir
süre gittikten sonra çocuklar Hoca’nın yolunu keserler ve; “Hocam, nereye gidiyorsun?”
diye sorarlar. “Pazara gidiyorum.” “Bize düdük alır mısın?” “Elbette alırım.”
Bu arada çocuklardan birisi Hoca’ya bir miktar para verir, diğerleri ise
Hoca’ya iyi dileklerde bulunurlar. Pazar alışverişini bitiren Hoca, yorgun
argın evine doğru dönerken çocuklar yolunu keserler. “Hocam, hoş geldin.” “Hoş
bulduk çocuklar.” der. Ardından çocukların istekleri başlar: “Hocam, bizim
düdük, Hocam benim düdük, Hocam bana yok mu?” gibi sözleri işiten Hoca,
cebinden çıkardığı düdüğü para veren çocuğa uzatır. Bu defa diğer çocuklar;
“Olur mu Hocam, hani bize, hani bize?” diye şikâyete başlarlar. Bunun üzerine
Hoca; “Çocuklar, çocuklar! Parayı veren düdüğü çalar, bakın arkadaşınız parayı
verdi, düdüğünü nasıl öttürüyor.” deyiverir.
Peşin Parayı Görünce Ne de Güzel Gülüyorsun
Nasreddin Hoca komşularından birine borçlu
olup bir türlü ödeyememektedir. Alacaklı birkaç defa kapıyı çalınca Hoca;
“Komşu, çok kısa bir süre içerisinde borcumu sana ödeyeceğim.” der. Komşusu
biraz şaşkın vaziyette; “Bu iş nasıl olacak, ne zaman ödeyeceksin?” deyince
Hoca; “Bak komşu, kapının önüne çalı ektim, çalılar ilkbaharda yeşerecek, sonra
çalıları sertleşecek…” “Eee…” “Kapının önünden geçen koyunların yünleri
çalılara takılacak…” “Sonra?” “Sonra mı, bu yünleri toplayacağız, hatunla
birlikte kabartacağız, sonra kirmanda eğireceğiz, son olarak da pazarda
satacağız. O zaman senin paranı ödeyeceğim.” deyince alacaklı acı acı gülmeye
başlar. Alacaklısının bu tavrı üzerine Hoca; “Ah komşu ah, peşin parayı görünce
ne de güzel gülüyorsun.” der.
Pilavla Görüşüvereyim
Akşehirli zenginlerden bir tanesi Nasreddin
Hoca’yı iftara çağırır. Sofraya oturdukları zaman ilk olarak çorba gelir.
Çorbadan bir kaşık alır almaz ev sahibi hizmet edenlere; “Bu nasıl çorba, çabuk
değiştirin!” der. Arkasından sofraya güzel bir et yemeği gelir. Ev sahibi
yemekten bir parçayı yedikten sonra öfkeli bir sesle; “Nerede bu aşçı? Ben ona
baharat koyma demedim mi? Çabuk değiştirin bu yemeği!” der. Et yemeğinden sonra
sıra baklavaya gelir. Baklavayı gören Hoca ‘Bakalım buna ne kusur bulacak?’
diye içinden geçirirken ev sahibi âdeta kükreyerek; “Ahmak herifler, aç karnına
baklava yenir mi? Kaldırın bunu.” der. Bu sırada Nasreddin Hoca yerinden fırlar
ve arkada sırasını beklemekte olan etli pilavdan yemeğe başlar. Hoca’nın bu
hareketi karşısında şaşıran ev sahibi; “Aman Hocam, ne yapıyorsun? Sofraya
getirseydik…”deyince Hoca cevabını veriverir: “Vallahi Efendi, sen sofraya
gelenlerin hesabını göredur. Ben biraz pilavla görüşüvereyim.”
Saçlarım Sakalımdan Daha İhtiyardır da
Ondan
Hoca, günün birinde berberde tıraş olurken,
müşterilerden birisi; “Hocam, maşallah, saçları ağartmışsın, lakin sakalın pek
o kadar değil, neden acaba?” deyince o da; “Beyim, bunda bir aksilik yok,
saçlarım sakalımdan daha ihtiyardır da ondan.” der.
Saklarlar da Kışın Yerler
Misafirlerden birisi, Nasreddin Hoca’nın
evinde yatıya kalır. Akşam yemeği yenildikten sonra sohbet edilir, yatma zamanı
gelince yataklar açılır. Vakit ilerlediği için karnı acıkan misafir; “Bizim
eller bizim eller Yatarken üzüm yerler” diye bir türkü tutturmaz mı? Bu
türkünün sonunun nereye varacağını anlayan Nasreddin Hoca da elini kulağına
atar ve; “Sizin eller sizin eller Yatarken üzüm yerler Bizde böyle âdet yoktur
Saklarlar da kışın yerler.” der.
Sana Gelir miydim?
Günün birinde Hoca’nın eşeği çalınır. Bunun
üzerine Hoca sokakta yüksek sesle; “Eşeğimi çaldılar, hırsızlar eşeğimi
çaldılar.” diye bağırır. Sesi işiten Kadı, Hoca’yı yanına çağırarak; “Eşeği
nasıl çaldırdın, kime çaldırdın, ne zaman çaldırdın?”gibi sorular sorar. Bu
sorulara kızan Nasreddin Hoca; “Kadı Efendi, Kadı Efendi! Eğer bu soruların
cevabını bilseydim sana gelir miydim?” der.
Sana Ne?
Nasreddin Hoca akşam namazından sonra eve
doğru giderken geveze bir adamla karşılaşır: “Hocam, az önce buradan bir tepsi
baklava götürüyorlardı.” “Giderse gitsin, bana ne elin baklavasından.” deyince
adam; “Yok Hocam, baklava sizin eve gidiyordu.”der. Öfkelenen Hoca; “Be adam,
giderse gitsin, bizim eve giden baklavadan sana ne?” diyerek adamı azarlar.
Sapasağlam Ölüyorum
Nasreddin Hoca günün birinde hastalanır ve
yorgan döşek yatar. Nasreddin Hoca bu, sevilen birisi, bütün eş dost ziyaretine
gelir ve; “Hocam, geçmiş olsun.” “Hayırdır Hocam, dün sapasağlamdın, birdenbire
ne oldu?” diye sorarlar. Hoca, ziyaretçilerin gelip gitmesinden memnundur,
ancak soruların ardı arkası kesilmeyince; “Sormayın dostlarım, ben sapasağlam
ölüyorum.” der.
Sen Evini Taşı
Evinin yerinden memnun olmayan köylünün
biri, sıkıntısını anlatmak üzere Nasreddin Hoca’ya gelir: “Hocam, evde gün
ışığına hasret kaldık. Evim güneş yüzü görmüyor. Bu sıkıntıma bir çare bul.”
Nasreddin Hoca, evinden şikâyetçi olan adam hakkında bilgi sahibi olmadığından
merakını gizleyemez ve sorar: “Yahu komşu, senin toprağın filan yok mu?” “İlahi
Hoca Efendi, köylü adamın tarlası olmaz mı hiç?” “Madem tarlan var, o hâlde
güneş de görüyordur.” “Yahu Hocam, tarladır bu, elbette güneş görür.” Hoca, bu
lüzumsuz soruyu soran köylüye iyi bir ders vermek niyetindedir. Adama şöyle
uzun uzun bakarak cevap verir: “Oh, ne güzel! Güneş senin evine gelmiyorsa sen
evini tarlaya götürüver.”
Sen O Zaman Tozun Dumanın Ne Olduğunu
Anlarsın
Nasreddin Hoca ile mollası İmad birlikte
ava çıkarlar. Bir süre dolaştıktan sonra İmad bir kurt yavrusunun ininin
içerisine girdiğini görür ve ardından o da girer. Uluma sesleri üzerine ana
kurt da ine gelince Nasreddin Hoca inden içeriye girmek isteyen ana kurdun
kuyruğundan tutar. Kurt yavrusunu kurtarmak için içeriyi zorlarken her taraf
toz duman içinde kalır. İmad içeriden bağırır: “Hocam, bu ses, gürültü nedir?”
Hoca da; “Oğlum İmad, sen dua et de kurdun kuyruğu kopmasın; eğer kurdun
kuyruğu koparsa sen o zaman tozun dumanın ne olduğunu anlarsın.” der.
Sendeki Alacağım Başka
Nasreddin Hoca bir gün yolda giderken eski
tanıdığına rastlar. Adam vaktiyle Hoca’dan borç para almış; ancak ödememiştir.
Bu sebeple de pek ortalarda görünmemektedir. Hâl hatır sorduktan sonra Hoca;
“Mehmet Efendi, benden aldığın borcun üzerinden epey zaman geçti. Haydi artık
öde de kurtul.” der. Mehmet Efendi ezilip büzülür. O sırada yanlarından
geçmekte olan bir adam Mehmet Efendi’ye acır ve onu Hoca’nın dilinden kurtarmak
için; “Hoca, sen onu bırak. Esas borçlu benim.” der. Öfkelenen Hoca
münasebetsiz adamı uyarır: “Sendeki alacağım başka, o biraz dursun. Benim
bundan alacağım var. Ben onu istiyorum.”
Senin Gibilere Muhtaç Olmamak İçin
Cimrilerden birisi Hoca’ya takılır: “Hocam
parayı çok sevdiğini öğrendim, acaba neden?” Hoca bu kendini bilmeze cevapta
gecikmez; “Senin gibilere muhtaç olmamak için.” deyiverir.
Senin İçin Yanıyorsa Bilmem
Günün birinde komşularından biri Nasreddin
Hoca’yı yemeğe çağırır. Hoşbeşten sonra sofra kurulur, Hoca da tabaktakileri
afiyetle yer. Yemek faslı bittikten sonra ev sahibi Hoca’nın önüne kara kovan
balından bir tabak kor. Balın kaliteli olduğunu anlayan Hoca, kaşık kaşık balı
yemeye başlayınca ev sahibi dayanamaz; “Hocam, eğer balı ekmeksiz yersen içini
yakar.” der. Hoca, şöyle bir arkaya doğru yaslanır ve ardından da ekler:
“Vallahi komşu, benim içimin filan yandığı yok, senin için yanıyorsa bilmem.”
Seninle de Konuşulmuyor ki
Bir akşam üzeri Nasreddin Hoca ile hanımı
avluda oturmuş, sohbet etmektedirler. Tuhaf bir hâli olan Hoca, hanımına sorar:
“Hanım, bizim komşu değirmenci Ahmet Efendi’nin adı neydi?” Kocasının dalgın
hâlini merak eden hanım bu soru karşısında şaşırarak; “Hoca Efendi, bu nasıl
söz? ‘Ahmet Efendi’ dedin ya.” der. Bozuntuya vermeyen Hoca soruyu değiştirir:
“Dilim sürçtü. Ne iş yaptığını soracaktım.” “Efendi, sana ne oldu? ‘Değirmenci’
dedin ya.” Üste çıkmaya çalışan Hoca; “Hatun nerede oturuyor diye soracaktım.”
der. Şaşkına dönen hanım dayanamaz ve; “Efendi, sana bir şeyler mi oldu ne… Az
önce ‘komşu’ dedin ya.” Hanımının her sorusuna karşı çıktığını gören Hoca biraz
da kızarak; “Yahu hanım, iki söz edelim dedik, burnumdan getirdin. Seninle de
konuşulmuyor ki!” deyiverir.
Sondaki Est’leri Görmüyor musun?
Hoca, medresede öğrenciyken Arapça ve
Farsça derslerini de okumuştur. Ancak günlük hayatta bu dilleri pek
kullanmadığı için unutur. Bir işgüzar da Hoca’nın Arapça ve Farsça bilip
bilmediğini anlamak için onu sıkıştırmaya başlar: “Hocam, iyi hoş adamsın; seni
çok severim. Ama Farsça bilmediğin için vaazlarından yeterince
yararlanamıyorum.” Bunun üzerine Hoca öfkeyle adama çıkışır: “Be adam, benim
Farsçayı bilmediğimi de nereden çıkardın? Dinle bakalım, Farsça nasıl
konuşulurmuş, nasıl Farsça şiir okunurmuş: ‛Mor menekşe boynun eğmiş uyurest,
Kâfir soğan kat kat urba giyerest. ’ Soruyu soran işgüzar, önceleri şaşırırsa
da kendisini hemen toparlayarak Hoca’ya bir soru daha sorar: “Aman Hocam sen
de! Farsça bunun neresinde ki?” Hoca bu, altta kalır mı hiç! Adamı önce
dikkatle süzer, sonra da tebessüm ederek cevabını yapıştırır: “Neresinde olacak
yahu! Sonlarında elbette. . . Sen oradaki ‘est’leri görmüyor musun?”
Suyunun Suyu
Yakın köylerden birinde oturan bir ahbabı
Nasreddin Hoca’yı ziyarete gelir. Yatıya kalacak olan konuk Hoca’ya bir tavşan
hediye eder. Hoca da konuğunu elinden geldiğince ağırlar. Ertesi hafta
tanımadığı bir adam Hoca’ya komşu olur. Adam; “Hoca Efendi, ben geçen hafta
tavşan getiren efendinin komşusuyum.” Hoca, hediye edilen tavşanın suyuyla bir
çorba hazırlatır ve sofraya getirerek; “Afiyetle iç. Bizim hanım bu çorbayı
senin köylünün getirdiği tavşanın suyundan yaptı.” Üçüncü hafta aynı köyden iki
kişi birden gelir ve; “Biz o tavşanı getiren efendinin köyündeniz.” “Buyurun.”
der Hoca,”Bu çorbayı o tavşanın suyundan pişirdi bizim hanım.” Dördüncü haftada
birkaç kişi birden gelince Hoca köylülere ders vermek ister. Önlerine bir tas
sıcak su koyuverir. Köylüler içtiklerinin sıcak su olduğunu fark edince şaşırıp
kalırlar. Fırsatını yakalayan Hoca verir veriştirir: “Ulan köftehorlar,
hemşeriniz dört hafta önce bir tavşan getirdi, her hafta birileri gelip konuk
oldu. Artık tavşan kalmadı. Varın köye haber verin!”
Şıkır Şıkır Akçeler
Nasreddin Hoca’nın kadı olduğu günlerden
birinde gürültülü bir şekilde kapısı açılır ve iki adam içeri girerler.
Adamlardan biri diğerinin yakasını tutarak Hoca’nın huzuruna getirir. Son derece
hiddetli olan adam Hoca’nın ‘Ne oluyor?’ demesine fırsat vermeden anlatmaya
başlar: “Kadı Efendi, bu adam rüyamda benden şıkır şıkır yirmi akçe aldı.
İstiyorum, vermiyor. Şikâyetçiyim.” Kadı Efendi rüyada yirmi akçe alan adamı
yanına çağırır ve yirmi akçe vermesini ister. Şaşkına dönen adam Kadı’nın
sözünü dinler ve yirmi akçe verir. Akçeleri alan Kadı önündeki çekmeceye şıkır
şıkır akçeleri saydıktan sonra rüya sahibine; “Al bakalım şu şıkırtıları…” der.
Sonra da akçeleri sahibine vererek, sakalını sıvazladıktan sonra; “Haydi güle
güle. Bir daha birbirinizin hakkını yemeyin.” diye seslenir. İki adam dostça
ayrılıp giderlerken Kadı’nın yanında hazır bulunanlar da karara hayran
kalırlar.
Tarifesi Bende Kaldı
Ciğeri çok seven Hoca bir gün bir okka ciğer
ile evine dönerken yolda karşılaştığı bir dostu Hoca’ya bir yemek tarifi vermek
ister: “Hocam, sana öyle bir tarif vereceğim ki parmaklarını yiyeceksin.” Dostu
tarife başlayınca Hoca; “Tarif karışık iş, bu benim aklımda kalmaz. Sen bunu
bir kâğıda yazıver.” der. Tarifi alan Hoca yiyeceği ciğerin hayali ile eve
doğru ilerlerken bir çaylak alçalır ve oldukça dalgın olan Hoca’nın elinden
ciğeri kaparak kaçar. Bu durumda yapacak bir şeyi olmayan Hoca, çaylağın
ardından bakakalır ve elindeki tarifin yazılı olduğu kâğıdı havaya kaldırarak;
“Boşuna sevinme, tarifesi bende kaldı. Ağız tadıyla yiyemeyeceksin.” deyiverir.
Tatlı Bir Uyku Uyumuştum
Nasreddin Hoca günün birinde eşeğine biner
ve Konya’nın yolunu tutar. Ancak Konya yolu uzundur, birkaç gece yollarda
konaklaması gerekmektedir. Sabah erkenden çıkılan yolculukta akşam olunca Hoca
bir köyde konaklamak ister. Öyle de yapar ve çaldığı bir kapıda ‘Tanrı
misafiri’ deyip orada konuk edilir. Bu arada Hoca çok acıkmıştır. Hâl hatırdan
sonra ev sahibi Hoca’ya; “Hocam yoldan geldin, susuzluk, uykusuzluk var mı?”
deyince Hoca; “Vallahi kardeşim, gelirken bir pınarın başında tatlı bir uyku
çekmiştim.” deyiverir.
Tazıya Döner
Cimri bir kişiliğe sahip olan dönemin
subaşını pek sevmeyen Nasreddin Hoca ile subaşının arası pek de iyi değildir.
Subaşı bir gün Hoca’dan tavşan kulaklı, karınca belli bir tazı ister. Köpekten
anlamayan Hoca, birkaç gün sonra sokakta yakaladığı tombul bir köpeği subaşıya
götürür. İstediği gibi bir köpekle karşılaşmayan subaşı Hoca’ya; “Aman Hocam,
ben senden böyle tombul köpek mi istedim? Benim istediğim ince belli bir tazı
olacaktı. Sen tutmuş tombul bir köpek getirmişsin.” der. Bütün bunları sabırla
dinleyen Hoca gülümseyerek cevabını veriverir: “Merak etmeyin subaşı
hazretleri, bu köpek bir aya kalmaz tazıya döner.”
Tokadın Bedeli
Günlerden bir gün adamın biri Nasreddin
Hoca’nın ensesine bir tokat atar. Hoca da adamı tuttuğu gibi Kadı Efendi’ye
götürür. Hoca; “Kadı Efendi, bu adam bana tokat attı. Şikâyetçiyim.” der.
Tokadı atan adam Kadı Efendi’nin tanıdığı çıkınca Kadı Efendi kararını verir ve
şöyle der: “Tokat atmanın bedeli bir akçedir. Ver de kurtul.” Adam bir akçeyi
getirmeye gider ama bir türlü gelmez. Beklemekten sıkılan Hoca kalkıp Kadı
Efendi’nin ensesine bir tokat atar ve ardından cevabını veriverir: “Kadı
Efendi, adamın parayı getireceği yok. Getirirse de sana attığım tokadın cezası
olarak alıverirsin.”
Tuzun Sayesinde Aklımız Denk Oldu
Nasreddin Hoca tuzlu yemekleri sevmezmiş.
Olacak bu ya hanımı da bütün yemekleri tuzlu pişirirmiş. Bir ziyafette, önüne
konulan çorbaya bol bol tuz atmaya başlar. Sofradakiler şöyle bir bakarlar Hoca
hiç de tuzu bırakmıyor. Bunun üzerine içlerinden biri; “Hocam, yemeklere çok
tuz atma, aklı geriletir.” der. Hoca, sakalını şöyle bir sıvazladıktan sonra,
adamın yüzüne bir bakar ve; “Efendi efendi, tuz yemesem benim aklım herkesin
aklıyla nasıl denk olabilir?” der.
Uykumu Kaybettim, Onu Arıyorum
Gecenin ilerlemiş bir saatinde Nasreddin
Hoca sokakta gezerken bekçiler tarafından yakalanır ve sorguya çekilir:
“Efendi, bu saatte sokakta ne arıyorsun?” dediklerinde Hoca gayet olgun bir
şekilde; “Uykumu kaybettim, onu arıyorum.” deyiverir.
Ya Eyüp İp Olursa
Hoca bir gün camide vaaz etmektedir:
“Kardeşlerim, değerli Müslümanlar! Doğruluktan ayrılmayın, yalan yere yemin
etmeyin!” Bu arada cemaat içinde oturmakta olan Eyüp Efendi’ye gözü ilişir.
Tanıdıklarının Eyüp Efendi’nin adını doğru söyleyemediklerini, bu sebeple onun
adını çok farklı seslendirdiklerini hatırlar ve evirir, çevirir sözü onun adına
getirir: “Kardeşlerim, sizlere söylüyorum. Sakın ola ki çocuklarınızın ve
torunlarınızın adlarını Eyüp koymayın.” Dinleyenler şaşırırlar. Hoca’nın Eyüp
Peygamber’in adını beğenmediğini sanıp kızanlar bile olur. Kalabalıktan uğultu
yükselince Hoca işi şakaya döker. “Eğer siz çocuklarınıza, torunlarınıza Eyüp
adını verirseniz, günün birinde insanlar onu söyleye söyleye İp’e çevirirler.”
Yağım, Biberim, Tuzum, Ateşim Ne Olacak?
Nasreddin Hoca yakaladığı bıldırcınları
temizledikten sonra bunlardan güzel bir yemek yapar ve komşularını davet etmek
için evden çıkar. Hoca’yı takip eden bir komşusu da yemeği tenceresine
boşaltıp, yakaladığı canlı bıldırcınları tencerenin içerisine bırakıp gider.
Hoca, komşularını davet ettikten sonra, yemeği koymak için tencerenin kapağını
açtığında bir de ne görsün, yemeğin yerinde yeller esiyor. Bu arada canlı
bıldırcınlar da uçup giderler. Hoca kısa bir süre içerisinde kendisini toplar
ve elini açarak; “Allah’ım, inanıyorum, senin her şeye gücün yeter. Buna şüphe yok.
Bıldırcınlara can verdiğine inanıyorum, onları kurtardığına da inanıyorum.
Pekiyi, benim; yağım, biberim, tuzum, ateşim ne olacak?” deyiverir.
Yata Yata Usandım, Biraz da Dolaşmaya
Çıkacaktım
Mevsimlerden yazdır. Bu aralarda Hocamızın
da canı bir şeylere sıkılmıştır. Şöyle hava almak için dışarı çıkar. Hava sıcak
mı sıcak… Hoca’nın iç çamaşırları da sıcaktan dolayı sırılsıklam olur. Hoca,
terli elbiselerini değiştirebilmek için uygun bir yer ararsa da bulamaz. Yol
boyu giderken karşısına bir mezarlık çıkar. Hemen mezarlığa girip mezar
taşlardan birinin arkasında üzerini değiştirmeye başlar. Olacak bu ya, tam da o
sırada mezarlığın yakınından geçmekte olan birkaç atlı adam, Nasreddin Hoca’yı
yarı çıplak vaziyette görünce; “Be adam, bu nasıl hâldir? Senin ne işin var bu
vaziyette mezarlıkta?” derler. Hoca bakar ki atlılar kızgın… Hemen, onların
hoşlarına gidecek bir cevap vererek paçayı kurtarır: “Ne olsun, burası benim
mezarım… Yata yata usandım da biraz dolaşmaya çıkacaktım.”
Yorgan Gitti Kavga Bitti
Bir gece Nasreddin Hoca ile hanımı
odalarına çekilirler. Ancak bir süre sonra dışarıdan gelen gürültü patırtı
sesleri ile uyanırlar. Mevsim kıştır, Hoca Efendi aceleyle üzerine yorganını
alarak dışarıya çıkar. Bakar ki birkaç genç kavga etmektedir. Hemen onlara öğüt
vermeye başlar: “Yapmayın, etmeyin.” derken, olacak bu ya, Hoca’nın üzerindeki
yorgan da bir taraflara düşer. Gürültü patırtı çıkaranların bir kısmı kavga
eder gibi görünürken bir kısmı da yorganı kaptıkları gibi kaçarlar. Bir süre
sonra adamlar kavgayı bıraktıklarında Hoca bir de ne görsün? Yorgan gitmiş.
Hanımı, üzgün bir şekilde eve dönen Hoca’ya sorar: “Ne oldu Efendi? Hani
yorganın nerede?” Hoca yorganı kaybetmenin üzüntüsüyle; “Sorma hatun, kavganın
sebebi bizim yorganmış; yorgan gitti, kavga bitti.” diye cevap verir.
Aklın Varsa Göle Koş
Nasreddin Hoca günün birinde eşeğine
binerek ormana odun kesmeye gider. Kuru odunlardan epeyce kestikten sonra
bunları eşeğine yükler ve evin yolunu tutar. Ancak, yolda aklına, kestiği
odunların yanıp yanmayacağı konusu gelir ve ince kuru dallardan birkaçını
tutuşturur. Başlangıçta odun çıtır çıtır yanarken Hoca ve eşeği gayet rahattır.
Fakat bir süre sonra kuru odunların tamamı yanmaya başlayınca Nasreddin Hoca’yı
bir telaş alır ki sormayın. Bu arada odunların yanmasıyla birlikte semeri de
yanmaya başlayan eşek iyice huysuzlanır ve hoplayıp zıplamaya başlar. Eşeğin bu
acı haline çok üzülen Nasreddin Hoca yüksekçe bir yere çıkar ve; “Eşeğim, aklın
varsa göle koş, yoksa hâlin duman…” deyiverir.
Ay da Çıktı Ama Ben de Neler Çektim Neler?
Geceleyin ay ışığının etrafı aydınlattığı
bir saatte Nasreddin Hoca evde suyun olmadığını öğrenince, kova ve testiyi alıp
kuyuya gider. Nasreddin Hoca kovayı kuyuya sarkıttığında bir de ne görsün,
kuyunun içerisinde kocaman bir ay… “Hay Allah, ayın kuyuda ne işi var?” Hoca,
ayın kuyuya düştüğünü sanarak evine gelir, ipin yanına çengeli de alarak tekrar
kuyunun başına döner. Çengeli ipe bağlayarak kuyudan aşağıya sarkıtan Nasreddin
Hoca, çengelin bir taşa takılması üzerine var gücüyle asılmaya başlar. Bir
asılır, iki asılır, üç asılır, ancak çengel çıkmaz. Biraz daha kendisini
çengeli çekmeye hazırlayan Nasreddin Hoca var gücüyle ipi çekince, çengelin
takıldığı taştan kurtulmasıyla birlikte sırtı üzerine düşer. Bir süre toz
toprak içinde kaldıktan sonra Hoca, kendisine gelir ve gökte ayı gördükten
sonra; “Ay çıktı ama ben de neler çektim neler?” deyiverir.
Aynı Yöne Gittiğimi Görmemek İçin
Hoca bir gün eşeğe ters binerek giderken,
karşısına çıkanlar merakla sorarlar: “Hoca Efendi, niçin eşeğe ters
biniyorsun?” Hoca gülümseyerek cevap verir: “Eşekle aynı yöne gittiğimi
görmemek için…”
Bağdat’a Gitmem Gerekir
Günün birinde komşularından birisi Hoca’nın
kapısını çalar ve; “Hoca Efendi, senden bir isteğim var.” der. “Nedir komşu?”
“Hocam, Bağdat’ta bir dostum var, ona mektup yazmak istiyorum, fakat benim
yazım çok kötü. Mümkünse bu mektubu yazıversen.” deyince Hoca; “Olmaz, çünkü
benim Bağdat’a gidecek vaktim yok.” der. Hoca’nın yanlış anladığını zanneden
komşusu; “Hocam, Bağdat’a gitmeyeceksin, mektubu yazıvereceksin.” deyince Hoca
adamı başından savmak için yeni bahaneler uydurur ve; “Ah dostum! Bir bilsen
benim yazım ne kadar kötü, ancak kendi yazdığımı kendim okuyabiliyorum, bu
sebepten de Bağdat’a gitmem gerekir.” der.
Ben Perdeyi Buldum ve Çalıp Duruyorum
Bir gün Nasreddin Hoca’yı ziyafete davet
ederler. Yeme içme faslından sonra saz çalan bir misafir sazını ortaya
çıkararak; “Hocam, saz çalmasını bilir misin?” diye sorar. Hoca da hiç
düşünmeden, sözünün sonunun ne olacağını aklına kestirmeden; “Evet, çalarım.”
deyiverir. Bunun üzerine sazı Hoca’ya uzatırlar. Ne perde, ne mızrap… Hiçbir
şeyi bilmeyen Nasreddin Hoca sazı eline alır ve gelişigüzel mızrapla tellere
vurmaya başlar. Sazdan garip garip sesler çıkınca oradakiler; “Hoca Efendi, bu
nasıl saz çalış? Bunun da bir çalma usulü vardır, seninki saz çalma değil
işkence.” derler. Nasreddin Hoca, saz çalmasını bilmediğini belli etmemek için
kahkahayı basar ve; “Arkadaşlar, bunda şaşılacak ne var? Bu işte perde
arayanlar, aramaya devam etsinler, bakın ben buldum ve çalıp duruyorum.”
deyiverir.
Ben Sağlığımda Sağdaki Yolu Tercih Ederdim
Günün birinde odun getirmek için dağa giden
Nasreddin Hoca, kesmek için üzerine oturduğu bir dalı dibinden kesmeye başlar.
Bu sırada oradan geçen bir köylü; “Hocam, ne yapıyorsun? Bak, birazdan üzerine
oturduğun dal kırılır, yere düşer, ölürsün.” der. Hoca, hiç oralı olmaz, dalı
kesmeye devam eder. Çok geçmeden Hoca dalla birlikte aşağıya düşer. Köylünün
konuşmasından hisse çıkaran Hoca, üstünü başını silkeledikten sonra kalkar ve
adamın arkasından koşarak ona yetişir; “Arkadaş, sen benim düşeceğimi bildin, o
halde öleceğimi de bilirsin. Söyle bakayım ben ne zaman öleceğim?” der. Adam,
“Yok, ben bilmem, Allah’tan başka kimse bilmez.” filan derse de Hoca’yı bir
türlü ikna edemez. Adam daha fazla baskıya dayanamayınca da; “Hoca Efendi,
eşeğinle yola çıktığında, eşek üç defa yelleyecek. Birincisinde dizinden
aşağısının, ikincisinde göbeğinden aşağısının dermanı kesilecek, üçüncüsünde
ise canın çıkacak.” der. Kestiği dalların yanına dönen Nasreddin Hoca, odunları
eşeğine yükler ve evine doğru yola çıkar. Yolu üzerinde eşek birinci defa
yellediğinde, Hoca’nın dizinden aşağısında, ikinci defa yellediğinde göbeğinden
aşağısında canı kalmaz. Eşek üçüncü defa yellediğinde ise Nasreddin Hoca
“Öldüm” diyerek kendisini yol kenarına bırakır. Bir süre sonra yolları üzerinde
Hoca ve eşeğini bulan köylüler de Hoca’nın öldüğünü sanarak, onu evine
götürürler. Su kaynatırlar, imamı çağırırlar. İmam, Hoca’yı güzelce yıkar,
kefenler. Ardından cenaze namazını da kıldıran imam; “Haydin, cenazeyi
omuzlayın.” der. Cemaat de tabutu omuzlarına alarak mezarlığa doğru yola çıkar.
Cenaze bir süre taşındıktan sonra bir yol ayrımına gelince cemaat arasında ‘Hangi
yoldan gitsek daha kısa olur?’ diye bir tartışma başlar. Bu sırada Nasreddin
Hoca tabuttan başını çıkararak; “Ey cemaat, boşuna tartışıp durmayın; ben
sağlığımda hep sağdaki yolu tercih ederdim.” deyiverir.
Benim Kuşumun Düşündüğünü Görmüyor musunuz?
Hoca, pazar yerinde bir kuşun iki akçeye
satıldığını görür. Hoca, kuşun iki akçeye satıldığını görünce sevinir ve; “Bu
küçücük kuş iki akçe ederse benim evdeki hindim onlarca akçe eder.” der. Sonra
da evine gider ve hindiyi yakaladığı gibi pazarın yolunu tutar; ancak Hoca’nın
hindisinin yüzüne kimse bakmaz. Biraz bağırıp çağırmadan sonra zor ve şer
Hoca’nın hindisine de iki akçe veren olur ama Hoca’nın kafasının tası iyice
atar; “Be adamlar! Biraz önce küçücük kuşa iki akçe verdiniz, görmüyor musunuz
benim hindim onun on katı daha büyük.” deyince, pazarcılar; “Hocam, o kuş
dediğin papağandır, o konuşur, bu sebepten kıymetli.” Deyince Hoca dayanamaz;
“Yahu, siz o kuşun konuştuğunu söylüyorsunuz da benim kuşumun düşündüğünü neden
görmüyorsunuz?” der.
Biz Onun Ayağına Gideriz
Nasreddin Hoca’nın hocalığı halk arasında
ermişliğe kadar ilerleyince günün birinde hemşerileri; “Hocam, senin bir ermiş
olduğunu, istediğin her şeyi ayağına getirttiğini söylüyorlar. Fakat bunu biz
göremedik; şu kerametini bize gösterir misin?” diye sorarlar. Bu sözler
karşısında şöyle bir kendini toparlayan Nasreddin Hoca; “Ey dağ, haydi yanıma
gel.” diye üç defa seslenir. Nasreddin Hoca ve hemşerileri bakarlar ki dağın
kıpırdadığı filan yok. Herkes, Hoca ile dalga geçmeye hazırlanırken Hoca
yerinden kalkıp yürümeye başlayarak; “Hemşerilerim, biliyorsunuz bizde kibir
diye bir şey yoktur. Ne yapalım, dağ bizim ayağımıza gelmezse biz onun ayağına
gideriz.” deyiverir.
Bizim Eve Geliyor
Günün birinde Nasreddin Hoca’nın
komşularından birisi vefat eder. Hoca da komşu hakkı diyerek başsağlığı
dilemeye gider. Bu sırada evdekiler yüksek sesle ağlamaktadır. “Ah, bizi
bırakıp da nereye gidiyorsun, hem de ocağı, ateşi olmayan yere…” Hoca bu
sözleri iyice dinledikten sonra ev sahibinden izin ister ve doğruca evine
gelerek hanımına; “Hanım, hanım! Sorma başımıza gelenleri, söylenenlere
bakılırsa rahmetli komşumuz bizim eve geliyor.” der.
Bunu Sana Haber Vermeye Geldim
Nasreddin Hoca ile hanımı evde sohbet
ederlerken hanımın sancısı tutar ve kıvranmaya başlar. Bu arada Hoca’ya; “Hoca
Efendi, git bana bir hekim çağır.” der. Nasreddin Hoca tam evden çıkacağı
sırada hanımı; “Bey! Gitme, sancım geçti.” der. Hanımının uyarısına rağmen Hoca
hiçbir şey olmamışçasına doktorun yanına gider ve; “Doktor Bey, hanımım
sancılanmıştı, beni de sana göndermişti. Tam evden çıkarken sancısının
geçtiğini söyledi; ben de bunu sana haber vermeye geldim.” der.
Büyüyünce Ganem Derler
Nasreddin Hoca Hicaz’a gider. Dönüşte
herkes Hoca’yı karşılar, hoş beş sırasında hemşerilerinden birisi; “Hocam,
Arabistan’da epeyce kaldın, her hâlde Arapçayı da öğrenmişsindir.” deyince
Hoca; “Evet, öğrendim.” der. Bunun üzerine hemşerisi sorar: “Pekiyi Hocam orada
deveye ne derler?” “Hemşerim, sorduğun soru çok büyük olmadı mı?” “Pekiyi,
küçüğünden soralım, pireye ne derler?” “Hemşerim, bu defa da çok küçüğünden
sordun, bunların ortası yok mu?” Bu sırada soru sorma sırası bir başka
hemşerisine gelir: “Tamam, Hocam onlar kuzuya ne derler?” Hoca, bu soruyu
duyunca şöyle bir kendine gelir ve cevap verir: “Hemşerilerim, onlar kuzuya bir
şey demezler; ancak kuzu büyüyünce ganem [koyun] derler.”
Çekirdeğiyle Tarttı
Hoca pazardan bir okka hurma alır ve evine
gelir. Akşam olunca da hanımıyla birlikte yemeye başlarlar. Hocanın hanımı bir
de bakar ki, kocası hurmaları çekirdeği ile birlikte yiyor. Bunu üzerine
Hoca’ya dönerek; “Efendi, hurmayı çekirdeğiyle mi yiyorsun?” diye sorar. Hoca
bu soru karşısında; “Elbette çekirdeğiyle yiyorum, çünkü pazarcı bana onu
çekirdeğiyle tarttı.” diye cevap verir.
Daha Ne Kadar Gitmemi İstiyor?
Bir gece vakit ilerleyince Hoca ile hanımı
odalarına çekilirler. Biraz sonra hanım seslenip; “Hoca Efendi, biraz öteye
gidiver.” deyince Hoca da cübbesini sırtına aldığı gibi sokağa çıkar. Epeyce
yürüdükten sonra sabaha karşı bir tanıdığı ile karşılaşır. “Hocam, hayırdır,
sabahın köründe nereye böyle?” deyince Hoca; “Vallahi komşu ben de bilmiyorum.
Yalnız senden bir ricam var, bizim eve git ve hanıma bir sor, bakalım daha ne
kadar gitmemi istiyor.” der.
Elbette Eşekle Birlikte Ben de
Kaybolacaktım
Günün birinde Nasreddin Hoca eşeğini
kaybeder. Bunun üzerine Hoca’nın bütün eşi dostu toplanarak kaybolan eşeği
aramaya başlarlar. Bu arada Nasreddin Hoca bir taraftan eşeğini ararken bir
taraftan da; “Çok şükür ya Rabbi! Çok şükür ya Rabbi!” deyip durur. Bu sesi
işiten Hoca’nın dostları; “Hocam, eşeği aramaya başladığımızdan beri ‘çok şükür
ya Rabbi! Çok şükür ya Rabbi!’ deyip duruyorsun, bunun sebebi nedir?” diye
sorunca Nasreddin Hoca; “Bu soruyu niçin sorduğunuzu anlayamadım. Bunu
bilmeyecek ne var, eşeğin üzerinde olmadığım için şükrediyorum.” der. Hoca’nın
dostları merakla bir defa daha sorarlar. “Pekiyi, eşeğin üzerinde olsan ne
olacaktı?” deyince Hoca, bir şey olmamışçasına; “Efendiler, bunu bilmeyecek ne
var, elbette eşekle birlikte ben de kaybolacaktım.”
Elinden Almak Kolay Olur
Bir gece Hoca’nın evine hırsız girer. Tuhaf
sesler işiten hanımı Hoca’yı uyandırarak; “Hoca, kalk bir tıkırtı var, galiba
eve hırsız girdi.” deyince Hoca; “Hanım, boş ver, sen yatmana bak, o çalacak
bir şey bulabilirse elinden almak kolay olur.” deyiverir.
Hanım Sen de Haklısın
Nasreddin Hoca’nın kadılık yaptığı yıllarda
evinin kapısı çalınır. Hoca, kapıyı açında karşısında komşusunu görür. Komşusu
çıkışırcasına Hoca’ya seslenir: “Kadı Efendi, filan adamdan şikâyetçiyim.”
Hoca, komşusunu sakinleştirmeye çalışarak sorar: “Nedir, anlat bakayım.”
Şikâyetçi adam, anlatır, anlatır ve Hoca başını kaldırarak; “Haklısın.” der ve
adamı yolcu eder. Çok geçmeden Hoca’nın kapısı tekrar çalınır, bu defa gelen de
yolcu ettiği adamdan şikâyetçidir. Hoca Efendi adamı dinler ve ardından;
“Haklısın.” der ve onu da yolcu eder. Olanları içeriden işiten Hoca’nın hanımı
hayretle; “Yahu, sen ne biçim kadısın? İki şikâyetçi de birden haklı olur mu?”
deyince, Hoca çaresiz bir şekilde; “Hanım sen de haklısın.” demek zorunda
kalır.
Hem İnsan Dövüyorlar Hem de Zorla Helva
Yediriyorlar
Hoca, günün birinde Konya’da bir helvacı
dükkânına girer ve hiçbir şey söylemeden helva yemeye başlar. Dükkân sahibi;
“Yahu arkadaş, kimsin, nesin, para yok pul yok, sen kime danıştın da helvamdan
yiyorsun?” der. Fakat Hoca, bu sözleri duymazdan gelerek helva yemeye devam
eder. Dükkân sahibi de para alamayacağı bir adam olduğunu zannederek, Hoca’yı
dövmeye başlar. Bu sırada bir taraftan dayak yiyen Hoca bir taraftan da helva
yemeye devam eder. Araya girenlerin de yardımıyla şöyle bir kenara çekilen
Hoca; “Yahu bu Konyalıları da anlamak çok zor, hem insanı dövüyorlar hem de
zorla helva yediriyorlar.” deyiverir.
İyi ki Gömleğin İçinde Ben Yoktum
Nasreddin Hoca’nın hanımı günün birinde
çamaşır yıkar. Daha sonra da yıkadığı çamaşırları kurusun diye evinin
arkasındaki ağaçlara asar. Bunlardan kalın olanlarını daha çabuk kuruması için
iyice gerer. O gece bahçeden bazı sesler duyan Nasreddin Hoca hanımına
seslenir: “Hanım hanım, çabuk benim yayımı okumu ver, bahçede hırsız var.”
Hanımından oku ve yayı alan Nasreddin Hoca, bahçedeki bir karaltıya nişan alır.
Sabah olunca bir de bakar ki insan zannettiği kendi gömleği değil mi? Bu duruma
çok sevinen Hoca hanımına dönerek; “Hanım, iyi ki gömleğin içinde ben yoktum,
aksi takdirde çoktan ölmüştüm.” deyiverir.
Kazan Doğurdu
Nasreddin Hoca komşusundan bir kazan ister,
kazanın dışını külle sıvar, bulgurunu kaynatır, sonra da kazanı güzelce
temizler ve içerisine küçük bir tencere koyarak komşunun kapısını çalar. Komşu
kazanın içindeki tencereyi görünce şaşkın bir şekilde Hoca’ya sorar: “Hocam, bu
tencere ne?” “Komşu, senin kazan hamiyleymiş, doğurdu.” der. Komşu bu işten
memnun kalır. Bir gün böyle, iki gün böyle derken günün birinde Hoca,
komşusundan bir daha kazanı ister. Komşusu da sevinçle kazanı verir. Fakat
aradan günler geçmesine karşılık Hoca kazanı bir türlü getirmez. Bir şeyler
sezinleyen komşusu Hoca’nın kapısı çalar: “Hocam, bizim kazanı verir misin?”
“Komşu, senin kazan öldü.” der. Bunun üzerine komşu sinirli bir şekilde Hoca’ya
çıkışır: “Yahu Hocam, hiç kazan ölür mü?” Hoca, bıyık altından gülerek
komşusuna cevap verir: “Be adam, kazanın doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne
neden inanmıyorsun?”
Kürsüden İnmek de mi Aklına Gelmiyor?
Hoca, günün birinde vaaz etmek için caminin
kürsüsüne çıkar, fakat bir türlü konuşamaz. Sağına döner, soluna döner, tavana
bakar, cemaate bakar ve; “Ey cemaat, görüyorsunuz, birkaç dakikadır düşünüyorum
ama size söyleyecek bir söz aklıma gelmedi.” der. Bu sırada Hoca’nın oğlu da
kürsünün önündeymiş, başını kaldırır ve babasına; “İlahi baba, kürsüden inmek
de mi aklına gelmiyor?” deyiverir.
O Ters Bir Kadındır
Günün birinde Nasreddin Hoca’nın hanımı
ırmak kenarına çamaşır yıkamaya gider. O, ırmaktan kova ile su alırken, ırmağa
düşüverir. Hanımının ırmağa düştüğünü gören komşuları hemen Hoca’ya koşarlar
ve; “Hocam, hanımın ırmağa düştü.” derler. Haberi alan Hoca, ırmağın
akıntısının tersi yöne doğru koşmaya başlayınca komşuları; “Hocam, yanlış yerde
arıyorsun, bak ırmak aşağıya doğru akıyor.” derler. Bu söz üzerine Nasreddin
Hoca; “O ne ters bir kadındır, siz onu bilmezsiniz, ırmağın tersine gider!”
der.
Secdeye Kapanmasından Endişe Ediyorum
Hoca günün birinde Konya’ya gelir ve geceyi
geçireceği bir hana gider. Hava da soğuk mu soğuk, rüzgârlı mı rüzgârlı… Gece
olunca handan çatır çutur sesler gelmeye başlayınca, Hoca hancıya seslenir:
“Hancı, hancı! Neredeyse bu han yıkılacak.” deyince hancı hiç oralı olmaz:
“Hocam, bir şey olmaz, sen istirahat et, o duyduğun sesler binanın Allah’ı
zikretmesidir.” der. Bunun üzerine Nasreddin Hoca dayanamaz ve; “Hancı, hancı!
Ben de ondan korkuyorum. Zikrederken birden bire coşup da ya secdeye kapanırsa…”
der.
Senin İşine Akıl Sır Ermez
Nasreddin Hoca’nın parası çalınır; o da
namazdan sonra parasının bulunması için dua etmeye başlar. Bu sırada Hoca’nın
hemşerilerinden birisi de deniz yolculuğu sırasında fırtınaya yakalanır, o da;
“Ya Rabbi, eğer bu fırtınadan kurtulur, sağ salim memleketime varırsam, Hoca
Efendi’ye iki yüz akçe vereceğim.” diye dua eder. Hoca’nın hemşerisi fırtınadan
kurtulur. Sağ salim Akşehir’e geldiğinde Hoca’ya iki yüz akçeyi verir. Hoca
parayı aldıktan sonra; “Allah’ım, ben bu parayı nerede kaybettim, sen nerede
buldurdun, gerçekten senin işine akıl sır ermez.” der.
Tasla Ortaya Getirecektim
Hoca’yı bütün konu komşu sırayla yemeğe
çağırır. Bir gün, bir hafta, bir yıl derken günün birinde Hoca’nın ahbapları;
“Hocam, hep biz sizi yemeğe çağırıyoruz, bir de siz bizi çağırsanız olmaz mı?”
deyince Hoca; “Komşular, ben fakir bir adamım, kıt kanat geçiniyorum, ben size
vereceğim ziyafetin altından kalkamam.” derse de işin içerisinden çıkamaz ve
komşularını davet eder. Hoca’nın hanımı bu işten rahatsız olur: “Bu kadar adama
ne yedireceksin, ne diye eve çağırdın, evde yiyecek hiçbir şey yok.” deyince
Hoca, hanımına; “Hanım, sen üzülme, sen bana bir boş çorba tası ver, gerisini
merak etme.” der. Misafirler eve geldikten sonra Hoca boş çorba tasını alır ve
onların yanına varır: “Komşularım beni bağışlayın, evde odun yok, yağ yok,
pirinç yok… Eğer bunlar olsaydı çorbayı pişirip gördüğünüz bu tasla ortaya
getirecektim” der.
Taşları Bağlamışlar, Köpekleri İnsanın
Üzerine Salıyorlar
Hoca soğuk bir kış günü, eşeğine binerek
başka bir köye doğru yola çıkar. Hoca, köye doğru yaklaştığında köpekler
havlayarak üzerine doğru gelince o da savunmaya geçer ve yerde bulduğu taşlara
sarılır, fakat taşlardan hiçbirisini yerinden kaldıramaz. Çünkü bütün taşlar
buz tutmuştur. Hoca bir dener, iki dener, fakat kurtuluşun olmadığını anlayınca
elini açar ve; “Allah’ım, burası nasıl bir memleket, şaşırdım. Görmüyor musun,
taşlarını bağlamışlar köpeklerini insanın üzerine salıyorlar.” der.
Utancımdan Buraya Saklandım
Günün birinde Hoca’nın evine hırsız girer.
Hoca da korkusundan bir dolabın içerisine saklanır. Hırsız evi epeyce bir
karıştırdıktan sonra çalacak hiçbir şey bulamaz ve son olarak bir de dolabın
içine bakmak amacıyla kapağı açar ki bir de ne görsün; içeride Nasreddin Hoca…
Hırsız şaşkın bir vaziyette; “Yahu Hocam, sen burada mısın? Burada ne
yapıyorsun?” deyince Hoca; “Arkadaş, kusura bakma evde çalınacak bir eşyam
olmadığı için utancımdan buraya saklandım.” deyiverir.
Üzerine Bir Altın Daha Vermen Gerekir
Günün birinde Hoca’nın yanına heyecanlı bir
adam gelir ve elindeki altını uzatarak; “Hocam, bu altını bozabilir misin?”
der. Hoca altını eline şöyle bir alır, altını üstünü inceler gibi yapar ve; “Bu
altın eksik olduğu için bozamam.” der. Bu defa adam; “Tamam eksik bozuver,
benim acilen paraya ihtiyacım var.” deyince Hoca; “Yavrum altının o kadar eksik
ki üzerine bir altın daha vermen gerekir.” deyiverir.
Ya Tutarsa?
Hoca, günün birinde kepçeyi, tencereyi alıp
Akşehir Gölü’nün kıyısına gider; başlar elindeki kepçeyle bir şeyler yapmaya.
Bu durumu görenler merakla izlemeye başlar. İçlerinden biri dayanamayıp sorar:
“Hocam, ne yapıyorsun?” “Görmüyor musunuz? Göle yoğurt mayalıyorum.” “İlahi
Hocam, hiç göl maya tutar mı?” “Arkadaşlar, dostlar, ben de biliyorum
tutmayacağını; ancak, ya tutarsa!” deyiverir.
Yanlışlık İlamda Değil Bal Çömleğinde
Kadının biri, yaptığı iş karşılığında bir
çömlek bal veya tereyağını rüşvet olarak almaktadır. Hoca Efendi de bu işi
bilmekte olup çömleğin alt kısmına güzelce sığır pisliğini doldurur, üzerine
bir parmak kadar bal koyarak Kadı’nın yanına varır. Kadı, çömleği görünce
sevinir ve Hoca’nın ilam işini hemencecik çözer. Kadı, akşam evine vardığında
çömleği açar, bir de ne görsün, çömleğin ağzından bir parmak bal, geriye kalanı
sığır pisliği. Bunun üzerine Kadı hemen Hoca’ya haber gönderir ve; “Hoca’nın
ilamında küçük bir eksiklik var, onu düzeltmemiz lazım, mahkemeye gelsin.” der.
Haberi alan Hoca gülümsedikten sonra; “Yanlışlık ilamda değil, bal çömleğinde!”
cevabını verir.
Yeni Aldığım Çarıkları Giymemiştim
Hoca, sonbaharda tarlasına tohum attıktan
sonra çift sürmeye başlar. Olacak bu ya tarlada bulunan kocaman bir diken
Hoca’nın ayağına batmaz mı!Hoca, zorlanarak da olsa dikeni çıkardıktan sonra;
“Oh! Hele şükür, iyi ki yeni aldığım çarıkları giymemiştim.” der.
Yeter ki Dostlar Alışverişte Görsün
Nasreddin Hoca zaman zaman pazarda yumurta satar. Yumurtayı
satar satmasına da, dokuzunu bir akçeye alırken; onunu aynı fiyata satar.
Herkes bu alışverişten Hoca’nın kazancının ne olduğunu merak eder ve; “Yahu
Hocam, iyi hoş da sen bu alışverişten ne kazanıyorsun, zararına bu iş yapılır
mı?” deyince Hoca; “Ne yapalım dostlar, ziyan da faydadandır, yeter ki dostlar
alışverişte görsünler.” der. 156. Yoksa Bizim Ölçü Bozulacak Günün birinde
pazara gidecek olan Hoca’ya hanımı; “Hoca Efendi, bana pazardan bir elbiselik
alıver.” deyince Hoca da; “Hanım, ne kadar olsun?” diye sorar. Hanım kollarını
açınca, Efendi de kendi kollarını açarak bir uzunluk belirler ve pazara doğru
koşmaya başlar. O sırada Hoca’nın karşısından bir tanıdığı gelince Hoca;
“Arkadaş, çekil yolumdan, yoksa bizim ölçü bozulacak.” deyiverir.
Yarı ölü, yarı diri
Köylüler
aralarında söz birliği etmişler, Nasrettin Hoca’ya bir şaka yapmayı
kararlaştırmışlar. Numaradan köylünün biri ölmüş, cenazenin yıkanması için
hocayı çağırmışlar. Hoca cenazeyi yıkamak için içeri girmiş kapıyı kapamış.
Yarım saat geçmiş... Bir saat geçmiş... iki saat geçmiş... Herkesi bir merak
sarmış... Her ölüyü 15 dakikada yıkayıp paklayan hocaya ne oldu? İki buçuk saat
sonra hoca efendi kan ter içinde dışarı çıkmış. Hemen koşup sormuşlar: – Hoca
efendi ne oldu? Hoca kızgın: – Yarı ölü, yarı diri herifleri bana
yolluyorsunuz, işini bitirip, ruhunu teslim ettirinceye kadar canım çıktı!...
Hamam ücreti
Nasreddin Hoca merhum, bir gün hamama gidecek olur.
Hamamcılar kendisine hiç itibar etmezler. Eski püskü bir peştemal, kirli,
yırtık bir havlu verirler. Hiçbir tellak da yanına uğramaz. Hoca kendi kendisine
şöyle böyle yıkanır. Hamamdan çıkarken de on akçe gibi ancak çok zengin ve eli
açık insanlann verdikleri büyük bir bahşiş bırakır. Tabiî hamamcılar bu durum
karşısında pek utanırlar. Bir müddet sonra Nasreddin Hoca yine aynı hamama
gelir. Kendisini gören hamamcılar hemen karşılamaya koşarlar. Hususi oda
açarlar. Sırma işlemeli peştamallar, ipek havlular, sedef nalınlar çıkarırlar.
Hoca'nın koltuğuna girerek onu içeri alırlar. Halvette çift tellak kendisini
kokulu sabunlarla yıkayıp bir âlâ keselerler, Hocaya yıkandıktan sonra çay,
kahve ikram ederler. İstirahatine dikkat ederler... Hoca bu sefer hamamdan
çıkarken kendisini uğurlamak üzere sıralanan hamamcılara bir akçe uzatır.
Onların buna fena halde bozulduklarını görünce de şöyle der: – Bu bir akçe, geçen
sefer geldiğim zamanki hamam bahşişidir. Geçen sefer verdiğim on akçeyi de
bugünkü hamam bahşişine sayarsınız!...
Maksadı başka imiş!
Nasreddin Hoca merhum, eşeğim huysuzluğu yüzünden
satmaya karar vererek pazara götürür. Hayvanı pazarın tellalına teslim eder.
Bir müşteri gelir, dişine bakmak ister, eşek hart diye ısırır. Bir başkası
kuyruğuna bakayım derken çifteyi yer. Hayvan kimseyi yanına yaklaştırmaz.
Kimsenin kendisini muayene etmesine izin vermez. Tellal da getirir, hayvanın
yularını Hoca'ya teslim eder: – Senin hayvanın çok huysuz, kimse bu hayvanı
satın alamaz, der. Eşeğini satamayacağını anlayan Hoca hiç bozuntuya vermeden
şöyle der: – Esasında ben de onu satmak için getirmiş değilim, maksadım Ümmet-i
Muhammed'in benim ondan neler çekmekte olduğumu görüp anlamasıdır!...
Tarifi bende
Hoca'nın canı çekmiş ya, bir gün evine ciğer
götürmeye karar vermiş. Eve doğru giderken yolda bir ahbabına rastlamış.
Boğazına düşkünlüğüyle bilinen ahbabı ciğeri görünce: – Hocam, sizinkiler bunun
nasıl pişirileceğini bilmezler. Dur ben sana bir usûl vereyim, demiş. Hoca: –
Hatırımda kalmaz, bir kağıda yaz da ver, demiş. Ahbabı ciğer pişirme tarifini
yazıp uzatmış. Hoca tekrar yoluna devam etmiş. Tam o sırada bir çaylak peyda
olmuş. Kıpkırmızı ciğeri görünce; Hocanın etrafında bir kaç kez dolandıktan
sonra kurşun gibi dalarak ciğeri elinden kaptığı gibi havalanmış. Hoca, ciğeri
kapıp gökyüzünde uzaklaşan çaylağa bakmış ve gülmüş: – Nafile, demiş. Sen onu
ağız tadıyla yiyemezsin, tarifi bende!
Hoca'ya oynanan oyun
Nasreddin Hoca nın eşeği ölür. Tabii yeni bir eşek
alması gerek. Bu niyetle pazar yerine gider. Bakar ki birisi eşeğini satıyor.
Gözden geçirir, hayvanı beğenir. Pazarlıkta uyuşurlar, böylece eşeği satın
alır. Yularından çekerek evinin yolunu tutar. Durumu gözden kaçırmayan iki
uyanık, Hoca'ya bir oyun oynamaya karar vererek aralarında sözleşirler.
Sessizce Hoca'nın peşine düşerler. Biri eşeğin boynundaki ipi Hoca'ya
sezdirmeden kendi boynuna bağlar. Diğeri de eşeği aldığı gibi yeniden satmak üzere
pazarın yolunu tutar. Hoca tam evinin önüne gelince, bir de bakar ki eşek
kaybolmuş. Yerinde bir genç var. – Kimsin sen? diye sorar. Genç boynunu
bükerek: – Ah, hiç sorma Hoca Efendi, der. Geçenlerde annemin kalbini kıracak
bir eşeklik yaptım. Annem de bana: "İnşaallah eşek olursun!" diye
beddua etti. Hemen insanlıktan çıkarak eşek haline geldim. Şimdi öyle sanıyorum
ki annem hasretime dayanamayarak bedduasını geri aldı. Ben de yeniden insan
haline geldim. Bunda şüphe yok ki kerametli varlığınızın da tesiri olmalı!
Hoca, bu durum karşısında gencin boynundaki ipi çözer: – Peki, git de, bir daha
annenin gönlünü kırma, der. Ertesi sabah yine bir yerden biraz para temin eder.
Pazara giderek yeni bir eşek aramaya başlar. Bir de ne görsün? Dün aldığı eşek
yine satılmıyor mu? Hemen eşeğe yaklaşır, kulağına eğilir: – Seni gidi çapkın!
der. Annene karşı yine nasıl bir eşeklik yaptın?!
Hayal
Evde yalnız bulunduğu bir gün Hoca'nın canı şöyle
mis gibi bir çorba çeker. Kendi kendine söylenir: – Şöyle tavuk suyu ile
yapılmış, bol limonlu bir şehriye çorbası olsaydı, der. Tam bu sırada kapı
çalınır, elinde boş bir kâse ile gelen komşu çocuğu: – Annem çok hasta da
sizden biraz çorba istedi hocam, der. Hoca başını sallayarak söylenir: –
Fesubhanallah! Bizim komşular hayalin bile kokusunu alıyorlar...
Allah versin
Bahar mevsimi yaklaşırken Hoca, dama çıkmış,
kardan, yağmurdan
hasar gören yerleri onarıp duruyormuş. Tam bu esnada çat demiş kapı çalınmış;
eğilip bakınca biraz gözleri ısırır gibi olmuş ama, doğrusu kim olduğunu pek
çıkaramamış. Daha ne istediğini sormaya kalmamış, adam: – Hoca efendi,
demiş; biraz aşağı kadar inebilir misin? Hoca'nın
başımı kaşımaya vakti yok: – Ne söyleyeceksen söyle, kulağım sende, demiş. Ama
aşağıdaki ne ettiyse, Hoca kırk basamak merdiveni nefes nefese inmiş aşağı:
Kapıyı çalan: – Efendi, başın, gözün sadakası için... diye bir dilenci ağzına
başlamasın mı? Rahmetli hoca şöyle bir bakmış: – Gel öyleyse benimle, deyip,
dilenciyi kırk basamak merdivene tırmandırmış. En üst basamağa gelinde adama
dönüp: – Haydi Allah versin baba! demiş.
Bir de horoz lazım
Akşehirli gençler bir gün Hoca'ya şöyle bir
teklifte bulunurlar: – Hocam, hamama gidip bir güzel yunup yıkanacağız bizimle
gelir misin? – Gelirim ya... Gençlerin niyeti hocaya muziplik yapmaktır.
Aralarında anlaşırlar, hepsi hamama gizlice birer yumurta götürürler. Hamamda
bütün gençler soyunurlar ve göbek taşına oturarak beraberlerinde getirdikleri
yumurtaları gizlice peştemallarının altına saklarlar: – Haydi Hoca Efendi, hep
beraber yumurtlayacağız. Kim yumurtlayamazsa bütün hamam masraflarını o
verecek. Gençler hep bir ağızdan gıdaklamaya başlarlar. Biraz sonra da
yumurtaları çıkarıp Hoca'ya gösterirler. Bir dümene geldiğini anlayan hoca
hemen horoz gibi çırpınarak "ü ürü üüü" diye ötmeye başlar. Gençler:
– Hoca ne yapıyorsun? derler. – Ee çocuklar, bu kadar tavuğa bir de horoz lazım
değil mi?
Nerelere kadar
Nasreddin Hoca, kırda sesinin yettiğince bağırarak
ezan okuyor ve olanca hızıyla koşuyormuş. Bu durumu gören birkaç kişi, Hocaya
bir şey olduğunu düşünerek yanına yaklaşıp sormuşlar: – Ne oldu sana Hoca
efendi? Bu ne iştir? Hoca, koşmasını sürdürerek: – Sesimin nerelere kadar
gittiğini merak ettim de... Onun için arkasından koşuyorum! demiş.
Açlıktan mı uykusuzluktan mı
Hoca, bir cimriye misafir olmuş. Vakit hayli
geçtiği halde ev sahibi bir ikramda bulunmayınca hoca esnemeye koyulmuş. Ev
sahibi sormuş: – Hocam insan neden esner? Hoca hemen taşı gediğine koymuş: – Ya
uykusuzluktan ya da açlıktan esner. Fakat benim hiç uykum da yok hani...
Neden yemezsin?
Nasreddin Hoca Akşehir'e yeni geldiği sıralar
parasız kalmış. Karnı aç... Sokaklarda dolaşırken bir fırın görmüş. Yeni çıkan
ekmeklerin kokusuna dayanamayıp fırına girmiş, tezgâhın başındaki adama sormuş:
– Bu ekmeklerin hepsi senin mi? – Benim. – Be adam, mademki bu kadar mis gibi
kokan ekmeğin var, ne diye oturup da yemezsin!
Ölmüş eşek
Hoca'nın eşeği ölmüş. Kapının eşiğine oturmuş,
hüngür hüngür ağlıyor. Bir komşusu yaklaşarak sormuş: – A Hoca, geçende karın
öldü ağlamadın. Bir eşek için ağlamak sana yakışır mı? demiş. Hoca cevabı yapıştırmış:
– Nasıl ağlamam! Karım ölünce eş–dost hepiniz etrafımı sardınız; "Üzülme
hoca, biz sana daha iyisini buluruz" dediniz. Ama şimdi bir müslüman çıkıp
da: "Hoca ağlama, sana daha iyi bir eşek alırız" demedi.
Dünyanın ortası
Köylülerden bir kaç münasebetsiz kişi Nasreddin
Hocaya sormuşlar: – Hoca efendi, dünyanın ortası neresidir? – Şu bizim eşeğin
sağ ön ayağının bastığı yerdir. , İçlerinden biri: – Amma yaptın Hocam... diye
söze başlayacak olmuş. Hoca hemen sözünü kesmiş: – İnanmazsanız ölçün!...
Ramazan'ın 49'u
Nasreddin Hoca, Ramazan'da günleri şaşırmamak içn
çömleğe her gün bir taş atarmış. Ayın kaçıncı günü olduğunu öğrenmek isteyince
bu taşları sayarmış. Bunu öğrenen muzip bir komşusu, gizlice çömleğe taş
doldurmuş. Ertesi gün de: – Hocam, bugün Ramazanın kaçı? diye sormuş. Hoca
gidip çömlekteki taşları saymış. Taş sayısı, 349. "Bu kadarı da
fazla" demiş kendi kendine... Adamın karşısına geri gelince: – Bugün
ramazan ayının 49'u, demiş. – Aman Hocam, demiş, hiç Ramazanın 49'u olur mu?
Hoca gülmüş: – Sen 49'una şükret! Çömlek hesabına bakılırsa, bugün Ramazanın 349'u...
Kırk yıllık sirke
Bir dostu, Hocaya sormuş: – Sende kırk yıllık sirke
varmış? – Var. – Biraz versene. İlaç yapacağım. – Yoo... Her isteyene verseydim
kırk yıldır durur muydu?
Cübbe ile kavuk
Bir İranlı, memleketinden gelen mektubu Nasreddin
Hocaya getirerek: – Hocam, demiş, şunu okuyuver. Hoca bakmış, hem yazı
okunaksız, hem Farsça. – Bunu başkasına okut, diyerek geri uzatmış. Adam ısrar
edince açıklamış: – Ben Farsça bilmem. Türkçe de olsa, yazı okunaklı olmadığı
için, yine okuyamazdım. Bu kez İranlı kızıp köpürmüş: – Başında değirmen taşı
kadar kavuk, üstünde koskoca cübbenle şu mektubu okuyamazsın, bir de hocayım
diye geçinirsin... Hoca, kavuğunu cübbesini çıkarıp İranlının önüne koymuş: –
İş kavukla cübbedeyse, buyur sen giy, mektubu da sen oku!
Altüst
Nasreddin Hoca: – Beni, öldüğüm zaman tepeüstü,
dikine gömün, diye vasiyette bulunmuş: – Neden, diye sormuşlar. – Nasıl olsa,
kıyamet koptuğunda dünyanın altı üstüne gelecek. O zaman güçlük çekmeden
dosdoğru kalkarım!
Sızdırmayan küp
Nasreddin Hoca, evindeki çatlak su küpünü pazara
götürüp satışa çıkarmış. Küpün çatlak olduğunu gören alıcılar: – Bu çatlak
Hoca, işe yaramaz, demişler. – Allah Allah... demiş Hoca. Anlaşılan sizin
almaya niyetiniz yok Bari elalemin malını açık açık kötülemeyin. Bunun içindeki
pamuğu karım az önce boşalttı. Bir parçası bile sızmamıştı!...
İçinde ben de vardım
Komşusu, Nasreddin Hocaya sormuş: – Hocam, neydi
sizin evdeki gürültü? Dün gece evinizin önünden geçerken sizin merdivenden
gümbür gümbür bir şeyler yuvarlanıyordu. – Hiç canım, demiş Hoca. Karı benim
cübbeyi merdivenden aşağı attı da... – Amma yaptın be Hocam. Cübbe o kadar
gürültü çıkarır mı? – Sen de uzun ettin birader... İçinde ben de vardım!
Görenler ne sanır?
Nasreddin Hocaya münasebetsiz birkaç kişi
sormuşlar: – Hocam, helada sakız çiğnemek haram mıdır? Hoca, biraz düşündükten
sonra bu münasebetsiz soruya uygun bir cevap bulur: – Kara kaplı, bu konuda bir
şey demez. Ama çiğnememek iyidir. –Neden? – Eee, ağzında sakızla heladan
çıktığını görenler halt yediğini sanırlar da ondan.
Yanında eşek bulundursun!
Nasreddin Hoca, eşeğini mahkeme kapısına bağlayıp
pazara gitmiş. O sırada kadı, bir yalancı tanığı yargılamış ve merkebe ters
bindirilerek kentte dolaştırılma cezası vermiş. Suçluyu, Hoca'nın kapı önündeki
eşeğine bindirip gezdirmeye başlamışlar. Hoca gelince eşeğini bulamamış; uzun
süre beklemek zorunda kalmış. Bir süre sonra aynı adam, aynı suçtan dolayı aynı
cezaya çarptırılmış. Bindirecek eşek arayıp bulamamışlar. Hoca'nın eşeği
akıllarına gelmiş. Hoca'nın evine bir adam gönderip eşeğini istetmişler. Hoca:
– Ben eşeğimi vermem! demiş. Siz gidin o herife söyleyin: Ya bu sanattan
vazgeçsin, ya da her ihtimale karşı yanında bir eşek bulundursun!..
Baklava
tepsisi
Akşehir'e yabancı bir bilgin gelmiş, kentin en
bilgili ki–şisiyle atışmak istediğini söylemiş. Nasreddin Hoca'yı
çağırmışlar... Yabancı bilgin, değnekle yere bir daire çizmiş. Hoca değneği alıp
bu daireyi çizgiyle ortadan ikiye bölmüş. Adam, Hoca'nın çizdiğine dik bir
çizgi daha çekmiş, daire dörde bölünmüş. Hoca, dairenin üç bölümünü alır gibi
yapmış; dördüncü bölümü karşısındakine verir gibi itelemiş. Yabancı,
parmaklarını biraraya getirerek elini yere doğru sallamış. Hoca, bunun tam
tersini yapmış. Karşılaşma sona erince yabancı bilgin açıklamış; – Sizin Hoca
pek yaman! Dünyanın yuvarlak olduğunu gösterdim. "Ortasında ekvator
var" dedi. Dörde böldüm, "dörtte üçü su, dörtte biri kara" dedi.
"Yağmur neden yağar?" dedim, "sular buharlaşmca göğe yükselip
bulut olur, sonra da yağmura dönüşür" cevabını verdi. Akşehirliler Hoca'ya
da sormuşlar bu karşılaşmanın anlamını. Hoca da şunları söylemiş: – Obur herif,
"bir tepsi baklava olsa" dedi. "Tek başına yiyemezsin, yarısı
benim" dedim. "Dörde bölsek n'aparsın?" dedi, "üçte birini
yerim" dedim. "Üstüne ceviz, fıstık filan eksek..." dedi.
"İyi olur ama, küllü ateşte olmaz, harlı ateş gerek" dedim. Altolup
gitti!...
Eski mezar
Nasreddin Hoca: – Beni eski bir mezara gömüverin!
diye vasiyet etmiş. – Neden hocam? demişler. – Sorgu melekleri gelince,
"Siz uykuda mıydınız?" derim onlara. "Arkadaşlarınız geldi, beni
sorguya çekip gereken cevapları aldılar. Görmüyor musunuz, mezarım epey eskidir."
Onlar çeker giderler, ben de paçayı kurtarırım.
Tersyüz ederler!
Nasreddin Hoca Konya'ya giderken yolda bir
köylüsüyle karşılaşır. Selamlaşırlar, birlikte yol alırlar. Hiç minare görmemiş
olan köylü, Konya'ya yaklaşırlarken, minareleri görür ve nasıl yapıldıklarına
akıl erdiremez. Hoca'ya sorar: – Hocaefendi, şu sivri sivri yüksek şeyleri
nasıl yaparlar? Hoca bıyık altından güler: – Kuyuların içini dışına çevirirler,
olur biter!
Tabut
Hoca'ya sormuşlar: – Cenaze götürülürken tabutun
önünde mi yürümeli, ardında mı, yoksa sağından mı gitmek daha sevap, solun da
mı? Cevap vermiş: – İçinde gitmeyin de neresinde giderseniz gidin.
Keramet
Hoca, bir gün erenlerden olduğunu söylerken biri der
ki: – Bir keramet göster öyleyse. Hoca, – Ne istersin? der. Adam: – Şu karşıki
dağı çağır, ayağına gelsin, der. Hoca, üç kere: – Gel yâ mübarek, gel yâ
mübarek, gel yâ mübarek diye seslenir. Tabiatıyla dağda herhangi bir kıpırtı
olmaz. Hoca derhal dağa doğru yürümeye başlar. Adam: – Ne yapıyorsun Hoca der,
hani dağ gelecekti, sen mi gidiyorsun? Hoca hem yürür, hem de cevap verir: –
Bizde gönül, kibir olmaz, dağ yürümezse abdal yürür.
İş çatallaştı
Hoca, bir aralık kadılık makamında bulunmuştu. Bu
sıralarda bir gün, yanına birisi gelip der ki: – Yayılırken sizin alaca
inek, bizim ineği karnından vurmuş, öldürmüş. Hoca: –
Sahibinin suçu yoksa nesne gerekmez. İnekten kan pahası alınmaz ya, der. Gelen
adam, bu sözü duyunca: – Yanlış söyledim kadı efendi der, ölen sizin inek,
öldüren bizimki. Hoca, daha adamın sözü tamamlanmadan: – İş çatallaştı şimdi,
indirin raftaki şu kara kaplı kitabı, der.
Eşeği
bulana
Hoca bir gün merkebini kaybetmiş. Çarşıda, pazarda
şöyle ilan etmiş: – Merkebi bulana yularıyla, semeriyle müjde olarak vereceğim.
Biri demiş ki: – Hoca, mademki bulan kişiye eşeğini vereceksin, ne diye bulmak
istersin. Hoca: – Bre câhil demiş, bulma zevkini tatmayayım mı?
Umut
Hoca, merkebini kaybetmiş, aramaya başlamış. Hem
arar, hem türkü söylermiş. Görenler: – Hayrola hoca demişler, ne yapıyorsun? –
Eşeğim kayboldu da, onu arıyorum. – Peki ama, bu ne biçim eşek arayış? Hoca: –
Bir umudum, şu dağın ardında demiş, orda da bulamazsam
seyreyleyin feryadı bende.
Burun
Komşuları münasebetsizlik olsun diye Hoca'ya
sormuşlar: – Hocam burnun nerde? Hoca ensesini göstermiş. – Tam aksini
gösterdin, demişler. – Bir şeyin aksi anlaşılmaz, bilinmezse kendi hiç
bilinmez, demiş.
Göç etmedik mi?
Hoca'nın evine hırsız girmiş. Ne var, ne yok,
toplayıp denk yapmış. Tam bu esnada hoca uyanmış ve hırsızın farkına varmış,
ancak hiç sesini çıkarmamış. Hırsız çıkıp giderken Hoca da yatağını, yorganını
sırtına vurup peşine düşmüş. Hırsız, evine varınca arkasına dönmüş, bakmış ki
Hoca da geliyor. – Be adam demiş, senin burada ne işin var? Hoca: – Bu eve göç
etmedik mi ki? demiş.
Kara
kara düşünür
Nasreddin Hoca pazarda dolaşırken şaşkınlıkla bir
papağanın 3 altına satıldığına şahit olmuş. Çünkü bir hindinin fiyatı o zaman
iki ya da üç kuruşmuş. Hızla eve yönelip hindisini aldığı gibi pazara gelerek:
– Hadi millet, dört altın, dört altına hindi! diye bağırmış. Bu sefer çevredekiler
şaşkınlıkla: – Nasıl olur Hoca, bir hindi bu kadar para eder mi? diye
takılmışlar. Hoca papağanı kastederek: – El kadar kuş o kadar ediyor da bu
neden etmesin? demiş. – Ama o kuş konuşuyor, demişler. Hoca: – Bu da kara kara
düşünüyor, demiş!
Büyümüşsün
Nasreddin Hoca bir gün köyünün dışına çıkarken,
yıllar önce büyük şehirlere gitmiş olan bir çocukluk arkadaşıyla karşılaşınca:
– Vay eşek herif! Sen ha! diyerek özlemini belirtir. Arkadaşı kızarak: – Ayıp
yahu! Onca yıldır görüşmüyoruz, bu söylenecek laf mı yani? diye kızar. Hoca: –
Ne kızıyorsun. Sana küçükken 'sıpa' diyorduk. Bak, şimdi büyümüş eşek olmuşsun
maşallah!
Ya içinde olsaydım
Hoca bir gece ay ışığında, bahçede beyazlar giymiş,
kollarını açmış bir adam görür ve karısına seslenir: – Karı, ver şu oku, yayı,
hırsız var. Karısı yayı, oku getirir, hoca nişan alıp adamı vurur. – Leşini
yarın kaldırırız der, yatalım şimdi. Ve öylece yatarlar. Sabah olunca küreği,
kazmayı alıp bahçeye çıkar bir de ne görsün, vurduğu, kendi gömleğiymiş. Karısı
gündüz yıkayıp kurusun diye ipe asmış. Hoca, hemen secdeye kapanır, şükreder.
Karısı: – Neye şükrediyorsun efendi deyince, – Nasıl şükretmeyeyim der, bak,
tam göğsünden vurmuşum ya içinde ben olaydım!
Sen de haklısın
Adamın biri, Hocaya gelir, hasmından şikâyet eder,
derdim uzun uzun anlatır: – Haklı değil miyim amma Hocam, der. Hoca: – Haklısın
komşucuğum haklısın, der. O adam gider, bu defa onun hasmı gelir. O da dert
yanar, sonunda: – Haklı değil miyim amma hocam, der. Hoca ona da: – Haklısın,
yerden göğe kadar haklısın, der. O da gidince, karısı hocaya: – Hoca Efendi
der, biri geldi şikayetini anlattı, "haklısın" dedin. O gitti, öbürü
geldi, ona da "haklısın" dedin. Bu ne biçim iş? Elbette bunların biri
haklı, öbürü haksız. Hoca, kansına: – Sen de haklısın karıcığım der, sen de
haklısın.
Ya tutarsa
Hoca bir gün, biraz yoğurt mayası almış. Akşehir
gölüne gitmiş, mayayı göle atmış. Biri görmüş: – Ne yapıyorsun Hoca? demiş.
Hoca: – Göle yoğurt mayası katıyorum demiş. Adamcağız şaşırmış: – Tutar mı
hoca? demiş. – Ben de biliyorum, tutmaz amma demiş, ya tutarsa!