SANAL KİTAP-3
2071 TÜRKİYESİ
FEHMİ DEMİRBAĞ
RAPOR
GELECEĞİN TÜRKİYESİ
HEROTÜRK
-TÜRK DÜNYASI
ÇOCUK ve GENÇLİK AÇILIMI-
GEREKÇE:
Bireyin temel güveni ve
mutluluğu bedensel ve ruhsal açıdan sağlıklı olmasına bağlıdır. Toplumun
sağlıklı, dengeli, düzenli olması da bedensel ve ruhsal bakımdan sağlıklı olan
kişilerin çoğunluğu oluşturmasıyla doğru orantılı olarak artar. Bebeklikten yaşlılığa
kadar , kişinin en çok etkisinde kaldığı çevre ailedir. Kişiliğin temelleri ilk
beş altı yıl içinde atılır. Bu süre çocuğun öncelikle ailesiyle yoğun iletişim
içinde olduğu süreye denk gelir.
Barınma ve korunma gibi temel ihtiyaçları anne tarafından karşılanan bebek bir taraftan güven duygusu geliştirirken diğer taraftan anneyle iletişim kurar. İhtiyaçları annesi ya da onun yerine geçebilecek biri tarafından zamanında ve şefkatle doyurulan bebek rahattır ve zamanla güven duygusunu geliştirmeye başlar. Çocuk bedensel gereksinimleri olan beslenme ve korunmayı sağladıktan sonra sevgi gereksinimine doyum aramaya başlar. Sevgi olmadıkça aileyle kurulan ilişki olumlu, sağlıklı ve sürekli olamaz. İnsanın bütün yaşam boyu duyduğu ilgi ve sevginin açılıp gelişmesi, renklenmesi, çocukluk çağında sevgi gereksinimine sağlanan doyuma bağlıdır. İnsanın bütün ilişkilerinde görülen olumlu ya da olumsuz tutum ve davranışlarında bu doyum önemli rol oynar.
Sevgi kişinin ve toplumun yaşamını etkileyen güçlü bir duygudur. Başkaları tarafından sevilen, beğenilen, ,ilgi gören insanlarda kendine güven duygusu gelişir. Kendine güvenen herkes, karşılaştığı engelleri kolayca aşabilir, sorunlara gerçekçi çözümler bulabilir. Bu güven duygusunun kaynağı çocukluk çağında ana babanın ve çevrenin çocuğa gösterdiği sevgidir. Yeri geldiğinde övülen, haklı başarılarından dolayı takdir edilen, gösterdiği çabaya saygı duyulan, yeni girişimleri ve öğrenme isteği desteklenen, cesaretlendirilen, kabul edildiğini, dinlendiğini , fikirlerinin önemli olduğunu hisseden çocuğun kendine güveni artar. Kendine güvenen, girişimci, zorluklardan yılmayan bireylerin çoğunlukta olduğu bireylerden oluşan toplum gelişmeye açık toplumdur.
Toplumdaki en küçük kurum olarak aileye görevleri yönünden üç değişik açıdan bakılabilir:
a) Aile her şeyden önce eşlerin duygusal ve cinsel gereksinimlerini karşılayan yasal bir birliktir.
b) Aile, ortak amacı, çıkarları, inançları, kuralları olan bir insan kümesidir.
c) Aile, çocukların beslenip bakıldığı ve eğitildiği bir ortamdır.
Yetişkinlerin duygusal ve sosyal gereksinimleri, aile dışında da bir ölçüde karşılanabilir. Ancak ailenin üçüncü görevi, çocukların yetiştirilmesi en iyi biçimde aile içinde gerçekleştirilebilir. Aile dışında hiçbir kurum ailenin sağladığı özenli bakımı, çocuğun gelişmesinde, eğitiminde cömertçe sunduğu özveriyi , sevgiyi veremez. Çocuk aile içinde; değerli olduğunu, bir yeri olduğunu, kendisine verilenlerin karşılığını ödemek zorunda olmadığını, güvende olduğunu, yeteneklerini geliştirebileceği, denemelere girişebileceği, özgürce oynayabileceği bir ortam sağlanacağını, güç durumlarda yanında olunacağını, destekleneceğini bilir. Çocuk ailede; doğru ile yanlışı ayırt etmeyi, öncelikle ailenin sonra toplumun kurallarına uymayı, sağlıklı iletişim kurmayı öğrenir. Aile, insan ilişkilerinin sergilendiği bir sahne gibi düşünülebilir. Çocuk bu sahnede, insan ilişkilerinin bütün karmaşık yönleriyle gözlemler ve yaşar. İnsan ilişkilerinin belirleyen anlaşma, uzlaşma, bağlılık, işbirliği gibi olumlu nitelikleri evde kazanır. Anlaşmazlık, çekişme ve çatışma gibi olumsuz durumlarda takınacağı tutumları da evde öğrenir. Sürekli olumsuz eleştirilen çocuk “ sen kötüsün , daha iyisini yapmalısın “ mesajını alır. Eleştirilen, suçlanan, cezalandırılan, baskı altında büyüyen çocuklar isyankar davranışlar gösterme yanında aşağılık duygusu geliştirebilir. Bunun yerine kurallar kesin konmalı, cezalandırmaya son çare olarak başvurulmalı, yapılan hata ile ceza orantılı olmalı, fiziksel cezanın hiçbir getirisi olmadığı unutulmayarak cezalar daha çok sevilen bir şeyden ya da etkinlikten mahrum bırakma şeklinde uygulanmalıdır. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilen, kendi istekleri ve kurallarını toplumunkilerle uzlaştırabilen kişilerden oluşan bir toplumda başıboşluk ve düzensizlik azalır.
Aile içindeki ilişkilerin temelini, anne ve babanın birbirine karşı tutumu oluşturur. Onların sevgi ve anlayışla sürdürdükleri karı-koca ilişkisi, evin genel havasını belirler. Uyumlu ve sıcak ilişkiler ana babadan çocuklara doğru yayılır. Gergin ve sürtüşmeli bir karı koca ilişkisi, çocuklar için güvensiz ve tedirgin bir ortam yaratır. Çocuk, öfkeyi de, kızgınlığı da, sevgi ve hoşgörüyü de evde görerek, yaşayarak öğrenir. Sevgi, acıma, anlayışlı olma gibi duygular, öğütlerle aşılanabilir nitelikler değildir. Ancak, ana baba örnek alınarak, yavaş yavaş geliştirilir. Çocuğun çevresinde hep güler yüz, tatlı dil görmesi gerekir diye bir kural yoktur. İnsanca duygular olan, kızgınlık, öfke gibi olumsuz duyguları da tanımalıdır. Ancak çocuk bu olumsuz duyguların nasıl dizginlendiğini, nasıl uygarca dışa vurulduğunu, nasıl olumluya çevrildiğini de evinde öğrenir. Saldırganlığını sınırlayamayan bir baba ya da öfke saçan bir anne, çocuğuna ölçülü olmayı öğretemez. Önemli olan ; davranış tutum, duyguları dışa vuruş biçimleri, sorun çözme, aile içinde ve dışında insanlarla sağlıklı-sürekli-özveriye-samimiyete dayanan ilişkiler kurma gibi çocuğun ; gelişimi, uyumu ve mutluluğunu sağlayacak durumlarda davranış modelleriyle ona örnek olmaktır.
Çocuk yetiştirmeyi özellikle kendine güvenen, sorumluluk sahibi, saygın, kendi yetenek ve güçlerinin farkında olarak onlardan kendisinin ve toplumun gelişimi yönünde yararlanabilen, üretken insanlar yetiştirmeyi bir dizi kurallar ve yöntemler olarak düşünmek yanılmalara neden olur. Çocuğun kişiliği, kendisini örnek aldığı erişkinlerle kurduğu sürekli ilişkilerden çıkan bir sonuçtur. Bu nedenle sonucu, yöntem ve tutumlardan önce, örnek alınan erişkinlerin kişilikleri belirler. Söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutan, aynı zamanda birbirleriyle tutarlı ana-babanın yetiştirdiği çocuk da kararlı, kuralları bilen ve uygulamakta güçlük çekmeyen, kendi istekleriyle toplumun beklentilerinin bağdaştırabilen insanlar olarak yetişir. Tutarlı ve kararlı davranan; kuralları kesin koyan ve gerektiğinde esnek davranabilen;çocuğun davranışlarının sonuçlarına katlanmasına izin veren; ahlak dersleri vermek yerine çocuğu olayların içine katarak somut olarak yaşamasını sağlayan; çocuğun olumsuz davranışları karşısında duygularını dile getirebilen ,beklentilerini ifade eden; çocuğa seçme şansı tanıyan ve hatalarını nasıl telafi edebileceğini gösteren ailenin yetiştireceği çocuk disiplinli olacak, kendi kararlarını kendisi verebilecek güçte olacak, kendini değerli hissedecek, sorumluluklarını bilecek ve tüm bunların sonucu olarak gelişmeye ve toplumu geliştirmeye açık olacaktır.
Madalyonun öbür yüzünde sağlıklı sürdürülmeye çalışılan, sorunların birlikte ve aile yapısı içinde çözülmeye çalışıldığı, çocukların bedensel ve ruhsal olarak sağlıklı bir şekilde yetiştirilmeye çalışıldığı evliliklerin karşısında; başlangıçta her şeyin normal olduğu fakat zamanla birbirlerini anlamakta zorluk çeken ya da birbirlerini kendi istekleri doğrultusunda değiştirmeye çalışan bireylerin evlilikleri vardır. Dışardan gelen baskıların da etkisiyle bitmek zorunda kalan evliliklerin acısını en çok çocuklar çeker. Boşanmanın en olumsuz etkisi çocuklarda görülür. Şiddetli geçimsizlik ve boşanmaların çoğunlukla, evliliğin ilk yıllarında görüldüğü ve çocukların henüz çok küçük olduğu hatırlanırsa boşanmadan önce ve sonra çıkan sorunların gelişme çağındaki çocukları olumsuz etkileyeceği açıktır. Çocukluk çağını sevgi, saygı ve güven duygusundan yoksun bir ortamda geçiren çocukların ruhsal gelişimi bozulur. Ana-baba arasındaki çatışma ve çekişmelerin çocuğa aktarılması onda devamlı kaygı, gerilim ve tedirginlik yaratır. Birbirlerine kızıp öfkelenen eşlerin olur olmaz nedenle çocuğa bağırıp çağırmaları çocukta suçluluk duygusu doğurur. Çocuğun böyle ortamlarda sağlıklı bir kişilik geliştirmesi olanaksızlaşır.
Çocukları kazanmaya çalışmanın, sağlıklı kişilikler olarak toplumda yer edinmelerini sağlamanın en kolay yolu; onlarla iyi bir iletişim kurmak, onları anlamak, dinlemek ve mantıklı isteklerini karşılamaktır.
Barınma ve korunma gibi temel ihtiyaçları anne tarafından karşılanan bebek bir taraftan güven duygusu geliştirirken diğer taraftan anneyle iletişim kurar. İhtiyaçları annesi ya da onun yerine geçebilecek biri tarafından zamanında ve şefkatle doyurulan bebek rahattır ve zamanla güven duygusunu geliştirmeye başlar. Çocuk bedensel gereksinimleri olan beslenme ve korunmayı sağladıktan sonra sevgi gereksinimine doyum aramaya başlar. Sevgi olmadıkça aileyle kurulan ilişki olumlu, sağlıklı ve sürekli olamaz. İnsanın bütün yaşam boyu duyduğu ilgi ve sevginin açılıp gelişmesi, renklenmesi, çocukluk çağında sevgi gereksinimine sağlanan doyuma bağlıdır. İnsanın bütün ilişkilerinde görülen olumlu ya da olumsuz tutum ve davranışlarında bu doyum önemli rol oynar.
Sevgi kişinin ve toplumun yaşamını etkileyen güçlü bir duygudur. Başkaları tarafından sevilen, beğenilen, ,ilgi gören insanlarda kendine güven duygusu gelişir. Kendine güvenen herkes, karşılaştığı engelleri kolayca aşabilir, sorunlara gerçekçi çözümler bulabilir. Bu güven duygusunun kaynağı çocukluk çağında ana babanın ve çevrenin çocuğa gösterdiği sevgidir. Yeri geldiğinde övülen, haklı başarılarından dolayı takdir edilen, gösterdiği çabaya saygı duyulan, yeni girişimleri ve öğrenme isteği desteklenen, cesaretlendirilen, kabul edildiğini, dinlendiğini , fikirlerinin önemli olduğunu hisseden çocuğun kendine güveni artar. Kendine güvenen, girişimci, zorluklardan yılmayan bireylerin çoğunlukta olduğu bireylerden oluşan toplum gelişmeye açık toplumdur.
Toplumdaki en küçük kurum olarak aileye görevleri yönünden üç değişik açıdan bakılabilir:
a) Aile her şeyden önce eşlerin duygusal ve cinsel gereksinimlerini karşılayan yasal bir birliktir.
b) Aile, ortak amacı, çıkarları, inançları, kuralları olan bir insan kümesidir.
c) Aile, çocukların beslenip bakıldığı ve eğitildiği bir ortamdır.
Yetişkinlerin duygusal ve sosyal gereksinimleri, aile dışında da bir ölçüde karşılanabilir. Ancak ailenin üçüncü görevi, çocukların yetiştirilmesi en iyi biçimde aile içinde gerçekleştirilebilir. Aile dışında hiçbir kurum ailenin sağladığı özenli bakımı, çocuğun gelişmesinde, eğitiminde cömertçe sunduğu özveriyi , sevgiyi veremez. Çocuk aile içinde; değerli olduğunu, bir yeri olduğunu, kendisine verilenlerin karşılığını ödemek zorunda olmadığını, güvende olduğunu, yeteneklerini geliştirebileceği, denemelere girişebileceği, özgürce oynayabileceği bir ortam sağlanacağını, güç durumlarda yanında olunacağını, destekleneceğini bilir. Çocuk ailede; doğru ile yanlışı ayırt etmeyi, öncelikle ailenin sonra toplumun kurallarına uymayı, sağlıklı iletişim kurmayı öğrenir. Aile, insan ilişkilerinin sergilendiği bir sahne gibi düşünülebilir. Çocuk bu sahnede, insan ilişkilerinin bütün karmaşık yönleriyle gözlemler ve yaşar. İnsan ilişkilerinin belirleyen anlaşma, uzlaşma, bağlılık, işbirliği gibi olumlu nitelikleri evde kazanır. Anlaşmazlık, çekişme ve çatışma gibi olumsuz durumlarda takınacağı tutumları da evde öğrenir. Sürekli olumsuz eleştirilen çocuk “ sen kötüsün , daha iyisini yapmalısın “ mesajını alır. Eleştirilen, suçlanan, cezalandırılan, baskı altında büyüyen çocuklar isyankar davranışlar gösterme yanında aşağılık duygusu geliştirebilir. Bunun yerine kurallar kesin konmalı, cezalandırmaya son çare olarak başvurulmalı, yapılan hata ile ceza orantılı olmalı, fiziksel cezanın hiçbir getirisi olmadığı unutulmayarak cezalar daha çok sevilen bir şeyden ya da etkinlikten mahrum bırakma şeklinde uygulanmalıdır. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilen, kendi istekleri ve kurallarını toplumunkilerle uzlaştırabilen kişilerden oluşan bir toplumda başıboşluk ve düzensizlik azalır.
Aile içindeki ilişkilerin temelini, anne ve babanın birbirine karşı tutumu oluşturur. Onların sevgi ve anlayışla sürdürdükleri karı-koca ilişkisi, evin genel havasını belirler. Uyumlu ve sıcak ilişkiler ana babadan çocuklara doğru yayılır. Gergin ve sürtüşmeli bir karı koca ilişkisi, çocuklar için güvensiz ve tedirgin bir ortam yaratır. Çocuk, öfkeyi de, kızgınlığı da, sevgi ve hoşgörüyü de evde görerek, yaşayarak öğrenir. Sevgi, acıma, anlayışlı olma gibi duygular, öğütlerle aşılanabilir nitelikler değildir. Ancak, ana baba örnek alınarak, yavaş yavaş geliştirilir. Çocuğun çevresinde hep güler yüz, tatlı dil görmesi gerekir diye bir kural yoktur. İnsanca duygular olan, kızgınlık, öfke gibi olumsuz duyguları da tanımalıdır. Ancak çocuk bu olumsuz duyguların nasıl dizginlendiğini, nasıl uygarca dışa vurulduğunu, nasıl olumluya çevrildiğini de evinde öğrenir. Saldırganlığını sınırlayamayan bir baba ya da öfke saçan bir anne, çocuğuna ölçülü olmayı öğretemez. Önemli olan ; davranış tutum, duyguları dışa vuruş biçimleri, sorun çözme, aile içinde ve dışında insanlarla sağlıklı-sürekli-özveriye-samimiyete dayanan ilişkiler kurma gibi çocuğun ; gelişimi, uyumu ve mutluluğunu sağlayacak durumlarda davranış modelleriyle ona örnek olmaktır.
Çocuk yetiştirmeyi özellikle kendine güvenen, sorumluluk sahibi, saygın, kendi yetenek ve güçlerinin farkında olarak onlardan kendisinin ve toplumun gelişimi yönünde yararlanabilen, üretken insanlar yetiştirmeyi bir dizi kurallar ve yöntemler olarak düşünmek yanılmalara neden olur. Çocuğun kişiliği, kendisini örnek aldığı erişkinlerle kurduğu sürekli ilişkilerden çıkan bir sonuçtur. Bu nedenle sonucu, yöntem ve tutumlardan önce, örnek alınan erişkinlerin kişilikleri belirler. Söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutan, aynı zamanda birbirleriyle tutarlı ana-babanın yetiştirdiği çocuk da kararlı, kuralları bilen ve uygulamakta güçlük çekmeyen, kendi istekleriyle toplumun beklentilerinin bağdaştırabilen insanlar olarak yetişir. Tutarlı ve kararlı davranan; kuralları kesin koyan ve gerektiğinde esnek davranabilen;çocuğun davranışlarının sonuçlarına katlanmasına izin veren; ahlak dersleri vermek yerine çocuğu olayların içine katarak somut olarak yaşamasını sağlayan; çocuğun olumsuz davranışları karşısında duygularını dile getirebilen ,beklentilerini ifade eden; çocuğa seçme şansı tanıyan ve hatalarını nasıl telafi edebileceğini gösteren ailenin yetiştireceği çocuk disiplinli olacak, kendi kararlarını kendisi verebilecek güçte olacak, kendini değerli hissedecek, sorumluluklarını bilecek ve tüm bunların sonucu olarak gelişmeye ve toplumu geliştirmeye açık olacaktır.
Madalyonun öbür yüzünde sağlıklı sürdürülmeye çalışılan, sorunların birlikte ve aile yapısı içinde çözülmeye çalışıldığı, çocukların bedensel ve ruhsal olarak sağlıklı bir şekilde yetiştirilmeye çalışıldığı evliliklerin karşısında; başlangıçta her şeyin normal olduğu fakat zamanla birbirlerini anlamakta zorluk çeken ya da birbirlerini kendi istekleri doğrultusunda değiştirmeye çalışan bireylerin evlilikleri vardır. Dışardan gelen baskıların da etkisiyle bitmek zorunda kalan evliliklerin acısını en çok çocuklar çeker. Boşanmanın en olumsuz etkisi çocuklarda görülür. Şiddetli geçimsizlik ve boşanmaların çoğunlukla, evliliğin ilk yıllarında görüldüğü ve çocukların henüz çok küçük olduğu hatırlanırsa boşanmadan önce ve sonra çıkan sorunların gelişme çağındaki çocukları olumsuz etkileyeceği açıktır. Çocukluk çağını sevgi, saygı ve güven duygusundan yoksun bir ortamda geçiren çocukların ruhsal gelişimi bozulur. Ana-baba arasındaki çatışma ve çekişmelerin çocuğa aktarılması onda devamlı kaygı, gerilim ve tedirginlik yaratır. Birbirlerine kızıp öfkelenen eşlerin olur olmaz nedenle çocuğa bağırıp çağırmaları çocukta suçluluk duygusu doğurur. Çocuğun böyle ortamlarda sağlıklı bir kişilik geliştirmesi olanaksızlaşır.
Çocukları kazanmaya çalışmanın, sağlıklı kişilikler olarak toplumda yer edinmelerini sağlamanın en kolay yolu; onlarla iyi bir iletişim kurmak, onları anlamak, dinlemek ve mantıklı isteklerini karşılamaktır.
GENÇ TÜRKİYE ve
YAŞLANAN AVRUPA
Türkiye nüfusu
azalan oranda artmaktadır. 2000 Yılı Genel Nüfus Sayımında 67,8 milyon
olan ve bugün 72 milyon civarında olduğu tahmin
edilen Türkiye nüfusunun 2050 yılında
yaklaşık 97,2
milyon olacağı tahmin edilmektedir.
2000 Yılı
Genel Nüfus Sayımı sonuçlarına göre, Türkiye toplam nüfusunun % 20,5’i 15 – 24
yaş aralığında
yer almaktadır. Buna potansiyel genç nüfusu da ilave ettiğimizde; 24 yaş altı
nüfus, toplam
nüfusun % 40,17’sini oluşturmaktadır .
Nüfus artışı
(yılda % 1,6), demografik yapı (nüfusun üçte biri 15 yaşın altındadır) ve
katılım
oranında
tahmin edilen artış, gelecek yıllarda aktif genç nüfusun hızla artacağına
işaret
etmektedir. Bu
artışın, Türkiye ekonomisi için hem potansiyel bir avantaj hem de çetin bir
problem
olacağı ifade edilebilir . Nüfus
yapısı ile ilgili riskler sadece ekonomi ile sınırlı
olmayıp,
eğitim, kültür, sosyal ve siyasal alanlarda da kendini hissettirecektir.
Avrupa Birliği
ise, 2004 yılındaki genişlemesiyle beraber, 450 milyonu aşkın nüfusuyla Çin ve
Hindistan’dan
sonra Dünyanın üçüncü büyük nüfus topluluğunu oluşturmaktadır. Ancak
Avrupa Birliği
nüfus bakımından küçülen bir birlik görünümündedir. Örneğin Avrupa
Birliği’nin
nüfus bakımından en büyük ülkeleri olan Fransa’da bugün yaklaşık 60 milyon olan
nüfusunun 2050
yılına kadar yavaş bir büyüme göstererek 64 milyona çıkacağı tahmin
edilirken;
Almanya'nın nüfusunun ise 82 milyondan 70,8 milyona ve İtalya'nın nüfusunun ise
57 milyondan
43 milyona kadar ineceği öngörülmektedir. Yine Birliğin en büyük üyelerinden
biri olan
İngiltere’nin, 2000 yılında 59,4 milyon olan nüfusunun 2005 yılında 58,9
milyona
düşmesi nüfus
bakımından küçülmenin en önemli örneklerindendir .
Avrupa
Birliği’ne üye ülkelerde nüfusun en belirgin özelliği, doğum oranının azalması;
buna
karşılık yaşlı
nüfus oranının artmasıdır. Nitekim AB ülkelerinde nüfusun yaş gruplarına göre
dağılışında,
1960’dan 2004 yılına kadar olan dönemde genç nüfusun azalışı yaşlı nüfusun da
artışı
şeklinde bir eğilim gözlemlenmektedir. AB üyesi 25 ülkeden dokuzunda (Almanya,
İtalya,
İspanya, Portekiz, Yunanistan, Belçika, Avusturya, Letonya ve Estonya) 65 ve
daha
üzeri yaşlı
nüfus oranı, 0 -14 yaş grubundaki potansiyel genç nüfus oranından fazladır.
Örneğin,
Avrupa Birliği’nde en yaşlı nüfus oranına sahip İtalya’da potansiyel genç nüfus
oranı
1960’da % 24,7
iken; 2004 yılında % 14’e gerilemiştir. Aynı dönemde yaşlı nüfus oranı 1960
yılında % 9,5
iken; 2004 yılında % 19,1’ yükselmiştir .
Gençlik
sorunlarını çözmüş Türkiye’yi, yaşlılık sorunları ile mücadele eden Avrupa’da
önemli
fırsatlar
beklemektedir.
GELECEĞİMİZ
AÇISINDAN İSTİHDAM
Bugün
Ülkemizin istihdam ile ilgili en önemli sorunları, işsizlik, sosyal güvenceden
yoksun
olma ve
mesleksizliktir. İşsizlik ekonomik sonuçlarının yanı sıra aynı zamanda
toplumsal bir
sorundur.
İşsizlik gelir yoksunluğu nedeniyle bir yönüyle fakirliğe yol açarken diğer
yönüyle
bireyler
üzerindeki psiko-sosyal etkileriyle sosyal dışlanmaya da neden olur. Fakirlik,
kötü
koşullarda
yaşama, ümitsizlik ve gelecek korkusunun yol açtığı çeşitli ruhsal ve bedensel
rahatsızlıklar,
kendine ya da diğerlerine karşı saldırganlık (intihar, gasp, yaralama, adam
öldürme vb)
aile geçimsizliği, boşanma ve aile içi şiddet, alkolizm, uyuşturucu bağımlılığı
ile
işsizlik
arasında güçlü bir nedensellik ilişkisi söz konusudur. Bu nedenle, 1995 Dünya
Sosyal
Kalkınma
Zirvesinde, istihdamın, fakirlik ve sosyal dışlanma ile mücadelenin temelini
oluşturduğu
kabul edilmiştir. İstihdam sadece üretim ve gelir yaratmaz, aynı zamanda sosyal
bütünleşmenin
en önemli aracıdır .
Devlet
İstatistik Enstitüsü rakamlarına göre ülkemizde işsizlik oranı %9,5, işsiz
sayısı 2 milyon
390 bindir.
Ancak bu rakamlar ülkemizde işsizlik sorununu bize tam olarak
göstermemektedir.
Örneğin ümidi kırık işsizlerle, eksik istihdamı ilave edersek işsizlik oranı %
17,5 işsiz
sayısı ise 4,5 milyona yaklaşmaktadır. Ülkemizde istihdam oranı yüzde % 46’dır.
Yani ülkemizde
çalışabilir yaştaki her yüz kişiden sadece 46’sı çalışma imkânı
bulabilmektedir.
Bu oran AB’de
% 64, ABD’de ise yüzde % 74 düzeyindedir.
İşsizlik her
yaş grubu için önemli bir sorun olmasına rağmen; gençler işsizlikten daha fazla
etkilenmektedirler.
Genç işsizlik oranının normal işsizlik oranından 2 kat daha fazla olduğu
tahmin
edilmektedir. İşsizlerin yarısı 25 yaşın altında olup; son yıllarda eğitimli
gençlerde
işsizlik oranı
artmış ve % 30’a ulaşmıştır .
Türkiye’deki
en büyük işveren konumunda olan devlet, yüksek oranda işsizlik yaşayan
gençlere
istihdam kapısını neredeyse kapatmış durumdadır. Kamu istihdamını daraltmaya
yönelik
politikalara rağmen memur sayısı daha çok siyasi tercihlerle artmaya devam eden
kamuda Emekli
Sandığı’na tabi olarak çalışan gençlerin oranı yüzde 3,9’a kadar düşmüştür.
Sadece kamuda
çalışanlarının iştirakçi olabildikleri Emekli Sandığı’nın verilerinden yapılan
belirlemeye
göre 2001 yılında % 14 olan 18–23 yaş grubundaki memurların, toplam
memurlar
içerisindeki payı 2005 yılı Mart ayı itibarıyla yüzde 3,9’a kadar düşmüştür.
Buna
karşılık, hem
yeni işe alınanlar hem de önceki kamu görevlilerinin yaşlanması nedeniyle 30 ve
üzerindeki yaş
grubunun payı önemli ölçüde artmıştır .
Gençlerin
önemli bir kısmı ücretsiz aile işçisi olarak sosyal güvenceden yoksun olarak
tarım
işlerinde
çalışmaktadır. Yanı sıra gençlerin büyük bir kısmı da turizm, küçük sanayi ve
ticaret
işletmeleri
vb. yerlerde sosyal güvenceden yoksun ve düşük ücretlerle çalışmaktadırlar.
İşsizlik
gençler için önemli bir sorun olmakla birlikte, mesleksizlik de bu sorunu
besleyen
faktörlerden
birisi olarak ifade edilebilir. Özellikle yükseköğretime devam edemeyen
gençlerin
büyük bir bölümünün aynı zamanda geçerli bir mesleği de bulunmamaktadır.
Jodge Luis Borges “İnsanın türlü
araçları arasında en şaşırtıcı olanı,hiç kuşkusuz kitaptır.Mikroskop ile
teleskop, görme yetimizin uzantısıdır.Telefon sesin uzantısıdır. Saban ile
kılıç insan kolunun uzantısıdır. KİTAP İSE BAMBAŞKA BİR ŞEYDİR. İNSAN BELLEĞİ
İLE DÜŞ GÜCÜNÜN UZANTISIDIR”
ÇOCUKLARIMIZIN
HAYALLERİ, BİZİM GÖREVİMİZDİR!
Biz bu dünyayı
atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan ödünç aldık!
İdeal torun
hayal etmenin yolu ideal evlat yetiştirmekten geçer!
HEROTÜRK TÜRK DÜNYASI ÇOCUK VE GENÇLİK
(ÇOKGENÇ) PLATFORMU
MİSYONUMUZ:
2071 yılını
hedef kılarak, Anadoluyu bu millete yurt
kılan Sultan Alparslan’ın İlay-ı Kelimetullah ruhunu, Emr-i bil Maruf, nehy-i
anil münker terbiyesi ile harmanlayıp; başta ülkemiz çocuk ve gençleri olmak
üzere, arkasından Avrasya isimli coğrafi bölge ile ve TÜRK DÜNYASI ile ilintelenerek;
yeryüzünde yaşayan her insana, meşru olan her fikre, her inanca, her ideale
aynı yakınlıkla duran, kendini toplumların parçaları ile değil, dayanağını
başta bu
ülkenin
geleneksel bağlarından alıp sonra da evrensel değerlerin bütünlüğü ile ifade
eden, pozitif aklın, sağlam inancın, uzak ideallerin rehberliğinde, barış ve
adalet politikaları izleyecek olan uluslar arası çocuk ve gençlik politikaları
gerçekleştirip, uzlaşmacı bir kimlik haraketi oluşturmaktır.
Bölge
devletleri ve halkları ile milletimizin
arasındaki tarihe dayalı bağlantıları modern bir algı ile yeniden sağlam
bağlarla tesis edip bu uğurda gelecek nesillere örnek teşkil edecek değişim
takviminin sayfalarını hazırlamaktır. Hedef meşgalemiz; adı geçen coğrafyada
yaşayan her bir çocuk ve gence ulaşıp, onların üzerinden mevcut bireylere
toplumumuzun ülkülerinin ve inancının temel dinamiklerini zinde bir ruh,
sarsılmaz bir inanç,
sonsuz
fedakarlık ile aktarmaktır.
VİZYONUMUZ:
Başta bütün
çocuk ve gençleri, onların üzerinden de erişkinleri, dolayısıyla insanlığı
ilgilendiren sosyal refleksler eğitim, çevre ve sağlık konularında olmak üzere
özellikle ana faaliyet konusu olan çocuklar ve gençliğin bilgilendirilip eğitim
ve öğrenimlerini bu
doğrultuda
gerçekleştirerek, çocuk ve gencin hem kendiyle barışık hem de yaşadığı dünyanın
sorumluluklarınıda üzerinde taşıyan
insani irtibat hususu ile toplumlararası diyalog vasıtaları
oluşturmaktır.
Ortak paydalar
temin etmek üzere oluşturulacak her bir organizasyonda
hareket
şiarının temel prensibi; çocuğa ve gence yönelik faaliyetlerde bulunan ihtisas
sahibi insanlardan oluşturulmuş olan istişare kurullarıyla belirlenmiş olan
hedefler etkisi tüm insanlığı kapsayacak şekilde eyleme dönüştürülüp, genel
manada faydacı gayeler
elde
edilecektir.
ÇOKGENÇ:
İnsan varlığı itibariyle yaşam süresi
boyunca değişik merhalelerden geçer. Bebeklik, çocukluk, ergenlik, gençlik,
yetişkinlik ve ihtiyarlık aşamaları insan hayatının dönemsel süreçleridir.
Özellikle ilk üç dönem yani; bebeklik,
çocukluk ve gençlik dönemleri (0-18 yaş aralığı) insan denilen varlığın
deneyimsizlik boyutunu ve yetişme dediğimiz kapsamı kuşatır. Toplumumuzda Genç
kelimesi geniş manada kullanıldığından
biz bu zaman dilimini ifade etmesi açısından bu süreci ÇOKGENÇ olarak
ifade edeceğiz. Çalışmamızın ana konusu olan çocukluk ve gençliği aynı potada
ifade etmesi açısından ÇOKGENÇ kelimesi bizi bu hususta doğru ifade edecektir kanaatindeyiz.
Biyolojik, psikolojik, kültürel ve
toplumsal özellikleriyle çocuklukla yetişkinliği birbirine
bağlayan bir köprü olarak
değerlendirilebilecek bir dönem olarak“gençlik” çok boyutlu bir
dönem olmanın güçlüklerini kapsamaktadır.
Kültürümüz de “delikanlılık” olarak tanımlanan
bu dönem kimine göre “fırtına, stres”
dönemi kimine göre “sessiz çalkantı” olarak
nitelendirilmektedir . Tanımlamalardaki farklılıklar ve
vurgulamalar her ne biçimde olursa
olsun gençlik, ikinci bir doğum süreci
olarak yetişkinler arasında yerini ve konumunu
alabilmeyi, belli bilgi, beceri ve tecrübe
kazanabilmeyi ifade eder. Gençlik dönemi anababaya
bağımlılıktan bağlılığa, topluma aktif,
üretken sorumlu bir birey olarak katılımı ifade
eder, gencin içinde bulunduğu topluma
sorumlu ve aktif bir birey olarak katılımı kolayca
gerçekleşebilecek bir süreç değildir.
“Sosyal olgunluğa erişmek” olarak ele aldığımız bu
dönem içindeki gencin üç önemli boyutu
olan bağımsızlık, kimlik ve cinsel kimliğe uygun olan
davranışları kazanarak topluma üretken bir
birey olarak katılabilmeyi başarabilmesi oldukça
önemlidir .
Yukarıda ifade edilen tanımların aksine,
ulusal ve uluslararası yasal düzenlemelerde gencin
tanımına ilişkin olarak kullanılan en
önemli unsur yaştır. Buna göre, Birleşmiş Milletler 15 –
24 yaş; Avrupa Birliği ise 15 – 25 yaş
aralığında bulunan insanları genç olarak
tanımlanmaktadır. Yerli mevzuatımızda da,
gençlik tanımında kullanılmak üzere belirli bir yaş
aralığı ifade edilmemekle beraber; 15 – 25
yaş aralığındaki kimseler genç olarak kabul
edilmektedir.
GİRİŞ:
“Sağlıklı
bir beden ve zihin, öğrenme isteği, hayalleri gerçekleştirmek için sahip olunan
zaman,
heyecan,
enerji, dinamizm ve umut, yeniliklere uyum kabiliyeti…”İnsanın hayattaki ilk evresinin değer
karşıtlıklarıdır; yani çokgençlilikte!
Çocuklarımız
ve Gençlerimiz, yani ÇOKGENÇLERİMİZ milletimizin bekası adına en değerli varlığımızdır. İnsan varlığımızın
filiz halleridir. Belirlenecek insan şeklimizin ham halidir.
ÇOKGENÇLERİMİZİN taşıdığı değer;
toplumla gelecek arasında bir bağ kurulması ve ulusumuzun varlığını
sürdürebilmesi açısından tarihi varlığını geleceğe taşımasını sağlayacak en
önemli unsur olmasından kaynaklanmaktadır.
Bugün
ÇOKGENÇLERİMİZ çok ve çeşitli sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır.
Çokgençlerin sorunlarını sadece bu yaş grubunun sorunu olarak ele almak
yanlıştır. Zira ÇOKGENÇLER toplumun en büyük kesimini meydana getirmektedirler.
25 milyonluk bir rakam 12 yaş altı insanlarımızdan oluşmaktadır. Nüfusun %40
ını 18 yaş altı insanlarımız oluşturmaktadır. Ya da 34 yaş altı insanımız
nüfusdumuzun %64 ünü oluşturmaktadır.
Bu nedenledir
ki, kavramsal bir tanımlama yaparken “gençliğin sorunları” yerine “gençlik
sorunları” demek daha doğrudur. Çünkü bu sorunlar, toplumumuzun tamamının
sorunudur.
Gençlik
sorunlarının çeşitli nedenleri bulunmaktadır. Bu sorunların bir kısmı,
gençlerin
kendisinden;
yani yaşları gereği hayatı algılama biçimlerinden kaynaklanmaktadır. Ancak çok
büyük bir
kısmı ise; eğitim sistemi, bölgeler arası gelişmişlik farkları, cinsiyet,
gelenekler
(töreler),
dini algılamalar, aile içi iletişim bozuklukları, demografik yapı ve istihdam
politikaları
gibi çok ciddi gerekçelere dayanmaktadır. Ülkemizde meydana gelen toplumsal
değişme, kentleşme, sanayileşme, iç göç hızının artması, gecekondulaşma ve aile
kurumunun parçalanmasına paralel olarak sosyal sorunlarda önemli bir artış gözlemlenmektedir.
Artan sosyal sorunlardan en çok etkilenen çocuk ve ergenlerdir. Çocuk
korunmaya, ilgiye ve sevgiye muhtaç bir varlıktır. Ailenin uygun tutum ve
davranışlarıyla çocuk kişilik, ruhsal ve davranışsal gelişimi sağlıklı
yapılandırılır. Ancak ebeveynler çocuklarına yeterli düzeyde ilgi ve sevgi
göstermez, kişilik gelişiminde uygun rol model olamaz ise çocuk uyum, davranış
sorunlarıyla karşı karşıya kalmaktadır.
Ülkemizde
bütüncül bir gençlik politikasının olmaması çok genel bir eleştiri konusudur.
Ancak
ifade
edilmelidir ki, bütüncül olmak bir yana; parçalı da olsa etkili bir gençlik
politikasından
söz etmek
zordur. Politikaların temelini sorunlar oluşturmaktadır. Yani eğer sorun varsa
ve
sorunlar
tespit edilerek sınıflandırılmışsa; o zaman bunun üzerine bir politika bina
edilebilir.
Ancak bütüncül
gençlik politikalarına temel teşkil edecek, ayrıntılı ve bilimsel sorun tespiti
ve
analizinin
varlığından söz etmek zordur.
Bugün dünyada
Sivil Toplum Kuruluşlarını esas alan ve toplumsal kesimleri güçlendirerek
kendi
sorunlarına sahip çıkmalarını öngören bir eğilim yaşanmaktadır.
Bu nedenledir
ki, Ülkemizin Avrupa Birliği ile müzakerelere hazırlandığı şu günlerde; gençlik
sorunlarının
tespit edilmesi ve bu tespitler üzerine gençlik politikalarının oturtulması bu
alanda çalışan
sivil toplum kuruluşlarına düşmektedir. Çünkü kamu kesimi, bu konuda bir
takım
çalışmalar yapmak ve katılımcı bir şekilde politika oluşturmak gibi bir
yapılanmadan
uzaktır. Ancak
üzülerek ifade etmek gerekir ki; gençlik alanında çalışan Sivil Toplum
Kuruluşlarının
büyük bir çoğunluğu da; gençlik sorunları ve çözüm önerileri konusunda klişe
ve sloganik
yaklaşımlardan çok da öteye gidememektedir.
Gençlikle
ilgili olarak uluslararası alanda önemli ilkeler ve sözleşmelerin benimsendiği
görülmektedir.
Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği’nin hazırladığı çeşitli uluslararası
sözleşmeler
aracılığıyla; ulusal hükümetler gençlik sorunlarına çözüm bulmaya ve bu
konudaki
duyarlılığın aktif hale getirilmesine çalışılmaktadır. Çünkü başta Avrupa
ülkeleri
olmak üzere;
gelişmiş ülkelerin birçoğunun genç nüfus sorunu bulunmakta ve bu ülkeler,
mevcut genç
nüfuslarını da sosyal ve demokratik hayata katılma konusunda motive etmekte
zorlanmaktadırlar.
Çalışma,
ülkemizdeki gençlik sorunlarını olabildiğince veriye dayanarak ve genel anlamda
tespit etmek
amacına yönelmiştir. Tespit edilen sorunların, nasıl çözülebileceğine yönelik
politika
önerileri çalışmada yer almamaktadır. Çünkü bu politikalar ancak, devlet,
gençlik
temsilcileri
ve bilim insanlarının, eşit paydaşlar olarak ortaya koyacakları önerilerle
oluşturulabilir.
Bu nedenle çalışmada sadece, gençlik sorunlarının çözümüne yönelik olarak;
politika
oluşturma yöntemlerine ilişkin bir takım önerilerle yetinilmiştir.
Gençlikle
ilgili sorunların yukarıda sıraladığımız sorunlardan ibaret olduğunu ifade
etmek
mümkün
değildir. Ancak sayılan bu sorunlar, başlıca ve toplumsal etkileri bakımından
önemli
sonuçlar
doğuran sorunlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bunun yanında
sosyal, kültürel, psikolojik, ekonomik ve politik alanda ve daha birçok konuda
önemli gençlik
sorunları bulunmaktadır. Bunların bir kısmı – örneğin gençlik katılımı- hemen
hemen tüm
modern toplumların üstesinden gelmeye çalıştığı sorunlar iken; bir kısmı da –
örneğin eğitim
sorunları- daha çok ülkemize özgüdür. Birtakım sorunlar ise –örneğin töre
cinayetleri-
ülkemizin sadece belirli bir bölgesi için söz konusudur.
Ülkemizde
bütüncül bir gençlik politikasının varlığından söz etmek mümkün olmadığı gibi;
gençlik
politikalarının üzerine bina edileceği bilimsel bir sorun analizi de
bulunmamaktadır.
Öyle ki,
Türkiye’de gençlik ile ilgili olarak yapılan iki önemli araştırmanın ikisi de
bir takım
yabancı
kuruluşlar tarafından yapılmıştır. Çok önemli bulgulara ulaşılan bu
çalışmalardan da
yeteri kadar
yararlanıldığı tartışma konusudur.
Türkiye’de
gençlik alanında çalışan STK’lar ve diğer gönüllü yapılanmalar arasında da
ortak
hareket ve
yaklaşım birlikteliğinin bulunmadığı görülmektedir. Ulusal Gençlik Konseyi’nin
kuruluşunun
gecikmesinin en önemli nedenlerinden biri de, bu birlikteliğin sağlanamamış
olmasıdır.
Türkiye’nin
genç bir nüfusa sahip olması görece bir avantaj olarak değerlendirilmektedir.
Ancak -azalan
oranda da olsa- artan ve gençleşen nüfus, beraberinde eğitim, sağlık, konut,
istihdam gibi
alanlarda bir takım yeni yatırım ihtiyaçlarını gündeme getirmektedir.
Devlet
tarafından sunulan gençlikle ilgili hizmetler, oldukça merkezileşmiş ve sportif
hizmetlerin
içerisinde kaybolmuş durumdadır. Hâlbuki gençler, sosyal, kültürel, sanatsal,
psikolojik vb.
alanlarda da yoğun bir biçimde Devletin desteğine ihtiyaç duymaktadırlar.
NEDEN
TÜRK DÜNYASI ÇOKGENÇ PLATFORMU?
TÜRKİYE’NİN
ÇOCUK GERÇEĞİ KARNESİ
Çocuk sorunlarında en büyük etken yoksulluk
Dört çocuktan biri yoksul
Beş çocuktan biri çalışıyor
Sokaktaki çocuklar konusunda en sorunlu iki il İstanbul ve Diyarbakır
Artma eğiliminde olan çocuk suçlarına karşı toplum aciz ve çaresiz
Çocuk ihmali ve istismarı yaygınlaştı
Çocuk hakları öğretiminde en sorunlu ülkelerden biri
Çocuklara yönelik hak ihlalleri yaygınlaştı
Çocuk hakları uyum yasaları hazırlanamadı
Çocuk Koruma Kanunu çocuk adalet sisteminin gerçekleştirilmesi için yeterli değil
Bebek ve 5 yaş altı ölümleri hâlâ yüksek
Anne Çocuk Sağlığı Acil Eylem Programı etkin biçimde uygulanamadı
0 – 18 yaş sağlık güvencesi sağlanamadı
Nitelikli eğitim başarılamadı
Üstün yetenekli çocukları eğitemeyen bir ülke
Okul Sağlığının İyileştirilmesi Projesi yaygınlaştırılamadı.
Korunmaya muhtaç çocuk sayısı artıyor
Özürlüler Kanunu’nun kuşatıcılığına karşın verilen hizmet sınırlı
TBMM Çocukları Sokağa Düşüren Nedenlerle Sokak Çocuklarının Sorunlarının Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin Belirlenmesi Araştırma Komisyonu Raporu askıda kaldı
Türkiye, çocuk pornografisi konusunda riskli ülkeler arasında
Medyanın olumsuz etkilerinden çocuğu koruma sistemi geliştirilemedi
Türkiye’nin çocuk göstergeleri dünya ortalamasının altında
Türkiye çocuk sorunlarını erteleyen bir ülke görünümünde
Dört çocuktan biri yoksul
Beş çocuktan biri çalışıyor
Sokaktaki çocuklar konusunda en sorunlu iki il İstanbul ve Diyarbakır
Artma eğiliminde olan çocuk suçlarına karşı toplum aciz ve çaresiz
Çocuk ihmali ve istismarı yaygınlaştı
Çocuk hakları öğretiminde en sorunlu ülkelerden biri
Çocuklara yönelik hak ihlalleri yaygınlaştı
Çocuk hakları uyum yasaları hazırlanamadı
Çocuk Koruma Kanunu çocuk adalet sisteminin gerçekleştirilmesi için yeterli değil
Bebek ve 5 yaş altı ölümleri hâlâ yüksek
Anne Çocuk Sağlığı Acil Eylem Programı etkin biçimde uygulanamadı
0 – 18 yaş sağlık güvencesi sağlanamadı
Nitelikli eğitim başarılamadı
Üstün yetenekli çocukları eğitemeyen bir ülke
Okul Sağlığının İyileştirilmesi Projesi yaygınlaştırılamadı.
Korunmaya muhtaç çocuk sayısı artıyor
Özürlüler Kanunu’nun kuşatıcılığına karşın verilen hizmet sınırlı
TBMM Çocukları Sokağa Düşüren Nedenlerle Sokak Çocuklarının Sorunlarının Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin Belirlenmesi Araştırma Komisyonu Raporu askıda kaldı
Türkiye, çocuk pornografisi konusunda riskli ülkeler arasında
Medyanın olumsuz etkilerinden çocuğu koruma sistemi geliştirilemedi
Türkiye’nin çocuk göstergeleri dünya ortalamasının altında
Türkiye çocuk sorunlarını erteleyen bir ülke görünümünde
TÜRKİYE’NİN ÇOCUK GERÇEĞİ
NOTLAR
Aile ve Çocuk
· Sosyal güvenceden yoksun ailenin sorunları acil
çözüm bekliyor
· Çocuğa ve gence ilişkin olumsuz göstergelerin
temelinde aile sorunu var
· 15 milyon 70 bin ailenin 3 milyon 600 bini yoksulluk
sınırında
· Ülke ölçekli toplam hane halkının çoğunluğu
sağlıklı olmayan fizikî ortamlarda yaşıyor
· Yoksulluğun çözülemeyişinin öncelikli nedeni,
iktidarların kök sorunları çözme iradesinin olmayışı
· 1990 sonrası boşanma sayısında artış var
· Yoksulluğu şefkat siyasetiyle (yardım dağıtma)
erteleme alışkanlığı sürüyor
· Ekonomik kalkınmayla sosyal politikalar paralel
sürdürülemedi
· Ailedeki ekonomik, sosyal ve kültürel kriz, aile
içi çatışma ve şiddeti artırdı
· İşsizlik karşısında sosyal güvenliğin
sağlanamaması sonucu, aile ve çocuk ve gençlik sorunları derinleşti
· Türkiye’nin aile ve çocuk merkezli insanî gelişme
ve refah göstergeleri dünya ortalamasının altında
· Türkiye aile ve çocuk politikaları ile Avrupa
Birliğine hazır değil
Aile ve Çocuk Sağlığı
· Bebek ve 5 yaş altı çocuk ölümleriyle anne ölüm
oranı hâlâ yüksek
· Anne ve çocuk sağlığı geliştirme programı
yaygınlaştırılamadı
· Anne sütü muadillerinin mamayı özendirici
reklâmları önlenemedi
· Anne ve çocuk sağlığı hizmetlerinde bölgeler
arası eğitim ve sağlık göstergelerindeki farklılık giderilemedi
· Kadının toplum içindeki statüsünün
iyileştirilmesi sınırlı düzeyde kaldı
· Çocukların beslenme bozukluğunun neden olduğu
hastalıklar yaygın
· Çocuklarda ağız ve diş sağlığı bozukluk oranı
yüksek
· Beş yaş altı beslenme bozuklukları azaltılamadı
· Okul sağlığı hizmetleri dünya ortalamasının
altında
· Adölesan (Adolesan dönemin en büyük özelliği
fiziksel, cinsel, psikolojik gelişimin tamamlanmasıdır) sağlığı hizmetleri çok sınırlı
düzeyde
· Koruyucu sağlık ve çevre sağlığı açısından
Türkiye riskli ülkeler arasında
· Toplam hane halkının yüzde 20’si temiz su
içemiyor
· Özürlü çocuğu olan ailelere doğrudan destek
hizmeti yaygınlaştırılamadı
· Kız çocuklarına yönelik töre-namus saikli
saldırıları önlemeyi amaçlayan ve yaşama hakkını merkeze alan program
hazırlanamadı
· Mayın, gösteri ve bombalama olaylarında çok
sayıda çocuk hayatını kaybetti
· Anne Çocuk Sağlığı Acil Eylem Programı etkin
biçimde uygulanamadı
Çocuk Eğitiminde Durum
· Türkiye’de okulöncesinde hâlâ köklü atılım
yapılamadı (0-2yaş yüzde 1; 3-4 yaş yüzde3; 5 yaş yüzde 21)
· Okulöncesi eğitim oranı en düşük grup köy
çocukları
· Okulöncesinde batı bölgelerinde oran daha yüksek
· Erken çocukluk gelişimi programı yaygınlaşamadı
· 6-13 yaş grubu okullaşma oranı kızlarda daha az
· Kızların okullaşma oranı her alanda erkek
öğrencilerin altında
· Türkiye, eğitimde yaş ve cinsiyet ayrımcılığını
aşamadı ve durum eğitimin bütün aşamalarında kızların aleyhinde
· Türkiye’de sınıf ortalaması 36 (Dünya ortalaması
26. En kalabalık sınıflar İstanbul’da)
· Türkiye’nin dünya ortalamasına göre 125 bin sınıf
açığı var
· Örgün eğitim okuma alışkanlığı kazandıramıyor ve
kitabı sevdiremiyor
· Okul başarısı ve hayat başarısı arasında denge
kurulamadı
· Okul Sağlığının İyileştirilmesi Projesi
yaygınlaştırılamadı
· Eğitimin gerçekleştiği fiziki mekânlar niteliksiz
mimari yapılardan oluşuyor
· Eğitimden yoksun kalmış çocukların eğitime dahil
edilmesi çalışmalarında yetersiz kalındı
· Türkiye, nitelikli genel eğitimde başarılı
olamadı
-Öğrenci merkezli müfredat değişikliklerine ihtiyaç
duyulmaktadır
· Ortaöğretimde brüt okullaşma oranı yüzde 69.9’da
kaldı
· Eğitim süresi uzadıkça kızların okullaşma oranı
düşüyor
· Türk eğitim sistemi felsefe öğretiminden
uzaklaştı
· İlk ve ortaöğretimde sanat ve kültür eğitimi çok
alt düzeyde
· Son 5 yılda okullarda şiddet yaygınlaşma eğilimi
gösterdi
· Eğitim sistemi, spor ve müzik yeteneğini
geliştiren projeden yoksun
· Yurt dışındaki ilk ve ortaöğretim çağı
çocuklarının eğitimlerine ve yurda dönen çocukların uyum sorunlarına destek
projesi geliştiremedi
· Eğitim sistemi, medya ve bilişim teknolojileriyle
uyumlu duruma getirilemedi
· Türkiye, üstün yetenekli çocuklarını eğitemeyen
bir ülke durumunda
· Millî Eğitim Bakanlığı’nın üstün yetenekli çocuk
eğitiminin okulöncesi, ilk ve ortaöğretim süreçlerini kapsayacak eğitim-öğretim
modeli de yok
· Türk Millî Eğitim Sistemi, son 10 yılda, politik
ve ideolojik müdahalenin en yoğun yaşandığı alan oldu; eğitim yönetimi güven
sorununu aşamadı ve başarılı olamadı
· Türkiye, eğitim profili ve göstergeleri
bakımından Avrupa Birliği standartlarına hazır duruma getirilemedi
ÖNCELİKLERİMİZ:
Koruma Altındaki Çocuklar
· Türkiye, korunmaya muhtaç ve kimsesiz çocuğa
sosyal güvenlik sistemi kuramadı
· Ülke ölçekli aile ve çocuk hizmetleri koordine
edilemedi ve etkin biçimde yönetilemedi
· Koruyucu aile modeli ve evlât edinme uygulanması
yaygınlaştırılamadı
· SHÇEK şemsiyesi altındaki çocuk yuvası ve
yetiştirme yurtları yönetilemedi
· Yuva ve yetiştirme yurtlarını yerel yönetimlere
devretmeyi öngören düzenleme yapılamadı
· Korunmaya muhtaç çocuklar için koruyucu, önleyici
ve destekleyici projeler geliştirilemedi
· Aile destek hizmetleri ve koruyucu aile modeli
uygulanamadı
GÜÇ KOŞULLARDAKİ ÇOCUKLAR
Çocuk Yoksulluğu
· Türkiye’de dört çocuktan biri yoksul
· Yoksul çocukların çoğunluğu büyük şehirlerde ve
köylerde
· Yoksulluk sınırındaki aileler sosyal güvence
altına alınamadı
· Göç çocuklarının en çok yaşadığı iller Doğu ve
Güneydoğu Anadolu Bölgesi şehirleri
· Çocuk yoksulluğunu önlemeyi sağlayacak sosyal
güvenlikle ilgili yasa çalışmaları tamamlanamadı
Özürlü Çocuklar
Nüfusun yüzde 12.28 özürlü olan ülkemizde, özürlülerin sağlık, eğitim ve sosyal
göstergeleri kötü
· Özürlüler daha fazla yoksullukla karşı karşıya
· Özürlülere verilen özel eğitim ve rehabilitasyon
hizmetleri dünya ortalamasının altında
· Çok Programlı Özel Eğitim Merkezi Projesi Millî
Eğitim Bakanlığı tarafından yaygınlaştırılamadı
· Özürlüler İdaresi Başkanlığı tarafından
projelendirilen “Meslekî Rehabilitasyon Merkezi” modelinin 35 ildeki uygulama
sorumlusu yerel yönetimler olduğu halde henüz etkin uygulama başlamadı
· Türkiye, yasal çerçevede Avrupa Birliği sürecine
hazır durumda; ancak koruyucu, önleyici, rehabilite edici ana sistem uygulaması
hazır değil
Çalışan Çocuklar
· Türkiye’de beş çocuktan biri çalışıyor
· Çalışan çocukların yüzde 76.9’u tarım kesiminde
· Çalışan çocuklara uygulanacak çocuk iş gücünden
yararlanma standartlarında etkin olunamadı
· Güvence altında çalışan çocukların izin, iş
güvenliği, iş kazası, dayak ve azarlama sorunları aşılamadı
· Sokakta çalışan çocukların sayısında artış oldu
· Asgari çalışma yaşı uygulanamadı
· Çalışan çocuklara ülke ölçekli izleme ve denetim
sağlanamadı
Sokaktaki Çocuklar
· Sokaktaki çocukların sayısı bilinmiyor (tahmini
olarak 200.000 çocuktan bahsedilmekte)
· “TBMM Çocukları Sokağa Düşüren Nedenlerle Sokak
Çocuklarının Sorunlarının Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin
Belirlenmesi Araştırma Komisyonu Raporu”nun, sorunlara yaklaşımı ve çözüm
önerileri hayata geçirilemedi
· Sokaktaki çocuklar için koruyucu, önleyici,
tedavi ve rehabilite edici projeler yaygınlaştırılamadı
· Sokaktaki çocuklar, diğer çocuk sorunlarının
üzerini örten bir sarmal işlevi yerine getirmeyi sürdürüyor
· Sokaktaki çocuklar konusunda yapılan çalışmalarda
en başarısız ve en sorunlu iki il İstanbul ve Diyarbakır
· Sosyal güvenlik çalışmalarının sonuçlanması
durumunda sokaktaki çocuk sorunlarının azalacağı umudu var
ÇOCUK ADALETİ SİSTEMİ
Çocukların işlediği suçlar ile
çocuklara karşı işlenilen suçların tanımı tasniflenemedi
Yargılamadaki Çocuklar
· Türkiye’de suç işleyen ve kapkaççılık
yap(tırıl)an çocuk sayısında artış oldu
· Çocuk suçları konusu, çocuk adalet sistemi
yerine, ceza yasaları içerisinde düzenlenmesi eğilimi sürdürüldü
· Suç işlediği ispat edilen çocukların tek seçeneği
hâlâ ceza
· 15 yaşın üzerindeki çocuklar hakkında ceza
dışında bir seçenek yok
· 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu, çocuk adalet
sistemi yerine ceza kontrol sistemine dayalı bir yaklaşımla hazırlandı
· Çocukların, Çocuk Mahkemeleri dışında Ağır Ceza
Mahkemeleri’nde yargılanması değiştirilemedi
· Çocuk Mahkemelerinin yaygınlaştırılması
sağlanamadı
· Yargılamadaki çocuklara hizmet veren kurumların
fizikî ve sosyal şartları iyileştirilemedi
· Türk çocuk hukuku ve çocuk yargılama hukuku
standartları geliştirilemedi
Çocuk İhmali ve İstismarı
· Türkiye’de artan trend ile çocuk ihmali ve
istismarı yaygınlaşma eğilimi gösterdi
· En yaygın çocuk istismar türü ekonomik istismar
· Çocuklara karşı işlenen fizikî istismar
türlerinin oranlarında artış gözlendi
· Çocuklara karşı cinsel istismar vak’alarında
artış oldu
· Çocuk pornografisi konusunda Türkiye riskli ülke
· Son yıllarda akranlar arası şiddet ve çocukların
kesici alet ve ateşli silah kullanımı yaygınlaştı
Çocuk Hakları
· Türkiye, 27 Ocak 1995’ten bu yana Çocuk Haklarına
Dair Sözleşme çerçevesine taahhüt ettiği hedeflere ulaşamadı
· Çocuk hakları öğretimine öncelik verilmedi
· Çocuklara hak ihlâlleri yaygınlaştı
· Çocuk hakları uyum yasaları hazırlanamadı
TÜRK DÜNYASI ÇOKGENÇ PLATFORMU
UYGULAMA İŞLEYİŞİ
YÖNETİM:
DOĞAL
ÜYELER:
Cumhurbaşkanı
(Onursal Başkan)
Başbakan
Milli
Eğitim Bakanı
Kültür
ve Turizm Bakanı
Aile
ve Sosyal Sorumluluk Bakanı
İçişleri
Bakanı
Diyanet
İşleri Başkanı
YÖK
Başkanı
Türk
Cumhuriyetlerini temsilen temsilciler
AKTİF
YÖNETİM ÜYELERİ:
Cumhurbaşkanı
makamını temsilen bir yetkili
Başbakanlık
makamını temsilen bir yetkili
Milli
Eğitim Bakanlığını temsilen bir yetkili
Kültür
ve Turizm Bakanlığını temsilen bir yetkili
Aile
ve Sosyal Sorumluluk Bakanlığını temsilen bir yetkili
İçişleri
Bakanlığını temsilen bir yetkili
Diyanet
İşleri Başkanlığını temsilen bir yetkili
YÖK
Başkanlığını temsilen bir yetkili
TRT
Genel Müdürü
Çocuk
Meclisi Yönetim Kurulu Üyeleri
(Çocuk
Meclisi üyeleri Herotürk’ün Türkiye genelinde bütün okullarda yapacağı yılın
Herotürkleri yarışması neticesi belirlenecektir.)
STK temsilcileri: Çocukla ilgili faaliyet
gösteren vakıf ve dernek yönetimlerinin belirleyeceği kişiler arasından
yapılacak seçimle ilgili belirlenmiş 3 kişiden ibaret olacaktır.
Çocuk medya temsilciliği: Çocuğa yönelik faaliyetlerde
bulunan; tv, radyo, gazete, dergi, yayın yapan kurum ve kuruluş temsilcilerinin
kendi aralarında yapacakları seçim neticesinde 3 kişiden ibaret olacaktır.
Çocuk sektör temsilciliği: Çocuğa yönelik faaliyette
bulunan; gıda, tekstil, oyuncak, kırtasiye gibi konularda ticaret yapan kurum
ve kuruluşları temsilen kendi konularından birer kişi tarafından temsil
edilecektir.
Dershaneler ve özel okullar
temsilciliği:
Anaokullarıda dahil olmak üzere bütün bu kurum ve kuruluş katılımcıları
tarafından yapılacak seçimle toplamda 7 kişi ile temsil olunacaklardır.
Özel Üniversiteler temsilciliği; Çocuğa ve topluma ya da direk
insana yönelik çalışmaları bulunan üniversitelerin kendi aralarında yapılacak
seçimle belirleyecekleri 7 kişi temsil hakkına sahiptirler.
Çocuk ruhsal temsilciliği: Psikologlar, pedegoglar,
psikiatrlar, eğitim danışmanlarınca kendi aralarında yapılacak seçimle
belirlenmiş 3 kişi tarafından temsil olunacaklardır.
Çocuk sağlığı temsilciliği: Çocuğun biyolojik ve fizyolojik
varlığı hususunda ihtisas sahibi hekimler arasında yapılacak seçimle
belirlenmiş 3 kişi tarafından temsil olunacaklardır.
Çocuk dinsel eğitim
temsilciliği:
Çocuk yetiştirilmesi ve gelişimi hususunda diyanet işleri ve ilahiyat
fakülteleri nezdinde hurafesiz ve çağdaş metodlarla dinsel eğitim husunda
belirlenecek 5 kişi tarafından temsili.
KOMİSYONLAR:
Genel hatlarıyla belirlenmiş konu başlıklarını etüd etmek
ve değerlendirme sonuçlarına ulaşmak üzere her konunun uzmanlarından oluşur.
Komisyon üyeleri kendi başkan ve yönetimlerini-görev dağılımlarını oy birliği
ile kendileri belirler.
PLATFORM
ÇALIŞMA KONULARI
1-ÇOKGENÇ ve AİLE,
a-ÇOKGENÇ ve çekirdek aile
b- ÇOKGENÇ ve akraba ilişkileri
c-ÇOKGENÇ ve bireysel ahlak
2-ÇOKGENÇ ve TOPLUM,
Her bir başlığın başka altbaşlıkları sözkonusudur.
a-EĞİTİM,
b- ÇEVRE,
c- SAĞLIK
3-ÖZEL ÇOKGENÇLER
a-ENGELLİLER
b-ÜSTÜN YETENEKLİLER
c-SOKAK ÇOCUKLARI
d-ÇALIŞAN ÇOKGENÇLER
NEDEN
SEKTÖR TEMSİLCİLERİ 3 KİŞİ ya da TEKLİ RAKAM İLE TEMSİL OLUNURLAR?
Kendi
komisyon kararlarında oybirliği hedef alınmıştır. İştişari karar neticesi
hasılı hedeflenmiştir.
HEROTÜRK ÇOKGENÇ YETERLİLİK SERTİFİKASI
HEROTÜRK LİSANSLI MARKASI
HEROTÜRK ÇOKGENÇ KLUBLERİ
ÇOKGENÇ VE AİLE:
Aile en küçük
toplumsal birim; aynı zamanda nesiller arası bir sistem. Ve her sistem gibi
değişmekte olan, kendi iç dinamikleriyle veya toplumsal, kültürel, ekonomik ve
siyasal dinamiklerle dönüşen bir sistem.
Aileler, çocuklar ve ruh sağlığı konusu çok önemli
ve önemli olduğu kadar zor ve çapraşık bir konudur. Günümüzde ailelerin ve
çocukların nelerle karşılaştığı, ne sorunlar yaşadığı ile ilgili genelleme
yapmak sakıncalı olabilir, her aile özeldir. Ancak bir ölçüde genelleme
yapmadan da konuyu anlamaya çalışmak olanaksız görünüyor; dolayısıyla biraz
genel bir çerçeve çizilmek durumundadır. Bu çerçeve içinde çeşitli öznelliklerin
yer alabilir olması temel gaye olmalıdır.
Sanayi toplumu
sosyolojisi içinden bakınca tarım toplumundan sanayi toplumuna geçilirken, aile
yapısı da geniş aileden çekirdek aileye dönüşür. Yine bu şemanın sonuçlarına
göre çekirdek aileye dönüşmüş, kentli olmuş ailenin önce tüketim ve davranış
kalıpları değişir, sonrasında da değerleri“modern, kentli” değerlere
doğru değişecektir. Elbette bu hayat tarzı bakımından modern nitelemesinin de
kılık kıyafetten kadın erkek ilişkilerine kadar ima ettiği ve tanımladığı bir
dizi tutum, davranış ve değerler manzumesi vardır. Ama en önemlisi
bireyselleşmenin artacağı, aile içinde bile bağımsız bireylere dönüşüleceği
varsayımıdır.
Siyaset biliminden pazarlamaya,
reklamcılıktan üretime kadar hemen her alan sanayi toplumu sosyolojisiyle
tanımlanmış, doğru, normal ve kaçınılmaz olan bu çekirdek aileye ve
bireyselleşmeye göre kurgulanmaktadır.
Buna karşılık Türkiye toplumunda hâlâ en önemli
toplumsal kurum ailedir. Bireysellik- kolektiflik üzerinden bakıldığında
öncelik ailede sonra da ülkede. Kısaca söylemek gerekirse henüz bu
toplumda sanayi toplumu sosyolojisiyle tanımlanmış bireysellik son derece
düşük. Hatta bu anlamda bireysel düşünenler yalnızca toplumun beşte biri.
Hâlâ bu toplumun gençlerinin çok büyük bir bölümü
gelecek planını bile ailesi üzerinden yapıyor. Yalnızca kendi hayalleri,
kendini gerçekleştirme arzusu gibi meseleler aileden sonra geliyor.
Her ne kadar aile yapısı göçle beraber değişiyor,
çekirdek aileye dönüşüyor gibi görünse de “KONDA aile araştırması”nın
temel bulgusu Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın “duygusal geniş
aile” tezini doğruluyor. Hanedeki fert bakımından aileler küçülüyor fakat
ilişki üzerinden bakıldığında daha yoğun bir ilişkinin ve karşılıklı
etkileşimin olduğu görülüyor.
Bu bulgunun önemli göstergelerinden birisi yurtiçi
hareketlilik. Her ne kadar medya “tatilci trafiği” gibi bir klişeyi sıkça
kullanıyor olsa da o gördüğümüz tatilci trafiği değil, “ataya ve memlekete
gidenler trafiği”. Tatillerde deniz kenarına, tatil yerlerine gidenler henüz
toplumun dörtte biri.
Toplumun üçte ikisinin bireysel hayatı için en
büyük korkusu “oğlunun, kızının istediği eğitimi alamaması”. Yine üçte
ikisinin ülke hayatı için en büyük korkusu “geleneklerden kopmak”.
Aileye verilen önem ile beraber bu korkuları
anlamaya çabaladığımızda şu yorumu yapmak mümkün. Bu toplumda ailenin
hayallerinin taşıyıcısı çocuklar.
Yüksek eğitimli oranının yüzde 11, lise eğitimli
oranının yüzde 27 olduğu, ortalama eğitim süresinin 7,8 yıl olduğu, beşte
dördünden fazlasının bir meslek sahibi olamadığı, kendine özgüveni düşük
bireylerin gelecek hayalleri kendi emekleri üzerinden değil, çocukları
üzerinden.
Denizli’nin Çal’ında, Kayseri’nin Develi’sinde ya
da Diyarbakır’ın merkezinde yaşayan bir babanın, annenin daha iyi bir hayat
arzusu nasıl gerçekleşebilir? Kendi emeğiyle kazandığı veya en fazla
kazanabileceği ne? Tasarruf edebileceği ne? Nasıl daha konforlu bir hayata ve
refaha ulaşabilecek?
Piyango vurmaz ise veya eğer bulunduğu mahal göç
alan bir yerse ve tarlalar arsa olup spekülatif satışlarla olağanüstü kazanç
ihtimali yoksa ne yapacak?
Tek şansı var: Çocukları iyi eğitim alırlar ve
geleneklerine ve ailelerine bağlı insanlar olurlarsa, aileyi de daha iyi bir
hayata doğru çekerler.
Nitekim toplumun çok büyük bir kısmının ailesiyle
ilişkisi yalnızca sevgi ve saygı ilişkisini sürdürmek veya beraber gündelik
hayat pratikleri üzerinden değil bunların çok ötesinde bir ilişki ve destek
üzerinden.
Dolayısıyla Türkiye’deki aile yapısı ekonomik
ilişkilere dayalı geniş aileden çekirdek aileye doğru geçişte orta bir durakta
ilişkiye dayalı, geleneksel ve dinî değerler ağırlıklı üçüncü bir aile yapısı
gösteriyor. Muhtemelen de bu durak büyük oranda kalıcılaşma eğilimi taşıyor.
İster siyasetçi ister iş yöneten olun eğer bu
yapıyı dikkate almadan strateji geliştiriyorsanız ve eğer arzulanan başarı
gelmiyorsa, bir de meseleye bu noktadan bakmak yararlı olabilir.
Önce ülkemiz ailelerini kabaca da olsa
inceleyebilmek için kuramsal bir çerçeve çizilmelidir. Bu çerçeve yardımıyla
geleneksel ve değişmekte olan aile-çocuk ilişkisine ele alınmalı; bu ilişkinin
ruh sağlığı ve eğitim çalışmaları için ne ifade ettiği vurgulanmalıdır.. İlgi
odağı olarak özel sorunlar yaşayan çocuk ve aileler olduğu gibi günümüz
koşullarıyla başetmekte olan genel geçer ailelerin yapısı tanımlanmalıdır.
ÇOKGENÇ ve çekirdek aile:
“Eğitim anne dizinde başlar; her söylenen
sözcük, çocuğun kişiliğine konan bir tuğladır.”
Ailenin önemli işlevlerinden biri de çocuğunu
eğitme işlevidir. Her aile bu işlevini karşılamak zorundadır. Bu aynı zamanda
herkes için toplumsal bir görevdir. Sağlıklı toplumların oluşmasının ilk
basamağı ailede atılır.
Toplum olarak kalkınmak için; sağlıklı düşünen,
soran, sorgulayan, araştıran, sorumluluk sahibi gibi bir çok olumlu özelliklere
sahip bireylerin yetişmesinin temeli ailede atılır. Aile çocuğa ilk eğitimin
verildiği yerdir. Her şeyden önce aile, bir okul öncesi eğitim kurumu olarak
kabul edilir. Çocuk okula başladıktan sonra, ailenin bu işlevinin bir kısmını
eğitim kurumları üstlenmektedir. Ancak aile, hiçbir zaman çocuğun eğitiminden
kendini bütünüyle soyutlamış olamaz
Aile toplumun
temelini oluşturmaktadır. Tüm milletler aile kurumunu korumak ve
güçlendirmek
amacıyla çeşitli tedbirler almaktadırlar. Yapılan araştırmalarda, gençlerin en
önemli
sorunlarının, ailelerinin tutum ve davranışlarından kaynaklanan “iletişim
bozukluğu”
olduğu
görülmektedir . Genellikle,
eğlence, dinlenme, arkadaş ilişkileri, saygı, şefkat, kıyafet
seçimi, meslek
seçimi vb. konularda aileleriyle anlaşmazlığa düşen gençler ailelerinin
kendilerini
anlamadığından yakınmaktadırlar.
Ebeveynler
arasındaki geçimsizlik ve aile içi şiddet de gençleri olumsuz etkileyen ailevi
sorunlar
arasındadır. Ayrıca, ebeveynlerin boşanması ve ayrı yaşamaları gençlerin
psikososyal
gelişimlerini
olumsuz etkilemektedir.
Aile içindeki
iletişim bozukluğu hatta çoğu zaman iletişimdeki kopma, gençler için diğer
birçok sorunu
da tetiklemektedir. Gençlerin zararları alışkanlıklar kazanması, toplumsal
ilişkilerindeki
problemler, şiddet davranışları ve intihar gibi sorunların temelinde büyük
ölçüde ailevi
sorunlar yatmaktadır .
Gençler
kişiliklerini, şekillendiren bir takım değerleri ailelerinden almaktadırlar.
Bunun bir
sonucu olarak
da; aile kurumunu temelde bir güvence olarak görmekte; ancak, ciddi
sorunlarını
aileleriyle konuşmaktan ve birlikte çözüm aramaktan kaçınmaktadırlar .
Ailevi
sorunların en olumsuz sonucu, gençlerin intihar etmesidir. Yapılan
araştırmalarda
intihar
edenlerin yaklaşık % 33’ü 15 – 24 yaş aralığındaki gençlerden oluşmakta ve ailevi
sorunlar
yaklaşık % 25 ile en önemli intihar nedenleri arasında yer almaktadır .
· Daha etkili anne baba olabilmek
· Çocukların gelişiminde büyükanne ve büyükbabaların yeri
· Hayvanların çocukların ruhsal gelişimine etkileri
· Oyun ve oyuncak
· Kardeş kıskançlığı
· Tatil dönemi ve ruh sağlığı
· Ergenlikte disiplin sorunları
· Madde kullanımı
· Cinsel kimlik sorunları
· Mastürbasyon
· Çekingen çocuklar
· Uzun süreli bedensel hastalık karşısında çocuk
· Parmak emme, tırnak yeme
· Oyun konsollarında ve kişisel bilgisayarda oynanan oyunların çocukların ruh dünyası üzerindeki etkileri
· Çocuk ve ergenlerin cep telefonu kullanması
· Sünnet ve çocuk ruh sağlığı
· Çocukların fiziksel ve cinsel istismarı
· Korkular
· Boşanma ve çocukların ruh sağlığına etkileri
· Çocuk ve ergenlikte aşk
RUHSAL BOZUKLUKLAR
· Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu
· Davranım bozukluğu
· Karşı olma karşı gelme bozukluğu
· Tikler
· Depresyon
· Kaygı bozuklukları
· Şizofreni
· Özgül öğrenme bozuklukları
· Zeka geriliği
· Bebek, çocuk ve ergenlerde iştah ve yeme sorunları
· İletişim bozuklukları
· Çocukların gelişiminde büyükanne ve büyükbabaların yeri
· Hayvanların çocukların ruhsal gelişimine etkileri
· Oyun ve oyuncak
· Kardeş kıskançlığı
· Tatil dönemi ve ruh sağlığı
· Ergenlikte disiplin sorunları
· Madde kullanımı
· Cinsel kimlik sorunları
· Mastürbasyon
· Çekingen çocuklar
· Uzun süreli bedensel hastalık karşısında çocuk
· Parmak emme, tırnak yeme
· Oyun konsollarında ve kişisel bilgisayarda oynanan oyunların çocukların ruh dünyası üzerindeki etkileri
· Çocuk ve ergenlerin cep telefonu kullanması
· Sünnet ve çocuk ruh sağlığı
· Çocukların fiziksel ve cinsel istismarı
· Korkular
· Boşanma ve çocukların ruh sağlığına etkileri
· Çocuk ve ergenlikte aşk
RUHSAL BOZUKLUKLAR
· Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu
· Davranım bozukluğu
· Karşı olma karşı gelme bozukluğu
· Tikler
· Depresyon
· Kaygı bozuklukları
· Şizofreni
· Özgül öğrenme bozuklukları
· Zeka geriliği
· Bebek, çocuk ve ergenlerde iştah ve yeme sorunları
· İletişim bozuklukları
ÇOKGENÇ ve akraba ilişkileri
Kardeş, amca, dayı, teyze, amca, dede, nine, kuzen gibi
yakın akraba ve hısımlarla olan ilişkiler husunda bir vevi
sosyal hizmet alanıolan geniş aile aslında eski zamanlarda çok uygulanan bir
kavramken şimdilerde modernitenin getirdiği “yalnızlaşan insan” herkesten
uzaklaşmakta, herkesi uzaklaştırmakta. Kendi ailesindeki yaşlıyı,dulu ,yetimi
tanımaz olmuş durumda olduğu görülüyor.Hatta sosyal desteğe ihtiyacı olmasına
bile gerek olmayan insanların zamanla hiç kimsesizleştirmeye başladığı ise
aşikar.
Aynı aileden kültürden
geliyor olmak yaşanan her şeyde kabul ve rehabilite olmayı kolaylaştımaktadır
süphesiz. Yaşlar acılar, düğünler törenler hep yakınlarla ile olur. Toplumsal
yalnızlaşma ve depresyon oranı gün geçtikçe artıyor. Çünkü konuşacak bir amca,
teyze, dertleşecek bir akraba bulmak gittikçe zorlaşıyor. Küçüldükçe küçülen
aileler ebeveynleri bile kabul etmekte zorlanıyor.
İnsan tek başına yaşayamaz. İnsanlarla münasebet, hayata
mânâ ve güzellik katar. Bunun için insan hayatının çok mühim yönlerinden biri,
insanlarla kurulan yakınlıklar ve bunlara yüklenen mânâlardır. Yakınlık kurmak,
insanî duygulardandır. Akrabalık milletlerarası münasebetlerde de aranan bir
mefhumdur. Akrabalık, dilimizdeki akraba gibi olmak, akrabadan sayılmak,
akrabadan öte deyimlerinde görüldüğü gibi, beşerî isteklerle ortaya çıkan ve
arzu edilen bir durumdur.
Akrabalık, doğuştan veya sonradan kazanılmıştır. Akrabalar bir yönüyle kaderin yakın kıldıklarıdır. Zira kan akrabalarını kimse kendisi seçmez. Akrabalar genetik açıdan birbirine benzer. Bilinen kan akrabalığına hısımlık ve süt yoluyla eklenen akrabalıklar da katılır. Evlenme ile başlayan hısımlık, çocukların olması ile kan akrabalığına dönüşür. Çocuklar sebebiyle taraflar arasında kan bağı, başka bir deyişle genetik bağ oluşur. Şaşırtıcıdır ki, yapılan araştırmalarda, insanların evlenirken kendilerine benzer genetik özellikler taşıyan kişileri eş olarak seçtikleri anlaşılmıştır. Sanki görünmez bir el insanı bu yönde sevk etmektedir. Süt akrabalığı ve evlât edinme durumları da akrabalık sınıflandırmasında önemli bir yere sahiptir.
Hukukî ve genetik bakımdan değilse bile, sosyal münasebetler yönünden Anadolu kültüründeki musahiplik, kirvelik, ahretlik, ad babalığı, sağdıçlık gibi durumları da akrabalığa eklemek gerekir. Hayatın başından itibaren elde edilen her yakınlık, yeni kazançları ve mesuliyetleri de beraberinde getirir.
Akrabalar, insanın ilk tanıdığı, sevdiği, insanî münasebetlerini geliştirdiği, şirin ve sıcak bakışlardan oluşan çevresidir. Onların varlığı insana moral destek sağlar. Bu ilk münasebetler müsbet ve menfî yönleriyle neredeyse ömür boyu sürecek alışkanlıkların ve insanlarla münasebetlerin temel kriterini teşkil eder.
Öfkelenilen kişilerin çoğunlukla, akraba gibi yakın münasebet içinde bulunulan kişiler olduğu belirlenmiştir ki, bu da öfkenin sevgiyle irtibatlı olduğunu düşündürmektedir.
Bir gençten beklenilenler arasında, ailesine ve akrabasına faydalı olması vardır. Yapılan hayırlı işlerin yakınlara da faydası dokunur. Aksine serseri olan bir kişi, öncelikle akrabalarına zarar verir. Vatanına ve milletine faydalı olan biriyle önce akrabası iftihar eder. En çok görüşülmek istenenlerin başında akrabalar gelir. Tecritte, yalnızlıkta, hastalıkta yahut gurbette akrabanın yüzü, şefkati ve ilgisi aranır.
İnsanın iyilik yapması güzeldir, önce akrabaya iyilik yapılırsa daha güzeldir. İnsanın hürmetkâr ve merhametli olması güzeldir, önce akraba içindeki aceze, hastalara, ihtiyarlara hürmet ve merhamet edilmesi daha güzeldir. Hastanın halinin sorulup ziyaret edilmesi güzeldir, ziyaret edilen hasta akraba ise daha güzeldir. Akraba münasebetleri, aynı soydan gelenlerin âdeta yeniden birbirini keşfidir. Bu ilişkilerin sosyal, ekonomik, psikolojik, dinî ve beşerî yönleri vardır.
Akrabalık münasebetlerinin psiko-sosyal yönü
Çocuklar, aile ve akrabalık münasebetlerinden büyük ölçüde etkilenir. İnsanın sevinç ve üzüntülerinin kaynağı, çoğunlukla aile ve akrabalarıyla ilgilidir. İnsanın sosyal tecritten kurtulmasının en kolay ve tabii yollarından biri, akrabalarla irtibatın koparılmamasıdır.
Sosyal hayatın temeli, akrabalar arasındaki sıcak münasebetlerin varlığıdır. İçtimaî yönden akrabalık bağlarının gücü, millet olmanın ve sağlam karakterlerin geliştirilmesinin teminatıdır.
Yaşlılıkta akraba ve tanıdıklarla yakın münasebeti devam ettirme çok daha önemlidir. Hayatın bu döneminde yalnız kalan bir kişinin kendisini yönetmesi zor olabilir. Bu zorluk karşısında yaşlı kişi, günlük faaliyetlerini mümkün olduğunca devam ettirmek için akrabalarından yardım alabilir.
Kültürümüzde akrabalık
Evlenme ve akrabalık münasebetleri aynı zamanda kültürel davranışlardır, kültürden kültüre farklılık gösterir. Toplumun aile yapısı, akrabalık münasebetlerinin tarzını belirler. Ailenin ataerkil, anaerkil, kolektif, demokrat, geniş veya çekirdek olması, akrabalık münasebetlerine kültür boyutunda tesir eden önemli unsurlardır.
Kültürümüzde kan akrabaları (hala, dayı, teyze ve amca gibi) dışındaki akrabalara verilen adlar geniş bir yer tutar ki, bu Batı ülkelerinde oldukça sınırlıdır: Kayınpeder (kâim peder), kayınana (kâim ana), kayınbirader (kâim birader), (kâim; bir şeyin yerine geçen demektir, baba yerine geçen, anne yerine geçen mânâsına dilimizde kayın şeklini almıştır) yenge, gelin, elti, görümce, bacanak, enişte vs.
Geleneğimizde dinden beslenen akrabalık münasebetleri, derin mânâlar ve davranış modelleri ihtiva etmektedir. Bu münasebetler başlıklar halinde şöyle sıralanabilir:
Yardımlaşma,dayanışma, iş-gâye birliği,
Psikolojik, ekonomik, içtimaî hakların korunması,
Statü ve roller açısından hiyerarşik sıralanma,
Telkin ve tavsiye mekanizması,
Ferdî hataların akrabaya mal edilmesine karşı sosyal kontrol sistemi,
İyi ve kötü günleri paylaşmak,
Akraba grubuna ait önemli bilgi ve hatıraları gelecek nesillere aktarmak,
Üyeler arasında içtimaî emniyet mekanizmasının tesisi...
Sıla-i rahim
Sıla-i rahim; akrabaya yaklaşmak, onları arayıp sormak ve ziyaret etmek, elinden geldiğince onlara yardımcı olmak mânâlarında kullanılmaktadır. Dinimizin üzerinde ısrarla durduğu konulardan biri sılai rahimdir ki, akrabayla ilgiyi kesmemeyi, hürmetkâr olmayı, maddî-mânevî her çeşit yardımda bulunmayı, onlara şefkat ve merhamet göstermeyi, yakın uzak akrabanın her bir ferdine samimi sevgi beslemeyi ve güler yüz göstermeyi içine alır. Efendimiz (sas)in bu hususla ilgili hadisleri: Allaha ibadet edin, akrabaya iyi davranın., Allaha ve Ahiret gününe iman eden kimse akrabasını gözetsin., Hısım ve akraba ile ilgiyi kesenler cennete giremez., Karşılık olsun diye yakınlarını ziyaret eden kimse gerçekten görüp gözeten değildir; asıl ziyaretçi, kendisiyle temas kesildiği halde münasebetini kesmeyip sürdüren kimsedir şeklinde sıralanabilir.
Peygamberimiz (sas) hakkı tebliğine karşılık, akrabasına meveddeti (sevgiyi) istemiştir. Nitekim kendisinin (sas) de uzak akrabalarına bile gösterdiği hürmet ve merhamet, bizim için önemli bir ölçüdür. Akrabalar arası münasebeti kesme, dinen fâsık sayılan kimselerin özelliklerinden biri olarak sayılmaktadır.
Şehirleşme ve akraba yardımlaşması
Şehirleşme ve şehre göç ile birlikte köylerde hayat tarzı değişimi meydana gelmekte, ayrıca aile yapısının, fonksiyonlarının ve akrabalık bağlarının çözülmesi gibi neticeler ortaya çıkmaktadır. Şehirleşme akrabalık bağlarını zayıflatıyor iddiası, bizim toplumumuz için değişik göstergeleride beraberinde getirir. Şehirleşme toplumumuzda hemşehrilik münasebetlerinin canlanmasına vesile olur. Şehre göç edenlerin genellikle akrabalarına yakın yerlere yerleşmeleri, şehir hayatında karşılaştıkları problemlerin çözümünde, geleneksel yardımlaşma ve dayanışma yoluyla birbirlerine destek sağlamaktadır. Böylece yabancılaşma, suçluluk, alkolizm gibi menfî durumlar kısmen engellenmektedir. Buna karşılık, bu iç dayanışma daha geniş çevrelerle karşılıklı münasebetleri azalttığından, hakiki mânâda şehirleşme gecikmektedir. Ayrıca şehirde ev sahibi olan köylüler, evlerini ve akrabalarını ziyaret için şehre gitmektedir. Bu bilgiler ışığında, aslında akrabalık bağlarındaki çözülmeden değil, akrabalık münasebetlerindeki farklılaşmadan söz etmek daha uygundur.
Bugün şehirlerde iş bulmak hemşehri ve akraba grubuna dahil olmakla daha kolaylaşmakta şehirlere taşınan kişilerin çoğunluğu (% 60) işlerini bu şekilde bulmaktadır. Bu sosyal dayanışma, şehirdeki ekonomik mekâna girebilme ve bu mekânda tutunabilme konusunda göç edenlere sahip çıkabilecek ve onları yönlendirecek içtimaî müesseselerin yokluğundan veya yetersizliğinden kaynaklanmaktadır.
Bir araştırmaya göre, gençlerin üçte ikisinin üniversite giriş imtihanında ilk üç tercih arasında iş bulabilecekleri alanları yazdıkları dikkati çekmekte, bunların da büyük çoğunluğu bir meslek veya işte çalışmanın dost ve akraba ile mümkün olabileceğine inanmaktadır.
Şehirde çalışmak durumunda kalan annenin, çocuğuna bakma vazifesinin genellikle anneanne veya babaanne tarafından üslenilmesi, münasebetlere başka bir yön kazandırmıştır. Şehre göç, kendini yalnız hisseden ferdin, akrabalarını özlemesini sağlamakta, önceden farkına varmadığı sevgilerin ortaya çıkmasına vesile olmaktadır.
Akraba evlilikleri
Ülkemizde, küçük yerleşim birimlerinde, akraba evliliği yaygındır. Araştırmalar, akraba evliliklerinin kardeş çocukları ve özellikle erkek kardeşlerin çocukları arasında yaygın olduğunu ve Doğu Anadolu Bölgesinde, Batı Anadoluya göre daha yüksek olduğunu göstermektedir.
Köylerde yaklaşık % 33 nispetinde akraba evliliği yapılmaktadır. Buna köylerdeki; Bildik biriyle evlilik daha iyi olur, inancı sebep gösterilmektedir. Akrabalar arası evliliklere, başlık parasının daha düşük olması da bir başka sebep olabilir.
Köylerde musahiplik, kirvelik gibi sonradan elde edilmiş akrabalar arasında (Alevî Bektaşî inancında olanlar arasında musahip edinen kişilerin gerek kendi aralarında, gerek çocukları arasında ve hattâ kirvelik bağına sahip aileler arasında) evlilik yapılmamaktadır. Sonradan elde edilen bu tip akrabalıklar, içten evlilik yasağına dahil edilmektedir. Bu tür evlenme yasağı dede ile talip arasında da bulunmaktadır. Yasaklanan bu tür münasebetler, her ne sebeple olursa olsun hoş görülmemekte ve bunları işleyenler, cemiyet dışına çıkarılma ile cezalandırılmaktadır.
Günümüzde akrabalık münasebetlerinden bir kesit
Toplumumuzun aile yapısı ve akrabalık münasebetleri hakkında birbirinden farklı görüşler vardır. Yaklaşık son elli yıldır aile yapısında görülen değişmeye paralel olarak akrabalık münasebetlerinin de değiştiği gözlenmektedir. Maalesef ülkemizde akrabalık münasebetleri konusunda çok az araştırma bulunmakta, bunların da çoğu hukuk ve antropoloji konularına dahildir.
Akrabalık münasebetlerinin göstergelerinden birisi sık görüşmektir. Acaba Anadolu medeniyetinin sahibi ve taşıyıcısı olan toplumumuzda, akrabalar arası görüşme sıklığı nedir?
Görüşmeler; eğitim ve iş imkânları, şehirleşme ve göç gibi faktörlerin tesiriyle ciddi şekilde zayıflamıştır. Araştırmalara göre her bin kişiden 4ü anne/babasıyla, 16sı da kardeşleriyle görüşmemektedir. Erkeklerin yakın akrabadan amca,dayı ile, kadınların ise teyze,hala ile daha sık görüştükleri anlaşılmıştır.
Akrabalık, doğuştan veya sonradan kazanılmıştır. Akrabalar bir yönüyle kaderin yakın kıldıklarıdır. Zira kan akrabalarını kimse kendisi seçmez. Akrabalar genetik açıdan birbirine benzer. Bilinen kan akrabalığına hısımlık ve süt yoluyla eklenen akrabalıklar da katılır. Evlenme ile başlayan hısımlık, çocukların olması ile kan akrabalığına dönüşür. Çocuklar sebebiyle taraflar arasında kan bağı, başka bir deyişle genetik bağ oluşur. Şaşırtıcıdır ki, yapılan araştırmalarda, insanların evlenirken kendilerine benzer genetik özellikler taşıyan kişileri eş olarak seçtikleri anlaşılmıştır. Sanki görünmez bir el insanı bu yönde sevk etmektedir. Süt akrabalığı ve evlât edinme durumları da akrabalık sınıflandırmasında önemli bir yere sahiptir.
Hukukî ve genetik bakımdan değilse bile, sosyal münasebetler yönünden Anadolu kültüründeki musahiplik, kirvelik, ahretlik, ad babalığı, sağdıçlık gibi durumları da akrabalığa eklemek gerekir. Hayatın başından itibaren elde edilen her yakınlık, yeni kazançları ve mesuliyetleri de beraberinde getirir.
Akrabalar, insanın ilk tanıdığı, sevdiği, insanî münasebetlerini geliştirdiği, şirin ve sıcak bakışlardan oluşan çevresidir. Onların varlığı insana moral destek sağlar. Bu ilk münasebetler müsbet ve menfî yönleriyle neredeyse ömür boyu sürecek alışkanlıkların ve insanlarla münasebetlerin temel kriterini teşkil eder.
Öfkelenilen kişilerin çoğunlukla, akraba gibi yakın münasebet içinde bulunulan kişiler olduğu belirlenmiştir ki, bu da öfkenin sevgiyle irtibatlı olduğunu düşündürmektedir.
Bir gençten beklenilenler arasında, ailesine ve akrabasına faydalı olması vardır. Yapılan hayırlı işlerin yakınlara da faydası dokunur. Aksine serseri olan bir kişi, öncelikle akrabalarına zarar verir. Vatanına ve milletine faydalı olan biriyle önce akrabası iftihar eder. En çok görüşülmek istenenlerin başında akrabalar gelir. Tecritte, yalnızlıkta, hastalıkta yahut gurbette akrabanın yüzü, şefkati ve ilgisi aranır.
İnsanın iyilik yapması güzeldir, önce akrabaya iyilik yapılırsa daha güzeldir. İnsanın hürmetkâr ve merhametli olması güzeldir, önce akraba içindeki aceze, hastalara, ihtiyarlara hürmet ve merhamet edilmesi daha güzeldir. Hastanın halinin sorulup ziyaret edilmesi güzeldir, ziyaret edilen hasta akraba ise daha güzeldir. Akraba münasebetleri, aynı soydan gelenlerin âdeta yeniden birbirini keşfidir. Bu ilişkilerin sosyal, ekonomik, psikolojik, dinî ve beşerî yönleri vardır.
Akrabalık münasebetlerinin psiko-sosyal yönü
Çocuklar, aile ve akrabalık münasebetlerinden büyük ölçüde etkilenir. İnsanın sevinç ve üzüntülerinin kaynağı, çoğunlukla aile ve akrabalarıyla ilgilidir. İnsanın sosyal tecritten kurtulmasının en kolay ve tabii yollarından biri, akrabalarla irtibatın koparılmamasıdır.
Sosyal hayatın temeli, akrabalar arasındaki sıcak münasebetlerin varlığıdır. İçtimaî yönden akrabalık bağlarının gücü, millet olmanın ve sağlam karakterlerin geliştirilmesinin teminatıdır.
Yaşlılıkta akraba ve tanıdıklarla yakın münasebeti devam ettirme çok daha önemlidir. Hayatın bu döneminde yalnız kalan bir kişinin kendisini yönetmesi zor olabilir. Bu zorluk karşısında yaşlı kişi, günlük faaliyetlerini mümkün olduğunca devam ettirmek için akrabalarından yardım alabilir.
Kültürümüzde akrabalık
Evlenme ve akrabalık münasebetleri aynı zamanda kültürel davranışlardır, kültürden kültüre farklılık gösterir. Toplumun aile yapısı, akrabalık münasebetlerinin tarzını belirler. Ailenin ataerkil, anaerkil, kolektif, demokrat, geniş veya çekirdek olması, akrabalık münasebetlerine kültür boyutunda tesir eden önemli unsurlardır.
Kültürümüzde kan akrabaları (hala, dayı, teyze ve amca gibi) dışındaki akrabalara verilen adlar geniş bir yer tutar ki, bu Batı ülkelerinde oldukça sınırlıdır: Kayınpeder (kâim peder), kayınana (kâim ana), kayınbirader (kâim birader), (kâim; bir şeyin yerine geçen demektir, baba yerine geçen, anne yerine geçen mânâsına dilimizde kayın şeklini almıştır) yenge, gelin, elti, görümce, bacanak, enişte vs.
Geleneğimizde dinden beslenen akrabalık münasebetleri, derin mânâlar ve davranış modelleri ihtiva etmektedir. Bu münasebetler başlıklar halinde şöyle sıralanabilir:
Yardımlaşma,dayanışma, iş-gâye birliği,
Psikolojik, ekonomik, içtimaî hakların korunması,
Statü ve roller açısından hiyerarşik sıralanma,
Telkin ve tavsiye mekanizması,
Ferdî hataların akrabaya mal edilmesine karşı sosyal kontrol sistemi,
İyi ve kötü günleri paylaşmak,
Akraba grubuna ait önemli bilgi ve hatıraları gelecek nesillere aktarmak,
Üyeler arasında içtimaî emniyet mekanizmasının tesisi...
Sıla-i rahim
Sıla-i rahim; akrabaya yaklaşmak, onları arayıp sormak ve ziyaret etmek, elinden geldiğince onlara yardımcı olmak mânâlarında kullanılmaktadır. Dinimizin üzerinde ısrarla durduğu konulardan biri sılai rahimdir ki, akrabayla ilgiyi kesmemeyi, hürmetkâr olmayı, maddî-mânevî her çeşit yardımda bulunmayı, onlara şefkat ve merhamet göstermeyi, yakın uzak akrabanın her bir ferdine samimi sevgi beslemeyi ve güler yüz göstermeyi içine alır. Efendimiz (sas)in bu hususla ilgili hadisleri: Allaha ibadet edin, akrabaya iyi davranın., Allaha ve Ahiret gününe iman eden kimse akrabasını gözetsin., Hısım ve akraba ile ilgiyi kesenler cennete giremez., Karşılık olsun diye yakınlarını ziyaret eden kimse gerçekten görüp gözeten değildir; asıl ziyaretçi, kendisiyle temas kesildiği halde münasebetini kesmeyip sürdüren kimsedir şeklinde sıralanabilir.
Peygamberimiz (sas) hakkı tebliğine karşılık, akrabasına meveddeti (sevgiyi) istemiştir. Nitekim kendisinin (sas) de uzak akrabalarına bile gösterdiği hürmet ve merhamet, bizim için önemli bir ölçüdür. Akrabalar arası münasebeti kesme, dinen fâsık sayılan kimselerin özelliklerinden biri olarak sayılmaktadır.
Şehirleşme ve akraba yardımlaşması
Şehirleşme ve şehre göç ile birlikte köylerde hayat tarzı değişimi meydana gelmekte, ayrıca aile yapısının, fonksiyonlarının ve akrabalık bağlarının çözülmesi gibi neticeler ortaya çıkmaktadır. Şehirleşme akrabalık bağlarını zayıflatıyor iddiası, bizim toplumumuz için değişik göstergeleride beraberinde getirir. Şehirleşme toplumumuzda hemşehrilik münasebetlerinin canlanmasına vesile olur. Şehre göç edenlerin genellikle akrabalarına yakın yerlere yerleşmeleri, şehir hayatında karşılaştıkları problemlerin çözümünde, geleneksel yardımlaşma ve dayanışma yoluyla birbirlerine destek sağlamaktadır. Böylece yabancılaşma, suçluluk, alkolizm gibi menfî durumlar kısmen engellenmektedir. Buna karşılık, bu iç dayanışma daha geniş çevrelerle karşılıklı münasebetleri azalttığından, hakiki mânâda şehirleşme gecikmektedir. Ayrıca şehirde ev sahibi olan köylüler, evlerini ve akrabalarını ziyaret için şehre gitmektedir. Bu bilgiler ışığında, aslında akrabalık bağlarındaki çözülmeden değil, akrabalık münasebetlerindeki farklılaşmadan söz etmek daha uygundur.
Bugün şehirlerde iş bulmak hemşehri ve akraba grubuna dahil olmakla daha kolaylaşmakta şehirlere taşınan kişilerin çoğunluğu (% 60) işlerini bu şekilde bulmaktadır. Bu sosyal dayanışma, şehirdeki ekonomik mekâna girebilme ve bu mekânda tutunabilme konusunda göç edenlere sahip çıkabilecek ve onları yönlendirecek içtimaî müesseselerin yokluğundan veya yetersizliğinden kaynaklanmaktadır.
Bir araştırmaya göre, gençlerin üçte ikisinin üniversite giriş imtihanında ilk üç tercih arasında iş bulabilecekleri alanları yazdıkları dikkati çekmekte, bunların da büyük çoğunluğu bir meslek veya işte çalışmanın dost ve akraba ile mümkün olabileceğine inanmaktadır.
Şehirde çalışmak durumunda kalan annenin, çocuğuna bakma vazifesinin genellikle anneanne veya babaanne tarafından üslenilmesi, münasebetlere başka bir yön kazandırmıştır. Şehre göç, kendini yalnız hisseden ferdin, akrabalarını özlemesini sağlamakta, önceden farkına varmadığı sevgilerin ortaya çıkmasına vesile olmaktadır.
Akraba evlilikleri
Ülkemizde, küçük yerleşim birimlerinde, akraba evliliği yaygındır. Araştırmalar, akraba evliliklerinin kardeş çocukları ve özellikle erkek kardeşlerin çocukları arasında yaygın olduğunu ve Doğu Anadolu Bölgesinde, Batı Anadoluya göre daha yüksek olduğunu göstermektedir.
Köylerde yaklaşık % 33 nispetinde akraba evliliği yapılmaktadır. Buna köylerdeki; Bildik biriyle evlilik daha iyi olur, inancı sebep gösterilmektedir. Akrabalar arası evliliklere, başlık parasının daha düşük olması da bir başka sebep olabilir.
Köylerde musahiplik, kirvelik gibi sonradan elde edilmiş akrabalar arasında (Alevî Bektaşî inancında olanlar arasında musahip edinen kişilerin gerek kendi aralarında, gerek çocukları arasında ve hattâ kirvelik bağına sahip aileler arasında) evlilik yapılmamaktadır. Sonradan elde edilen bu tip akrabalıklar, içten evlilik yasağına dahil edilmektedir. Bu tür evlenme yasağı dede ile talip arasında da bulunmaktadır. Yasaklanan bu tür münasebetler, her ne sebeple olursa olsun hoş görülmemekte ve bunları işleyenler, cemiyet dışına çıkarılma ile cezalandırılmaktadır.
Günümüzde akrabalık münasebetlerinden bir kesit
Toplumumuzun aile yapısı ve akrabalık münasebetleri hakkında birbirinden farklı görüşler vardır. Yaklaşık son elli yıldır aile yapısında görülen değişmeye paralel olarak akrabalık münasebetlerinin de değiştiği gözlenmektedir. Maalesef ülkemizde akrabalık münasebetleri konusunda çok az araştırma bulunmakta, bunların da çoğu hukuk ve antropoloji konularına dahildir.
Akrabalık münasebetlerinin göstergelerinden birisi sık görüşmektir. Acaba Anadolu medeniyetinin sahibi ve taşıyıcısı olan toplumumuzda, akrabalar arası görüşme sıklığı nedir?
Görüşmeler; eğitim ve iş imkânları, şehirleşme ve göç gibi faktörlerin tesiriyle ciddi şekilde zayıflamıştır. Araştırmalara göre her bin kişiden 4ü anne/babasıyla, 16sı da kardeşleriyle görüşmemektedir. Erkeklerin yakın akrabadan amca,dayı ile, kadınların ise teyze,hala ile daha sık görüştükleri anlaşılmıştır.
Toplu görüşmeler:
Toplumun üçte birlik kesimi bayram,düğün,cenaze dışında da toplu
görüşme yapabilmekte, % 20lik kesimi ise bayram,düğün,cenazede
bile toplu görüşme yapamamaktadır. Bununla beraber erkeklerin bayramlarda daha
düşük nispette toplu görüşmede bulunduğu tespit edilmiştir.
Dargınlık:
Fertlerin % 17si akrabadan herhangi birisiyle dargınlık yaşamaktadır. Bu
dargınlıkların % 60ının basit meseleler yüzünden meydana geldiği
belirlenmiştir. Bu arada akrabalar arası ziyaretlerin ve toplu görüşmelerin
dargınlık nispetini azaltıcı tesiri olduğu gözlenmiştir.
Maddî yardımlaşma: Gerektiğinde
maddî yardım yapılan ve borç para alınıp verilen yakınların başında anne,baba ve kardeşler
gelmektedir. Kadınların % 44ü, erkeklerin ise % 35,8i anne,baba,kardeş dışındaki
akrabalara da yardım etmektedir. Bu akrabalar arasında dede,nine, kayınbaba,anne, amca,dayı,teyze,hala, bacanak,damat, kayınbirader,
amca,dayı, teyze, hala çocukları ve
diğerleri bulunmaktadır. Erkeklerin kadınlara nispetle kayın anne baba ve kayın kardeşe
daha az yardım ettiği tespit edilmiştir.
Akıl danışma sıkıntıyı paylaşma: Toplumun yüzde doksanı,
yarısı anne babayla
olmak üzere sıkıntılarını akraba ile paylaşmakta, gerektiğinde akıl
danışmaktadır. Erkekler, kadınlara göre kardeş ve kayın kardeşe daha az,
kadınlar ise kayın anne,babaya
erkeklerden daha çok danışmaktadır. Buna karşılık sıkıntılarını akrabadan
saklama da söz konusudur. Kadınların önemli problemlerini akrabadan saklama
nispeti daha yüksek bulunmuştur. Anne
babadan problemlerini saklama nispeti kadınlarda; amca,dayı,hala,teyzeden sıkıntılarını
saklama nispeti erkeklerde daha yüksektir.
ÜZÜCÜ BİR KONU; Ensest ilişkiler
Ensest ilişki özellikle taraflardan birinin rızasına
rağmen, zorla ve baskıyla ya da ödül ve kandırmayla ortaya çıktığında bir istismar
konusu olarak görülmektedir. Aile içi ya da akrabalar arası ilişkilerden yararlanılarak
gerçekleştirilen, bir tarafın açık istismarına dayanan cinsel ilişki ensesti
kendi bağlamının ötesinde de bir suç
durumuna getirmektedir. Çünkü bu durumda ortaya çıkan cinsel istismar durumudur
ve ensestin tabusal niteliği bu suçun/istismarın kolay ortaya çıkarılmasını,
suçun cezalandırılmasını ve engellenmesini zorlaştırmaktadır.
Enseste ilişkin kesin rakamsal veriler yok denecek kadar
sınırlıdır. Bunun temel sebebi ensestin toplumda utanç duyulan bir şey
olmasıdır, ensest ilişki içinde olan bireyler, bunu her zaman gizleme
eğilimindedirler. Bu durum, ensest ilişkideki istismar ve suç durumunu
vahimleştirmekte, istismar edilenin bu sözkonusu utanç duygusuyla orantılı
olarak istismar durumu sürgit devam edebilmektedir.
Ensest iliskiler genelde psikolojik bir sorun haline
gelip yardım istendiğinde ya da yasal uygulamaların devreye girdiği durumlarda
ortaya çıkabilmektedir. Bununla birlikte, özellikle kadınların ve çocukların
ensest ilişki durumlarında istismar edildiği söylenebilir. Kapalı toplumlarda,
geniş, büyük ve içiçe yaşanan aile ortamlarında bir istismar olarak ensestin
daha gizli ve fakat daha yaygın olduğu ileri sürülmektedir. Ensest istimarı
gerçekleştirenin genelde daha büyük ve erkek birey olduğu da
belirtilmektedir. Eldeki verilere göre baba-kız ensestinin daha yaygın bir
durum olduğu söylenmektedir. Anne-oğul ensesti ise daha derin bir tabu olarak
kabul edilmektedir, ortaya çıkması neredeyse yok gibidir.
Bir istismar olarak ensest, istismara uğrayan kişide
ciddi psikolojik travmalara sebep olabilmektedir. Özellikle aile içinde
çocukların istismar edilmesi bu çocuklarda büyük yıkımlara yol açabilme riski
taşımaktadır.
ÇOCUK İSTİSMARI
Çocuk istismarı tipleri
içerisinde saptanması en zor olanı cinsel istismardır. Bu olayın en önemli
boyutu bildirilmemesi ve olayın gizlenmesidir. Cinsel istismar, özellikle kısa
ve uzun dönemli etkileri açısından çok önemlidir.
Çocukların cinsel
istismarı uzun yılar tartışılmamış, üzerinde çalışılmamış çeşitli nedenlerden
dolayı profesyonel açıdan birçok güçlükler içeren, çok hassas bir konudur.
Çocukta cinsel istismar
için literatürde pek çok terimin kullanıldığı görülmektedir. Ancak bunlar bazen
birbirine karışmakta, yeterli ve açık bir tanımlama getirmemektedir. Çok sayıda
tanımın olmasından dolayı karışıklığı ve tutarsızlığı önlemek amacıyla NCCAN
(Amerikan Ulusal Çocuk İstismarı ve İhmali Merkezi)’nın 1991 yılında
yayınladığı tanım benimsenmiştir.
“Çocuk ve erişkin
arasındaki temas ve ilişki, o erişkinin veya başka birinin cinsel stimülasyonu
(uyaran) için kullanılmışsa, çocuğun cinsel olarak istismarı olarak kabul
edilir. Cinsel istismar, diğer bir çocuk tarafından eğer bu çocuğun diğeri
üzerinde belirgin bir gücü ve kontrolü söz konusuysa veya bariz bir yaş farkı
varsa da gerçekleştirilebilir.”
Çocukların cinsel
istismarını Kempe şu şekilde tanımlamıştır.
“Bağımlı ve gelişimsel olarak olgunlaşmamış çocuk ve
adolesanların bilinçli olarak onay vermeye muktedir olmadıkları, bütünüyle
algılayamadıkları veya ailevi rollerle ilgili sosyal tabulara ters düşen cinsel
aktivitelerde taraf olmaları cinsel istismardır.”
Başka bir tanım da çocuğun,
bir erişkinin cinsel gereksinim ya da isteklerinin doyumu için cinsel nesne
olarak kullanılması ya da kullanılmasına göz yumulmasıdır.
“Cinsel sömürü” cinsel
istismar yerine sıklıkla ve özdeş olarak kullanılan başka bir terimdir. Bu
terim son derece doğru kabul edilmektedir, çünkü bu çocuklar veya yetişkinler
giderek gelişmekte olan kişilikleri hiçe sayılarak ve hiçbir seçim hakkı
verilmeksizin ilişkiye zorlanmakta ve sömürülmektedir. Cinsellik yoluyla para
kazanmayı da içerir. Çocuk ve adelosanlar sömürüye maruz kalırlar çünkü cinsel
istismar onların gelişimsel olarak belirlenmiş, bedenleri üzerindeki
kontrollerini, kendi tercih haklarını ellerinden alır ve kurbanı istismarcıyla
aynı düzeyde bir cinsel partner haline getirir. Genelde bir yabancının gerçekleştirdiği
şiddet içeren tek bir saldırıda zorlama olsun ya da olmasın çoğunlukla yıllar
süren ensestiyöz ilişkilerde de sözü edilen sömürü bulunmaktadır.
Cinsel istismarda birçok
kişinin kurban veya istismarcı rolünde yer alması mümkündür. Genellikle istismarcılar
yetişkin, kurbanlar çocuktur. İstismarcının ergen, kurbanın daha küçük olması
da mümkündür. Hatta aynı yaştaki iki çocuk arasında da istismar gelişebilir,
çocuklardan biri zihinsel gerilikten dolayı daha alt bir gelişimsel aşamada
olabilir.
Cinsel istismar genital
bölgeleri elleme, teşhircilik, röntgencilik, pornografide kullanımdan tecavüze
kadar çok geniş bir yelpazedeki tüm davranışları kapsamaktadır.
Cinsel istismarın tüm
dünyada yaklaşık %50’si bildirilmektedir. Bildirilmeme nedeni çocuğu cinsel
olarak istismar eden kişinin çocuğu tehdit etmesi ve korkutmasından
kaynaklanmaktadır.
Briere cinsel istismarın
çok hırpalayıcı ve şiddet içeren faaliyetlerden çocuğa zarar vermeyen bir
ilişki formuna kadar uzandığını belirtmektedir. Kurban açısından en travmatik
cinsel istismar türleri arasında ayinsel istismarı, aynı zamanda birden çok
istismarcının aktif olduğu durumları ve çeşitli objelerin vücuda sokulduğu
ilişkileri saymaktadır.
Shergold cinsel istismarın çocuğun üzerindeki
etkisini “ruhun ölümü” olarak tanımlamıştır.
İstismara uğramış bazı çocuklar sanki içlerinde –ta derinlerde bir şeylerin
bozulduğunu, parçalandığını hissettiklerini dile getirmiştir.
Cinsel istismar, çocuk ve
gencin hem yakın hem de uzak gelecekteki ruhsal ve sosyal uyumunu etkileyen çok
önemli bir sorundur. İstismarın sıklığına, sürekliliğine, türüne ve istismarın
yakınlık derecesine bağlı olarak etkisi değişmektedir.
Cinsel istismarın
belirtileri duygusal, davranışsal ve sosyal sorunlar bağlamında ortaya çıkar ve
bazı çocuklarda belirtiler görülmez. Bunun nedeni ise deneyim belirti çıkaracak
düzeyde olmayabilir. Bu çocuklar istismara ilişkin güçlüklerle baş edebilecek
güçte ve korunma düzeyi yüksek çocuklar olabilir. Ya da klinisyenler ve
araştırmacılar istismarın neden olabileceği sorunları nasıl ortaya
çıkarabileceklerini tam olarak bilmiyor olabilirler. Veya çocuklar “kaçınma
savunma düzeyini” kullanarak, istismara ilişkin çatışma ve sıkıntılarını
başarılı bir şekilde bastırabilir ve bu yol kısa süreli de olsa işlevsel olmuş
olabilir.
Araştırmalar, cinsel
istismara uğramış bireylerin daha sonra yeniden istismara uğrama
olasılıklarının yüksek olduğunu göstermektedir. Çünkü bireylerin yaşadıkları
cinsel davranış o zaman diliminde, kendi davranış şekline uymayan bir
davranıştır. Bu nedenle yeterlilik duygusu azalır ve kendilerini değersiz
hissederler. Ve en önemlisi de çaresizliğin öğrenilmesidir. (Khahe ve ark.
1999)
Cinsel istismara maruz
kalan çocukların yaşa göre dağılımı incelendiğinde %30 unun 2-5, %40 ının 6-10,
%30 unun 11-17 yaş grubunda olduğu görülmektedir. Bir başka deyişle
olguların %70 ini küçük yaş grubu oluşturmaktadır. İstismarcıların %96 sı
erkek, %80 i de çocuğun tanıdığı birisidir.
İSTİSMARIN ETKİLERİ
“Bir zararı belirlemek
soğan soymaya benzer, her birinin altından başka bir şey çıkar.”
Tacizin çocuklar üzerinde
uzun veya kısa vadeli, psikolojik ve fiziksel birçok etkisi vardır. Genel
olarak:
Korku: Saldırganın çocuğa baskı
uygulayıp, olanları başkalarına söylememesi, sır kalması konusunda söz
verdirmesi ve bunun sonucu olarak da çocuğun sonuçlardan korkarak olup bitenden
bahsedememesi, başkaları tarafından inanılmayacağı düşüncesi ve yalnız
kalacağı, terk edileceği düşüncesi,
Çaresizlik/Güçsüzlük:
Çocuğun kendini çaresiz, seçeneksiz hissetmesi ve çoğunlukla kendi hayatı hatta
kendi vücudu hakkında bile söz sahibi olmadığı düşüncesi,
Suçluluk ve Utanç:
Çocuğun bir şeylerin yanlış gittiği düşüncesiyle başkalarını değil kendini
suçlu hissetmesi. Saldırganın etkisiyle kendini kötü bir insan olarak görmesi,
Kendini Sorumlu Hissetmesi:
Saldırganın zorlama ve baskıları nedeniyle gerçekleri söylediğinde ailesinin
darmadağın olacağı, her şeyin kötüye gideceği ve ne olursa olsun bunların
olmasını engellemek için olanları saklı tutması gerektiği düşüncesi,
Soyutlama: Mağdur çocuklar diğer
çocuklardan farklılaşır çünkü her zaman saklayacakları bir şeyler bulunur.
Bunun sonucu olarak da çocuğun kendi ebeveynlerinden, kardeşlerinden ya da
arkadaşlarından bir “sorunlu” damgası yememek için kaçması,
İhanet Hissi:
Çocuklar anne babalarının kendilerini beslemesi, büyütmesi ve koruması
gerektiğine inanırlar. Böyle bir olayın, çok sevdiği ve güvendiği ailesinin onu
iyi koruyamadığı, yalnız bırakıp ihanet etmesinden dolayı gerçekleştiği hissine
kapılması,
Mutsuzluk: Çocuğun –özellikle
saldırgan çok sevdiği ve güvendiği biriyse- kendini yenik ve güvensiz
hissetmesi,
Anımsamalar: Bu tür
anımsamalar uyanıkken rüya görme şeklindedir. Bu anımsamaların bir koku, bir
söz, bir yer ya da bu gibi hatırlatıcı her hangi bir şeyle dürtülmesiyle,
çocuğun olay anını ve olanları hatırlayıp aynı şeyleri tekrar yaşıyormuş gibi
hissetmesi psikolojik etkiler arasındadır.
Bunların yanında ayrıca
kısa vadeli:
Hamilelik, cinsel yolla
bulaşmış bir hastalık, yara gibi çeşitli fiziksel sorunların yanında; fobiler,
sinirlilik, uyku ve yeme bozukluğu, okula gitmeme gibi sorunlarda bulunur.
Uzun vadede yetişkinliğe
taşınacak etkiler de bulunabilir. Bunlar:
Sinirlilik, tedirginlik
ve uyku sorunu,
Özgüven eksikliği,
Vücudunun zarar görmüş,
kötü olduğu hissi,
Sömürülme ve kötüye
kullanılma düşüncesine yönelik kırılganlık,
Toplumdan ayrışma,
Güven sorunu, kendisi
hakkında bahsedememe ve bunların sonucu olarak sosyal ilişkilerde başarısızlık,
İştah bozuklukları,
Orgazm olamama, cinsel
ilişkiye girme korkusu,
Ona bakıp, koruyamama ve
iyi bir ebeveyn olmayacağı korkusundan dolayı çocuk sahibi olmak istememe,
Panik atak ve
anımsamalar,
Bilinçaltından gelen
suçluluk, öfke ve yeniklik hissi,
Travma sonrası stres
bozukluğu gibi sorunlardır.
Bütün bu etkiler kişinin
gelişimini ve değişimini doğal olarak etkiler.
Tacize uğramış çocuklarda
“Cinsel Örselenme Sendromu” gözlenmektedir.
Başlangıçta cinsel
istismar olayını gizleme söz konusudur. Bu durum, tacizi yapanın “bu bizim
sırrımız, kimseye söyleme” tarzında yaklaşımı veya tehdidi, çocuğun çevrenin
kendisine inanmayacağı endişesi, aile içi bir taciz ise ailenin dağılma
endişesi gibi birçok nedenlerden kaynaklanmaktadır.
Bundan sonraki aşamada
çocuk kendini çaresiz hisseder.
Sonrasında ise çocuk
kendini hapsolmuş hisseder ve daha sonrasında duruma göreceli uyum sağlar.
Zamanla veya ergenin gücünü toplayarak gecikmiş, çelişkili, içinde bizi ikna
edemeyen itirafı gerçekleşir. Sonrasında tekrar geri çekilme, hiç bir şey
olmamış gibi davranma sergilenir.
Ayrıca bu çocuklarda,
aşırı veya açıktan mastürbasyon, cinsel organları ile aşırı oynama,
yetişkinlere veya çocuklara uygunsuz sarılma ve öpme veya ergenlikte flörte
erken başlama sık gözlenmektedir.
Tacize uğrayan kız ve
erkek çocukların farklı belirtiler gösterdiği söylenmektedir.
Kız çocuğu genellikle
içine kapanır. Kendini suçlu hissettiği için kendine acımasız davranır. “Eğer
ben şöyle yapmasaydım, böyle yapmazdı…” gibi.
Daha çok “depresif”
davranış sergiler. Yıkıcılığı içe doğrudur. Psikolojik olarak her an içinde bir
deprem yaşar ancak dışarı vurmamak için var gücü ile direnir. Dışa dönük
herhangi bir davranış bozukluğu sergilememeye gayret sarf ederler. Yaşamayı çok
sevdiği ve etrafta çok sevildiği halde, intihar etmiş kız çocuklarında bu
türden bulgulara rastlanılmıştır.
Yaşadığı bu olayı en
yakın arkadaşı ile “paylaşmak” ister. Bu paylaşımın nedeni, içinde kendisini
rahatsız eden sorulara cevap aramaktır ve kendisinin suçlu olmadığının onayını
arar.
Güç kazanmak yerine
“güçlüye” sığınmak ister. Grup arkadaşlıklarında en güçlü olanın ilgisini
çekmek ve onun koruması altında olmak ister. Erkeklere güvenini yitirmiş
olabilir ama güçlü bir erkek arkadaşın şemsiyesi altında olmak onu rahatlatır.
Kendi vicdan
muhasebesinde “çaresizdim” diye teselli eder. Bu durumu çevresine ağır işlerden
kaçma, verilen görevleri “gücüm yetmez ki” şeklinde cevap verme ile yansıtır.
Kız çocuklarında
“kimliksizleşme” eğilimi görülür. Kimlik inkarı iki şekilde dışa yansıyabilir.
Kıyafetlerini erkek kıyafetlerinden seçmeye çalışır. Anlamsız zamanda anlamsız
cinsel konuşmalar yapar, aşırı argo kelimeler kullanır, cinselliğe vurgu yapan
küfürler eder ve cinsel içerikli fıkralar anlatır. Kendisine “tıpkı erkek gibi”
denilmesi hoşuna gider. Kendinden daha büyük yaşlara ait kıyafetler giyer. Aşırı
dekolte kıyafetler seçer. Yaşına uygun olmayan yoğunlukta makyaj yapar. Tacize
uğradığı yaşı, görüntüyü ve kimliği üzerinden atmaya çalışarak daha farklı bir
kimliğe bürünmek ister.
Oyun oynarken erkeklerin
arasında bulunmayı tercih eder. Bilinçaltında babasını, ağabeyini ve erkek
akrabalarını temize çıkarmak için erkek çocuklarla özellikle oynamak ister.
Erkek çocuk ise dışa
dönük bir davranışa bürünür. Genellikle “maço davranış” adı verilen davranış
bozukluğu içerisine girer. Etraftaki en değerli olayları, duyguları ve
kuralları hafife almak suretiyle içindeki acıyı önemsememeye çalışır. Tüm
ahlaki davranış kalıplarını küçümser.
Genellikle “agresif”
olur. Her şeye çabuk sinirlenir. İçindeki ruhi çalkantıyı dışarı atmak için
yıkmaya, kırmaya, dökmeye, devirmeye yönelik dürtü hisseder. Düzen içinde giden
şeylerin düzenini bozmak ister.
Yaşadığı olayı herkesten
“gizler”. Yaşadığı olayın duyulması halinde arkadaşları tarafından alay konusu
olacağı ve dışlanacağı endişesini taşır. Çevresinde artık erkek olarak değil
bir “homoseksüel” olarak algılanacağı endişesine kapılır.
Erkek çocuk “güç
kazanmak” ister. Silahlara, kesici, dürtücü aletlere özel ilgi duyar. Hızlı
arabalar ve güç gösterileri onun için vazgeçilmez fırsatlardır. Uğradığı bu
olayın “güçsüzlüğünden” kaynaklandığını düşünür.
Cinsel tacizin “nedeni”
konusunda “kandırıldım” diye kendilerini teselli eder. Kendisinin kolay
kandırılan biri olduğunu göstermek için “saf” rolü oynar.
Erkek çocuk “kimlik
ispatı” telaşı yaşar. “Ben hala erkeğim” diyerek kendini motive etmeye çalışır.
Anlamsız, gereksiz zamanlarda kendisine “erkek” vurgusu yapar. Vücutlarındaki
“kıllanmayı” erkek olmanın ispatı olarak etrafa gösterir. Homoseksüel ve
transseksüellere karşı aşırı reaksiyon ve öfke sergiler.
Erkek çocuk kızlarla beraber
olmak ve görünmek istemez. Onların oynadığı oyunlara katılmamaya özen gösterir.
Kendisinin de kız gibi algılanacağı korkusunu yaşar.
ÇOKGENÇ ve bireysel ahlak
Ahlak, kelimenin en dar anlamıyla, neyin doğru veya yanlış sayıldığı
(sayılması gerektiği) ile ilgilenir. Terim genellikle kültürel, dinî, seküler ve felsefi topluluklar
tarafından, insanların (subjektif
olarak) çeşitli davranışlarının yanlış veya doğru oluşunu belirleyen bir yargı
ve ilkeler sistemi kavramı ve/veya inancı için kullanılır.
Ahlak kelimesi hulk'un çoğulu olup huylar, seciyeler
anlamına gelir. İngilizcede moral, morality bu anlamda kullanılır ve ahlak
bilimine ethics, etik denir.
Yanlış ve doğrular hakkındaki bu tip kavram ve inançlar
çoğunlukla bir kültür veya grup tarafında genelleştirilir ve kanunlaştırılır,
buna göre de (kültür
veya grubun) üyelerinin davranışları düzenlenmeye çalışılır. Bu tür bir
kanunlaşmanın uygunluğu da ahlak olarak anılabilir, ve grup varlığının
devamının bu ilke ve kanunların uygunluğu, uygulanması üzere olduğunu
belirtebilir. Bu durumlarda, uygulamayı kabullenen bireyler ahlaklı
olarak tanımlanırken, uygulamayı reddeden veya davranışlarında barındıramayan
bireyler toplumsal anlamda dejenere
olarak tanımlanabilir.
Bu nedenlerle ahlak, iyi bir yaşamın temelini teşkil eden
inançlar bütünü olarak da görülebilir. İnsanlık tarihinin büyük bir kısmında,
dinler ideal bir yaşama dair görüş ve düzenlemeler getirmiştir, bu nedenle
ahlak, çoğunlukla dini emir ve prensipler ile karıştırılmıştır. Seküler ortam ve
durumlarda, ahlak hayat tarzı seçimi gibi şeylerle ilgili olarak sunulabilir.
Zira bu daha çok, bireysel anlamda iyi bir hayat fikrini temsil eder ki
bireyler genellikle bulundukları toplumda benzer zihin yapısı ve görüşlere
sahip olan insanların inanç ve değer sistemlerine uygun bir yol seçmektedirler.
Ahlakı sistematik biçimde inceleyen dal, felsefenin bir dalı olan etiktir.
Etik, çeşitli soru ve sorunları sorar ve bunları inceler; birisinin belirli
(spesifik) bir durumda nasıl davranması ("uygulamalı etik"), birisinin ahlaki bir
durum veya görüşü nasıl kanıtlayacağı ("normatif etik") ve
birisinin etik veya ahlakın kökten yapısını nasıl anlayacağı ("meta-etik") gibi.
Örneğin, bugün ABD'de kürtajın
ahlaki açıdan izin verilebilir (caiz) olup
olmadığı uygulamalı etikte tartışılan güncel
sorulardandır. Normatif
etikteki yaygın bir soru da, kişinin birisini korumak amacıyla yalan
söylemesinin ahlaki olarak savunulup savunulamayacağıdır. Meta-etik ise, "iyi"nin varlığını nasıl
doğruladığımızı yoksa her şeyin göreceli olduğunu ve ahlakın sadece birisinin
tercihlerinin ifadesi olup olmadığı sorularını sorar ve inceler.
Tabii ki her toplumda nasıl davranmamız gerektiği ile
gerçekte nasıl davrandığımız arasında bir ayrışma vardır; yani hipotetik bilgelik ile gerçek ahlak arasında bir fark
mevcuttur.
Sosyal hayat ahlakı büyüme denen zorlu süreçte
belirliyorsa bu ahlak ahlaki midir sorusunun cevabını her bireyin kendini
oluşturmasında aramak gerekecektir. İnsan bireysel varlığını toplum içinde ve
toplumun kabul gören anlayışları doğrultusunda şekillendirerek kendini
"görünür" kılıyorsa doğal ve gerçek olmayan bir değerler sistemini
temsil etmekten uzak duramayacaktır. Ahlak her şeyden önce kuantum fiziğinde
olduğu gibi bir diğerine göre konumlanan ve bizzat mevcut olan durumu
dolayısıyla mistizmin dışında evrensel, ilahi ve haktanır bir ahlaktan söz
etmek pek mümkün olamayacaktır. Herkes aynı hayatın içinde bir ayna örneğindeki
gibi bütünün bir parçasını oluşturuyorsa hangi tavır ahlak dışı adledilecektir.
Mevlana'nın dediği "Ben ikiliği bir yana koydum, iki alemin bir olduğunu
gördüm." sözü Ben'in hayatı oluşturan kaosta, herkesin dahil olduğu o
toplumsal Ben'de benim ayak izim yok demekten öte nedir...
Çocuğun "insanî vasıflara" sahip olarak yetişmesinde,
ahlâkî değerlerin önemli bir rolü vardır. Ahlâkî değerler,
çocuğun olumlu davranışlar kazanmasına öncülük ettiği gibi, kişilik gelişimine
de büyük bir katkı sağlamaktadır.
Ebeveynler, kişilik yapısının oluşmaya
başladığı 3/4 yaşından itibaren çocuğun davranış gelişimini yakından takip
etmeli ve çocuğun ahlâkî kavramları anlamaya başladığı 7/8 yaşından itibaren de
ahlâki değerleri ona kazandırmaya başlamalıdır. Ebeveynin çocuğuna zamanında
vermediği veya eksik bıraktığı ahlâkî terbiyenin ne okulda ne de toplumda
hakkıyla tamamlanamayacağı unutulmamalıdır.
Bu süreçte ebeveynler nelere dikkat etmelidir?
1. Ebeveyn çocuğa iyi bir örnek olmalı.
Sürekli yalan söyleyen, küfür eden,
çocuklarının yanında insanların zaaflarını deşifre eden ebeveynlerin
çocuklarının da bu davranışları sergilemeleri doğal bir durumdur.
2. Sevgiye dayalı bir eğitim metodunuz olmalı.
Çocuğunuza değer verip sevginizi
hissettirmeniz onun size karşı "pencerelerini açmasını" sağlayacağı
gibi, ahlâkî değerleri benimsemesini de kolaylaştıracaktır. Çocuğa karşı kırıcı
davranmanız ise çocuğun size olan tepkisini ona kazandırmaya çalıştığınız
ahlâki değerlere yöneltmesine sebep olabilir. Diğer bir ifade ile çocuk, ahlâki
değerlere "sırtını dönerek" sizden intikam almaya çalışabilir.
3. Ahlâkî değerler "yasaklar zinciri" olarak
sunulmamalı.
Çünkü bu tarz bir yaklaşım, çocuğun
ahlâkî değerlere karşı tepki göstermesine sebep olacaktır. Ebeveynler, makul ve
mantıklı izahlarla ahlâkî değerlerin gerekliliğini ve bu değerlerle donatılmış
olmanın günlük hayattaki önemini çocuğa açıklamalıdır.
4. Anne ve baba birlikte hareket etmelidir.
Babanın hatalı gördüğü bir davranış,
anne tarafından teşvik edilirse veya annenin çok önemsediği bir davranışı baba
pek ciddiye almazsa çocuk neye görekime göre hareket edeceğini şaşıracaktır.
5.Çocukların iyi arkadaşlar edinmeleri sağlanmalıdır.
Kötü arkadaş grubu, çocuğun ahlâkî
gelişiminin önündeki en büyük engellerden birisidir. Çünkü ailenin çocuğa
kazandırmaya çalıştığı olumlu davranışlar kötü arkadaşlarının tesiriyle kalıcı
olamamaktadır. Bu durum bir inşaat ustasının gün boyunca binbir zahmetle yaptığı
duvarın aynı günün sonunda birileri tarafından yıkılmasına benzemektedir.
6. Çocuğu kendi haline bırakmamalısınız.
Çocukların uygunsuz davranışlarını
büyütüp telaşlanmak ne kadar yanlışsa, yanlışlarını ciddiye almamak da o kadar
yanlıştır. Çocuğun yaptığı yanlışlar düzeltilmez ve ikaz edilmezse çocuk bunun
normal bir davranış olduğunu düşünebilir.
7. Çocuğunuzu kitle iletişim araçlarının bilhassa internetin
zararlarına karşı korumalısınız.
Günümüzde bir hastalık haline gelen
"internet bağımlılığının" yanı sıra "televizyon esareti" de
gençleri ahlâkî bir çöküşe sürüklemektedir. Özellikle "okul
dizilerinde" çocuklara model olarak sunulan kişilerin seviyesiz hal ve
hareketleri, dağınık giyim ve kuşamları çocukların karakter gelişimini olumsuz
yönde etkilemektedir.
ANNE-BABA
(AİLE) SERTİFİKASI:
Ülkemizde aile olmak adına atılan ilk adım nikah denilen
resmi işlem ile gerçekleştirilir. Bu işlem ise genelde belediyelerce
gerçekleştirilir.
TEKLİF: Nikah
memurluğu kapsamında belediyelerde bir masa oluşturulmalıdır. Bu masada
belediyeyi temsilen bir aile uzmanı-psikolog, emniyet yetkilisi, müftü, doktor,
eğitimci bir kurul tarafından evlenecek çiftler belirli bir süre içinde bir
eğitim kursuna tabi tutulmalıdırlar. Evlilik müessesesi ile ilgili tavsiye ve
öneriler ile çiftler evliliğe hazırlanılmalıdırlar.
Evlenecek çiftler adına nikah işlemleri esnasında
yapacakları bağışlardan elde edilecek gelirle bölgede aile ormanları
oluşturulmalıdır. Aynı şekilde boşanma durumunda yine eş başına 100 ağaç bedeli
oranında para cezası alınarak caydırıcı
önlemlere başvurulabilir.
Nasıl araçlarımızın peryodik muayeneleri yapılıyor ise
heryıl bir günlük rehabilite kontrolüne tabi tutulmalıdır evli çiftler. Ayrıca
evliliği teşvik edici düzenlemeler yapılmalıdır.
Örneğin, evlenen çiftlerden ilk yıl için belediyelerce
çevre temizlik vergisi alınmamalıdır. Çocuk doğumlarında da aynı uygulama
yapılabilir.
Evlilik sürelerini 5 ve katları noktasında tamamlayan
çiftlerede bir kısım teşvik edici uygulamalar yapılabilir. Bankalardan bir
defaya mahsus her döneme yönelik belirli miktarda 0 faizli kredi verilmesi
gibi.
ÇOKGENÇ ve TOPLUM
EĞİTİM,
ÇEVRE,
SAĞLIK konularında meseleler ele alınmalıdır.
Toplum, çocuğu kendi yapısında ona
verdiği değerle tanımlamaktadır. Kimi toplumlar için çocuk üretimin bir
parçası, iş gücü olarak toplumun iş1evsel öğeler yüklediği birimlerinden
biridir. Kimi toplumlar için ise, çocuk, dışlanan toplumsal ve bireysel olarak
değer verilmeyen bir konumdadır. Örneğin, gerek toplun yapılarından gerekse
iklimlerinden dolayı, tarihsel gelişim içinde ve günümüzde Arabistan'daki
uygarlıkların çocuğu toplumda farklı bir bicimde konumlandırdığı bilgilerimiz
arasındadır. Çocuğun doğar doğmaz, ya da çok kısa bir sure sonra sütanneye
verilmesi, aile dışında, aileden uzakta büyütülmesi. Çocuğun kimliğini ve yaşam
biçimini, dünyasını az çok biçimlendirdikten sonra. 7–12 yaşından sonra ailesi
ile tanışıp onlarla birlikte ya da onlarsız bir yaşam sürmeye başlaması, kız
çocuklar ile erkek çocuklara verilen önemin farklığı değişik toplum
yapılarındaki çocuk kavramlarının ne denli farkçılaşabileceğini ortaya
koymaktadır. Bunun gibi, örneğin Avustralya yerlilerinin, 7 yaşına gelen her
erkek çocuğu, yanlarına hiçbir yardımcı ve yiyecek madde vermeksizin çölün
ortasında bıraktıkları ve ancak yaşam savaşında başarılı olup çölÜ geçenleri
topluma kabul ettikleri bilinmektedir. Benzer bir uygulama da Afrikalı avcı
kabilelerinde, çocukların 7 yaşında ormana tek başlarına bırakılmaları ve ancak
kabile tarafından onaylanacak bir avcı ile birlikte dönmeleri halinde toplumca
benimsenmeleri ya da ormanda yalnızlığa terk edilmeleri biçiminde
uygulanmaktadır. Mısır'da firavunların çocuklarını ancak belli bir yada ye
olgunluğa geldiğinde görmeyi kabul ettikleri, kimi zaman ise hiç görmedikleri
bilinmektedir
Osmanlılarda ise padişahın tüm
çocukların sürekli ve sistemli bir biçimde görebileceği bir ortamın oluşmadığı,
çocukların "baba" kavramından neredeyse tümüyle uzakta. Gelecekteki
bir politik rol için hazırlandığı, özellikle erkek çocuklar açısından bunun
kimi kez güçlü bir tutkuya ve şiddete varan boyutları tarihte bilinmektedir.
Tüm bu farklı toplumlarda çocuk ile toplum iletişimi belli bir süre belli
kişiler tarafından sınırlanmakta daha sonra parçalı olarak ya da tümüyle
benimsenmektedir. Günümüzde çalışan anne babalar kimi kez çocuklarına yeteri
kadar zaman ayırmamakla suçlanmakta iken yukarıda örneklenen toplum yapıları ve
tarihsel örnekler göz önünde bulundurulduğunda bunlara kıyasla geleneksel aile
yapısı içinde ve çocuk açısından uygun davranışlar içinde bulundukları
söylenebilir. Diğer örneklerde de görüldüğü gibi çocuğun aileye en çok
gereksinimi olduğu dönemde aile içi iletişimden uzak kalması kendisinin
benimsendiğini onaylandığını ailenin bi parçası olduğunu hissedemediği bu
dönemin onda ne tür iletişimsel stratejilerin doğmasına ya da yok olmasına
neden olduğu belli bir yaşa kadar anne babasını görmeyen çocuğun kendisine
nasıl bir dünya kurduğu yabancılarla iletişimini nasıl ilişkilendirdiğin
biçimlendirdiğini yada sürekli kabul görülebilen bir birey olma sürecini
geçirene dek toplumla iletişimi bu sınamalarla başarılı bulunmayan kişilerin
toplumlarından nasıl uzaklaştırıldıkları ve tür iletişim biçimleri ile
karşılaştıkları hep ayrı araştırma konusudur.
Günümüz çocuk gelişimi bilgileri ile
ve ülkemizdeki ve modern batı ülkelerindeki uygulamaları göz önünde
bulundurarak toplana bilgiler ne yazık ki kimi kez çocuğun küresel durumu ile
pek fazla uyuşmayabilmektedir. Kaldı ki modern toplumlarda bile yetişkin gözü
ile çocuğun sosyal gelişimi sırasında öğrenme öncesinde sırasında ve sonrasında
ne derece karmaşık işlemler dizgesi kullandığını görmek anlamak ve bu dizgenin
bütün özelliklerini saptamak çok güçtür.
Yaşamı aile içinde gözlemsel olarak
öğrenmeye başlayan çocukların en duyarlı olmaya başladıkları yaş dönemi 3-8 yaş
arasıdır. Bu yaşlardaki çocuklar gözlemsel etkiye daha duyarlı oldukları
bilinmektedir. Çocuğun telkine en uygun olduğu dönemin 4-8 yaş arasında olduğu
8 yaşından sonra bu özelliğin yaşın artışı ile azalmaya başladığı da bulgular
arasındadır.
Çağın gereklerine göre aile ve
bireyleri değişik roller üstlendiklerinden sonuçta değişik çocuk tanımları
ortaya çıkmıştır. Örneğin 1957 yılında yeni çıkmaya başlayan Brodcasting and
television dergisi hedefledikleri milyonlarca kişilik kitleyi 3 grupta
toplamaktaydı: Kadınlar, erkekler, çocuklar.
Hedef kitle büyük oranda kadınlar
olarak görülmekteydi Yayının reklamında şöyle denmekteydi: "Onlar,
annedirler, büyükannedirler, genç kadınlar, eşler ya da evlenmemiş
kızlardır. Onlar, ulusun alışveriş listelerini hazırlayanlardır. Bugünün ve
yârinin evlerini yapanlardır Onlar, ev kadınlarıdır, daktilocu, garson banka
işçisi, ya da balerindirler. Onlar, her meslekten, her işten, her yaştan
kadınlardır. Ancak hepsinin ortak bir yönü vardır: Radyoda reklamı verilen
ürünleri satın alırlar. Çalışan genç kızlar "Kadın" kategorisinde
gösterilir derginin hedeflediği çalışan genç erkekler, "çocuk"
kategorisi katılmıştır. Derginin tanımladığı çocuk sınıflamasına "ofis-boylar,
haberciler kuryeler muhasebe yardımcıları, çıraklar" katıldığı gibi, lise
ve kolejlerdeki gençlerde çocuklar sınıfına girmektedir. Bu belgeye göre,
çocuklar kendi başlarına birer tüketici değildirler. Ancak ailenin satın
almasını etkileyen öğelerdir ve yarının yetişkin tüketicileridir.
Yine Broadcasting and Television dergisinin aynı yıl, daha sonraki bir sayısında Gençlerin seçimleri konusunda yapılan bir araştırmanın sonuçları yayınlanmaktadır "Genç" kategorisi temel olarak da çalışan genç kız ye erkekler ile üniversite öğrencileri alınmaktadır Böylece "teenagers" gençler de toplumun bir bölümü olarak taninmiş olmaktadır. Çocukların ve gençlerin toplumdaki görünürlükleri kazanmaları da toplumsal ve bireysel kimliklerini kazanmaların, sağlamıştır. Çocuklar ve gençler böylece kendi isteklerini ve arzularını belirleyebilme olanağı bulmuşlardır Bu da günümüze dek gelen büyük değişimin başlangıcı sayılabilir. Yeni ortaya çıkan 've oldukça kalabalık olan bu iki yeni grup seslerini duyurma ve toplum şartların kendi, istedikleri şekilde değiştirebilmek için ilk kez harekete geçtiler, Böylece satın alma ve yönlendirme gücünü ele geçiren çocuklar ve gençler, 'İkinci dünya savaşından Önce reklamların da hedefi haline geldiler. Stuart Ewen çocukları, 1920-1930'larda Amerikalı ailelerinin harcamalarında itici güç olarak Ortaya çıkmaya başladıklarını ileri sürmektedir.
Son Yıllarda, çocukluğun ve gençliğin Yeni Avrupa çalışmalarındaki gerekliliği Yüzünden çocuklar ve çocukluk dönemi daha bir Önem kazanmıştır, çocuklar yeniden tanımlanarak toplum içinde onlara daha farklı işlevler ve görevler verilmiştir. Bu, ayrıca çocuklar ve gençlerle ilgili yeni beklentiler anlamına gelmektedir. Özellikle 1992'den itibaren tek bir Bati Avrupa piyasası oluşturulması amaçlandığından daha fazla önem kazanan bu konu, hem Doğu-Bati ilişkileri daha farklı bir konuma doğru ilerlediği için hem de ekonomik piyasanın ve iletişimin boyutlarının küreselleşmeye doğru gitmesi nedeniyle de oldukça gündemdedir. Ayrıca uluslar arası ticaret ve tüketim piyasalarının genişlemesi, kitle iletişiminin hızlı gelişimi ve turizm, "çocukluk" devresinin ve "gençlik" devresinin uluslar arası boyutta ele alınmasına katkıda bulunmuştur.
Yine Broadcasting and Television dergisinin aynı yıl, daha sonraki bir sayısında Gençlerin seçimleri konusunda yapılan bir araştırmanın sonuçları yayınlanmaktadır "Genç" kategorisi temel olarak da çalışan genç kız ye erkekler ile üniversite öğrencileri alınmaktadır Böylece "teenagers" gençler de toplumun bir bölümü olarak taninmiş olmaktadır. Çocukların ve gençlerin toplumdaki görünürlükleri kazanmaları da toplumsal ve bireysel kimliklerini kazanmaların, sağlamıştır. Çocuklar ve gençler böylece kendi isteklerini ve arzularını belirleyebilme olanağı bulmuşlardır Bu da günümüze dek gelen büyük değişimin başlangıcı sayılabilir. Yeni ortaya çıkan 've oldukça kalabalık olan bu iki yeni grup seslerini duyurma ve toplum şartların kendi, istedikleri şekilde değiştirebilmek için ilk kez harekete geçtiler, Böylece satın alma ve yönlendirme gücünü ele geçiren çocuklar ve gençler, 'İkinci dünya savaşından Önce reklamların da hedefi haline geldiler. Stuart Ewen çocukları, 1920-1930'larda Amerikalı ailelerinin harcamalarında itici güç olarak Ortaya çıkmaya başladıklarını ileri sürmektedir.
Son Yıllarda, çocukluğun ve gençliğin Yeni Avrupa çalışmalarındaki gerekliliği Yüzünden çocuklar ve çocukluk dönemi daha bir Önem kazanmıştır, çocuklar yeniden tanımlanarak toplum içinde onlara daha farklı işlevler ve görevler verilmiştir. Bu, ayrıca çocuklar ve gençlerle ilgili yeni beklentiler anlamına gelmektedir. Özellikle 1992'den itibaren tek bir Bati Avrupa piyasası oluşturulması amaçlandığından daha fazla önem kazanan bu konu, hem Doğu-Bati ilişkileri daha farklı bir konuma doğru ilerlediği için hem de ekonomik piyasanın ve iletişimin boyutlarının küreselleşmeye doğru gitmesi nedeniyle de oldukça gündemdedir. Ayrıca uluslar arası ticaret ve tüketim piyasalarının genişlemesi, kitle iletişiminin hızlı gelişimi ve turizm, "çocukluk" devresinin ve "gençlik" devresinin uluslar arası boyutta ele alınmasına katkıda bulunmuştur.
Öncelikle gençlik ve daha sonra da
çocukluk evresi yaşamın belli evresi olan bir bölümü olarak tanımlanmış ve
ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Bu dönemde bireyin kültürel sosyal ve
psikolojik durumu ve bunların yetişkin yaşamlarına etkisi çok daha sonra
araştırılmaya başlanmıştır.
Çocuk üzerinde yoğunlaşan bu çabalar
belli bir toplumsal yapının niteliği ve sağlığı hakkında da bir fikir
edinebilecek boyutlara ulaşabilmektedir. Çocuk yapısının normal olup olmadığı
normal olduğu koşullarda hangi düzeye işaret ettiği sorunu çocuğun çeşitli
durumlar karşısında gösterdiği tepkilere bağlı olarak görülmektedir. Bu olguyu
çeşitli alanlarda sınama olanağı vardır. Hareket halindeki görsel imgeler
dizisi ile Çocukla arasındaki bağlantıların araştırılma gereksinimi de
tepkilerin gözlenmesi yönünden önem taşımaktadır.
Çocukluk dönemi ve özellikleri çocuk
ve sinema ilişkisi açısından son derece önemlidir. Çocukların farklı dönemlerde
farklı tepkiler geliştirmeleri dünyayı farklı algılayıp kendi yaşamlarına daha
doğrusu yaşamlarının o anına hemen uygulayacakları iletişim biçimlerini
seçmeleri ile sonuçlanmaktadır. Örneğin okul öncesi çağda daha çok görsel
iletişim araçlarına yönelen çocuk okullaşma ile kitap, dergi gibi iletişim
araçlarını tanımaya ve daha sonrada seçip yapmaya başlamaktadır. Bunların
farklı konularda olabileceklerinin çocuk tarafından anlaşılması üzerine ailesel
yaşam biçimi ve bireysel ilgi ve yönelimlerle çocuk bunlar arasında seçimler
yapmaya başlayacaktır.
Çocuğun aile içinde konumu çocuğun bu
ortamda mutlu huzurlu ve sağlıklı oluşu ile huzursuz ve sorunlu oluşu çocuğu
farklı seçimler yapmaya itebilir. Benzer şekilde çocukların bireysel gelişim
dönemlerinde üzerinde durdukları konuları sıkça televizyon ekranlarında
görmeleri ya da bunlarla sinema filmi biçiminde karşılaşmaları da içinde
bulunulan dönemin özelliğine göre çocuğun isteği ile farklı seçimlerle
sonuçlanabilmektedir. Çocukların bireysel gelişim aşamaları ve biçimleri ile
ilgili olduğu kadar ailenin sosyoekonomik ve kültürel durumu ve toplumun
dünyadaki iletişim biçimlerinin hangilerini benimsediği de önemli öğelerdir.
Sonuç olarak toplum, aile ve çocuk
ayrılmaz ve birbiri ile iletişim ve etkiletişim içinde bulunan olgulardır.
Varlıkları yoklukları birbirleri ile uzlaşmaları ve uzlaşımsızlıkları hep bir
iletişim biçimine dönüşmektedir. Toplumların yapılarında meydana gelen
düşünsel, ekonomik, yargısal, yönetsel, sanatsal, bilimsel, olgu layım sal vb.
tüm değişiklikler, sonuçta yalnızca toplum yapısını belli bir dönem için
etkilemekle kalmayıp aile yapısında ve aile çocuk ilişkisinde de kalıcı
değişiklikler yaratabilmektedir. Bu değişiklikler sonucunda her toplum
biçiminde çocuklar genel olarak yaşadıkları ortama ve aile biçimine bağlı
olaraktan bireysel olarak her bir çocuk iletişim olgusunu farklı bir biçimde
görmektedir. Bu görüş farklılıklarının da gerek bireysel gerekse toplumsal
farkı uygulamalar dönüşmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Kısacası çocuk toplumdan aldığını
yine bir biçimde topluma yansıtmaktadır. Hem de benzer iletişim özelliklerini
koruyarak ve bunları kullanarak yapmaktadır.
Toplumsal
ortam, gerek küresel eğilimlerin gerekse iç dinamiklerin etkisi altında hızla
değişmektedir. Düşen doğum hızına karşın nüfus artmaya devam etmektedir ve
ergenlerle genç yetişkinler giderek nüfusun en önemli kesimini oluşturmaktadır.
Kırsaldan kente göç ileri aşamalarına ulaşmış olmakla birlikte henüz süreç tam
olarak tamamlanmamıştır. 2002 ile 2007 yılları arasında önemli bir gelişim
sergileyen ekonomi iş imkânları yaratmış, özel tüketimde ve kamu hizmetlerinde
genel bir artışa olanak sağlamıştır. Buna karşın 2008-9 yıllarında küresel kriz
ülke ekonomisini de etkilemiş, milli hasıla ve refah artışında bir kesintiye
neden olmuş ve işsizlik sorununu ön plana çıkarmıştır.
Suç
oranlarında artış görülmektedir. Bu genel değişim sürecinde kimi olumlu
koşullar da
varlığını
sürdürmektedir. Toplumsal istikrar, pozitif aile değerleri ve çocuklar için en
iyisini
yapma
isteği, bu olumluluklar arasındadır. Ancak gene de, gündemde olan kimi siyasal
ve
toplumsal
gerilimler, zararlı gelenekler ve büyük boyutlara varan sosyoekonomik
eşitsizlikler
söz
konusudur.
ÇOKGENÇ VE EĞİTİM
“Eğitim
yürürlükteki değerlerin, bilgilerin ve hünerlerin yetişen kuşaklara iletilmesi
ve kazandırılmasıdır”
Eğitim hakkı
Anayasa ile güvence altına alınmış haklar arasındadır. Anayasamızda da “Kimse,
eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz.” denilerek bu hak güvence altına alınmıştır . Ancak,
Türkiye’de gençlerin eğitim haklarını kullanmaları önünde ekonomik, sosyal ve geleneksel birçok engel
bulunmaktadır.
Türkiye’de
gençler, ilköğretimden yüksek öğretime kadar eğitimin her kademesinde çeşitli
sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Ülkemiz, eğitim harcamalarının GSYİH’ye
oranı bakımından oldukça gerilerde yer almaktadır. Devlet yatırım harcamaları
içerisinde eğitim harcamaları önemli bir yer tutmasına karşın artan ihtiyaçlar
karşısında bu yatırımlar yetersiz kalmaktadır . Ancak
son yıllarda birtakım kampanyalarla özel sektör desteğinin sağlanması ve eğitim yatırımlarının artırılması
yoluna gidilmektedir.
Eğitime
ilişkin önemli sorunlardan biri de, bölgesel ve geleneksel nedenlerden ötürü,
özellikle genç kızlar olmak üzere birçok gencin okuma imkânına kavuşamamasıdır.
Türkiye’de bugün, Milli Eğitim Bakanlığı'na göre 570 bin, resmi olmayan
verilere göre ise bir milyon kız çocuğu
okula
gönderilmemektedir. Güneydoğu ve Doğu Anadolu'daki 10 ilimizde yapılan
araştırmada 250 bin dolayında kız çocuğunun okula çeşitli nedenlerden ötürü
okula gidemediği belirlenmiştir . UNICEF'in "Dünya Çocuklarının Durumu 2004" raporuna göre,
Türkiye ilk ve ortaöğretimde toplumsal cinsiyet eşitliğini gerçekleştiremeyen;
Etiyopya, Fildişi Sahilleri, Burkina Faso, Moğolistan ve Irak ile birlikte
2015'e kadar gerçekleştirememe riski olan 12 ülke arasında yer almaktadır .
İlköğretimden
ortaöğretime geçiş aşamasında ortaöğretime kayıt yaptırmayanların oranı bazı
illerde çok yüksektir. Kayıt yaptırmayanlar içinde kimi illerde kızların bazı
illerde ise erkeklerin çok olması, kızların evliliğe veya işçiliğe, erkeklerin
ise doğrudan işçiliğe aileleri tarafından
yönlendirildiğini
göstermektedir. Eğitimin daha pahalı ve paralı hale getirilmesinin de,
ailelerin çocuklarını okula göndermemelerinde etkili olduğunu söylenebilir.
Her geçen gün
daha da artan bu eşitsizlik en fazla yüksek öğrenimde kendisini
hissettirmektedir. Yüksek programlarının azlığı ve kontenjanlardaki sınırlı
artış, öğrenci sayısını karşılayamaz duruma gelmiştir. Örneğin 2004 yılında
Öğrenci Seçme Sınavı’na giren toplam 1.728.076 öğrenciden sadece 192.632’si bir
örgün öğretim lisans programına girebilmiştir .
Eğitimdeki
niteliksel gerileme, merkezi standart sınav uygulanması nedeniyle ailelerin
dershanelere ve özel okullara yönelmesine yol açmaktadır. Sınav başarısı
sağlayan kaynak, okullar değil, merkezi, standart sınava hazırlayan
dershanelerden hizmet satın alabilme gücü
haline gelmiştir.
Bu durum özel / kamu ayrımı olmaksızın tüm okullardaki öğrenciler için geçerli
olmuştur. Eğitimde ticarileşmenin sonuçları, eğitim hakkının kullanılmasında en
büyük engeli oluşturmaktadır . Ülkemizdeki
eğitim ve sınav sistemi uyarınca, dershaneye gitmeyen bir orta öğretim
öğrencisinin, herhangi bir örgün öğretim programını kazanması neredeyse
imkânsız hale gelmiş durumdadır.
Anayasamızda,
“Devlet, maddî imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin, öğrenimlerini
sürdürebilmeleri amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapar”
denilmekte ; ancak birçok
başarılı ve zeki genç, ortaöğretimle yükseköğretim arasında bir ara kademe
haline gelen ve paralı olan özel dershanelere gidemediği için yükseköğretim
kurumlarına erişme imkânından yoksun kalmaktadır.
Yükseköğretime
gidebilen öğrencilerin önemli bir kısmı ise; barınma, burs, ulaşım, öğretim
elemanı, bilimsel ve teknik imkânlar, demokrasi ve özgürlükler gibi; ekonomik,
eğitim ve öğretim, sosyo-kültürel ve psikolojik olarak sınıflandırılabilecek problemlerle
karşı karşıya bulunmaktadır .
ERGENLİK,
Bir çocuk
ergenlik dönemindeyse, duyguları inişli çıkışlıdır, duygu durumunda çok sık
değişiklikler olur. Bazen öfkelenir bazen de içine kapanır. Karamsar, gelecek
kaygısı içinde olabilir. Hayatta sorumluluklar almaya başlar. Fiziksel
değişiklikler, genç kız - genç erkek için gerilim ve stres faktörüdür aynı
zamanda. Genç, bu dönemde anne babasından ayrı bir varlık, farklı kişi olduğunu
hisseder. Bir başkasına benzemeye çalışabilir, rol modelleri vardır. Sosyal
varlık olarak, aile dışına çıkarak toplumsal ilişkilerini geliştirmeye başlar,
arkadaş grubuyla etkileşime girer. Cinsel kimlik gelişmeye başlar. Çocukluktan
gençliğe geçiş kademesidir. Özellikle kişilik, kimlik, sosyal gelişimi oluşur.
Kimlik, kişilik gelişimi erkek ve kadın olarak cinsel bir kimlik kazanıyor, ya
da değerleri oluşmaya başlıyor.
Türkiye’nin
önündeki önemli bir başka görev de ergenlerin ve gençlerin ihtiyaçlarının nasıl
karşılanacağının belirlenmesidir. Bu grup nüfusun giderek büyüyen bir bölümünü
oluşturmaktadır ve halen Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü öncülüğünde bir ulusal
gençlik politikası geliştirme hazırlıkları gündemdedir. On yıl önce
ortaöğretime katılmaoranı yüzde 50 iken bugün çocukların yüzde 60’tan fazlası
ortaöğretime katılmaktadır.
Bununla birlikte, okula gidiyor olmak kendi
başına bu çocukların tatmin edici bir genel bilgi düzeyine
ulaşmalarını,
yaşam ve geçim becerileri edinmelerini, toplumsal, kültürel, sportif ve boş
zaman
etkinliklerine katılım için yeterli fırsatlar bulmalarını her zaman
sağlamamaktadır. Ana
babaların
gelir ve eğitim düzeyleri, okul başarısını belirlemektedir. Birçok çocuk, hayli
sıkıntılı
bir süreç olan üniversite giriş sınavlarına hazırlanmak için ücretli
dershanelere devam
etmektedir
(boş zamanlarını kullanamama pahasına). Okullarından ayrılanlar ve üniversite
öğrencileri
için ilerde işsiz kalma ciddi bir kaygı kaynağıdır: Gençler arasında işsizlik
2009
yılında
yüzde 25’in üzerindedir. Bu arada, ortaöğretim çağındaki yaklaşık 2 milyon
çocuk da
okul
dışındadır. Ortaöğretimde net okullaşma oranları en talihli sayılabilecek
illerde yüzde 80
ile
kırsal ağırlıklı doğu illerinde yüzde 20-25 arasında değişmektedir. Kız
çocukların
okullaşma
oranı yüzde 62 ile erkeklerin (yüzde 68) gerisindedir ve bu fark kimi illerde
daha
da
artmaktadır. Ortaöğretime devam etmeyen kızlar büyük olasılıklahiçbir iş
yapmıyor ya da
ev
işleri ile meşguldür. Ayrıca, gençlerin üreme sağlığı konusundaki bilgi kıtlığı
kaygı
vericidir
ve sigara kullanımı özellikle erkekler arasında yaygındır. Alkol ve uyuşturucu
kullanımı
da görülmektedir. Gençler karar süreçlerine katılıma teşvik edilmemektedir ve
karşı karşıya kaldıkları sorunların çözümüne katkıda bulunma fırsatları da
sınırlıdır.
KÜLTÜR ve SANAT
Çocuk ve genç penceresinden bakılınca günümüz dünyası
alabildiğine zengin, eğlenceli, karmaşık ve korkutucu bir öğrenme ortamıdır.
Bir yanda ,bin bir çeşit yiyecek, giyecek,bin bir çeşit oyuncak, bin bir çeşit
olay, bin bir çeşit kitap, bin bir çeşit müzik, bin bir çeşit eğlence,diğer
yanda savaşlar, ölümler, doğal afetler, açlıklar, yoksulluklar, umutsuzluklar,
korkular, korkular, korkular…
Bir yanda doğruluk dürüstlük, çalışkanlık, gibi erdemler, diğer yanda paranın, silahın ve kasın gücüne olan tapınma.
Çocuk ve genç intiharlarının, depresyonlarının,çocuk bombacılar ve genç katillerin katlanarak arttığı dünyamızda bu karmaşanın payı büyüktür.
Günümüzde çocuk ve gençlik edebiyatı hiçbir zaman olmadığı kadar önemli ve değerli bir eğitim aracına dönüşmüştür. Sorumluluğu ve görevi her zamankinden büyüktür. Çünkü “Edebiyat ,okurda, yaşamın bir bütün ve anlamlı olduğu duygusunu yaratır.”
Çocuklarımıza ve gençlerimize yaşamın bütünlüğünü ,anlamını ve güzelliğini öğretebilmek, onları yaşama sağlıklı bir gelişimle hazırlayabilmek için, edebiyat hiç vazgeçemeyeceğimiz ve çok özenli bakmamız gereken bir sanat ve bilim dalıdır.
Ancak bu çok değerli sanat ve bilim alanı, bir dizi sorunu da içinde barındırmaktadır. Ülkemizde çocuk ve gençlik edebiyatı yıllardır inanılmaz bir aldırmazlıkla başı boş bırakılmış, adeta yok sayılmıştır. Yerini ise yabancı hayranlığına sebep olan batılı kültüt materyalleri doldurmuştur.
Eğitimbilimciler, sosyologlar, psikologlar, sanatçılar hasılı çocukluk ve gençlik kültürüyle doğrudan ilişkili yetişkinler bilimin ve sanatın işbirliği ve güç birliği yapmasını ülke çapında sağlayamamışlardır.
Ne, zaman ki tüketim kültürünün doğal sonucu olarak çocuk kitaplarının kolay satılan bir ürün olduğu fark edilmiş, ne zaman ki çocukluk ve gençlik çağlarında kullanılan eğitim araçlarının geleceği yarattığı fark edilmiş, işte o zaman çocuk ve gençlik edebiyatında yayın anlamında bir patlama ile karşılaşılmıştır. Bu patlama zaten mevcut olan sorunları, bir sorunlar yumağına dönüştürmekte gecikmemiştir.
Yetişkin dünyasının, vahşi kapitalizmin çıkarlarına göre koşullanmış her türlü ideolojisi çocuk ve gençlik kitaplarına yansımaya, sorunlara, sorunlar eklemeye başlamıştır. Küresel sermayenin güdümünde değişen toplumsal ve bireysel değerler en önce dili bozarak, yasaklayarak, yozlaştırarak gelişmekte olan zihinlere adeta çakılmaktadır.
Yeni yetişmekte olan çocuklarımızın ve gençlerimizin edebiyatın sihirli gücünden yoksun, düşsüz, geleceksiz, tüketime yönelik değerlerle kaplanmış yürekleri ve zihinleri onları gelecekte ya topçu, ya da popçu olmaya,mafya içinde yer alarak aidiyet duygularını tatmin etmeye özendirmekte gecikmemiştir.
Ezberci eğitim sisteminin beyinleri yarışlara koşullu ,medya kültürünün yürekleri tüketime koşullu olarak büyüttüğü çocuklar, yıllardır ülkemizde yönetenler veya yönetilenler olarak yaşamlarını sürdürmektedirler.Edebiyatın sihirli gücünden uzak kalmış zihinlerin ve yüreklerin yetişkinlere dönüştüğü günümüzde doğal sonuç olarak şiddet, iletişimsizlik ve sorun çözememe her geçen gün daha fazla artmaktadır.
Çocukluk ve gençlik nasıl süreçlerdir? Çocuk gelişimi nedir? Nasıl oluşur? Hangi süreçlerden geçer? Genç nasıl bir varlıktır? Çocuklukta ve gençlikte alınan travmalar, yetişkin olunca nelere dönüşür? Çocuklukta kazanılan doğru davranışlar nasıl yetişkinler oluşturur? v.b.bir dizi soru ve yanıtları... önemsenmemektedir.
Yetişkin dünyasındaki çocuk ve gençlik edebiyatını önemsememe,çocukları ve gençleri birer tüketim metaı ve yetişkinlerin beynindeki ideolojileri bir sonraki kuşağa aktaracak hamurlar olarak algılama tavrı, çocuk ve gençlik edebiyatındaki sorunların temel nedenidir.
Günümüzde bu temel nedenin doğurduğu sorunların bir çok yan nedenleri kendiliğinden oluşmuş ve adeta kemikleşmiş, yeniden yapılandırılması çok zor bir oluşum yaratmıştır.. Her neden bir sorunu yaratırken beraberinde diğer sorunlarında oluşmasına katkı koymakta ve sorunlar karmaşık bir yumak haline gelmektedir.Sebepler sonuçları, sonuçlar sebepleri beslemeye devam etmekte ve yumak her geçen gün biraz daha büyümektedir.Çocuk ve gençlik edebiyatındaki sorunlar yumağına şöyle bir baktığımızda, ilk akla gelenler eğitim sistemimizin kendisi, aile yapıları, toplumsal ortam ,yayınevleri, yazarlar, ressamlar, kitap evleri, edebiyat dergileri, gibi başlıklar altında sıralanabilir.
Bir yanda doğruluk dürüstlük, çalışkanlık, gibi erdemler, diğer yanda paranın, silahın ve kasın gücüne olan tapınma.
Çocuk ve genç intiharlarının, depresyonlarının,çocuk bombacılar ve genç katillerin katlanarak arttığı dünyamızda bu karmaşanın payı büyüktür.
Günümüzde çocuk ve gençlik edebiyatı hiçbir zaman olmadığı kadar önemli ve değerli bir eğitim aracına dönüşmüştür. Sorumluluğu ve görevi her zamankinden büyüktür. Çünkü “Edebiyat ,okurda, yaşamın bir bütün ve anlamlı olduğu duygusunu yaratır.”
Çocuklarımıza ve gençlerimize yaşamın bütünlüğünü ,anlamını ve güzelliğini öğretebilmek, onları yaşama sağlıklı bir gelişimle hazırlayabilmek için, edebiyat hiç vazgeçemeyeceğimiz ve çok özenli bakmamız gereken bir sanat ve bilim dalıdır.
Ancak bu çok değerli sanat ve bilim alanı, bir dizi sorunu da içinde barındırmaktadır. Ülkemizde çocuk ve gençlik edebiyatı yıllardır inanılmaz bir aldırmazlıkla başı boş bırakılmış, adeta yok sayılmıştır. Yerini ise yabancı hayranlığına sebep olan batılı kültüt materyalleri doldurmuştur.
Eğitimbilimciler, sosyologlar, psikologlar, sanatçılar hasılı çocukluk ve gençlik kültürüyle doğrudan ilişkili yetişkinler bilimin ve sanatın işbirliği ve güç birliği yapmasını ülke çapında sağlayamamışlardır.
Ne, zaman ki tüketim kültürünün doğal sonucu olarak çocuk kitaplarının kolay satılan bir ürün olduğu fark edilmiş, ne zaman ki çocukluk ve gençlik çağlarında kullanılan eğitim araçlarının geleceği yarattığı fark edilmiş, işte o zaman çocuk ve gençlik edebiyatında yayın anlamında bir patlama ile karşılaşılmıştır. Bu patlama zaten mevcut olan sorunları, bir sorunlar yumağına dönüştürmekte gecikmemiştir.
Yetişkin dünyasının, vahşi kapitalizmin çıkarlarına göre koşullanmış her türlü ideolojisi çocuk ve gençlik kitaplarına yansımaya, sorunlara, sorunlar eklemeye başlamıştır. Küresel sermayenin güdümünde değişen toplumsal ve bireysel değerler en önce dili bozarak, yasaklayarak, yozlaştırarak gelişmekte olan zihinlere adeta çakılmaktadır.
Yeni yetişmekte olan çocuklarımızın ve gençlerimizin edebiyatın sihirli gücünden yoksun, düşsüz, geleceksiz, tüketime yönelik değerlerle kaplanmış yürekleri ve zihinleri onları gelecekte ya topçu, ya da popçu olmaya,mafya içinde yer alarak aidiyet duygularını tatmin etmeye özendirmekte gecikmemiştir.
Ezberci eğitim sisteminin beyinleri yarışlara koşullu ,medya kültürünün yürekleri tüketime koşullu olarak büyüttüğü çocuklar, yıllardır ülkemizde yönetenler veya yönetilenler olarak yaşamlarını sürdürmektedirler.Edebiyatın sihirli gücünden uzak kalmış zihinlerin ve yüreklerin yetişkinlere dönüştüğü günümüzde doğal sonuç olarak şiddet, iletişimsizlik ve sorun çözememe her geçen gün daha fazla artmaktadır.
Çocukluk ve gençlik nasıl süreçlerdir? Çocuk gelişimi nedir? Nasıl oluşur? Hangi süreçlerden geçer? Genç nasıl bir varlıktır? Çocuklukta ve gençlikte alınan travmalar, yetişkin olunca nelere dönüşür? Çocuklukta kazanılan doğru davranışlar nasıl yetişkinler oluşturur? v.b.bir dizi soru ve yanıtları... önemsenmemektedir.
Yetişkin dünyasındaki çocuk ve gençlik edebiyatını önemsememe,çocukları ve gençleri birer tüketim metaı ve yetişkinlerin beynindeki ideolojileri bir sonraki kuşağa aktaracak hamurlar olarak algılama tavrı, çocuk ve gençlik edebiyatındaki sorunların temel nedenidir.
Günümüzde bu temel nedenin doğurduğu sorunların bir çok yan nedenleri kendiliğinden oluşmuş ve adeta kemikleşmiş, yeniden yapılandırılması çok zor bir oluşum yaratmıştır.. Her neden bir sorunu yaratırken beraberinde diğer sorunlarında oluşmasına katkı koymakta ve sorunlar karmaşık bir yumak haline gelmektedir.Sebepler sonuçları, sonuçlar sebepleri beslemeye devam etmekte ve yumak her geçen gün biraz daha büyümektedir.Çocuk ve gençlik edebiyatındaki sorunlar yumağına şöyle bir baktığımızda, ilk akla gelenler eğitim sistemimizin kendisi, aile yapıları, toplumsal ortam ,yayınevleri, yazarlar, ressamlar, kitap evleri, edebiyat dergileri, gibi başlıklar altında sıralanabilir.
Çocuk ve gençlik edebiyatı alanında pedagojik formasyon
sahibi, çocuk kültüründen haberdar eleştirmen yokluğu ,edebiyat dergilerinin
kendi bindikleri dalı kesmek pahasına çocuk ve gençlik edebiyatının sorunlarına
sayfalarını ayırmaması, eğitimcilerin edebiyatın sihirli gücünden
bihaberliği,sorunların yok sayılmasını sağlamaktadır.
Bu gün çocuk yazınında karşımıza çıkan fiyat, pazar, görsellik, konu, sözcük seçimi ve tümceler,düzeye uygunluk, anlatım, ileti ve dil sorunları çocuklarımızın gelişiminde bir kısır döngü yaratarak kendini tekrar etmekte, kuşakların kimlik oluşumunda adeta bir çığ etkisi yaratmaktadır.
Türü ne olursa olsun biz yetişkinler tarafından yazılan, basılan, resimlenen, dağıtılan, her çeşit çocuk ve gençlik edebiyatı ürünü, çocuklarımızın düşlerini yok etmemek, tersine beslemek durumundadır. Yetişkinlerin belleği ile çocukların düşlerini birleştirebilen çocuk ve gençlik edebiyatı eserlerinin ölümsüzlüğü bundandır.Çünkü insanın diğer canlılardan en büyük farkı düş kurabilme özelliğidir.
Tüketim kültürü bütün silahlarıyla çocuk kültürünü yok etmekte; dolayısıyla insanlığın düşlerini çalarak,dilini bozarak, sermayenin düşlerini silahla, şiddetle, kanla gerçekleştirecek bireyler yaratmak için edebiyat gibi, sinema gibi en etkin sanatları kullanmaktan sakınmamaktadır.
Bize düşen sorunlarımızı tek tek ele alıp,nedenleri ve çözüm önerilerimizle birlikte önce tartışmak, sonra şimdimiz ve yarınlarımız için çözme koşullarını yaratmaktır. Biliyoruz ki sorun nerede ve nasıl olursa olsun çözüme giden yol, sorunun varlığını kabul etmekle başlar.
Çocuklarımızın ve gençlerimizin barış için, çevre için, aşk için, sevgi için, dayanışma için,bağımsızlık için düş kurabilmesinin yolu çocuk edebiyatının değerini fark etmekten geçer. Unutulmaması gereken “Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti”nin de genç Mustafa Kemal'in ve yandaşlarının düşü olarak kurulmuş olmasıdır.Şimdi artık mesele kurulmuş olan Cumhuriyeti koruyup koruyamayacağımız da,geliştirip geliştirmeyeceğimiz de,emperyal güçlere teslim edip etmeyeceğimizde…
Eğer teslim etmeyeceksek; dönüp çocuklara ve gençlere sunduklarımıza bir bakmakta ve sorunları birer birer ama tüm disiplinlerle bir arada çözebilmekte düğümlenmektedir.
Bu gün çocuk yazınında karşımıza çıkan fiyat, pazar, görsellik, konu, sözcük seçimi ve tümceler,düzeye uygunluk, anlatım, ileti ve dil sorunları çocuklarımızın gelişiminde bir kısır döngü yaratarak kendini tekrar etmekte, kuşakların kimlik oluşumunda adeta bir çığ etkisi yaratmaktadır.
Türü ne olursa olsun biz yetişkinler tarafından yazılan, basılan, resimlenen, dağıtılan, her çeşit çocuk ve gençlik edebiyatı ürünü, çocuklarımızın düşlerini yok etmemek, tersine beslemek durumundadır. Yetişkinlerin belleği ile çocukların düşlerini birleştirebilen çocuk ve gençlik edebiyatı eserlerinin ölümsüzlüğü bundandır.Çünkü insanın diğer canlılardan en büyük farkı düş kurabilme özelliğidir.
Tüketim kültürü bütün silahlarıyla çocuk kültürünü yok etmekte; dolayısıyla insanlığın düşlerini çalarak,dilini bozarak, sermayenin düşlerini silahla, şiddetle, kanla gerçekleştirecek bireyler yaratmak için edebiyat gibi, sinema gibi en etkin sanatları kullanmaktan sakınmamaktadır.
Bize düşen sorunlarımızı tek tek ele alıp,nedenleri ve çözüm önerilerimizle birlikte önce tartışmak, sonra şimdimiz ve yarınlarımız için çözme koşullarını yaratmaktır. Biliyoruz ki sorun nerede ve nasıl olursa olsun çözüme giden yol, sorunun varlığını kabul etmekle başlar.
Çocuklarımızın ve gençlerimizin barış için, çevre için, aşk için, sevgi için, dayanışma için,bağımsızlık için düş kurabilmesinin yolu çocuk edebiyatının değerini fark etmekten geçer. Unutulmaması gereken “Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti”nin de genç Mustafa Kemal'in ve yandaşlarının düşü olarak kurulmuş olmasıdır.Şimdi artık mesele kurulmuş olan Cumhuriyeti koruyup koruyamayacağımız da,geliştirip geliştirmeyeceğimiz de,emperyal güçlere teslim edip etmeyeceğimizde…
Eğer teslim etmeyeceksek; dönüp çocuklara ve gençlere sunduklarımıza bir bakmakta ve sorunları birer birer ama tüm disiplinlerle bir arada çözebilmekte düğümlenmektedir.
FORMAL ve İNFORMAL EĞİTİM,
Eğitim bir davranış değiştirme sürecidir. Bireyin kendi
yaşantısı yoluyla gerçekleşir (yaşantı üründür.). Bir süreçtir. Bireylere
toplumsal normları kazandırır.
Önceki yaşamış insanların bizlere bıraktığı maddi manevi
bir miras olan Kültür, bir toplumun sahip olduğu emsalsiz birikimidir.. Eğitim
bir noktada bireyi kasıtlı kültürleme sürecidir. Kültürleme; kültürel
değerlerin bireylere aktarılma sürecidir. Kültürleme üç türlüdür: Zoraki
kültürleme, gelişigüzel kültürleme ve kasıtlı kültürleme.
Zoraki Kültürleme:
Bireye hür iradesi dışında kültürel değerlerin zoraki olarak kabul
ettirilmesidir. Mesela; propaganda, beyin yıkama.
Gelişigüzel
kültürleme: Bireylere plansız, sistemsiz ve gelişigüzel bir biçimde
kültürel değerlerin benimsettirilmesi. Mesela; aile içinde örf, adet, gelenek
ve göreneklerin çocuklarına öğretilmesi.
Kasıtlı kültürleme:
Kültürel değerlerin belli amaçlar dâhilinde ve belirli bir plan çerçevesinde
bireylere aktarılmasıdır. Mesela; formal eğitim (okullarda verilen eğitim gibi)
kasıtlı kültürlemedir.
Kültürlenme: Bireylerin, içinde bulundukları kültürel
unsurları benimseyerek o kültüre katılmasına denir.
Kültürleşme:
Farklı kültürlerin karşılıklı etkileşimi ile gerçekleşen serbest kültür
alış-verişidir. Başka bir ifadeyle farklı toplumlardaki bireylerin karşılıklı
olarak kültürel etkileşimde bulunmasıdır.
Eğitim, kültürün aktarılmasında önemli bir araçtır.
Eğitim, toplumun kültürünü etkileyen ve kültürden etkilenen bir yapıya
sahiptir. Bu nedenle eğitim, kültürel değerlerin izlerini taşır. Eğitim,
kültüre göre gelişmeye karşı daha az direnç gösterir. Eğitimin ana amacı
kültürü aktararak kültürün devamını sağlamaktır. Bu aktarma işi kasıtlı
(planlı, programlı) kültürleme ile gerçekleştirilir.
Eğitim kontrollü veya kontrolsüz olarak meydana gelir.
Kontrollü eğitim planlı, programlıdır. Kontrolsüz eğitim ise plansız,
programsızdır ve bireyin günlük yaşamı içerisinde kendiliğinden gerçekleşir. Bu
nedenle eğitim formal (Planlı, programlı) ve informal (Plansız, programsız)
olarak ikiye ayrılır.
1-) Formal Eğitim: Amaç ve kuralları
önceden belirlenerek planlı ve programlı olarak yürütülen eğitimdir. Formal
eğitim, eğitimin kurumsallaştırılmış halidir. Bireyde davranış değişikliği
meydana getirmek üzere bilinçli, planlı, kontrollü ve kasıtlı bir biçimde
öğretim ortamı düzenlenir. Profesyonel kişiler tarafından verilir. Varılmak
istenen hedefler önceden bellidir. Olumlu (istendik) davranışlar kazandırmak
esastır. Belli bir mekân ve ortam gereklidir. Örgün eğitim ve yaygın eğitim
olmak üzere ikiye ayrılır.
a) Örgün Eğitim:
Okul çatısı altında düzenli olarak yapılan eğitimdir. Belli bir yaş gruplarına
yöneliktir (homojenlik) ve süreklilik (birbirini takip eden kesitlerden
oluşması) göstermektedir. Okulöncesi eğitimden yükseköğretime kadar olan
basamakları kapsamaktadır. Birini atlayıp bir sonrakinden devam edilemez.
b) Yaygın Eğitim:
Örgün eğitime hiç girmemiş, örgün eğitimin herhangi bir basamağından ayrılmış
ya da örgün eğitimi tamamlamamış veya bir meslekte çalışan bireylere yönelik
olarak yapılan eğitimdir. Her yaş grubuna yayılmış eğitimdir (heterojenlik) ve
süreklilik göstermez. Mesela; Halk eğitim kursları (çıraklık eğitimi, nakış-elişi,
dil kursları), hizmet içi eğitimler, açık öğretim, açık lise, uzaktan eğitim.
Sargın eğitim: Sargın eğitim, örgün ve yaygın eğitim
dışında kalan, bireylerin günlük yaşamda içinde belli bir eğitim almadan
kendiliğinden gerçekleştirdiği öğrenme faaliyetleridir. Mesela; bireyin
kendiliğinde çorap, halı ve kilim örmeyi öğrenmesi.
Hizmet içi eğitim: Kişilerin hizmetteki verim ve
etkinliklerinin artırılmasını, gelişmeye yol açan bilgi, beceri ve tutumların
zenginleştirilmesini amaç edinen ve kurumların genel çalışma düzenini sürekli
olarak etkileyen eğitimdir.
Hizmet öncesi eğitim: Kamu kurum veya kuruluşlarında
çalışmaya hak kazanmış ancak henüz işe başlamamış bireylere yapacakları işi
pekiştirmeleri için verilen eğitimdir.
Halk eğitimi: Yetişkinlerin hayat standartlarını
yükseltmek, sorunlarını çözebilmelerine ve yaşadıkları toplumun kalkınmasına
katkıda bulunmalarına yardımcı olmak amacıyla düzenlenen eğitimdir.
İş başında eğitim: Herhangi bir işte çalışan bireylerin,
çalıştıkları iş ortamından ayrılmadan işle ilgili gelişmeleri öğrendikleri
eğitimdir.
2-) İnformal Eğitim: Bir amaca ve
plana bağlı olmadan yaşam içinde kendiliğinden gerçekleşen eğitimdir. Birey
çevresindeki bireylerden, iletişim araçlarından etkilenerek bu eğitimi kazanır.
Bu eğitim genellikle arkadaş, aile ve iletişim araçları aracılığıyla ortaya
çıkar. Yer, mekân ve ortam değişebilir. İnformal eğitim olumluda olumsuz da
olarak gerçekleşebilir. İnformal eğitimde iki önemli öğrenme türü vardır:
gözlem ve taklit…
Çocuk Dostu Medya Düzeni
· Kamu yayıncılığı alanında çocuk dostu medya
düzeni anlayışına göre yasal düzenleme yapılamadı
· Öğrencilerin okulda bulunma süreleri ile
televizyon seyretme süreleri eşit duruma geldi
· Çocuk ihmali ve istismarı konusunda medyanın öz
denetim bilinci zayıf
· Medyanın olumsuz etkilerinden çocuğu koruma
sistemi geliştirilemedi
· Türkiye, medya okuryazarlık kültürü en alt
düzeyde bir ülke
ROL MODEL,
Anne-babanın
güvenli duruşu, çocukları için sağlıklı rol ve model olmaları, güzeli-iyiyi
aile içerisinde hep güçlü bir şekilde temsil etmeleri gerekir. Eğer bir ebeveyn
çocuğuyla güçlü ve güvenli bir bağ, sevgiye dayalı iletişim kurmuşsa, gencin
arkadaşların içinde toplum içinde endişe edeceği bir şey yoktur. Çünkü genç,
ailesi ile oluşturduğu güçlü bir şekilde kurulan güven bağı ile arkadaşları ve
toplum içerisinde güvenli duruşunu sürdürür. Güvenli bağ kuramayan,
suçlanmaktan, eleştirilmekten kaygı duyan gençler, anne ve babalarına
problemlerini anlatamazlar, açıklayamazlar, kaçırırlar, yalan söylerler.Bu
iletişim sorunun, en önemli sebebi anne-babanın çocuğu dinlememesidir. Genç
dinlenmemesi karşısında, kendi içine kapanır, kendi kendine konuşur. Değer
verilmediğini, dışlandığını düşünür. Bu durumda anne-baba o problemi çözmek
için nasıl bir fırsat bulabilirler ki? İletişimde altın kurul; karşınızdaki
kişiye kendisini değerli hissettirtmektir.
TERÖR ve KÖTÜ ALIŞKANLIKLAR
İçinde bulunduğumuz bu kara günlerde acımız ve öfkemiz
ister istemez etrafımıza yansıyor. Ancak özellikle 12 yaş altı çocuğu bulunanların
biraz dikkatli olması gerekiyor. Terörün etkisini terörle birebir yüzyüze
gelme, yakınlarını kaybetme gibi nedenlerle doğrudan yaşayan çocuklarımızın
yanısıra doğrudan etkisi altında kalmayan çocuklarımıza yayılması ancak o
alçakların işine gelir.
Peki doğru tavır nedir?
1. Çocuğunuzu olayın tamamen dışında tutmanız imkansızdır. Yaşına uygun bir şekilde kızgınlık ve üzüntünüzün kaynağını açıklayın. Sözcüklerinizi dikkatli seçin. Ümitsiz ve çaresiz gözükmeyin.
* Kesinlikle bir şey yokmuş gibi davranmaya çalışmayın. Çocuklar ebeveynlerindeki ruhsal değişimleri çok iyi algılar. Eğer duygu durumunuzun nedenini açıklamazsanız kaynağın kendisi olduğunu düşünür. Suçluluk duyar.
* Ümitsiz ve çaresiz gözükmeyin. Korkuya kapılmasına neden olmayın. Çocuğunuzun dolapta bir teröristin saklandığı korkusuyla yaşamasını istemezsiniz değil mi?
2. Çocukların kavramlarının, uzaklık yakınlık algılarının farklı olduğunu unutmayın.
Gerkirse sende canını bu vatana vereceksin gibi bir söylemden çocuğunuzun çıkaracağı anlam çok farklı olacaktır. Yaşına bağlı olarak onu sevmediğiniz ve uzaklaştırmak istediğiniz gibi bir sonuca varabilir. Yada "vatan" sözcüğünü bir tehtid olarak görebilir. Yani amacınızın tam tersi olabilir.
3. Nasılki siz bir şeyler yapmak istiyorsunuz öfkeniz ve acınızla baş etmek için oda bunu isteyecektir. Üstelik böyle bir paylaşım ilişkinizi geliştirir. Oadasına bayrak asmak, birlikte bir anıt vb. ziyareti anlamlı olur.
Çocuğunuzu şehit cenazelerine, diğer anma ve protesto gösterilerine götürmeyin. Yas acı ve öfke duygularıyla bayrak vatan millet kavramlarını birleştirmesine izin vermeyin. Ama mutlaka bayram kutlamalarına götürün. Vatan ve bayrak çoşku, sevinç ve kendine güven duygularıyla birleşsin. Milli bayramlarda da eve şeker cikolata vb. hatta doğrudan ona hediye alın.
4. Normal hayatının akışını bozmayın. Çocuklar rutinleri sever. Rutinlerin bozulması güvensizlik ve kaygı oluşturur. Vatanı sevmek ona sağlıklı bireyler yetiştirmektir.
5. Her zamankinden daha fazla gündemi takip etme isteği duymanız normal. Ancak TV nin her an açık olması (normalde de olmamalı), sürekli bir yas ve öfke havasını yayması onun için uygun olmaz.
6. Bazen kendimize izin veririz. Normal de ağzımızdan dökülmeyecek cümleler ağzımızdan dökülebilir. "hepsini geberteceksin" sizi asla yansıtmayacak ağzınızdan dökülürken bile bunu ben mi söyledim diyeceğiniz bir cümledir belki. Ya da "intikam alınsın" Hatta normalda ağzınızdan asla çıkmayacak küfür sözlerini sarfetmek isteyebilirsiniz. Lütfen çocuklarımızın yanında bundan kaçınalım.
Çocuğunuzun yanında küfür ediyorsanız o küfür ettiğinde hiç şaşırmayın. Yada intikam diye bağırıyorsanız arabasını bozan kardeşinin bebeğini kırdığında şaşırmayın. Bazı durumlarda diye başlayan cümleler çocuklara birşey ifade etmez.
Savaşcılık oynayan, düşmanları nasıl katledeceğini anlatan bir çocuk tehlike sinyali veriyor demektir. Lütfen dikkat.
Peki doğru tavır nedir?
1. Çocuğunuzu olayın tamamen dışında tutmanız imkansızdır. Yaşına uygun bir şekilde kızgınlık ve üzüntünüzün kaynağını açıklayın. Sözcüklerinizi dikkatli seçin. Ümitsiz ve çaresiz gözükmeyin.
* Kesinlikle bir şey yokmuş gibi davranmaya çalışmayın. Çocuklar ebeveynlerindeki ruhsal değişimleri çok iyi algılar. Eğer duygu durumunuzun nedenini açıklamazsanız kaynağın kendisi olduğunu düşünür. Suçluluk duyar.
* Ümitsiz ve çaresiz gözükmeyin. Korkuya kapılmasına neden olmayın. Çocuğunuzun dolapta bir teröristin saklandığı korkusuyla yaşamasını istemezsiniz değil mi?
2. Çocukların kavramlarının, uzaklık yakınlık algılarının farklı olduğunu unutmayın.
Gerkirse sende canını bu vatana vereceksin gibi bir söylemden çocuğunuzun çıkaracağı anlam çok farklı olacaktır. Yaşına bağlı olarak onu sevmediğiniz ve uzaklaştırmak istediğiniz gibi bir sonuca varabilir. Yada "vatan" sözcüğünü bir tehtid olarak görebilir. Yani amacınızın tam tersi olabilir.
3. Nasılki siz bir şeyler yapmak istiyorsunuz öfkeniz ve acınızla baş etmek için oda bunu isteyecektir. Üstelik böyle bir paylaşım ilişkinizi geliştirir. Oadasına bayrak asmak, birlikte bir anıt vb. ziyareti anlamlı olur.
Çocuğunuzu şehit cenazelerine, diğer anma ve protesto gösterilerine götürmeyin. Yas acı ve öfke duygularıyla bayrak vatan millet kavramlarını birleştirmesine izin vermeyin. Ama mutlaka bayram kutlamalarına götürün. Vatan ve bayrak çoşku, sevinç ve kendine güven duygularıyla birleşsin. Milli bayramlarda da eve şeker cikolata vb. hatta doğrudan ona hediye alın.
4. Normal hayatının akışını bozmayın. Çocuklar rutinleri sever. Rutinlerin bozulması güvensizlik ve kaygı oluşturur. Vatanı sevmek ona sağlıklı bireyler yetiştirmektir.
5. Her zamankinden daha fazla gündemi takip etme isteği duymanız normal. Ancak TV nin her an açık olması (normalde de olmamalı), sürekli bir yas ve öfke havasını yayması onun için uygun olmaz.
6. Bazen kendimize izin veririz. Normal de ağzımızdan dökülmeyecek cümleler ağzımızdan dökülebilir. "hepsini geberteceksin" sizi asla yansıtmayacak ağzınızdan dökülürken bile bunu ben mi söyledim diyeceğiniz bir cümledir belki. Ya da "intikam alınsın" Hatta normalda ağzınızdan asla çıkmayacak küfür sözlerini sarfetmek isteyebilirsiniz. Lütfen çocuklarımızın yanında bundan kaçınalım.
Çocuğunuzun yanında küfür ediyorsanız o küfür ettiğinde hiç şaşırmayın. Yada intikam diye bağırıyorsanız arabasını bozan kardeşinin bebeğini kırdığında şaşırmayın. Bazı durumlarda diye başlayan cümleler çocuklara birşey ifade etmez.
Savaşcılık oynayan, düşmanları nasıl katledeceğini anlatan bir çocuk tehlike sinyali veriyor demektir. Lütfen dikkat.
Sigara,
uyuşturucu, kumar, fuhuş, hırsızlık gibi bir kısmı adli suç kapsamına giren
kötü ve
zararlı
alışkanlıklar da hayati derecede öneme sahip gençlik sorunları arasındadır.
Türkiye'de
yetişkin
nüfusun yaklaşık yarısı sigara içmektedir. Ülkemizde sigaraya başlama yaşının
da 13'e
indiği
belirtilmektedir .
BM (Birleşmiş
Milletler) Uyuşturucu ve Suç Ofisi’nin Türkiye’de yaptığı araştırmada;
uyuşturucuya
başlama yaşının düştüğü ve kullanım oranının arttığı belirlenmiştir. Örneğin
İstanbul’da 15
ilçedeki 43 lisede 104 sınıfta 3 bin 168 öğrenciyi kapsayan “Madde
Kullanım
Yaygınlığı Araştırması”na göre; 2004 yılında, 2001 yılına oranla, esrar kullanımının % 75,
eroin
kullanımının % 100, sentetik hap kullanımının ise % 287 arttığı tespit
edilmiştir. Aradan geçen 10 yıllık süreç sonuçları ise endişe verici boyutları
aşmış durumdadır. Gençlerin, İzmir’de yüzde 6,1’i, İstanbul’da 5,1’i
Diyarbakır’da 5,1’i, Adana’da 3,3’ü, Ankara’da ise 2,9’u uyuşturucu kullandığı
tespit edilmiştir.
Kötü
alışkanlıkların sokağa attığı, yani sokakta yaşayan çocuklar ve gençler de, çok
hazin bir Türkiye gerçeğidir. Bu sorunda sadece bir gençlik sorunu değil, geniş
bir şekilde sosyal, psikolojik, güvenlik ve adalet boyutlarını da içine alan
bir ülke sorunu haline gelmiştir. Bu gençlerin birçoğu, madde bağımlısı olup;
suç işleyerek yaşamını sürdürmekte ve cinsel sömürüye maruz bırakılmaktadır. Bu
durumdaki gençlerin sayısı da özellikle son yıllarda azımsanmayacak boyutlara
ulaşmıştır .
ÇOKGENÇ ve ÇEVRE
“Çevre”, denildiğinde
çevredeki varlıklar, bu varlıklar arasındaki etkileşimli ilişkiler ve bu
ilişkilerin sürdürülebilme gücü, “Çevre sorunu” denildiğinde ise canlıların varlıklarını
sağlıklı olarak sürdürebilmesini ve sürekli olarak geliştirebilmesini
kısıtlayan, güçleştiren ve giderek ortadan kaldırabilen her türlü süreç
anlaşılmaktadır. Sağlık ve çevre ilişkisi boyutunda konu ele alındığında
“çevre” kişi üzerindeki dış etkilerin bütünüdür, aynı zamanda çevre yaşamı
sürdürme ve sağlama sistemidir. Bu sistemin en temel öğeleri su, yiyecek ve
barınaktır. Sağlık açısından bakıldığında çevre:
Fizik Çevre (sıcaklık,
soğuk, ışın, travma, zehirler, içme kullanma suyu, atıklar, konut sağlığı,
iklim koşulları, hava ve su kirliliği, giyeceklerimiz, kamuya açık yerler,
sağlığa zarar verme olasılığı olan kuruluşlar, mezarlıklar),
Biyolojik Çevre
(mikroorganizmalar, asalaklar, mantar vb etkenler),
Sosyokültürel Çevre (iş
yeri ortamı, aile yapısı, kentler, sosyal güvence vb) olmak üzere üç grupta
incelenir.
Bu durumda “çevre”,
hastalıklar için zemin hazırlayabilir, doğrudan hastalık nedeni olabilir, bazı
hastalıkların gidişini ve sonucunu etkileyebilir
Çocuklarımız
bugün eski kuşakların yaşadığı çevreden çok farklı bir çevrede yaşamaktadırlar.
Teknoloji, nüfus ve üretilen ürünlerde 21 yüzyıl da bir patlama olmuştur.
Mevcut teknoloji çağına en önemli katkılardan biri binlerce yeni kimyasal
maddenin keşfi ve kullanılmasıdır. Bugün çocuklarımıza miras bıraktığımız
çevrede ormanları aşırı tüketilmiş, toprakları erozyon ile çoraklaşmış ve
denize akıtılmış, suyu ve havası kirlenmiş, besinleri aşırı gübre, tarım ilacı
ve hormanlarla bozulmuş, yeşili gri betona ve mavisi boz bulanaık renge dönüşmüş
denizler, göller, ırmaklar bırakıyoruz. Üzerinde yaşadığımız gezegeni yaşanamaz
ve sürdürülemez yapmak için elimizden geleni ardımıza koymuyoruz. Daha fazla
gelir için herşeyin suni/sentetiğine yönelerek doğal ürünlerden uzaklaşmak,
üzerinde yaşadığımız dünyayı geleceğimizin umutları çocuklarımız için daha da
yaşanmaz duruma getirmektedir.
İnsanların
sürekli yaşadıkları yere çevre denir. Dağlar, ovalar, çayırlar, ormanlar,
göller, denizler, ırmaklar, doğal çevreyi oluşturur.Doğal Çevrenin korunması
amacı ile 1972 yılında İsveç’in Stockholm kentinde Birleşmiş Milletler Çevre
Konferansı toplandı. Bu toplantıda çevre sorunları ele alındı. Çevre
kirlenmesine karşı üye ülkeler ortak çözüm yolları aradılar. Birleşmiş
Milletler Çevre Konferansında 5 Haziran gününün Dünya Çevre Günü olması
kararlaştırıldı. Her yıl Birleşmiş Milletler’e üye ülkelerde 5 Haziran Dünya
Çevre Günü olarak değerlendirilir. Ülkemizde bu amaçla 1978 yılında Türkiye
Çevre Sorunları Vakfı, daha sonra Çevre Müsteşarlığı kuruldu. Başbakanlığa bağlı
Çevre Müsteşarlığı 5-11 Haziran tarihleri arasını Çevre Koruma Haftası olarak
kabul etti. Doğal çevrenin kirlenmesi bütün ülkelerin ortak sorunudur. Çevre
kirlenmesi hepimizin günlük yaşayışını etkileyen bir olaydır. Uygarlığın
gelişmesi, endüstrileşme sonucu fabrikalarda insan gücüne gereksinme arttı.
Kırlarda, köylerde, doğal çevrede yaşayan insanlar kentlere göçtü. Kent nüfusu
önemli ölçüde çoğaldı. Kentlerde nüfusun artışı ve endüstrileşme ile birlikte
çevre sorunları ortaya çıktı. Bu sorunun en önemlisi çevre kirlenmesidir.
Başlıca çevre sorunları su, hava ve toprak kirlenmesidir. Su kirlenmesi ile deniz hayvanlarının yaşam ortamları bozulur. İnsan doğadan mecburende uzaklaşır olmuştur. Kirli sularda avlanan balık ve öteki deniz ürünlerini yenmez haldedir. Böyle sularda yüzmek dahi sorunlara yol açar. Hava kirliliği daha çok yakıtların gereği gibi yakılmaması sonucu ortaya çıkar. Kirli hava solunuma elverişsiz havadır. Kirli hava solunum yolları hastalıklarını artırır. Solunum organlarımızı yorar. Hava kirliliği ölümlere bile sebep olur.Toprak kirlenmesi; çeşitli ilaç ve gübrelerle toprağın tarıma elverişsiz duruma gelmesidir. Tarlada kullanılacakı ilaç ve gübre çeşidi hala da bilinçsizce kullanılmaktadır. Hangi gübrenin hangi cins topraklarda yararlı olacağı bilinmektedir. Bu nedenle; ilgili uzmana danışmaksızın ilaç ve gübre kullanılmamalıdır. Toprak kirlenmesi toprağın verimini azaltır. Bitki hastalıklarını çoğaltır.Bugün pek çok ilimiz çevre sorunları ile karşı karşıyadır. Örneğin Ankara’da hava, İstanbul’da su. Mersin ve Adana’da toprak kirlenmesi birer çevre sorunudur.
DOĞAL ÇEVRENİN KORUNMASİ İÇİN ALINACAK ÖNLEMLER
Doğal çevrenin korunması : Bu konuda alınabilecek belli başlı önlemler şunlardır:Akar ve durgun sular, insan ve hayvan artıkları ile kirletilmemeli, Biriken çöpler hemen kaldırılmalı ve çöpler değerlendirilmelidir. Zararlı hayvanların, böceklerin özellikle, karasinek ve sivrisineklerin üreyip çoğalmaları engellenmeli,Kanalizasyon borularındaki patlamalara anında müdehaleler yapılmalıdır. Yakıtların tam yakılması sağlanmalıdır. Böylece hem enerji kaybı, hem de hava kirliliği önlenmiş olur. Doğal çevrenin kirletilmesi yasalarımıza göre suçtur. Bu suçu işleyenlere para ve hapis cezaları verilir. Doğal çevre bizim çevremizdir. Biz doğayı korudukça doğa da bizleri korur. Havaya, suya, toprağa karışan kimyasal artıklar doğayı etkiliyor. Bu artıkların çoğalması insan sağlığını bozuyor. Kısaca çevre sorunları, sağlımızla yakından ilgili bir konudur. Doğal çevrenin güzelliklerini korumak bütün toplumun ve tüm insanlığın ortak görevidir. Bu konuda girişilen çalışma ve çabalara katılalım. Soluduğumuz havanın, içtiğimiz ve kullandığımız suların, bulunduğumuz yerin temiz olmasını istiyorsak çevre kirlenmesine engel olalım. Sağlımıza uygun bir çevrede yaşamak için doğal çevremizi koruyalım.
Başlıca çevre sorunları su, hava ve toprak kirlenmesidir. Su kirlenmesi ile deniz hayvanlarının yaşam ortamları bozulur. İnsan doğadan mecburende uzaklaşır olmuştur. Kirli sularda avlanan balık ve öteki deniz ürünlerini yenmez haldedir. Böyle sularda yüzmek dahi sorunlara yol açar. Hava kirliliği daha çok yakıtların gereği gibi yakılmaması sonucu ortaya çıkar. Kirli hava solunuma elverişsiz havadır. Kirli hava solunum yolları hastalıklarını artırır. Solunum organlarımızı yorar. Hava kirliliği ölümlere bile sebep olur.Toprak kirlenmesi; çeşitli ilaç ve gübrelerle toprağın tarıma elverişsiz duruma gelmesidir. Tarlada kullanılacakı ilaç ve gübre çeşidi hala da bilinçsizce kullanılmaktadır. Hangi gübrenin hangi cins topraklarda yararlı olacağı bilinmektedir. Bu nedenle; ilgili uzmana danışmaksızın ilaç ve gübre kullanılmamalıdır. Toprak kirlenmesi toprağın verimini azaltır. Bitki hastalıklarını çoğaltır.Bugün pek çok ilimiz çevre sorunları ile karşı karşıyadır. Örneğin Ankara’da hava, İstanbul’da su. Mersin ve Adana’da toprak kirlenmesi birer çevre sorunudur.
DOĞAL ÇEVRENİN KORUNMASİ İÇİN ALINACAK ÖNLEMLER
Doğal çevrenin korunması : Bu konuda alınabilecek belli başlı önlemler şunlardır:Akar ve durgun sular, insan ve hayvan artıkları ile kirletilmemeli, Biriken çöpler hemen kaldırılmalı ve çöpler değerlendirilmelidir. Zararlı hayvanların, böceklerin özellikle, karasinek ve sivrisineklerin üreyip çoğalmaları engellenmeli,Kanalizasyon borularındaki patlamalara anında müdehaleler yapılmalıdır. Yakıtların tam yakılması sağlanmalıdır. Böylece hem enerji kaybı, hem de hava kirliliği önlenmiş olur. Doğal çevrenin kirletilmesi yasalarımıza göre suçtur. Bu suçu işleyenlere para ve hapis cezaları verilir. Doğal çevre bizim çevremizdir. Biz doğayı korudukça doğa da bizleri korur. Havaya, suya, toprağa karışan kimyasal artıklar doğayı etkiliyor. Bu artıkların çoğalması insan sağlığını bozuyor. Kısaca çevre sorunları, sağlımızla yakından ilgili bir konudur. Doğal çevrenin güzelliklerini korumak bütün toplumun ve tüm insanlığın ortak görevidir. Bu konuda girişilen çalışma ve çabalara katılalım. Soluduğumuz havanın, içtiğimiz ve kullandığımız suların, bulunduğumuz yerin temiz olmasını istiyorsak çevre kirlenmesine engel olalım. Sağlımıza uygun bir çevrede yaşamak için doğal çevremizi koruyalım.
ÜLKEMİZDE ÇOCUK ÇEVRE SAĞLIĞINA YAKLAŞIM
Ülkemiz açısından
bakıldığında temel hedefler:
-Toplumun çocuk çevre
sağlığı risklerini uygun kapsamda algılamalarını sağlamak,
-Etkin bir risk yönetimi ve
iletişimini sağlamak,
-Toplumun çevresel
risklerle ilgili eğitimini sağlayacak etkin teknikler geliştirmek,
-Kaynak dağılımında ve
sağlanmasında etkin olan, politika belirleyici kişi, kurum ve kuruluşların
talebiyle yönlendirilmesini sağlayacak kamuoyunun oluşmasını sağlamak,
-Toplumda risksizlik talebi
yaratmak olmalıdır.
Toplum talebi olmadan
politik karar vericilerin kaynak tahsisi oldukça güçtür ve yeterli
olmayacaktır. Bu nedenle aşağıdaki sorunlar üzerinde durulmalıdır
-Klasik çevre eğitimi
çevresel insan etkilenimi ile ilgili genel kavramları tam olarak vermemektedir.
-Tıp fakültesi ve hekim
dışı sağlık personeli yetiştiren okulların müfredatları da kapsam ve içerik
olarak söz konusu kavramları ve değerlendirilmesiyle ilgili becerileri
kazandırabilmekten uzaktır.
-Özellikle tehlike sınırı
olarak belirtilen düzeylerin altındaki etkilenimlerin sağlık üzerindeki olumsuz
sonuçlarını değerlendirmeye yönelik çalışmalar ülkemizde yeterli değildir.
Çocuk etkilenimiyle ilgili çalışmalar hemen hemen hiç yoktur. Bu gibi
araştırmalar özendirilmelidir.
-Kalkınma planlarında çevre
sağlığı ile ilgili hedefler, çevreye yönelik hedefler birbiriyle uyumlu ve
sistemli olarak ele alınmalıdır. Günün aktüel konularına ağırlık vermekten çok
genel sistem bütünlüğü esas olmalıdır. Öneriler izlenmelidir.
-Standard-mevzuat çelişkisi
olmamalıdır.
-Bilimsel çalışmalarda
multifaktöryel etyoloji ve karıştırıcı faktörler göz önüne alınmak zorundadır.
Çevresel biyomarkerler konusunda araştırmalara ağırlık verilmelidir.
-Çevreye yönelik ulusal
araştırmalarda meta analizlerin yapılmasına yönelik kaynak desteği
sağlanmalıdır. Birbirini tamamlayan ve amaca uygun araştırmalar özendirilmeli
ve bu gibi araştırmalara kaynak yaratılmalıdır.
-Risk ve risk yönetimi
kavramları söz konusu okul müfredatlarına eklenmeli, söz konusu değerlendirme
ve uygulamaların gerektirdiği eğitim, formasyon, uygulama standardı vb
belirlenmelidir. İlgili eğitim, mevzuat ve yaptırım alt yapısı yaratılmalıdır.
-Çevresel insan ve
özellikle çocuk etkilenimi ve çevre kirletici değerler arasındaki ilişkileri
belirlemeye yönelik veri tabanı eksikliği giderilmelidir. Söz konusu verileri
toplamaya yönelik her türlü çalışma sonuçları ulaşılabilir hale getirilmelidir.
-Çevre ve sağlık bilgi
sistemi zorunlu hale getirilmeli ve yasal zemine oturtulmalıdır. Politika
geliştirmeye ve değerlendirmeye elverişli güvenilir, karşılaştırılabilir,
geçerli çevre, sağlık demografik, mesleki, yaşama biçimi ve sosyoekonomik düzey
bilgilerinin sağlanmalıdır.
-Oluşturulacak veri tabanı
kolay ulaşılabilir olmalıdır. Bilimsel kuruluş üyelerinin ulaşabilmesinde
ekonomik ve yasal engeller konulmamalıdır. Kişiler ve kuruluşlar kendilerinin
ulaşamadığı veri tabanına katkı yapmaktan kaçınmaktadırlar.
-Risk değerlendirmesi ve
danışmanlık yapabilecek özel sektör kuruluşları, çalışma ve raporlandırma
statüleri, sahip olmaları gereken asgari teknoloji ve personel vb belirlenmeli
ve standarda bağlanmalı, mevzuat alt yapısı oluşturulmalıdır.
-Risk değerlendirmesi ve
risk yönetimi kavramları uygulamaya sokulmalıdır. Burada risk yönetiminden amaç
"risklerin en düşük düzeye çekilmesi amacıyla yönetim bilgi ve
becerilerinin kazandırılması"dır.
-Bilimsel risk kavramı ile
toplum risk algılaması arasındaki ağırlıklandırma farklılıkları giderilmeye ya
da en aza indirilmeye çalışılmalıdır. Risk yönetimi uygulamalarının temelinde
etkin bir risk iletişimi gelmektedir.
TEKNOLOJİ ve
MODERNİTE
Önce “modernlik ne demektir?” sorusuna
cevap arayalım. “Modernlik, akılcı, bilimsel, teknolojik ve idarî etkinliğin
ürünlerinin yaygınlaştırılmasıdır.”
“Modern” terimi de yeni kazanılmış ve
formule edilmiş bilgilerin durumunu ifade etmek için ortaya atılmıştır. Ama
güncel olandan, yerleşmiş ve gelenekselleşmiş olandan ayrı olan anlamına da
gelir. Bunun gibi gerçek değişimleri, düşüncenin, zihniyetin ilerleyici
dönüşümünü, geleneğin imkânını, ne şekilde olursa olsun yenilik hastalığına
tutulmayı da ifade etmektedir.
Bu manada modernlik, sırf değişim
değildir; ama toplum hayatının bölümlerinin (siyaset, iktisat, aile, din ve
sanat gibi) gittikçe daha çok farklılaşmasını ihtiva eder.
ENTELEKTÜEL BİR SİNERJİ ÖRNEKLEMESİ
Soru: Modern Mahrem kitabında Nilüfer Göle , "aslında"
diyor "üniversitelerdeki başörtüsü mücadelesi temelinde devletin dayattığı
modernlik dışında ama yine modernite içerisinde Müslüman kalarak inandığı
değerlere göre yaşayan, gerek eğitimde, gerek siyasette ve gerekse iş hayatında
kendi kimliğiyle modernleşme mücadelesidir". şimdi bu bağlamda ben size
bir soru sormak istiyorum: Modernlik yani modernite içinde kalarak – çünkü
modernite bir paradigmadır ve bu paradigmanın temelinde sekülerizm vardır—
Müslümanca bir modernlik oluşturmak mümkün müdür?
Cevap: Modernlik veya modernite ya da modernizm – her neyse –
bizim tercihimiz değildir. Yani biz onu kendi irademizle tercih ederek yaşıyor
değiliz; bu bize dayatılmış bir şey… Biz de bakıyoruz ki başka türlü olmuyor
"o zaman biz bu moderniteyi mümkün olduğunca İslâm'dan onay alabilecek bir
formata, muhtevaya kavuşturalım, olmadı gerekirse biraz da İslâm'ı esnetelim…
Ortasını bulalım… Olmuyor işte ne yapalım…" diyerek kabul
ettiğimiz/ettirildiğimiz bir süreç bu. Aslında bizim kendi irademizle
isteyerek, ihtiyarımızla tercih ettiğimiz, yaşadığımız bir şey değil. Refah
Partisi hareketi modernitenin tasdikiyle, kabulüyle, onaylanmasıyla ortaya
çıkmış bir şey değil; o da bir dayatmanın zorunlu bir sonucu olarak bir yöntem
arayışından ibaret. Erbakan Hoca "Millî Görüş" dediği zaman
"Fatih Sultan Mehmed'e İstanbul'u fethettiren, Alpaslan'a 1071'de
Anadolu'yu İslâm'a açtıran zihniyet" diyor. Ama kendisini öyle ifade etmek
zorunda kalıyor. Başka bir yöntem bulamıyor çünkü. Bugünün şartları ve
dayatmaları içerisinde bunu bir çıkış yolu olarak görüyor. Dolayısıyla bu,
modernite değil; içinde fetih ruhu var. Modernitede fetih olmaz.
Kız öğrencilerin, kadınların çalışması, okuması vb. konular
bence olayı belirleyen şeyler değil. Çünkü bunlar yöntem belirleyen
mekanizmalar değil. Çok bilinçli tasarlanmış şeyler de değil. Yani de facto
durumlara karşı bulunan, geliştirilen tedbirler, çareler… Böyle bir şey…
Bunun için ben "Bir İslâm modernitesi mümkün müdür? İslâmî
bir modernite olabilir mi?" sorusunun yanlış bir soru olduğunu
düşünüyorum. Çünkü hem kendi içinde çelişkili, hem de bir dayatmanın sonucu…
Çaresizlik neticesi "ben bunu kabul etmek zorundayım" diyorsun…
Arkasından da "bunu İslâm'la nasıl bağdaştırırım?" sorusunu
soruyorsun… Yani bu dayatılmış bir soru… Yanlış bir soru… Bu yaşadığımız şey
tabii bir süreç değil.
Soru: Burada tercihten ziyade size devlet eliyle dayatılmış bir
modernite var ve bu modernite sizi aslında tamamen Batılılaştırıyor. Bir de bu
sürece direnmiş bir toplum var; ama bu direniş bir alternatif oluşturamamış.
Fakat modernite içerisinde kalarak farklı bir tecrübe arayışını getirmiş.
Mesela halk İmam Hatip Lisesi'ne çocuğunu gönderiyor ama imam olmasını
istemiyor; dindar bir doktor olsun veya dindar bir mühendis olsun gibi
taleplerle bunu yapıyor. Yani modern hayat içerisinde hayata yapışmasını ve
başarılı olmasını istiyor. Acaba bu, çok makbul olmasa da sistemin dayattığı
modernitenin dışında daha Müslümanca bir modernite tecrübesine tekabül eder mi?
Cevap: Bence hâlâ, bunun adını ister islâmî modernite, isterse
farklı bir şey koyalım, olması gerekenden farklı bir durum, bir kırılma, bir
arıza, bir sapma –ne derseniz deyin— bunun ifadesidir. Bir arayıştır.
Dolayısıyla modernitenin ruhunda mündemiç bulunan "kabullenmişlik"ten
burada söz edemeyiz.
Modernizm, yeni bir İslam tanımı üzerine kurulu bir
paradigmadır. Geçmişte anlaşılan, inanılan ve yaşanan İslam'dan hemen her
şeyiyle farklı bir tasavvur bu. Yani siz bu hayatta diyelim ki Mâiz b. Mâlik
(r.a)'ın zina ettikten sonra gidip "Yâ Rasûlallah beni temizle"
demesini, günümüzde herhangi bir Müslümana çok kolay izah edemez, kabul
ettiremezsiniz. Özellikle hadler modern insan için çok temel, önemli bir
problem… Bunu kabul edemiyor modern Müslüman… Dolayısıyla bu zihniyetini
oluşturan modern değerlerle çatışmayan bir İslâm kabul etmeye, böyle bir İslâm
tasarlamaya kendisini zorluyor… Bununla çatıştığı anda rivâyetse reddediyor,
âyetse tarihsellikle niteliyor… Yaşadığı hayatı esas kabul edip nassları ve
ilkeleri buna göre yorumlamaya zorluyor kendisini. Aslında yaşadığımız hadise
bunda ibaret. Yani sistemin, resmî söylemin bize dayattığı bir modernite
versiyonu var bir de Müslümanların kendi çıkış arayışları sonucunda
kendiliğinden oluşuveren bir şeyler var…. Bu da bir modernitedir… Doğru… Ama
tasdik edilebilir bir modernite mi?
Modernitenin kendisi bir kere ontolojik olarak problem. Onun
için bu yaşadığımız hayatı içselleştirme, "meşrulaştırma" arayışının
bir sonucu. Bu hayatı biz nasıl Müslümanlığımızla barıştırabiliriz? Ya da
Müslüman kalarak bu hayatı nasıl içselleştirebiliriz?
Bizim temel Müslüman kimliğimizle ilgili olarak, âyet-i kerîme
mümini tarif ederken – belki biraz fazla teorik olacak ama Âl-i İmrân, suresinde diyor ki;
Burada iki tane özellik sayıyor. Birisi imanla ilgili; itikadiyâtı
çerçeveliyor, diğeri ise hayata dönük; emr-i bi'l-marûf – nehy-i ani'l-münker… İşte biz
bundan vazgeçiyoruz… Yani birincisini kabul ediyoruz, ikincisi bizi zorladığı
için reddediyoruz. Hatta – Allahu a‘lem— bu iki hususun âyet-i kerîmede böyle
bir sıralamayla zikredilmiş dolmasında da önemli bir mesaj, hikmet vardır
diyebiliriz. Önce emr-i bi'l-marûf – nehy-i ani'l-münker, ardından Allah'a iman
zikredilmiş… Belki ikincisini hayata intikal ettirmek daha kolay. Çünkü
toplumsal hayata –en azından doğrudan– sirayeti yok. Ama birincisi öyle değil;
doğrudan hayata / dış dünyaya intikali/etkisi olacak bir şey… Biz bundan
vazgeçiyoruz. Mesela artık Müslüman kendisini emr-i bi'l-marûf – nehy-i
ani'l-münker yapmakla sorumlu addetmiyor, "çoğulcu toplum" modelini
önemsiyor, öne çıkarıyor, vurguluyor. Herkese kendi bulunduğu konumda saygı
duyma, kim neye inanırsa inansın ve kim neyi inkâr ederse etsin, herkesin
fikrini saygıyla karşılama tavrı allanıp pullanıp ambalajlanıyor ve bize bunun
aslında İslâm olduğu söyleniyor. Ama bu bir münker ve senin bunu değiştirmen
lazım… Hadi diyelim ki gayr-i Müslim kendi hayatını yaşasın, ona o özgürlüğü
İslâm vermiş ama bir adam "ben Müslümanım" diyorsa senin münker
olduğu çok açık/net olan hususlarda onun yaptığına saygı duyman değil, onu
uyarman gerekiyor. Bu hususta sana bir mükellefiyet terettüp ediyor… Bundan
bile vazgeçtik… Bunu bile es geçiyoruz ki bu, arızalı bir İslâm algısıdır.
Soru: Osmanlının son döneminde Üstad Bedîuzzaman'da, Sait Halim
Paşa'larda gördüğümüz, "Batının imanını ahlâkını dışarıda bırakın ama teknolojisini
alın" şeklinde ifade edilen modernite arayışları var.
Cevap: Bu da bir arıza noktasıdır. Mesela Mustafa Sabri Efendi
gibi "geleneğin"– tırnak içinde ve ifadede pratiklik sağlasın diye
kullanıyorum— içinden gelen ve onu savunan, onunla özdeşleşmiş bir insanın
Sultan Abdülhamid Han yönetiminden "istibdat" diye bahsetmesi bir
arızadır. Peki bilmiyor mu, başınızdaki adam size Allah'a isyanı emretmedikçe
ona itaat edeceksiniz… Bunu bilmiyor mu? Biliyor… Ehl-i Sünnet'in genel çizgisi
de bu… Bunu da biliyor… Ama bu istibdat, müstebit söylemleri nerden geliyor?
Batıdan bu tarafa doğru esen uhuvvet, müsâvât, hürriyet vs. rüzgârlardan,
meşrutiyet rüzgârından etkileniyor. Bu da bugünün konjonktürü gibi o günün
konjonktürüydü ve onları etkiledi… Bedîuzzaman'ı da etkiledi, Mustafa Sabri
Efendi'yi de etkiledi, diğerlerini de etkiledi… Yanlış bir duruştu bu. Nitekim
bunun yanlışlığını biz bugün buradan bakınca görüyoruz; Sultan Abdülhamid Han
gitti de ne halloldu? İşte bugüne geldik. Yanlışlığını biz buradan bugün
bakınca görebiliyoruz. Arızalı bir durumdu… Yani o Abduh söylemleri, Mehmed
Akif'in tesbitleri vs., bütün bunlar beni oraya götürüyor.
Soru: Teknolojiyle alakalı Arnold Toynbee'nin Dünya, Batı ve
İslâm kitabı var… Pınar Yayınları'ndan çıktı. Tercümesini ben yaptım. Orada çok
ilginç bir hadise anlatılıyor. Mehmed Ali Paşa Mısır'da Osmanlıya
başkaldırdığında yaşanmakta olan zaafiyetin teknolojiyle aşılabileceği,
özellikle de donanma olmadan Akdeniz'de ciddi bir güç olunamayacağı kanaatine
varıyor ve bir donanma kurmak istiyor. Ama kiminle kuracak donanmayı? Bu işi o
zaman Avrupalılar biliyor. Avrupa'da ilan ettiriyor… Mühendis, gemi
mühendisleri, donanma uzmanları arattırıyor. Çok ciddi maaşlar vereceğini
söylüyor… vaadlerde bulunuyor… Sonunda elli kadar mühendis geliyor Mısır'a…
Geldikleri zaman oturup bir sözleşme yapıyorlar. Mühendisler, "tamam
istediğiniz donanmayı biz kurabiliriz ama bizim ailelerimiz var onlar da buraya
gelmeli" diyorlar. Mehmed Ali Paşa, "tamam gelsinler" diyor.
"Ama" diyorlar "çocuklarımız var ve onların eğitimi için okul da
açmamız lazım. Okul için de oradan öğretmenler getirtmeliyiz. Çoluk çocuğun
hasta olmaları durumunda tedavi görecekler bir hastane kurmak ve Avrupa'dan
hastane personeli getirmek gerekiyor. İbadet etmemiz için kilise, dolayısıyla
bir de rahip lazım" diyorlar ve oraya koloni şeklinde devasa bir site
kuruyorlar. Aradan on yıl geçtikten sonra, bu insanlar halkla iç içe de girince
yazarın ifadesiyle o zamana kadar müslüman kadınların yüzünü göremeyen ecnebîler
bu kadınların doğumunu yaptırmaya başlıyor. O site içinde oluşan modern batılı
hayat tarzı çevreyi de etkileyerek genişliyor. Teknolojiyle modernite
ilişkisini anlatan çarpıcı bir örnek bu.
Soru: Ali Şeriatî'nin Medeniyet ve Modernizm kitabında da ilginç
bir anekdot var. Şeriatî anlatıyor: "Fransa'da doktora yaparken son sınıfa
geldiğimde aldığım bursların baskısı altında eziliyordum. Sonunda çalışmaya
karar verdim. Bir sosyolog olarak iş arıyorum… Gazete ilanların bakıyorum…
Şehrin farklı yerlerine asılmış iş ilanlarına bakıyorum. Bir yerde sosyolog
arayan bir ilan gördüm. Gidip müracaatta bulundum. "Falan gün mülâkat için
buyurun gelin" dediler. O gün gelip çattığında gittim ve beni bir salona
aldılar. Bir de ne göreyim; iki sene önce doktorada hocam olan emekliye
ayrılmış bir prof. sosyolog. Beni karşısına aldı, biraz sohbetten sonra ona
"hocam biz sosyoloğuz, bunlar ise fabrikatör… Biz bunlara nasıl bir hizmet
verebiliriz ki?" dedim. "Olur mu?" dedi, "asıl bizim,
bunlara sunabileceğimiz önemli hizmetler var. Biz yıllardır bunlara hizmet
sunuyoruz". Onun bu sözleri kafamı karıştırdı. Ben tekrar "Hocam
bunlara nasıl bir hizmet verebiliriz ki bunlar makine üretiyor, araba üretiyor,
biz ise sosyoloğuz, toplumla ilgileniyoruz" dediğimde, "otur sana bir
hadise anlatacağım" dedi ve anlatmaya başladı: "Avrupa kendi
ihtiyacını karşılamak üzere arabalar üretti. İhtiyaç fazlası araç yığını
oluşunca bu arabaları ne yapacaklarını düşünmeye başladılar ve sonunda bu
arabaları başka toplumlara satmaya karar verdiler. Ama tabii ki bu o kadar
kolay değil. Zira Avrupa'nın geçtiği Sanayi Devrimi vb. aşamaları geçirmemiş
toplumlar bunlar. Bizim ihtiyaç olarak gördüğümüz şeyleri onlar ihtiyaç olarak
görmemekte. Sonunda birkaç sosyoloğu Afrika'ya gönderdiler. Bu sosyologlar o
toplumları inceleyip araştırdılar, yapısını çözdüler ve bir raporla geri
döndüler. "Bu toplumlarda kabile reisleri var. Kabile reisleri
birbirlerini kıskanır ve birbiriyle rekabet içindedir. Bunların farkı zevkleri
var. Mesela kabile reisinin en büyük zevki o toplumun en iyi atına sahip
olmaktır. Her sabah atına biner, sekiz km'lik bir alanda çıkar gezer "ben
varım" der – o bir üstünlük göstergesidir— sonra geri döner. Bu kabile
reisleri değerli taşlara sahip. Bizim buraya araba satmamız zor ama eğer bunların
zevkini değiştirebilirsek biz buraya araba satabiliriz" dediler. Bunun
üzerine bir proje üretildi ve proje gereği mücevher ve altınlarla süslü özel
bir araba yaptılar. Belirli bir kabile reisi seçildi ve bu araba ona hediye
edildi. Ardından arabanın üzerinde gideceği bir yol lazım. Ona sekiz km.'lik
bir yol yapıldı. Bu arabayı sürecek bir şoföre ihtiyaç var… Kabile reisine
Avrupa'dan özel bir şoför tayin edildi. Bu arabanın benzine ihtiyacı olacaktı…
Oraya bir benzin istasyonu kuruldu… Oraya iki hanım konuldu… Bu hanımlar
Avrupa'daki özel süs ve makyajlarıyla oraya yerleştiler. Şoför her gün o kabile
reisini alıyor, sekiz km.'lik alanda şöyle bir gezdiriyor. Bu da kabile reisi
için büyük bir zevk ve gösteriş oluyor. Arkasından, bunu gören diğer kabile
reisleri de araba istemeye başladılar. Mücevherlerle süslü araba… Bunun için
değerli taş vermesi lazım. Onlar değerli taş verdi batılılar araba yaptılar.
Arabaların üzerinde gideceği yollar lazım. Onlar değerli taşlar verdiler yollar
yapıldı… Değerli taşlar verdiler benzin istasyonları kuruldu… Değerli taşlar
verdiler karşılığında güzel, bakımlı hanımlar gördüler… Böylece bütün kabile
reisleri araba almaya başladı ve bu kabile reislerini zevkleri değişmeye
başladı."
Yani bu örnekte de görüldüğü üzere modernite insanın hayatına
yalnızca bir aygıt olarak girmiyor aynı zamanda dönüştüren bir güç olarak
insanın hayatına giriyor. Yani hakikaten modern araçla modernleşme arasında
sıkı bir ilişki var.
Cevap: İslâm medeniyeti derken ne dediğimizi çok da iyi
bilmiyoruz aslında… Yaşayan bir şeyden mi, yoksa çoktan miadını doydurmuş bir
şeyden mi bahsediyoruz? İslâm medeniyeti dediğimiz zaman mesela şu tarz bir
şehirleşmeye karşı çıkabiliyor musunuz? Buna bir alternatif üretebiliyor
musunuz? İnsan – insan ilişkilerini, insan – eşya ilişkilerini şu iş düzenini,
çalışma sistemini, hayatı bu şekilde dizayn etme tarzını, bu derinlikte,
yoğunlukta ele alıp işleyebiliyor musunuz? Buna ciddî itirazlar yöneltebiliyor
musunuz? İşte o zaman medeniyet söylemi ciddiye alınabilir.
Teknoloji Allah'ın lütfu olabilir mi? Teknoloji, şu haliyle
Batılıların insanlığın başına bela ettiği bir şey… Çünkü kökeninde hinlik var
ve sonuçları ortada. Bu adamlar teknoloji denen şeyi üretirken insanlığın
hayrına olsun diye üretmediler. Batılı her devlet bir şirketler devleti… Batılı
devletlerin yöneticileri, parlamenterleri, bakanları, devlet başkanları aynı
zamanda birden fazla uluslar arası şirketin ya yöneticisi, ya yönetim kurulu
üyesi veya sahibi… Yani bu adamlar sömürgen… İslâm dünyasını/doğuyu sömürerek
böyle bir imparatorluk kurmuşlar yeryüzünde ve bizi de modernleştirerek sınıf
atlatmak, bir ileri boyutta bizi "daha kaliteli insan" yapmak üzere
böyle bir alanın içine sokmuş götürüyorlar.
Soru: Teknoloji ciddî manada hayatımıza nüfuz etmiş… Bilgisayardan
tutun kullandığımız diğer âlet edevata kadar… Bunların hiçbirisini biz
üretmedik. Ve bunlar hayatımıza sadece kolaylaştırıcı bir vasıta olarak
girmiyor; bizi dönüştürücü, modernleştirici birer araç olarak da giriyor.
Hayatımıza bu kadar hükmeden teknolojinin hâkim olduğu bir vasatta biz nasıl
farklı bir medeniyet projesi üretebiliriz?
Cevap: Doğrusu bu noktada İslâm'ın insanlığa nasıl bir hayat
vaadettiğini biz de bilmiyoruz tam olarak. Çünkü gözümüzü böyle bir verili
toplumda, verili duruma açmışız. Bunlar bizim tartışmayı akıl bile
edemeyeceğimiz, tartışmaya açsanız bile insanların sizi ciddiye almayacağı
şeyler. Yani "teknolojiyi reddet" diyorsun, önünde Lap Top açık
duruyor… Kimse bunu ciddiye almaz. İkincisi de "Ne yapacaksın? Kağnı
arabasına geri mi döneceksin?" diyerek insanlar gülecek sana… Ne zamana
kadar?... Ne zamanki Batıdan vicdan sahibi, izan sahibi, basiret sahibi
birileri çıkıp diyecek ki: "Bu teknolojik gidişat insanlığı öldürüyor,
ekolojik dengeyi altüst ediyor, kanser üretiyor. Her şeyi mahvediyor. Bunu
bırakın artık"… Ancak ondan sonra "aaa bak doğru… bu bizim işimize
yarar" diyeceğiz.
İşte her şey ortada; dünya iki bin elli, iki bin altmış yılında
ekolojik dengenin bozulması bu hızla devam ederse artık geri dönülmez noktaya
gelmiş olacak. Bunu artık Batı da söylüyor, Doğu da söylüyor ve hepimiz de
biliyoruz. Peki, bu akıl işi mi, bile bile siz insanlığı ve dünyayı bir
intihara götürüyorsunuz? Sebebi ne? Teknoloji… Niye kimse ciddi olarak bunu
tartışmaya açmıyor ve tartışılmasına razı olmuyor? Çünkü hâlâ o teknolojiyi
üretenler bu dünyayı yönetiyor. Bu dünyadaki hâkimiyetlerini buna borçlular.
Dolayısıyla "İslâmî direniş" diye bir şeyden söz edebiliyorsak, bir
ayağını da bu meselenin oluşturması gerekiyor.
Bunun yanlışlığı kesin… Bu gün, yirmi birinci yüzyılda mevcut
hastalık türleri geçmişe oranla çok fazla artmış durumda. Hem hasta insan
sayısı fazla… Hem hastalık türü fazla… Geçmişte bilinmeyen pek çok hastalık
ortaya çıkmış ve insanlığın başına bela olmuş… Şimdi diyoruz ki "Nasıl vazgeçelim?
Tıbbî bir sürü tedavi yöntemi var, bir sürü teknolojik çözüm var…" İyi de
modern hayatın kendisi üretiyor zaten bunları.
Daha önce de burada konuşmuştuk… Bizim hastalık ve sağlık
anlayışımız da çok sağlıklı değil. İki meşhur örnek geliyor aklıma: Efendimize
âmâ bir sahâbî geliyor ve, "Ya Rasûlallah, beni mescide götürüp getirecek
kimse yok. Gözlerim de görmüyor. Dua et, Allah bana şifa versin ve gözüm
açılsın" diyor. Efendimiz, "İstersen sabret, bu senin hakkında daha
hayırlıdır; ama istersen dua edeyim gözlerin açılsın" diyor. Aynı şeyi
sahâbeden saralı bir kadın söylüyor: "Olur olmaz ortamlarda düşüyorum,
mahrem yerlerim açılıyor, zor durumda kalıyorum. Dua et de Allah bana şifa
versin" diyor. Ona da aynı şeyi söylüyor Efendimiz: "Sabredersen hakkında
daha hayırlıdır; ama istersen dua edeyim şifa bul" diyor. "O
zaman" diyor, "Yâ Rasûlallâh, dua et de düştüğümde mahrem yerlerim
açılmasın." Bunlar sahih rivâyetler. Efendimiz bunları hastalığa razı
olmak, hastalıkla birlikte yaşamak konusunda ikna ediyor. Belki denebilir ki
"Efendimiz, tedaviyi de önermiş. Bunlar özel durumlar olamaz mı?"
Olabilir ama bu rivayetler en azında hastalığa ve sağlığa bakışımızı gözden
geçirmeye zorlamalı bizi. Biz şimdi "sağlıklı yaşam"ı da tabulaştırdık.
Bu isim altında asla küçümsenemeyecek bir sektörler dizisi faaliyet gösteriyor.
Büyük sûfîler Allah Teâlâ dert vermeyince, hastalık vermeyince
bunu hayra yormazlarmış. Böyle bir hayat anlayışı, böyle bir sağlık sıhhat
anlayışı varmış. Bizse bu şekilde her tarafından kuşatılmış bir hayat yaşıyoruz
ve bunlar bize mutlak doğrular olarak empoze edilmiş. Böyle bir toplumda
yetişmişiz…
Yan dairedeki komşumun yatak odasıyla benim yatak odam duvar
duvara. Ben burada öksürsem adam duyuyor; adam orada öksürse ben duyuyorum. Bu
ne kadar müslümanca bir şey? Birisi diyebilir ki "o zaman git kardeşim
şehir dışında villada yaşa." İyi de bu kaç kişi için mümkün? Bizi bu
şehirlerde toplayan ne? On beş milyon, yirmi milyon insan bir şehirde yaşıyor…
Bu insânî bir hayat değil!.. Bizi böyle bir hayatı yaşamaya icbar eden nedir?
Bunun bir tek cevabı var: Batılı gibi olmaya çalışmak... Başka hiçbir şey
değil. Niye? Çünkü burada iş imkânı var, burada fabrika var, burada her türlü
sektör var… Böyle olunca, kalabalık şehirlerde, dev metropollerde yaşamayı
kabullenmekten, buna razı olmaktan başka çareniz kalmıyor.
Batıda da böyle oluyor; hayat tarzı bu adamların… İnsanlığı
sömürerek bir medeniyet kurmuşlar. Ahmed Davudoğlu hocadan okumuştum;
İngilizler Hindistan'ı işgal ettiğinde oradaki Hintli ustaların parmaklarını
kesmişler. Dokuma tezgâhlarında, küçük işletmelerde bir şey üretemesinler ve
bizim mamullerimizi almak ve tüketmek zorunda kalsınlar düşüncesiyle. Yine
başka bir yerde okumuştum; Hintli zeki çocuklara logaritma cetvelini
ezberletiyorlarmış ki mankurt olsunlar. Bunun değişik örnekleri hemen her
sömürge ülkesinde uygulanmış. Yani bunun temelinde böyle bir hayat algısı var…
"Bu dünyanın efendisi benim, diğerleri benim kölem" yaklaşımı… Bu,
bugün de böyle, dün de böyleydi, Firavunlar zamanında da böyleydi. Ama biz buna
karşı direnç mekanizmalarımızı kaybettik. Yani kurtuluş savaşları verdik, belki
kurtulduk, ama tabir yerindeyse, yağmurdan kaçarken doluya yakalandık. Üstelik
doluya maruz kalmayı da normal bir durummuş gibi algılamaya başladık.
Hazırlıklı değildik böyle bir dünyayı tartışmaya. Donanımımız yoktu… Çünkü
geçmişten farklı bir durumla yüzyüze gelmiştik.Çağın dili olan bugünkü
Teknoloji geçmişin, özlemini yeni tutkulara bıraktı. Bugünün dünyası bugünün
yaşayanları için çekici … Ürünler hoşumuza da gitti, gidiyor, kullanıyoruz,
arabalar, evler, bilgisayarlar vs.
Bence Müslüman ciddi bir alternatif oluşturacaksa bize
dayatılmış olan, hem zihniyet anlamında, soyut kavramsal anlamda hem de somut
yaşadığımız hayat, alet-edevat anlamında bütün bunları ciddi bir sorgulamadan
geçirecek ki, inandırıcı olsun, sahici olsun..
Bir de hayatımıza durmadan bu yaşadığımız şeyi
"meşrulaştırmamıza" yardımcı olan kavramlar sokuyorlar. İşte
"demokrasi" böyle, "özgürlük" böyle, "insan
hakları" böyle, "çoğulculuk" böyle, "hoşgörü" böyle,
"tolerans" böyle… ilâ âhirihi… Bunlar bizim de hoşumuza gidiyor ve
deniliyor ki: "Buna niye karşı çıkıyoruz ki? Geçmişte bizim toplumumuzda
vardı işte. En büyük insan hakları İslâmiyette var… En büyük hoşgörü
İslâmiyette var… Üç din bir arada yaşamadı mı?" Yaşadı ama senin
hâkimiyetinde yaşadı, bunu niye gözden ırak tutuyorsun? Bugün ise adamlar sana
dayatıyor bunu, "Bana benze; üçümüz bir arada olalım" diyor. Hâlbuki
sen geçmişte onlara ne diyordun? "Bana benzeme" diyordun; "Sen
kendi hayatını yaşa, kendin ol" diyordun. Hz. Ömer öyle diyormuş işte:
"Belinize zünnar bağlayacaksınız, Müslüman gibi giyinmeyeceksiniz,
çocuklarınıza Kur‘ân öğretmeyeceksiniz; benim garantimde, hâkimiyetimde
kendiniz olarak yaşayacaksınız." O zaman kilise, cami, havra yan yana
oluyormuş, doğru. Oysa bugün biz bunu bize dayatan hayat anlayışının bize kaça
mal olduğuna bakmıyoruz. "Aynı şey orada da vardı burada da var, öyleyse
gelin dinler bahçesi yapalım" diyoruz. Niye? Çünkü biz "birbirimize
benzeyelim" diyoruz. "Bizim aslında birbirimizden farkımız yok,
hepimiz İbrahim'in torunlarıyız işte. Bu dinlerin hepsi İbrahim'in
mirasıdır" falan diyoruz. Böyle bir hayatî hata yapıyoruz. Belki sonuç
itibariyle aynı, ama hareket noktası ve mahiyeti çok farklı. Dolayısıyla bu tür
kavramlar da bizi farkında olmadan dönüştürüyor.
Soru: İsmet özel'in güzel bir sözü var, diyor ki:
"modernite benden aldıklarını bana versin, ben ondan aldıklarımı ona
vermeye razıyım". Ama hakikaten bunu vermeye hazır mıyız? Yapabilir miyiz
bunu?
Cevap: İsmet Özel, olması gerekeni söylemiş. Sen bu sözü
aktarırken beynimden jet hızıyla şu geçti: Bu ancak İsmet Özel'in şuur
durumunda söylenebilecek bir söz ve her müslümanın da bu şuur durumuna gelmesi
lazım. Bu çok önemli bir şey. Biz vazgeçemiyoruz ki… Vazgeçemediğimiz için,
gönülden, kalpten, ruhtan, göbekten bağlandığımız için de yaşadığımız durumu
İslâm'a tasdik ettirmenin çabası içindeyiz. Modern Müslümanın bütün serencamı
bu; yaşadığı fiilî durumu, verili durumu İslâm'a tasdik ettirmeye çalışıyor.
Bir cemaate mensup arkadaşlar gelmişti geçen gün. Diyor ki biri,
"Bazı vicdanlı liberaller özgürlükleri savunuyor. Özgürlük savunusu
bağlamında Müslümanların da özgürlüğünü savunuyorlar. Ama biz onların
özgürlüğünü savunamıyoruz. Mesela eşcinsel taleplerin özgürlüğünü
savunamıyoruz. Biz burada sanki biraz oportünist mi davranıyoruz? İkiyüzlü mü
davranıyoruz? "Benim özgürlüğümü sen savun ama ben seninkini
savunmam" mı demiş oluyoruz? Bu ne kadar ahlâkî? Ne yapmak lazım?"
Şimdi hep aynı şey üzerinden gidiyoruz. Özgürlük diye bizim bir
idolümüz var… İşte ABD'deki Özgürlük Heykeli… Aslında o, tek tek hepimizin
kalbinde, beyninde, ruhunda, hücrelerinde mevcut. Bu kavrama öyle bir kutsiyet
atfetmişiz ki, artık hayatımızı, İslâmiyetimizi, insaniyetimizi, geçmişimizi,
geleceğimizi, hep bu kavram etrafında düşünmeye, değerlendirmeye başlıyoruz.
Peki, bunun farkında mıyız? Değiliz. Bu, ne kadar müslümanca bir algıdır? Ne
kadar müslümanca bir düşünce biçimidir? Burada bir tutarsızlık yok mu? Var. İnsanın
özgürlüğünü savunuyorsun. "İslâmî özgürlükler, dinî özgürlükler"
diyorsun ve özgürlük söylemi üzerinden kendine alan açmaya çalışıyorsun. Öbür
taraftan adamın biri homoseksüel dernek kurunca ona karşı çıkıyorsun. Niye?
Özgürlükse onun ki de özgürlük… Bu yanlış bir şey, hayâtî bir hata bu. Ama bunu
yapıyoruz. Niye? İşimizi kolaylaştırıyor. Bize pratik söylemler sağlıyor. Belki
bir takım yerleri rahatsız etmeden kâr hanemize bir şeyler alabilir miyiz? vb.
bir pratiklik sağlıyor bize ve bunu kullanıyoruz; ama bize neye mal olduğunu
çok da hesap etmiyoruz.
Soru: Hep söylüyoruz:
"Helaller bellidir, haramlar bellidir. Yani İslâm'ın kırmızı çizgileriyle
yeşil çizgileri bellidir" diyoruz ama böyle bir sürece girildiğinde bu
çizgilerin hepsi flulaşıyor ve silikleşiyor hatta bazen bütünüyle gözden
kayboluyor.
Şimdi Batının bilgi ve varlık nazariyesi tamamen farklı.
Modernite ne üretiyorsa bu farklı bilgi ve ontolojik nazariyeden yola çıkarak
üretiyor. Ve biz biliyoruz ki Batı bu boyutuyla İslâm'dan tamamen ayrılıyor.
Belki bazı parçalar İslâm'la uyuşabiliyor ama olaya bütüncül yaklaştığımızda
ciddi manada bir kan uyuşmazlığının olduğunu görüyoruz. Batının ürettiği bilgi
de çok cüzî oranda nesneldir. Büyük oranda sübjektiftir.. İslâm'ın bilgi
nazariyesinin modernitenin bilgi nazariyesinden nasıl farklı olduğunu
görmeliyiz. Düşünün ki: "Farzedin ki Müslümanlar hala ilimde öncülüğü
yürütüyor. Yani Müslüman ahlâkı, Müslüman inancı bilimsel gelişmelere yön
veriyor. Farzedin ki sadece Müslümanlar atom bombası yapabilecek güce ve
bilgiye sahip. Diğer hiçbir güçte, hiçbir ülkede ve hiçbir medeniyette böyle
bir silah yok, bunu üretecek bilgi yok. Bu güç ve bilgi sadece Müslümanlarda
var. Sizce İslâm, İslâm'ın bilgi nazariyesi böyle bir silahı üretmeye izin
verir mi?" Cevap, malum; "Kesinlikle vermez" Yani bilgiye
sahipsiniz ve üretebilirsiniz ama İslâm buna izin vermez.
Soru: Mesela İslâm tarihinin önceki dönemlerinde birçok İslâm
âlimi, mucidi ve kâşifi var. Bu insanlar o zaman atomu keşfetmiş olsalardı,
sahip oldukları tasavvur, insanları kitleler halinde yok eden, doğada tamir
edilmez tahribat yapan, canlıları öldüren bir silah yapmayı akıllarına getirir
miydi? Yani bu keşifleriyle böylesine şeni sonuçları olan bir silahı yapmayı
düşünür müydüler?
Soru: Müslümanların kimya biliminde inanılmaz atılımlar yapması,
sonra birden bire bu alanı terk etmeleri çok manidardır. Çünkü bir anlamda
kimyadaki o yıkıcılığı keşfetmişlerdir.
Cevap: Burada göz ardı etmememiz gereken bir husus var. Batının
bu bilimsel bilgi ve teknoloji seviyesine ulaşmasını mümkün kılan, onu intac
eden nedir? Bence burada iki tane önemli olgu var. Birincisi senin de dediğin
gibi Batının bilgiye bakışı/ontolojik bakış, ikincisi de bu teknolojik
sıçramayı mümkün kılan maddi imkân. Belki temel soru şu: Yani hayatımızı
kolaylaştırdığı için, artık vazgeçemediğimiz için bu teknolojiyi reddetmeyelim,
kabul edelim ama bu hâlâ şu sorunun cevabını teşkil etmiyor. Müslümanın eğer
teknoloji üretmesi mümkünse alternatif bir kalkınma modeli olabilir mi? Diyelim
ki Müslüman kalkınmacıdır ve kalkınmacı sistemi/dünya görüşünü kabul etmiştir.
Müslümanın alternatif bir kalkınma biçimi olabilir mi? Var mıdır? Bunu
üretebilecek bilgi temellerimiz, varlık algımız konusunda neler söyleyebiliriz?
Bu, çok önemli bir husus ve fikir yürütmediğimiz, kafa yormadığımız bir mesele.
Batılı insanın geldiği bu noktaya yeni bir hayat, yeni bir varlık telakkisi
oluşturarak geldiğini gözden uzak tutmamak lazım bir; ikincisi de o dediğimiz
ucuz iş gücü, ucuz hammadde, sıfır maliyet… Yani insanıyla hammaddesiyle
yeraltı yerüstü kaynaklarıyla sömürdüğü bir dünya var. Bir Müslüman "ben
kalkınacağım" dese ve bu iki unsuru göz ardı etse, bu iki unsuru baştan
reddetse kalkınabilir mi? Yani sömürmeden kalkınabilir mi? Seküler bir dünya
tasavvuru geliştirmeden, öyle bir kalkınmayı İslâmî anlayışın neresine koyarız?
Bu önemli bir husus ve bugün bu husus bir soru olarak bile gündeme gelmemiş ki
cevabı olsun.
Hayati niçin kolaylaştıracağız? Bu sorunun cevabını Müslüman
kendi kendine soracak ve ciddi biçimde cevabını verecek. Niye hayatı
kolaylaştırmalıyız? Çünkü hayatı kolaylaştırdığımız zaman, hayatı artık eşya
üzerinden, nesneler üzerinden anlamlandırmaya başlıyoruz. Biri süre sonra
nesnelerle aramızda bir "bağımlılık" ilişkisi oluşuyor. Bizim hayatla
ilişkimizi tesis eden şeyler, teşkil eden şeyler nesneler değil aslında. Bu bir
nesneler dünyası ve biz nesneleri önceleyerek, önplana alarak, belki
kutsayarak, böyle bir hayatı yaşıyoruz. Bunun başka türlüsü mümkün değil. Ama
insanı götürdüğü nihai nokta da "sekülerleşme"den başkası değil.
Şimdi belki vurucu bulduğum için çok sık tekrar ettiğim bir rivayet var.
Efendimiz (s.a.v), Hz. Sevban'a hitaben buyuruyor ki: "Yiyicilerin, bir
yemek çanağının başına birbirlerini çağırdıkları gibi, milletler de sizin
üstünüze birbirini çağırdığı zaman haliniz nice olur?" "Niye Yâ
Rasûlallah? Bizim o zaman sayımız az mı olacak?" diye soruluyor.
Efendimiz: "Yok ama kalbinizde vehen olacak" buyuruyor. O nedir?
"Ölümü sevmemeniz, ölümden ikrah etmeniz ve dünyayı sevmeniz; dünyaya
bağlanmanız."
Bu İslâm'ın dünyaya bakışının ayrılmaz bir parçasıdır. Bizim
dünyayla ilişkimiz ahirete yatırım yapmamızı mümkün kılacak ölçüyle sınırlı
olmuş. Yani İslâm âlimi geçmişte bilimsel bilgi diyebileceğimiz alanla
uğraşmamış mı? Uğraşmış. Hastalığı tedavi etmiş, dokunmuş, akupunktur yapmış,
teşhis-tedavi yöntemleri geliştirmiş; ama hayatı asla böylesine
mutlaklaştıracak şeyler yapmamış.
Mesela ben hep şunu düşünüyorum. Biz geçmişte matbaanın – ki
matbaa önemli bir göstergedir— İslam dünyasına üçyüz sene dörtyüz sene geç
girmesini hep belli bir ideolojik okumayla izah ettik. Yani Müslümanlar uyudu,
bunun önemini fark edemedi yahut tutucu ulema vardı, buna "gâvur
icadıdır" dediler… İyi de burada bir dünya tasavvuru yok mu? İnsan-eşya ilişkisi
konusunda önemli ipuçları elde edeceğimiz bir duruş yok mu? Hangi dönemden
bahsediyoruz? Osmanlının en muhteşem dönemlerini yaşadığı bir zaman diliminden.
Yani hiç mi bu matbaanın hayatiyetini fark eden biri çıkmadı? Niye bunu bu
şekilde kategorize ettiler, lanetlediler, reddettiler ve bünyeye bunu dâhil
etmediler? Bunun önemli bir ontolojik sebebi olmalı. Neden direnmişler?
Nihayetinde bir matbaadır; alırsın kullanırsın, sen de bundan istifade edersin.
Yani bugün bize öyle izah edilemeyecek bir şey gibi, primitif bir bakış gibi
geliyor bize. Yahu ne varmış bunda; alsalarmış üçyüz sene önce bizim de
kitaplarımız basılırmış. Anlayamıyoruz. Niye reddetmişler? Niye direnmişler? Ya
da şimdi kitaplar basılıyorda alıp okuyan kim?
Çünkü burada bizim varlık anlayışımızı, dünya tasavvurumuzu ve
eşya ile ilişki biçimimizi yansıtan bir tavır var. Bunun bir yansıması olarak
"sahafın, kitapçının gayr-i müslime, kâfire, müşrike Kur’ân
vermesi/satması haramdır. Hatta fıkıh kitabı satması haramdır" Bu nasıl
bir şey? Bu nasıl bir bakış?! Hakikaten ben bunu bugün şu bulunduğum noktada
izah edemiyorum. Bir Müslümanı böyle bir bilinç durumuna, şuur durumuna
ulaştıran /götüren algı durumu nasıl bir şeydir?! Buradan bakınca şöyle demek
çok mümkünmüş gibi görünüyor: "Mesela bir gayr-i müslime tebliğ
yapacaksın. Al ver ona okusun… Hayır, müşrike Kur’ân veremezsiniz, haramdır!...
Enteresan bir şey bu… Üzerinde ne kadar durulsa sezadır…
İsmet Özel'in bir tespitini sık sık zikrediyorum: "Bir
sistemi değiştirmek için o sistemi tanımak lazım, tanımak için içinde yaşamak
lazım… İçinde yaşadığınız bir sistemin de parçası olmak durumundasınız. Ama bu
noktadan itibaren artık onu değiştirmeniz söz konusu olmaz. Çünkü artık siz de
onun bir parçasısınız. Böyle bir dilemma yaşıyoruz. Böyle bir ikilem, böyle bir
çıkmaz yaşıyoruz. Bu verili hayat bize öyle bir dayatmış ki kendini,
hayatımızın her alanında, her hücresinde, her safhasında işgal ettiği bir yer
var. Ve biz şu anda bundan kendimizi soyutlamanın gene soyut fikir jimnastiğini
yapıyoruz; Bu mümkün müdür?
Ama bunu bizim tartışarak kabul etmediğimiz de bir gerçek. Biz
hakikaten, tartışarak, düşünerek, sorgulayarak, muhakeme ederek mi kabul ettik
bu hayatı? Buna razı olarak mı kabul ettik, yoksa bu bize dayatıldı ve
çaresizlikten kabul etmek zorunda mı kaldık. Bir de kolaylaştırıcı ve insanı
cezbeden bir tarafı da var. Ona kapılarak "Tamam" dedik… "Bunun
neresi gayr-i İslamî?"
Şimdi siz bana uzayı kirletmeyen ve ekolojik dengeyi bozmayan
bir teknoloji modelinin imkânını gösterin, ben bütün bu söylediklerimi geri
alacağım.
Şundan bahsediyorum… İbn Hacer "Humma hastalığından ölen
şehittir" hadis-i şerifinin tariklerini toplamış ve "bu hadis
mütevâtirdir" diyor. Şimdi biz bunun üzerine şöyle diyebilir miyiz?
"O dönemde humma hastalığının çaresi yoktu. Tedavi edilemiyordu. Efendimiz
de bunu insanların bilincine, şuuruna kabul ettirmek için, "Direnmeyin.
Bundan ölürseniz şehit olursunuz" demek istemiştir. Biz Müslümanlar olarak
humma hastalığına bir kutsiyet atfettik. "Bundan ölen şehittir"
dedik…
Böyle bir şey söyleyebilir miyiz?
Peki siz tedavi yöntemlerini ne kadar geliştirirseniz geliştirin
bir adam hummadan öldüğü zaman o hâlâ şehit midir? Şehittir diyorsanız
modernite açısından sizin hastalık tanımınızda bir sakatlık var. Bir
hastalıktan ölen bir adam şehit oluyorsa o hastalıkta bir fazilet var demektir.
Bir tarafta hastalığa bir tür fazilet atfeden bir anlayış var, öbür tarafta
hastalığın kökünü kazımaya azmetmiş bir tıp anlayışı var.
Temel sıkıntımız şu… Bu meseleleri bu seviyede, bu ciddiyette
konuşmaya çok ihtiyacımız var. Ama sıkıntımız, farklı bir dünya tasavvuru ve
ifadesi konusundaki sınırlanmışlığımız, çerçevelenmişliğimiz… Yani bizim
önümüze neyi ne kadar algılayacağımız konusunda da birileri bir şey koyuyor;
Bize diyor ki: Şunu şu kadar düşünün, bunu bu kadar düşünmeyin... Ben şu
konuştuğumuz çerçevede zihnimizin tamamen olması gereken evsafta olduğunu da
düşünmüyorum.
Efendimiz Aleyhi's-Salâtü ve's-Selâm, kral peygamber mi kul
peygamber mi olma konusunda muhayyer bırakıldığını ve kendisinin kul peygamber
olmayı seçtiğini söylüyor. Genel olarak İslâm nasslarında, Kur’ân'da, Sünnet'te
dünya hayatına biçilen değer ile âhirete yapılan vurgu karşılaştırıldığında biz
hâl-i hazır durumun dünyaya fazlasıyla vurgu yapmanın, fazlasıyla ehemmiyet
atfetmenin, fazlasıyla dünyasallaşmanın sonucu olduğunu söylemek zorundayız.
Yani bu dünya hayatına hak ettiğinden fazla önem verirseniz bunlar mümkündür.
Bunlara İslami bir kılıf da geçirebilirsiniz. Bu da mümkündür.
Şu toplumda, "Şu anda, şu saatte, şu saniyede şehid olmaya
hazır kaç kişi var?" diye bir referandum yapsanız çok sukut-i hayale
uğratan sonuçlar alırsınız. Çünkü biz dünyaya öyle bir bağlanmışız ki şehid
olmak bizim için çok uzak. Hatta şehid olmayı bırakın normal ölümü bile çoğu
zaman kendimize yaklaştırmıyoruz. Ölümle bizim aramızda hiçbir irtibat yok.
Hemen şu anda ölebiliriz… Bir saniye sonra ölebiliriz, ama buna hazırlıklı bir
şuur yapımız yok..
Ama şunu da gözden uzak tutmayalım. Eğer sahâbenin, sonraki
nesillerin cihada verilmesi gereken ehemmiyeti vermeleri olmasaydı biz bugün
hayatta olmayacaktık. Yani hayatla ve ölümle ilişkimiz sağlıklı, olması gereken
İslâmî zeminde midir ben dundan hâlâ kuşkuluyum. Bunu söylerken bütünüyle bizi
kuşatan, bize değer yargıları ve hayat tarzı telkin eden, dayatan bir
"matrix sistemi"nden bahsediyoruz.
Soru: Bu diğer dinlerle de alakalı bir problem. Yani
modernitenin diğer din müntesiplerini de karşı karşıya bıraktığı bir sorun.
Geçenlerde Birleşmiş Milletler ekolojik dengenin altüst oluşunu konu edinen bir
rapor yayınladıktan sonra – sizin de demin ifade ettiğiniz üzere— eğer süreç
böyle devam ederse, küresel ısınma bu şekilde sürerse altmış sene sonra büyük
felaketlerin yaşanacağını belirtiyor. Ben de buradan yola çıkarak, gazetedeki
köşemde bu felaketleri gündeme alan bir yazı yazmıştım. Modernitenin bu
problemi çözemeyeceği kanaatinde olduğumu belirtmiştim. Çünkü modernitenin bu
problemi çözebilmesi için paradigmasını değiştirmesi şarttır.
Cevap: Bu da kendi kendisini inkâr etmesi ya da imha etmesi
demektir.
Soru: Evet… Yani modernitenin doğaya bakış açısı nedir? Bu
paradigma değişmeden küresel ısınmanın önüne geçmek mümkün müdür? Mesele sadece
bir teknolojik aracı kullanıp kullanmamaktan öte, topyekûn insanlığı uzun
vadede ciddi felaketlere sürükleyen, geri dönülmesi mümkün olmayan sorunlarla
karşı karşıyayız. Bu raporda deniliyor ki: "Isınma bu şekilde devam ederse
otuz sene sonra yeryüzünde Bangladeş diye bir ülke kalmayacak." Burası bu
felaketlerden etkilenen ülkelerden sadece birisidir ve yüz elli milyon nüfusu
olan bir ülkedir. Amerika'nın kullandığı sera gazlarından vazgeçmesinin
ekonomik bedeli nedir? Çin'in veya Rusya'nın bu gazları kullanmaktan
vazgeçmesinin ekonomik bedeli nedir? Çok büyük rakamlar değil ve bundan
vazgeçebilecekken bu gazları kullanmaya ısrarla devam ediyorlar. Bunun
karşısına alternatif bir bilim anlayışı getirmeye çalışılıyor. Deniliyor ki
"burada önyargılı bir bilimsel çalışma vardır. Aslında bizim bilim
adamlarımıza göre dünya kesinlikle böyle bir doğal felaketle karşı karşıya
kalmayacaktır… şöyle olacaktır, böyle olacaktır"…. Yani aslında burada
bildiği ve putlaştırdığı bilime, onun verilerine aykırı hareket ediyor. Onu
aykırı hareket etmeye sevkeden nedir?
Cevap: Bu teknolojik medeniyete hayat veren şey neyse o.
Soru: Evet… Yani bu paradigma değişmeden sorun çözülemiyorsa ve
bu sorun – ben onbir bin km. ötede yaşıyorum— Malezya'da ilk kez şehirler su
altında kaldı… Büyük kentler… İnsanlar şaşırıp kalıyorlar. "Bu, Malezya
tarihinde görülmemiş bir şey" diyorlar. Sadece bir bölgeyi etkilemiyor;
dünyanın her tarafı etkileniyor… Etkilenmeyen bir bölge yok. Bu denli gözle
görülür bir felaket var, sebep biliniyor, çözüm biliniyor ama önlem alınamıyor.
Cevap: Mesela aslında şu… Batıda az önce değindiğimiz sebepten
kaynaklanan teknoloji tabanlı, teknoloji kaynaklı üretim-tüketim ilişkileri ve
hayat tarzı, Batı toplumlarını doyurdu; başkalarını aç bırakma pahasına
doyurdu. Fakat bu üretim-tüketim ilişkisini ve hayat tarzını bir kere
benimsediğiniz zaman bunu bir yerde durdurmanız mümkün değil. Şu andaki küresel
hegemonya kavgası da bunun bir sonucu… Bunu bir yerde durduramıyorsunuz;
devamlı büyümek zorundasınız… Devamlı ilerlemek, devamlı daha fazla mesafe
katetmek zorundasınız; Batı toplumunu doyurduysan doğu toplumuna satacaksın…
Satacaksın bir sene sonra yeni model üretip onu satacaksın. Beş sene sonra
eskidi, getir onu yeni modelini satalım…
Soru: Dünyayı fethettin şimdi uzaya sahip olacaksın.
Cevap: Bir Müslümanın hayatı bu şekilde algılaması, insanları bu
şekilde bir tüketim cenderesine sokması, buradan bir kâr devşirmesi, hayatını,
refahını, konforunu bunun üstüne bina etmesi… Doğrusu ben böyle bir şey
tasavvur edemiyorum. Yani sömürmeye, daha çok kazanmaya kilitlenmiş bir
medeniyet bu; daha çok sömürecek, daha çok kazanacak, daha çok üretecek… Bu
çark hep böyle biteviye devam edecek.
Soru: İlginçtir… yeni Papa aynı argümanlarla moderniteye karşı
çıkıyor. "Bu, insanlığın sonunu getirir" diyor. Fransa'ya gidiyor ve
Fransızlara, "siz aşırı sekülersiniz. Bir an önce bu seküler durumunuzu
gözden geçirmelisiniz. Bu bütün insanlık için bir felakettir" diyor… Üst
perdeden bu itirazını gündeme getiriyor. Yani bu, sadece Müslümanların problemi
olmaktan çıkmış bir mesele.
Cevap: Tabii ki… Yani Müslümanlar olarak bizim – madem
insanlığın tek alternatifi olduğumuzu söylüyoruz— bu meseleyi ciddi bir
seviyede ele almamız, teorik altyapısını oluşturmamız ve dünyaya anlatmamız
lazım; İslam'ın tesbit ve teşhisleri olarak ve tabii çözüm yollarını da
göstererek…
Soru: Oysa bu gün tam tersi oluyor; "dünyaya entegre
olalım, bu değerler sistemi içinde kendimize bir meşruiyet zemini bulalım"
diyoruz. Alternatif bir yol üzerine kafa yormuyoruz. Yani özellikle insanın
dünyayla ilişkisini, ağaç gölgesinde gölgelenen yolcuya benzeten o nebevî
ifadeyi göz önüne aldığımızda insan bu yaklaşımları bir yere oturtmakta daha da
zorlanıyor.
Cevap: Evet kesinlikle öyle.
Bilginin İslâmîleştirilmesi
Soru: Sosyal bilimlerin İslamîleştirilmesi meselesine bir geçiş
yapabiliriz buradan.Yani adamlar zemini oluşturmuşlar. Bilgiye ulaşma yöntemini
belirlemişler. Ve bu yöntemin içinde göklerle temas yok… vahye yer yok…
metafizik yok..."öte" diye bir şey yok… Yani "bu bilginin
kaynakları şudur" diye doğrular dayatıyorlar.
Cevap: Pozitif bilimlerde bir devamlılık, bir öncekinin
bıraktığı yerden alıp biraz daha ileriye götürme söz konusudur. Ama aynı şeyi
Sosyal bilimler için bu kadar net söyleyemeyeceğimizi düşünüyorum. Zira
teorisiyle, kuramlarıyla ve pratiğiyle Sosyal bilimlerin anavatanı Batı'dır.
Hatta Modern Batı'dır. Sosyal bilimlerin İslamîleştirilmesi bahsine teorik bir
zemin ittihazı amacıyla İslam âlimlerinin geçmişte ortaya koyduğu birtakım
ürünlerin, yaklaşımların gündeme getirilmesinin tartışılması gerektiği
kanaatindeyim. Söz gelimi İbn Haldun'un Sosyoloji'nin kurucusu olduğu söylenir
sıklıkla. Mukaddime'yi okuduğunuzda bugün Sosyoloji dediğimiz disiplinin ilgi
sahasına giren şeyler söylediğini görüyorsunuz. Bu doğru. Ama İbn Haldun'un
ortaya koyduğu Beşerî Umran İlmi'ni, İlm-i Umran'ı "Sosyoloji"ye
indirgemenin haksızlık olduğunu söylemek zorundayız. Umran'ın sosyoloji olduğu
nerden belli… Kim demiş bunun Sosyoloji olduğunu?… Sosyoloji ile İlm-i Umran'ın
yolu, her ikisinin de toplumu konu edinmesi noktasında kesişiyor. Bu doğru. Ama
İbn Haldun orada farklı şeyler de söylüyor ki bunların bir "toplum
metafiziği" olarak değerlendirilmesi yanlış olmasa gerektir. Din'i
kategorize ederek toplumsal hayatın bir kesitine sıkıştırıveren Sosyoloji ile
toplumsal hayatı metafizik bir zeminde okuma üzerine kurulmuş olan İlm-i
Umran'ı eşitlemek öncelikle İbn Haldun'a haksızlık olur.
Belki buradan başlamak gerekir. Bilginin İslamîleştirilmesi
meselesindeki en temel açmazlardan biri, her şeyiyle farklı bir dünyada, her
şeyiyle farklı kabuller, teoriler, izah tarzları üzerine kurulmuş bulunan ilmî
disiplinleri İslam dünyasına nasıl taşıyabilirsiniz?
Soru: Bilginin, daha doğrusu, sosyolojinin islâmîleşmesi…
Cevap: Zaten bilgi derken sosyal bilimlerin
İslâmîleştirilmesinden bahsediyorlar; pozitif bilimlerin değil.
Soru: Ancak belirli ölçülerde matematik vd. bilimlerin kullanım
alanlarıyla ilgili bir İslamîleştirmeden de söz ediliyor. Bilginin üretilirken
de bir takım ahlâkî prensipler çerçevesinde üretilmesi gerektiğini söyleyenler
var.
Kur’ân-ı Kerim'e baktığımızda Allah Azze ve Celle'nin
insanoğlunun ve toplumların hayatındaki bir takım kurallara değindiğini
görüyoruz. "Şöyle yaptıkları için böyle oldu" vb. ifadeler var. Yani
insanların toplumsal hayatında bir takım kurallar var. Birtakım olaylar, o
kurallar çerçevesinde gerçekleşiyor. Tarih felsefesi dediğimiz şey de biraz
buna ağırlık veriyor. Yani Kur’ân ve hadis perspektifinden bakarak bu kuralları
keşfetmek… Bir de batılıların deney ve gözlemlerle tesbit ettiklerinden
yararlanarak belki batılıların vardığı sonuçlardan farklı olabilir ama bunu da
biz kendi içerisinde başlı başına bir disiplin olarak ortaya koyalım. Amaç bu
zaten… Böyle bir savdan hareketle sosyolojinin islâmîleştirilmesinden
sözediliyor.
Mazharuddin Sıddîkî'nin yazdığı bir kitap var: "Quranic
Concept of History". Sıddîkî'nin temel dayanağı İmâm er-Râzî'nin
tefsiridir. Orada insanların ve toplumların hayatındaki sünnetullâhı keşfe
koyuluyor. Yani sosyolojik anlamda sünnetullahın keşfi… Şimdi bizim buna
sosyoloji ilmi dememiz çok bir şeyi değiştirmeyebilir.
Cevap: Ama sosyoloji deyince yöntemiyle kuramıyla bir ilim
dalını, onun ilgi sahasını ve iddialarını kastediyorsunuz.
Soru: Zaten o kurama itiraz olduğu için islâmîleştirilmesinden
sözediliyor.
Cevap: Bunun adına mesela "Sünnetullah ilmi"
diyebilirsin… Sosyolojiyle kesiştiği alanlar olabilir buna bir şey demiyorum.
İtirazım buraya değil. İbn Haldun da bunu yapmış zaten.
Soru: Zaten bu kuram problemi yaşanmasaydı biz bugün bilginin
İslâmîleştirilmesini tartışmayacaktık.
Cevap: Ona bir itirazım yok; Sünnetullah diye bir ilim dalı
ihdas edersin mesela… Âlemde Sünnetullahın işleyişi, insanlık âleminde,
hayvanlar âleminde, cinler âleminde, kozmik evrende… Sünnetullahın bunların her
birinde bir işleyiş biçimi vardır… Bunları tesbit edersin.
Soru: İşte İbn Haldun buna "ilmu'l-umrân" demiş yani
ona bir tesmiyede bulunmuş.
Cevap: O tam aynı şey değil; o umranın içerisinde biraz
medeniyet var, biraz kültür var…
Soru: Ama buna bir kavram getirmiş… Yani bir tür inşa hareketi
İbn Haldun'un yaptığı…
Cevap: Evet inşa yapmış. Bunu daha önce konuşmuştuk. Umrân, imar
etmekten geliyor.
Soru: Cemil Meriç Ümrandan Uygarlığa'da bunu çok detaylı tahlil
etmiş.
Son günlerde Mustafa Özel'in bu noktada ilginç çıkışları var.
Medeniyet kavramı kim tarafından ihdas edildi? Niye ihdas edildi? Hedef neydi?
Neden İslâm'da böyle bir kavram yok? Bu gün Arapçada medeniyete hadâra
deniliyor. Hakikaten bu hadâra medeniyet demek midir? İbn Haldun hadârayı
kullanmış. Hangi ihtiyaca binaen bu kavram üretilmiştir?
Cevap: İsmet Özel zamanında söylemiş… Medeniyet dediğiniz şey ne
kadar sahici bir şeydir? Neden bahsediyoruz? Medeniyet dediğimizde
kastettiğimiz şey nedir? Sahâbe medenî bir topluluk muydu? Sahâbenin medeniyet
adına ortaya koyduğu ne var? Tamam, biz adına İslâm medeniyeti diyoruz ama bu
tam olarak neye tekabül ediyor? Biraz kolaycı bir tutum içindeyiz gibi geliyor.
Bunlar düşünce kodları… Bazı şeyler söylendiğinde hemen karşılığını bulan
kodlar bunlar.
İbn Haldun'a bakarsanız, aslolan toplumun bedavetidir. Birtakım
erdemlerin bedevî insan topluluklarında bulunduğunu, toplum medenileştikçe
bunları kaybettiğini söylüyor. Bu bağlamda bedevîlerin "hayr"a
hadarîlerden, yani medenilerden daha yakın olduğunu söylüyor. Birtakım
hastalıkların bedevi toplumlarda değil, hadari toplumlarda ortaya çıktığını,
bunun da rahatlıktan, hareketsizlikten, refahtan, çok ve çeşitli yemek yemekten
kaynaklandığını söylüyor. Medenileşme sebebiyle toplumların zaafa uğradığını,
devletlerin yıkıldığını temel bir tesbit olarak ileri sürüyor. Çünkü diyor
hadariliği oluşturan unsurlar, konfordan kaynaklanır. Konfor, servet ve nimetin
uzantısı, servet ve nimet de mülkün (hakimiyetin, yönetimin, devletin)
sonucudur…
Bütün bunlar modern insanın kafa konforunu rahatsız eden, ezber
bozan tesbitler… Ciddi bir İbn Haldun okumasından, ciddi bir "modern
medeniyet eleştirisi" çıkmalıydı diye düşünmeden edemiyorsunuz. Ne çare
ki, bugüne kadar –en azından benim bildiğim kadarıyla– bu meyanda bir İbn
Haldun okuması/incelemesi yapılmış değil.
EKOLOJİ ve ORGANİK
YAPI
Çevre sorunları, küresel ısınma, enerji
sorununun çözümü, barınma ihtiyacı, kentsel doluluk sonucu yeşil alan
gereksiniminin artması gibi etkenler ile gıda, bilinçli beslenme konusunda
farkındalığın artması, ilaç sektörü ile bitkiler arasındaki ilişki, artan
enerji sorunun çözümü sürdürülebilir ekolojik evrimle mümkündür. Bu evrim bir
yemek reçetesi olmaktan çıkıp yaşama geçirilmelidir. Yeşil okul bahçeleri
olmadan yeşil bir yerküreden bahsedilemez.
Okullar ve okul bahçeleri kentselde ve
kırsalda bu devinimin ilk temel basamağını, ilk ayağını oluşturmaktadır. Oysa
okul dediğimizde çiçektense asfalt, beton, otoparka dönüşmüş soğuk ve monoton
yerler aklımıza gelir. Bu çelişki çocukların dinlenme, oyun, öğrenme
faaliyetleri için gerekli ruhsal gelişimlerini, motor aktivitelerini
geliştirecekleri, tasarım ve hayal güçlerini sağlayan mekanlardan çok fiziksel
hareketi sınırlayan, çocuk haklarının gerektirdiği mimari ölçülerden yoksun
olduğu gibi astım , obezite ve nörolojik rahatsızlıklara sıkça rastlanabileceği
doğa ve çocuk arasındaki bağın, ilişkinin kurulmadığı, doğanın keşfine olanak
tanımayan, gelecekte toplum hizmetine geçişte sağlıklı bir durum olmadığı
açıktır.
İçtiği suyun çeşmeden, elmanın
alışveriş merkezinden geldiğini düşünen hazırcı bir nesil yetişmekte enerji
tüketimi yerine enerjinin verimli kullanılması, toprak , su kirliliği,
gelecekte ki savaşların en önemli nedeni olacak su savaşları, sanayi, turizm,
konut sorunu ancak ekolojik tabanlı eeğitim sistemiyle çözülebilir.
Milliyetçi, konu merkezli eğitim
sistemiyle militarist toplumsal cinsiyetçi, ben merkezci bireyler
yetişir. Peyzaj- Doğa tabanlı eğitim ile toplumsal duyarlılık, şiddet
karşıtlığı, ayrımcılık, ekolojik düşünce, yaratıcılık, üretkenlik, dürüstlük,
empati, sorumluluk verilebilir ve mesleki işbölümünün temelleri atılabilir.
Potansiyeli yok eden, bireyi
pısırıklaştıran, pasifize eden ezberci eğitim sistemi yerine bu model geniş tabana
yayıldığında ekonomiye yük getiren bir çok ruhsal ve bedensel hastalığın önüne
geçileceği, çocukların gelişiminin daha sağlıklı olacağı yurtdışındaki
istatistiklerde ortaya konulmuştur.
Yaşayarak, deneyimleyerek, paylaşarak,
özgüven duygusunun geliştirilmesi, doğaya şükran duygusunun küçük yaşlarda
kazandırılması mümkündür.
Ekolojik köy, tarım, eko mimari, eko
ürünler, atık çözümü, stres kaynağı gürültü kirliliği,yeşil alan oyun sorunu
ancak bu şekilde çözülebilir.
Yerkürenin geleceği olan bir çok çevre
sorununun çözümünün yetisi-becerisi bu şekilde çocuklarımıza kazandırılacaktır.
“Oyun ve oyuncağın da ekolojisi mi
olur” demeyin. Gerçekte ekolojik bakış açısıyla değerlendirilmesi gereken
unsurların başında gelir oyun ve oyuncaklar. Sözgelimi çocuğun çevre eğitiminde
ve doğayı sevmesinde oyun ve oyuncaklar oldukça iyi bir araç olarak
kullanılabilirler. Bunu anlamak için çizgi film kahramanlarına ve pek çok küçük
minyatür oyuncağa bakmak yeterli. Küçücük çocuklar için en korkunç denebilecek
hayvanlar oyuncaklar ve çizgi filmler aracılığıyla çocuklara kendini
sevdirmiyorlar mı? Çocukların korkulu rüyası olabilecek fareler, ayılar,
yılanlar, örümcekler bugün çocukların en çok sevdikleri çizgi film kahramanları
değil mi? Kedicikler, ayıcıklar, pandalar vb. oyuncak hayvanlar onların
geceleri kucaklayıp uyudukları sevimli birer arkadaşı değil mi? O halde doğayı
ve doğada var olan değerleri küçük yaşta çocuklarımıza sevdirmenin, onları
koruyup yaşatmanın bir yolu da ekolojik oyuncaklar olabilir pekala. Son yıllarda
dijital oyuncaklar ve sanal oyunlar çok yaygın. Ã?oğumuz onların çocuklarımızın
üstündeki etkisinden habersiz yaşıyoruz. Hatta, çocuğumuzun iyi bir bilgisayar
kullanıcısı olduğunu, yahut internete girebildiğini düşünerek onlarla gurur
duyuyor ve mutlu da oluyoruz. Ne var ki çocuğumuz gerçekte böyle bir oyun ve
oyuncağa adeta bağımlı hale gelirken, eğitim itibariyle pek fazla bir şey
kazanmıyor. Üstelik, başka oyunlarla elde ettiği mutluluğa bilgisayar
oyunlarıyla erişemiyor. Son zamanlarda çocukların oyun ve internet kullanımına
ait sık sık uyarı haberlerine rastlanıyor basında. Fakat, onların bu konuda
uyarısını da pek dikkate almıyoruz. Ama bir düşünün; siz bir bilgisayar
oyunundan kalkan çocuğun etrafına gülücükler dağıttığını, başkalarına olan ilgi
ve sevgisinin arttığını gördünüz mü? Sosyalleşmesinde, paylaşma duygusunda,
insanı ve doğayı sevmesinde olumlu etkiler gözlemlediniz mi?... Hemen
belirteyim ki ben tanık olmadım. Tam aksine, oyunun çocuğa yüklediği gerilime
ek olarak, saatlerce bilgisayar kullanmanın verdiği zihinsel yorgunluğa şahit
oldum. O halde, evlerimizde çocuklarımızın odasına aldığımız internet ve
bilgisayar oyunlarının durumunu ciddi anlamda gözden geçirmemiz gerekmiyor mu?
Ekoloji eğitimindeki rolünden başka,
bir de seçilen oyuncakların çocuk için ekolojik yönü var elbette. Bu bakımdan
çocukların sağlığı ile ilgili olarak oyuncak seçimine ayrıca özen gösterilmesi
gerekiyor. Aksi halde, yanlış oyuncak seçimi her yıl pek çok çocuğun kaza
sonucu hayatına mal olabilmekte veya bir kısmının sakat kalmalarına yol
açabilmektedir. Ne yazık ki günümüzde bu anlamda bir bilincin oluşturduğunu
söyleyemiyoruz. Onun için bu konuda son zamanlarda Sağlık Bakanlığı tarafından
“Oyuncak Seçim Rehberi” hazırlandı. Bu rehberde, oyuncağın çocuğun zihinsel
gelişimindeki önemine vurgu yapılarak, onların oyuncaklardan mahrum kalmamaları
gerektiği belirtilmekte ve uygun oyuncak seçimine dikkat çekilmektedir.
Boğulma, kesilme, yaralanma, elektrik çarpması ve yanma gibi vakalar
oyuncaklardan kaynaklanan kazaların başında geliyor. Özellikle bebekleri ve
küçük çocukları, yutabileceği büyüklükteki parçalı oyuncaklardan, pili
çıkarılabilen pilli oyuncaklardan; kesici, köşeli ve ipli oyuncaklardan uzak
tutmak gerekiyor. Ayrıca, çocuğun ağzına alarak oynadığı oyuncakların
(enfeksiyon riskine karşı), başka çocuklara oynatılmaması; aynı şekilde başka
çocukların da ağzına aldıkları oyuncaklarla oynamaması isteniyor. Yine,
oyuncakların oyun saati dışında özel kutularda muhafaza edilmesi, sık sık
yıkanarak temizlenmesi, alerji ve solunum sorunu olan çocukların; tüylü, peluş
oyuncaklardan uzak tutulması tavsiye ediliyor. Pilli oyuncaklarda da akma
riskine karşı kaliteli pil kullanılması gerektiği hatırlatılıyor.
Burada sözü daha fazla uzatmak yerine,
bir tavsiyeyle noktalamak istiyorum yazımı. Satın aldığımız oyuncağın, onunla
temas halinde olacak olan çocuğumuza ve çevreye zarar vermeyen bir obje
olmasına lütfen dikkat edelim. Eğer biz duyarlı olmayı öğrenirsek, oyuncak
üreticileri de ekolojik oyuncaklar üretmeyi öğreneceklerdir; hiç kuşkunuz
olmasın.
ENDÜSTRİ ve
TÜKETİM KÜLTÜRÜ
Kültürün kendisinin bir endüstri ve kültür
ürünlerinin de meta 'lar haline geldigi
iddiasi Kültür endüstirisi kavramanının ortaya çıkışına kaynaklık eder. Bu
kavramlaştırma, bir anlamda sistemin ( kapitalizm 'in ve endüstri toplumu 'nun) kendini her düzeyde,
altyapıda ya da üst yapıda nasıl yeniden ürettiği ve meşrulaştırdığını
açıklayan bir yön izler. Kültürel ürünler standartlastırılarak ve buna karşı
farklılıklar marjinalleştirilerek bu ürünlerin tanıtılma ve dağıtım
tekniklerinin rasyonelleştirilmesidir Kültür endüstri’sinde anlatılan.
Böylece, Kültür ile Endüstiri 'nin bileşiminden doğan yeni bir
ekonomik-toplumsal-siyasal gerçekligin eleştirel değerlendirilmesi
hedeflenmektedir.
Bu endüstri, sanatsal biçimin bütünselligine önem
vermez, etkinin öncelikli hakimiyetini düşünür. Öncelikli amacı gündelik
yaşamın sıkıcılığına karşı geçici birkaçış olanağı sunması, bu şekilde
oyalanma ve zihinsel uzaklaşma sağlayarak tam da bu zeminde sistemin
sürekliliğini sağlamasıdır. Ancak, elbette kaçış geçicidir ve gerçek
değildir, insanların yaşamlarındaki temel gerçeklikleri, yani baskıları ve
yoksunluklarını unutmaları ve çalışma azimlerini yeniden bulmaları amaçlanır. Üretim ve tüketim bu noktadan
itibaren sistemin, kendini yeniden ürettiği araçlarıdır artık.
Özellikle endüstri ürünlerinin insanları kaçındıkları
dünyaya nasıl yeniden eklemlediğini ve böylece sistemi güclendirdiğini görmek
durumundayız.Burada sözkonusu olan ikili bir sürectir, bir yanda endüstri
kültürelleşmekte ve öte yandan kültür de endüstirileşmektedir. Kültür endüstürisi,
ürünleriyle, yaşamdaki olumsuz faktörlerin doğal nedenlere ya da tesadüflere
bağlı olduğunu düşündürür. Böylece bağımlılık ve yükümlülük bilinci genelleşir.
Kültür endüstirisi bu anlamda, ideolojinin (Endüstri ideolojisinin) kültürel
metalar aracılığıyla yayılmasını ve içselleştirilmesini hedeflemektedir
denebilir.
Mevcut düzen içinde " ideoloji bir tür toplumsal
harç" olarak anlaşılabilirse, kültür endüstrisinin bu harcı yeniden üretip
görünmez kılarak dolaşıma soktuğu ve böylelikle mevcut toplumsal-siyasal yapıyı
sıvadığı söylenebilir. Boş zamanın, yani iş dışındaki zamanların nasıl
denetlendiğini,kontrol edildiğini ve yönlendirildiğini anlamak da kültür
endüstirisi anlayışının araştırma konusudur.Birey, hem üretim hem de tüketim
alanlarında belirlenmiş ve yönlendirilmiştir. Kültür endüstirisi, bu anlamda
sistemin yeniden ve yeniden üretiminin hem maddi hem de düşünsel gerçekligidir.
Yine de, tüm bu kuşatıcı durumla birlikte ve bu durumun
içinde Eleştirel
teori'ye bir alan ve imkân kalmaktadır. Eleştirel
teori, bu özgül alanda kurulup kültür endüstirisine karşı deşifre
edici/aydınlatıcı etkinliğini sürdürebilecektir. Bunun nasıl mümkün olabildiği,
bu mümkünlügün kuramsal düzlemde nasıl temelendirilicegi elbette çeşitli
itirazlara ve eleştirilere maruz kalmıştır, ancak kültür endüstrisi
kavramlaştırması bu sorunlara ragmen 20.yüzyıldaki kültür kuramının gelişimine
ve dolayısıyla da kapitalist toplum yapısındaki yeni durumlara/ olgulara
açıklık getirmekte önemli başarılar göstermiştir. Popüler
kültür, Kitle kültürü, Egemen kültür, Yüksek kültür, Pop kültür vb.türde eski-yeni kavramlar ve bunlar etrafında
dönen politik-teorik tartışmalar birçok bakımdan ve özellikle de köken
itibariyle Kültür Endüstrisi kavramından gelmektedir.
Kültür endüstirisi kavramlaştırması, sonuç olarak, hem
derin yapısı hem de gündelik yaşamdaki mekanizmaları itibariyle yabancılaşma 'nın nasıl
meydana geldiğini, üretim ve tüketim süreçlerinin bütünlüğünde anlama ve
değerlendirme imkânı sunmaktadır, diyebiliriz.
Popüler kültürü, kapitalist
ekonomik düzenin ve dolayısıyla kültür endüstrisinin meydana getirdiği bir
hayat tarzının kültürü veya böyle bir hayat tarzına egemen ve onu biçimleyen;
biçimlediği ölçüde de biçimlenen kültür şeklinde tarif edebiliriz. Temel
özelliği, tüketimi idealleştirmesi, hatta kutsallaştırmasıdır. Elbette
kendiliğinden, tabiî bir üretimi, gelişmesi söz konusu olmayan bir kültürden
bahsediyoruz. Bu yönüyle popüler kültüre, manipule edilebilen kültür veya
kapitalist tüketim stratejisinin (kültür endüstrisinin) belirlediği kültür de
diyebiliriz. Popüler kültür “gündelik
yaşamın kültürüdür. Dar anlamıyla, emeğin gündelik olarak yeniden üretilmesinin
bir girdisi olarak eğlenceyi içerir.” Bu açıdan bakıldığında her devrin
popüler olanı, dolayısıyla da popüler kültürü vardır ve bu, gündelik olduğu
için yeniden yeniden üretilmeye muhtaçtır. Çünkü göreneğe dayanır. Yukarıda
belirttiğimiz gibi popüler kültür; ekonominin, siyasetin, dinî ve ahlâkî
sahanın egemen güçleri tarafından manipüle edilen kültürdür. Manipüle edilişte
malzeme çoklukla geleneksel ve yerel olandır. Bu malzeme değiştirilir,
güncellenir, pazarlanabilir hale getirilir.
Burada unutulmaması gereken
şey, her ülkenin kendi iç dinamiklerince ürettiği, hatta manipule ettiği
popüler kültürün, o ülke için güncel olanı, revaçta olanı işaret etmesi,
kamuoyu oluşturması, kültürel değerleri ve gelenekleri yeni biçimlerde
yansıtması, güncellemesi açısından faydalı oluşudur. Diğer yandan yazımızda
üzerinde durduğumuz temel konu ise, uluslar arası sermaye tarafından siyasî,
ekonomik ve kültürel içerikte bir endüstri olarak diğer ülkelere dayatılan
popüler kültürdür. Bu durumu iki farklı örnekle açıklayalım: Turgut Özakman
tarafından yazılan ve ilk baskısı 2005 yılında yayımlanan Şu Çılgın Türkler
adlı kitap Kurtuluş Savaşı’nın popüler hale getirilmesidir; ki Kurtuluş
Savaşı’nın konu edildiği bir dizi tarih dersinden veya bir dizi konferanstan
çok daha işlevseldir ve çok geniş kitlelerin bilgilenmesini ve belli bir
duyarlık kazanmasını sağlamıştır. Diğer yandan devlet tarafından bayram
tatillerinin uzatılarak bayramın tatile dönüştürülmesi, uluslar arası
sermayenin yönlendirmesi ve tamamıyla kültür endüstrisi anlayışının ürünüdür ve
geleneğin zayıflamasına, hatta yok olmasına neden olabilir.
Çalışmamızda geleneksel
kültürün özellikleri açısından popüler kültür/kültür endüstrisi
değerlendirilmeye ve bu açıdan tüketim üzerinde durulmaya çalışılacaktır.
Geleneksel Kültür, Popüler Kültür
Toplumsal yapı, toplumun
hayatiyetini sağlayıcı işlevleri, bireyler arası ilişkileri (ekonomik, siyasî,
dinî-ahlâkî, vb.) düzenleyen yapıdır. Bu yapının sağlıklı devam edebilmesi için
birtakım işlevleri yerine getirmesi gerekir. Bu açıdan gerek kurumlar arası
gerekse bireyler arası ilişkiler ve bu ilişkilerin eşgüdüm içerisinde
yürütülmesi büyük önem taşır. Bu da o toplumu oluşturan bireylerin
paylaştıkları “ortak hafıza”nın genişliğine, güncelliğine, toplum bireylerinin
genelinin kabul ettiği değerler halinde yaşıyor olmasına bağlıdır. Bu yönüyle
ortak hafıza, geleneksel kültürü muhtevidir. Geleneksel kültür, toplum
hayatında güncelliğini, işlevselliğini sürdürdüğü oranda toplumsal yapı
sağlıklı işler; toplumsal düzen bütünlüklü ve uyum içerisinde devam eder.
Burada geleneksel kültürün yapısal özelliklerinden bazılarını hatırlatmakta
yarar vardır. Bu özelliklerden biri, geleneksel kültürün toplumun ortaklaşa
üretimiyle kendiliğinden oluştuğu ve paylaşılır olduğudur. Bu yönüyle geleneksel
kültür “paylaşılan idealler, değerler ve davranış standartlarıdır; bireyin
eylemlerini gruplar için anlaşılır kılan ortak belirleyicidir” Paylaşılır
olma sözü, toplumun bireylerinin üzerinde ittifak ettikleri ve korudukları
değerlere işaret eder. İçine doğulan toplumda kişinin bu değerleri paylaşması;
görerek, taklit ederek, daha sonraki süreçte de zihnî gelişimine paralel olarak
idrak etme becerisine göre toplumsallaşması şeklinde olur ve kişi, toplumun
bütün bireylerince paylaşılan ortak kültüre göre nasıl davranacağını, diğer
kişilerle iletişiminde nasıl hareket edeceğini öğrenir. Ancak, “kültürün toplumun tüm üyeleri tarafından paylaşılmasına rağmen kişilerin tek
biçimlilik arz etmedikleri dikkat edilmesi gereken bir gerçekliktir”).
Zira, ortak kültürü idrak etme ve yaşamada kişiler, aileler, topluluklar, vd.
arası farklılıklar her zaman var olur. Fakat bu durum, ortak kültürün
paylaşılmasına, ortak değerlerde ittifak edilmesine engel değildir.
Geleneksel kültürün bir
başka özelliği birleştirici oluşudur. Bu özelliği ile bireyler arası
yardımlaşmayı, dayanışmayı tesis eder. Zira geleneksel kültür “cemiyet içinde mevcut her nevi bilgiyi,
alakaları, ihtiyatları, kıymet ölçülerini, umumi atitüd, görüş ve zihniyet ile
her nevi davranış şekillerini içine alır. Bütün bunlar, birlikte, o cemiyet
mensuplarının ekserisinde müşterek olan ve onu diğer cemiyetlerden ayırt eden
hususi bir hayat tarzı temin eder” Geleneksel olarak nesilden nesile
aktarılarak öğrenilen kültür, bireylerde doğdukları andan başlayarak
yaşadıkları her türlü olay ve durum, o kültüre has kişilik modelinin meydana
gelmesini sağladığı gibi başka bir kültürün model kişiliğinden de ayırıcı
özellikler sağlar. Burada, tek tip kişilik söz konusu olmayıp geleneksel kültür
açısından neyin doğru neyin yanlış olduğunu, normalin ne olduğunu, idealin
hangi ölçülerde olduğunu ortak değer ölçütleri çerçevesinde kavrayan, olay ve
durumlar karşısında aynı tepkiyi verebilen insan tipi kastedilmektedir.
Yukarıda belirttiğimiz
çerçevede, geleneksel kültürün özellikleri (ortaklaşa ve tabiî üretilmesi,
birleştirici oluşu) açısından popüler kültürü değerlendirecek olursak ilk başta
popüler kültürün tabiî bir şekilde meydana gelmediği görülür. Özellikle bir
gereklilikten, kapitalizmin emperyalizm safhasına ulaşması sürecindeki
sıkıntılardan kaynaklanmış, sanayileşmiş devletlerin ekonomik ve kültürel
siyasetidir. Şöyle ki, 19. yüzyılda sanayinin, kapitalist üretimin gelişmesi,
ürün çeşitliliğinin artması, Batılı ülkeleri pazar arayışına yöneltir ve kapitalizmin
uluslararasılığı gündeme gelir. Sanayileşmedeki ilerleme işbölümünü
geliştirdiği gibi, nüfusun büyük merkezlerde toplanmasına da neden olur.
Bunların yanında iletişimdeki teknolojik gelişmeler uluslararası iletişimi ve
etkileşimi hızlandırır. Özellikle uluslararası üretim ve tüketim trafiğine
hâkim olan Batılı devletler, az gelişmiş veya gelişmekte olan diğer devletlerin
ekonomilerini denetim altına almayı hedeflerler. Elbette ekonominin denetimi,
mal ve hizmetlerin tüketilmesini hızlandırmak ve kolaylaştırmak için kültürel
denetimi de gerektirdiği için modernleşme adı altında birtakım stratejiler
geliştirilir. Bu stratejiler, Lemonnier’in ticarî alanda, medyatik alanda,
sanat alanında ve sosyolojik alanda uygulana gelmektedir. Egemen popüler pratikler belli zaman ve yerde baskın olan endüstriyel,
siyasal, ekonomik ve düşünselle ilgili faaliyetlerdir” Bu stratejilerin en
önemli ayağı şüphesiz pazar konumundaki her ülkede zihniyet değişiminin
sağlanması, milli değerlerin yerine, egemen sermeyenin tüketime yönelik
değerlerinin konmasıdır. Bu değerlerin başında her şeyin pazarlanabilir olduğu
gelir. Bu yolla her şeyin metalaşması, anlamsızlaşması ve hatta kutsalın
değersizleşmesi; yani popüler ürün haline gelmesi sağlanır. “Meta (bu bir televizyon programı ya da kot
pantolon olabilir) bir metindir, popüler kültürün temel bir kaynağını oluşturan
potansiyel anlamlar ile potansiyel hazların söyleme dayalı yapısıdır” Ürün
ne denli çok tüketilirse üretimi ve dolayısıyla kâr oranı da o denli
fazlalaşacaktır. Bu nedenle popüler ürünün alıcısının, tüketicisinin, daha
doğrusu hedef kitlesini oluşturan insanların ortak fikrî paydada/tüketme
fikrinde birleştirilmesi gerekir. Kapitalist toplumlarda insanların ortaklaşa
sahip oldukları şeyin, egemen ideoloji karşısında tabiîlikleri veya
güçsüzlükleri olduğunu belirtir; ki bu durum kişi için idrak edilemeyen bir
durumdur. Çünkü insan burada etken değil, kullanılacak bir nesne konumundadır
ve insanı tüketici olarak gören egemen ekonomik kültür, onu tüketmeye hazır
hâle getirmek yönünde her türlü yolu deneyerek onu biçimlendirir, popüler
kültürün bir parçası haline getirir. Bu süreçte popüler kültür
eğlenceyi/eğlendirmeyi, bu eğlenceye kişileri bağımlı hale getirmeyi hedefleyen
uygulamaları içerir. Tüketime katıldıkları oranda popüler kültürü destekleyen,
gelişmesine katkıda bulunan insanlar, adeta suyun içinde olup da suyun
ne’liğini idrak edemeyen balıklara benzerler ve işleyişe zorunlu olarak
katılırlar. Moda, reklamlar, tv, radyo, vd. gibi çeşitli etkinlik ve
vasıtaların etkisiyle burjuva hayat tarzını idealleştirir ve taklit etmeye
çalışırlar.
Hâl-i hazırda içinde
yaşadığımız, içli-dışlı olduğumuz ekonomik süreç budur ve bu süreçte popüler
kültür veya uygulama olarak kültür endüstrisi faaliyetleri, geleneksel kültürün
her unsurunu kullandığı için insanın idrak edebileceği durum yalnızca
“tüketim”dir. Çünkü, bu ekonomik düzene göre her şey (soyut veya somut) bir
metadır ve tüketilmelidir. İnsan tükettiği oranda vardır. Ekonomik düzeni
şekillendirenlerin hedefledikleri tüketimi gerçekleştirmeleri için “tüketici
kitlenin üzerinde çalışarak istediği şekli vermesi gerekir. Bu da başta kitle
iletişim araçlarıyla olmak üzere, her türlü enformasyon denenerek yapılabilir.
Toplum tüketilecek mala, talip hale gelinceye kadar çalışılır. Bu süreçte
kültür ürünlerinin endüstriyel bir madde haline gelmesi, kültür endüstrisini
ortaya çıkarmıştır”
“Kültür endüstrisi” terimi,
T.W. Adorno’un verdiği bilgiye göre Horkheimer ile 1947’de birlikte
yayınladıkları Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserlerinde “kitle kültürü”
terimi yerine kullandıkları bir terimdir. Adorno, kültür endüstrisinin eski
olanla tanıdık olanı yeni bir nitelikte birleştirdiğini belirtir. Adorno’ya
göre kitlelerin tüketimine göre düzenlenen ve büyük ölçüde o tüketimin yapısını
belirleyen ürünler, tüm sektörlerde az çok bir plana göre üretilir. Tüm
sektörler yapısal olarak benzerdir ya da en azından birbirinin açıklarını
kapatarak, neredeyse tamamen gediksiz bir sistem oluştururlar. Bunu olanaklı
kılan sadece çağdaş teknik olanaklar değil, aynı zamanda ekonomik ve yönetsel
yoğunlaşmadır. Kültür endüstrisi kasıtlı olarak tüketicileri kendisine uydurur.
Çünkü, amaç her zaman için ticarîdir ve asla kamu çıkarları söz konusu
değildir.
Kültür endüstrisinin her
uygulaması kâra yönelik ve işleyişi üretim, dağıtım ve ürünün yeniden üretimi
şeklindedir. Bu özelliği ile maddî yönlendiriciliği yanında manevî açıdan da
halkı, -bilgi ve haber kaynaklarını tekelinde bulundurması sebebiyle-
yönlendirmede etkindir. Bunu yaparken toplumun değer yargılarını, mantık veya
ahlâk kurallarını hiçe saymada son derece ataktır. Kültür endüstrisinin bu
özellikleri, kültürel ürünlerin tüm dünyada “birbirinin yerine geçebilir bir
aynılığa” tekdüzeliğe dönüşmesine sebep olmuştur. İletişimdeki sınır
tanımaz hızlılık sayesinde bir yerde tüketime sunulan kültürel ürünün çok kısa
zaman içinde benzerleri daha doğrusu sahteleri üretilmekte ve tüketilmektedir.
Kültür endüstrisinin “ürünlerinin tüketme süreci kişileri süregelen sosyal
kurallarla kendilerini bir tutmaya, yani özdeşleştirmeye, bağdaştırmaya ve
neyseler o şekilde devam etmeye sevk eder. Kişiler düzenin ürettikleri şeyler
için duydukları arzu ve bu şeyleri tüketmeden aldıkları zevk yoluyla var olan
düzene uydurulur ve ayarlanır” Böylece kişiler birtakım tüketim
alışkanlıkları ve bu alışkanlıklara paralel kültürel değerleri edinirler.
Burada sözü edilen insanların özellikle
çocuk ve gençler olduğu unutulmamalıdır; ki buradaki temel amaç, nesiller arası
kültür aktarımının (kültürlenmenin) önünün kesilmesidir. Öyle ki özellikle
son otuz yıl göz önüne alındığında ülkemiz insanının (özellikle genç neslin)
kültür endüstrisi tarafından kültürlendiğini; eğitim, çalışma, spor, düşünme,
eğlenme, yeme-içme, vd. hususlarda geleneksel kültürden/hayat tarzından uzaklaştırıldığı
görülür. Genel anlamda Batı hayat tarzı olarak adlandırdığımız, ancak doğrusu
Amerikan hayat tarzı diyebileceğimiz hayat tarzı, -özellikle büyük şehirlerde-
Türk hayat tarzının yerine geçmektedir. Bir örnek vermek gerekirse, artık
sayısı yüzlerle ifade edilen radyo ve tv kanallarından yayılan Amerikanvari
reklam, film ve programlarla Türk ahlâkî yapısının yerine utanmanın, ayıbın,
saygının, vefanın, sevginin, vb. erdemlerin olmadığı yeni bir ahlâkî anlayış
tesis edilmektedir. Zira basın-yayın organlarında (farklı tv ve radyo
kanalları, farklı gazeteler, dergiler olsalar da) verilen bilginin tek
kaynaktan verilir olması, kitleleri tek yönlü bilgilendirmekte ve
düşündürmekte, dolayısıyla insanlar, yaşanan herhangi bir olayı veya durumu
(ulusal veya uluslar arası) başka bir açıdan düşünme, eleştirme, irdeleme
gereği duymamaktadırlar. Çünkü kitleler adına, düşünen, doğruyla yanlışı ayırt
ederek gün yüzüne çıkaran akl-ı evveller, her yerde (tv., radyo, gazete, vb.)
halkın karşısına çıkarılmakta, gündem yaratılıp gündem değiştirebilmekte,
kamuoyu oluşturabilmektedir. Belli güçlerin hazırladığı “bilgi”nin tüketimi ve
yaygınlaştırılması gibi; giyimden, yeme-içmeye, eğlenceye, insanî ilişkilere,
vd. kadar her alanda devlet adamı, sanatçı, sporcu, akademisyen, vd. çeşitlenen
tüketim ajanları, bilerek veya bilmeyerek bu süreçte etkin görev
yapmaktadırlar.
Tüketimin dayanılmaz
hafifliğinde ürünlerin bolluğu ve çeşitliliği, albenisi, kolay ve çabuk elde
edilir olması adeta beyinleri her an bombardıman eden reklamlar, vb. sayesinde
popüler bir hayat sürdürülmektedir. Ki bu yolla yaşanılan süreçte kendi
olmaktan uzaklaşan, Amerikan pop kültürüne eklemlenen ve dolayısıyla onlarla
aynîleşen bir Türk kültürüne doğru gidilmektedir. Bu sadece Türk kültürü, Türk
insanı için bir tehlike olmayıp küreselleşen dünyada pek çok ülke, pek çok
insan için geçerli bir tehlikedir. Zira, teknik ilerlemenin etkisiyle fert
bugün kendini ailevî, milli, kültürel ve dinî hareket noktalarından koparılmış,
istikrar ve duygu ihtiyaçlarına cevap vermek için karmaşık ve değişen bir
dünyada yarış ve rekabetin sertlik ve acımasızlığına terk edilmiş bulmaktadır
Hiçbir ahlakî, insanî değer gözetmeyen, her yolu meşrû gören kültür
endüstrisinin uygulayıcıları, tüketici üzerinde yaptıkları geniş araştırmalar
ve reklamlarla insanları -ihtiyaçları olsun veya olmasın- tüketmeye,
dolayısıyla da onu yeni bir hayat tarzını benimsemeye zorlamaktadır. Oysaki
hayat tarzı gelenekseldir ve kişi içinde yaşadığı toplum değerleri çerçevesinde
hayat tarzını kendi biçimlendirir. Fakat, gününüzde ticarî egemen kültür/kültür
endüstrisi, kişinin hayatı üzerinde tahakküm kurmuştur. Bunu, başta tv olmak
üzere iletişim araçları vasıtasıyla yapmakta, beyinler yıkanmaktadır.
Mesela, yeme-içme
geleneğinin yerine Mc Donald’s, Pizza Hut, Burger King, vd. fast food
mekanlarında mekanikleştirilen bir yeme-içme kültürü ve adabı ikame
edilmektedir. Dahası dürümland, dönerland, kebabhouse, vd. adlarla yerli
taklitleri de geleneksel yiyecekleri fast food anlayışı ile servis ederek yangını
körüklemektedirler.
Oyun ve eğlence konusunda,
özellikle çocuklar ve gençler bilgisayarın tutsağı olmuş durumdadırlar.
Özellikle düşük veya orta gelirli aile çocukları ve gençleri apartmanlar
arasında oyun mekanlarının olmayışı, dahası eğitimin her safhasında uygulanan
sınav maratonunun onlara oyun zamanını kısıtlaması sebebiyle odalarına
kapanmakta, bilgisayarda keşfettikleri sanal dünyada yaşamaktadırlar ve
aileleri ile ilişkileri neredeyse yok olmaktadır. Maddî gücü elverişli olanlar
ise büyük alış-veriş mekanlarındaki oyun alanlarına, Disneyland, Toys’?’s gibi
Batı taklidi oyun merkezlerine gitmektedirler. Diğer yandan hypermarketler, supermarketler, grossmarketler, vb.
alış-veriş merkezleri ile Türk hayat tarzının ötesinde savurgan bir tüketim
yaşatılmaktadır. Tüm bunlar özellikle son otuz yılda dilde, düşüncede,
anlayışta, kısaca yaşayışta etkilerini göstermiş ve göstermekte, başka bir
dilde, başka bir düşünce ve anlayışta, yaşayışta nesiller meydana gelmektedir.
Sonuç
Her millet hayatiyetini
devam ettirmeye yönelik birtakım planlar, programlar yapar, uygulamalarda
bulunur. Başka kültürlerin etkilerine karşı varlığını koruması, koruyucu
tedbirler alması meşrudur. Plan, program ve uygulamalarla işleyişini, toplumsal
yapısını günceller, eksikliklerini giderir, çağın gereklerine uygun bir yapıyı
tesis etmeye çalışır. Tüm bunları yaparken geleneksel kültürünü, tarihini,
dilini, dinini, ahlâkî değerlerini göz önünde bulundurur. Diğer
milletlerle/devletlerle ekonomik, siyasî, kültürel ilişkiler kurabilir; ancak
bu ilişkiler devletlerarası “menfaat” ilişkileridir. Yani her millet/devlet bu
ilişkilerden bir şeyler umarak diğer devletle ilişkiler geliştirir.
Şüphesiz söylediklerimiz,
ideal olandır ve ilişkilerde her bir devletin eşit haklara sahip olduğu durumu
işaret etmektedir. Oysa gerçekte yaşananlar bu kadar basit değildir. Neredeyse
yarım asırdır Avrupa Birliği’ne dahil olmak için her şeyi yapan, AB
yetkililerinin direktiflerini kayıtsız, şartsız yerine getiren bir Türkiye söz
konusudur. İlişkilerde inisiyatifi elinde bulunduranın, ilişkilerin sürmesinde
şartları belirleyenin AB olduğu, dolayısıyla kültür endüstrisini yönetenin de
Avrupalı zihniyet olduğu açıktır. Bu zihniyet, geçmişte olduğu gibi, günümüzde
de dünyayı bir pazar olarak gören zihniyettir. Küreselleşen dünyada modernliği,
çağdaşlığı, demokrasiyi, insan haklarını, vd. götürmek üzere ülkelerin iç
işlerine karışmakta, hatta ülkeleri işgal ederek kendisine yandaş hükümetleri
iktidara getirmektedir. Kendi dışındaki kültürleri aşağı, barbar, vb. gören ve
yok etmeyi meşru sayan, bunu da onlara uygarlık götürme olarak gören bir Batı
söz konusudur. Kendi ifadeleriyle bu;
ekonomik, siyasî ve kültürel bir Haçlı Hareketi’dir. Batı harici
milletlerin kontrol altına alınması, Batılılaştırılması, yani kendisine bağımlı
hale getirilirken aynı zamanda kendisine benzetilmesi hareketidir. Yaşanmakta
olan süreçte kendi olarak kalabilmek her milletin ana sorunudur. Ya
küreselleşme rüzgârında savrulup küreselleşmenin efendilerince verilen rolü
yerine getirecekler veya milli kimliğini küresel dünyada geçerli kılacaklardır.
Sorunun tespiti, çözüme
giden yolu da gösterir. Hiçbir ülke sorunlarını dışarıdan taşınan hazır
çözümlerle gidermemiştir. Küreselleşen ilişkiler içerisinde eyleyen mi yoksa
eylenilen mi, efendi mi köle mi olunacak, bu gibi soruların cevaplanması için,
geleneksel tarihî bilgiden, ortak hafızadan faydalanarak bu bilgilerin sunduğu
imkanları ve uyarıları görmek, içinde yaşanılan safhada kendi milli kimliğimizi
yeniden inşa etmenin şartlarını oluşturmak güncel en önemli gerekliliktir.
ÇOCUK ve MARKA
‘Yaşam kalitesini arttırma temalı reklamların yeni bir Kapitalist
Sömürü’ olduğu
çağımızın en belirgin özelliklerindendir.
Ayrıca; ‘İnsanlar kendilerini kötü tüketici olarak görürler. Bu tip reklamlarda diyorlar ki, ‘siz üreticiye yardım ediyorsunuz; siz tüketim yaptıkça üreticiler para kazanıyor, yaşamlarını devam ettiriyorlar. Yani siz sadece tüketici değilsiniz deniyor. Böylece insanları tüketimin kötü olduğu düşüncesinden uzaklaştırarak tüketime yönlendiriyorlar’ diyerek kapitalizmin oyun içinde oyunlarına dikkat çekmişti.
Bu yaklaşım, ‘Ulusların Zenginliği’ adlı kapitalizmin kutsal kitabının yazarı Adam Smith’i hatırlatıyor. Bilindiği gibi Smith de sermaye sahiplerini kayırarak, Kapitalistlerin karlarını, onların kamu yararına daha çok makine ve fabrikaya yatırım yaptıkları gerekçesiyle haklı görüyordu…
Marka giyinmeyen yetişkinlerin bile baskılandığı, hal böyle olunca çocukların daha fazla etkilendiği bir süreç yaşıyoruz.
Eskiden şöyle denirdi: ‘İnsanlar giyimleri ile karşılanır, sohbetleri ile uğurlanırlar.’
Sohbet kısmını tarihe gömdüğümüzden, şimdilerde insanlar giyimleri ile karşılanıyor, giyimleri ile alakadar olunuyor ve giyimleri ile uğurlanıyorlar.
Ayetin benzetmesiyle, ‘giydirilmiş kütüklerin’ giderek toplumda sayılarının arttığını ve bu halinde marka putçuluğunda tecessüm ettiğini izlemekteyiz.
Okulda, mahallede, otobüste, parkta, sokakta, sinemada, evde tüm çocuklar markacı bir zihnin iğdişlediği kelimeler üzerinden ağır baskılar yaşıyorlar.
Televizyon kanalları çocukları, internet siteleri ise gençleri yakın markaja almış durumda.
Reklamlar üzerinden yaşanan kapitalist kuşatılma bazı aileleri onulmaz sıkıntılara gark ederken bazı aileler ise duygusal tepkilerle durumu rasyonalize etmeye çalışıyorlar.
Örneğin bazı aileler, ‘benim çocuğum kimin çocuğundan kötü’ türünden ikinci sınıf savunmalarla hesapsız kitapsız harcamalar yapıyorlar.
‘Tasarlanmış kıtlık’ denen bir kavram var. Aslında insanın pazara sunulan on üründen dokuzuna ihtiyacı yok. Ama öylesine bir zihin yönlendirme var ki, insan kendisini bu ürünlere muhtaç hissediyor.
Böyle olunca, icat edilmiş sanal bir kıtlık kuşatıyor modern insanı. Zihinsel ve bedensel bir kıtlık; sürekli açlık, gözü doymazlık, kanaatsizlik, iktifa nedir bilmezlik. Doyma eşiğini yitirmiş klinik bir vaka olma hali yani.
‘Sınırsız ihtiyaçlar’ dediğiniz zaman hangi barikatlar durdurabilir insanı.
‘Daha çok üretim ve daha çok büyüme’ dediğinizde hangi değerler sınırlayabilir insanı?
Hele bu çirkin oyun çocuklar için bir tuzak olarak kurgulanmışsa kim ve nasıl koruyabilir çocukları?
İsviçre tüketici kurumları son yıllarda çocuklara ve gençlere yönelik reklamların sonuçlarını inceleyen bir araştırma yapmış. Çocukların ve gençlerin tüketim alışkanlıklarına reklamların yaptığı etkiyi inceleyen bu araştırma ibretlik sonuçlara sahip.
Buna göre: Belli markalara kilitleyen reklam sloganları ve efektleri günümüzün en yaygın sosyal sorunlarından biri olarak öncelikle iki ile dört yaş arasındaki çocuklarda adı geçen marka ve ürünleri isteme davranışını dayatıyor.
Özelikle anne ve babaların reklamlara karşı nasıl çaresiz kaldıklarını gösteren bu araştırmaya göre altı yaşından itibaren çocuklar reklamların etkisi ile ebeveynlerine istediklerini aldırtıyorlar.
Reklamlar çocukların harçlık miktarını arttırıyor. Böyle olunca çocuklar ebeveynlerine sormadan tüketim yoluna gidiyorlar. Tüketimin konusu ve niceliği de kişiliklerini etkiliyor.
Firmalar çalışan ebeveynlerin çocukları ile yarım kalan diyaloglarını tüketime yönlendiren reklamlar ile tamamlama yoluna gidiyor.
Duygusal boşlukların yarattığı ruhsal gerilimler para karşılığında oyun ve oyuncaklarla doldurulmaya çalışılıyor.
Araştırmaya göre, 6-13 yaş grubundaki çocuklar her ay ortalama 900 reklam spotu görüyorlar…
Binlerce yıl yaşatılmak ve her şeyin maliki olmak isteyen insanın zaaflarından beslenerek büyüyor reklamcılık sektörü.
‘Markalar günümüzün totemleridir, putlarıdır’
Markalar, ruhları ve bedenleri satın alan modern tanrılara dönüşmüş durumda.
Bu tanrılar Yunan tanrıları gibi kulları ile oynamaktan ve onları sıkıntıdan sıkıntıya sürüklemekten zevk alıyor.
Modern insan da marka rüzgarına ve tüketim burgacına evlad-ı iyali ile birlikte kapılmış kimsiz ve kimsesiz bir müsveddeye dönüşmüş durumdadır.
Ayrıca; ‘İnsanlar kendilerini kötü tüketici olarak görürler. Bu tip reklamlarda diyorlar ki, ‘siz üreticiye yardım ediyorsunuz; siz tüketim yaptıkça üreticiler para kazanıyor, yaşamlarını devam ettiriyorlar. Yani siz sadece tüketici değilsiniz deniyor. Böylece insanları tüketimin kötü olduğu düşüncesinden uzaklaştırarak tüketime yönlendiriyorlar’ diyerek kapitalizmin oyun içinde oyunlarına dikkat çekmişti.
Bu yaklaşım, ‘Ulusların Zenginliği’ adlı kapitalizmin kutsal kitabının yazarı Adam Smith’i hatırlatıyor. Bilindiği gibi Smith de sermaye sahiplerini kayırarak, Kapitalistlerin karlarını, onların kamu yararına daha çok makine ve fabrikaya yatırım yaptıkları gerekçesiyle haklı görüyordu…
Marka giyinmeyen yetişkinlerin bile baskılandığı, hal böyle olunca çocukların daha fazla etkilendiği bir süreç yaşıyoruz.
Eskiden şöyle denirdi: ‘İnsanlar giyimleri ile karşılanır, sohbetleri ile uğurlanırlar.’
Sohbet kısmını tarihe gömdüğümüzden, şimdilerde insanlar giyimleri ile karşılanıyor, giyimleri ile alakadar olunuyor ve giyimleri ile uğurlanıyorlar.
Ayetin benzetmesiyle, ‘giydirilmiş kütüklerin’ giderek toplumda sayılarının arttığını ve bu halinde marka putçuluğunda tecessüm ettiğini izlemekteyiz.
Okulda, mahallede, otobüste, parkta, sokakta, sinemada, evde tüm çocuklar markacı bir zihnin iğdişlediği kelimeler üzerinden ağır baskılar yaşıyorlar.
Televizyon kanalları çocukları, internet siteleri ise gençleri yakın markaja almış durumda.
Reklamlar üzerinden yaşanan kapitalist kuşatılma bazı aileleri onulmaz sıkıntılara gark ederken bazı aileler ise duygusal tepkilerle durumu rasyonalize etmeye çalışıyorlar.
Örneğin bazı aileler, ‘benim çocuğum kimin çocuğundan kötü’ türünden ikinci sınıf savunmalarla hesapsız kitapsız harcamalar yapıyorlar.
‘Tasarlanmış kıtlık’ denen bir kavram var. Aslında insanın pazara sunulan on üründen dokuzuna ihtiyacı yok. Ama öylesine bir zihin yönlendirme var ki, insan kendisini bu ürünlere muhtaç hissediyor.
Böyle olunca, icat edilmiş sanal bir kıtlık kuşatıyor modern insanı. Zihinsel ve bedensel bir kıtlık; sürekli açlık, gözü doymazlık, kanaatsizlik, iktifa nedir bilmezlik. Doyma eşiğini yitirmiş klinik bir vaka olma hali yani.
‘Sınırsız ihtiyaçlar’ dediğiniz zaman hangi barikatlar durdurabilir insanı.
‘Daha çok üretim ve daha çok büyüme’ dediğinizde hangi değerler sınırlayabilir insanı?
Hele bu çirkin oyun çocuklar için bir tuzak olarak kurgulanmışsa kim ve nasıl koruyabilir çocukları?
İsviçre tüketici kurumları son yıllarda çocuklara ve gençlere yönelik reklamların sonuçlarını inceleyen bir araştırma yapmış. Çocukların ve gençlerin tüketim alışkanlıklarına reklamların yaptığı etkiyi inceleyen bu araştırma ibretlik sonuçlara sahip.
Buna göre: Belli markalara kilitleyen reklam sloganları ve efektleri günümüzün en yaygın sosyal sorunlarından biri olarak öncelikle iki ile dört yaş arasındaki çocuklarda adı geçen marka ve ürünleri isteme davranışını dayatıyor.
Özelikle anne ve babaların reklamlara karşı nasıl çaresiz kaldıklarını gösteren bu araştırmaya göre altı yaşından itibaren çocuklar reklamların etkisi ile ebeveynlerine istediklerini aldırtıyorlar.
Reklamlar çocukların harçlık miktarını arttırıyor. Böyle olunca çocuklar ebeveynlerine sormadan tüketim yoluna gidiyorlar. Tüketimin konusu ve niceliği de kişiliklerini etkiliyor.
Firmalar çalışan ebeveynlerin çocukları ile yarım kalan diyaloglarını tüketime yönlendiren reklamlar ile tamamlama yoluna gidiyor.
Duygusal boşlukların yarattığı ruhsal gerilimler para karşılığında oyun ve oyuncaklarla doldurulmaya çalışılıyor.
Araştırmaya göre, 6-13 yaş grubundaki çocuklar her ay ortalama 900 reklam spotu görüyorlar…
Binlerce yıl yaşatılmak ve her şeyin maliki olmak isteyen insanın zaaflarından beslenerek büyüyor reklamcılık sektörü.
‘Markalar günümüzün totemleridir, putlarıdır’
Markalar, ruhları ve bedenleri satın alan modern tanrılara dönüşmüş durumda.
Bu tanrılar Yunan tanrıları gibi kulları ile oynamaktan ve onları sıkıntıdan sıkıntıya sürüklemekten zevk alıyor.
Modern insan da marka rüzgarına ve tüketim burgacına evlad-ı iyali ile birlikte kapılmış kimsiz ve kimsesiz bir müsveddeye dönüşmüş durumdadır.
ŞİDDET ve İSTİSMAR MESELESİ
Giderek
yaygın kabul gören küresel bir konu: Türkiye’de büyüyen çocuklar şiddetle
kuşatılmışlardır.
Kimi yerel özellikler taşısa bile bu sorun sadece Türkiye’ye özgü değildir.
Son
dönemde dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan araştırmalar, hemen hemen tüm
çocukların
evlerinde,
okullarında ve içinde yaşadıkları topluluklarda şiddete tanık olduklarını,
üstelik çok
sayıda
çocuğun bu olgudan doğrudan etkilendiğini göstermektedir. Şiddet fiziksel,
cinsel veya
duygusal
olabilir. Erken dönem çocuklukta şiddete maruz kalma henüz yeni olgunlaşan
beyni
etkileyebilirken,
hangi yaştan olurlarsa olsunlar çocukların uzun süre şiddete maruz kalmaları
uzun
süreli sağlık sorunlarına yol açabilir. Sıklığına ve şiddetine bağlı olmak
üzere şiddet
ayrıca
çocukların kendilerini ifade yeteneklerini, okul performanslarını,
sosyalleşmelerini, öz
saygılarını
ve genel olarak duygusal anlamdaki sağlıklarını olumsuz etkileyebilir. Şiddete
maruz
kalan çocukların, daha sonraki yaşamlarında madde bağımlılığı, erken/riskli
cinsel
etkinlik,
huzursuzluk ve depresyon, çalışma yaşamında eksiklik, bellek sorunları gibi
durumlarla
karşılaşma olasılıkları daha yüksektir. Böylece, şiddetin yol açtığı insani ve
toplumsal maliyet bir kuşaktan sonrakine aktarılmaktadır.
Çocukların
çocuklara uyguladıkları şiddet, zorbalık ve çete özentisi
tavırlar,
en fazla okullarda ve okulların çevresinde görülmektedir. Aşırı durumlarda
ateşli ve
diğer
silahlar bile kullanılmakta, zaman zaman ölümler meydana gelebilmektedir.
Çocuğu
şiddete
başvurmaya iten, kendini kanıtlama güdüsü olabilir veya bu hareket para,
yiyecek
veya
başka şeyler çalma sırasında ortaya çıkabilir. Temeldeki nedenler arasında ise
öz
saygının
azlığı ile birlikte çocuğun kendisinin evde veya başka yerlerde maruz kaldığı
şiddet,
suiistimal
ve ihmal gibi durumların etkisi yer alabilir. Ayrıca, çocuklar öğretmenlerin ve
okullardaki
görevlilerin başvurdukları şiddetten sıkça şikâyet etmektedir.
Genellikte
4 türde olmaktadır: Fiziksel, cinsel, duygusal şiddet ve çocuğu ihmal.
Fiziksel şiddet ve istismar, çocuğun ebeveyn veya bakıcısı tarafından fiziksel zarar
ile sonuçlanan veya sonuçlanabilecek bir eyleme maruz bırakılmasıdır. Bunun en
belirgin işareti; derideki yara-bereler, özellikle uzun kemik ve kaburgalardaki
kırıklar vb. işaretlerdir. Küçük çocuklardaki fiziksel şiddetin en sık
rastlanan şekli çocuğu sarsmadır. Özellikle 9 aylıktan küçük çocuklara sık
olarak uygulanır. Bu şiddeti uygulayanların çoğu erkektir. Şiddetli ve
tekrarlayan sarsmalar, çocukta kafa içi ve göz kanamalarına, büyük eklemlerde
kırıklara neden olabilmektedir.
Sarsmayı,
sert bir yere vurma eylemi izleyebilir. Araştırmalar ciddi bir şekilde sarsılan
çocukların 1/3′ünün
öldüğünü göstermiştir. Ayrıca geri zekâlılık, körlük veya serebral palsi gibi
süreğen sakatlıklar ortaya çıkmaktadır. Çocuklara uygulanan fiziksel istismarın diğer bir şekli de
dövülmüş çocuk sendromudur. Bu çocuklar, tekrarlayan aşırı bir şiddete
uğramışlardır. Çok sayıda farklı zamanlarda oluşmuş kemik kırıkları, vücudun
çeşitli yerlerinde iyileşmeyen yaralan vb. vardır. Bu tür şiddet daha az olarak
görülmektedir.
Cinsel istismar, çocuğun ebeveyni veya bakıcısı tarafından cinsel amaçlı
kullanılmasıdır. Bu çocuklarda enfeksiyonlar, genital organlarda yaralanmalar,
karın ağrısı, kabızlık, süreğen veya tekrarlayıcı üriner sistem enfeksiyonları
veya davranış bozuklukları görülür. Çocuğun cinsel istismara uğradığının
saptanması için, bu durumdan şüphe etmek ve cinsel istismarın sözel,
davranışsal ve fiziksel belirtilerini iyi bilmek gerekir. Çocukları çoğu böyle
bir durumu saklar; ancak dolaylı fiziksel ve davranışsal belirtilerini
gizleyemezler.
Duygusal istismar ise, çocuğun duygusal bakımdan olumlu olarak gelişebilmesini
sağlayan bir çevrenin yaratılmaması anlamında olup çocuğu tehdit etme,
aşağılama, inkâr etme, çocuğun özgüvenini zedeleme vb. türden fiziksel olmayan
tüm eylemleri kapsar.
Çocuğu ihmal ise, çocuğun sağlık, eğitim, beslenme, barınma, güvenli bir
ortamda yaşama gibi haklarının elinden alınarak bu bakımlardan ihmal edilmesi
anlamındadır. Yoksulluk nedeniyle oluşan olumsuz koşullar ihmal anlamına
gelmez. Çünkü çocuk ihmalinden söz edebilmek için ailenin gerekli olanaklarının
olması; ancak ailenin bu olanakları çocuk için kullanılması ve çocuğu gerçekten
ihmal etmesi söz konusu olmalıdır. Çocuğun aç bırakılması, bakımının
yapılmaması, çevresel tehlikelerden korunmaması ve kendi haline terk edilmesi,
madde bağımlılığı tehlikesine karşı koruyucu eylemlerin yapılmaması vb.
davranışlar, çocuğu ihmal kapsamında değerlendirilmektedir.
Dünya
Sağlık Örgütü, çocuğa yönelik şiddeti ve istismarı şöyle tanımlamaktadır:
“Çocuğun beden ve akıl sağlığım bozan, onun gelişmesine ve yaşamasına olumsuz
etki yapan veya yapma olasılığı olan her türlü, fiziksel veya duygusal davranış
ile cinsel istismar veya ihmal olgularının tümüdür”.
Türkiye’de çocuk istismarı konusunun gerçek boyum kesin olarak bilinmemektedir. Ancak çocuğa yönelik şiddet ve istismarın yaygın olduğunu gösteren pek çok kanıt vardır. Yapılan bir araştırmada %78 ile duygusal istismarın baş sırada olduğu görülmüştür. Bunu %24 ile fiziksel, %9 ile cinsel istismar izlemiştir. Çocukların ucuz iş gücü olarak kullanılmaları yoluyla istismar edilmelerinin de Türkiye’de yaygın olduğunu söyleyebiliriz. Yasal düzenlemeler 15 yaşın altındakilerin çalıştırılmasını yasaklamaktadır. Ancak bir meslek öğrensin, eli iş tutsun, eve katkısı olsun gibi gerekçelerle çocuklar, eğitim alma haklarından yoksun bırakılmakta ve hiç bir güvenceleri olmaksızın çalıştırılmaktadırlar.
Türkiye’de çocuk istismarı konusunun gerçek boyum kesin olarak bilinmemektedir. Ancak çocuğa yönelik şiddet ve istismarın yaygın olduğunu gösteren pek çok kanıt vardır. Yapılan bir araştırmada %78 ile duygusal istismarın baş sırada olduğu görülmüştür. Bunu %24 ile fiziksel, %9 ile cinsel istismar izlemiştir. Çocukların ucuz iş gücü olarak kullanılmaları yoluyla istismar edilmelerinin de Türkiye’de yaygın olduğunu söyleyebiliriz. Yasal düzenlemeler 15 yaşın altındakilerin çalıştırılmasını yasaklamaktadır. Ancak bir meslek öğrensin, eli iş tutsun, eve katkısı olsun gibi gerekçelerle çocuklar, eğitim alma haklarından yoksun bırakılmakta ve hiç bir güvenceleri olmaksızın çalıştırılmaktadırlar.
Tarım
kesiminde, ücretsiz aile işçisi durumunda olanların sayısı da tam olarak
bilinememektedir. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün 1994 Yılı Çocuk Anketi
sonuçlarına göre, ülkemizde 6-14 yaş grubundaki çocukların 1 milyon 8 bini
çalıştırılmaktadır. Bu yaş aralığındaki her 100 çocuktan yaklaşık dokuzu
çalıştırılmaktadır. Araştırmaya göre bu çocuklar çalışmaya 15 yaşın altında
başlamışlar ve %4l’i okula devam etmemektedir. Çalışan çocukların %77′si tarım, %10,7′si
sanayi, geriye kalanlar ise ticaret ve hizmet sektöründe çalışmaktadır. Bu
çocukları %98′i zorunlu ilköğretimden sonra
üretime katılmıştır.
%23′ü kız, %77′si
erkek çocuklardır. Çocukları yalnızca %3,2′si
gelecekte okula yeniden dönebileceğini düşünmektedir.
Türkiye’de
1980-1982 yılları arasında sekiz ilde yapılan bir araştırmada, 4-12 yaşları
arasındaki 16.000 çocuğun, fiziksel ve duygusal açıdan istismar edilip edilmediği
incelenmiştir. Kız çocuklarının % 34,6′sınm,
erkek çocuklarının ise %32,5′inin
ihmal ve istismara uğradıkları saptanmıştır. Eğitimsiz ebeveynlerin %40′ı çocuklarını istismar ederken eğitim düzeyi yüksek
ebeveynlerde bu
oran % 17′ye kadar düşmektedir.
Türkiye’de
yapılan bir araştırma, 4 yaşından itibaren çocukları fazla miktarda dayak
yediklerim ve bunun sonucunda hem bedensel hem de ruhsal sorunlar yaşadıklarını
göstermiştir. Başka bir araştırmaya göre çocukların uğradıkları fiziksel
şiddetin %69′unun faili öteki aile
bireyleri, özellikle de anne babalardır. Çocukları fiziksel istismarına bağlı
ölümler, 1-4 yaşlar arasındaki çocuk ölümlerinin % 3′ünü oluşturmaktadır. Ancak Türkiye’de kayıtlara geçen ya
da mahkemelere yansıyan
şiddet olayları çok azdır. Başka bir araştırma, Türkiye’de çocukların % 65.72′sinin anne ya da babası tarafından fiziksel istismara
uğradıklarını belirlemiştir.
Birleşmiş
Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi ve Çocuklar için Dünya Zirvesi gibi
bağlayıcı kararları altına imza atmış olan Türkiye’de, çocuklara yönelik şiddet
ve istismarın önlenmesi konusundaki çalışmaların yeterli olduğunu söylemek
mümkün değildir. Bu konu, toplum tarafından hâlâ bir aile içi mesele olarak görülmeye
devam etmektedir. Toplumu bilinçlendirme ve mağdur durumda olan çocukların
korunması ve eğitimi çalışmaları çok yetersizdir. Hatta devlet koruması altında
olan çocukların bile, şiddete maruz bırakıldıkları ve istismar edildikleri haberlere
yansımaktadır. Türkiye’nin çocuklara yönelik şiddet ve istismara dur diyebilecek
acil bir eylem planına şiddetle ihtiyacı vardır.
Bu
girişimde başlıca şu hususlar yer almalıdır:
-
Öncelikle bu olgunun yaygınlığı, güvenilir ve gerçek sayılarla ortaya konulmalıdır.
- Çocuklara okul eğitimleri sırasında kendilerini korumaları ve böyle bir durumla karşılaştıklarında neler yapmaları gerektiği öğretilmelidir.
- Toplumu bilinçlendirme çalışmalarıyla konunun önemi vurgulanmalı ve çocuğa yönelik şiddetin aile içi bir mesele olarak algılanması anlayışı değiştirilmelidir. Bu amaçla düzenlenen ana-baba okulu çalışmaları yaygınlaştırılmalıdır.
- Tüm çocuklar -tehlike altındakilere daha fazla ağırlık verilmek suretiyle- sağlık personeli tarafından sürekli olarak izlenmeli, şiddet veya suistimal belirtisi ya da şüphesi olanlar, yetkili makamlara bildirilmelidir. Çocuğa yönelik şiddet veya şiddet şüphesi, Sağlık Bakanlığı tarafından bildirimi zorunlu hastalıklar kapsamına alınmalıdır.
- Çocuklarına şiddet uygulayan veya uygulamaya eğilimli olan ebeveynler eğitilmelidir.
- Şiddete ve istismara uğrayan çocukları bedensel ve ruhsal tedavileri için merkezler açılmalı ve bu çocuklara destek sağlanılmalıdır.
- Çocuğa şiddet uygulayan veya çocuğu istismar edenlere ağır cezai yaptırımlar uygulanmalı, bunu sağlayacak yasal düzenlemeler gerçekleştirilmelidir.
- Çocuklara okul eğitimleri sırasında kendilerini korumaları ve böyle bir durumla karşılaştıklarında neler yapmaları gerektiği öğretilmelidir.
- Toplumu bilinçlendirme çalışmalarıyla konunun önemi vurgulanmalı ve çocuğa yönelik şiddetin aile içi bir mesele olarak algılanması anlayışı değiştirilmelidir. Bu amaçla düzenlenen ana-baba okulu çalışmaları yaygınlaştırılmalıdır.
- Tüm çocuklar -tehlike altındakilere daha fazla ağırlık verilmek suretiyle- sağlık personeli tarafından sürekli olarak izlenmeli, şiddet veya suistimal belirtisi ya da şüphesi olanlar, yetkili makamlara bildirilmelidir. Çocuğa yönelik şiddet veya şiddet şüphesi, Sağlık Bakanlığı tarafından bildirimi zorunlu hastalıklar kapsamına alınmalıdır.
- Çocuklarına şiddet uygulayan veya uygulamaya eğilimli olan ebeveynler eğitilmelidir.
- Şiddete ve istismara uğrayan çocukları bedensel ve ruhsal tedavileri için merkezler açılmalı ve bu çocuklara destek sağlanılmalıdır.
- Çocuğa şiddet uygulayan veya çocuğu istismar edenlere ağır cezai yaptırımlar uygulanmalı, bunu sağlayacak yasal düzenlemeler gerçekleştirilmelidir.
ÇOCUK
YOKSULLUĞU
Türkiye orta-üst
gelir düzeyinde bir ülkedir ve küresel standartlarışığında mutlak yoksulluk
olgusu son derece sınırlıdır. Nüfusun yalnızca %0,5’lik bir kesimigünde 2.15
dolardan az gelirle yaşamaktadır. Ekonomik krizin ardından ülke kendini toparladıkça
bu yüzdenin daha da düşmesi beklenmektedir. Daha uzun bir zaman perspektifinden
bakıldığında, bugünkü kuşağın eski kuşaklara göre daha yüksek yaşam standartlarından
yararlandığı görülür. Ancak yine de, halkın Türkiye’deki ekonomik
kalkınmaya
ilişkin deneyimleri çeşitlilik göstermektedir. Kayıt dışı istihdam, küçük tarım
işletmelerinde
çalışma, mevsimlik işçilik, ücretsiz aile işçiliği ve istikrarlı olmayan kendi
hesabına
çalışma biçimleri yaygındır. Toplumsal cinsiyet rolleri katı olabilmektedir ve
kadınların
dörtte üçü işgücü dışındadır. Yoksulluk, gelir düzeyi ve tüketim harcamaları
temelinde
daha kapsamlı biçimde ölçüldüğünde önemli eşitsizliklere işaret etmektedir.
Nüfusun
altıda biri ülke ölçeğinde belirlenen yoksulluk sınırının altındadır. Kırsal
nüfusun ise
üçte
biri bu sınırın altında bulunmaktadır. Yoksulluk, düzensiz işlerde çalışma ve
düşük
eğitim
düzeyi ile yakından ilişkilidir.
Yoksulluk,
büyütmekte olan çocuklar için özellikle zararlı olabilmektedir: yoksulluk
yüzünden
kötü beslenme ve hastalık durumları ortaya çıkabilmekte, eğitim yarıda
kesilebilmekte
ve çocuklar şiddetin, sömürünün ve ihmalin tüm biçimlerine maruz
kalabilmektedir.
Yoksul çocukların ileride yoksul yetişkinler olma olasılığı yüksektir.
Yoksulluğa
maruz çocuk oranı, aynı durumdaki yetişkinlerin oranından daha yüksektir. 15
yaşından
küçük çocukların neredeyse dörtte biri ulusal yoksulluk sınırı altındadır –
kırsal
kesimde
ise bu oran beşte ikinin üzerindedir. Düşük gelir gruplarında büyük aile
genellikle
yaygındır
ve bu ailelerdeki çocuklar, kimi bölgeler söz konusu olduğunda, yoksulluğa
özellikle
açık durumdadır. 2009 yılında yoksul pek çok aile küresel kriz yüzünden
yiyeceklerinden
kısıntıya gittiklerini belirtmiştir. Birçok çocuğun karşı karşıya olduğu,
raporda
daha sonra ele alınacak olan dezavantajlar ve riskler büyük ölçüde ekonomik
eşitsizliklerle
belirlenmektedir. Eğitim ve sağlık hizmetleri tüm çocukları kapsama
çabasındadır
ve belirli kamu kurumları yoksullara nakit ve âyni yardımlarda bulunmaktadır.
Bununla
birlikte, ailelere ve çocuklara yönelik sosyal koruma yardımları yüzde olarak
GSYH içinde küçük bir paya sahiptir.
ÇOCUKLARIN
İŞLEDİĞİ SUÇLAR
Çocuk suçları, çocukların yasalarca yasaklanan
eylemlerine denir. Ama çocuk tanımı ülkeden ülkeye değişir ve bir ülkede çocuk
sayılan biri başka ülkede yetişkin kabul edilebilir. Çoğunlukla 15 ile 18
yaşlarını doldurmamış olanlar çocuk sayılır. Çocuk suçları genellikle 10-11
yaşlarında başlar ve ciddi suçlar 14-15 yaşlarında görülür.
Genç suçluların büyük bir bölümü için suç işleme, büyüme
süreci içindeki bir evre olarak kalır. Ama bunların küçük bir bölümü suç
işlemeyi ileri yaşlarında da sürdürür. Sürekli suç işleyerek bunu bir yaşam
biçimine dönüştürmüş çocukların sayısı da az değildir.
Çocuklar
Niye Suç İşler?
Çocukların neden suç işlediği sorusunu yanıtlanmak
zordur. Çocuğun bulunduğu çevrenin onu suça ittiği düşünülebilir. Ama benzer
çevrelerden gelen iki çocuğun birbirinden oldukça farklı kişiliklere sahip
olabilir. Toplumsal sınıflar arasındaki farklar da çocukları suç işlemeye
yöneltebilir. Aile geçmişi ya da ailenin toplumsal konumu da bir etken sayılır.
Çocukların suç işlemesi konusunda yapılan araştırmalar, suç işleyen çocukların
çoğunun sorunlu ailelerden geldiğini göstermektedir. ABD, Avrupa ve Japonya'daki
suçlu çocukların çoğu yoksul ailelerden gelmektedir. Bu genç insanlar
kendilerininkinden çok daha iyi koşullarda yaşayan kişileri gördükçe
umutsuzluğa kapılabilmekte ve suç işlemeye yönelebilmektedirler. çocukların
işlediği suçlar üzerinde içinde bulunduğu ortam çok etkilidir.çocuk toplumsal
çevrede kabul görmek için suça yönelebilmektedir.
Suçlu
Çocuklar
Suçlu çocukların topluma kazandırılması farklı düzeylerde
ele alınır ve bunu için çeşitli çalışmalar yürütülür. Önemsiz sayılabilecek
bazı suçlarda polisin uyarısı yeterli olabilir. Daha ciddi suç işleyen çocuklar
ise, çocuk mahkemelerinde yargılanır. Devlet, suç işleyen çocuklarla ilgilenmek
ve onların suçluluğu yaşam biçimi durumuna getirmelerini önlemekle yükümlüdür.
İlk kez suç işleyen çocuklar, çoğunlukla ana babasının ya
da velisinin gözetimine bırakılır. Daha ciddi suç işlemesi durumunda ise çocuk
bir ıslahevine gönderilir. Günümüzde ıslahevi, başka bir seçenek kalmadığında
başvurulan bir yöntemdir. Çünkü buralarda çocuklar bir dayanışma içine girebilir
ve birbirlerinin suç işleme eğilimlerini artırabilirler. Bu nedenle mahkemeler,
daha yumuşak bir yöntem olan gözetim yolunu benimserler.
Çocuk
Mahkemeleri
Suç işleyen çocukların davaları, çocuk mahkemeleri denen
özel mahkemelerde görülür. Bu mahkemeler, çocukların kendilerine özgü ruhsal
yapıları olduğu ve onlara özel bir ilgiyle yaklaşmak gerektiği düşüncesiyle
kurulmuştur. İlk çocuk mahkemeleri 1889'da
Chicago'da kuruldu. Ülkemizde ise bu konuda 1979'da hazırlanan yasa 1982'de
yürürlüğe girdi. Yasanın öngördüğü örgütlenme ancak beş yılda tamamlandı ve ilk
çocuk mahkemeleri Ekim 1987'de kurulabildi. Bu mahkemelerde duruşmalar gizli
yapılır. Yargılamalarda çocuğun kişiliğinin araştırılması gerekir.
Adalet
Bakanlığı Yargı Reformu Stratejisi, bu alandaki uluslar arası belgeler, çocuğun
yararı ve hapse son çare olarak başvurma ilkesi doğrultusunda çocuk adaleti
sistemini iyileştirmeye yönelik sürekli çabalar öngörmektedir. Çeşitli
girişimlere karşın, bu amaca ulaşmak için daha ileri düzeyde duyarlılık ve
kapasite, kuruluşlar arası daha gelişkin bir eşgüdüm gerekmektedir. Çocuk
mahkemeleri henüz 81 ilin yalnızca 30’unda bulunduğundan çocuk zanlıların
önemli bir bölümü bugün de yetişkin mahkemelerinde yargılanmaktadır.
2008
yılında çocuklar için ortalama yargılama süresi 414 gün, ağır ceza söz konusu
olduğunda ise 502 gündü. Oysa bu süre yetişkinler için ortalama 258 gündür.
Yargıçların
destek ve izleme sistemlerinin etkililiğine fazla güvenleri olmadığından
gözaltına
alınmaya
alternatif yollar fazla denenmemektedir. Bu da çok uzun tutukluluk sürelerine
yol
açmaktadır.
Haziran 2009 itibarıyla tüm ülkede büyük çoğunluğu erkekler olmak üzere
toplam
2.721 çocuk özgürlüklerinden yoksundur. Bu çocukların yaklaşık yüzde 90’ının
davaları
hala sürmektedir. Gözalt koşulları farklılık göstermekte ve çocuklar çoğu kez
yetişkin
hapishanelerinin çocuk bölümlerinde tutulmaktadır. Gözaltı veya tutukluluk
durumları
sona erdikten sonra bu çocukların toplumla yeniden bütünleşmelerini sağlayacak
mekanizmalarda
iyileştirmeler yapılması gerekmektedir. Haziran 2009’da denetim altında
bulunan
çocukların sayısı 6.207’dir. Bu arada, suç mağduru çocuklar bugün de uzun ve
pek
hoş
olmayan hukuksal ve adli tıpla ilgili işlemlere maruz kalmaktadır. Çocuk
yoksulluğunu
azaltarak
ve ezel olarak güç durumdaki çocukları belirleyip destekleyerek, çocukların suç
işlemelerinin önlenmesi için daha çok çaba gösterilmesi gerekmektedir.
KÖHNELEŞMİŞ
GELENEKLER
TÖRE CİNAYETLERİ
Daha çok kadınların
karşı karşıya bulunduğu bir sorun olarak gündemde tutulan töre cinayetleri,
olayların kahramanları bakımından bir gençlik sorunudur. Töre cinayetleri,
yanlış geleneklerden ve hatalı dini algılamalardan kaynaklanmaktadır. Bu
boyutuyla da, töre cinayetleri ülkemiz açısından kanayan bir toplumsal yaradır.
Yapılan
araştırmalara göre; töre cinayetine kurban gidenler 12–20 yaş arasında, ailenin
karşı çıktığı bir ilişkiye giren genç kızlar ile aile zoruyla veya akrabadan
kişilerle imam nikâhıyla evlendirilmiş kadınlardan; ''Ölüm kararını'' yerine
getirenler ise 18 veya 15 yaşın altındaki erkek çocuklardan oluşmaktadır .
Yani genç kızlar töre cinayetine
maruz kalarak yaşamlarını yitirmekte; genç erkekler ise töre cinayeti işleyerek
katil olmaktadırlar.
ERKEN EVLİLİK ve
GENÇ ANNELİK
Ülkelerin
olumsuz şartlarından kız çocukları ve kadınlar daha fazla etkilenmektedirler.
Eğitim imkânlarından yeterince yararlanamama, erken evlilikler, doğumlar ve
beraberinde getirdiği sağlıksız yaşam, ülkemizde özellikle bazı yörelerimizde
kız çocuklarının ve kadınların yaşadığı
önemli
sorunlardır.
2000 yılı
Genel Nüfus Sayımı sonuçlarına göre 12–14 yaş grubunda bulunan kız çocuklarının
binde 4'ü evli ve bunların da %19'u doğum yapmıştır. 15–19 yaş grubunda bulunan
3,5 milyon kız çocuğunun ise yaklaşık 500 bini evli olup (%13), bunların %50'si
çocuk sahibidir.
Eğitim
düzeyinin artışı kız çocuklarının ilk evlenme yaşını geciktirdiği gibi
doğurganlığından, sahip olmak istenilen çocuk sayısına, çalışma hayatına
katılmasından, elde ettiği gelirin yükselmesine ve kazancını nasıl
harcayacağına karar vermesine kadar bir sürü göstergeyi
olumlu yönde
etkilemektedir.
Ayrıca kız
çocuğunun eğitim seviyesinin yükselmesi kendisinde ve zaman içinde ailesinde
yarattığı bilinç düzeyinin yükselişi ile evliliğine kendisi karar
verebilmektedir. Eğitim seviyesinin artışı ve bir anlamda bunun doğal uzantısı
olan çalışma hayatına katılması ile çok eşlilik, evliliğe zorlanma, akraba
evliliği, imam nikahı ile evlenme, töre cinayeti gibi
istenmeyen
olgulardan kendini koruyabilme gücünü bulabilmektedir.
Diğer taraftan
sağlık alanında, özellikle üreme sağlığı konusunda çok önemli gelişmeler
sağlanmasına rağmen, özellikle kırsal kesimde kadınlar sağlık hizmetlerinden
arzu edilen düzeyde yararlanamamaktadır. Ülkemizde her 12 dakikada 1 bebek ve
her 12 saatte de bir
anne
önlenebilir nedenlerden dolayı hayatını kaybetmektedir .
BERDEL
İki aile kızlarının takas yolu ile evlendirilmesi
anlamını taşıyor. Daha çok başlık parasını ödememek için yapılan berdel evliliklerinde,
4 insanın kaderi aile kararıyla birbirine bağlanmış oluyor. Berdel ile
evlendirilen kadınlardan birinin eşi onu istemezse ya da boşarsa, berdel
yapılan diğer kadın eşiyle mutlu olsa bile boşanmak zorunda kalıyor. Berdel
yöntemiyle evlenen kadının evden kaçması veya intihar ederek yaşamına son
vermesi durumunda ise, karşı aileye ya kızları geri veriliyor ya da iki aile
arasındaki dostluğun bozulmaması için başka bir kızları ile evlendiriliyor.
ÇOKGENÇ ve
SAĞLIK
Çocukların sağlıklarını koruyabilmesi için
onlara gerekli alışkanlıkların kazandırılmasında kuşkusuz ebeveynin rolü çok
büyüktür. Bu alışkanlıklardan başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz.
· Diş fırçalamak
· El – yüz – vücut temizliği
· Doktora gitmek
· Sağlıklı beslenme
· Göz sağlığını koruma
· Spor
Çocuğa bu tip alışkanlıkları kazandırmak için ise şunları yapabilirsiniz.
· Kazandırmayı istediğiniz alışkanlıklar konusunda öncelikle model olun. Çocuğunuz, sizin düzenli diş fırçalamanızdan, spor yapmanızdan , beslenme alışkanlıklarınızdan vb. etkilenir.
· Zorlayıcı olmayın. Emir cümleleri kullanmayın. “Eller yıkanacak”, “Tabakta Yemek kalmayacak” vb. gibi.
· Bilimsel verilerden yararlanın. Alışkanlıkların faydaları konusunda “keyifli olduğunuz” paylaşma anlarında sohbet edip, basın yayın organlarını birlikte okuyup, izleyebilirsiniz. Ancak paylaşımlarınız, onun sıkılmasına neden olacak kadar uzun olmamalıdır. Örneğin; sağlıklı besinlerin vücudun hangi işlevlerinde etkili olduğunu belirtebilirsiniz. Süt ve süt ürünlerinin kemikleri geliştirdiğini, boyun uzamasına yardımcı olduğunu, sporun kasları geliştirdiğini, doktora gitmenin,temizliğin hastalıkları önlediğini söyleyebilirsiniz.
· Bu alışkanlıkların, onda yaratacağı belirgin etkiyi somut bir şekilde belirtin. Örneğin; “Dişlerini fırçalamazsan mikroplar onları çürütür” yerine; “Dişlerini fırçaladığında ağzın mis gibi kokuyor” diyerek onu koklayın ve yanağından öpün. Bu yöntemin daha etkili olduğunu göreceksiniz. Aynı şeyi banyo yaptığında veya elini, yüzünü yıkadığında da yapabilirsiniz.
· Alışkanlıkların birden değil, adım adım süreklilik kazanacağını unutmayın.Bu alışkanlıkları pekiştirmek için onu yürekliliğini başkalarıyla karşılaştırmayın. Günden güne, haftadan haftaya bu davranışlarının uygulama sıklığını gözlemleyin, artış varsa bunu belirtin. Örneğin; “Her geçen gün, dişlerine daha fazla özen gösterdiğini fark ediyorum”, “Sağlıklı besinler konusunda daha titizlik gösteriyorsun” vb. ifadelerle onu teşvik edin. Küçük çabalarını fark edip destekleyin.
· “Dişlerini fırçalar mısın?”, “Salata yer misin?”, “Banyo yapacak mısın?” demeniz durumunda çocuk “Hayır” cevabını verebilir; bunun yerine siz de faaliyete katılarak örnek olun ve kararlı ancak yumuşak bir sesle “Haydi dişlerimizi fırçalayalım”, “Salata da çok güzel olmuş, biraz da ondan yiyelim” gibi ifadelerle onun “Hayır” diyebilme olasılığını azaltın.
· Sağlığa ilişkin davranışları çocuğunuza eğlenceli bir şekilde uygulatın. Bu davranışları birlikte uygularken siz de neşeli olun.
· Banyo yaparken su oyuncakları ile oynamasına izin verin.
· Hoş aromalı çocuk diş macunları, çocuklar için üretilen temizlik malzemeleri ve kozmetikler, diş fırçaları gibi çocuğu özendirecek malzemeler alın.
· Ona kendisine ait küçük bir çanta alın. Çantasının içinde tarak, ıslak mendil gibi malzemeler bulundurmasını sağlayın.
Evde yapılacak bu tür basit ama etkili uygulamalar, yuvada da öğretmeninin aynı tip davranışlarıyla pekişecek ve çocuğunuzun kişiliğinde bir davranış özelliği olarak yer alacaktır.
Unutmayınız ki; alışkanlıkların büyük bir oranda gelişimi “Okul öncesi dönemde” sağlanır.
· Diş fırçalamak
· El – yüz – vücut temizliği
· Doktora gitmek
· Sağlıklı beslenme
· Göz sağlığını koruma
· Spor
Çocuğa bu tip alışkanlıkları kazandırmak için ise şunları yapabilirsiniz.
· Kazandırmayı istediğiniz alışkanlıklar konusunda öncelikle model olun. Çocuğunuz, sizin düzenli diş fırçalamanızdan, spor yapmanızdan , beslenme alışkanlıklarınızdan vb. etkilenir.
· Zorlayıcı olmayın. Emir cümleleri kullanmayın. “Eller yıkanacak”, “Tabakta Yemek kalmayacak” vb. gibi.
· Bilimsel verilerden yararlanın. Alışkanlıkların faydaları konusunda “keyifli olduğunuz” paylaşma anlarında sohbet edip, basın yayın organlarını birlikte okuyup, izleyebilirsiniz. Ancak paylaşımlarınız, onun sıkılmasına neden olacak kadar uzun olmamalıdır. Örneğin; sağlıklı besinlerin vücudun hangi işlevlerinde etkili olduğunu belirtebilirsiniz. Süt ve süt ürünlerinin kemikleri geliştirdiğini, boyun uzamasına yardımcı olduğunu, sporun kasları geliştirdiğini, doktora gitmenin,temizliğin hastalıkları önlediğini söyleyebilirsiniz.
· Bu alışkanlıkların, onda yaratacağı belirgin etkiyi somut bir şekilde belirtin. Örneğin; “Dişlerini fırçalamazsan mikroplar onları çürütür” yerine; “Dişlerini fırçaladığında ağzın mis gibi kokuyor” diyerek onu koklayın ve yanağından öpün. Bu yöntemin daha etkili olduğunu göreceksiniz. Aynı şeyi banyo yaptığında veya elini, yüzünü yıkadığında da yapabilirsiniz.
· Alışkanlıkların birden değil, adım adım süreklilik kazanacağını unutmayın.Bu alışkanlıkları pekiştirmek için onu yürekliliğini başkalarıyla karşılaştırmayın. Günden güne, haftadan haftaya bu davranışlarının uygulama sıklığını gözlemleyin, artış varsa bunu belirtin. Örneğin; “Her geçen gün, dişlerine daha fazla özen gösterdiğini fark ediyorum”, “Sağlıklı besinler konusunda daha titizlik gösteriyorsun” vb. ifadelerle onu teşvik edin. Küçük çabalarını fark edip destekleyin.
· “Dişlerini fırçalar mısın?”, “Salata yer misin?”, “Banyo yapacak mısın?” demeniz durumunda çocuk “Hayır” cevabını verebilir; bunun yerine siz de faaliyete katılarak örnek olun ve kararlı ancak yumuşak bir sesle “Haydi dişlerimizi fırçalayalım”, “Salata da çok güzel olmuş, biraz da ondan yiyelim” gibi ifadelerle onun “Hayır” diyebilme olasılığını azaltın.
· Sağlığa ilişkin davranışları çocuğunuza eğlenceli bir şekilde uygulatın. Bu davranışları birlikte uygularken siz de neşeli olun.
· Banyo yaparken su oyuncakları ile oynamasına izin verin.
· Hoş aromalı çocuk diş macunları, çocuklar için üretilen temizlik malzemeleri ve kozmetikler, diş fırçaları gibi çocuğu özendirecek malzemeler alın.
· Ona kendisine ait küçük bir çanta alın. Çantasının içinde tarak, ıslak mendil gibi malzemeler bulundurmasını sağlayın.
Evde yapılacak bu tür basit ama etkili uygulamalar, yuvada da öğretmeninin aynı tip davranışlarıyla pekişecek ve çocuğunuzun kişiliğinde bir davranış özelliği olarak yer alacaktır.
Unutmayınız ki; alışkanlıkların büyük bir oranda gelişimi “Okul öncesi dönemde” sağlanır.
BESLENME ALIŞKANLIKLARI
Tüm gün öğretim yapan
okullarda öğle yemeği genellikle tabldot olarak öğrencilere verilmektedir. Bu
öpünde çocua günlük ihtiyacının üçte birini karşılayacak şekilde sunulan
yemekler düzenlenmelidir. Bazen de çocuk evden, öğle öğününde yiyecelerini
getirmektedir. Yatılı okullarda ise genellikle beslenmeye yeterince önem
veilmemekte, besin artıkları olmakta, besinler tüketilmemetdir. Aç kalan çocuk
ise okul çevresinden besleyici değeri düşük ve sağlıksız yiyecek ve içeceklerle
karın doyurmakta, besinlerle geçen hastalık riski artmakta, beslenmenin
maliyeti yükselmekte ve dengesiz beslenme ile sonuçlanmaktadır. Okullarda
beslnme eğitimi ve rehberliğinin verilmesi okul yönetiminin konuya önem
vermesi, yemekverilen okullarda beslenme uzmanı veya diyetisyenlerin
görevlendirilmesi, okul yönetiminin kantinlerde yeterli ve dengeli beslenmeye
yönelik yiyecek ve içeceklerin satılmasını sağlaması ve denetlemesi önem taşır.
Gelişmiş ülke okullarında öğle yemeği, okul kahvaltısı, ücretsiz süt dağıtımı gibi uygulamalar vardır. Böylece okul çocuklarının yeterli ve dengeli beslenmeleri sağlanmakta ve sağlıklı beslenme alışkanlığı kazandırılmaya çalışılmaktadır. Ülkemizde okul çağı çocuklarında günlük süt ve süt ürünlerinin tüketim çok yetersiz düzeydedir. Halbuki kalsiyum, riboflamin, ve proteininen iyi kaynağı süt ürünleridir.
Çocukların beslenme alışkanlıkları ve problemleri genelde çocuklar evdeyken aile bireylerinin denetiminde bir beslenme sürdürürken, okulda ve oku dışında tek başına kalmakta ve yanlış beslenme alışkanlıkları kazanmaktadır. Sıkça rastlanan bu alışkanlıklar çocuğun, yetersiz ve dengesiz beslenmesine neden olur.
Çocuğun ne miktarda ve hangi tür besinlere ihtiyacının olduğunu bilinmesi, düzensiz besin alımı, doğru olmayan besin seçimi, besinlerin sağlıksız hazırlanması, pişirilmesi ve saklanasında hatalı uygulamalar, okullarda verilen ve yenilen besinlerin uygun olmayışı beslenme sorunlarına neden olmaktadır. Bu sorunların bazıları anemi (kansızlık), şişmanlık veya zayıflık, vitamin yetersizlikleri, basit guatr ve diş çürümeleridir.
Bu yaş çocuğunda karşılaşılan güçlükler de olabilir. Çocukların okula gidip gelme zamanları ayarlanmadığı için çocuğun, özellikle sabah kahvaltısını düzenli yapması güçleşebilir. Bu nedenle, sabahları hiç bir şey yemeden veya simitle okula giden çocuklar vardır. Bazı okullar tam gün eğitim uyguladılarından ya da ek kurslar nedeniyle çocuklar okulda uzun süre aç kalabilirler. Tam gün öğretim gören okullardaki çocuklar öğle yemeklerini ya evde götürdükleri gelişi güzel besinlerle ya da okulun verdiği yemeklerle geçirebilirler.
Bazı çocuklar evlerinde de yeterli bir beslenme olanağına sahip değildir. Okul beslenmesi de buna eklenince yetersiz beslenme belirtileri ortaya çıkmaktadır. Çocuk daha önce düzenli bir beslenme alışkanlığı kazanmadığı için canının istediği şeyi istediği zaman yer, yenilen gıdaların besin değeri yeterli olmayabilir. Çocuğun fiziksel aktivitesi çok az veya çok fazla olabilir. Okul çocuklarına beslenme planlarken bu konuları ele alıp iyice incelenmeli ve ona göre diyet hazırlanmalıdır. Okul çocukları için hazırlanan beslenme programlarının amaçları vardır. Öğrenme çağındaki çocuk öncelikle, temel beslenme ile sağlığın ilişkisini öğrenmelidir. Bu önce annenin daha sonra eğitimcilerin görevidir. Çocuk bunları öğrenince bu hedefler davranışa dönüştürülmeli ve çocuğa yeterli dengeli beslenme alışkanlığı kazandırılmalıdır. Örneğin ; Çeyrek ekmek arasına 2 kibrit kutusu kadar peynir, 1 domates ve ve acı olmayan biber konarak hazırlanır birde meyve veya meyve suyu eklenirse yeterli ve dengeli bir beslenme sağlanmış olabilir. Bu hergün değiştirilerk hazırlanabilir. Bu sandvicin içeriği, 30 kalori, 10 gr protein, B ve C vitaminidir. Aralarda, meyve suyu, süt, ayran kullanılır. Bu çockların günde 2 bardak (400 gr) süt veya ayran, peynir, sütlü, tatlı yemesi gerekir. Okul çocuklarının alışkanlıkları iyi yönde değilse dişlerinde çürükler oluşabilir. Anemi gözlenebilir. Gelişme, anlama güçlüğü, gözlerde bozukluklar saçlarda ve deride sağlıksız belirtiler başlar.
Gelişmiş ülke okullarında öğle yemeği, okul kahvaltısı, ücretsiz süt dağıtımı gibi uygulamalar vardır. Böylece okul çocuklarının yeterli ve dengeli beslenmeleri sağlanmakta ve sağlıklı beslenme alışkanlığı kazandırılmaya çalışılmaktadır. Ülkemizde okul çağı çocuklarında günlük süt ve süt ürünlerinin tüketim çok yetersiz düzeydedir. Halbuki kalsiyum, riboflamin, ve proteininen iyi kaynağı süt ürünleridir.
Çocukların beslenme alışkanlıkları ve problemleri genelde çocuklar evdeyken aile bireylerinin denetiminde bir beslenme sürdürürken, okulda ve oku dışında tek başına kalmakta ve yanlış beslenme alışkanlıkları kazanmaktadır. Sıkça rastlanan bu alışkanlıklar çocuğun, yetersiz ve dengesiz beslenmesine neden olur.
Çocuğun ne miktarda ve hangi tür besinlere ihtiyacının olduğunu bilinmesi, düzensiz besin alımı, doğru olmayan besin seçimi, besinlerin sağlıksız hazırlanması, pişirilmesi ve saklanasında hatalı uygulamalar, okullarda verilen ve yenilen besinlerin uygun olmayışı beslenme sorunlarına neden olmaktadır. Bu sorunların bazıları anemi (kansızlık), şişmanlık veya zayıflık, vitamin yetersizlikleri, basit guatr ve diş çürümeleridir.
Bu yaş çocuğunda karşılaşılan güçlükler de olabilir. Çocukların okula gidip gelme zamanları ayarlanmadığı için çocuğun, özellikle sabah kahvaltısını düzenli yapması güçleşebilir. Bu nedenle, sabahları hiç bir şey yemeden veya simitle okula giden çocuklar vardır. Bazı okullar tam gün eğitim uyguladılarından ya da ek kurslar nedeniyle çocuklar okulda uzun süre aç kalabilirler. Tam gün öğretim gören okullardaki çocuklar öğle yemeklerini ya evde götürdükleri gelişi güzel besinlerle ya da okulun verdiği yemeklerle geçirebilirler.
Bazı çocuklar evlerinde de yeterli bir beslenme olanağına sahip değildir. Okul beslenmesi de buna eklenince yetersiz beslenme belirtileri ortaya çıkmaktadır. Çocuk daha önce düzenli bir beslenme alışkanlığı kazanmadığı için canının istediği şeyi istediği zaman yer, yenilen gıdaların besin değeri yeterli olmayabilir. Çocuğun fiziksel aktivitesi çok az veya çok fazla olabilir. Okul çocuklarına beslenme planlarken bu konuları ele alıp iyice incelenmeli ve ona göre diyet hazırlanmalıdır. Okul çocukları için hazırlanan beslenme programlarının amaçları vardır. Öğrenme çağındaki çocuk öncelikle, temel beslenme ile sağlığın ilişkisini öğrenmelidir. Bu önce annenin daha sonra eğitimcilerin görevidir. Çocuk bunları öğrenince bu hedefler davranışa dönüştürülmeli ve çocuğa yeterli dengeli beslenme alışkanlığı kazandırılmalıdır. Örneğin ; Çeyrek ekmek arasına 2 kibrit kutusu kadar peynir, 1 domates ve ve acı olmayan biber konarak hazırlanır birde meyve veya meyve suyu eklenirse yeterli ve dengeli bir beslenme sağlanmış olabilir. Bu hergün değiştirilerk hazırlanabilir. Bu sandvicin içeriği, 30 kalori, 10 gr protein, B ve C vitaminidir. Aralarda, meyve suyu, süt, ayran kullanılır. Bu çockların günde 2 bardak (400 gr) süt veya ayran, peynir, sütlü, tatlı yemesi gerekir. Okul çocuklarının alışkanlıkları iyi yönde değilse dişlerinde çürükler oluşabilir. Anemi gözlenebilir. Gelişme, anlama güçlüğü, gözlerde bozukluklar saçlarda ve deride sağlıksız belirtiler başlar.
BİREYSEL ve
TOPLUMSAL SAĞLIK ALIŞKANLIKLARI
İnsanlar, kendilerini riske sokacak ve
sağlıklarını bozacak davranışlarda bulunabilirer. Çünkü sağlıklı seçenekler ya
da zararlı alışkanlıklar hakkında yeterli bilgi almamışlar ve davranış
değiştirmek için yeterli bilgileri yoktur. Bunun yanında birçok insan sigaranın
sağlığa zararlı olduu hakkında bilgiye sahiptir, fakat şiara içmeğe,
başlamaktan hiç çekinmez. Zararlı alışkanlığa insanları yönelten çok karmaşık
faktörler vardır. Birçok insanda zararlı alışkanlıktan kurtulmak için yardım
bekler.
Zararlı alışkanlıkları çekici olarak gösteren
reklamlar, “olgunluk ve bağımsız” konularını işleyen görsel media ürünleri de
özellikle gençleri hedef alarak yavaş yavaş kötü alışkanlıklar kazandırmayı
başarırlar.
Adolesan ve gençleri hedef alan birçok
kampanyalar, gerektiğinde sporu da reklam aracı olarak kullanırlar. Bu nedenle
yanlış mesajlara karşı insanların eğitilmeleri gerekmektedir.
Aşırı alkol ve ilaç kullanımı, tehlikeli kimyasal maddeler ve uyuşturucu kullanımı, tehlikeli araç kullanımı ve şiddet unsuru taşıyan sosyal davranışlar sağlığa zararlı davranışlardır. Bu davranışlar hem fert hem de toplum sağlığına zararlıdır.
Aşırı alkol ve ilaç kullanımı, tehlikeli kimyasal maddeler ve uyuşturucu kullanımı, tehlikeli araç kullanımı ve şiddet unsuru taşıyan sosyal davranışlar sağlığa zararlı davranışlardır. Bu davranışlar hem fert hem de toplum sağlığına zararlıdır.
Sağlığa zararlı alışkanlıklar ruhsal ve
bedensel hastalıkların başlıca nedenidir. Hastalıklara neden olmakla kalmayıp
ailenin parçalanması, adam öldürme gibi sosyal olaylara da neden olur.
Sağlığa zararlı ve bağımlılık yapan maddeler
daima ikinci bir olayı ve kazayı davet eder.Zararlı alışkanlıklara neden olan
maddeler belli bir şebekenin gelir kaynağıdır. Bu insanlar ilaç ve uyuşturucu
bağımlılarını sömürürler müşterilerini çoğaltmak için eğlence yerlerinde,
pazarlama çabalarına girerler
ÇOCUK HASTANELERİ
Çocuklar ve erişkinler arasında anatomik, fizyolojik ve
psikolojik açılardan önemli farklar vardır. Çocuklar küçük erişkinler
değillerdir. Çocuklar oldukça dinamik ve bir o kadarda kırılgan olabilen
organizmalardır. Kimi organ sistemleri, solunum, dolaşım, sinir sistemi gibi
fonksiyonel olarak olgunlaşmaya doğumdan sonrada devam etmektedir. Bu gelişim
sürecinde olgunlaşmasını devam ettiren organlarla ilgili ortaya çıkabilen
olumsuz etkenler bir ömür boyu devam edecek ciddi problemleri de
tetikleyebilmektedir. Çağımızda toplumların ortalama yaşam süresini ciddi
şekilde etkileyen; Koroner kalp hastalıkları, şeker hastalığı, obezite,
hipertansiyon gibi hastalıkların daha anne karnındayken bebeğin maruz kaldığı
olumsuz şartlardan dolayı ortaya çıkabildiği gösterilmiştir. Kısacası bebeklik
ve çocukluk dönemi her açıdan bireyin geleceği açısından ciddi öneme sahiptir.
Sağlık hizmetleri ve tıbbi araştırmalar konusunda tartışmasız dünyanın en ileri ülkelerinden birisi ABD dir. Bu ülkede çocukluk yaş grubundaki hastalara özel tıbbi hizmet veren “ Çocuk hastaneleri” vardır. Bu hastaneler bünyesinde yine oldukça kapsamlı özelliklere sahip araştırma merkezleri mevcuttur. Bu araştırma merkezlerinde yapılan araştırmalar halen modern tıbbi uygulamaların temelini oluşturmaktadır. “Boston, Cincinnati, Texas, Philadelphia, Pittsburgh, St. Jude, Johns Hopkins” gibi çocuk hastaneleri çocuk sağlığı konusunda hizmet veren önemli hastanelerdir.
Malasef ülkemizde bu hastanelerin standartlarında hizmet verebilen sağlık merkezi mevcut değildir. Ülkemiz de sağlık eğitimini tamamlamış ve halen bu saydığımız hastanelerde klinik ve araştırmacın olarak çalışan ve başarılı çalışmalara imza atan bir çok bilim insanı vardır. Dolayısı ile ülkemizdeki sağlık eğitimi sağlık çalışanlarının bilimsel kalitesi açısından bu standartları yakalamaya potansiyel olarak hazırdır. Fakat hastanelein yapısal organizasyonları ve donanımları açısından maalesef bu rekabete hazır görünmemektedir.
Bütün bu söylenenler ışığında ülkemizde de ABD’deki gibi hem klinik hem araştırma ve sağlık eğitim konusunda hizmet verebilen, modern tedavi yöntemleri konusunda tüm dünya tıbbına önderlik yapabilen “Çocuk Hastanelerine” ihtiyaç vardır.
Sağlık hizmetleri ve tıbbi araştırmalar konusunda tartışmasız dünyanın en ileri ülkelerinden birisi ABD dir. Bu ülkede çocukluk yaş grubundaki hastalara özel tıbbi hizmet veren “ Çocuk hastaneleri” vardır. Bu hastaneler bünyesinde yine oldukça kapsamlı özelliklere sahip araştırma merkezleri mevcuttur. Bu araştırma merkezlerinde yapılan araştırmalar halen modern tıbbi uygulamaların temelini oluşturmaktadır. “Boston, Cincinnati, Texas, Philadelphia, Pittsburgh, St. Jude, Johns Hopkins” gibi çocuk hastaneleri çocuk sağlığı konusunda hizmet veren önemli hastanelerdir.
Malasef ülkemizde bu hastanelerin standartlarında hizmet verebilen sağlık merkezi mevcut değildir. Ülkemiz de sağlık eğitimini tamamlamış ve halen bu saydığımız hastanelerde klinik ve araştırmacın olarak çalışan ve başarılı çalışmalara imza atan bir çok bilim insanı vardır. Dolayısı ile ülkemizdeki sağlık eğitimi sağlık çalışanlarının bilimsel kalitesi açısından bu standartları yakalamaya potansiyel olarak hazırdır. Fakat hastanelein yapısal organizasyonları ve donanımları açısından maalesef bu rekabete hazır görünmemektedir.
Bütün bu söylenenler ışığında ülkemizde de ABD’deki gibi hem klinik hem araştırma ve sağlık eğitim konusunda hizmet verebilen, modern tedavi yöntemleri konusunda tüm dünya tıbbına önderlik yapabilen “Çocuk Hastanelerine” ihtiyaç vardır.
ÖZEL STATÜDEKİ ÇOKGENÇLER
ENGELLİLER
Doğum, kazalar
ve hastalıkların neden olduğu beden, ruh ve zihinleri ile ilgili özre sahip
gençlerin
problemleri, özel önem taşımaktadır. Halen gençliğimizin %8 'inde çeşitli
özürlerin
bulunduğu
kabul edilmektedir. 12–24 yaş grubunu oluşturan özürlü gençlerin ancak % 2'si
özel eğitim
hizmetlerinden faydalanmaktadır . Bununla birlikte özürlüler iş yaşamında ve
sosyal yaşamda
yeteri kadar yer alamamaktadırlar.
Engelli
çocukların hakları: Çocuk
Haklarına dair Sözleşme “zihinsel
ya da bedensel
engelli
çocukların “saygınlıklarını güvence altına alan, özgüvenlerini geliştiren ve
toplumsal yaşama etkin biçimde
katılmalarını
kolaylaştıran şartlar altında eksiksiz bir yaşama” hakkı olduğunu” belirtmektedir. Engelli
çocuklar,
diğer çocuklarla aynı haklara sahip olmalarının yanı sıra, Sözleşme’nin 23’üncü
maddesine
göre özel bakımdan yararlanırlar. Burada gözetilen husus şöyledir: “engelli
çocuğun
eğitimi, meslek eğitimi, tıbbi bakım hizmetleri, rehabilitasyon hizmetleri,
meslek
hazırlık
programları ve dinlenme/eğlenme olanaklarından etkin olarak yararlanmasını
sağlamak
üzere düzenlenir ve çocuğun en eksiksiz biçimde toplumla bütünleşmesi yanında,
kültürel
ve ruhsal yönü dahil bireysel gelişmesini gerçekleştirme amacını güder.” Bakım,
mümkün
olan her durumda ücretsiz olarak sağlanır.
Türkiye’de
engelli yetişkinler ve çocuklar: Türkiye
İstatistik Kurumu (Türkstat) tarafından
2002
yılında yapılan ülke çapındaki bir araştırmaya göre Türkiye nüfusunun yüzde
2.58’i
engellidir.
En yaygın engellilik biçimi ortopedik engelliliktir ve bu durum nüfusun yüzde
1,25’ini
etkilemektedir. Ortopedik sorunların ardından görme bozuklukları (yüzde 0,60),
zihinsel
engellilik (yüzde 0,48), konuşma bozuklukları (yüzde 0,38) ve işitme
bozuklukları
(yüzde
0,37) gelmektedir. Bu engellilik durumlarının hepsi erkekler arasında, kırsal
alanlarda
ve
Karadeniz bölgesinde en yaygın durumdadır. Çocuklar, engelli nüfus içinde
önemli bir
orana
sahiptir. Türkstat araştırmasına göre 2002 yılı itibariyle 0-9 yaş grubundaki
çocukların
yüzde
1,54’ü ve 10-19 yaş grubundakilerin yüzde 1,96’sı bir şekilde engellidir. Bu
oranlar,
erkek çocuklar söz konusu olduğunda yüzde
1,70 ve yüzde 2,26 ile daha yüksektir. Verilen
sayılara kronik hastalar dahil değildir.
Türkstat’a göre 0-9 yaş grubundan çocukların yüzde
2,60’ı ve 10-19 yaş grubundan çocukların
yüzde 2,67’si kronik hastadır. Engellilik
durumlarının ve kronik hastalıkların sıklığı
kısmen de olsa yakın akraba evliliklerinin sonucu
olabilir.
ÜSTÜN YETENEKLİLER
Dünya Sağlık
Örgütü’nün önerdiği ve bu alanda araştırma yapan pek çok araştırmacının da
benimsediği tanıma göre üstün zekâlılar, geçerli ve güvenilir zekâ testlerinde
sürekli olarak 130 ve daha yukarı zekâ bölümü (IQ) sağlayan kişilerdir.
Üstün zekâlı
çocuk, özel akademik alanlarda veya zekâ, yaratıcılık, sanat ve liderlik
kapasitesi yönüyle yaşıtlarına göre yüksek düzeyde performans gösteren ve bu
tür yeteneklerini geliştirmek için okul tarafından sağlanamayan hizmet veya
faaliyetlere gereksinim duyan çocuktur.
Üstün
yeteneklilik, insanın dört temel özelliği arasındaki etkileşimden oluşur. Üstün
zekâlılarda, yüksek düzeyde bulunan bu temel özellikler;
Ortalamanın
üstünde yetenek düzeyi,
Yüksek düzeyde
görev sorumluluğu,
Yüksek düzeyde
yaratıcılık,
Yüksek düzeyde
motivasyondur.
Üstün
zekâlı çocuklar, genellikle, kendi takvim yaşına ait gelişimsel standartlara
uygun gelişme göstermezler. Onlar, yaşıtlarının ilgi duyduğu oyunlardan daha
gelişmiş oyunlarla ilgilenirler ve genellikle eğitim alanında yaşıtlarından
daha ileridedirler.
Üstün yeteneklilik,
bir veya birkaç alanda kendini gösterir:
Yüksek
seviyede akademik başarı veya bir alanda (matematik, fen, edebiyat, yabancı
dil, iletişim vb.) üstün yetenek,
Bir sanat
alanında (müzik, resim, drama, v.b.) özel yetenek,
Liderlik
kapasitesi,
Pratik
zekâlılık,
Yaratıcılık,
Genel zekâ,
Fiziksel
yetenek.
Üstün zekâlı
çocukların bazıları, akademik alan başta olmak üzere pek çok alanda üstün veya
özel yetenekli olurlarken bazıları ise sadece bir alanda üstün ve özel yeteneğe
sahip olabilirler. Çeşitli araştırmaların ortak bulgularına göre üstün zekâlı
çocukların genel özelliklerini aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür.
Üstün zekâlı
çocuklar, doğumdan itibaren farklı bir gelişim düzeyine sahiptirler. Diğer
bebeklerden daha fazla vücut ağırlığı ve boy uzunluğuna sahip olarak doğarlar.
Bebeklik çağından itibaren doğal gereksinimlerini kontrol etmeyi öğrendikleri
gibi, fiziksel dengelerini de diğer bebeklere oranla, çok daha erken ve çok
daha kolay sağlayabilirler. Konuşmaya ve yürümeye erken başlamak, bu özellikteki
çocukların tanılanmasında, önemli bir etkendir.
Üstün zekâlı
çocukların bedensel ölçüleri, ortalamanın üzerindedir. Akranlarına oranla daha
uzun boylu, daha güçlü, daha sağlıklı ve kas kontrolü daha güçlüdür.
Üstün zekâlı
çocuklar, sınıfındaki diğer arkadaşlarına göre, yaşça daha küçüktürler; ancak
kendilerinden yapması beklenen faaliyetlerden daha ileri düzeyde ve daha güç
çalışmaları yapabilecek yeterliktedirler.
Üstün zekâlı
çocuklar, belli bir birikimle okula başlarlar. Bunda doğuştan getirdikleri zekâ
gücünün, çocuğun ailesi ile içinde yaşadığı çevrenin ve okul öncesi dönemdeki
deneyimlerinin etkisi büyüktür.
Genelde,
okuma-yazmayı okula başlamadan önce öğrenirler. Atlas, ansiklopedi, sözlük gibi
başvuru kitapları da ilgi alanları içine girer. Her türden ve her konudan kitap
okumaktan ve çeşitli deneyler yapmaktan hoşlanırlar.
Üstün zekâlı
çocuklar, çevreye karşı aşırı ilgi duyar ve sürekli soru sorarlar. Bunun
nedeni, üstün zekâlı çocukların, kimsenin dikkatini çekmeyen ayrıntıların
üzerinde fazlaca durmaları ve bunları öğrenmek istemeleridir.
Üstün zekâlı
çocuklar, olayların nedenleri ve etkileri üzerinde çalışmaktan hoşlandıkları
için dikkatlerini bu yönde yoğunlaştırırlar.
Üstün zekâlı
çocukların çevrelerine karşı aşırı ilgi duymaları, beraberinde güçlü bir gözlem
ve mantık yürütme gücüne sahip olmayı gerektirir. Bu çocuklar, aralarında
ilişki yok gibi gözüken olaylar arasındaki bağlantıyı çok çabuk kurarlar ve
verilen ipuçlarından genelleme yaparlar.
Üstün zihinsel
yetenek, süreklidir. Üstün zeka veya özel yeteneklere sahip bir çocuk, yetişkin
olduğu zaman da bu özelliğini sürdürecektir.
Üstün zekâlı
çocukların fiziksel ve zihinsel enerjileri yüksektir; onlar, bu enerjilerini,
çalışmalarında kullanmaktan haz duyarlar.
Üstün zekâlı
çocuklar, yeni karşılaştığı bir konuyu kavramakta ve konunun mantığını
anlamakta gecikmez ve güçlük çekmez.
Üstün zekâlı
çocuklar, dikkatlerini bir konu üzerinde uzun süre yoğunlaştırabilirler. Bunun
nedeni üstün zekâlı çocukların, isteklerine ulaşmada, güçlü bir iradeye sahip
olmalarıdır.
Üstün zekâlı
çocukların kelime hazineleri geniştir ve sahip oldukları bu hazineyi, yerli yerinde
kullanmayı severler.
Üstün zekâlı
bazı çocukların yazıları güzel değildir ve yazılı değerlendirmelerde başarılı
olamadıkları gözlenmiştir. Bununla beraber, olayları farklı açılardan görüp
değerlendirirler ve farklı, orijinal fikirlere sahiptirler.
Üstün zekâlı
çocuklar, sınıftaki diğer arkadaşlarına oranla, daha yüksek akademik yeteneğe
sahip olmalarına rağmen, diğerlerini küçük görme, kendini beğenme gibi olumsuz
davranışlar sergilemezler.
Üstün zekâlı
çocuklar, kıvrak zekâya sahip, hareketli ve sürekli yaratıcı faaliyetlerde
bulunmayı seven çocuklardır.
Sosyal
liderlik özelliği gelişen üstün zekâlı çocuklar, faaliyetin planlanması, grubun
yönetilmesi ve faaliyet organizasyonu gibi işlerde, belirgin olarak öne
çıkarlar. Kendi koydukları kuralların geçerli olmasını ve bu kurallara
uyulmasını isterler. Bu özellikteki çocuklar, koymuş olduğu kurallara
uyulmadığı takdirde huzursuzlaşarak tepkilerini çeşitli şekillerde ortaya
koyarlar.
Üstün zekâlı
çocuklar, genelde kendilerinden büyük çocuklarla ve yetişkinlerle birlikte
olmaktan hoşlanırlar. Bunun nedeni, onların mükemmel bir düş gücüne sahip
olmaları, kendilerine sorulan sorulara mantıklı olarak cevap vermeleri ve
tercih ettikleri oyunlarla ilgi alanlarının yaşlarının üstünde olmasıdır.
Üstün zekâlı
çocuklar, diğer çocuklara oranla uykuya daha az gereksinim duyarlar.
Ebeveynler, çocuktan belli saatlerde uyumasını isteyebilirler; fakat çocuk
uyumaktansa, oyuncaklarıyla oynamayı veya kitaplarla ilgilenmeyi tercih
edecektir.
Üstün zekâlı
çocuklar, kendi gereksinimlerinin olduğu kadar, diğer insanların
gereksinimlerinin de farkındadırlar; sosyal gelişim düzeylerinin yüksek
olmasından dolayı, diğer insanlarla bir arada bulunmaktan ve onların
sorunlarını paylaşmaktan zevk alırlar.
Üstün zekâlı
bazı çocuklar, aile içinde ve okuldaki çevresiyle uyumlu ilişki kurabilmek
için, sadece kendilerinden isteneni ve bekleneni yerine getirmekle yetinirler;
sahip oldukları gerçek yeteneklerini gösteremezler.
Üstün zekâlı
çocuklar, kendilerini eleştirel gözle incelerler ve acımasızca
eleştirebilirler; çünkü bu çocuklar, kendilerini çok iyi tanıdıkları gibi
avantaj ve dezavantaj sayılabilecek özelliklerinin de farkındadırlar.
SOKAK ÇOCUKLARI
Tiner ve
bali gibi bağımlılık yaratıcı maddelerin kullanımı büyük
kentlerde
sorun olmaya devam etmektedir ve burada söz konusu olanlar genellikle sokakta
yaşayan
ve çalışan çocuklardır. Sokaklarda yaşayıp 2004 ve 2006 döneminde Sosyal
Hizmetler
ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) hizmetleriyle ulaşılan çocukların yaklaşık
yarısının
madde kullandığı belirlenmiştir. Bu nedenle, sokaklarda yaşayan çocuklar
genellikle
‘tinerci’
olarak tanımlanmakta, tehlikeli veya anti-sosyal sayılmaktadır. Çoğu büyük
kentlerde
olmak
üzere sokakta yaşayan binlerce çocuğun varlığı, 1990’ların ikinci yarısında ve
2000’li
yılların
başında kamuyu ilgilendiren bir sorun haline gelmiş, 2004-2005 döneminde de bu
konuda
bir meclis komisyonu araştırması yapılmıştır. Görüldüğü kadarıyla sorun
yoksulluk, iç
göç ve
kimi durumlarda da aile içi şiddet veya evdeki ve okuldaki kimi sorunlarla
ilgilidir.
2005
yılından başlayarak, STK’ların çalışmalarının yanı sıra, SHÇEK eşgüdümündeki
yeni
bir
hizmet modeli kapsamında bu çocuklara destek ve rehabilitasyon hizmetleri sağlanmaktadır.
Bugünkü durumun belirlenmesi içinse objektif bir araştırmaya gerek vardır.
KAYIP ÇOCUKLAR
Küresel
ve ulusal veriler: Her
yıl bütün dünyada yüz binlerce çocuk kaçırılmakta, evden
kaçmakta
veya savaşlardan felaketlere ve aileleri tarafından satılmaya varan başka
nedenlerle
ailelerinden
ayrılmaktadır. Bazı çocukların kayıp oldukları bildirilmekte ve nerede
oldukları
hızlı
bir biçimde belirlenmekte, çocuklar ailelerinin yanına geri getirilmekte veya
bakım altına
alınmaktadır.
Ancak başka pek çok çocuk – kayıp olduğu bildirilmiş olsun ya da olmasın –
kendilerini
seks işçiliğinin, dilenciliğin, ya da çocuk işçiliğinin başka biçimlerinin,
silahlı
çatışmaların,
terörizmin veya suçun içinde bulmakta ya da zengin ülkelerdeki alıcılar
tarafından
“evlat edinilmektedir.” Çocukların kaybolması ve çocuk ticareti yalnızca Afrika
ve
Asya’da
değil, gelişmiş ülkelerde ve Türkiye’ye daha yakın bölgelerde de –örneğin
Balkanlar-
gerçekleşmektedir. Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı 2008’de Türkiye’deki
kayıp
çocuklar hakkında medyada yazılanlara cevaben bu konudaki ilk ulusal ölçekteki
araştırmayı
yapmıştır. Bu araştırma 2007’de kayıp olduğu bildirilen 7.183 çocuğun büyük
bölümünün
o yıl içerisinde bulunduğunu, ancak 833 tanesinin (bunlardan 253’ü
İstanbul’dadır)
bulunamadığını ortaya koymuştur. Rapor, bu rakamın yalnızca kayboldukları
idari
makamlara bildirilmiş çocukları kapsadığını ve gerçek rakamın daha yüksek
olabileceğini
belirtmiştir. Kayıp vakaları yaşa ve cinsiyete göre ayrıştırılmamıştır.
Rakamlardaki
artış, bazı illerde veya ülke düzeyinde istatistik toplama çabalarındaki
artıştan kaynaklanmış olabilir.
ÇALIŞAN ÇOKGENÇLER
Çalışan
çocuk sayısı toplumsal eğilimlere, zorunlu okul çağının uzamasına ve
mücadele
programlarına bağlı olarak önemli bir azalma göstermiştir. Böyle olsa da, 2006
yılında
6-14 yaş grubunda 320.000, 15-17 yaş grubunda da 638.000 çalışan çocuk
bulunmaktaydı.
Başta kızlar olmak üzere yoğun ev işleri yapan çocuklar bu sayıya dahil
değildir.
Dahası, sokaklarda çalışma ve mevsimlik tarım işçiliği gibi çocuk işçiliğinin
en kötü
biçimleri
halen sürmektedir. Bu işlerde çalışan çocuklar okullarından geri kalabilmekte,
boş
zaman ve
toplumsallaşma imkânları bulamayabilmektedir. Söz konusu çocukların gelecekleri
de
tehlikeye düşmekte ve çocuklar kötü beslenmeden hastalıklara, kazalara, şiddet
eğilimlerine,
sokak yaşamına veya suça karışmaya kadar uzanan çeşitli risklerle
karşılaşmaktadır.
Çocuk işçiliğinin nedenleri arasında yoksulluk, sosyoekonomik ve kültürel
etmenlerle
birlikte yasalardaki ve denetimlerdeki boşluklar yer almaktadır. 2008 yılında,
çocuk
işçiliğinin en kötü biçimlerini 2015 yılına kadar ortadan kaldırmayı amaçlayan
ülke
ölçeğinde
çok sektörlü bir strateji, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Çocuk İşçiliği
bölümü
liderliğinde geliştirilmiştir. Strateji, sokaklarda çalışan çocuklar; küçük ve
orta
büyüklükteki
işletmelerde tehlikeli ve ağır işler yapanlar ve mevsimlik tarım işlerinde
gezici
olarak
çalışan çocuklara odaklanmaktadır.
HEROTÜRK ÇOKGENÇ KLUBLERİ
GENÇLİK KATILIMI
Gençlik
Katılımı, gençlerin yaşamlarını etkileyecek kararlarda yer almaları sürecidir.
Bu süreç,
eğitim,
sağlık, yerleşim, istihdam ve demokratik katılım gibi alanları içermektedir .
Gençliğin
siyasal katılımının 1980’den günümüze değin daralan bir seyir izlediği
görülmektedir.
Tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de geçler büyük bir depolitizasyon
süreci
yaşamaktadır.
Yapılan
araştırmalar göstermektedir ki; gençlerin çok büyük bir bölümü siyaset kurumuna
güvenmemekte;
bir siyasi partiye üye olmamakta ve siyasi faaliyetlere katılmamaktadır
. Gençlerin gerçekleştirdikleri en önemli
siyasal katılım faaliyeti seçimlerde oy vermekten
ibarettir.
Esasında bu siyasal davranış bile olabildiğince düşük seviyede
gerçekleşmektedir.
Yapılan
araştırmalarda, gençlerin ancak yaklaşık % 60’ının seçimlerde bir siyasi
partiye oy
verdikleri
görülmektedir
Gençlik
katılımı ile ilgili olarak ifade edilebilecek ikinci alan ise Sivil Toplum
Kuruluşları
(STK)’dır. Son
yıllarda gençlerin bir bölümü –özellikle yüksek öğretim gençliği- STK’larda
gönüllü olarak
yer almakta; sosyal, kültürel ve çevresel konulardaki çalışmalara
katılmaktadırlar.
Yetersiz düzeyde seyreden bu katılım biçimini de; aynı zamanda gençlerin
kendileri ile
ilgili kararlarda etkin olmalarını sağlayan bir katılım biçimi olarak ifade
etmek
mümkün
değildir.
Gençler için
ulusal ölçekli bir katılım mekanizması olacağı öngörülen ve Ülkemizin Avrupa
Birliği’ne
üyelik süreci ile birlikte gündeme gelen Ulusal Gençlik Konseyi (UGK) ise uzun
2000
yılından bu
yana kurulabilmiş değildir. Bununla birlikte, UGK’ nın kuruluşu ile ilgili
olarak bir
model ve
yöntem birliğinden söz etmek de söz konusu değildir.
Gecikmiş
olmakla beraber 2004 yılı başlarında ulusal gençlik konseyi oluşturma
doğrultusunda
girişimler hız kazanmıştır. UGK’ nın oluşturulması konusunda iki farlı yaklaşım
görülmektedir.
Girişimlerden birisi Ankara’da bulunan bir grup gençlik sivil toplum örgütü
tarafından
başlatılmıştır. Bu girişim giderek genişlemiş, amaç ve ilkeler konusunun ele
alındığı
birinci ulusal
toplantısını Samsun’da, örgütlenme şemasının ele alındığı ikinci ulusal
toplantısını
Eskişehir’de gerçekleştirmiştir. Eskişehir Toplantısı sonucunda ulusal
toplantılarda
görüş ve önerilere açık olan ilke kararlarının yer aldığı “Sonuç Bildirgesi”
kabul
edilmiştir .
Konseyin
kurulmasına ilişkin ikinci yaklaşım Yerel Gündem 21 Ulusal Gençlik
Parlamentosu’nca
ortaya konmaktadır. Habitat ve Gündem 21 Gençlik Derneğince,
Uluslararası
Yerel Yönetimler Birliği – Doğu Akdeniz ve Ortadoğu Bölge Teşkilatı’nın (IULA –
EMME) uygulayıcı
kuruluşu olduğu Türkiye Yerel Gündem 21 Programı kapsamında, 1997
yılından bu
yana 70’e yakın ilde yerel gençlik meclisleri ve yerel gençlik evleri
çalışmaları
gerçekleştirmiştir.
Program kapsamında oluşturulan bu gençlik platformları kendi aralarında
Yerel Gündem
21 Ulusal Gençlik Parlamentosu adıyla ulusal bir ağ kurmuştur. Bu oluşumun
taraftarları,
gençlik politikalarının belirlenmesinde ve uygulanmasında gücünü yerel gençlik
platformlarından
alan Türkiye Ulusal Gençlik Konseyine giden yolda Yerel Gündem 21 Ulusal
Gençlik
Parlamentosu’nun bir temel teşkil ettiğini düşünmektedirler. 2003 yılında
Eskişehir’de
gerçekleştirilen “Yerel Gündem Gençlik Parlamentosu Strateji Geliştirme
Toplantısı”nda
“Ankara merkezli yürütülen” ulusal gençlik konseyi çalışmalarını demokratik
bir yaklaşım
olarak görülmediği ve Ulusal Gençlik Konseyi gibi tüm gençliği temsil eden bir
temsili
kuruluşun oluşumu için yerel platformların olmazsa olmaz bir koşul” olduğu
belirilmiştir.
Aynı zamanda Yerel Gündem 21 Ulusal Gençlik Parlamentosu’nun da UGK’ nın
temelini
oluşturacağı ifade etmiştir .
Gençlik
alanında çalışan gönüllü kişi ve kuruluşların dahi, gençlik sorunlarının çözümü
odaklı
ortak bir
paydada birleşememeleri; gençlik sorunlarının çözümü için bütüncül politikalar
üretilmesinde
ve sorunların çözümünde en önemli engellerden biridir.
Gençlerin
diğer paydaşlarla eşit olarak ve zaman içinde süreklilik gösterecek şekilde
karar alma
süreçlerine
katılımının sağlanması, tüm dünyadaki gençlik politikalarının temelinde yer alan
prensip.
Kalkınma ve gelişmeyi ‘bireylerin ve toplumların güçlenmesi, daha dolu ve
üretken
yaşamlar
sürebilmeleri ve korunmasızlıklarının azaltılması süreçleri’ olarak
tanımladığımızda,
gençlerin
temel paydaşı olduğu bu süreçlerin de katılımla yakından ilgili olduğu ortaya
çıkıyor.
(UNICEF, 2003)
Katılım aynı
zamanda gençlerin birey olarak toplumda var olma, aidiyet ve kimliklerini
oluşturma,
kendi ihtiyaçlarını belirleyebilme, ihtiyaçlarıyla ilgili haklarını savunabilme
ve
kendileri için
mevcut hak çemberini genişletmelerinin de temel koşullarından biri. (Kurtaran,
Nemutlu ve
Yentürk, 2006)(Gençlik ve Birleşmiş Milletler, 2007)
Gençlerin
katılımı ile kurulacak kuşaklar arası iletişim, toplumun tamamı için fayda
sağlayacağı
gibi, gençlik
katılımı karar alma süreçlerinin daha demokratik ve hak temelli işlemesini
sağlayacak
temel bir unsur. (Avrupa Gençlik Forumu, 2004)
HEROTÜRK ÇOKGENÇ YETERLİLİK SERTİFİKASI
Oluşturulacak veri destekli kurullarca çocuğa yönelik
ürün ve hizmetlerin hem denetimini sağlayacak şekilde hem de kriterleri
belirlenmiş noktada teşvik edici mahiyette standartlık belgesi verilmesi
sağlanacaktır.
HEROTÜRK LİSANSLI
MARKASI
Markalaşma çocuktan başlar. Milli markalar uluslar arası
arenalarda ülkemizin işlerlik değerini belirler. Maddi ve manevi zenginlik
alametlerini taşır. Bu maksatla Herotürk’ü milli bir uluslar arası marka yapmak
stratejisinde olmalıyız.
ÇOCUK VAKIF VE DERNEKLER,
ÇOCUK MEDYASI TV, RADYO, DERGİ, YAYINEVİ,
Ülkemizde yayın yapan ulusal bazda 22 adet tv istasyonu
bulunmaktadır. Bunların yaydığı frekansların ne kadar milli olduğu ise malum.
Ya da yayınevlerimiz ısrarla batılı imza sahiplerinin kitaplarını yaymaktalar.
Çocuk edebiyatının teşviki şarttır.
ÇOCUK EĞİTİM KURUMLARI,
ÇOCUK MARKALARI,
GIDA-OYUNCAK-KIRTASİYE-GİYİM,
MEVCUT GENÇLİĞE
ÖZGÜ KAMU HİZMETLERİ
Anayasamızın
58. maddesi uyarınca “Devlet, istiklal ve cumhuriyetimizin emanet edildiği
gençlerin
müspet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda ve devletin
ülkesi ve
milletiyle
bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve
gelişmelerini
sağlayıcı tedbirler alır. Devlet, gençlerin alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu
maddelerden,
suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için
gerekli tedbirleri
almakla” yükümlüdür.
Ülkemizde,
gençlik hizmetleri Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’ne bağlı Gençlik Hizmetleri
Daire
Başkanlığı tarafından yürütülmektedir. Gençlik Hizmetleri Daire Başkanlığı,
Gençlik
Merkezleri,
Gençlik Kampları, Kutlamalar Ve Kültürel Faaliyetler, Gençlik Kuruluşları,
Gençlik
Araştırma,
Rehberlik - Danışma ve Uluslararası İlişkiler Şube Müdürlüğü şeklinde
örgütlenmiştir
. İller de ise, Gençlik Spor İl Müdürlüklerine bağlı Gençlik Merkezleri
bulunmaktadır.
Gençlik ve
Spor Genel Müdürlüğü’nün daha çok spor odaklı olarak yapılanması bu konudaki
önemli
sorunların başında gelmektedir. Bu konudaki bir başka önemli sorun ise, bu
hizmetlerin
tabana yayılamaması ile ilgilidir. Gençlik Hizmetleri Daire Başkanlığı’nın
aktiviteleri
büyük ölçüde merkezi düzeyde kalmakta; Gençlik Merkezlerinin faaliyetlerinden
ise, daha çok
kentte yaşayan ve eğitim kültür seviyesi görece daha yüksek olan gençler
yararlanabilmektedir.
SONUÇ:
TÜRKİYE
KALKINMA POLİTİKASI İÇİNDE GENÇLER
Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de gençler ulusal
kalkınma ve büyümenin önemli bir
unsuru olarak ele alınmalılar. Türkiye’nin sahip olduğu
genç nüfustan kaynaklanan demografik
fırsat penceresini doğru kullanabilmesi, ülkenin kalkınma
hedeflerine ulaşmasının da ön
koşulunu oluşturuyor. (UNDP, 2008)
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin 2007-2013 yıllarını
kapsayan 9. Kalkınma Planı, ülkenin
sahip olduğu genç nüfusu bir sinerji ve canlılık kaynağı
olarak nitelendiriyor. Gençlik konusunu
genel olarak gençlik istihdamı temelinde vurgulamakla
beraber, gençlerin sosyal uyumuna da
kısaca değiniyor.
Plan, giderek hızlanan değişim sürecinin aile ve toplum
içi kültürel ve sosyal ilişkilere olumsuz
etkisine değiniyor. Bununla beraber, iletişim
olanaklarındaki artış ve sivil toplum kuruluşlarının
gelişmesi ise, gençlerin kendileri ile ilgili taleplerini
ifade edebilmeleri açısından olumlu
gelişmeler olarak belirtiliyor. Plan çerçevesinde iç göçe
maruz kalan gençlerin karşılaştıkları
sorunlar özel olarak ele alınmasa da kırsal alandan kente
göçün yarattığı sorunlar kentsel
altyapı, yoksulluk ve kültürel hayata katılım temelinde
tartışılıyor. Plan, yoğun göç baskısı
yaşayan kentlerde sosyal uyuma yönelik çalışmalar
yapılmasını ve sosyal altyapı
iyileştirmelerini taahhüt ediyor.
Bunların yanı sıra, gençlerin aileleriyle ve toplumla
iletişimlerini daha sağlıklı hale getirecek
özgüvenlerini geliştirecek, yaşadıkları topluma aidiyet
duygusu ve duyarlılıklarını artıracak,
karar alma süreçlerine katılımlarını sağlayacak
tedbirlerin alınacağı belirtiliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder