ücretsiz yayınladım bu çalışmamı...okuyun; beğenirseniz tavsiye
de edin...ve beğenirseniz hayrıma çalışmamın karşılığı olarak bir
garibana 5 tl. veriverin...
FEHMİ DEMİRBAĞ
İMPARATORLUĞA VEDA
Bu, çok hazin bir hikayedir. 600 yüzyıl boyunca dünyaya adaletle
hükmetmiş bir cihan devletinin yıkılış hikayesidir anlatacağımız. İnsanlık
semasında ihtişamla parlayan bir medeniyetin ışığını kaybedişinin hikâyesidir.
Hazin bir hikâyedir. Ama bir o kadar da ibretle öğrenilmesi, dersler
çıkarılması gereken bir hikâye…
Kendimizi inkar ederek, Batı’yı taklide başlayışımızın; yani
Tanzimat’ın ilanı, yani sonun başlangıcı ile başlar hikayemiz.
O günden sonra Osmanlı’nın yüzü bir türlü gülmemiş, dağdan kopan
bir çığ gibi uçuruma doğru sürüklenip gitmiştir.
O çalkantılar içinde kendi değerlerinden kopan birçok aydınımız bu
bitişin fitilini ateşlemişlerdir.
Toplumu kendilerince modernleştireceklerdir. Kendilerine “Jön
Türkler” diyen bu grubun hocaları ise Osmanlı’nın kadim düşmanı Batılılar’dır.
Aslında proje çok açıktır:
Osmanlı’yı kendi içinden çökertmek!
YENİDOĞAN KÖYÜ-1919
Geceyi aydınlatan alevler, Samsun’un bu küçük köyündeki herkesi
harekete geçirmişti. 1919 yılının soğuk bir mayıs gecesinde yataklarından
fırlayan Yenidoğan Köyü ahalisi, ellerinde geçirdikleri kova, tas ne varsa su
doldurup, yanan kiliseye koşarlarken, devasa ateşin önünde kahkahalarla gülen,
er üniformalı ve kirli sakallı adam çok da umurlarında değildi. Şimdiki
öncelik, yanan ahşap binayı söndürmekti. Daha sonra binayı ateşe veren kişiyle
ilgilenebilirlerdi. Gerçi her ikisinin de imkânsız olduğunu gayet iyi
biliyorlardı. Ahşap bina kısa süre içinde kül yığınına dönecek, yıllar süren
savaşlarda aklını yitiren Deli Gazi Murat da hiçbir şey olmamış gibi etrafta
dolanmayı sürdürecek ve kimse onu suçlamayacaktı. Nitekim, Ermeni tehcirinde
terk edilen kilisenin başına,kilise hem“boş durmasın” hemde yaşlılar uzun yolda
telef olmasınlar diye geride bırakılan
yaşlı Rum karı-koca, kendilerine verilen emanetin yitip gitmesini göz yaşları
ile izlerken, deli gazi, her şeyi unutmuş, boş gözlerle oradan ayrılıyordu.
Yaşlı çift, Kostas ve Sofya, koruyamadıkları emanete umutsuzlukla
bakarlarken, kendilerine bırakılan bir diğer emaneti, hasta ve küçük Ermeni kız
çocuğu, Garine’yi kaybetme korkusuyla, ona sıkı sıkı sarılmışlardı.
1919 yılının soğuk bir mayıs gecesiydi.
Ve koskoca ülke, önlerinde yanan kiliseden farklı değildi.
***
“Bu uçak ne zaman kalkacak” diye söylendi, sarı saçlı çocuk. “Öf!
Beklemekten nefret ediyorum!”
Ertuğrul, arkadaşı Niko’nun bu sızlanmalarına alışıktı. Niko zaten
ya sızlanır ya da PSP’sinde heyecanlı bir oyuna dalıp giderdi. Her şeye rağmen
sıkı dosttu ikisi.
“Bir saat var işte!” diye yanıtladı Ertuğrul. “Birazdan kapıya
gideriz.”
Her şeye rağmen, Niko’nun yakınmaları bitecek gibi değildi: “2011
yılındayız ve hâlâ ışınlanma yok! Bu nasıl iş anlamadım ki?”
İkilinin konuşmalarını dinleyen İbosanjo, pek de keyifli
görünmüyordu. Oturdukları havaalanı kafesindeki fiyatlar, insanın canını sıkmak
için yeterliydi gerçi. Ama siyah tenli kızın canını sıkan konu bu değildi.
İbosanjo, başını usulca kaldırıp Niko’ya baktı:
“Işınlanma yok, ama çay var!” dedi. “Çayını iç de kalkalım bari…”
İbosanjo, sütsüz kahvesinden geniş bir yudum aldı. Ertuğrul ve
Niko, sabahtan beri kıza ne derdi olduğunu sormak istiyorlardı. Ama İbosanjo
her ne kadar dışa dönük biri olsa da kapandı mı tam kapanıyor ve etrafına
görünmez duvarlar çekiyordu.
Niko, kafasını kaşıyarak sandalyesine yaslandı ve plastik
bardağını avcuna aldı: “Çay bence en güzel içecek! Kim ne derse desin!”
Ertuğrul, gerginleşmekte olan havayı yumuşatma fırsatını
kaçırmadı: “Bence de öyle. Çay içmeden kendime gelemem doğrusu…”
İbosanjo, bir yandan masanın üzerindeki telefonunu parmağı ile
çevirip duruyor bir yandan da bir şeyler düşünüyordu. Ama arkadaşlarına cevap
vermekten geri durmadı:
“Ne de olsa ikiniz de Akdeniz insanısınız! Birbirinize
benziyorsunuz….”
İbosanjo’nun bu sözleri, Niko’yu rahatsız etmiş, milliyetçi
damarını kabartmıştı. Oturduğu yerden doğrularak İbosanjo’ya dik dik baktı:
“Yok canım! Ne alakası var ya!? Bir bana bak bir de Ertuğrul’a!”
İbosanjo umursamaz bir tavır takındı. Niko’nun kızgın bakışları
ona işlemiyor gibiydi: “Haydi, haydi… Bırak bu işleri…”
Niko, önce Ertuğrul’a sonra da İbosanjo’ya baktı. İkisinden de bir
tepki ya da yanıt alamıyordu. Kısa süren bir sessizliğin ardından, İbosanjo
konuşmasını sürdürdü:
“Siz dolmaki diyorsunuz, Türkler dolma diyor. Siz baklavaki
diyorsunuz, Türkler baklava… Dünyada baklavayı bu kadar seven kaç millet var Allah
aşkına?!”
Niko, verecek bir cevap bulmanın derdine düşmüş, saçlarını
karıştırırken, Ertuğrul İbosanjo’ya dönerek şaşkın gözlerle süzmeye başladı:
“Hayrola İbosanjo? Bakıyorum hem Türkçe’yi hem de Yunanca’yı
sökmüşsün? Bu ne yetenek böyle?”
İbosanjo bu jeste karşılık vermedi. Masadan kalktı. Bir yandan da
başı önde cevap verdi:
“Yetenek falan değil. Maalesef bunun çok acı veren bir nedeni
var…”
Siyah tenli kızın yüzündeki ifadesizlik, yerini hüzne bırakmıştı.
Niko da artık İbosanjo’ya cevap verme derdinden vazgeçmiş, Ertuğrul gibi
İbosanjo’nun söyleyeceklerine odaklanmıştı. İbosanjo, masanın etrafında ağır
adımlarla ilerlemeye başladı:
“Ülkem yıllarca işgal altında kaldı” dedi. “her gelen kendi dilini
zorla öğretmeye çalıştı bize… Ama daha kötüsü ne, biliyor musunuz? Biz hiçbir
zaman birlik olamadık. Farklılıklarımızı zenginlik değil, kavga aracı olarak
gördük. Böyle olunca da en ufak rüzgarda savrulduk. Kültürümüz alt-üst oldu. Ve
–kendi dilimizi kaybederek- bir sürü dil öğrenmek zorunda kaldık…”
Niko fazla düşünmeden tepki gösterdi:
“Haydi ama!” dedi sarı saçlı çocuk. Sonra Ertuğrul’u göstererek
konuşmasını sürdürdü:
“Yunanistan da 600 sene boyunca Ertuğrullar’ın yönetiminde kaldı.
Ama şimdi Atina’ya git, Türkçe konuşan bir kişi bulamazsın. Ne dilimize
dokundular ne de kültürümüze. İsteseler her şeyi yok ederlerdi! Sizi yönetenler
neden farklı olsun?”
“Çünkü Osmanlı değişik bir imparatorluktu, Niko” diye cevap verdi
Ertuğrul. “Osmanlı, tarihte nadir görülen yapısıyla, adalet ve merhameti ilke edindiklerinden
dolayı, bir zulüm yöntemi olan asimile yoluna başvurmamıştır.”
İbosanjo’nun telefonuna mesaj geldiğini bildiren ses, dikkatlerin
bir anda kaymasına sebep oldu. İbosanjo, telefonu aldı ve mesajı açmak için
uğraşmaya başladı.
“Mesaj geldi…”
Niko, umursamaz bir tavırla sandalyesinden kalkarak omuz silkti:
“Yine banka reklamıdır!”
İbosanjo, gelen mesajı açmayı başarmıştı:
“Hayır. Banka reklamı değil…”
Kızın yüzünde acı bir tebessüm belirdi: “Bizim büyükelçilikten… 1
Ekim bağımsızlık bayramına davet ediyorlar… Keşke sevinebilseydim…”
İbosanjo’nun bu sözleri iki çocuğu bir kez daha şaşırtmıştı. Ama
ilk tepkiyi veren Niko oldu:
“O ne demek yahu? İnsan hiç sevinmez mi bağımsızlığa?”
İbosanjo: “Seviniyorum tabi ki…” diye mırıldandı. Ama bu sözlerin
ardından daha kuvvetli kelimelerin sıralanacağı çok açıktı. Nitekim, fazla
beklemeden sözlerine devam etti:
“Seviniyorum sevinmesine ama… Bağımsızlık dahil hiçbir sorun
çözülmedi aslında… Sözde yendiğimiz, ülkemizden attığımız dış güçlerin elleri
hâlâ ülkemizin üzerinde. Hâlâ, bıkmadan usanmadan bizi parçalamaya, elimizde
avucumuzda ne varsa sömürmeye çalışıyorlar…”
Ertuğrul genç kıza hak veriyordu. Ancak yapmaları gereken bir iş
vardı. Kolundaki saate baktı ve masadan kalkarken İbosanjo’ya dönerek:
“Çünkü birlikten kuvvet doğar, İbosanjo” dedi. “Onların istemediği
bu işte… Birlik!”
***
“Birlik ha?! Boş lâflar bunlar!”
Yeşil gözlü ve sarı top sakallı adamın sinirli ses tonu, zemini
kıraç toprakla kaplı çadırı inletmişti sanki. Adamın zayıf ve ince yapısına bakıp
da bu kadar büyük tepkiler vermesine şaşırmak mümkündü. Ama Nosam adlı bu
Avrupalı’nın tepkileri, yanında duran kısa boylu, çelimsiz ve kaç yıllık olduğu
tahmin edilemeyecek kadar eskimiş kahverengi kıyafetli –belki de çuval demek
daha doğru olacak- siyah tenli adamı şaşırtmıyordu.
Nosam, aşırı tepki verdiğini fark etmişti. Pahalı takım elbisesini
tamamlayan saf ipek kravatını, altın yüzüklerle süslü ince parmakları ile
düzelttikten sonra sesine sakin bir ton vermeye çalışarak konuştu:
“Ben sizin dostunuzum, Togo. Bu birlik ve beraberlik
saçmalıklarını çıkar aklından. Onlar sizin köylerinizi basıp çocuklarınızı
öldürdüler. Sonra da suçu sizin üzerinize attılar.”
Togo, yere bakıyor ve kararsız tavrını sürdürüyordu. Üzerinde
baskı kurmaya çalışan yeşil gözlü Avrupa’lının tavrı onu terletebilirdi. Ama
doğup büyüdüğü Afrika toprakları onu zaten yeterince terletmekteydi.
Nosam:
“…Bağımsızlığınızı kazandığınızı düşün!” dedi, kararlı ve heyecan
veren bir sesle. Hafif eğilerek Togo’nun gözlerini görmeye çalıştı:
“…Onlardan ayrılıp kendi ülkenizi kurduğunuzu! Kendi dilinizi
konuştuğunuzu!”
Togo, Nosam’ın insanı etki altına alan bakışlarını görmek
istemiyordu:
“Kafam çok karışık, Mister Nosam” diye fısıldadı. “dilimizi zaten
konuşuyoruz. Kabilemizden bir çok kişi devlet kademesinde üst düzey yönetici...
Üstelik tek ayrılıkçı biz değiliz ki. Rasak’ın birlikleri de bu topraklarda hak
iddia ediyor... Onlarla da savaşmak zorundayız...Bağımsızlık ise...”
Togo’nun bu kadar ince düşünebilmesi, Nosam’ın canını iyiden iyiye
sıkmıştı. Adamın sözünü kesti:
“Bağımsız olmak için kan dökmelisiniz! Hem devlet askerlerinin hem
de o Rasak denen adamın teröristlerinin... Silahlarınızı en iyi yerlerden temin
ediyorum. Merak etme Rasak’ın silah sağlama yollarını kesiyoruz... Hem bilirsin...
Yalnız birey, güçlü bireydir... Öldürün onları! Siz kahraman gerillalarsınız!”
Togo hâlâ suskundu ve sürdürdüğü bu tavır, Nosam için bir tehlike
olabilirdi. Öyle ya, bu Afrika ülkesinde yıllardır devam eden iç savaşta
sattığı silahlardan tırlar dolusu para kazanıyordu. Zaten aşağı bir ırk olarak
gördüğü siyah insanların ölmesi, Nosam için bir kayıp değil kazançtı. Nosam,
gayri ihtiyari etrafına bakınıp bir şişe viski arandı. Şimdi lüks ofisinde
oturup, televizyonda savaş haberlerini izleyerek keyif yapmak varken, güneşin
kavurduğu kara kıtada ne işi vardı sanki? Üstelik isyan eden kabilelerden
sadece birinin lideri olan Togo da işi yokuşa sürüp duruyordu. Her tarafından
fakirlik akan çadırda değil bir şişe içki, bir bardak su bulmak bile sorundu.
Kahverengi çadırın deliklerinden sızan keskin güneş, gözlerini aldı. Gözlerini
kırpıştırırken, Adamın, kırık kahverengi sandalyesine yöneldiğini gördü. Belli
ki daha çok düşünecekti bu konuyu.
Adamın elbisesi kahverengiydi. Çadır, toprak ve hatta güneş bile
kahverengiydi.
Ama ortalıkta içebileceği bir şişelik bile kahverengi içecek
yoktu… İşte bu, Nosam’ın en büyük problemiydi.
***
Mr. Nosam, elli’li yaşlarında sarışın, yeşil gözlü, zayıf ve uzun
boylu gizemli bir adamdır. Dünyada işlenen birçok yasadışı işin arkasında ya
bizzat bulunur ya da destekler. Onu diğer kötülerden daha kötü yapan şey ise;
yaptığı şeyleri bir suç olarak değil, bir erdem olarak görmesidir. Mr. Nosam,
aynı zamanda ‘İlluminati’ denilen uluslarüstü, esrarengiz bir organizasyonun en
üst düzeydeki üyelerindendir. Mr. Nosam küçük yaştan beri bu gizemli
organizasyon tarafından eğitilmiş ve bu günler için hazırlanmıştır. Yaptığı
kötülüklerin ardında basit çıkarlar değil, görülenden daha büyük planlar yatar.
Binlerce elyazması antik kitabın bulunduğu kütüphanesinde uzun zaman geçirir.
Bilginin başlı başına bir güç olduğunun bilincindedir. Mr. Nosam’ın merkez
ofisi Londra’dadır. Ofisi, muazzam bir gökdelendir. Geniş kütüphanesi de bu
binada yer alır. Dünyanın her yerinde bağlantıda olduğu adamları vardır. Birçok
işi bizzat yapmak yerine adamlarını kullanır. Yaptığı pis işlerin
organizasyonunda iki adamı ön plandadır: Gooddays ve Cenk. Sihirli yelek
konusunda Ertuğrul’dan daha fazla bilgiye sahiptir. Ertuğrul’dan da ölesiye
nefret eder. Ertuğrul’a daima “Yelekli” diye hitap eder. Ertuğrul’un yelekten
dolayı kazandığı gücün farkındadır. Yelek hakkında kadim bilgilere sahiptir.
İyiliğin sembolü olan Yelek, aslında sahibine olağanüstü
özellikler vermez. Sahibinde zaten mevcut olan, güzel özellikleri artırır.
Yeleğin özelliği; sadece iyi çocukların O’na sahip olabilmesi ve yeleğe sahip
olanların dünyayı değiştirme gücüne erişmesidir. Cesaret, zekâ ve fiziki kuvvet
gibi… Ertuğrul da zaten olayları genellikle arkadaşlarının desteği ile
işbirliği ve dayanışma ruhu içerisinde çözmektedir. Yaptığı birçok işte
Ertuğrul’u karşısında bulması Nosam’ı deliye çevirmektedir.
13 yaşındaki bu Türk çocuğunun babası Türkiye’nin Roma Büyükelçisi
Hüseyin İleri Bey’dir. Hüseyin Bey aslen Tokat ilinden Çerkes bir aileye
mensuptur. Annesi Şahika Hanım aslen Bitlis’li olan bir Kürt kadınıdır. Şahika
hanım bir Kürt Hanımı olarak asırlardan beri kardeşçe yaşayan aynı milletin
farklı kardeşleri olan Türk ve Kürtlerin özellikle batının şer odaklarının
kışkırtmasıyla ve uluslararası bir planın parçası olarak son dönemlerde terörle
birbirlerini tüketmelerine bir anlam verememektedir.
Sözüm ona Kürtlerin hakkı üzerinden güya politika üreten bunu da
terör şemsiyesi ile bir korku imparatorluğuna dönüştürenleri hep samimiyetsiz
bulmuştur. “Teröre ayırdıkları ömür ve servetlerini ve gayretlerini barışa
adamış olsalar hem dünya hem de bölge barışı adına güzel bir örnek teşkil etmezler mi?” der durur. Ve ekler: “Yetim başı
okşaması gereken toplum önderlerinin çocukları yetim bırakmalarının, hatta
parmak kadar masum çocukları sokaklara terör örgütünün gerillası gibi
dökmelerinin gayesinde ne gibi insancıl bir durum olabilir ki?” Bir dokun ki
Şahika Hanım’a bin ‘ah’ işit!
“Hem uyuşturucu işinden nemalanacaksın hem
de her türlü kara paranın kasiyerliğini yapacaksın… Hem de yıllardır haince
tuzaklarla gencecik insanları, ömürlerinin baharında toprağa koyacaksın! Kızıl,
Komünist, Allahsız ve ahlaksız bu yapı söylemlerinde samimi ise, Kürt halkının
mutluluğu için, onları kanserli bir mikrop gibi sarmış olan köhne geleneklerini
değiştirmek için en ufak bir gayret sarf etmez mi? Nedir bu kan davası
geleneği? Berdel! Namus cinayetleri! Küçük yaşta kızların adeta parayla
satılması, kocaya verilmesi! Kadınların yedikleri dayaklar! Kardeşin ölünce, yengen
ile evlenmek! Aşiret ve toprak ağalığı! Müslüman Kürt insanımızı cahil
bırakacak her türlü eylem! İki satır da bu cehaleti ortadan kaldıracak
faaliyetlerde bulunsanıza…”
Haksızda sayılmaz bu düşüncelerinde Şahika
Hanım.
Hoş buna benzeyen ilkellikler bir ölçüde
Kuran’dan uzaklaşmış günümüz ümmetinin de genel sorunu değil midir? Türkler,
Araplar da buna benzer cehaletten de nasiplerini almamışlar mıdır? Devletimizde
terörle mücadele ederken silaha ayırdığı bütçenin bir kısmı ile de olsa insani
politikalarla bölge insanının kalbine sinecek yatırımlarla kardeşlik projesi
yürütse terör örgütünün argümanlarını elinden alamaz mı?
‘Kürtçe konuşmak üzerine’ veryansınla başlayan bu karşı duruşa
demek lazım değil midir; koskoca Türkiye Cumhuriyetinin anayasasında bile güya
koruma altına alınmış Türkçe’nin haline bir bakar mısınız? Memlekette konuşulan
bir dil midir bu uydurukça ve yabancı dillerin istilasındaki garibim Türkçe.
Memleketin azgelişmişliğinin sebep olduğu, Kürd’ün yaşadığı sorunlar genelde
Türk’ünde yaşadığı sorunları değil midir?
Şahika Hanım’ın bir anne olarak yüreği, her anne gibi bu terör
belası yüzünden haklı gerekçelerden dolayı oldukça sızılıdır. Bu ülkeyi
huzursuzluğa davet eden iç hainler, yakın zamanda Saddam’ın zulmünden kaçan
500.000 Peşmerge’ye kucağımızı açtığımızı görmezler mi? Bulgaristan’da 80’li
yıllarda yaşanan dramın ardından 300.000 soydaş nereye sığındı? Ruslardan kaçan
Afganlılar bu topraklarda ağırlanmadı mı? Somali’ye, Libya’ya, Suriye’ye,
Filistin’e, Bosna’ya merhamet elini kim uzattı? Peki, bu ülke kardeş kavgasını
yaşarsa bizi kim kucaklar ey saf milletim? Biz bu coğrafyada yaşayan insanlar
kendimizi istediğimiz gibi tanımlayalım; Türk diyelim…Kürt, Çerkes,
Arnavut…Türkiyeli…Osmanlı…Adamlar bizi dışarıdan tek bir isimle tanımlıyorlar:
TÜRK! Ya da MÜSLÜMAN! Bundan da gocunan varsa, ki zaten onlar bizden değildir.
YÜZYILIN İYİLİK TAKIMI
İleri Ailesi iki yıldır Roma’da yaşamaktadırlar. Ertuğrul
babasının görevi gereği küçük yaşlardan itibaren dünyanın birçok yerinde
bulunmuş ve birçok da arkadaş edinmiştir. Yeleği almadan önce de gittiği
yerlerde yardımseverliği ve cana yakınlığı ile herkesin gönlünü kazanmıştır.
Güvenilir kişiliği ön plandadır. Yeleği Venedik’te bir antikacıda görür.
“Yüzyılın İyilik Takımı” sıfatını alacak arkadaşlarıyla Venedik’teki
tanışıklıkları yeleğin özelliklerini araştırırken başlayacak; sıkı dostlukları
sayesinde de maceradan maceraya hep beraber koşacaklardır.
İstanbul’un kardeş kenti Venedik Belediye Başkanı Massimo
Cacciari’nin kızı Esta’yı Venediğin gondollarıyla bilinen meşhur kanallarından
birinde boğulmaktan kurtarmasının ardından Ertuğrulaİtalyan halkınca “Herotürk”
sıfatı yakıştırılmış; ardındanda İstanbul Belediye Başkanı ve Venedik Belediye
Başkanı’nın ortak hediyesi olarak arkadaşları ile beraber İstanbul’a tatile
gönderilmiştir. Arkadaşları ile çıktığı bu yolculuk, sonu gelmez maceraların da
başlangıcı olacaktır. Çok iyi derecede İngilizce ve İtalyanca bilen Ertuğrul,
iyi kalpli ve zeki bir çocuktur. Özelliklerini bilmediği bu yeleği daha sonra
çantasında bulacaktır. Yeleği çantaya köpeğinin koyduğunu düşünerek antikacının
yolunu tutar. Böylece antikacı Silvio’dan yeleğin sırrını öğrenir.
ALAADDİN’İN LAMBASI
Var mıdır Alaaddin’in sihirli lambasını dünyada duymayan? Ya
Alaaddin’in sihirli yeleğini?
Anlatacağımız hikâye Alaaddin’in sihirli lambasında adı geçen cinin
lambaya hapsedilmesi ile başlar. Ne tarih kitaplarında ne de masallarda adı
geçen bu yaklaşım bizi sihirli yeleğe götürür ki; bu yelek sadece
koruyucularına ve sahibi olacak çocuklara sihrini göstermiştir.
Yüzyıllar boyu insanlıktan sırrını gizleyerek diyar diyar dolaşan
sihirli yelek kuytu bir köşede kendisini hak edecek çocuğu bekleyedursun biz
hikâyemizin başına dönelim.
Çok çok uzun zaman önce büyük Türk-Moğol hükümdarı Cengiz Han’ın
torunu olan Kubilay, kardeşi Mengu’nun ölümünden sonra Han ilan edildi.
Atalarından miras kalan cesareti ve gücüyle önce Siang Yang’ı ele geçirdi. Uzun
süren savaşlar sonucunda tüm Çin’i hükümdarlığına katmayı başararak başkenti
Pekin olan Yuan Hanedanlığını kurdu. Görkemli imparatorluğunun sınırları
Batı’da Polonya’ya kadar uzanır olmuştu.
Bugünkü uygarlığın sahibi olan batı dünyası ise o dönemlerde
sefaletin, cehaletin pençesinde acılar içinde kıvranmaktaydı. Bir tarafta
mezhep çatışmaları ile teolojik tartışmalar kanlı çatışmalara sebebiyet
veriyor, diğer tarafta veba, humma ve kolera gibi salgın hastalıklar kitlesel
ölümlere neden oluyordu.
Kubilay Han, sadece askeri dehaya sahip değildi. Bilime, sanata ve
dünyada olup biten gelişmelere büyük merakı vardı. Çin Sanatlarının gelişimine
destek sağlamış, bugün hepimizin hayatında vazgeçilmez olan kâğıt para da ilk
defa onun imparatorluğu zamanında Çin’de kullanılmıştı. Bu yüzden sarayında,
başka ülkelerin diplomatlarını ve fikir adamlarını ağırlar, bilge kişilerin
düşüncelerini büyük bir ilgiyle dinlerdi.
Han’ın görkemli sarayına yolu düşen yabancılardan en önemlileri de
Venedikli Polo Kardeşlerdi. Venedik, tarih boyunca Avrupa´nın en önemli ticaret
başkentlerinden biri olmuştu. Venedikliler, Türklerden ve Araplardan
öğrendikleri sayı sistemi ile ticaret aritmetiğini en üst düzeye çıkarmışlar ve
bu nedenle o dönemlerde yaşayan bütün Avrupalı tacirler bu aritmetiği
öğrenebilmek için Venedik’te açılan birçok okula gelerek eğitim almışlardı.
Venedikli Tüccar olan Niccolo ve Maffeo Polo, Rusya gezilerinden dönerlerken
yolda karşılaştıkları Kubilay Han’ın adamlarının özel davetiyle Çin’e gelmiş
gezip gördükleri yerler hakkında deneyimlerini dile getirmişlerdi. Bu
ziyaretten oldukça memnun ayrılan Polo kardeşlerin ikinci seferlerinde
yanlarında genç ve meraklı bir kaşif daha vardı: Niccolo’un oğlu Marco Polo. 17
yaşındaki Marco, yaşıtları hala oyun oynarken adı sadece masallarda geçen o
efsanevi ülkeye ulaşmıştı. Kendisi gibi cesur ve yeni bir şeyler öğrenmek için
bu denli uğraş veren bu delikanlı Kubilay Han’ın kısa sürede ilgisini çekmeyi
başardı.
Bir sohbet esnasında Kubilay Han genç Polo’ ya bir teklifte
bulundu:
“Hevesin gözümden kaçmadı Marco. Sana sevineceğini umduğum bir
teklifim var. Benim için bu uçsuz bucaksız ülkemi gezip, bana rapor sunmaya ne
dersin?”
Genç Polo sevinçle kabul etti bu teklifi.
“Bu duyduğum en güzel haber. Hayallerim gerçek oldu Hükümdarım.
Söz veriyorum görevimi en iyi şekilde yerine getireceğim.”
MARCO POLO
Marco Polo’nun düşleri gerçek olmuştu. Sevinçle yola koyulan
Marco, yolculuğunda karşısına çıkan yapıları, halk yaşantısını gelenek ve
görenekleri not ediyor, hiçbir ayrıntıyı kaçırmıyordu. Çinliler, Avrupa’da
ancak 400 yıl sonra kullanılacak olan kömürü daha o zamanlar kullanıyor,
Avrupa’ya 15. yüzyılda giren yağlıboyayla 7. yüzyıldan beri resim yapıyorlardı.
Gördüğü güzellikler karşısında adeta büyülenmiş [olan] Marco Polo sonradan
yazacağı Seyahatnamesinde bu yenilikleri Avrupa’ya taşıyan bir köprü olacaktı.
Ne yazık ki İtalyanlar onun yazdıklarının çoğuna yalan gözüyle baktılar. Marko
Polonun evine dönmesinden sonra da daha beşyüz yıl hiçbir Avrupalı onun
dolaştığı ülkeleri göremedi.
Marco Kubilay Han’ı ziyaretlerinde gezip gördüğü yerleri en ince
detayına kadar heyecanlı heyecanlı anlatıyor; Kubilay Han da gözlerini kapatıp
hayalinde bu İtalyan genci ile beraber seyahat ediyordu.
Marco Polo ardı ardına sıralayıp duruyordu izlenimlerini:
“Şehrin yolları ağaçlarla kaplı… Sanki bir cennet bahçesinden
geçer gibi. Göz alıcı çiçeklerle donanmış parklar ve köprüler her köşe başı
karşımızda beliriveriyor.”
“Tam tamına 300 tane hamam var Hükümdarım. Halkın büyük
çoğunluğunu her gün bu hamamlarda görmek mümkün..”
“Bu bir havai fişek hükümdarım. Bu özel karışım bambu tüpün
içerisinde sıkıştırılıp ve yakılınca halkınızın özel gecelerini gökyüzünde
saçtığı ışıklarla bir masal âlemine sürüklüyor. “
“Bunlar uçurtma hükümdarım rüzgârlı günlerde bulutların arasında
kuşlar gibi özgürce süzülüyorlar.”
Kubilay Han, inancını boşa çıkarmamış, kendisine 17 yıl hizmet
etmiş ve artık neredeyse orta yaşlı bir adam olmuş olan bu fedakar insanı
memleketine uğurlamazdan önce özel hediyelerle ödüllendirmeye karar verdi. İşte
bu hediyelerden biri de ünlü “Binbirgece Masalları”nda adı geçen “Alaaddin’in
Lambası” idi.
BİNBİR GECE MASALLARI
Yediyüzlü yıllarda kozmopolit bir şehir olan Bağdat’ın, Halife
Harun Reşid zamanında önemli bir yeri vardı. Şehir İran, Çin, Hindistan ve
Avrupa’dan gelen tüccarlarla dolup taşmaktaydı. Bu dönemde doğu kültürleriyle
harmanlanan Arap kültürü şehrin kültürel yapısını da geliştirdi. Ünlü Şehriyar
hikâyeleri, binbeşyüzlü yıllara kadar eklenerek Binbir Gece Masallarının
anayapısını tamamladı. Bu hikâyelerdeki kurgular ve fantezilerin yoğunluğu
Avrupa’lı tüccarların sayesinde ülkelerine taşınarak cehaletin girdabında,
karanlık Ortaçağ’ı yaşayan Batılının, Rönesans’a adım atmasına öncülük
etmiştir.
Alaaddin bir terzinin oğludur. Uzak diyarlardan gelen amcasının
sihirli bir lambanın peşinde olduğundan haberi yoktur. Dar ve karanlık bir
mağarada saklı bulunan lambayı yerinden alabilecek kişinin ancak temiz yürekli
bir çocuk olması gerçeğinden dolayı amcası Alaaddin’i ikna ederek lambayı
bulunduğu yerden çıkarmak ister. Öykü Alaaddin’in lambanın üzerindeki kirleri
eliyle temizlemek isterken, ovalaması sonucu lambanın içinde yüzyıllardır hapis
tutulan Cin’in özgür kalmasıyla başlar. Cin özgürlüğünün karşılığında teşekkür
etmek için Alaaddin’e “Dile benden ne dilersen” der.
Çok uzun yıllar önce küçük bir ormanda tek çocuğu Şems ve
karısıyla mutlu bir hayat süren Cin’i orman cadısı İsabelle ülkenin kötü
yürekli hükümdarının isteğiyle bir lambanın içine hapsetmiştir. Uzun hapis
hayatını Alaaddin sayesinde bitiren Cin ve kurtarıcısı birlikte nice maceralar
yaşarlar.
Masalın sonunda Cin ailesine kavuşur. Alaaddin de Cin’e teşekkür
maksadıyla terzi olan babasına Cin’in oğlu Şems’e hediye olarak hammaddesi “el
emeğinden, göz nurundan” bir kıyafet diktirir.
Cin, bu kıyafeti çok beğenen oğlu Şems’in sevincinden dolayı
kıyafetinin aynısından bir tane daha ister ve onu da kendi elleriyle Alaadin’e
giydirir. Ve on yaşındaki Şems ile onbeş yaşındaki Alaaddin’in kıyafetlerine
sihir yapar. Artık her iki çocukda kıyafetlerinin özelliklerinden dolayı,
başları sıkıştığında Cin’den yardım almaksızın zorluklarla karşılaştıklarında
rahatlıkla her türlü engeli aşabileceklerdir. Ama Cin’in lambadan kurtulduğunu
öğrenen kötü yürekli cadı İsabelle, Cin’in peşine düşerUzun uğraşların
arkasından Cin’i tekrar lambanın içine hapseder.
Lamba ordan oraya elden ele dolaşır durur, hikâyesiyle birlikte…
Aradan uzun yıllar geçer…Alaaddin fani dünyadan göçer gider…
Alaaddin’in sihirli kıyafetinin nerede olduğunu da bilen
yoktur.Kimbilir hangi eskicinin raflarını süslemektedir…Ya da kimbilir şimdi
hangi çocuk tarafından giyilmektedir? Bilinen tek şey kayıp olan sihirli bu
kıyafetin zamanın akışında her dönem sadece iyi yürekli bir çocuk tarafından
kullanıldığıdır. El emeği göz nuru dökülerek Alaaddin’in babası tarafından
dikilen ve Lambanın Cin’i tarafından sihirli özellik verilen bu kıyafet tüm
dünya çocuklarının sahip olmak istedikleri en önemli şeydir.
Şems ise babasını kurtarmak için lambanın peşinde annesiyle
birlikte ordan oraya yolculuklar yapmaktadır.
Zamanla, Sihirli Lamba her nasılsa Kubilay Han’ın kıymetli
eşyaların bulunduğu hazinesi arasında yerini alır. Herkes lambanın hikâyesini
bilmekte; ancak nasıl kullanılacağını; içinden Cin’in nasıl çıkartılacağını
bilememektedir. Hâlbuki bir bilselerdi; ancak iyi kalpli şefkatli bir çocuğun
sevgiyle lambayı ovalıyarak O’nu çıkartabileceğini ve Cin’e
hükmedecebileceğini…
Marco Polo’ya verilen hediyelerin arasında yer alımıştır
Alaaddin’in lambası. Marco Polo Aladdin’in Lambası ile birlikte ülkesine döner.
Şems ve annesi de peşlerinden Venediğe ulaşırlar.
Marko Polo yakın çevresine getirdiği hediyeleri dağıtır.
Akrabaları arasında yer alan, Venedik’in tanınmış terzilerinden, Giovenni
Usta’nın payına da Alaaddin’in lambası düşer.
Giovenni Usta, hikâyesini Marko Polo’dan dinlediği lambayı
değersiz bularak dükkânının bir köşesine yerleştirir. Şems ise annesinin
yardımıyla Giovenni Usta’nın yanına çırak olarak yerleşir.
Şems çalışkanlığı ve terbiyesiyle ustasının gözüne girmeyi
başarır.
Aralarındaki samimiyet ilerledikçe Şems üzerindeki sihirli
kıyafetin hünerlerini ustasıyla paylaşır.
Giovenni Usta Şems’in kıyafetini edinmek ister ve karşılığında ne
istediğini sorar.
Şems babasının hapis tutulduğu lambanın karşılığında sihirli
kıyafetini ustasına verir.
Babasını lambadan çıkartır ve annesiyle birlikte yaşadıkları
ormanın yolunu tutarlar.
Giovenni Usta Şems’ten aldığı kıyafeti ilmek ilmek söker ve
diktiği her çocuk kıyafetine birer parçasını ekler.
Ustanın diktiği kıyafetlerin ünü tüm Avrupa’ya yayılır. Onu giyen
bütün iyi çocuklar büyüdüklerinde ülkeleri ve insanlık için iyi işler yapan
insanlar olmuşlardır.
Cin’in sihir yaptığı kıyafetlerden biri Giovenni ustanın sayesinde
tüm dünyaya dağılır. Ancak bu kıyafet küçük parçalar eklenerek yeni ürünlere
dönüştüğünden yeni elbiseler etkilerini yitirmişlerdir. Tek kullanımlık
kıyafetlerdir bunlar. Oysa geride Alaadddin in gizli kıyafeti vardır. Tarih
boyunca gizemini koruyan bu kıyafet kendi sahibini bulmak kaydıyla tarihsel
yolculuğundadır.
***
ÇANAKKALE
1919 mayısında, Yenidoğan köyünü ayağa kaldıran yangın nihayet
sönmüştü. Ahşap kilise binasının yerinde artık bir moloz yığını duruyor ve
üzerinde tüten duman etrafta yorgun bekleşen ahâlinin genzini yakıyordu. “Gavur
terk etmeli vatanı” diye avaz avaz hala bağırıp duran deli gazi Murat’ın bu hali köylüde acıma
hisside uyandırmıyor değildi. Murat’ın öyküsünü ise bilen pekte yoktu. Tüm
bilinenler onun Çanakkale savaşından gelgitler şeklindeki yitirilmiş aklının
merhamet uyandıran haliydi. Oysa onun hikayesi 18 Mart 1915 günü olmuştu. Deniz
savaşı bütün hızı ve şiddeti ile devam etmektedir. O ana kadar Türk topçusunun
maharetli atışları ve Nusret mayın gemisinin gizlice döktüğü mayınlarının
yardımı ile düşmanın, Bouvet zırhlısı batırılmış, Inflexible ve Irresistible
ise ağır yaralanarak yan yatmış,
düşmanda bir panik havası görülmeye başlanmıştı. Yan yatmış olan
Irresistible’in hemen yanından, Ocean isimli zırhlı, bağından boşanmış azgın
bir at gibi, tekme savururcasına, sağa
sola ateş kusarak pervasız bir şekilde ileri gitmeye başlamıştı. Bilhassa
Rumeli Hamidiye ve Rumeli Mecidiye tabyaları bu zırhlının açtığı ateşlerle toz
duman içinde kalmıştı.
Tam o sırada Rumeli Mecidiye tabyasının ağır toplarının bulunduğu
kısma Ocean’ın fırlattığı büyük bir düşman mermisi düşmüş, tabyanın cephaneliği
isabet aldığından büyük bir infilak meydana gelmişti. Taş toprak ve insan
parçaları havaya savrulmuş, tabya toz bulutları içinde kalmıştı. İşte bu esnada
kafasına aldığı darbe ile kendinden geçen Samsunlu Murat’ın acısı, can dostu tabyada
topçu yardımcılığı yapan, Balıkesir’in Havran-Çamlık Köyü’nden Mehmet oğlu
Seyit Onbaşıyı derinden etkilemiştir.Aynı patlamanın tesiriyle üzerine örtülmüş
olan taş toprak parçalarını silkeleyip, başını kaldıran Seyit Onbaşı yerde
kendinden geçmiş Murat’ı gördüğünde kahrolmuştu. Sağa sola bakındı. Hâlâ
yaşıyordu. Şükür yaralanmamıştı da. Yanıbaşında takım arkadaşı Ali’yi gördü.
Gözünü yerde baygın yatan Murat’tan almaksızın diğer arkadaşlarını sordu:
“Arkadaşlar mertebelerini buldular. Hepsi şehit oldular. Sadece
sen ve ben kaldık.”
Seyit doğrulup boğaz sularına bir göz attığında çok heyacanlandı.
Düşman zırhlılarından ismi Ocean olanı sağa sola alev kusarak hızla
ilerliyordu. Hemen istihkamdaki toplara bir göz attı. Bir tanesi dışında hepsi
kullanılamaz derecede hasara uğramıştı. Çalışır vaziyette olan topa ait
mermileri kaldırıp namluya sürülmesine yardımcı olan vinç tertibatının
parçalanmış olduğunu fark etti. Ama birşeyler yapmalıydı.
Yerde, çalışabilir vaziyetteki topa ait dört adet mermi vardı.
Sağına soluna bakındı başka mermi de kalmamıştı. Topun atış yapabilmesi için
yerde duran mermilerin, birkaç basamaktan oluşan topun merdiveninden yukarı
çıkarılıp namlu haznesine sürülmesi gerekiyordu. Ani bir kararla mermilerin
yanına gitti. Arkadaşına:
“Gel Ali! Yardım et de şu mermiyi sırtıma alayım.” Dedi. Arkadaşı
şaşkın şaşkın bakarak:
“Bu mermilerin her biri 275 kilo çeker. Kaldıramazsın Seyit!”
dedi.
Seyit’te, “bir deneyelim!” diye cevap verdi.
Ellerini toprağa bulayıp tuttukları mermiyi Seyit’in sırtına
koymaya muvaffak oldular. Seyit kemiklerinin çatırdadığını duyar gibi oldu.
Gözlerinin önünden şimşekler geçtiğini zannetti. Boyun damarları parmak gibi
dışarı çıkmıştı. Hafif sendeledikten sonra topun merdivenlerini teker teker,
yavaş yavaş çıktı. Arkadaşının yardımıyle
mermiyi topa sürmeye muvaffak oldu. Nişan tertibatını yeniden
ayarlayarak besmeleyle ateşledi. Bu üçüncü mermi, gemiye kıç tarafından su hizasından isabet edip patladı. Geminin
dümen tertibatı parçalandı. Dümensiz kalan gemi geniş yaylar çizerek başıboş
sürüklenmeye başladı.
Koşar adım yanlarına gelen batarya komutanı Hilmi Bey, yanlarında
iki Alman subayı olduğu halde takdir dolu gözlerle bakarak:
“Sen miydin Seyit? Vurdun gemiyi,” dedi. Seyyit Onbaşı yattığı
yerden doğrulmaya çalışan Samsun’lu Murat’a bakıyordu. Murat “gavur terk etmeli
vatanı” diyordu belirli belirsiz.
Garine, anne ve babası ile yaşadığı günlerin tek hatırası olan
kilisenin artık tamamen mâziye gömülmüş olduğunu yüreğindeki derin bir sızı ile
görüyordu. Artık o bina da, siyah uzun saçlı annesi ve ince yapılı babası gibi
sadece hatıralarında yaşayacaktı. Ellerinden sıkı sıkı tutan yaşlı Sofya’nın
bacaklarına sarıldı küçük kız. Tüm komşuları buradan ayrıldığından beri belki
de ilk defa kendisini bu kadar çaresiz ve yıkılmış hissediyordu.
Sofya, küçük Garine’nin siyah saçlarını okşadı. Garine ise başını
Sofya’nın bedenine gömmüş iki damla göz yaşının aktığını gizlemek ister
gibiydi. Garine hiç ağlamazdı. O hiçbir şeyden etkilenmeyen çelik yapılı bir
kızdı çünkü. Annesi babası kendisini geride bırakmış olsada, dış güçlerin
sözlerine kanıp, katliamlar yapan bazı soydaşlarının düşüncesizlikleri yüzünden
köydeki tüm akrabaları sürgün edilmiş
olsa da ağlamazdı…
Ya da bu küçük kızın kendisini kandırmak için uydurduğu kocaman
bir yalandı.
Yaşlı Kostas, bu yangınla, kilisenin hemen yanındaki evlerini de
kaybettiklerinin farkındaydı. Bu yokluk günlerinde başlarını sokacak bir ev ve
karınlarını doyuracakları bir tas sıcak yemek bulmak güçtü. Kısa süre önce
yaşanan tatsızlıklardan sonra Müslüman köy ahâlisi onlara yardım etmek
istemezse hiç de şaşırmazdı doğrusu.
Kostas, yaşlılıktan buruşmuş elleriyle, gözüne kaçan dumanı bahane
ederek sildiği göz yaşlarını durdurmaya çalışarak:
“Yandı gitti... Herşey...herşeyimiz...” diye mırıldandı.
Bu üç kişi arasında en metin olan Sofya’ydı. Kendisine göre
fikirleri vardı çünkü. Aslında o fikirler bir kafa karışıklığından başka bir
şey olmasa da konuşmaktan geri durmayacaktı:
“Hep o delinin yüzünden...onu bir yakalarsam...” diye dişleri
arasından adeta tısladı, sinirli kadın. Kostas, onu susturdu:
“O ne yaptığını bilmiyor, Sofya… Aklı yerinde değil… Bunu sen de
biliyorsun…”
Yaşlı kadın belki de çaresizliğinden suçlayacak bir şeyler
arıyordu. Takındığı bu kinci tavır, kesinlikle kendisine ait olamazdı. Kostas
60 senelik hayat arkadaşını iyi tanıyordu:
“Hep o darbe yüzünden… Düşmanla savaşırken başına aldığı darbe… O
gün bu gündür aklı yerinde değil işte…. Of! Beni neden konuşturuyorsun sanki!”
Sofya, kocasına döndü. Belli ki ondan istediği cevabı alamamıştı:
“Düşman mı? Hangi düşmandan söz ediyorsun sen Kostas? Dağıttıkları
broşürde ne yazıyordu, unuttun mu? Onlar Türklerin düşmanı... Türkleri yok edip
bizi kurtaracaklar.”
Kadının bu saf hali zaman zaman Kostas’ı deli ediyordu. Gözlerini
devirdi:
“Sofya! Lütfen biraz mantıklı ol! Yüzlerce yıldır birlikte
yaşadığımız Türkler mi düşmanımız? Hiçbir kötülük görmediğimiz bu insanlar mı
düşman? Yoksa buraları işgal edenler mi?”
Sofya başını öne eğdi. Kostas:
“Biz buralıyız. Bu toprağa aitiz. Dışardan gelen –kim olursa
olsun- bize iyilik getiremez… hele ki bu şartlar altında…”
Sofya’nın aklı iyiden iyiye karışmıştı. Nerede duracağını
kestiremiyordu: “İyilik gördük Türklerden öyle mi?” İki elini yana açtı,
etrafını gösterdi. Ses tonunu yükselterek:
“Şuna bak! Deli gazi evimizi yaktı! Bir Tanrının kulu evini
açmayacak bize! Açmayacak!”
Kostas, bunun mümkün olduğunu biliyordu. Belki de başlarının
çaresine bakmaları gerekecekti. Gerçi bu ilerleyen yaşında yanlarında küçük ve
hasta bir çocukla nasıl yapacaklarını bilemese de umutsuz görünmek, şimdi
yapılabilecek en son şeydi.
Sofya ellerini çaresizlikle kaldırdı:
“Sokakta kaldık işte!”
Kostas, çaresizliği ilk defa o an hissetti. Terkedilmişliği ve
yılgınlığı. Asırlarca dünyaya kafa tutmuş koskoca Devlet-i Aliye ile belki de kendi devirleri de kapanıyordu.
Dağılmışlık ve bitkinlik, seksen senelik yorgun bedenini eziyordu. Boşalan
dizlerinin üzerinde durmaya çalıştı.
Yaşlı karısı, beyaz saçlarını çaresizlikle karıştırdı.
Küçük kız öksürdü.
Asır gibi gelen birkaç dakikanın ardından dumanlar neredeyse
kaybolmuş ve gecenin karanlığı yine bir kabus gibi çökmüştü.
“Kostas amca…. Çok üzgünüm…”
Kostas ve diğerleri, sesin geldiği yöne döndüler.
***
Havaalanının geniş pencerelerinden apronda olup biteni seyreden Ertuğrul, Niko ve
İbosanjo, gökyüzünde uçan dev uçakların büyüsü altına girmişlerdi. Biraz sonra
kendileri de yine dev bir uçakla Moskova’ya doğru yola çıkacaklardı. En çok
sabırsızlanan da Niko’ydu.
Ertuğrul:
“Her şey nasıl da değişiyor”
diye konuştu. Bir zamanların kapalı kutusu Moskova’ya elimizi kolumuzu
sallayarak gidebiliyoruz…”
Niko, Ertuğrul’un söylediklerine bir anlam verememiş olacak ki,
saf saf sordu:
“Ne kutusu? Nasıldı ki Moskova?”
Ertuğrul, tarihi severdi. Ama tarihi sadece sevmenin
yetmeyeceğini, okumanın, hem de doğru kaynaklardan okumanın önemli olduğunu
bilecek kadar da zekiydi:
“Sadece Moskova değil, tüm Rusya… Tüm Sovyetler birliği…” diye
devam etti.
Niko, Sovyetler Birliğini önceden duymuştu. Ertuğrul’un sözlerinde
tanıdık bir şey yakalayınca keyifle sırıttı: “Heee… Sovyetler mi? Biliyorum
tabi… Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler şeysi… eee.. Nesiydi?”
Ertuğrul, Niko’ya döndü:
“Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği… Yarım asırdan fazla
dünyadaki güç dengelerinden biri olan eski bir ülke… Sistemi gereği oraya giriş
çıkışlar kontrol altında tutulurdu. En tuhafı da ne biliyor musun? Türkiye’nin
22, Yunanistan’ın ise 124 katı büyüklüğündeki bu ülkeye tek giriş-çıkış
noktası, başkentleri Moskova’ydı! Ah, Widmark bunları benden iyi bilir. Gidince
sor, anlatsın sana!”
Niko gözlerini devirdi:
“Dalga mı geçiyorsun? Ben Moskova’ya konferans dinlemeye değil,
Play Station 5’i görmeye gidiyorum!”
İbosanjo heyecanla ileride
duran beyaz-kırmızı renkli uçağı gösterdi:
“İşte! Bizim uçağımız o. Bakın, körüğe doğru yaklaşıyor…”
Uçakları görmek, İbosanjo’yu bir an için olsun hüznünden
arındırmıştı.
Niko, burnunu cama yapıştırdı:
“Vay canına! Şuna bakın, kocaman! Doğrusu bizi küçük bir uçakla uçursalar
çok üzülürdüm!”
Bu sırada Esta’nın sesi duyuldu:
“Çok üzgünüm!”
Çocuklar sesin geldiği yana döndüler. Esta, yanında sıkılmış
olduğu yüzünden anlaşılan Chen ile onlara doğru geliyordu.
Ertuğrul, kıza gülümsedi:
“Bugünün trendi üzülmek anlaşılan! Sen neden üzgünsün bakalım?”
Esta’nın yüzü gülüyordu:
“Çünkü geciktik ve sizi beklettik…”
Chen sinirli ve yorgun ses tonu ile araya girdi:
“Hepsini! Bütün free shop’ları
dolaştık! Tek, tek… Bir… bir… Of! Allah’ım!”
Esta, arkasında tuttuğu küçük peluş fok balığı oyuncağını yüzüne
doğru kaldırıp sesine küçük bir kız çocuğu tonu vererek masum bir ifade ile
Chen’e baktı:
“Ama değdi öğle değil mi? Ne kadar da tatlı!”
Ertuğrul’un yüzünde muzip bir ifade belirdi:
“Ama Esta’cığım. Böyle olmaz ki? Moskova freeshop’larından bunun
annesini de almak lazım, öyle değil mi Chen?”
Chen iki elini kaldırdı:
“Pes! Benden pes!”
Esta, Chen’e döndü:
“Ama öyle deme ya! Annesiz mi kalsın yavrucak?”
Bu esnada duyulan anons, çocukları uçağa davet ediyordu:
“TK 568 sefer sayılı Moskova yolcuları 3 numaralı kapıya.”
***
Geniş uçak, Moskova’ya doğru yol alırken, Sarı saçlı çocuk Niko
elindeki broşürde gördüğü resimlerin büyüsüne kapılmıştı bile. Yanında oturan
Ertuğrul’a heyecanla döndü:
“Baksana! Play Station 5’in tanıtımında çok büyük bir yenilik daha
açıklayacaklarmış! Bu inanılmaz bir olay!
Ertuğrul, arkadaşına gülümsedi. Ama aynı heyecanı paylaştığı
söylenemezdi. Elini çenesine götürdü. O da teknoloji ile Niko ya da Widmark
kadar ilgiliydi. Fakat onu ilgilendiren yeni oyun konsülü değil, başka bir
şeydi.
“Ben asıl şu yeni internet teknolojisini merak ettim. Adamlar son
anda duyurdular… Bu çok tuhaf…”
Ertuğrulların arka sırasında oturan Chen ve Esta ise kendi
alemlerindeydiler. Chen baygın bakışlarla bulutları izlerken, Esta yeni peluş
fok balığıyla oynamaktaydı. Chen bir an için başını çevirdi. “Widmark iyi bir
teşekkürü hak etti doğrusu” dedi. “Hem teknoloji fuarına davetiye ayarladı hem
de oteli halletti.”
Chen kendi dünyasına geri dönerken, kafasında düşüncelerin
uçuştuğu İbosanjo, konuşmalara hiç katılmamıştı bile. Ertuğrul’un hizasındaki
karşı koltukta cam kenarına oturmuş düşünceli düşünceli dışarı bakıyordu.
Ertuğrul’un söylediklerini duymadı bile.
“Ne de olsa Widmark’ın babası Moskova’da görevli. Umarım bizi
havaalanında karşılarlar da rahat rahat gideriz…”
***
Televizyonda konuşan güleç ve temiz yüzlü siyahi bir adam, inanç
içinde söylediği sözcüklerini bir kez daha tekrar ediyordu: “Birlik bize daha
büyük bir güç verecektir!”
Üç katlı villasında oturmuş TV’de konuşan adamı izleyen iri yarı
siyahi adamın, televizyondaki kişinin görüşlerine katılmadığı çok açıktı.
Ağzının kenarından taşan şarabı elinin tersiyle silen adam, “Hah!
Boş sözler bunlar!” diye homurdanarak ayağa kalktı. Televizyonu kapattı.
Tahta benzer son derece süslü bir koltukta oturan bir misafiri
vardı. Misafir, elindeki kahverengi içkisini yudumlarken son derece keyifli
görünüyordu. Bacak bacak üstüne atmış ve alkolün tesiri ile iyice yumuşamış
olan Mr. Nosam, siyahi adama sırıtarak baktı.
Adam:
“Halkımız demokratik bağımsızlık istiyor! Bu topraklarda çok acı
çekildi!”
Mr. Nosam, kara tenli adamın bu çıkışına kayıtsız kalmadı:
“Bu nutukları yandaşlarına çek Rasak!” dedi yüzündeki alaycı
tebessümle. “Ne işler çevirdiğini, özerklik, bağımsızlık diye ne menfaatler elde
ettiğini biliyorum ben. Vaktimi boşuna harcama!”
Rasak, kırmızı gözlerini Nosam’a dikti. Pek çok insanı ürküten bu
bakışlar Nosam’da sadece acıma hissine neden oluyordu. Rasak:
“Daha çok silah ve daha çok mermi istiyorum!”
Nosam, oturduğu yere iyice kuruldu:
“Bu sefer fiyatlara %25 zam geldi, haberin olsun…”
Rasak şaşırmıştı. İtiraz etti:
“Delirdin mi sen? Bizde o para ne gezer?”
Rasak sinirle eğildi ve yanındaki küçük sehpanın üzerinde duran
porselen tabaktan biraz havyar alarak ağzına attı. Ağzını şapırdatarak ciddi
bir ifade ile konuşmasını sürdürdü:
“Biz bu özgürlük mücadelemizi ne zorlu şartlar altında yapıyoruz
haberin var mı senin?”
Nosam’da acıma hisleri uyandıran Rasak’ın bu halleriydi işte…
Irkdaşlarını, verdiği “gaz” ile dağlarda ölüme gönderirken, kendisi bir eli
yağda bir eli balda yaşıyor işin tuhafı bunu da gayet normal görüyordu.
Söylediği yalanlara belli ki kendisi de inanmıştı.
Nosam:
“Uzatma Rasak!” dedi. “Ülkenin sınırına uyduruk bir gümrük
kurduğunu bilmediğimi mi sanıyorsun? Eşek yüküyle para kaldırıyorsun oradan!”
Rasak afallamıştı. Kekelemeye başladı:
“Ben… şey… özgürlük falan için…”
Nosam ayağa kalktı:
“Para hazır olunca beni ara…”
Bu sırada Nosam’ın telefonu çaldı. Açtı. Telefondaki ses ona
ihtiyaç duyulduğunu söylüyordu. Nosam:
“Ah! Bir şeyi de kendiniz halledin!”
Nosam keyifsizce telefonla konuşurken, Rasak hala onu ikna etme
derdindeydi:
“Efendim… Beni dinleyin…”
Nosam, adamı umursamadan kapıya yöneldi. Rasak, yeşil gözlü adamın
ardından koşturuyordu.
“Efendim… Bizim maddi durumumuz…”
Nosam kapıdan çıkarken, adamın ipek sabahlığı kapının koluna
takılınca iyice geride kaldı. Nosam, kapının önünde kendisini bekleyen lüks
arabasına binip oradan uzaklaştı. Rasak’ın yakınmalarını dinleyecek vakti
yoktu.
“Anlaşıldı” dedi Nosam telefondaki adamına. “Uçağımı hazırlayın
hemen!”
Kapının önünde kalakalan Rasak’ın keyfi büsbütün kaçmıştı. İçeri
girerken yardımcısına seslendi:
“Bu akşam portakallı ördek pişirin bana! Keyfim başka türlü yerine
gelmeyecek…”
MOSKOVA
Kahramanlarımız Moskova havalimanına inmişlerdi. Kendilerini
bekleyen otobüse binerek pasaport kontrolüne doğru yola çıktılar. İçlerinde en
heyecanlı kişi her zaman olduğu gibi Niko’ydu. “Bir an önce Play Station 5’i
görmem lazım! Hemen görmem lazım!
Chen, Niko’nun bu heyecanına alışmıştı ama bir anlam veremiyordu:
“Sakin ol Niko! Sakin….”
Ertuğrul gülümsedi:
“Sen bu gece nasıl uyuyacaksın? Fuar yarın başlayacak!”
Niko, sıkıntı ile pöflerken otobüs havaalanı binasına ulaşmıştı.
Kapı açıldı ve çocuklar pasaport kontrolü için hızlı adımlarla ilerlemeye
başladılar.
***
SAMSUN- Yenidoğan Köyü
– 1919
Kostas ve Sofya, kendilerine emanet edilen hasta küçük Ermeni kızı
Garine ile beraber Sakine’nin evinde salonda oturmaktaydılar. Gece iyiden
iyiyiye çökmüştü. Gaz lambasının titrek ışığı duvarlara ve içerdekilerin
hüzünlü yüzlerine vuruyordu. Ara sıra sobada yanan odunun çıtırtısı
yankılanıyordu. Kostas:
“Sağol Sakine hanım” dedi yorgun sesiyle. “Bu soğukta ne yapardık
biz sokakta?”
Sakine, onların tam karşısındaki somyaya oturmuştu. 10 yaşındaki
oğlu Faruk ilerleyen saate rağmen uyumamıştı. Çekingence annesine sokulmuş olan
biteni anlamaya çalışıyordu. Bir eli ile annesinin elini sıkı sıkı tutmuştu.
Genellikle ağrımazdı ama o gece sol ayağı sızlıyordu. Zaten bu sebeple sık sık
şehirdeki hastaneye giderek muayene olması ve ilaçlar alması gerekiyordu.
Sakine misafirlerine gülümsedi:
“Ne demek? Kim olsa aynısını yapardı…”
Sobanın yanı başındaki mindere oturmuş zayıf bir kız çocuğu olan
Garine, bacaklarını karnına çekerek iyice büzülmüş mini minnacık kalmıştı.
Kostas, Garine’ye baktı:
“Hele şu yavrucağız… Zaten hasta…”
Kızın kesif öksürükleri odayı kaplarken Kostas konuşmasını
sürdürdü:
“Kış ona yaramadı… Dört aydır öksürüp duruyor…”
Kız çocuğunun masum bakışları, Sakine’nin içine işlemişti. Bu
geceye kadar kızın varlığından bile haberi yoktu. Bu kadar kötü bir komşu
olduğu için kendisine kızdı.
“Ben bir süredir şehirdeki hastanede çalışıyorum, Kostas Amca”
dedi Sakine. “İstersen Garine’yi götürelim bir baksın doktorlar.”
Kostas başı ile onayladı. Çocuğun ciddi bir hastalığı olabilirdi…
***
Çocuklar hava alanından dolaşmaktan yorulmuşlardı. Chen
sinirliydi:
“Nerede bu çocuk! Dolaşmaktan ayaklarıma kara sular indi!”
Chen ellerini beline koyup bir bakış daha fırlattı etrafına:
“Hava limanı da gez gez bitmiyor! Ne büyükmüş!”
Ertuğrul, cep telefonunu kulağından indirdi. Bu beşinci
denemesiydi ama Widmark’a hala ulaşamamıştı.
Ertuğrul, yorgun arkadaşlarına baktı:
“Telefona hala ulaşılamıyor. Dağılıp öyle arayalım bari. Çocuklar
dört bir yana ayrılırken Ertuğrul seslendi:
“Çocuklar, özellikle bilgisayar ürünleri satan yerler görürseniz
mutlaka bakın… Oralara takılmış olabilir…”
Chen ve Esta birlikte aramaya çıkmışlardı. Esta karşılarına çıkan
bir freeshop’u gösterdi neşeyle:
“Haydi Chen! Gidip benim fok balığına bir anne bulalım…”
***
Nosam, özel uçağının koltuğuna oturmuş camdan dışarı bakıyordu.
Düşünceliydi. Onu acilen çağırdıklarına göre önemli bir durum olmalıydı. Yoksa
kimse Mr. Nosam’a ayağına çağıracak kadar cesur olamazdı. Etrafına ölüm saçan
bu adamla konuşmak bile yürek isteyen bir işti.
Nosam, gideceği ülkeyi düşündükçe daha da rahatsız oluyordu. “Ah o
topraklar” diye geçirdi içinden. “Bunca seneden sonra bile hala tüylerimi diken
diken ediyor…”
***
Niko ve İbosanjo hava alanının geniş koridorlarında ilerlerken,
Niko heyecanından bir şey kaybetmemiş ve heyecanlı heyecanlı anlatmaya devam
etmekteydi:
“Yeni versiyon kesinlikle 3D’yi destekliyordur İbosanjo! Yani onu
da koymazlarsa…”
Niko’nun sözü kendisine sertçe çarparak yanından geçen polisin
darbesi ile yarım kaldı. O polise doğru bakarken bir kaçının daha hızla ilk
polisi takip ettiğini gördü.
“Neler oluyor?
O sırada yanından geçen başka bir polis memuru Niko’ya “Sakin
olun. Sadece bir tatbikat” dedi koşarken. Ancak Niko da, İbosanjo da bunun bir
tatbikat olmadığını anlayacak kadar çok olayla karşılaşmışlardı.
İbosanjo, Niko’ya döndü:
“Gel gidip bakalım ne imiş bu…”
Polisler telaşla koştururken, İbosanjo ve Niko da onlara yetişmeye
çalışarak ilerlediler. Hava limanındakilerin şaşkın bakışları arasında
koridorlardan geçerek genişçe bir alana vardılar. Burada insanlar yığılmış ve
bir çember oluşturmuşlardı. Çemberin merkezine doğru ilerlemeye çalışırlarken
büyük bir patlama duyuldu. Halk çığlıkla atarak kapılara yöneldi. Anlaşılan bir
bomba patlamıştı. Panik içinde insanlar kapılara doğru koşarlarken sarsılan
Niko ve İbosanjo toparlanmaya çalıştılar. Birkaç saniye sonra Ertuğrul da oraya
gelmişti.
“Ne oldu” diyerek arkadaşlarına sordu ama onlar da bir şey
bilmiyorlardı.
Ertuğrul ve diğer çocuklar patlama sesinin geldiği yere yöneldiler
ama üzerlerin doğru gelen kalabalığı yararak ilerlemek neredeyse imkansızdı.
Panik olan sadece halk değildi. Genç bir polis memuru telsizle anons geçiyordu:
“Ölü yok… Ama yaralılar var. Bir çocuk var… Hemen ambulans
sevkedilsin… Acele edin…”
Ertuğrul, “Çocuk” sözünü duyunca telaşlandı. Arkadaşlarına baktı:
“Bu hiç hoşuma gitmedi. Gelin benimle…”
Ertuğrul ve arkadaşları olay yerine koşarlarken Chen ve İbosanjo
da onlara katılmışlardı.
Az sonra bir kalabalığa daha denk geldiler. Bunlar olay yerinin
hemen önünde birikmiş meraklı kalabalıktı. “Başka bir bomba var mıdır? Burası
güvenli midir” diye umursamadan öylece bekleşip yaralı çocuğa bakmaktaydılar.
Ertuğrul önde, diğerleri arkada kalabalığı yararak ilerlemeye çalışıyorlardı.
Ertuğrul uzaktan emniyet şeridini gördü. Polis, şeridi hemen çekmiş insanları
uzak tutmaya çalışıyordu. Ertuğrul önünde bitiveren polisi görünce çocuğa
ulaştığını anladı. Polis kibar ama buyurgan bir ses tonu ile konuşuyordu:
“Olay yerine giremezsiniz. Uzaklaşın buradan!”
Ertuğrul yaralıya bakmaya çalışıyordu ama iri yarı polis tüm görüş
alanını kapatmıştı. Kendisine ulaşan çocukların arkasındaki halk da yüklenince
iri Rus polis sendeledi ve kenara çekilmek zorunda kaldı. Gördükleri manzara
karşısında çocuklar donup kalmışlardı.
Widmark, emniyet şeridinin arkasında kanlar içinde baygın
vaziyette yatıyordu.
***
Aynı sıralarda, Mr. Nosam’ın özel uçağı Moskova havaalanına
iniyordu. Alçalan uçakla beraber, Nosam’ın nabzı yükseliyor ve bu şehrin
zihninde oluşturduğu çağrışımlar ile anılar onu boğuyordu. Tekerlekler piste
değdi. Kısa bir yolculuktan sonra pilot saygılı bir ifade ile Nosam’ın yanına
gelerek artık inebileceğini bildirdi. Nosam adama teşekkür etme ihtiyacı
hissetmeden yerinden kalktı ve yanından hiç ayırmadığı Linux yüklü netebookunu
alarak uçak kapısından çıktı. Merdivenlerin başında durup etrafına baktı. Özel
uçaklar için ayrılmış bu alanda kendisinden başka kimse görünmüyordu. Bir de
kendisine doğru koşan takım elbiseli bir adam... Nosam merdivenlerden ağır ağır
inerken “Yıllar sonra yine buradayım...” diye düşündü. “Yıllar sonra ama bu kez
korkmadan...”
Takım elbiseli adam nefes nefeseydi. Nodam’ın önünde durdu:
“Добро пожаловать, сэр
Nosam, adamın Rusça konuşmasından rahatsız olmuştu:
“İngilizce konuş benimle!” dedi ürkütücü bir ses tonuyla.
İri yarı ve sarışın bir Rus olan İgor, Nosam’ın karşısında kızarıp
bozarmaya başlamıştı:
“Şey... Afedersiniz efendim. Sizin ana diliniz gibi Rusça
konuştuğunuzu bildiğim için...”
Nosam, adamın durumu kurtarmak için söylediği bu övgü sözlerini
hiç umursamadı. Kısa ve net konuştu:
“Uzatma...”
Birlikte pasaport kontrolü için salona yöneldiler. Nosam:
“Beni neden çağırdın buraya?” diye sordu sabırsızca. İgor hemen
yanıtladı:
“Çok önemli bir durum var efendim.”
Adam biraz duraksadıktan sora devam etti: “Bunu ofisimde konuşsak
daha iyi olacak...”
Nosam bu gizemden sıkılmıştı:
“Eeeh! Ne diye üstü kapalı konuşuyorsun ki?”
“Efendim... Kimsenin duymaması gerekiyor... Tek söyleyebileceğim
bu...
Adam yutkundu, sözlerini tamamlamadı.
***
Nosam, lüks arabasıyla İgor’un ofisine doğru yola çıkarken Moskova
3 numaralı hastanesinde endişeli dakikalar yaşanıyordu. Bu hastane, hava
alanında meydana gelen patlamada yaralanan altı kişinin getirildiği yerdi.
Odada şimdi iki tane Widmark vardı. Biri yatağın yanı başındaki
sandalyeye oturmuş elleri başının arasında bitkin görünen baba Widmark, diğeri
ise yatakta kendinden geçmiş vaziyette makinelere bağlı olarak uyuyan oğul
Widmark. Yatağın başında duran Ertuğrul da çok üzgün ve endişeliydi. Kaynağı
belirlenemeyen ama bir terör saldırısı olabileceği söylenen patlamada yaralanan
dostu için acı duyuyordu.
Baba Widmark, hayatının en zor anlarından birini yaşıyordu. Oğlu
ölürse ne yapardı? Bu ihtimali hiç aklına getirmemeliydi belki...
“Bay Widmark...”
İlk adı Rory olan baba Widmark, başını kaldırdı. Konuşan doktordu.
“Bay Widmark, bir kaç saate kadar oğlunuzu uyandıracağız. İç
kanama görünmüyor...
Rory, doktorun söylediklerini kavramaya çalıştı:
“Yani... Demek istediğiniz...”
Doktorun yüzünde güven veren bir gülümseme vardı:
“Evet... Ciddi bir durum yok. Geçmiş olsun...”
Rory, dirseklerini yatağa dayadı. Gözlerinden yaşlar boşalırken
“Şükürler olsun” diye mırıldadı. Şükürler olsun Tanrım...”
Rory, başını kaldırıp Ertuğrul’a baktı. Adamın yaşarmış gözleri,
Ertuğrul’u etkilemişti. Aklına kendi babası geldi. Demek ki dili-dini farklı
olsa bile evlat sevgisi hiç bir yerde değişmiyordu.
“Ona bir şey olsaydı ne yapardım...” dedi adam.
Ertuğrul verecek bir cevap bulamadı.
***
Saat öğleye geliyordu. 1919 yılının mayıs ayı için sıcak
sayılabilecek bir sabahtı. Sakine ve Soyfa, evin bahçesindeki somyaya oturmuş
konuşuyorlardı. Belki de böyle olağan üstü şeylerin yaşandığı bir zamanda biraz
normalleşmeye çalışıyorlardı. Sofya:
“Papaz efendi giderken kiliseyi boş bırakmayın ara sıra temizleyin
demişti bize” dedi. “Bir de şu yavrucağı, Garine’yi bıraktılar bize...”
Zor dönemlerdi. Başka devletlerin kışkırtması ile ayaklanıp işi
Van’da devlet kurmaya kadar götüren bazı Ermeni asıllı Osmanlı vatandaşları
yüzünden büyük acılar çekilmişti. Bağımsızlık yalanına kanan bazı acımasız
insanlar, Müslüman köylerini basmış, buna kayıtsız kalamayan Müslümanlar da
karşılık vermişler iş iyice çığrından çıkmıştı. Devlet, zorunlu bir göç politikası
izlemek zorunda kalmıştı. Suçlu-suçsuz bir
çok Ermeni yıllardır yaşadıkları yerlerden çıkarak başka yerlere sevk
edilmişlerdi. Papaz ile Garine’nin anne ve babası da bu gidenlerdendi işte.
Garine’nin anne ve babası bunun zorlu bir yolculuk olacağını ve bırakın hasta
kızlarının, sağlıklı gençlerin bile zorlanacağını farketmişlerdi. Bu yüzden
kızlarından ayrı kalmayı sineye çekip onu yaşlı Rum çifte emanet etmişlerdi.
Elbette ki Deli gazi’nin kiliseyi yakıp yaşlı karı-kocayı sokakta
bırakabileceği hesapta yoktu.
Sofya çok doluydu. Belli ki kendisi için
değil, daha çok Garine için üzülüyordu.
“Adının anlamı arkadaş” dedi Soyfa. “Hayat
ona pek de arkadaşça davranmadı ama...”
Sakine de dertliydi. “Zor zamanlardan
geçiyoruz” dedi. “Faruk’un sol ayağından doğuştan aksama var. Sürekli muayene
olması ilaç değiştirmesi gerekiyor. Sık sık Samsun’daki hastaneye gitmemiz
gerekiyor... Neyse ki orada bir hastabakıcılık işi ayarladım... Masraflar
azaldı biraz...”
İki kadın dertleşirken, Faruk çömelmiş,
elindeki dal parçası ile toprağı eşeliyordu.
Çocuklar her şeyden habersiz olur derler.
Ama bu Faruk için geçerli değildi. Sanki herşeyin farkında gibiydi. Sanki, koca
devletin ağır bedeni, Faruk’un cılız vücuduna yüklenmiş gibiydi. Yüzünün
güldüğü çok nadirdi küçük çocuğun. Sakine dahil herkes bunun nedenini biliyor
ama kimse dillendiremiyordu... Çünkü Anadolu, Faruk gibi üzgün çocuklarla doluydu...
***
Ertuğrul, hastaneden çıkarken kendisini kuş
gibi hafiflemiş hissediyordu. Arkadaşları hastanenin hemen önündeki havuzun
başına toplanmış, gülümseyerek gelen Ertuğrul’un vereceği haberleri
bekliyorlardı.
Ertuğrul yanlarına geldi. Kimse konuşmaya
cesaret edemedi. Ertuğrul da onların bu meraklı bekleyişlerini beğenmiş olacak
ki suskunluğunu sürdürdü. İlk patlayan Chen oldu:
“Konuşsana be çocuk! Nasıl Widmark? Bizi
almıyorlar işte içeri! Anlatsana!”
Ertuğrul sinirli arkadaşına gülümseyerek
baktı:
“Gayet iyi. Birkaç saate kadar ziyaret
edebilirmişsiniz...”
Bu haber iyi gelmişti. İbosanjo gülümsedi:
“Bu iyi işte...”
Ertuğrul iç geçirdi:
“Widmark’ı o vaziyette görünce içim ürperdi
doğrusu. Rastgele yapılan bu saldırılar masum insanların canına mâl oluyor...”
Ertuğrul kötü düşünceleri uzaklaştırmak
istercesine başını salladı:
“Otele gidip biraz dinlensek iyi olacak”
dedi. “Adı neydi?”
İbosanjo cevap verdi:
“Ukrayna oteli...”
Ertuğrul gelmeden önce araştırma yapmıştı.
“Evet...” dedi. “Hatırladım... Ukrayna
oteli... Buraların en ünlü oteli...”
***
Aynı sırada bir laboratuvarda beyaz önlüklü bir kişi, konuşmakta
olduğu Arjantinli esmer adamla gergin dakikalar yaşamaktaydı. Kumral bilim
adamı, beyaz önlüğünün cebinden çıkardığı mendille terleyen anlını sildi:
“Seni çok iyi anlıyorum Juan” dedi. “Ama son kez sormak
istiyorum... Bu kararının doğuracağı sonuçların farkında mısın?”
Juan kararlı görünüyordu. Ne var ki arkadaşının önerilerinin de
haklılık payı yok değildi. Juan’ın suskun tavrı karşısında cesaretlenen bilim
adamı devam etti:
“Bu gerçeği kamuoyuna duyurursak sadece suçlular değil, mağdurlar
da acı çekecekler...”
Juan kararından dönmemesi gerektiğini hissediyordu. Kesin ve net
konuştu:
“Bu ödenmesi gereken bir bedel Vladimir!” dedi. “Ben ve ailem
dahil... Bu bedeli hepimiz ödeyeceğiz...”
Vladimir’in omuzları çöktü. Amcasını Açe’deki depremde yitirmişti
ve gerçekleri öğrendiğinden beri daha da keskin bir acı duyuyordu.
Mutluluklar paylaşıldıkça çoğalır, acılar ise azalır derlerdi.
Ama bu acının azalacağını hiç zannetmiyordu.
***
Ertuğrul, Chen, Niko ve İbosanjo bir kafeye oturmuşlardı.
Çaylarını bitirmişlerdi. Niko, poşet çayın üzerinde yazan yazıya baktı. “Sigma
Çay” yazıyordu. Markayı Ertuğrul’a gösterdi:
“Aha! Sizinkilerin firması...” dedi.
Ertuğrul gülümsedi:
“Nereye gitsek bizimkiler çıkıyor karşıma zaten...”
Garson kibar bir edayla hesabı Niko’nun önüne bıraktı. Niko deri
kabı açıp adisyonu çıkarırken sırıttı:
“Ne o? Patron bugün ben miyim?”
Adisyonda yazan rakamı görünce sırıtması son bulmuş, gözleri iyice
açılmıştı:
“Yuuuh! 50 dolar mı? Beş çay nasıl 50 dolar yahu?”
Ertuğrul elini cebine attı:
“Moskova’nın pahalı bir şehir olduğunu biliyordum ama bu kadarını
tahmin etmemiştim... Haydi millet pamuk eller cebe!”
Niko ayağa kalkıp paraları toplarken söylendi:
“Bir an önce otele dönelim çocuklar. Yoksa cepte bir kuruş
kalmayacak!”
Ertuğrul, Niko’ya parayı uzatırken birden sendeledi. Elini başına
götürdü. Onun bu ani hareketi çocukların dikkatini çekmişti. Esta:
“Ne oldu Ertuğrul?” diye sordu.
Ertuğrul gözlerini açtı:
“Bilmiyorum. Bir an için müthiş bir ağrı saplandı başıma.... Ama
hemen kayboldu... İğne batar gibi...”
Ertuğrul ayağa kalktı:
“Buranın havası yaramadı belki de... Ama sanki bir şeyler olacak
gibi...”
İbosanjo, omuz silkti:
“Widmark ölümden döndü... Daha ne olsun?”
Çocuklar otele doğru yürümeye başlarken, Ertuğrul’un başına ağrı
saplandığı anda yanlarından geçen Limuzin’i farketmemişlerdi.
Limuzindeki kişi, Nosam’dan başkası değildi...
***
Lüks döşenmiş limuzinin içinde Nosam içinden etrafına bakıp
duruyor ve kısa sürede değişen Moskova’yı inceliyordu. Gerçi buralara gelmeyeli
çok zaman olmuştu. Yaşananlar. Çok eskilerden kalma bir rüya gibiydi. Nosam
kendisine bu şehri ve kırk yıl öncesini hatırlatan düşüncelere daldı...
***
Yıl 1970. Sosyalist Sistemle yönetilen Rusya’nın neredeyse dünyaya
kapalı olarak yaşadığı zamanlar...
Gecenin ikisinde, Moskova’nın in cin top oynayan sakin
sokaklarında ilerleyen genç ve uzun boylu zayıf bir adam Kasmanafti caddesi
boyunca ilerleyip köşeden dönmek üzereyken arkasından gelen Rusça kelimelerle
durmak zorunda kaldı. “Hey! Dur bakalım...”
Seslenen bir Sovyet Polisiydi. Uzun boylu adamın yanına geldi.
Üniformalı polis asker selamı verdikten sonra “Dokümanlarınızı gösterin lütfen”
dedi soğuk bir ses tonuyla.
Uzun boylu adam dokümanlarını uzatırken gülümsedi:
“Adım Nikolay Julamanoviç İvanov.”
Polis orijinalinden farksız bir şekilde düzenlenmiş sahte
evraklara bakarken hiç bir şey farketmedi. Zaten uzun boylu adamın da kusursuz
bir aksanı vardı.
“Ne işiniz var bu saate burada?” diye sordu polis.
Uzun boylu sarışın adam, tereddüt etmeden cevapladı:
“Hasta teyzeme bakmaya gidiyorum. Hemen şu sokağın başında
oturuyor...”
Polis kimliğin sayfalarını karıştırıp iyice göz gezdirdikten sonra
adama geri uzattı. Yine bir asker selamı verdi ve:
“Tamam Nikolay Yoldaş” dedi. “Ama bu saatlerde fazla dolaşmamanızı
öneririm. İyi geceler...”
Polis giderken, yeşil gözlü adamın yüzü asıldı. Yıllar yılı
üzerinden kalkmayacak karanlık haline bürünmüştü. Polis, yapmayı planladığı iş
karşısında ufak bir engeldi sadece.
Adam bir kaç metre ilerledikten sonra, site şeklinde tasarlanmış
ve bir çok apartmanın bulunduğu alana girdi. 12 numaralı girişin önünde durdu:
“Haydi bakalım Nosam!” dedi kendi kendine. “Az kaldı... Az sonra Fuego Kıskacı
elimde olacak.”
***
Nosam yol
boyunca bunları düşünmüştü. Araçtan nasıl indiler, ofise nasıl vardılar hiç
farketmemişti. İşte şimdi İgor’un lüks ofisinde karşılıklı oturmuşlardı.
İgor lafı
uzatmadan konuya girdi:
“Belki
duymuşsunuzdur. Yarın açılacak bilişim fuarında yepyeni bir internet
teknolojisinin açıklanacağı duyurulalı sadece üç gün oldu. Sırf bu duyuru
yüzünden katılımın iki kat fazla olması bekleniyor. Dünyanın dört bir yanından
gazeteciler geldi.”
İgor, Nosam’ın sabırsızlandığını farkedince konuşmasını
hızlandırdı:
“Bu haberi alınca yeni
teknolojinin ne olduğunu araştırmaya koyuldum. Ama hiç bir ize
rastlamadım. Ortada yeni bir teknoloji yoktu. Duyuruyu yapan firmayı araştırıp
internetle hiç bir alakaları olmadığını farkedince daha da meraklandım. En
sonunda bir şeye ulaştım... Firmanın sahibinin adına... Juan Sanches del
Borro...
Nosam sordu:
“Ee?”
İgor, Nosam’ın tepkisine şaşırmıştı:
“Bu isim size tanıdık gelmiyor mu?”
Nosam başını hayır anlamında salladı.
İgor devam etti:
“Ya Diego Sanchez del Borro desem? Juan’ın babası....”
Nosam’ın yüzü bir anda öfkeyle gerildi:
“Lanet olsun! Lanet olsun!”
***
MOSKOVA 1970
Genç Nosam, karanlık
merdivenlerden yukarı çıkıyordu. Dördüncü kattaki dairenin önünde durdu.
Cebinden çıkardığı maymuncukla kapıyı ustalıkla çatı ve içeri süzüldü.
İçeri girdiğinde yüzüne vuran loş ışık işin yarısını tamamladığını
haber veriyordu. Bu işin tamamlandığı anlamına da geliyordu, çünkü o şimdiye
dek hiç bir işini yarım bırakmamıştı.
Nosam sanki eve daha önce bin defa gelmiş gibi doğrudan doğruya
çalışma odasına yöneldi. Aynı loş ışık burada da vardı. Her tarafta kitaplar ve
kağıtlar vardı. Ama oda düzenli sayılırdı. Duvardaki tablolar, kahverengi duvar
kağıdı ile uyum sağlıyordu. Ev sahibinin zevk sahibi olduğu belliydi.
Nosam vakit kaybetmeden aramaya koyuldu. Etrafın dağılması
umurunda değildi çünkü bulduğunda zaten eve girilmiş olduğu anlaşılacaktı.
Nosam dosyaları taramayı bitirince duvardaki tablolardan birine yöneldi.
Tabloyu kaldırdı ama arkasında kasa falan yoktu. İyiden iyiye sinirlenmeye
başlamışken, aradığı şeyi bir diğer tablonun arkasında buldu. Duvara acemice
açılmış bir oyukta bir defter
gizlenmişti. Nosam defteri aldı. Sayfaları sırıtarak karıştırırken
masanın üzerinde duran telefon çalmaya başladı. Nosam, tereddüt etmeden
telefonu kaldırdı ve iki kelime söyledi:
“Fuego elimde...”
Nosam karşı tarafın cevabını beklemedi. Telefonu kapattı. O sırada
davetsiz bir misafirin sesi duyulmuştu. Bu misafir ev sahibinden başkası
değildi...
“Hey! Kim var odada?”
Nosam bunu beklemiyordu. Kendisine ev sahibi profesörün iki gün
boyunca bir toplantı için Moskova dışında olacağı söylenmişti. Nosam içinden
küfürler ederek kapının arkasına geçti. İçerde olduğunu nasıl anladığını
düşünürken aklına giriş kapısını açık unuttuğu geldi. Bu affedilmez bir
hataydı. Kendisini açık etmişti. Adam seslendi:
“Silahım var! Ona göre!”
Elli yaşlarında tıknaz Arjantinli, bozuk bir Rusça aksanı ile
konuşuyordu. Hem hareketlerinden hem de sesinin titremesinden ürkmüş olduğu
anlaşılıyordu. Adam tekrar etti:
“Silahım var dedim!”
Adam, çalışma odasına girip de dağılmış vaziyeti görünce şaşkınlığını
gizleyemedi:
“Vay canına! Ne olmuş burada?”
Nosam o esnada kapının arkasındaydı. Arjantinli adam belki de
evine gelen hırasızların gitmiş olabileceğini düşündü. Nosam bir eli ile
defteri sıkı sıkı tutarken diğer elindeki silahla adamın ensesine sert bir
darbe indirdi. Adam acıyla kendinden geçerek yere yıkıldı, Nosam koşarak dışarı
çıktı. Adam belki de ölmüştü.
Bir solukta merdivenleri indi ve yine koşar adımlarla boş
sokaklarda ilerlemeye başladı. Bir yandan da kendi kendine konuşuyordu:
“Bu hiç iyi olmadı! Jack! Adamın işini bitirme görevi senindi!
Yine tek başıma bıraktın beni...”
Nosam köşeyi dönüp, Vasmoy Mart caddesine çıkarken düşünceler
kafasında uçuşuyordu:
“Sovyetler birliğini hemen terk etmem lazım...”
***
1919 yeni doğan köyü... Köyün
mis kokulu kırlarında oynayan iki yeni arkadaş, hallerinden memnun
görünüyorlardı. Annesi belki de uzun süredir ilk defa Faruk’u gülerken
görüyordu. Bu durum hoşuna gitmişti.
Sakine, oynayan çocuklara bakarken, Sofya ile sohbetine devam
etti:
“Ben aslen Bitlisliyim. Eşim... Trabzonludur. Zabitti. Tayinimiz
buraya çıkmıştı. O savaşa gidince biz burada kaldık. Benim de hayatla tek
bağlantım, oğlumun tedavisi için sık sık gittiğimiz Amerikan hastanesi...
Samsun’daki...Gün aşırı hastanede bulunduğum için ordaki doktorunun yardımıyla
da hastanede hastabakıcılığı görevi yapmaya başladım. Artık hem çalışıyorum hem
de Faruk’un tedavisini daha rahat takip edebiliyorum. ”
Garine’nin durumu da düzelmiş gibiydi. Öksürükleri azalmıştı. Bu
yüzden hastaneye gitme fikri bir anda kafalarından uçup gitmişti.
***
Birinci dünya savaşı yıllarında Anadolu’da yabancılara ait bir çok
okul ve hastane bulunmaktaydı. Bunlardan biri de Samsun’daki Amerikan
hastanesiydi.
Türk doktorların da görev yaptığı bu hastanede hem oğlunu tedavi
ettiren hem de çalışan Sakine için iş günlerinden biriydi. Üzerindeki
hastabakıcı kıyafetlerine alışmaya çalışan Sakine, oğlunu muayene eden
Amerikalı doktorun yanındaydı. Amerikalı doktor kırık Türkçesi ile:
“Güzel... İlaçlari düzanli olârak kullanmaya sürdürün Sakine”
dedi. Sonra “Şimdi bir şırınga lutfen” diye sözlerini tamamladı.
Sakine, odadan çıkarken kapının dışında bekleyen Türk doktor
usulca fısıldadı: “Şşss… Sakine hemşire...”
Sakine ona döndü. Doktor en ciddi tavrını takınmıştı: “Önemli
gelişmeler var....”
Türk doktor, Kuvayi Milliye’dendi. Ve gizlenerek Türk güçlerine
hizmet ediyordu. Bir çok silah sevkiyatı da doktorun elinden geçiyordu. Bunu
bilen bir kaç insandan biriydi Sakine.
Doktor:
“Bunu herkese duyuracağız ama önce sen bil istedim.” dedi. Sakine
önemli bir şey olduğunu anlamıştı. Doktor:
“Padişahımız milli mücadeleyi başlatmak için en güvendiği
paşalarından birini Samsun’a gönderecek...
Sakine, doktorun bu sözlerine şaşırmıştı. Çünkü neredeyse tüm
umutların bittiği bir dönemden geçmekteydiler. Acaba paşanın gelişi yeni bir
dirilişin habercisi olabilir miydi?
Doktor, etrafına bir kere daha tedirgin bakışlar gönderdikten
sonra Sakine’nin kulağına eğildi:
Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal Paşa buraya gelecek, sonra da
Kazım Karabekir Paşa’yla buluşacaklar…
Sakine, “Mustafa Kemal Paşa” ismini duyunca sarsıldı. Bu
beklemediği bir şeydi.
“Mustafa Kemal Paşa mı?”
“Evet. 19 mayıs sabahı burada olacaklar…”
Doktor, usulca Sakine’nin yanından ayrılırken Sakine bir anda oğlu
ile yüz yüze geldi. Yüzündeki şaşkınlık, oğlunu görünce katmerlenmişti. Faruk,
üç metre ilerdeydi. Belki de konuşulanları duymuştu. Sakine’nin bunu anlaması
çok sürmedi.
Faruk cılız sesi ile:
“O mu geliyor anne?” diye sordu. Sakine yutkundu.
***
Kahraman çocuklar, otelden içeri girdiler ve lobiye yöneldiler.
Chen’in de diğer çocuklar gibi yorgun olduğu, ses tonundan rahatlıkla
anlaşılıyordu:
“Nihayet biraz dinlenebileceğiz…”
Baba Widmark “Rory” de dinlenmek için can atıyordu.
“Hemen anahtarları alalım…”
Resepsiyon görevlisinden anahtarları alırken Rory’nin telefonu
çaldı.
Rory içinden “Umarım önemli bir telefon değildir” diye geçirerek
telefonu açtı. Duyduğu ses bir dosta aitti:
“Ah dostum! Nasılsın? Buradasın ha?
Çocuklar, bir yandan anahtarları alıp odalarına çıkmak isterken
Rory’nin konuşmasını bitirmesini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Ancak baba
Widmark’ın yüzü bir anda ciddileşti:
“Ha? Nasıl?... Peligro de la vita?… Tamam… geliyorum…”
Rory, telefonu kapattı. Çocuklara döndü:
“Çocuklar, benim acil bir işim çıktı. Siz dinlenin. Ben birkaç
saat içinde dönerim…”
Rory, çıkış kapısına yönelirken çocuklar da asansörlere binmek
için ilerlediler. Ama İbosanjo olduğu yerde kalmıştı. Rory’nin gidişini
izliyordu. Ertuğrul, arkasını dönüp İbosanjo’yu o vaziyette görünce seslendi:
“Ne oldu İbosanjo?”
Ertuğrul, İbosanjo’ya yaklaştı. İbosanjo:
“Bay Widmark’ın canı nasıl sıkıldı gördün mü?”
Ertuğrul önemsemedi:
“Eminim önemli bir şey yoktur…”
İbosanjo da endişeliydi. Ertuğrul’a baktı.
“Peligro de la vita” dedi Ertuğrul… Peligro de la Vita…”
Ee? Ne demek ki bu?
İbosanjo:
“İspanyolca bir cümle. “Ölüm tehlikesi demektir…”
Ertuğrul bir anda tedirgin olmuştu.
“Vay canına… Durum ciddi o zaman…”
“Onu takip etmeliyiz Ertuğrul…”
***
Aynı esnada, Nosam, İgor’un lüks ofisinden çıkmak üzereydi. Gerginliği
hala üzerindeydi. Verdiği talimatların tam olarak anlaşıldığına emin olmak
istiyordu. Kapıdan çıkarken son bir kez İgor’a döndü ve “Ne olursa olsun, Fuego
Kıskacı gizli kalmalı” dedi. “Ne pahasına olursa olsun. Moskova’yı yakman
gerekiyorsa, yak!”
***
İbosanjo ve Ertuğrul, Bay Widmark’ın peşinden Moskova sokaklarında
ilerlemekteydiler. Bay Widmark ise bu durumdan habersizdi. Metronun
merdivenlerinden inmeye başladı.
“Acele et İbosanjo” dedi Ertuğrul. Bindiği treni kaçırırsak bir
daha bulamayız onu…”
Ertuğrul ve İbosanjo fark ettirmeden izlemeyi sürdürdüler. Bay
Widmark, turnikeden geçerken, Ertuğrul, iki kişinin beklediği gişeden alelacele
iki bilet aldı ve hemen turnikelere koştu. Neyse ki Bay Widmark durağa yeni
gelmişti.
Ertuğrul ve İbosanjo kendilerini gizlemeye çalışırken yaklaşan
trenin sesi duyuldu. Kalabalık bekleyenler grubu, duran trene aceleyle
yaklaştılar. Bay Widmark’ın bindiği vagonun arkasındaki vagona bindiler. Tıklım
tıklım dolu trende oturmaları mümkün değildi. Çocuklar, Bay Widmark’ı gözden
kaçırmamaya çalışıyorlardı.
Ertuğrul: “Umarım bizi görmez” diye mırıldandı.
İbosanjo rahatsız gibi duruyordu:
“Biliyor musun, ben beş yıldır metroya binmiyorum…”
İbosanjo’nun bu sözleri Ertuğrul’u şaşırtmıştı. Çünkü İtalya’da
metro çok sık kullanılan bir ulaşım aracıydı.
Ertuğrul:
“Neden?” diye sordu.
İbosanjo: “Tüylerimi diken diken ediyor…” dedi ürpererek. Eski bir
anı gözlerinde canlandı.
***
Beş yıl önce
Afrika’nın sıcaktan kavrulan bir yaz gününde yüksek gökdelenlerle
kaplı caddede, siyahi bir kadın ve 8 yaşındaki İbosanjo, hızlı adımlarla
ilerlemekteydiler. Etrafta kimseler görünmüyordu.
Kadın, kendi kendine söylendi: “Öff… Bu ne sıcak böyle…”
Kadın, İbosanjo’ya baktı:
“Sen de terledin mi İbosanjo?”
Küçük kız, başıyla onayladı. O da çok bunalmıştı.
Siyahi kadın ilerdeki metro istasyonu girişini gösterdi:
“Teyzen şimdi seni kurtaracak!” dedi. “Metroya geldik bile…”
Metroya giden merdivenlerden inmeye başladılar.
“Şimdiden bir rahatlama geldi” dedi Siyahi kadın.
Yirmi metre kadar derine indiklerinde durağa ulaşmışlardı. Metro
istasyonu da bunaltıcıydı. Çünkü havalandırma sistemi o kadar da iyi
yapılmamıştı. İki metre kadar ilerlerinde kocaman bir pervane dönüp duruyor ve
–sözde- milleti serinletmeye çalışıyordu. Kadın yakasını gevşetti.
“Burası dışardan beter”
Tren, istasyona yaklaşırken kadın hala söyleniyordu:
“Şimdi öleceğim!”
Tren büyük bir gürültü ile geldi ve durup kapılarını açtı.
İbosanjo ve teyzesi de trene bindiler. Tren yine gürültü ile kalktı.
Ayakta kalmışlardı. Ama bu sıcaktan çektikleri eziyet kadar
rahatsız edici değildi.
Uzaktan uzun pardösülü ve üzün saçlı bir adam, vagon boyunca
yürümekteydi. Kendilerine doğru geliyor ve ilk vagona doğru ilerliyordu.
Pardösüsünün önü kapalıydı.
Teyze ve yeğenin yanından geçerken İbosanjo’yu ittirdi:
“Çekil ayak altından bücür!”
Pardösülü adam, yanlarından hızla geçti ve şimşek hızıyla yoluna
devam etti. Teyzesi arkasından seslendi:
“Sen kime bücür diyorsun? Boynunu kırarım senin!”
Pardösülü, dönüp bakmadı bile. Yoluna devam etti.
“Deli midir nedir?” diye söylendi teyze. “Bu sıcakta pardösü
giymesinden belli zaten…”
Teyzenin yakınmaları bitecek gibi değildi. Diğer yolculara baktı:
“Bu ülke nereye gidiyor bilmiyorum. Teröristler bir yandan,
terbiyesiz adamlar bir yandan…”
Eliyle terleyen anlını sildi:
“Off… Bir de şu sıcak…”
Gözlerini kapattı:
“Beynim kaynıyor sanki… Kafam şimdi patlayaca…”
Teyze sözlerini
tamamlayamadı. Müthiş bir patlama bütün treni kapladı.
Ardından da uzun süreli bir sessizlik…
“Teyze… Teyzecim, neredesin?… Çok korkuyorum…”
Ne kadar geçti bilinmez, Ellerinde fenerlerle iki adam hurda
yığınına dönmüş trene girdiler.
“Bakın orada biri var!” diye bağırdı içlerinden biri. “Bu bir
çocuk!”
İbosanjo, zifiri karanlığı aydınlatan fenerin ışığında teyzesinin
cansız bedenini gördü. Sadece teyzesi değildi ölen. Vagonda kendisinden başka
bir hayat belirtisi de bulunmuyordu.
İbosanjo teyzesinin üzerine kapandı. Hıçkıra hıçkıra ağladı.
“Belki başka hayatta kalanlar da vardır” dedi birisi. “Haydi şu
çocuğu ambulansa götürelim…”
***
İbosanjo’nun mutlu evi, bir cenaze evine dönüşmüştü. Ertesi gün,
taziyeye gelen yakınlarla dolup taşmıştı. Kimsenin “başınız sağolsun” demekten
başka söyleyecek bir sözü yoktu. Televizyondan yükselen spikerin sesi odayı
dolduruyordu:
“128 kişinin hayatını kaybettiği saldırıyı ASES terör örgütü
üstlendi.”
***
İbosanjo, geçmişin acı hatıralarından sıyrıldı. Ertuğrul:
“Teyzenin terör saldırısında öldüğünü bilmiyorum…” dedi. “Çok
üzüldüm…”
“Maalesef ben…”
İbosanjo’nun sözleri yanından geçen bir adamın, kendisi ittirip
kabaca konuşması ile bölündü:
“Çekil ayak altından bücür…”
İbosanjo sanki refleks bir hareketle bir anda geri çekildi ve sağ
bacağını hızla kaldırarak kendisini iten adama doğru şiddetle bir tekme
savurdu. Bir saniye içinde gerçekleşen bu hareketi neyse ki tamamlamadı ve tam
kafasına vuracakken durdu. Ertuğrul da kaba adam da donup kalmışlardı.
“İbosanjo! Ne yapıyorsun?!”
İbosanjo bacağını indirdi:
“Ben….”
Adam çok korkmuştu:
“Ne… Nerdeyse boynumu kıracaktın…”
“Ben.. Ben özür dilerim… Bir anda…”
Adam kaçar adımlarla oradan uzaklaştı.”
***
Bu sırada durağa geldiler. Ertuğrul, baba Widmark’ın trenden
indiğini son anda fark etti:
“Çabuk ol! İnelim”
Kapılar kapanırken trenden kendilerini attılar. Neyse ki baba
Widmark, kimselerin inmediği bu istasyonda neredeyse çıkış yolunu yarılamıştı.
Böylece Ertuğrul ve İbosanjo’yu görmedi.
İstasyonun çıkışı geniş ve boş bir araziydi. Adam hızlı adımlarla
arazide duran konteynere doğru ilerliyordu. Bir an arkasını dönüp baksa, iki
çocuğu görmesi işten değildi.
Ertuğrul:
“Açık hedef olduk resmen…” dedi.
Sonra sağ taraflarındaki bir metrelik duvarı gösterdi. Duvar
konteynere kadar uzanıyordu. Duvarın önünde de iki çöp konteyneri durmaktaydı.
Ertuğrul, baba Widmark’ın neredeyse vardığı Konteyner’in kapısının
yavaş yavaş açıldığını gördü:
“Koş İbosanjo! Şu çöp kutularının oraya saklanalım. Biri çıkıyor…”
İki çocuk, çöp kutularının
arkasına saklandılar. Konteyner’dan çıkan Juan’dan başkası değildi.
İki arkadaş el sıkıştılar. Çocukların gözleri onların üzerindeydi.
İbosanjo:
“Çok uzaktayız. Ne konuştuklarını duyamıyorum” dedi.
Ertuğrul sırtını yasladığı duvarın arkasına baktı.
“Şunun arkasına geçelim.” dedi.
İki çocuk hızlıca duvarın ardına geçip saklanarak duvar boyunca
ilerlediler. Şimdi iki adam sadece bir metre ilerlerindeydi.
“Hayatım tehlikede dostum” dedi Juan. Korktuğu her halinden
belliydi.
“Bu kadarını beklemiyordum doğrusu…”
Baba Widmark, en az onun kadar tedirgindi:
“Bu pis bir iş… Seni daha önce uyarmıştım…”
Juan:
“Sen de mi dostum?” dedi. “Sen de mi insanların aydınlanmasını
istemiyorsun?”
Rory, yüzünü ekşitti:
“Saçmalama dostum! Ben bir gazeteciyim… Tabi ki istiyorum… Ama
böyle değil. Yetkililere başvurmalısın…”
Juan, yılgın bir ses tonuyla yanıtladı:
“Ah! Denemediğimi mi sanıyorsun? Ama karşıma hep bir engel çıktı.
Önce tesadüf dedim. Ama… Hayır… Birisi hep engel oldu bana…”
“Kim engel oldu Juan?”
Juan yorgundu:
“Bilmiyorum… Tek bildiğim dünyadaki her yerde kolu olan ahtapot
gibi bir adam olduğu…”
Ertuğrul’un da İbosanjo’nun da bu kişinin kim olduğunu fazla
düşünmelerine gerek yoktu. Belli ki bu kötü adam Nosam’ın ta kendisiydi…”
Juan dostuna yaklaştı:
“Rory! Bana yardım etmelisin. Hem dostum hem de bir gazetecisin
sen…”
Rory düşünceliydi.
“Ama sihirbaz değilim… Bir çaresine bakacağız…”
Rory, arkadaşını suçlar gibiydi:
“Sen ne diye bu işe bulaştın ki sanki?”
“Neden mi?” diye hayret dolu bakışlarla Rory’ye baktı Arjantinli
adam: “Neden mi? Bu babamın son isteğiydi. O gece Moskova’da öldürülmeseydi
belki her şey çok farklı olacaktı…”
“Projeyi Rus bilim adamlarıyla yaptı!”
“Ama fikir babamındı. En çok çalışan da oydu. Zaten anlaşılan
Ruslar, Fuego Kıskacı projesini çoktan unutmuşlar…”
Rory, kafasını kaşıdı:
“Ama Kuzey Amerikalılar’ın unutmadıkları çok açık…”
Juan’ın dudaklarında acı bir tebessüm belirdi:
“Demek senin de şüphelerin var…”
“Şüphe değil dostum… Neredeyse eminim. Onlar Fuego kıskacını
hayata geçirdiler… Her neyse… Sen bu projeyi fuarda açıklamaya kararlı mısın? O
kadar tehditten sonra…”
Juan duraksamadan cevapladı:
“Evet…”
Rory:
“Sen ortalarda fazla görünme” dedi. “Ben de ne yapabileceğime bir
bakayım…”
oradan ayrılırken ilave etti:
“Bir şey olursa beni ara… Kimseye güvenme…”
Rory oradan ayrılırken, Juan da konteynerin önündeki eski Jiguli
marka aracına bindi.
Konuşmaları dinleyen Ertuğrul, İbosanjo’ya döndü:
“Juan’ın nerede kaldığını öğrenmemiz lazım İbosanjo” dedi. “Eminim
bu işin arkasında Nosam var… Onun dilinden bir biz anlarız…”
İbosanjo:
“Takip mi edeceğiz onu?” diye sordu.
“Hayır… Adam araba ile gidecek zaten… Otele dönelim. Widmark’a
olanları anlatalım…”
***
Otele dönerek olan biteni Widmark’a anlattılar. Widmark heyecanlı
görünüyordu:
“Vay canına! Fuego Kıskacı ha?”
Ertuğrul:
“Bunun ne olduğunu biliyor musun?”
Widmark ellerini iki yana açtı:
“Yok… Bilmiyorum… Ama… Babam son birkaç gündür “Fuego Kıskacı”
deyip duruyor, kendi kendine… Söyledikçe de gerginleşiyor. Ne olduğunu sordum
ama söylemedi… Demek onunla ilgiliymiş…”
“Yani? O İspanyolca konuşan adamı tanıyor musun?”
“Evet… Adı Juan Sanches del Borro… Bilgisayar mühendisi ve firma
sahibidir…”
İbosanjo heyecanlanmıştı:
“Ya nerede oturduğunu?”
Widmark sırıttı:
“Onu da biliyorum.”
Uzanarak çekmecesinden not defterini çıkardı. Sayfaları
karıştırdı.
“İşte burada”
Sayfayı yırtıp Ertuğrul’a uzattı:
“Buraya telefon edip adresini babama vermem için bana bırakmıştı…”
Ertuğrul gülümsedi:
“Harika! Şimdi iş, gidip onunla konuşmaya kalıyor… Haydi…”
Ertuğrul, kapıya yöneldi. O sırada kapı açıldı ve içeri Niko, Chen
ve Esta girdiler.
İbosanjo ve Ertuğrul’un heyecanlı hallerinden yeni bir maceraya
atılmak üzere oldukları anlaşılıyordu. Chen gülümsedi:
“Hayrola? Biz olmadan mı gidiyorsunuz?”
Ertuğrul da gülümseyerek arkadaşlarına baktı:
“Olur mu öyle şey? İyilik takımı olmadan nasıl başarabiliriz ki?”
***
5 sene önce… Afrika…
Küçük İbosanjo tek katlı bahçeli evlerinin kuytu bir odasında yere
oturmuş, ellerini açmış ağlamaktaydı:
“Allah’ım kötü adamlar teyzemi aldılar. Daha başka teyzeleri,
amcaları da… Allah’ım… o adamlar beni çok kızdırdılar… Ama ben daha küçük bir
çocuğum… Büyük bir çocuk olduğumda bana onlara karşı savaşma gücü ver. Başka
çocuklar ağlamasın diye. Amin…”
İbosanjo, duasını bitirip elini yüzüne sürerken halası odaya
girdi:
“Gel yemeğini ye İbosanjo. Sonra hemen yola çıkacağız. Dayın
neredeyse gelir…”
İbosanjo halasının peşi sıra odadan çıktı.
***
Çocuklar Moskova sokakları boyunca ilerlemekteydiler. Niko
elindeki adrese baktı:
“Almatinskaya 23… Nasıl bulacağız burayı?”
Widmark sorunun cevabını biliyordu:
“Moskova’da tüm caddeler birbirine paralel ve diktir. Almatinskaya
caddesi ile Kamsamolskaya caddesinin birbirini kestiği noktada olmalı adres…”
İbosanjo:
“İyi de kamsopol… kamsof… Ah.. işte o cadde nerede ki?”
Widmark durağa yaklaşan sarı renkli İkarus marka belediye
otobüsünü işaret etti:
“Bu otobüse binmemiz gerek…”
Aynı sıralarda, Mister Nosam’ın iki adamı Cenk ve Gooddays,
Moskova caddelerinde takım elbiseleri ve güneş gözlükleri ile ilerliyorlardı.
Onları gören bu giysilerle doğduklarını zannedebilirdi. Cenk kendi kendine
konuşuyordu:
“Nerede bu adam? Rus polisinde bile kaydı yok!”
Goddays mırıldandı:
“Ya da bize vermediler…”
Cenk arkadaşının bu sözleri karşısında sırıttı:
“Ağır ol dostum! Mister Nosam bir bilgi isterse alır. Kimse ona
hayır diyemez…”
İki kafadar, Mister Nosam’ın emriyle Juan’ı bulmak için uğraşıp
duruyorlardı.
Bıkkın, yollarda ilerlerken Goddays bir anda yoldan geçen sarı
renkli İkarus otobüse dikkat kesildi.
“Aman tanrım!”
Cenk, Gooddays’in baktığı yere yöneldi ama bir şey göremedi.
“Ne var?”
“Otobüsteydiler… O… o ve çetesi…”
“Kim?”
“Kim olacak… Patronun “yelekli” dediği çocuk. Ertuğrul ve
arkadaşları…”
Cenk’in de canı sıkılmıştı.
“Burada olduklarına göre yine işlerimizi karıştıracaklar…
Goddays çaresiz durdu:
“Dönüp patrona anlatalım…”
Cenk onu durdurdu:
“Hayır! Gidip arabayı alalım. Otobüsün plakasını gördüm. Takip
edelim onları. Zamanımız yok…”
***
1919 – Samsun,
Yenidoğan Köyü
Sakine ve Sofya, akşam güneşinin tadını çıkarmak için bahçedeki
somyaya oturmuşlardı. Bugün sıradışı bir durum vardı. Bu durum Sofya’nın da dikkatinden
kaçmamıştı. Aynı şekilde Garine de hayret içindeydi. Her zaman sessiz sedasız
oturan, esnafın “hüzünlü çocuk” adını taktığı Faruk, bahçede yere çömelmiş
oturan Garine’nin etrafında gülerek koşuyor ve şarkılar söylüyordu.
“Yaşasın! Geliyor! Geliyor!”
Garine, anlam veremediği bu durum karşısında sormadan edemedi:
“Neden bu kadar sevinçlisin Faruk?”
“Çünkü o geliyor! Mustafa Kemal Paşa geliyor!”
Mustafa Kemal paşanın gelişini herkesten önce Faruk duymuştu. Ama
ortamın müsait olduğu görülünce halka durum duyurulmuştu ve yediden yetmişe
herkes biliyordu artık.
Sofya, aynı soruyu Sakine’ye sormuştu. Sakine’den de aynı cevabı
alınca kendisini tutamadı:
“Tamam. Söylenene göre düşmana karşı bir direniş başlatacaklarmış.
Bu güzel bir şey ama ben Faruk’un bu kadar sevinmesine bir anlam veremedim...”
Sakine cevapladı:
“Daha önce anlatmıştım. Faruk’un babası, kocam Fahri... Seneler
önce askere alındı. Çanakkale’de kahramanlıklar gösterdi... Bunu daha öne
anlatmıştım zaten... Faruk’a babasının tüm kahramanlıklarını anlattım. Ama
anlatmadığım bir şey var...”
Sakine’nin gözleri yaşarmıştı. Yutkundu:
“Fahri…Orduda Üstteğmendi... Çanakkale’de şehit oldu Sofya abla.
Ama bunu Faruk’a söyleyemedim. Zaten hastaydı. Tutunması gereken bir şeylere
ihtiyacı vardı.. Belki benim de...”
Sofya, konuşmanı nereye gideceğini merak ediyordu. Sakine devam
etti:
“Faruk, Mustafa Kemal Paşa’nın buraya gelişine sevinmiyor, Sofya
abla... Onun sevindiği şey, babasının buraya gelecek olması...”
Sofya, beklemediği bu durum karşısında yutkundu. Sakine
gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu:
“Ona babasının Mustafa Kemal Paşa’nın yaveri olduğunu söyledim.
Paşa onu yanından ayırmaz dedim. Dedim ama Paşanın buraya geleceği hiç aklıma
gelmemişti... Şimdi... şimdi....”
Sözcükler Sakine’nin boğazına düğümlenmişti.
***
Üsteğmen Fahri, cepheye yeni gelen askerleri denetlerken, bir
yandan da onlarla sohbet ediyor, ‘ Nerelisin?’ gibi sorular soruyordu.
Gözleri bir ara, saçının ortası sararmış bir delikanlıya takıldı.
Yanına çağırdı ve merakla sordu:
” Adın ne senin evladım?” dedi.
” Ali, komutanım” dedi.
” Nerelisin?”
” Tokatlıyım, komutanım, Tokat’ın Zile kazasındanım…”
” Peki evladım,bu kafanın hali ne?
Saçlarının ortası neden kırmızı boyalı böyle?”
” Cepheye gelmeden önce anam saçıma kına yaktı komutanım. Neden
yaktığını da bilmiyorum.”
” Peki dedi üsteğmen Fahri. “Gidebilirsin Kınalı Ali.”
O günden sonra Ali’nin adı Kınalı Ali oldu.
Cephede tüm arkadaşları Kınalı Ali demekle yetinmiyor, saçındaki
kınayı da şaka konusu yapıyorlardı. Kınalı Ali, arkadaşlarına karşı sevecen ve
dürüst tutumu sayesinde, kısa sürede hepsinin sevgisini kazandı.
Bir gün memleketine mektup göndermek için arkadaşlarından yardım
istedi.
” Anama, babama burada iyi olduğumu bildirmek istiyorum.
Ama okumam yazmam yok. Biriniz yardım edebilir misiniz?”
Biri değil, birçok arkadaşı yardıma geldi.
” Sen söyle biz yazalım” dediler.
Kınalı Ali söylüyor, bir arkadaşı yazıyor, diğeri de söylenenlerin
doğru yazılıp yazılmadığını denetliyordu.
” Sevgili anacığım, babacığım hasretle ellerinizden öperim. Ben
burada
çok iyiyim, beni sakın merak etmeyin.”
Kız kardeşini, kendinden küçük erkek kardeşinin sağlığını ve
hatırını sorduktan sonra, köydeki herkesin burnunda tüttüğünü ve kimsenin
kendisini merak etmemesini söyledikten sonra, “Biz burada var oldukça bilesiniz
ki düşman bir adım bile ilerleyemeyecektir” tümcesi ile bitiriyordu.
Tam zarf kapatılırken Ali ” iki üç satır daha ekleteceğini”
söyleyerek mektubun sonuna şunları yazdırdı.
” Anacığım, beni buraya gönderirken kafama kına yaktın ama, burada
komutanlarım da, arkadaşlarımda benle hep dalga geçiyorlar. Cepheye gitmek
sırası yakında inşallah kardeşim Ahmet’e gelecek, Onu gönderirken sakın kına
yakma saçına. Burda onunla da dalga geçmesinler. Tekrar ellerinden öperim
anacığım.”
Gelibolu’da savaş giderek şiddetleniyordu. İngilizler kesin sonuç
almak için tüm güçleriyle yükleniyorlardı. Cephede savaşan askerlerimiz
önceleri birer, birer, sonraları beşer,beşer, onar, onar şehit oluyorlardı.
Gelen destek güçleri de yeterli olmuyor, onlarında sayıları giderek azalıyordu.
Gelibolu düşmek üzereydi. Kınalı Ali’nin komutanı Fahri bu durum
karşısında çaresizdi. Kendi bölüğü henüz sıcak temasa hazır değildi. Genç
erlerine insan bedeninin süngü ve mermilerle orak gibi biçildiği bu cepheye
göndermek zorunda kalmaması için Allah’a dua ediyordu.
Komutanlarını düşünceli ve sıkıntılı gören Kınalı Ali ve
arkadaşları, komutanlarına gidip, ondan kendilerini cepheye göndermesini
istediler.Askerlerinin ısrarları üzerine komutanları daha fazla direnemedi ve ölüme
gönderdiğini bile, bile bu isteklerini kabul etmek zorunda kaldı.
Kınalı Ali ve arkadaşları, sevinç çığlıkları atarak cepheye hayır,
bile,bile ölüme gidiyorlardı.
O gün güle oynaya Gelibolu cephesinde ölümle buluşacakları yere
koşan Kınalı Ali’nin bölüğünden komutanları üsteğmen Fahri dahil tek kişi geri
dönmedi. Gidenlerin tümü şehit olmuştu. Bu olaydan kısa bir süre sonra Kınalı
Ali’ye anne, babasından mektup geldi. Onun yerine başka bir komutan aldı
mektubu ve buruk bir ifade ile okumaya başladı. Cepheye gitmeden önce
arkadaşlarına yazdırdığı mektubuna aile adına babası yanıt veriyordu.
” Oğlum Ali, nasılsın, iyi misin?
Gözlerinden öperim, selam ederim.Öküzü sattık, parasının yarısını sana
gönderiyoruz, yarısını da yakında cepheye gidecek küçük kardeşine veriyoruz.
şimdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum. Fazla yorulmuyorum da. Sen sakın
bizi düşünme.”
Babası mektupta köydeki herkesten
akrabalarından haberler verdikten sonra “şimdi ananın sana diyeceği var”
diyerek sözü ona bırakıyordu.
Mektubun bundan sonraki bölümü Kınalı
Ali’nin anasının ağzından yazılmıştı şöyle diyordu anası:
” Oğlum Ali, yazmışsın ki kafamdaki kınayla
dalga geçtiler. Kardeşime de yakma demişsin.
Kardeşine de yaktım. Komutanlarına ve
arkadaşlarına söyle senle dalga geçmesinler.
Bizde üç işe kına yakarlar;
1–GELİNLİK KIZA, GİTSİN AİLESİNE,
ÇOCUKLARINA KURBAN OLSUN DİYE
2 – KURBANLIK KOÇA, ALLAH’A KURBAN OLSUN
DİYE
3–ASKERE GİDEN YİĞİTLERİMİZE, VATANA
KURBAN OLSUN
DİYE…
Gözlerinden öper, selam ederim. Allah’a emanet olun
***
Cenk, direksiyon simidini sıktı ve meraklı bakışlarla etrafına
baktı.
“Cenk! Hani otobüsün plakasını almıştın!”
Cenk dudak büktü:
“Eh! Şu Rus alfabesi! Bütün harfler birbirine benziyor işte!”
Cenk ve Gooddays araçları ile yol alıyor bir yandan da Ertuğrul ve
arkadaşlarını bulmaya çalışıyorlardı.
Gooddays, caddede ardarda dizilmiş sarı renkli üç İkarus otobüsü
gösterdi:
“Bunların da hepsi birbirine benziyor!”
Cenk derin bir nefes aldı:
“Tamam! Bulacağız onları! Bulacağız!
Üç yüz metre daha gitmişlerdi ki bir durakta duran otobüsten
tanıdık bir simanın indiğini gördüler. Gooddays bağırdı:
“Aha! Şu zenci kız! Çetenin üyesi o da!”
Cenk:
“Tamam! Gördüm bağırma!”
Çocuklar otobüsten inip
binaların numaralarına bakmaya çalışırken, Cenk de aracını onlardan yirmi metre
kadar uzağa park etti. Araçtan indiler. Gooddays belinden silahını çıkardı.
Cenk:
Koy şunu beline! Milleti başımıza toplayacaksın!
Goddays bir an için afalladı. Ama silahı yerine koydu:
“Bunlar bir şey peşinde. Burası turistik bir yer değil...”
Araçlarının arkasına gizlendiler.
Cenk:
“Takip edelim onları. Kuytu bir köşede işlerini bitiririz...”
Niko yine elinde adres kağıdı bir yandan numaralara bakarak
ilerliyor, diğerleri de onu takip ediyorlardı.
Binalardan birinin kapısının önünde durdu:
“İşte burası...”
Ertuğrul, açık kapıdan apartmana girdi:
“Bulalım bakalım şu Del
Borro’yu...”
Eski binanın merdivenlerinden yukarı çıkmaya başladılar. Ahşap
merdivenler her adımda gıcırdıyordu. Nihayet sağlı sollu daire kapılarının
sıralandığı uzun bir koridora geldiler. Esta soldan üçüncü kapıyı işaret etti:
“Şu kapı...”
Ertuğrul kapıya yaklaştı ve çaldı.
***
Faruk ve Garine, köy meydanında dolaşıyorlardı. Faruk, sanki
senelerin suskunluğunu atmak ister gibi dur durak bilmeden konuşuyor ve
konuşuyordu. Garine ise arkadaşındaki bu değişimden dolayı mutluydu.
“Babamı son gördüğümde beş yaşındaydım” dedi. “Ama çok net
hatırlıyorum...”
Faruk kollarını kaldırdı:
“Geniş omuzlu, uzun boylu dev gibi bir şeydi...”
Kollarını kavuşturdu:
“Bana sarılırdı, öperdi...”
Faruk, anlatırken ve hatta yaşarken, Kiliseyi yakan Deli Gazi
Murat onlara yaklaşmaktaydı.
“Faruk! Faruk!”
Faruk, gülümseyerek Murat’a döndü.
Murat:
Baban geliyor! Geliyor baban!”
“Evet Murat amca! Geliyor!”
Murat, olduğu yerde zıplamaya başladı. Bir yandan da gülüyordu:
“Dedim gelecek diye! Gelecek diye dedim! Dedim demedim mi? Dedim
ki dedim!”
Faruk, her cümleyi farklı kelime dizişiyle iki defa söyleyen adama
gülümseyerek baktı:
“Dedin!”
“Dedim Trablus! Trablus dedim! Hoop Sarıkamış bayırı! Sarıkamış
hooop!”
Adam zıplayarak oradan ayrıldı. Garine, kendisini evsiz bıraksa da
seviyordu Murat amcayı. Çünkü aslında iyi biriydi...
***
Ertuğrul açılmayan kapıyı çalmaktan sıkılmıştı. Ertuğrul bıkkınca:
“Evde yok!” dedi.
Widmark:
“Ya da açmak istemiyor!”
Niko sırıttı:
“İsterseniz, Chen kimyasal bir şeyler yapsın da kapı erisin!”
Chen dudak büktü:
“Hıh! Çok komik!”
Ertuğrul merdivenlere yöneldi:
“Dışarda bekleyelim çocuklar. Burası çok kasvetli bir yer...”
Çocuklar apartman kapısından çıkarken, Cenk ve Gooddays bir reklam
panosunun ardına gizlenmiş onları gözetlemekteydiler.
“Birine bakmaya gittiler bence... Ama bulamadılar sanırım...” dedi
Cenk.
Bu sırada Cenk’in telefonu çaldı:
Cenk telefonu alelacele iç cebinden çıkardı. Ekrana baktı:
“Mister Nosam arıyor...”
Cenk telefonunu açtı. Heyecanı vücut diline yansımış bir eliyle
önünü iliklerken hazır ol vaziyette duruyordu.
“Evet efendim... Emredin efendim... Tabi efendim... İyi günler
efendim...”
Cenk, telefonu kapattı ve derin bir nefes aldı:
Gooddays sordu:
“Mister Nosam’a çocukları bulduğumuzu neden söylemedin?”
“Fırsat olmadı... Hem hedefimiz çocuklar değil. Onlar bonus
olacak!”
Cenk etrafına bakındı. Ama çocuklar orada değillerdi.
“Nereye gitti bunlar?”
Sonra uzaktaki bir kafede oturduklarını gördü. Kendi kendine
mırıldandı:
“Aradıklarını bulmadan gitmeyecek bunlar...”
***
Faruk ve Garine eve dönmüşlerdi. Garine yorgun görünüyordu ama
Faruk enerjisinden bir şey kaybetmemiş babasının yarı gerçek yarı hayali
kahramanlık öykülerini anlatmayı sürdürüyordu.
Faruk belindeki hayali kılıcı çekti:
“Sonra şöyle demiş düşmana: Size boyun eğmektense ölmeyi tercih
ederiz!”
Faruk onları izleyen Kostas, annesi ve Sofya’ya baktı:
“Babamın bu tavrından korkan düşman generali kaçmaya başlamış...”
Faruk hikayenin bu kısmından emin değildi. Annesine baktı:
“Generaldi değil mi anne?”
Dalgın Sakine başını kaldırdı:
“Evet... Generaldi...”
Garine öksürdü. Faruk gülümsedi:
“Çok mutluyum anne...”
***
İyilik takımı, oturdukları kafede meyve suyu içerek del Borro’nun
gelmesini bekliyorlardı. Widmark:
“Bakalım ne zaman gelecek...” dedi sıkılmış bir ses tonuyla.
Ertuğrul
“Umarım başka bir yere geçmemiştir” dedi.
Widmark kafasını salladı:
“Sanmıyorum. Buraya yeni taşındığını söylemişti.
Bu sırada caddenin diğer tarafındaki bir marketten çıkan pardösülü
bir adam, İbosanjo’nun dikkatini çekti. Adam tanınmamak için siyah gözlük
takmıştı. Elinde iki poşet taşıyordu:
“Hey! Bu o!” diye haykırdı İbosanjo adamı göstererek.
Ertuğrul ayağa kalktı:
“Çocuklar, siz burada oturun. Bir Widmark’la onun yanına gidelim.
Adam ürkmesin...”
Bu esnada Cenk ve Gooddays de onları izlemekteydiler.
Ertuğrul ve Widmark, adama yaklaştılar. Ertuğrul arkasından
seslendi:
“Bay del Borro!”
Adam tedirgin olmuştu. Arkasına döndü:
“Bay del Borro. Adım Ertuğrul. Bu da arkadaşım...”
Adam, çocukları görünce sendeledi:
“Yo! Bu kadarı da fazla! Artık çocukları da bu işe alet ediyorlar
ha!”
Ertuğrul, del Borro’nun kendilerini kötü adamların gönderdiğini
zannettiğini anlamıştı:
“Hayır, yanlış anladınız. Bizimle gelirseniz...”
Del Borro elindeki poşetleri yere attı:
“Siz beni aptal mı sandınız? Beni yakalayamayacaksınız!”
Adam arkasına bakmadan kaçmaya başladı. Durumu gören çocuklar
Ertuğrul ve Widmark’ın yanına koştular.
Ertuğrul haykırdı:
“Koşun çocuklar. Onu gözden kaybetmemeliyiz...”
Adam önde, çocuklar arkada, Cenk ve Gooddays ise en arkada bir
kovalamaca başladı.
Chen, del Borro’nun hızına şaşırmıştı:
“Adam tazı gibi!”
Del Borro, caddenin sonuna gelmişti. Arkasından koşturan çocukları
ve en arkadaki Cenk ve Gooddays’i görünce tuzağa düştüğünden emin oldu. Ama pes
etmeye niyeti yoktu:
“Beni yakalayamayacaksınız!
Ertuğrul adama seslendi:
“Biz düşman değiliz! Sadece konuşmak istiyoruz! Hayatınızın
tehlikede olduğunu...”
Adam Ertuğrul’un sözlerini tamamlamasına izin vermedi. O kadar
korkmuştu ki her sözü yanlış anıyordu:
“Tehdit ediyorsunuz beni ha? Ama beni yakalayamayacaksınız!”
Del Borro, son hızla koşarken birden durmak zorunda kaldı. Çünkü
fark etmeden çıkmaz bir sokağa girmişti.
“Kahretsin!”
Ertuğrul ve Widmark en önde nefes nefese kalmış vaziyette
durdular.
“Bay del Borro! Size ne yapabiliriz ki? Bu korkunuz çok anlamsız!
Biz sadece çocuğuz.”
Niko nefes almaya çalıştı:
“Evet... Off... Hem de yorgun çocuklarız...”
Del Borro kaşlarını çattı. Ertuğrullar’ın arkasını işaret etti:
“Ya arkadaşlarınız? Onlar da mı çocuk? Genç irisi olmalılar!”
Esta ve İbosanjo kendilerine söylendiğini sandıkları bu sözleri
şaşkınlıkla karşıladılar. İbosanjo:
“Ne demek bu şimdi?”
Söze karışan Gooddays, adamın ne demek istediğini açıklıyordu:
“Siz yakaladık”
Ertuğrul ve arkadaşları sesin geldiği tarafa döndüler. Gooddays ve
Cenk silahlarını onlara doğrultmuşlardı:
“Senin yüzünden az daha canımızdan oluyorduk, yelekli bücür!”
Widmark:
“Bunlar Nosam’ın adamları değil mi?” dedi. “En son şu zehirli
atıkları taşıyan gemide mi görmüştük bunları?”
Ertuğrul, nefretle ikiliye baktı:
“Cenk ve Gooddays!”
Cenk sırıttı:
“İntikamımız acı olacak! Şimdi bizimle geliyorsunuz...”
Gooddays mırıldanıyordu:
“Üç, dört, beş...”
Sonra Cenk’e döndü:
“Eee... Cenk... Dokuz kişiyiz
arabaya sığmayız ki....” Sonra bir an durdu ve:
“İyisi mi biz arabayla önden gidelim, onlar da taksiyle peşimizden
gelsinler ha?”
Onlar aralarında konuşurken Ertuğrul, Widmark’ın kulağına eğildi:
“Sanırım bunlar del Borro’yu arıyorlardı. Ama bunun del Borro
olduğunu anlamadı salaklar...”
Del Borro konuşulanı duymuştu.
“Ne?”
Ertuğrul ona döndü:
“Sizi bay Widmark’la konuşurken duyduk. Bunlar o adını
öğrenemediğiniz kötü adamın , Mister Nosam’ın uşakları. Neyse ki kafaları pek
çalışmıyor...
Del Borro, hayretle sordu:
“Ne yani? Siz birlikte değil misiniz?”
Widmark yüzünü ekşitti:
“Tabi ki hayır!”
Sonra devam etti:
“Ben Widmark... Widmark John... Babam... Rory Widmak sizin
arkadaşınız. Telefonda konuşmuştuk. Bana
adresi vermiştiniz...”
Del Borro rahatlamıştı:
“Neden daha önce söylemediniz?”
“Fırsat bırakmadınız ki...”
Cenk, nihayet konuşanları görmüştü:
“Siz! Ne konuşuyorsunuz öyle?”
Sonra:
“Sizin işinizi burada bitirmek en iyisi”
Ertuğrul, durumun ciddiyetini hızlıca kavrayıp harekete geçti.
Yüzünde sıcak bir gülümseme ile kollarını iki yana açtı ve ağır adımlara Cenk
ile Gooddays’e doğru ilerlemeye başladı:
“Ah! Cenk! Gooddays! Eski dostlarım! Nasılsınız?”
İkisi de şaşırmışlardı:
Cenk:
“Sen ne diyorsun be?”
“Ah! Sizin o gemiden kurtulmanıza o kadar sevindim ki o kadar olur
anca be kankalar!”
Ertuğrul onlara iyice yaklaşmıştı.
“Eski dostlar düşman olur mu hiç?”
Cenk ve Gooddays, yan yana ve Ertuğrul’un tam karşısındaydı.
Ertuğrul ani bir hareketle şaşkın ikilinin elindeki silahları kaptığı gibi
havaya fırlattı. Cenk ve Gooddays şaşkınlıkla kafalarını yukarı kaldırınca
Ertuğrul, Cenk’in çenesine okkalı bir yumruk indirdi. İbosanjo hemen harekete
geçti ve döner bir tekme ile Goodays’i yere yıktı.
Adamlar yerde kendilerine gelmeye çalışırken Ertuğrul haykırdı:
“Haydi! Hemen gidelim buradan!”
Koşarak oradan uzaklaşmaya başladılar. Niko, yakındı:
“Yine mi koşuyoruz ya!”
***
Az sonra çocuklar, Moskova kentinin biraz dışında etrafı setlerle
çevrili Moskova Nehri’nin kenarında ağaçların altında oturmuşlardı. Ertuğrul,
Chen ve Niko ayaktaydı.
Ertuğrul:
“Chen, Niko, Nosam’ın adamları bizi arıyor olmalılar. Eğer Cenk
ile Gooddays duruma uyandıysa kalabalık olmalılar. Siz etrafta dolaşın, gelen
olursa haber verin...”
Chen ve Niko oradan ayrılırken Ertuğrul, Del Borro’nun yanına
oturdu.
Del Borro iç geçirdi:
“Anlatın bakalım...”
“Asıl siz anlatın” dedi Ertuğrul. “Nedir bu gizem? Sizi neden
öldürmek istiyorlar? Fuego Kıskacı nedir?”
Del Borro düşünceli görünüyordu:
“Sizin hiç bir şeyden haberiniz yok ha?”
Derin bir nefes aldı:
“Tam adım Juan Sanches del Borro. Arjantinliyim. Babam Diego bir
bilim adamıydı. Uzun yıllar önce Moskova’da Sovyet bilim adamları ile bilimsel
bir çalışma yaparken öldürüldü. Çalışmanın adı –Fuego Kıskacı- idi. Bu isim
babamın çocukluğunun geçtiği yerden, Terra del Fuego-Ateş Toprakları-ndan
geliyor. Her neyse... Babamın ölümü ile Fuego Kıskacı da unutulup gitti. Daha
doğrusu biz öyle zannediyorduk. Son bir kaç yıldır birden bire ortaya çıkan
olağan üstü olaylar beni şüphelendirdi.”
Çocuklar heyecanla dinlemekteydiler:
“Türkiye’de Bali’de, Çin’deki depremler, Japonya’daki beklenmeyen
Tsunami, sel felaketleri... Saçma diyebilirsiniz ama biraz araştırınca hepsinde
ortak bir nokta buldum...”
Widmark omuz silkti:
“Ortak nokta belli. Hepsi doğal afetler işte...”
Del Borro kafasını salladı:
“Hayır... Hiç biri doğal değildi küçük dostum. Hepsi Fuego
Kıskacı’nın marifetiydi.”
Ertuğrul:
“Yani... o zaman...”
“Evet... Fuego Kıskacı, iklimleri kontrol etmeye yarayan ve sadece
felakete neden olan bir makine...”
Çocuklar, duyduklarına inanmakta güçlük çekiyorlardı. Del Borro
anlatmayı sürdürdü:
“Babam çölleri bahçelere çevirecek bir alet yapma peşindeydi. Ama
araştırmaları ilerledikçe gördü ki doğanın dengesini bozacak müdahaleler sadece
felaket getiriyordu. Bu sebeple projeyi sonlandırmak istedi. Ve bu da babamın
ölümüne neden oldu…”
Ertuğrul düşünceli görünüyordu:
“Bazı ülkelerin iklimlere müdahale ettiğinden, sel baskınları ve
depremleri silah olarak kullandığından bahsedilirdi ama ben pek ihtimal
vermiyordum buna…”
Del Borro:
“Fuego Kıskacının planları bende. Bunu kamuoyuna duyurarak bir
takım çıkar çevrelerinin sebep olduğu felaketleri kanıtlayacağım. İşte o zaman
herkes olan bitenlerin büyük bir felaketin sadece başlangıcı olduğunu
anlayacak… O zaman babam mezarında huzur içinde yatabilir… Ben de kendimi daha
fazla suçlu hissetmem”
***
Del Borro ve çocuklar konuşurlarken, Chen, doğu tarafında dikkatli
bakışlarla etrafı kolaçan ediyor, Niko da batı tarafında davetsiz misafirleri
bekliyordu… Ama Niko işte! Her zamanki gibi dikkatsiz… PSP’nin çağrısına uymuş
ve etrafa bakmak yerine yeni rekorlar kırmak için oyuna konsantre olmuştu.
Chen, bir ağaca tırmandı ve daha geniş bir alanı görmeye çalıştı.
Ne var ki arkasında kalan bölgeden geçen üç iri yarı ve siyah takım elbiseli
adam, Niko’nun dikkatinden kaçmıştı…
***
Ertuğrul sordu:
“Neden yetkililere gitmediniz?”
“Del Borro elini pardösüsünün iç cebine atarken yanıtladı:
“Onlardan hayır yok! Bu işi kendim halledeceğim…”
Del Borro, cebinden rulo halinde bir dosya çıkardı.
“İşte tüm planlar bunlar! Dünyayı felakete sürükleyen, koca
devletleri yerle bir edecek kıyamet silahının planları… Ama yarın fuar açılınca
tüm dünya bundan haberdar olacak! Artık sona çok yaklaştık…”
Del Borro sözlerini bitirir bitirmez tanınmayan bir ses ona cevap
verdi:
“İyi bildiniz Bay del Borro. Artık sonunuz geldi!”
Çocuklar da, Del Borro da karşılarında iri yarı üç adamı
gördüklerinde şaşırdılar.
Nihayet PSP’sinden kafasını kaldıran Niko, yolun başından takım
elbiseli birinin daha geldiğini gördü. Elbette ki diğer üçünden haberi yoktu.
Hemen koşmaya başladı:
“Ertuğrul! Ertuğrul!”
Niko, nefes nefese, Ertuğrullar’ın olduğu yere geldi:
“Gelen biri va….”
Ama sözünü tamamlamaya vakit bulamadan, daha önce gelen üç kişiyi
gördü.
“Oh! Siz…”
Üç adam da silahlarını kahramanlarımıza çevirmişlerdi. En öndeki
adam konuştu:
“Sanırım bize bir şey vereceksiniz bay Del Borro!”
Del Borro, yüzünü ekşitti:
“Evet… Sanırım seçme şansım yok!”
Del Borro, ağır hareketlerle ruloyu adama uzattı.
“Alın!”
Adam ruloyu almak için elini uzatmıştı ki, tenini yakan acı bir
hisle haykırdı. Del Borro, diğer avucunda tuttuğu şok aletini adamın koluna
yapıştırmıştı. Adam silahını düşürdü. Şaşkınlıktan yararlanan Del Borro
haykırdı:
“Koşun!”
Çocuklar harekete geçmişlerdi ki, Del Borro koşmak üzere arkasını
dönünce dördüncü adamla burun buruna geldi. Ancak Ertuğrul planları korumak
istiyordu. Çevik bir hareketle ruloyu Del Borro’nun elinden kaptı ve kaçmaya
başladı. Dördüncü adam ruloyu almak için hamle yaptığı sırada Del Borro da
kurtulup Ertuğrul’un peşi sıra koşmaya başladı. Adamlardan biri silahını atış
mesafesindeki Ertuğrul’a çevirdi. Tetiğe basacağı sırada patron olduğu
anlaşılan dördüncü kişi onu durdurdu:
“Ne yapıyorsun ahmak! Polisleri başımıza mı toplayacaksın?
Peşlerinden gidin. Silahlara da susturucu takın. Ben diğerlerini çağıracağım…”
Meşhur Moskova nehri boyunca bir kovalamaca başlamıştı.
***
Samsun 18 mayıs 1919,
Yenidoğan köyü
Faruk ve Garine, köyün tepelik bir alanında çiçeklerin arasında
oturmuşlardı. İkisi de sevinçli görünüyorlardı. Faruk, babasına kavuşacağına
sevinirken, Garine de arkadaşının sevincine ortak oluyordu.
“İyi ki bize geldiniz Garine” dedi Faruk. “Yani… benim hiç
arkadaşım yoktu. Ama artık… benim de bir arkadaşım var…”
Bu sözler Garine’yi mutlu etmişti. Faruk devam etti:
“Dün gece bir rüya gördüm. Ben rıhtımda babamın gemiden çıkmasını
bekliyordum. Ama o gökyüzünden süzülerek bana geldi…”
Faruk ayağa kalktı:
“Yarın sabah geliyor işte…İskelede onu ilk karşılayan ben
olacağım. Koşup –Baba- diyerek sarılacağım ona. Umarım… Umarım beni tanır…”
Faruk hüzünlenmişti. Başını kaldırıp Garine’ye baktı:
“Sen de babandan uzaktasın. Beni anlıyorsun değil mi?”
Garine’nin cevap vermesine fırsat kalmadan, Faruk’un bakışları
değişti:
“Eyvah!”
Garine buna şaşırmıştı:
“Ne oldu?”
Faruk elbiselerini gösterdi:
“Yarına giyecek hiçbir şeyim yok! Ayakkabılarım da berbat halde!”
Faruk çok heyecanlanmıştı:
“Koş! Hemen eve gidelim! Annem elbiselerimi tamir etsin.”
Garine ayağa kalktı:
“Anneme söylerim sana da bir kıyafet diksin. Yarın babama beraber
gideriz…”
Faruk gülümsedi:
“En iyi arkadaşımı o da tanısın…”
***
Moskova Nehri Kıyısında koşuşturmaca devam ediyordu:
Niko söyleniyordu:
“Koş koş nereye kadar? Kesin üç-dört kilo vermişimdir ben!”
Ertuğrul, Niko’ya seslendi:
“Dayan Niko neredeyse ana caddeye geldik!”
İbosanjo, gördüğü manzara karşısında donup kaldı:
“Sanırım bir sorunumuz var Ertuğrul…”
Çocuklar, İbosanjo’nun gösterdiği yere bakınca durdular. Elinde
susturucu takılmış silahlarla iki adam on metre kadar ilerlerinde onları
bekliyordu.
Del Borro mırıldandı:
“Şimdi yandık işte…”
Ertuğrul yine inatçıydı:
“Daha değil. Dağılın çocuklar!”
Adamlar ateş ederken, herkes sağa sola kaçıştı. Adamlardan biri
elinde ruloyu sıkı sıkı tutan Ertuğrul’un yanında bitiverdi:
“Dur bakalım ufaklık!”
Ertuğrul tereddüt etmeden hemen ilerisindeki Esta’ya seslendi:
“Yakala Esta!”
Ruloyu çevik bir hareketle Esta’ya fırlattı. Esta ruloyu
yakalayarak bağırdı:
“Yakaladım!”
Ama Esta sevinmekte acele etmişti. Çünkü iri yarı başka bir adam
Esta’yı ensesinden kavramıştı:
“Ben de seni yakaladım”
Esta haykırdı:
“Yakala Niko!”
Niko, Ruloyu ani bir hareketle kaptı. Koşmaya başladı.
“Offf… Allah canımı alsa da kurtulsam!”
***
Faruk önde, Garine arkada koşa koşa evlerine geldiler. Sakine
bahçedeydi.
“Anne! Anne!”
Faruk, soluk alış verişini düzenlemeye çalışarak konuştu:
“Anne… Yarın sabaha giyecek elbisem yok… Babamı eski kıyafetlerle
mi karşılayacağım…”
Sakine ne diyeceğini bilemedi. Babası gelmeyecekti. Zaten gelecek
olsa bile yeni kıyafet alacak para yoktu…
Faruk, Garine’yi gösterdi:
“Garine’nin de elbisesi yok. Ona da dikersin değil mi?”
Garine güçsüz görünüyordu.
Sakine umutsuzca oğluna baktı:
“Bir gecede size nasıl elbise dikeyim oğlum? Hem diksem bile kumaş
nerede?”
Faruk annesine mızmızlanmaya başlayacaktı ki Garine kendisinden
geçerek yere düştü.
***
Aradan dört saat geçmişti. Küçük kız evin salonundaki somyada
bilinçsizce yatıyordu. Sofya, Sakine, Kostas ve tabi ki Faruk kızın başucunda
doktorun vereceği teselliyi bekliyorlardı. Doktor:
“Maalesef size iyi şeyler söyleyemeyeceğim” dedi. “Kız hiç iyi
değil. Hastalığı çok ilerlemiş… Sinsi bir hastalıktır bu… Fark ettirmeden
ilerler…”
Doktor derin bir nefes aldı. Sonra:
“Hocam Profösör Doktor Hans von Kanders, -hastalarına karşı dürüst
ol- derdi… Üzgünüm ama kız son saatlerini yaşıyor…”
Bu haber sobanın çıtırtısından başka bir şey duyulmayan geniş
odaya bir hançer gibi saplandı. O hançerin girerken açtığı yaralar, dördünün de
yüreğini kanattı. Hançer, aslında ne kadar çaresiz durumda olduklarının vücut
bulmuş haliydi.
***
Silahında
susturucu takılı olmayan tek adam “patron” kızgınlıkla haykırdı:
“Yakalayın
şunları!”
Çocuklar
etrafa dağılmışlardı. Dosya Chen’e geçmişti. Etrafını beş adam sarmıştı. Chen
ruloyu en yakınında olan Del Borro’ya fırlattı:
“Yakala del
Borro!”
Del Borro,
dosyayı yakalamak için hamle yaptı. Ancak bu –yakar top- oyunu patronun canını
iyiden iyiye sıkmıştı.
“Eeeh!
Yeter be!”
Adam
–susturucu takılı olmamasını umursamadan- silahını Del Borro’ya doğrultarak
ateşledi. Durumu gören İbosanjo, dosyayı yakalamaya konsantre olmuş adamı ani
bir hareketle yere itti. Del Borro ölümden kurtulmuştu. Ancak dosya havada
süzüldü ve Moskova nehrine düştü.
Del Borro şaşkındı:
“Olamaz!”
Ertuğrul “Şimdi çıkarırım” diyerek kendisini nehrin sularına
bırakırken adamlar çocukların ve Del Borro’nun yanına gelmişlerdi. Ertuğrul
suyun derinliklerinde gözden kayboldu.
Birkaç saniyelik bekleyişin ardından Ertuğrul elinde dosya ile su
yüzeyine çıktı. Patron dedikleri adam dosyayı kaptı.
“Ver şunu!”
Sayfaları çevirdikçe yüzünde sırıtma belirdi. Çünkü sayfaların
çoğu yırtılmış, yırtılmayan sayfalardaki mürekkep de akmıştı. Adam okunamayacak
durumdaki dosyayı Del Borro’nun yüzüne fırlattı:
“Alın sizde kalabilir!”
Del Borro sayfaları umutsuzca çevirdi. Ama işe yarar hiç bir şey
kalmamıştı.
Polis sirenleri uzaktan duyulunca patron adamlarına döndü.
“Gidelim buradan. Mister Nosam’a müjdeyi verebiliriz.”
Nosam’ın adamları oradan ayrılırlarken, sudan çıkan Ertuğrul da polisle
uğraşmamak için Del Borro’yu çekerek oradan uzaklaştırdı. Adam bitkin bir
durumdaydı:
“Babama verdiğim sözü tutamadım… Tek kopyayı da kaybettim…”
Sakin bir köşeye geldiklerinde Widmark sordu:
“Ne olacak şimdi?”
Adam cevapladı:
“Ülkeme döneceğim. Artık yapabileceğim bir şey kalmadı…”
Samsun 1919 Yenidoğan
Köyü
Garine, hala baygın yatıyordu. Tek arkadaşının ölümüne adım adım
yaklaştığını gören Faruk yatağın yanındaki sandalyede başı önde oturmuştu.
Gecenin son bulup sabaha kavuşmak üzere olduğu saatlerde tükenen umutların
ağırlığı daha da çökmüştü. Garine’nin ateş gibi yanan anlında duran ıslak bezi
sık sık değiştiren Sofya kabul ettikleri kaçınılmaz sonu bekliyordu.
Her doğan güneş, yeni bir umut getirir derler. Faruk bu günün hem
bir ayrılık hem de bir kavuşma günü olduğunu biliyordu. 10 yıllık kısa
hayatının yarısını bekleyerek geçirdiği babasına kavuşma günü ve hayatı boyunca
beklediği can arkadaşından ayrılık günü.
Sakine, saatler süren sessizliği bozdu:
“Güneş doğuyor…”
Bu sözler “gitmemiz gerekiyor”
anlamına geliyordu. Arkadaşını, son anlarında yalnız bırakarak babasını
karşılamaya ve kollarında teselli aramaya gitmeliydi. Bu anı yıllardır
beklemişti. Ama bayram havasında geçeceğinin hayallerini kurduğu kavuşma günü
acıların en derinini yaşadığı güne denk gelmişti.
Faruk başını kaldırdı. Kan çanağına dönüş yaşlı gözleriyle
annesine baktı:
“Babamı karşılamaya sen git anne…”
Sakine, oğlunun bu cevabına şaşırmıştı:
“Ama…”
“Ben burada kalacağım…”
Sakine usulca ayağa kalktı. Sokak giysisini üzerine geçirdi.
Kapıdan çıkarken oğluna son bir defa baktı. Faruk çatlamış sesi ile konuştu:
“Babamı getir anne…”
Sakine, evden çıkarak oradan ayrıldı.
Faruk, başını öne eğdi ve sessiz ağlamasını sürdürdü.
Kostas, kızın anlındaki bezi bakır kaba daldırdı ve suyu sıktı.
Sonra Faruk’a döndü:
“Faruk, bu bezi değiştirmek lazım. Bana başka bir bez getirir
misin?”
Faruk, yerinden kalkarak arka odaya geçti. Çekmeceleri
karıştırmaya başladı. Sonra eski elbiselerden kesilmiş ufak bezler gözüne
ilişti:
“Buradaymış…”
Bezleri alırken en alta gizlenmiş bir mektup gördü. Mektubu aldı.
Eski tarihliydi. Açtı, okumaya başladı:
“Muhterem Sakine hanımefendi. Üzüntü ile haber veririz ki zevciniz
Üstteğmen Faruk Bey Çanakkale muharebeleri esnasında Kanlısırt mevkiinde şehit düşmüştür….”
Faruk okuduğu satırlara inanamadı… Tekrar tekrar okudu. Bu kötü
bir şaka mıydı? Babasını beklerken aslında….
Başı döndü. Komidine tutunarak ayakta kalmaya çalıştı.
“Babam… Yıllar önce şehit olmuş…”
Faruk kendisine gelmeye çalışırken Kostas seslendi:
“Getiriyor musun?”
Faruk kendisini toparladı ve hiçbir şey olmamış gibi salona girdi.
Şimdi hasta arkadaşı için üzülme zamanıydı. Babasının yasını ise bir ömür boyu
tutacaktı.
Aynı sandalyeye otururken Kostas bezi ıslatarak kızın anlına
koydu.
Küçük kızın gözleri nihayet saatler sonra usulca açıldı. Açar
açmaz da Faruk ile göz göze geldi.
“Faruk… Babanı karşılamaya gitmedin mi?” dedi küçük kız, cılız bir
sesle.
Faruk’un yüzünde acı bir tebessüm belirdi:
“Garine…”
Garine çökmüş gözleri ile biricik arkadaşına bakarken titreyen
ince dudakları ile gülümsemeye çalıştı. Çektiği ızdırabı ancak kendisi
bilebilirdi. Büyük bir ihtimalle son anlarını yaşadığının o da farkındaydı
artık. Gözünden bir damla yaş döküldü:
“En güzel elbiseni giy. Babanı karşılamaya git. Merak etme ben
iyiyim…”
Faruk onun gibi ince bir tebessüm ve gözünden akan damlalarla
arkadaşına baktı. Ellerini tuttu:
“Tabi ki iyisin…”
Birbirine yalan söyleyen ve bu yalanın farkında olan iki yetişkin
gibi yalanların getirmesini umdukları huzuru aradılar. Garine sözlerine devam
etti:
“Babana benden bahset Faruk. Arkadaşım de… Oyunlarımızı anlat….
Ben… Çok üşüyorum arkadaşım…”
Garine’nin iri gözleri kapandı. Yüzündeki tebessüm, şehre ağır
ağır çöken sis gibi silindi.
Faruk, arkadaşının ebediyen gittiğini görünce artık saatlerdir
tuttuğu sessiz yasa dayanacak mecali kalmadı. Çenesine süzülen yaşlarla kızın
cansız bedenine kapandı:
“Gitme Garine! Sen de Babam gibi gitme! Gitme!”
Sofya, hayat arkadaşına
sarıldı. Onlar sessizce ağlarlarken, Faruk’un acısı artık minik yüreğine ağır
geliyordu. Haykırdı, haykırdı:
“Uyan! Uyan arkadaşım! Uyan! Bak babam geliyor!”
***
Sakine, Paşa’yı karşılamak için Samsun’a giden ahalinin boşalttığı
köy meydanında tek başına yürüyordu. İki saattir amaçsızca dolanıp durmuş ama
gerçeği Faruk’a nasıl anlatacağını bir türlü bulamamıştı. Artık eve gitmeliydi.
Evinin kapısını usulca açtı. Faruk, sandalyesinde oturmuştu. Sofya
ve Kostas bir köşede ağlıyorlardı. Yatakta cansız yatan Garine’nin ise yüzü
örtülmüştü.
Sakine, ufak kızın zamansız vedasını yüreğinde hissetti. Faruk,
açılan kapının sesini duyunca başını kaldırdı. Annesine baktı.
Göz pınarları kurumuştu sanki. Çocuk yüzü durulmuş, gözleri ise
yıkılan Devlet-i Aliye’de perişan olmuş bir çok yaşıtı gibi başka bir metanetle
bakıyordu artık.
“Babamı getirdin mi anne?”
Sofya ve Kostas, Sakine’nin vereceği yanıtı beklediler. Faruk
yerinden kalktı annesine doğru yaklaştı. Sakine de ona doğru ilerledi.
İlerlerken arka odadaki çekmecenin üzerinde duran mektubu gördü. Küçük –koca-
adam Sakine’nin önünde durdu. Birbirlerinin gözlerinin içine baktılar. Hiçbir
kelime söylemediler. Sakine’nin gözleri yaşlarla dolarken, Faruk da büyük
adamlara has hüznünü bir damla göz yaşı ile taçlandırdı.
Birbirlerine sarıldılar.
***
Hristiyan mezarlığında, yeni defnedilen Garine’nin kabri etrafında
duran Faruk, Kostas, Sakine, Sofya ve Murat komşu köyden gelen papazın son
duasını dinliyorlardı:
“Tozlar, tozlara, toprak, toprağa… Bu masum yavruyu katına kabul
et Tanrım…”
Faruk, ellerini açmış Müslüman usulü dua ediyordu. Her ne kadar
Hıristiyan inancına göre gömülse de Garine daha bir çocuktu ve inançsız ölme
gibi bir durum onun için söz konusu değildi.
Papaz duasını tamamladı:
“Senin merhametin boldur tanrım”
“Amin”
“Amen”
***
Bir hafta geçmişti. Kostas’ın sırtında arta kalan eşyalarını
koyduğu büyük bir çuval vardı. Evin bahçesindeydiler. Sakine, onların gidişine
üzülüyordu:
“Burada dilediğiniz kadar kalabilirdiniz.”
Kostas, bu iyiliksever kadına gülümsedi:
“Sağol Sakine… Trabzon’daki ağabeyim olmasa zaten kalacak başka
bir yerimiz de olmadı. Haber gönderdi. Gitmemek olmaz şimdi…”
Derme çatma bir at arabası ile rıhtıma geldiler. Kostas ve Sofya
vapura binerek hayatlarında kısa ama önemli yer tutan bu iki kişiye el
salladılar.
Vapur demir alarak oradan ayrılırken Sakine, Faruk’a döndü:
“Gelmişken senin muayeneni de yaptıralım.”
Faruk gülümsedi:
“Hayat devam ediyor değil mi?”
Hastaneye doğru ilerlerlerken yol üzerindeki küçük ahşap camiden
üç paşa çıktı.
Paşalardan biri, Faruk’un gazetelerden tanıdığı, adı efsaneye
dönüşmüş olan Mustafa Kemal Paşa’dan başkası değildi. Mustafa Kemal Paşa
arkadaşına döndü:
“Düşman işgalindeki topraklarda Cuma kılınmaz. Hür olan Müslüman
erkeğe Cuma Namazı farzdır. Allah bize muvaffakiyet nasip etsin.
“Amin…”
Paşalar belki de yeni bir toplantı yapmak üzere ilerlediler. Faruk
ile aralarında on metre kadar vardı.
Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına:
“Şimdi işimize bakalım” dedi.
Faruk, yıllarca babasının yanında olduğunu düşündüğü efsanevi
lideri görünce acısı kabarmıştı. Dudaklarından tek bir kelime döküldü:
“Baba…”
Mustafa Kemal Paşa, durdu ve sesin geldiği yöne döndü. Faruk,
annesinden bir adım önde doğrudan paşaya bakmaktaydı. Paşa, Faruk’un yanına
geldi. Kendisine yaşlı gözlerle bakan çocuğun başını gülümseyerek okşadı. Sonra
bir dizini kırıp yere çömeldi:
“Sen de mi benim gibi babanı kaybettin çocuk?”
Birbirlerinin gözleri içinde mücadele ile geçen biri uzun biri ise
henüz çok kısa iki ömür gördüler. Ve bir de umut.
Paşalardan biri:
“Geç kalıyoruz paşam” deyince Mustafa Kemal kalktı. Faruk’un
başını tekrar okşadı.
“Başaracağız çocuk. Merak etme… Başaracağız…”
Ve diğerleri ile oradan ayrıldı.
***
Âtiyi
karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir
ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda
inanmam, hani görsem de gözümle.
İmânı olan
kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri
meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’
Davransana…
Eller de senin, baş da senindir!
His yok,
hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?
Hayret
veriyorsun bana… Sen böyle değildin.
Kurtulmaya
azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi
senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
Âtiyi
karanlık görüvermekle apıştın?
Esbâbı
elinden atarak ye’se yapıştın!
Karşında
ziyâ yoksa, sağından, ya solundan
Tek bir
ışık olsun buluver… Kalma yolundan.
Âlemde ziyâ
kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri
böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!
Herkes gibi
dünyâda henüz hakk-i hayâtın
Varken,
hani herkes gibi azminde sebâtın?
Ye’s öyle
bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümîde sarıl
sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle,
ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me’yûs
olanın rûhunu, vicdânını bağlar
Lânetleme
bir ukde-i hâtır ki: çözülmez…
En korkulu
câni gibi ye’sin yüzü gülmez!
Mâdâm ki
alçaklığı bir, ye’s ile sirkin;
Mâdâm ki
ondan daha mel’un daha çirkin
Bir seyyie
yoktur sana; ey unsur- îman,
Nevmid
olarak rahmet-i mev’ûd-u Hudâ’dan,
Hüsrâna
rıza verme… Çalış… Azmi bırakma;
Kendin
yanacaksan bile, evlâdını yakma!
Evler tünek
olmuş, ötüyor bir sürü baykuş…
Sesler de:
‘Vatan tehlikedeymiş… Batıyormuş! ‘
Lâkin,
hani, milyonları örten şu yığından,
Tek kol da
demiyor bir tarafından!
Sâhipsiz
olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip
olursan bu vatan batmayacaktır.
Feryâdı
bırak, kendine gel, çünkü zaman dar…
Uğraş ki:
telâfi edecek bunca zarar var.
Feryâd ile
kurtulması me’mûl ise haykır!
Yok, yok!
Hele azmindeki zincirleri bir kır!
‘İş bitti…
Sebâtın sonu yoktur! ‘ deme, yılma.
Ey millet-i
merhûme, sakın ye’se kapılma.
***
Ertuğrul, laptop bilgisayarını açmış, yaşadıklarını not ediyordu.
Az sonra Widmark elinde gazete ile geldi:
“Haberi okudun mu?”
Ertuğrul, gazeteyi aldı. Onları ilgilendiren haber manşetten
verilmişti:
“Moskova- Buenos Aires
seferini yapan uçak, hava muhalefeti nedeniyle düştü. Kurtulan yok.”
Ertuğrul ve Widmark birbirlerine baktılar. Düşen uçak, ülkesine
dönen del Borro’nun uçağıydı. Uçak belki de kendisini affetmeyen düşmanları
tarafından –Fuego Kıskacı- ile düşürülmüştü. Bundan asla emin olamayacaklardı…
***
Mustafa Kemal Paşa ve diğerlerinin örgütlediği direniş hareketi
artık her yaştan gönüllü topluyordu. Asker kıyafetleri içindeki Faruk, diğer
pek çok yaşıtı gibi rıhtımda kendilerini alacak gemiyi beklerken artık
kafasında her şey çok netti. Sadece umut etmek yetmezdi. Umudu gerçekleştirecek
olan şey, çaba ve inançtı. Onun da zafere inancı tamdı. Annesi için, Garine
için ve bu uğurda can veren babası ve nice babalar için.
***
Bundan yıllar sonra umudunu kaybederek ülkesine dönerken düşen
uçakta hayatını yitiren del Borro’nun hayali ve umudu olan Fuego Kıskacı’nın
planları, Moskova nehrinin sularında yitip gitmişti.
Tarihe karıştığını düşündükleri planların temiz bir kopyası,
Moskova’nın terkedilmiş dağ evlerinden birinin döşemeleri altında kendisini
bulacak kişiyi beklemekteydi. Bu ev, baba del Borro’nun, oğlu dahil kimsenin
bilmediği yazlık eviydi…
Ertuğrul notlarını şu cümle ile bitirdi:
Hiçbir şey gizli kalmaz. Yeter ki umut olsun.
BU MACERA BURADA BİTTİ.
SANA KARŞI ÖZLEMİMİZ HİÇ BİTMEYECEK EY OSMANLI!
Cihan Devleti'nden 3. lige düşürülüşün hazin destanı. Ancak "yiğit düştüğü yerden kalkar." Ümitsizlik yok, her kişi üzerine düşeni yapmaya odaklanıp istikamet üzere devam etsin.
YanıtlaSil