DÜNYA 5'TEN BÜYÜKTÜR!
Beş büyük sektör karatmakta kaderini insanlığın;
uyuşturucu,
silah,
enerji,
ilaç,
gıda... ve bunların terörist yöntemleri...
ve arkaplan organizatörleri:
CFR, Üçlü Komisyon, Bilderbergerler, CIA, Vatican!
Beş devlet denetiminde;
“Siyonizm oynadığı üç kağıt oyunlarıyla bütün insanlığı soyuyor. Osmanlı durduruldu ve Siyonizmin hakimiyeti başladı. Şimdi biz tarihi, aslolan yoluna sokmanın mücadelesini veriyoruz. Faizci kapitalist sistem yıkılacak ve yeni adil bir düzen gelecek. Üç kağıt ekonomisi ile dünyayı dolandırıyorlar. Yeşil dolar, Sarı Amerikan tahvili ve Beyaz Merkez Bankası kağıtları ile 20 trilyon dolar Amerika’nın elinde. Yeşil, Sarı ve Beyaz kağıtlarla üçkağıtçılık yapıyorlar. Dünya bu kapitalistlere çalışıyor. Efendim şimdi ben hacca gideceğim. Bir Türk uçağı ile gideceğim ki, param Türkiye’de kalsın. Sen öyle zannediyorsun. Türk uçağına biniyorsun. Türk uçağı havalanıyor. Uçmak için ICAO (Uluslararası Sivil Havacılık Teşkilatı) üyesi olması gerekiyor. ICOO, Rockefeller denilen Yahudinin kuruluşu. Bilet parasının yüzde dokuzunu vermezsen üye olamazsın. Dünyada kim nereden nereye gidiyorsa, yüzde dokuz yahudiye ödüyor, ondan sonra bir yerden bir yere gidiyor. ‘Efendim, ben Yahudiye para ödemek istemiyorum. Onun için hacca gemiyle gideceğim’ dese, geminin açık denizlere açılması için loyd almak gerekiyor. Loydun yüzde dokuzu da Yahudiye veriliyor. Bu loyd hakkı da yahudinindir”
Prof. Dr. Necmettin Erbakan
BANA BİR MASAL ANLAT
Beş’in dünyadan büyük olduğu ormanın birinde aslanlar toplanmış. ”Yahu”demişler,”hesapta kralız, açlıktan öleceğiz birader. Maymuna saldırsak, ağaca kaçıyor; fillere saldırsak, fazla büyük... Ceylanlar hızlı, yetişemiyoruz; kuşa dalsak, uçuyor, eee balık yakalayacak halimiz de yok... N’aapsak?”
Bir tanesi”en iyisi, öküzlere saldıralım”demiş. “İri yarı görünüyorlar ama ne pençeleri var, ne dişleri diş... Tam dişimize göre!” Olur mu? Olur. Hücum! Ama evdeki hesap çarşıya uymamış; öküz, öyle yabana atılacak hayvan değilmiş meğer... Organize oluyorlar, topluca savunma yapıyorlar, püskürtüyorlarmış. Aslanlar aç bilaç. N’aapsak, n’aapsak? “Tilkiye danışalım”demişler. Tilki”kolay”demiş; “beni, öküzlerin yaşadığı zengin otlakların prensi yapın, işinizi halledeyim...”
Kabul etmişler. Tilki, elinde beyaz bayrakla öküzlere gitmiş, “saygıdeğer öküzler”demiş. “Aslında aslanlar uysaldır, sizi de çok seviyorlar... Ama; şu aranızdaki sarı öküz var ya, sarı öküz!.. İşte sorun o... Görünce tahrik oluyorlar, canları çekiyor, verin şu sarı öküzü, kurtulun kardeşim, huzur içinde yaşayın!”
Öküz heyeti düşünmüş taşınmış, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın”mantığıyla, verivermişler sarı öküzü... Aslanlar da afiyetle yemiş sarı öküzü. Bir gün, iki gün .... Tilki gene gelmiş. “bakın gördüğünüz gibi, saldırılar kesildi, nasıl da mutlu mutlu yaşıyorsunuz”demiş. Eklemiş: “Ama şu var ya benekli öküz, benekli öküz,!.. O burada olduğu sürece size rahat yüzü yok arkadaş. Canları çekiyor, verin, kurtulun!” Öküz heyeti düşünmüş, “otlağın selameti için” teslim etmiş benekli öküzü... Üç gün, dört gün... Tilki gene gelmiş. Kuyruğu uzun olanı... Burnu beyaz olanı... Tombul olanı... Tek tek alıp, gitmiş. Otlak seyrelmiş. Semirmiş aslanlar. Günlerden bir gün... Artık tilki gelmemiş! Gerek kalmamış çünkü. Doğrudan aslan gelmiş. “hanginizi istiyorsam, canım hanginizi çekiyorsa, onu vereceksiniz, adamı hasta etmeyin”demiş. Otların arasında tir tir titreyen, tek tük kalmış öküzler, “keşke sarı öküzü vermeseydik”demiş ama iş işten geçmiş. ... İşte Öküzlük böyle bir şeydir... Şimdi bakın çevrenize. çevrenizde ses çıkartacak kimse kaldı mı? Umarım sıra size gelmez!..
Farketmiyor musunuz?
Tilkiler O’nu istiyor!
...
Ezberle büyüttükleri çocukların sırtından ülkeyi bırakmak istemiyorlar! Ya onlara kanıp Türkiye’yi tekrar bu ailelere teslim edeceğiz ya da ayağa kalkıp “Yeter! Bu topraklar bizim” diye haykıracağız...
Dananın kuyruğu kopacak! Hem de çok yakında...
Boğaz’daki BARONLARIN telaşlarını gördükçe, içerideki yerli görünümlü YABANCI basına baktıkça, Londra merkezli yayınları takip ettikçe, paradaki hareketleri mercek altına alınca, borsa giriş çıkışlarını kayıt altına alınca, “DİKTATÖR” kelimesinin kaynağına seyahat edince TAKSİM MEYDAN SAVAŞI’nın geldiği noktaları görmezden gelemeyiz.
Ankara eski Ankara değil. Çünkü artık Ankara da muharebe kararı alabilmekte! Ok yaydan çıktı!
Şimdi dışarıdan yönetilen gruplar, özel hayata müdahale, laiklik, içki yasağı, özgürlük kısıtlamaları, kürtçülük...ya da Soma benzeri kazalar bahane edilerek mazerete yatkın...temeli olmayan enstrümanlarla saldırının hedefinde “KASIMPAŞALI” VAR!
Saldırıların odak noktası da “diktatör” dedikleri kişi olacak!
Çünkü o, “ONE MİNUTE” dedi.
Bu saatten sonra her Türk vatandaşının görevi ülkesini korumak ve kollamaktır. Mesele Tayyipçilik meselesi değildir.
Çünkü “O” “DÜNYA 5’TEN BÜYÜKTÜR” dedi.
...
Geleceği düşünmek ve doğru yerde bulunmaktır. Her ne kadar kurallarını İNGİLİZLER’in koyduğu eğitim sisteminin ürünleri olsak da alışkanlıklarımız, ezberlerimiz, kalıplarımız izin vermese de Türk halkı akıllıdır!
Gerçeği görür ve yolunu çizer!
Kapımızda olan İKİNCİ KURTULUŞ SAVAŞIDIR!
Ya birlik olup Büyük Türkiye’yi kuracağız ya da paralarıyla gelenler ülkenin anahtarını tekrar ellerine alacaklar! İkinci şıkkı düşünmek bile istemiyorum.
50 yıl geriye gideriz. !00 yıl...Tarihin dehlizlerine bizi hapsetmek için, gömmek için sabırla mücadele yürütenler o büyük günün coşkusu içerisindedirler.
Bölünme kaçınılmaz olur. Mezhep savaşları başlar. Nerede Türk izi varsa silinip atılır! Sakın abarttığımı sanmayın... Sadece “Allah o günleri göstermesin” diye dua edin! Uyarın bütün kardeşlerimizi!
Bakın, Londra’daki aklın ürünü olan sistem bizi yetiştirdi! Ne tarihi, ne coğrafyayı, ne dünü, ne de geleceği bize öğrettiler!
1850’li yıllarda BORÇ almaya başladıktan sonra iki yakamız bir araya gelmedi!
KIRIM SAVAŞI ile girdikleri bu topraklardan bir daha hiç çıkmadılar.
Birinci Dünya Savaşı’nda TARİH yazdık! Yazdık ama Osmanlı dağıldı, ülke paramparça oldu! Böyle tarihi daha önce kimse yazmamıştı! İngilizler ya da başka bir kuvvet girdiği yerden kendi sistemini kurmadan çıkmazdı! Bizde de böyle oldu! Her taraf işgal altındayken birden çekildiler!
NEDEN?
Çünkü yeni rejim kurucuları, İngilizlerle anlaşıp onların şartlarına razı geldi! Aynı Londra, Cumhuriyet’i kurarken 1917’de de İsrail’in temelini attı! Hepsi bir filmin kareleriydi! Ancak biz her şeyi parça parça ele almayı öğrenmiştik! Bütünü görmeyi belkide istemiyorduk.
İsrail, Beyoğlu’nda kurulurken aynı zamanda İngilizler’in güvenecekleri aileler de bir bir tespit ediliyordu! Çünkü KRALİÇE ülkeleri onayladığı ve test ettiği aileler üzerinden yönetirdi!
Ve bu aileler görmediğimiz, bilmediğimiz yerlerde bir araya gelip hem CUMHURBAŞKANI hem de BAŞBAKAN seçerdi!
İstanbul’da seçilen aileler DEVLET tarafından özel kredi ve faiz anlaşmaları ya da “anlayışla” büyütüldü! Devlet hem sermayeyi verdi, hem de üretilen her malı kendi satın aldı! İngiltere’nin isteğiyle devlet bu ROLÜ benimsedi. Yani birileri hiç üretmeden para ve güç sahibi oluyordu! Türk tarihi bunları yazmadığı için GEZİ’deki gençler bilmez! Yürüyen gençlerin, BU AİLELERİ YAZMAYA kalkanların başına nelerin geldiğinden de haberi yoktur! Hele doğunun gençleri bulaştıkları ırkçılık hastalığının ateşinden ancak sokakları ateşe vermeye şartlandırılmışlardır.
Çünkü kitaplar bastırılmamış, dağıtılmamış, gazetelerde yer verilmemiştir! Çok cesur olanlar da kendilerini zindanda bulmuştur! Bir TÜRK’ün ne kadar özgür olacağına onlar karar veriyordu! Kendi basınlarını yaratıp logolarına “Türkiye Türklerindir” yazıyorlardı... Bu Türk, inanın biz değildik! Öyle olsa onların sevdiği Türkler NİŞANTAŞI’ndan ve Boğaz’dan ibaret olmazdı!
1948’de Filistin topraklarında İsrail kurulurken asıl İsrail’in Türkiye’de kurulduğunu kimse görmüyordu! Tel Aviv, Londra’nın yeğeniydi! Paris de kuzendi! New York’ta da çok sayıda birader bulunuyordu! Bu ilişki ağı hem Türkler’i Ortadoğu’dan uzak tutuyor hem de Araplar sadece İsrail’le uğraşıyordu. Başka düşmana gerek kalmıyordu! Filistin de bu oyunun bir koluydu! Onlar da bilmeden şimşekleri üzerine çekmesi için kurulan Tel Aviv’le çatışıyordu!
Kavgayı bitirecek tek güç Ankara’ydı! Ama onun da oralara inmesi katiyen yasaktı! O yöne bir hamle yapmak, 100 yıllık sahnenin çökmesi demekti!
Özgürlük ve Büyük Türkiye demekti! Ümmetin makus talihinin sona ermesi demekti.
İngilizler’in yarattığı Boğaz’daki emanet zenginler hiç üretmedi! Bakkallık yaptı! Batının ürettiği mallarla ülkeyi tüketim çöplüğüne çevirdiler.
Zaten FAİZ oyunlarıyla IMF ile kasalarını dolduruyorlardı! Ve garip olan dillerinde anti emperyalist söylemleri eksik olmayan SOLCULAR bu sarmalı hiç görmüyordu!
Çünkü SOL da Londra patentliydi! Din alimleri, askerler, istihbaratçılar, öğretmenler, profesörler yani her yerde vardılar! Tarihine, dinine, gelenek ve göreneklerine sırtını dönmeyen hiç kimse yükselemezdi! Özellikle MEDYADA!
Toplumun ayarını bozan aslında medyaydı!Bu tezgahın en önemli parçasıydı! Kalemşörler heran tetikteydiler. Kurşunları mürekkepleriydi.
Ortadoğu’yu kötüleyen herkese kapıları açıktı! ARAP, köpeklere verilen isimse anlamlıydı!
16 devlet kurmuş Türkler’i diz çöktürmek için böylesine büyük bir plan devredeydi! İlay-ı Kelimetullahın sancaktarı bu milleti paçavraya çevirmek tek gayeleriydi.
Sistem 90 yıl tıkır tıkır işledi! Para da güç de onlara gitti! Şimdi ilk kez kendilerine meydan okuyan ANKARA ve gazeteciler var!
Şaşkınlıkları bu yüzden!
Kimi “laz damarı” diye geçiştirdi. Hani Ali Şeriati’nin insanın dört zindanı diye tanımladığı; ‘doğa-toplum-zaman ve ego’ diye tanımladığı unsurlardan olan édoğaé ile özdeşleştirerek. Karadeniz hırçındı. Deniziyle, hamsisiyle, folkloruyle...
Kasımpaşalı’nın hırçınlığına yordular “One Minute” çıkışını. Kimi hastalığına.
Bana göre Rabbimin hikmetiydi. Tayyip bey ezber bozmayı doğası gereğide “risk” alarak çok kez başarmıştı.
Bu dünya düzeni değişecektir, bu şekilde gidemez. 194 tane BM üyesi ülke var. 189 tane ülke bir araya gelsin desin ki ‘Biz böyle istiyoruz’, BM Güvenlik Konseyi’ndeki daimi üyelerden bir tanesi eğer karşı çıkarsa hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Bir üye ülke bir tarafta 189 üye başka tarafta. Bu dünya düzeni değişecektir. Bunun değişim sinyalini de ilk defa dünya, Davos’taki ‘one munite’ ile duymuştur. Tayyip Erdoğan’ı dünya lideri yapan en büyük nedenlerden birisi de oradaki one minute’dir. One minute neydi? Dünya bilmiyor muydu? İsrail’in misket bombasına kadar kullandığını, 1948’de küçücük bir yerde başladıkları ülkeyi işgal ede ede Filistin’de toprak bırakmadığını, oradaki insanların açık ve net bir şekilde kadınları çocukları öldürün dediğini herkes bilmiyor muydu? Ama kimse söyleyemiyordu. Ne zamana kadar? Başbakanımız ‘one minute’ deyinceye kadar. Daha sonrada başka bir söylem ‘Dünya beşten büyüktür.’ Bu kadar haksızlığın, zulmün egemen olduğu bir dünya devam edemez”
Enteresan bir muhalefet anlayışı hakim memlekete. Naif mi naif! “Şortla gezmek istiyorum, içkimi içmek istiyorum, kürtaj istiyorum, cinselliğim bana aittir” gibi ucuz taleplerin arkasına geçipte bankaların boşaltılmasına sessiz kalmaktır, Türkiyede solcu olmak!
Biliyorsunuz TAKSİM, BİZANSIN suyunun paylaştırıldığı yerdi!
Eğer milli reflekslerden yoksun zihniyete su gitmeye devam ederse mücadele 100 yıl daha sürer! Ama kesilirse yenilgileri yakın! Yeni Türkiye VURUŞMA kararı aldı!
Ama kontra yapacaklardır! Rakibin güçlü olduğunu bilmek bizi diri tutmalı!
Peki 12 yıllık Akparti iktidarının hataları olmadı mı?
Olmaz mı?
Kusursuzluk kimin haddine?
SAVAŞ SÜRÜYOR; HAK-BATIL SAVAŞI
“Dünya Beş’ten Büyüktür!”
CFR, Üçlü Komisyon, Bilderbergerler, CIA, Vatican! Ve bütün bunların temsilcisi; BİRLEŞMİŞ DEVLETLER! Milletler miydi yoksa?
“İkinci Dünya Savaşı, ardında 45 milyon ölü, yakılmış ülkeler, yıkılmış şehirler ve bu felaketten çıkarılmış dersler bırakarak sona erdi.
Yıllar içinde yıkılan şehirler onarıldı. Yaralar iyileşti. Acılar unutuldu.
Avrupa’da Hitler gibi, Mussolini gibi diktatörlerin bir daha çıkamayacakları bir demokratik ve özgürlük zemini oluşturuldu. Faşizm itibarsızlaştırıldı. Dünyada da demokrasi ve özgürlükler en azından retorik düzeyde tek geçer akçe haline geldi. Almanya bugün Avrupa’nın saygın liberal demokrasilerinden. İtalya, Avrupa’nın demokrasi simgesi olmasa bile en canlı rengi ve neşeli yüzü. Savaşta en büyük darbeyi alan Japonya dahi atom bombalarını sadece anma günlerinde hatırlıyor.
Bugün II. Dünya Savaşı çeşitli müzelerde ve tarih kitaplarında yaşıyor. Bir de Birleşmiş Milletler’de. Birleşmiş Milletler bir daha böylesine bir savaşın yaşanmaması için kuruldu. Ancak II. Dünya Savaşı’nın galibi devletlerin hüküm sürdüğü bir yapı olmaktan öteye gidemedi. Kuruluşun en önemli icra organı Güvenlik Konseyinde bu 5 devlet daimi üye oldu, aynı zamanda veto hakkı elde etti.
1940’ların faşist devletleri ileri demokrasiye geçti. Demir perde dağıldı. Berlin Duvarı çekiçlerle yıkıldı. Arap Baharı yaşandı, yıkılmaz gözüyle bakılan diktatörler yıkıldı. Bir tek Birleşmiş Milletler’in yapısı değişmedi. Dünyaya demokrasi geldi ancak dünyanın en büyük ortak örgütü BM bu rüzgardan nasibini alamadı.
Birleşmiş Milletler kurulduğu günden bu yana, Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi 269 kere veto hakkını kullandı. Bu kararların hemen hemen hepsi başka milletlerin geleceğini etkiledi. Bugün tüm dünya devletleri bir konuda ortak bir irade göstermek istese tek bir Güvenlik konseyi daimi üyesinin vetosu buna engel olabilir! Bir veto hakkı ikiyüze yakın dünya devletinin toplam oylarından daha büyük. Aslında bu beş ülkenin niye seçildiği o dönem için bile sorgulanabilir. Bir zafer adaleti olduğu aşikar bu koltukların. Ancak bu akademik tartışmaları bir kenara bıraksak bile, bugün bu yapının anakronik kaldığını kimse tartışmıyor.
Veto hakkının, dünya ülkeleri arasında eşitsizlik oluşturduğu ve tam demokratik bir yapıyı imkansız kıldığı dünyada da, BM’de de sıkça dillendiriliyor. Ancak bu mesele dile getirildiğinde ıslık çalınıyor, duyulmamış gibi yapılıyor, sohbetin konusu değiştiriliyor, ya da sessizce konunun değişmesi bekleniyor.
Savunanın olmadığı bu yapı, böylece sürmeye devam ediyor. Basit bir uluslararası ilişkiler, hatta belki de insani ilişkiler kuralı; hiç bir devlet kazandığı bir ayrıcalığı gönüllü olarak bırakmaz, başkalarıyla paylaşmaz. Korkarız ki bir ortak bir irade geliştirilmediği sürece bu düzen bu şekilde devam edecek.”
“Dünyanın psikolojisi değişiyor. Bir tek insanın görüşünün bile dünyayı değiştirebildiği bir dünyada eski bir savaşın galiplerine göre tasarlanmış bir örgüt daha ne kadar varolabilir?
Soğuk Savaş’ın bitişinin ardından BM çok daha görünür oldu. Bir çok küresel sorunda BM bir arabulucu, sorun çözücü vs. olarak önemli işlevler yerine getirdi. Bir çok meselede duyarlılık oluşturulmasında da BM’nin yadsınamaz payı oldu.
Çok eleştireni olsa da, BM bünyesinde bir çok fedakar insan çalışıyor. Dünyanın bir tarafından öbür tarafına mülteci kamplarında, kriz bölgelerinde en zor ve her türlü konfordan uzak şartlarda on yıllarca görev yapan personeli var. Buna rağmen, BM’nin kurumsal yapısı bu şahısları hak ettikleri övgülerden mahrum bırakıyor.
Zira her türlü insani müdahalenin bile meşruiyeti haklı gerekçelerle sorgulanıyor. Bu kararlar kaçınılmaz olarak veto gücü olan daimi Güvenlik Konseyi üyelerine dayanmakta. Ve elbette bu ülkelerin stratejik, siyasi ve ekonomik tasarrufları bu en insani müdahalelerin bile meşruiyetlerine ciddi halel getiriyor. İşte bu yapı BM’nin tüm saygınlığını bir hiçe indiriyor. Yok hükmünde kılıyor.
BM bir devletler birliği mi olacak, yoksa belki mükemmel olmasa da, hatta mükemmelden çok uzak kalsa da yine de, insanlığın ortak tahayyülünün iradesini mi temsil edecek ?
Özellikle 1990’dan sonra dünya çok değişti. Ancak bu değişimin her mecrada eş derecede olduğunu söyleyemeyiz. Bunların başında ise anakronik BM yapısı geliyor. Demokratlığının, şeffaflığın ve hesap verebilirliğin bir ülkenin gelişmişliğinin somut ölçüleri olduğu bir dünyada bu düzenin sürdürülemeyeceği açık. Bu itirazlara tek alınan cevap ise ıslık çalmak oluyor.
Bize düşen ise bu ıslığı duymazlıktan gelmek. Daha çok gürültü çıkarmak olmalı.
Dünya 5’ten büyüktür.” Ancak...
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda konuştu:
Dünya gündemine dair önemli açıklamalarda bulunan Erdoğan, “Daha fazla insan ölmeden Birleşmiş Milletler ağırlığını sorunlara koymalıdır. Dünya, 5’ten büyüktür. Güvenlik Konseyi’nin Birleşmiş Milletler’i etkisiz hale getirmesi küresel vicdanın kabul edebileceği bir şey değildir. Tüm alınan kararlar bir ülkenin iki dudağı arasındadır.” dedi.
Erdoğan’nın bu açıklamasından sonra salonda alkış tufanı koparken BM’nin Güvenlik Konseyi üyelerine (İngiltere, Çin, Fransa, Rusya ve Amerika) bu eleştiriyi yapması büyük etki yarattı. Ayrıca BM Genel Kurulu’na ev sahipliği yapan daimi üye ABD’nin de bu ülkeler arasında olması etkisini daha çok arttırdı.
“BU MANZARA İNSAN ONURUNA YAKIŞMADI”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “21 yüzyılda hala insanlar açlıktan, salgın hastalıklardan ölüyor. Çocuklar ve kadınlar savaşlarda katlediliyor. Dünyanın zengin ülkeleri refah içinde yaşarken fakir ülkelerde insanlar hastalıklarla boğuşuyor. İklim değişikliğinin etkileri insanlığın önünde önemli bir sınav olarak duruyor. Bu manzara insan onuruna yakışmamaktadır. Çocukların öldüğü ve öldürüldüğü bir dünyada hiç kimse masum değildir. Hiç kimsenin can güvenliği yoktur. Hiç kimse de sürdürülebilir refah ve barış içinde olamaz.” ifadelerini kullandı.
“ÇOCUKLARIN ÖLDÜĞÜ DÜNYADA KİMSE MASUM DEĞİL”
“Çocukların öldüğü ve öldürüldüğü bir dünyada hiç kimse masum değildir. Hiç kimsenin can güvenliği yoktur. Hiç kimse de sürdürülebilir refah ve barış içinde olamaz.
Filistin’de çocukların, kadınların hatta engellilerin katledilmesine tepki gösterenleri susturmak için bir takım yaftaların kullanıldığını da görüyoruz. Anında teröre destek vermekle suçlanıyorlar.
“BM’DEN UMUDUNU KESENLER TERÖR TUZAĞINA DÜŞÜYOR”
Basın özgürlüğü yok diye seslenenlerin Filistin’de öldürülen gazetecileri görmezden gelmesi dikkatlerden kaçmıyor. Mazlumlara yönelik çifte standart, çocukların katledilmesine yönelik kayıtsızlık tüm dünyada teröre oksijen sağlamaktadır. Uluslararası kurumlardan, BM’den umudunu kesen kitleler çaresizlik içinde terörün tuzağına düşüyorlar.
İsrail Filistin arasında artık icraata ihtiyacamız var artık laf zamanı geçmiştir.
“SURİYELİ MÜLTECİLER İÇİN 3,5 MİLYAR DOLAR HARCADIK”
Suriyeli mülteciler için yaptığımız harcamalar 3,5 milyar doları aşmış durumdadır. Biz bu konuda kimseden yardım almadık. Gururla ifade ediyorum ki Türkiye yaptığı yardımlar ile dünyanın en cömert ülkesi oldu. 2015-2016 yıllarında AB için sizlerin desteklerinizi bekliyoruz.
“DÜNYA 5’TEN BÜYÜKTÜR”
Irak’ta yaşanan kriz ülkem Türkiye başta olmak üzere bütün bölge ülkelerini etkilemektedir. Barış, huzur ve kardeşlik için Türkiye, Irak halkının yanında olmaya devam edecektir. Suriye meselesi de sınırları aşmaya başlamıştır. Bağımsız bir Filistin devletinin kurulması da insani bir sorumluluktur. Artık icraata ihtiyacımız var. Laf zamanı olmaktan bu iş geçmiştir. Bir günde yüzlerce, binlerce insanın öldürüldüğü bir dünyada bizim konuyu konuşuyor olmamız da soru işaretlerini arka arkaya getirmektedir. Daha fazla insan ölmeden Birleşmiş Milletler ağırlığını sorunlara koymalıdır. Dünya, 5’ten büyüktür. Güvenlik Konseyi’nin Birleşmiş Milletler’i etkisiz hale getirmesi küresel vicdanın kabul edebileceği bir şey değildir. Tüm alınan kararlar bir ülkenin iki dudağı arasındadır.
“DARBEYİ YAPAN MEŞRULAŞTIRILIYOR”
İki bin kişi ölüyor, kimyasal silahlarla. Konvansiyonel silahlarla 200 bin kişi ölüyor. İki bin kişinin ölmesini suç telakki eden bir zihniyet, 200 bin kişinin ölmesini suç telakki etmiyor. Bu nasıl bir anlayıştır? Canlıların ölümüne neden olan her türlü silahın kullanılması suçtur. Mısır’da halkın oylarıyla seçilmiş iktidar darbeyle indirilirken Birleşmiş Milletler’de ülkeler bunu izliyor ve darbeyi yapanı meşrulaştırılıyor.
“İSLAM İLE TERÖR YANYANA OLAMAZ”
Birleşmiş Milletler doğruyu savunma konusunda çok daha cesur olmalıdır. Din adına terör kavramını hiçbir şekilde onaylamıyor, böyle bir kavramın dinlere saygısızlık olduğuna inanıyorum. İslam ile terörün yan yana kullanılması inciticidir. Türkiye olarak bölgemizde barış ve refahın tesis edilmesi için yoğun bir gayret içindeyiz. Hiçbir ülkenin içişlerine karışmıyor, toprak bütünlüğüne saygı duyuyoruz.”
YILAN DERİSİNİ DEĞİŞTİRSE DE YILAN AYNI YILAN; YENİ DÜNYA DÜZENİ YALANI!
20. Yüzyılın başında sömürgeciler tarafından kurgulanmış ve başarıyla icra edilmiş olan dünya düzeni, yer yer kısmi revizyon görse bile, bir asra yakın tesirini göstermiş ve güçlü bir alternatif veya güçlü bir direniş görmediği için de ayakta kalmıştır. BM bu malum düzenin hukuki ve siyasi olarak devamını temin ederken, NATO ise mevcut dünya düzeninin güvenlik açısından koruyuculuğunu yapmaktadır. İMF ve Dünya Bankası ise bu düzenin mali ve ekonomik açıdan istikrarını ve sürdürülebilirliğini temin amacıyla faaliyet gösterir. Mevcut Dünya düzeninin en önemli uluslararası mekanizmaları bunlar olmakla birlikte, düzenin ince ayarlarını yapmak için başka örgütler ya da kuruluşlar da çalışmaktadır.
BM’nin 200 civarındaki üyesi ne derse desin neticede bu örgütün patronu ve veto yetkisi olan 5 daimi üye son sözü söyler. Yer yer bu 5 daimi üyeler arasında tribünleri yanıltmak veya yönlendirmek için kayıkçı kavgaları da olur. Yani danışıklı dövüşler.. Suriye konusunda olduğu gibi..
Dünya düzeni, bu beş daimi üye ve bu üyelerin ortağı veya korumasındaki diğer ülkelerin menfaatleri istikametinde tutulmaya çalışılır. Bu ülkelerin menfaati tehlikeye girerse adına “Uluslararası camia” denilen mekanizmalar ayağa kalkarlar. Amaç asla, dünyada eşitliği, adaleti, güvenliği, huzuru ve refahı sağlamak değildir. Savunulan ilkeler, sadece kağıt üzerindedir. Bu ilkeler, dünya düzenini yürütenlerin şirin ve süslü birer kırbaçlarıdır. Hedef ülkeler veya halkların en ufak hataları en ağır şekilde cezalandırılırken, bu ilkeleri savunanların, kendi sömürü düzenlerini korumak için milyonları aşan katliamları, yazılı ilkelerin hayata geçirilmesi için yapılmış gibi gösterilir. Afganistan’da, Irak’ta yapılanlar, bunun en yakın, en sıcak örnekleridir. Yani “Uluslararası camia” olarak anılan bu mekanizmalar, aslında zalimin zulmüne meşruiyet sağlamak, haksızlıklarına kılıf üretmek için çalışırlar. Temel amaçları budur.
Varlık nedeni bu olan örgütlerin dünyadaki zulme, haksızlığa veya önemli problemlere çare üretmelerini beklemek son derece beyhude bir beklentidir ve bu şartlarda hiçbir zaman da gerçekleşmeyecektir. Bütün ülkelerin üye olduğu BM’de 5 ülkeye veto hakkı tanınmış olunması zaten dünyadaki zulmün ve tüm haksızlıkların temelidir. Bu yetkinin bizatihi kendisi zaten vicdani ve insani olarak meşru değildir. Yukarda sıraladığımız uluslararası örgütlerin hepsi de Müslümanlara, karşı veya mesafeli kuruluşlardır. Bu kuruluşların tüzüğündeki veya sözleşmesindeki süslü ve yaldızlı cümleler bu iddiamızı çürütemez. “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.” Uygulamanın neredeyse hepsi bu iddiayı destekler niteliktedir.
Ama ne yazık ki henüz dünyada bu tarz örgütlerin rakipleri veya alternatifleri yoktur. Öyle olduğu için de dünyanın bir yerinde sıkıntı olsa hemen BM göreve çağırılır. BM toplanır. Ama her defasında veto yetkisi olanların menfaatleri yönünde kararlar çıkar. Çünkü farklı bir karar çıkması BM’nin yapısı gereği mümkün değildir.
Afganistan’da ve Irak’ta Haçlı koalisyonunun işgaline kılıf ve meşruiyet üretmekten başka bir şey yapmayan, 3 senedir Suriye’de 120 binden fazla insanın katledilmesini, milyonlarca mülteci ve yaralının dramının BM tarafından sadece seyredilmesini başka nasıl izah edebiliriz? Mısır’da, demokrasiyle, seçimle gelen yönetimi deviren darbeyi BM’nin patronları nasıl karşıladılar hepimiz gördük. Dünyanın lideri görülen ABD’nin Dışişleri Bakanı John Kerry, “Darbecilerin demokrasiyi tesis ettiklerini” söyledi gözlerimizin içine bakarak.. Aynı ABD, Türkiye’de demokrasi defalarca yere seren 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerini de organize etmemiş miydi? 27 Nisan bildirisini yayınlayanları kim motive etmişti. 65 yıldan beri Filistinlileri esir alan yüzbinlerce Müslümanı katleden İsrail’i kim destekliyor? Gazze’de seçimle iş başına gelen HAMAS’ı kim terörist ilan etmişti. Mısır’da seçimle gelen İhvan-ı Müslimin’i terör örgütü olarak görmüyorlar mı? Bütün bunlar, bu “Uluslararası camia” açısından bir çifte standart değil, kuruluş felsefelerinin icrasıdır. Bunu böyle görmemiz gerekir. Kendimizi avutmak istiyorsak ayrı.. Ama gerçekçi olacaksak durum budur.
Suriye diktatörü kendi halkına kimyasal silah kullanıyor. Binlerce insan ölüyor. “Uluslararası camia” sadece laf üretiyor, dünyayı oyalıyor, katillere zaman kazandırıyor. Mısır’da darbeciler, seçilmiş devlet başkanına darbe yapıp cezaevine atıyor. Devrik diktatörü mahkemede beraat ettiriyor. “Şiddet dışı yöntemlerle” protesto hakkını kullanan darbe karşıtlarını keskin nişancılarla avlatıyor. Darbe karşıtı örgütlerin neredeyse tüm etkin liderlerini hapse attırıyor. Bu liderlerin tek tek çocukları öldürülüyor. İbadet eden masum insanların üzerine hedef gözetmeksizin yaylım ateşi ediliyor. Ama bu “Uluslararası camianın” “gık”ı çıkmıyor. Darbecilere katliam ve başarı için örtülü destek ve zaman tanıyorlar.
Bu gerçeği hepimizin görme zamanı geldi ve geçiyor artık. Yakınma ve şikayet etme acziyetini bir yana bırakmak, kendi çözümümüzü ortaya koymak zorundayız. Müslümanlar her ne kadar yönlerini Batıya çevirseler bile Batı onları her zaman başkası olarak gördü. Kendinden görmedi. Hep düşman olarak gördü. Bunun istisnaları olabilir. Ancak genel durum böyle. Bu gerçeği tüm Müslümanların görmeleri ve ona göre de pozisyonlarını belirlemeleri gerekiyor. Karşımızda medeni bir Batı yok. aksine medeni kisvesine bürünmüş bir “Vahşi Batı” var. Yakın tarih de bunu gösteriyor, daha öncesi de..
Müslüman ülkelerin halklarının önce, başlarındaki güdümlü yönetimleri değiştirmekle işe başlamaları gerekiyor. Sonra da Müslüman ülkelerin ve Müslüman halkların kendi aralarında dayanışmaya geçerek uluslararası teşkilatlanmalarını tamamlamaları icap ediyor. İİT ve Arap Birliği gibi üyeleri Müslüman ülkelerden oluşan örgütlerin mevcut yapıları ile elde edebilecekleri bir başarı zor görünüyor. Ancak bu örgütleri hızla yeniden yapılandırılırlarsa Müslüman halkaların dünyada ezilmeleri biraz olsun azalabilir.
Müslüman ülkelerin siyasi, sosyal, güvenlik, finans, ekonomi ve yayıncılık alanında uluslararası örgütlerini hayata geçirmeleri bu konularda Batı kurumlarına bağımlılıktan kurtulmaları gerekiyor. Bunu dini alanda da çatı bir kuruluşla hayata geçirmek kaçınılmaz bir ihtiyaç durumundadır. Bu gün Hıristiyan aleminin başı olan Vatikan’ın bir karşılığı İslam dünyasında mevcut değildir. Hıristiyan Batı Katolik Vatikan’ı normal ve gerekli görürken Osmanlı’nın yıkılmasından sonra Hilafetin kaldırılmasını mecbur tutmuş ve kaldırılmasını da alkışlamıştır.
İslam dünyası için böyle bir yapı artık bir zorunluluktur. Kastettiğimiz şey Osmanlı ailesinden birinin halife yapılması değildir. İslam toplulukların müşterek bir Müslümanlık yorumunu sağlamak için müşterek aklı ortaya koyacak uluslararası, daha da doğrusu Müslümanlar arası, kolektif bir kurumu ihya etmektir. İnsanlar sadece etten, kemikten ibaret değildir. İnsanlar sadece fiziki güvenlikleri için hassasiyet göstermiyorlar. Nesillerinin, mefkurelerinin ve inançlarının güvenliğini de önemsiyorlar. Günümüz dünyasında insanların bunu tek başlarına sağlamaları da mümkün değildir. O nedenle Müslümanlar arasında vifak ve ittifakı koruyacak ve sağlayacak, ihtilafları ortadan kaldıracak, barışı, istikrarı ve refahı gözetecek bir mekanizma zaruri bir ihtiyaç halindedir. Suriye ve Mısır’da yaşanan gelişmeler bunun ne kadar acil bir ihtiyaç olduğunu bir kere daha teyit etmiştir.
Eğer Müslümanlar kendi çatı örgütlerini aktif hale getirir veya yeniden kurarlarsa dünyadaki mevcut uluslararası örgütleri de daha rahat değişime zorlayabilirler. Ya da onların gücünü, etkinliğini kırabilir, etkisizleştirebilirler. Ortak hareket eden Hıristiyan veya Gayri Müslim dünyaya karşı İslam ülkeleri tek tek başa çıkmaya çalışırlarsa ki şu anda yaşanan budur. Netice ortadadır.
Ne acı ki Müslüman ülkeler, içine düştükleri krizden Hıristiyan ülkelerin ipine sarılarak kurtulmaya çalışmaktadırlar. Onların nasıl hareket ettiklerini ise yukarda anlatmaya çalıştık. Bu bir kısır döngüdür. Eğer düzeltilmezse bu kısır döngü devam edecektir.
Zaman geçirmeden bir yerden başlamak gerekiyor. Bu pilav çok su kaldırır. O nedenle hepimiz bu konu üzerinde kafa yormalıyız. Ciddi projeler geliştirmeliyiz. Çünkü Dünya, din ekseninde hızlı bir kutuplaşma trendindedir. Tarihe baktığımızda bu tür kutuplaşmaların zirvesi büyük ve sıcak savaşlara yol açmıştır. Bu savaşların neticesinde ise küresel dengeler kurulmuş ve uluslararası düzen yeniden belirlenmiştir. Bütün işaretler dünyanın böyle bir sürece girdiğini gösteriyor. Bu bir “şom ağızlık” değildir. Yaşanan hadiselere dair iyimser yorumlar elbette insanlara hoş gelebilir. Ancak bu, gerçeği yansıtmaz.
Bunları dile getirirken böyle bir savaşı elbette temenni etmiyoruz. Umarız böyle bir durum olmaz. Fakat gerçekçi olacaksak, Dünya hızla büyük bir hesaplaşmaya gidiyor. Bu hesaplaşmaya hazırlıklı olmak gerekir. Eğer böyle bir savaş veya çatışma olursa bu hususta da asla karamsar değiliz. Böyle bir savaşı Gayri Müslim Batı’nın kazanma şansı çok zayıf. Her ne kadar şu anda Müslüman topluluklar olumsuz bir tablo içinde isler de aslında gayri Müslim topluluklar özellikle toplumsal açıdan çok daha acıklı durumdadır. Siyasi ve teknolojik üstünlükleri nedeniyle bunu şimdilik gizleyebiliyorlar. Ancak çıkacak büyük bir savaş, onların toplumsal çürümüşlüklerini kolayca ortaya çıkaracak ve siyasi ve teknolojik üstünlüğün onları zafere kavuşturmaları mümkün olmayacaktır.
Uzun ve detaylı bu olan konuda son cümle olarak şunu söyleyebiliriz. Silah ve teknolojiyi parayla satın alabilirsiniz. Onu kullanacak insan gücünü alamazsınız. Afganistan ve Irak’ta ABD ve koalisyonunun durumu ortada.
Bizim en büyük gücümüz her şeyi görebilen toplumsal şuurumuz olacaktır. Hızla bu konudaki eksiklerimizi tamamlamamız gerekiyor. Bu değer, birilerinin nükleer silahından çok daha etkili bir değerdir. Bu gün Beşşar Esad’ın kimyasal silahı kitlesel ölümleri getirse bile ona karşı toplumsal direnci zirveye çıkarmakta, Başbakanlığı döneminde Erdoğan’ın Mısır’da darbeciler tarafından katledilen Esma’ya döktüğü gözyaşı ise dünya çapında kitleleri fethetmektedir.
Yani dünyada kurşunu eriten gözyaşı gibi etkili silahlar da vardır. Bu konuda esas korkuyu Batı dünyası yaşamaktadır. Onun için de Batı ve müttefikleri Suriye ve Mısır’da katliamları desteklemektedir. O halde biz ne yapmalıyız?
Son Haçlı Seferi
Hazret-i Peygamber’in vefatından sonra İslam Devleti hızla büyüdü. Peygamberin damadı, dördüncü halife Hazret-i Ali zamanında devlette bazı fitneler çıktı. Bu fitneyi fırsat bilen bir Yemenli Yahudi, Abdullah bin Sebe, Hazret-i Ali’ye gidip “Sen Tanrısın” deyince halife adamın niyetini anlayıp bunu sürgüne gönderdi. Fakat Abdullah bin Sebe, Hazret-i Ali taraftarlığını sürdürerek Şiiliğin temellerini attı.
Şii mezhebi zamanla çeşitli fırkalara ayrıldı. Şiilerin ekserisi İslam dairesi içinde kalsa da içlerinden uçlara kayıp bu dairenin dışına çıkanlar oldu. Şiiler içinde Hazret-i Ali’nin torunlarından İsmail’i imam kabul edenler, İsmailî adını aldı. Bunlar dine felsefeyi sokarak Kur’an-ı Kerim’in bir görünen (zahir) manası ve bir de gizli (batınî) manası vardır dediler. Zahirî manası mühim değildir, asıl olan batınî manasıdır. Bunu da herkes anlayamaz diye inanıyorlardı. Bu inanca sahip olanlara Batınî, bu inancı yayanlara da ‘Dâî’ dediler. İsmailîler, merkezi Kahire’de olmak üzere Fâtımî Devletini kurdular. Devletleri Kuzey Afrika, Sicilya, Arabistan’a yayıldı. Fâtımîlerin sekizinci halifesinden sonra İsmailîler iki kola ayrıldı. Bir kısmı halifenin büyük oğlu Nizar’ı destekledi. Bunlara Nizarî dendi. Nizar’ı destekleyenlerden biri de Hasan Sabbah’dı. Şii bir imamın oğlu olan Hasan Sabbah, Batınî misyoneri idi. Batınî propagandasına karşı çıkan Sünni devlet liderlerine suikastler tertip ettirdi. İran’daki Alamut kalesini kendisine üs seçip eşkıyalık ile zengin oldu. Haşhaşa alıştırdığı fedailerine yalancı cenneti vaat ederek kendi maksatları için kullandı. Bu yüzden Hasan Sabbah ve adamlarına Haşhaşi denildi.
Haşhaşiler, İslam coğrafyasının bir kısmını ele geçirmiş olan Haçlılar ile irtibata geçti. İsmailî Dâîsi ve Şam Kadısı olan Ebül Vefa, Kudüs Kralı II. Baldwin ile anlaştı. Şehrin emiri ve halk Cuma namazında iken şehrin kapılarını Haçlılara açacaktı. Bir ihbar üzerine bu arzusunu gerçekleştiremedi, fakat Haşhaşiler ile Haçlıların yakınlaşmasını sağladı. Hugo (Hugues) de Payens, Baldwin’in baş danışmanıydı. Kudüs’te Tapınak Şövalyelerini kurdu. Tapınakçıların teşkilat yapısı, Haşhaşilere göre tertip edildi. Haşhaşilerin Refik, Fedai, Lâsık sınıflandırmasına karşılık Tapınakçılar, Knights (Şövalyeler), Esquires ve Lay Brethen olarak tasnif edildi. Tapınakçıların Prior, Grand Prior (Büyük Prior) ve Grand Master (Büyük Üstat) unvanları da Haşhaşilerin Dâî, Dâî-ül-Kebir (Büyük Dâî) ve Şeyh-ül-Cebel’in (Dağın Şeyhi) karşılığıydı. Hatta kıyafetleri bile aynıydı; beyaz zemin üzerine kırmızı bir sembol. En mühimi de Bâtinî inancı ve ritüelleri, Tapınakçılara tesir etti. Her iki teşkilatın da maksadı artık aynıydı: Dünyadaki tüm dinleri ve iktidarları ortadan kaldırarak kendi krallıklarını kurmak.
Bir Tapınak Şövalyesi
Tapınakçılar hızla büyüdü. Avrupa’da da şubeler açtılar. Artık şövalyelikten daha çok ticaretle meşgul oluyorlardı. Kudüs’e gitmek isteyen Hristiyan hacılar Avrupa’daki Tapınakçılara paralarını teslim ediyor, onlar da hacıya bir senet veriyordu. Hacı yoldaki tehlikeleri atlatıp Kudüs’e gelebilirse senedi buradaki Tapınakçılara veriyor, parasını belli bir komisyon karşılığında geri alıyordu. Bu bankacılık ağı sayesinde Tapınakçılar çok zengin oldu. Selahaddin Eyyübi Kudüs’ü alınca bir müddet daha burada kaldılarsa da Türkler, 1244’te Kudüs’ü tekrar fethedince Tapınakçılar mecburen Avrupa’ya döndü. Moğol valisi Hülâgu da Haşhaşilerin Alamut Kalesini yerle bir etti. Haşhaşiler de Azerbaycan ve Anadolu’ya kaçtı. Burada Bektaşi tekkelerine sızarak Batınî inançlarını yaymaya devam ettiler. Ayrıca Nizarî İmamların soyundan gelen Hasan Ali Şah, İran’dan Hindistan’a giderek Ağa Han sıfatıyla Haşhaşilerin felsefesini burada canlı tuttu.
Avrupa’ya dönen Tapınak Şövalyeleri, zenginlikleri ve Hristiyanlık inancına ters düşen felsefeleri yüzünden baskı altında kaldılar. Nihayet 1307’de Papa, Avrupalı krallara tüm Tapınakçıları tevkif etmelerini emretti. Tapınakçıların büyük bir kısmı yakalandı ve yakılarak idam edildi. Bir kısmı ise inançlarını gizleyerek Kıta Avrupası’nın ve İngiltere’nin muhtelif yerlerine dağıldı. Kendilerini gizleyen İspanya’daki Tapınak Şövalyeleri, 16. yüzyılda isim değiştirerek önce Calatrava Cemaatini, daha sonra da Montesa Cemaatini kurdular. Kendilerine ‘Los Alumbrados’ (Aydınlanmışlar) dediler. Tapınakçılardan Ignatius de Loyola, İtalyan Borgia Ailesinin desteğiyle kısaca Cizvit (Jesuit) olarak bilinen İsa Cemiyeti’ni kurdu.
“İnsanlar o kadar basit düşünür ve o kadar günlük ihtiyaçlarının mahkûmudur ki, hilekâr biri her zaman aldatılmaya hazır bir sürü bulacaktır”; “Herkes seni göründüğün gibi görür, çok azı aslında kim olduğunu bilir ve bilenler de umumi kanaate karşı çıkmaya cesaret edemezler”; “Aldatarak elde edebileceğin bir şeyi, asla güç kullanarak kazanmaya çalışma”. Bütün bu taktikler, Yahudi kökenli Borgia ailesinin yanında çalışan diplomat Niccolò Machiavelli’ye ait. “İktidara giden her yol mubahtır” diyen Machiavelli, bu ailenin çevirdiği dalaverelerden çok dersler çıkarmış ve bunları ‘Prens’ adlı kitabında toplamıştı. Cizvitlerin kurucularından Francis Borgia sayesinde Cizvitler, Machiavelli’nin kitabına yazdığı bu taktikleri kendilerine rehber edindi. Cizvitlerin ekserisi entelektüel insanlardı. Mektepler açarak kendilerine hizmet edecek gençler yetiştirdiler. İspanya ve Portekiz’in sömürgecilikleri sayesinde çok zengin oldular. Bilhassa Güney Amerika ve Avrupa arasında ticaretle meşgul oldular. Fakat bu zenginlikleri ve krallara vergi vermemeleri, Tapınakçılar zamanında olduğu gibi kralların ve Papanın düşmanlığına sebep oldu. 1773’te Papa Cizvitleri feshetti ve Katolik memleketlerden bunları çıkarttı. Bunun üzerine Cizvitler, hem kendilerini hem de paralarını saklayacak Katolik olmayan bir banka ihtiyacı duydular. Almanya Bavyera’da buldular: Rothschildler. Cizvitlerin desteğiyle bu aile çok zenginleşti. Beraber Illuminati’yi (Aydınlanma) kurdular. Illuminati’nin kurucusu Adam Weishaupt bir Cizvit’ti. Illuminaticiler Fransız Mason localarına sızdılar. Fransız İhtilalini gerçekleştirdiler. İhtilalin lideri Napolyon, İtalya’ya girdi ve Papa’yı esir aldı, Papa esarette öldü. Yerine geçen yeni Papa, mecburen Cizvit Cemiyetini tekrar serbest bıraktı. Böylece Cizvitler Vatikan’dan intikamlarını aldılar. Fransız İhtilalinden sonra Cizvitler ve Rothschild Ailesi, tüm Avrupa’ya ve Cecil Ailesi sayesinde İngiltere’ye geçiş yaptılar. İngiltere’nin aristokrat aileleri ile kız alıp vererek İngiltere’yi kendilerine merkez olarak seçtiler.
Illuminati’nin nihai hedeflerinden biri de yeni bir dünya nizamı tesis etmektir. Bütün dinleri yok edip tek bir dünya dini kurmak isterler. Bu maksatla dinler arası diyalog adı altında dinlerin farklılıklarını ortadan kaldırıp birbirlerine benzetmeye çalışırlar. Yahudi Pavlos’un “Bana İsa göründü” deyip Hristiyan olması ve ardından Hristiyanlığı tahrif etmesi, Cizvitlerin sıklıkla müracaat ettiği bir metottur. Marie – Alphonse Ratisbonne’u buna misal olarak gösterebiliriz. Yahudi Alphonse, banker bir ailenin çocuğu olarak 1814’te Fransa’da doğdu. Abisi Théodor, Katolik bir papaz olmuştu. Alphonse, ailesine ait bir bankada çalışırken aile dostu Baron Rothschild, onun Roma’ya gitmesi için ısrarcı oldu. Roma’ya giden Alphonse burada Hazret-i Meryem’in kendisine göründüğünü söyleyip Katolik oldu. Din değiştirince Cizvitlere katıldı. Daha sonra Cizvitlerden ayrılıp abisi ile beraber Siyon Kardeşleri cemaatini kurdular. Katolik olan iki Yahudi kadın da onlara katıldı. Bu kadınlar da Siyon Kızkardeşleri cemaatini kurdu. Her iki cemaat de Yahudi çocuklarına Katolikliği öğretti. Kudüs’te de bir mektep açtılar. Açtıkları bu mektepler vasıtasıyla Yahudi-Katolik Hristiyan diyaloğunu geliştirmeye çalıştılar. Bugün Siyon Kızkardeşler’in üç okulundan biri İstanbul’dadır. Notre Dame de Sion kolejleri bu cemaate aittir.
Bir başka misal olarak, İngiltere’nin Yahudi Başbakanı Benjamin Disraeli’nin yazdığı romanlar gösterilebilir. Disraeli; ‘Coningsby’, ‘Sybil’ ve ‘Tancred: Yeni Haçlı Seferi’ adlarında üç farklı roman yazdı. Yazdığı üçüncü romanın kahramanı Tancred, adını I. Haçlı Seferinde Kudüs’e ilk giren Normandiyalı Prensten alıyordu. Disraeli, romanda Yahudilik ve Hristiyanlık nasıl birleştirilebilir sorusuna cevap aramaktaydı. Romanın kahramanı Tancred, M. Kemal’in yakın dostu Aubrey Herbert gibi İngiliz aristokrat bir ailenin çocuğuydu. Londra’daki monoton hayatından sıkılmıştı. Haçlı ataları gibi Kutsal Topraklara gidip Hristiyanlığın köklerini araştırmak istemişti. Yahudi bir bankerin kızı Eva’ya aşık olmuştu. Çeşitli maceralardan sonra gittiği Sina Dağında kendisine bir melek görünmüştü. Melek, “Sen bütün dinleri birleştirecek peygambersin” demişti. Kız arkadaşı Eva, Tancred’a Akdeniz medeniyetinin kurulmasında Hristiyanların Yahudilere çok şeyler borçlu olduğunu anlatmıştı. Roman bu şekilde devam ediyordu.
Kendisine bir şeyler görünenlerden biri de Aubrey Herbert’tı. Yukarıda da ifade ettiğim gibi Aubrey Herbert, M. Kemal’in en yakın arkadaşlarındandı. Aristokrat bir casus ve Tapınak Şövalyesiydi. Dedeleri (Lord Carnarvonlar) asırlar boyunca İngiltere Farmasonlarının üstadı olmuştu. Aubrey, İttihat ve Terakki Komitesi’nin lideriydi. 1908 İhtilalini organize etti. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından kendini ölmüş gibi gösterip adını John G. Bennett olarak değiştirdi. Bennett, yeni kimliğiyle kendini dinleri birleştirmeye adadı. Farmason Gurdjieff’in talebesi oldu. ‘Witness’ (Şahit) adlı oto-biyografisinde kendisine Hazret-i İsa’nın gözüktüğünü ve “Kilisemle İslam’ın birleşmesi benim iradem” dediğini anlatmaktadır. Bennett, Türkiye başta olmak üzere İslam dünyasındaki çoğu tekke şeyhi ile yakın irtibattaydı. Bu da Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında artık neredeyse tüm tekkelere sızılmış olduğunu veya en azından bu tekkelerin asıl maksadından sapmış olduğunu göstermektedir.
Haşhaşilerden gelen inancı/felsefeyi bir kenara koyarsak dinleri ortadan kaldırmanın Illuminati için asıl faydası, meşhur İngiliz misyoner David Livingstone’un ifadesiyle, “sanayinin verimli tatbikatını aksatan adetlerin ya da batıl inançların yıkılmasıdır”. Bu insanlar, dünyadaki kültürel inkılabın ayrılmaz bir şekilde ekonomik inkılap ile bağlantılı olduğunu düşünüyordu. Yani dinlerin yıkılması, Illuminaticilerin daha çok para kazanması demekti. İngiltere bu maksatla sömürgesi Hindistan’daki Hindu ve Müslümanları Hristiyanlaştırmak için reformlar yapınca halk buna isyan etti. İngiltere bu isyanı çok kanlı ve zor bir şekilde bastırabildi. Bundan ders alan İngiltere, başlarına kendi adamlarını geçirerek sömürgelerinden çekilmeye ve reformları bu insanlara yaptırmaya başladı. Bu sayede reformlar kansız ve yumuşak bir şekilde yapılabiliyordu. Kan dökülse bile en azından bu kanı döken İngiliz askeri olmuyordu.
Illuminati’nin İslamiyet üzerindeki maksatlarını öğrenmek için Wilfrid Blunt’ın ‘İslam’ın Geleceği’ (1882) adlı kitabı birebirdir. Bu kitap, Blunt tarafından İngiltere Hükumeti ve kamuoyu için yazılmıştı. İngiltere’nin İslam’daki modernist akımları ve Vehhabilik/Kadıyanilik/Bâbîlik/Bahailik gibi yeni dinleri niçin desteklediği veya bizzat kurduğu, bu kitaptan anlaşılmaktadır. Cemaleddin Afgani’nin yakın dostlarından ve destekçilerinden olan Blunt bu eserinde, kurmuş oldukları Vehhabiliğin Sünnilik ve Şiiliği dışladığı için tesirsiz kaldığını, bu yüzden Sünni bünyenin içinden çıkacak birinin Cizvitlerin kurucusu Loyola’nın vazifesini yapabileceğini yazıyordu.
Sünni inancına göre kıyamete yakın Mehdi adında biri gelecek, adı Hazret-i Peygamberin adıyla, babasının adı da Hazret-i Peygamberin babasının adıyla aynı olacaktır. Mesih yani Hazret-i İsa gökten inecek ve Mehdi ile beraber Deccal’ı öldürecektir. Mehdi, tüm dünyaya İslam’ı tekrar hâkim kılacaktır. İslam’daki bu Mehdi inancını anlatan Blunt, dinde reform için sahte Mehdiler kullanılabileceğini söylüyordu. Sultan II. Abdülhamid tahtta kaldığı müddetçe İslam’da reform yapılamayacağını yazan Blunt, Sultan tahttan indirildikten sonra hilafete karşı harekete geçilebileceğini, halifelikle saltanatı ayırmak için Jön Türklerin kullanılabileceğini ifade ediyordu. O da Cizvitler gibi “Aynı Tanrıya ibadet eden bu iki dini birleştirelim” diyordu.
Cemaleddin Afgani’nin dostu Wilfrid Scawen Blunt
Blunt’ın fikirleri ve çalışmaları netice verdi. Blunt’ın çalışmaları Mısır’da da meyvesini verdi. Afgani’nin talebesi ve Mısır Birleşik Mason Locası üstad-ı azamı olan Muhammed Abduh, Mısır müftüsü tayin edildi. Abduh’u bu makama tayin ettiren İngiliz banker ailesi Baring’in bir ferdi ve İngiltere’nin Mısır Konsolusu olan Lord Cromer’di. Lord Cromer, Blunt’ın aile dostuydu. Abduh’un verdiği fetvalar sayesinde İngiliz bankaları Mısır’da rahatça hareket edebildi. Afgani ve Abduh’un fikirleri daha sonra Mısır’da Müslüman Kardeşler hareketine yol açtı.
Netice itibariyle Sultan Abdülhamid tahttan indirildi ve hikâyemizin başında anlattığımız Nizarîlerin İmamı Ağa Han’ın yazdığı bir mektup sayesinde M. Kemal Halifeliği kaldırdı. Hemen ardından M. Kemal dinde reformlara girişti. Kur’an’ı, ibadetleri, hutbeyi, ezanı Türkçe’ye çevirmeye çalıştı. Türkçe hutbe hariç yaptığı hiçbir reform tutmadı, çünkü bunları cebren yaptırarak İngilizlerin Hindistan’da düştüğü hataya düşmüştü. Fakat İslam alfabesini Latin alfabesine çevirmesi ve gelenekçi hocaları tasfiye etmesi çok tesirli oldu. Günümüzde artık Sünni Müslümanları bir arada tutan ve bu inancı muhafaza eden bir halife yok. Sünni inancın temelini teşkil eden dört mezhep (Hanefî, Şafii, Maliki, Hanbeli) ve bu mezheplerin âlimlerinin yazdığı kitaplar ve koydukları kaideler göz ardı ediliyor. Müslümanların çoğu Sünni olmasına rağmen onlar da bu kitapları okumuyor ve öğrenmiyorlar. Yani günümüzde İslamiyet modernist fikirlere ve hocalara oldukça açık. Haşhaşiler ve Haçlı seferleri ile başlayıp halifeliğin kaldırılması ile biten bu yolculuğumuzu, Blunt’ın kitabındaki son sözleri ile bitirelim; “Esas nokta şu ki, İngiltere, Asya’daki iyi şeyleri yok etmeyi değil geliştirmeyi kabullendiğine dair itimadı telkin etmelidir. Ne İslam’ı yok edebilir ne de onunla olan bağını koparabilir. Bu yüzden, Tanrı aşkına, bırakın İslam’ı ele alsın ve fazilet [modernizm/reform] yolunda iyice yüreklendirsin. Çünkü tek kıymetli ve tek akıllıca yol bu, hatta diyebilirim ki tüm Haçlı seferleri çağından daha kıymetli ve daha akıllıca bir yoldur”.
***
1843 yılında New York’ta bir araya gelen on iki genç Yahudi, B’nai B’rith adıyla kendi Mason tarikatlarını kurmuşlar ve locaları kısa zamanda Avrupa’ya da yayılmıştır. Yine 1860 yılında Rothschildlerin desteğiyle Paris’te Alliance Israélite Universelle adında bir cemiyet kurulmuştur. Kamondo Ailesinin yardımlarıyla Osmanlı coğrafyasının birçok yerinde okullar açan bu Cemiyet, Selanik’teki ilk şubesini 1864 yılında açmıştır. Alliance’ın Selanik’teki okullarında yetişenlerden biri de İtalyan Yahudisi avukat Emanuele Carasso’dur. Aynı zamanda B’nai B’rith’in Selanik’teki âzâlarından olan Carasso, 1890’lı yıllarda Mazzini’nin Genç İtalya modelini esas alarak, Sultan Abdülhamid’in idaresine karşı mücadele edenleri Genç (Jön) Türkler adıyla organize etmiştir. Daha sonra, Mazzini’nin de bağlı bulunduğu İtalya Büyük Doğu’nun Maşrık-ı Âzam Yardımcısı Ettore Ferrari, 1900 yılında İstanbul, İzmir ve Selanik’teki Mason Localarını ziyaret etmiş ve onları Sultan Abdülhamid tahta çıkınca girdikleri uykularından uyandırmıştır. Bu ziyarette yeniden faaliyete geçen localardan biri de Selanik’teki Makedonya Risorta (Diriliş) et Veritas Locasıdır. Locanın başına, daha sonra adını Türkçe ‘Karasu’ olarak değiştiren avukat Carasso geçirilir. Üstad-ı Azamlığını yaptığı locaya ilk katılanlar arasında Mithat Şükrü (Bleda), Mustafa Rahmi, İsmail Canbolat ve Alliance’ın Edirne’deki okulunda Türkçe muallimliği yapmış Mehmet Talat (Paşa) Beyler vardır. Bu kişiler ileride Genç İtalya hareketinin “Unione, Forza e Liberta! (İttihat, Terakki ve Hürriyet!)” sloganından ilham alarak İttihat ve Terakki Cemiyetini kuracaklardır.
Alliance Israélite Universelle’nin Selanik’teki Okulunun Yemekhanesi
Aubrey, babasının aksine Türkleri çok sevmektedir. Buna rağmen O da Jön Türkler gibi, İngiliz çıkarlarını hilafet politikası ile sık sık baltalayan ve Mezopotamya topraklarını vermeye yanaşmayan Sultan Abdülhamid’den hiç hoşlanmaz. Nitekim Jön Türk hareketini İngiltere adına O idare eder. Hareketin finansörlüğünü de dünürleri Rothschildler üstlenir. Aubrey, vaktinin tamamını neredeyse Balkanlarda geçirir. Bektaşi tekkelerinde yatıp kalkar. (Sabetay Sevi Balkanlara sürgüne gönderildiği için Dönmelerin hem Balkanlarda hem de İstanbul’da Bektaşi ve Mevlevi tekkeleri ile sıkı bağlantıları vardı.) O ve arkadaşları, Sultan’ın hafiyelerine rağmen Arnavut, Yunan, Bulgar ve Makedonyalı komitacıları kullanarak ayaklanmalar çıkartmayı başarır. Hepsine bağımsızlık vaat ederler. İstanbul’da patlayan bombalar ve ekonomik darboğaz Sultan’ı iyice köşeye sıkıştırır. Makedonya Locası kısa bir zamanda Jön Türklerin toplanma yeri olur. Feyziye Mektebinin Müdürü Selanikli Cavid Bey gibi çok sayıda Dönme de Onlara katılır. (Ekonomik meselelerde bir deha olan Cavid Bey, Rothschildlerin mutemetidir.) Balkanlarda ihtilal rüzgârları esmeye başlar. Mustafa Kemal de Şemsi Efendi’nin (asıl adı Şimon Zwi) mektebinde laik eğitim almış genç bir subaydır. (1906 yılında Kudüs’te Eliezer Ben-Yehuda ile tanışmış ve Osmanlıyı Batılılaştırma fikri zihninde tamamen şekillenmiştir.) Hürriyet fikirleri ile doludur, vatanı için bir şeyler yapmak arzusu ile yanıp tutuşmaktadır. Arkadaşı Ali Fethi (Okyar) gibi O da bu hürriyet rüzgârına kendini kaptırır. 1907 yılında İtalyan locasına kayıt olur ve Jön Türklere katılır. Ceddi gibi kendisi de farmason olan Aubrey, İstanbul’da kendisine bu camiadan birçok arkadaş edinir; M. Kemal de bunların arasındadır.
İsrail’in II. cumhurbaşkanı Yitzak Ben Zwi’nin Şemsi Efendi’nin ailesinden olduğu iddia edilmektedir.
Aubrey, kardeşi Mervyn ile beraber Selanik’teki hazırlıkları son bir defa gözden geçirir ve 1908 İhtilaline giden yol Arnavut Niyazi Beyin kumandasındaki birliklerin Resne’de isyan etmesiyle başlar. M. Kemal gibi Manastır Askeri İdadisi’nden mezun olan Niyazi Beyin başlattığı bu isyan, Makedonya’yı tutuşturan bir kıvılcım olur. Subaylar ve askerler ayaklanır. Locanın aldığı karar üzerine Mithat Şükrü, 23 Temmuz’da Siroz’a gelir. Saray’a meşrutiyeti tekrar ilan etmesi için telgraflar çekerler ve Resne, Debre, Makedonya ve Arnavutluk’ta meşrutiyet ilan ederler. Locanın azaları Selanik’te meşrutiyeti kutlayan konuşmalar yaparlar. Artık başka şansının kalmadığını gören Sultan, Meşrutiyeti yeniden ilan eder ve Meclis-i Mebusan’ı açar. İlanın ardından Makedonya Risorta Locasında şekillenen İttihat ve Terakki hareketi, siyasi bir fırkaya dönüşür. Aubrey, seçimleri izlemek üzere Kasım ayında İstanbul’a geçer.
II. Meşrutiyet ile beraber Osmanlı Siyonistleri, Dr. Victor Jacobson liderliğinde Aralık ayında İstanbul’da toplanırlar. İçlerinde İttihat ve Terakkinin Sekreteri ve mason Nesim Mazliyah, artık Selanik mebusu olan Carasso, Alliance’dan aldığı bursla Paris’te okuyan Hahambaşı Hayim Nahum, Talat Paşa’nın sekreteri Nesim Russo ve Ze’ev Jabotinsky de vardır. Alınan milletlerarası Siyonist kararları kabul ederler ve bu hedeflere İttihat ve Terakki vasıtasıyla ulaşmaya karar verirler. Bunun için Sultandan kurtulmak gerekmektedir. Bu yüzden Fitzmaurice’in yardımıyla önce 31 Mart Vakası olarak bilinen ayaklanma gerçekleştirilir. Sonra bu ayaklanmayı bastırmak bahanesiyle, M. Kemal’in de içinde bulunduğu Hareket Ordusu İstanbul’a getirilir ve Sultan Abdülhamid tahttan indirilir. Aubrey, istihbaratçı bir mason olarak ilk operasyonunu kansız bir şekilde yüzünün akı ile tamamlarken bir yandan da geleceğin Atatürk’ünü tanıma fırsatı bulmuştur. Aubrey’in Jön Türk hareketini idaresi, 1916 yılında Oxford’tan arkadaşı istihbaratçı John Buchan tarafından Greenmantle adı ile romanlaştırılır.
Aubrey, 20 Ekim 1910’da 4. Vesci Vikontu John Robert William Vesey’in kızı Mary Gertrude ile evlenir. Annesi, Onlara Somerset’te Pixton Park adındaki büyük araziyi ve içindeki malikâneyi; kayınvalidesi ise Londra’da umumiyetle asilzadelerin yaşadığı Berkeley Meydanı’nın hemen yanındaki Bruton Sokak’ta 28 nolu evi hediye verir. (Aubrey’in babası da bu meydandaki 13 nolu evi almıştı, fakat 13 rakamından hoşlanmadığından olsa gerek nosunu 12A olarak değiştirmişti.) Aubrey evlendikten sonra siyasete girmeye karar verir ve Güney Somerset’ten muhafazakâr milletvekili seçilir. Ömrünün sonuna kadar da milletvekili olarak kalır. Parlamentodaki en yakın arkadaşları, İstanbul’da beraber çalıştığı Mark Sykes ve George Lloyd’dur. Avam Kamarasında Türkçe’yi en iyi konuşan ve Türkleri en iyi tanıyan Odur. Bu yüzden, Haziran 1911’de V. George’un taç giyme merasimi için Londra’ya gelen Şehzade Yusuf İzzettin Efendi’ye de refakat eder.
Aubrey Herbert’ın karısı Mary
İttihatçıların iktidara gelmesi ile imparatorluk çatırdamaya başlamıştır. Bu tecrübesiz idarecilere karşı ilk isyan, yıllardır İngilizler tarafından karıştırılan Yemen’de çıkmış; İmam Yahya liderliğindeki Yemenliler ayaklanmıştır. (Aubrey’in Boxton Ailesinden Leland Buxton ile beraber 1905 yılında Yemen’i ziyaret ettiğini bilmekte fayda var.) Yüzbaşı İsmet (İnönü) Beyin de yer aldığı bir askeri harekât ile bu isyan bastırılmış; fakat Yemen’e idari serbestlik tanımak mecburiyetinde kalınmıştır. Tam Yemen meselesi halledildi derken bu sefer de İtalya, Libya’yı işgal eder. Mustafa Kemal ve Ali Fethi gibi subaylar gizli bir şekilde Libya’ya geçip İngiltere’nin desteğiyle İtalyanlara karşı direniş gösterseler de muvaffak olamazlar ve Osmanlı İmparatorluğu Kuzey Afrika’yı tamamen kaybeder.
Sultan Abdülhamid’den kurtulan İngiltere, Libya’dan sonra hiç ara vermeden Balkanları ihtilale hazırlamaya başlar. Bu maksatla her bir Balkan devleti için bir masa oluşturulur ve buraya o milletin dilini ve kültürünü en iyi bilen kişiler seçilir. Aubrey ve Edith Durham Hanımın payına da büyük petrol rezervleri ve zengin madenleri olduğu rapor edilen Arnavutluk düşer. (Daha sonraları İngiltere Hükümetine ait Anglo-Persian Oil Company, ülkedeki petrolü yetersiz bulacak ve Arnavutluk petrolünü İtalyanlara bırakacaktır.) Aubrey, bu politika doğrultusunda sık sık Balkanlar’a seyahat eder ve İstanbul’da vazifeli iken tanıştığı ve 1908 İhtilalinde büyük hizmeti geçen Arnavutlar (Esad Paşa Toptani, İsmail Kemal (Vlora), vb.) ile görüşür. Arnavutlar, iktidardaki İttihatçıların yanlış politikalarından bîzârdır. Aubrey’in desteğiyle Osmanlı’ya karşı ayaklanırlar ve nihayet 1912’de Arnavutluk istiklaline kavuşur. Arnavutluk işini halletmenin verdiği rahatlıkla Aubrey, karısı ile İstanbul’a gelir, birkaç hafta kaldıktan sonra İtalya Portofino’daki villasına geçer. M. Kemal ise ileride İsrail’in ilk başbakanı olacak David Ben-Gurion ve ikinci başkanı olacak Yitzhak Ben-Zvi ile İstanbul’da siyasi faaliyetlerde bulunmaktadır.
Ertesi sene Enver ve Talat’ın Bâb-ı Ali baskınından sonra Aubrey yine İstanbul’a gelir ve o kışı İstanbul’da geçirir. Böylece Enver ve Talat gibi birçok eski dostu ile hasret giderme imkânı bulur. (İktidarı ele geçiren Enver ve Talat, Osmanlı ordusunu Almanlara, donanmasını da İngiliz mütehassıslara teslim eder. Mesela Rothschildlerin Vickers firması Haliç’teki Osmanlı cephaneliğini modernize etme işini alır. Bununla beraber Cihan Harbinden evvel İngilizlere sipariş verdikleri iki geminin teslim edilmemesi, İttihatçıların kalbini çok kıracaktır.) 1914 yılı Mayıs ayında Londra’da düzenlenen Balkan Konferansında İsmail Kemal, kendilerine istiklal yolunu açan Aubrey’e Arnavutluk tahtını teklif eder. Fakat krallık kolay değildir, başına bir sürü masraf açacaktır. Hariciye Sekreteri de itiraz edince bu teklifi reddeder. Tahta Romanya Kraliçesi olan halası Elizabeth’in ısrarı üzerine Prens William geçirilir. (Aubrey’in annesi Elizabeth, Amerika’da sefir olan kardeşi Sir Esme Howard vasıtasıyla Rockefeller’dan maddi yardım almış ve bu destek ile Aubrey’in ölümünden sonra da Arnavutluk’a hastaneler vs. yaptırmıştır.)
Aubrey’in dostu Marmaduke Pickthall ve arkadaşları, 1913 yılı sonunda İttihat ve Terakki’yi desteklemek için Londra’da Anglo-Osmanlı Cemiyeti’ni kurmuşlardır. Aubrey ve birçok milletvekili arkadaşı da buraya üye olur. (Müslüman bir farmason olan Marmaduke, Aubrey sayesinde İttihatçıları yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İttihatçılar bir ara Hem Marmaduke’ün hem de Aubrey’in adını İstanbul’da caddelere vermişlerdi.) Aubrey, İstanbul’a gidemediği zamanlar buradaki işlerini Talat Paşa, Rıza Tevfik (Bölükbaşı), İngiliz Rıfat diye bilinen Rıfat Müeyyet ve Mithat Paşa’nın oğlu Ali Haydar Bey gibi dostları vasıtasıyla yürütür. Yine aynı zamanlarda, altın sarısı saçları ve gök mavisi gözleri ile geldiğinden beri Sofya gecelerinin ve hanımlarının vazgeçilmezi olan Sofya Ataşesi M. Kemal ile dostluk kurma fırsatı bulur. Kendisini bir öğlen yemeğinde Balkanlardaki evinde misafir eder. Yemekte Albay Ronald F. Forbes’in karısı istihbaratçı Rosita da vardır. Yirmi iki yaşında genç ve güzel bir hanım olan Rosita’yı, M. Kemal’in ağzından laf almak için çağırmıştır. Rosita, yemekte M. Kemal ile Lord Allenby’in arasına oturur. Yemekte neler konuşulur bilmiyoruz ama Rosita’nın yanına oturan bu iki adam, kaderin bir cilvesi olarak sadece 3 sene sonra Filistin Cephesinde karşı karşıya gelecektir.
Selanik
Aubrey, elçilikte iken İngiliz dergilerine ‘Ben Kendim’ mahlası ile yazılar yazıyordu. En son yazdığı kitabına da aynı adı vermişti. ‘Ben Kendim’ adlı kitabında 1908 İhtilali hazırlıklarını şu şekilde anlatmaktadır;
“Mavi denizi ve selvileri ile Selanik, Olimpus için sadece bir ayak taburesi. O bir entrikalar ve zulümler şehri. İlk ziyaret ettiğim günlerde İstanbul’dan daha hür bir yerdi; o zamanlar şimdiki teyakkuz ve yaşayanların ekseriyetini teşkil eden, her zaman Türkiye’nin diğer tebaasından daha fazla hür olan ve aslında, ticari rakipleri olan Rumları ve Ermenileri katleden diğer insanlara can-ı gönülden yardım eden Yahudiler yoktu.
Yaklaşan fırtına henüz patlamamıştı; fakat homurtuları duyuluyordu. Büyük Doğu çalışıyordu. New York ile Selanik’in ayakkabı boyacıları arasında ve yine Selanik ile asi Arnavutlar arasında bağlantılar vardı. Talat, Fransız İhtilalinin literatürünü çalışıyordu; Karasso, farmasonlarla işbirliği halindeydi; Enver, Makedonya’nın dağlarında veya Körfez’de yüzen bir kayıkta taktiklerle meşguldu.
Umumiyetle Dönme olarak bilinen Selanik’in Yahudileri, Türk İhtilalinin hakiki sahipleriydi. İbrani olduklarını anlamak kolay; fakat inanç olarak tarif edilemiyorlar. Popüler hüküm, onların sözde Müslüman ve aslında Tevrat’ın ilk beş kitabının müritleri olduğuydu. Rimmon Tapınağında menfaat uğruna başlarını sallıyorlardı. O zamanlar, onların varlığını sadece Yakın Doğu’nun en gayretli talebesi biliyordu ve neticelerinin dünyayı sarsacağı bir ihtilalin asıl yazarlarının Dönmeler olduğu kehanetinde bulunacak hiçbir adam yoktu.”
Fırıncı ve Hamur
1908 İhtilali, arkasından 31 Mart Vakası, sonra da Enver ve Talat’ın 1913 darbesi. Osmanlı, arka arkaya ihtilaller yaşıyordu. Carasso, bu yaşananları 1913 yılı Eylül’ünde dostlarına şöyle anlatıyordu;
“Siz hiç hamur yoğuran bir fırıncı gördünüz mü? Bizi ve Türkiye’yi düşündüğünüzde fırıncı ile hamuru gözünüzün önüne gelmeli. Biz fırıncıyız, Türkiye de hamur. Fırıncı hamuru evirir çevirir, hızla çarpar ve tokatlar, yumruğu ile döver… Ta ki pişirme kıvamına gelene kadar. Bizim yaptığımız da budur. Bir ihtilal yaptık, sonra karşı bir ihtilal, sonra başka bir tane ve hamur kıvama gelene kadar muhtemelen yapmaya devam edeceğiz. Sonra onu pişireceğiz ve onunla besleneceğiz.”
M. Kemal ve Lord Allenby Yemekte
Aubrey’in arkadaşı Rosita Forbes, bu yemeği Appointment With Destiny (Kaderle Randevu) adlı kitabında anlatmaktadır. Bu hatıra aynı zamanda Aubrey’in yazısının ne kadar kötü olduğunu da göstermektedir;
O gün Aubrey Herbert’ten gelen çılgınca bir mektubu bana hatırlattılar. Noel Buxton (Bulgaristan’ın hakları için uğraşan, Leland Buxton ile aynı aileden bir parlamenter) ile beraber, hayalperest İngiliz’in dikkatinden kaçan başıboş Ermenilere bir son verirken, yanlarında – şeref misafirlerinin davetinde – kuvvetli bir şekilde ‘Onward, Christian Soldiers’ (İleri Hristiyan askerler!) şarkısını söyleyen Türk bir muhafızla antik Balkanları gezdiği söyleniyordu. “Sita!” diyordu mektup, “yarın öğlen yemeğini bizimle yemelisin. Gelen bir ‘mistake’ (İng. yanlışım) var ve onu sadece sen konuşturabilirsin.” Yazı her zaman olduğu gibi okunaksızdı; fakat davet karşı konulmazdı. O zamanlar yirmi ikiden fazla olduğumu düşünmüyorum. Yemek çok lezzetliydi. Mary Herbert mükemmel bir ev sahibesiydi. Lord Allenby ile yeni tayin edilen ataşe Mustafa Kemal’in arasına oturdum; fakat yemeğin doğru düzgün tadını çıkartamıyordum, çünkü hep mistake’i (yanlış)’ı arıyordum. Ev sahibimizin Küçük Asya’da bir sınır ve bir yığın toplantı ile mikado çöpleri oynamasına yardım eden Fransız olabilir miydi? Veya Filistin’den henüz dönen yakışıklı idareci miydi? Komplocu bir şekilde Aubrey’e müracaat ettim. “Hangisi yanlış?” diye sordum “ve benden ne yapmamı istiyorsun?” Şaşırmış duruyordu. İzah ettim. “Oh tatlım!” diye güldü, “Sana ‘nice Turk’ (hoş bir Türk) geliyor diye yazdım!”.”
M. Kemal ve Libya Konsolosu
M. Kemal, Libya’ya ilk defa 1911 yılında gelmemişti. 1908 İhtilalinden sonra İttihat ve Terakki Partisi onu propaganda için Trablus ve Bingazi’ye göndermişti. Bu ziyaretinde hususi olarak görüştüğü Trablus’taki İngiliz konsolosu J. Alvarez, Onu şöyle tarif etmektedir;
“O, beliğ ve akıcı konuşan bir hatip. Yaklaşık beş gün önce, gayet açık bir şekilde partisinin takip ettiği prensipleri ve hedefleri halka anlatırken şahit olmuştum. Halkın her sınıfından gelen temsilcilerden müteşekkil kalabalık dinleyici grubu, Onu coşku ile alkışlıyordu… Sonraki gün beni çağırdı ve Onun sessiz ve ağzı sıkı karakterini müşahede etme şansını yakaladım. Bana enerjik bir karakter ve azimli bir ruh hali intibası verdi, neticede ikisi de lazım olan bu kesin anarşik temayüllerin devam edeceğini bizzat müşahede etmiştim. Bu güvenimde sonradan haklı çıkacaktım.”
Aubrey ve Lawrence
M. Kemal, Çanakkale’den İstanbul’a çağrılmış, buradan da Sofya’ya arkadaşı Fethi Beyin yanına gitmiştir. Sofya’da iken 1916 Ocak’ında 16. Kolordu Komutanlığına tayin edilir. Lawrence ise Ruslar ile Osmanlı ordusundaki bazı subayları görüştürerek savaşmadan Erzurum’un Ruslara düşmesini sağlar. Erzurum’un kaybedilmesinin ardından M. Kemal, Doğu Cephesine gelir. Bu cephede iken ilk defa İsmet (İnönü) ile çalışmak ve Onu yakından tanımak imkanı bulur. (Rothschildler için Filistin’de toprak satın alan ve Alliance israélite’nin İsrail’deki okullarının kurucusu olan Albert Antebi, 1916 yılında Doğu Cephesindeki M. Kemal’in yanına gelir ve 2 sene yanında kalır.) Bu arada Enver Paşa’nın kendisinden sadece bir yaş büyük amcası Halil Paşa, Kut’ülamare’de General Townshend kumandasındaki İngiliz ordusunu kuşatmıştır. Hiçbir yardım alamayan ve sayıları on bini geçen İngiliz askeri çok zor durumdadır. Aubrey, bir generali satın almanın Onun bütün ordusu ile çarpışmaktan çok daha hesaplı olduğunu bilmektedir. Kahire’ye gelince Lawrence ile beraber Halil Paşa’nın yanına gidip çekilmesi ve orduyu serbest bırakması için Paşaya 1 milyon pound teklif ederler. Halil Paşa, Enver Paşaya danıştıktan sonra bu teklifi reddeder ve İngiliz ordusunun tamamını esir alır. Aubrey ile Lawrence, yaşadıkları bu hayal kırıklığına rağmen vazifelerine devam ederler. Arap İhtilalini gerçekleştirerek Arap Yarımadasını Türklerden koparmaya çalışırlar. İttihatçılar, istihbaratçı ve siyonist Macar Arminius Vámbéry’ın ortaya çıkardığı Pan-Türkizm fikrini sahiplendiği için işleri daha da kolaylaşır. Onların Arapları aşağılayan ve dışlayan Türkçülük politikaları kendilerine çok yardımcı olur.
Bu sırada Rus Çarı, Kafkasya-Bakü petrollerinin büyük bir kısmına sahip olan Rothschildlerin, aile dostları Jacob Schiff’in, Rockefeller’ın ve masonların desteklediği sosyalistlere karşı ölüm kalım savaşı vermektedir. 1905 İhtilalinin ardından Yahudiler üzerindeki baskısını iyice arttıran Çar, kendisine yardım getirmeye çalışan müttefikleri Çanakkale’yi geçemeyince 1917 yılı başında devrilir. Akabinde Bolşevikler iktidarı ele geçirir. Çarın devrilmesi, her ne kadar müttefik de olsalar İran petrolleri hususunda Rus Çarı ile problemler yaşayan İngiltere’nin işine gelir. İhtilalde, Carasso’nun ve İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerinin yakın dostu Alexander Parvus da mühim rol oynar. Masonların Fransız İhtilalinden beri süregelen monarşi devirme alışkanlığının Sultan Abdülhamid’den sonraki son kurbanı, Rus Çarı olur. Filistin meselesi ve Ortadoğu ve Kuzey Afrika petrolü Sultan Abdülhamid’in başını nasıl yaktıysa, Yahudi vatandaşlarına tatbik ettiği zulüm ve Bakü ve İran petrolü de Çarın başını öyle yakar. 1921 yazında M. Kemal, Çankaya’da Rosita Forbes’e Gelibolu’da yazdığı destanı anlatırken Çanakkale zaferinin açtığı neticeyi şöyle özetler; “Conk Bayırı İstanbul’a giden yolu tutuyordu. Ayrıca Yunanistan, Romanya ve Bulgaristan kararsızdı. Eğer o gün dört yüz yard daha gidebilseydiniz – ki karşınızda buna mani olacak bir şey yoktu – Rusya’ya giden yol açılabilirdi, yiyecek ve silah götürebilirdiniz. Belki bir ihtilal bile olmayabilirdi.”
Birinci Cihan Harbi başlayalı neredeyse 3 sene geçmiş, Mekke’den sonra bir diğer kıymetli şehir olan Bağdat’ın Mart 1917’de düşmesi Osmanlı İmparatorluğu’nun itibarını iyice sarsmıştır. Bağdat’ı geri almak için Nisan ayı içerisinde 7. Ordu adında yeni bir ordunun teşkil edilmesi kararlaştırılır. Ordu İstanbul’da kurulacak ve Temmuz ve Ağustos ayları içerisinde bölük bölük gelerek Halep’te toplanacaktır. Haziran ayında Başkumandan Vekili Enver Paşa başkanlığında yapılan bir toplantının ardından Mustafa Kemal Paşa, 5 Temmuz’da 7. Ordunun Kumandanlığına tayin edilir ve İstanbul’a gelir.
Hayvanlara olan merakı ile tanınan Baron Walter Rothschild
Uzayan savaştan bunalan sadece Türkler değildir. Baron Rothschild başta olmak üzere Siyonist Yahudiler, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için Başbakan Lloyd George’a sürekli baskı yapmaktadır. Bu yüzden Lloyd George, Rothschildlerin Vickers şirketindeki ortağı Basil Zaharoff vasıtasıyla Türklerle gizli ve Almanya’dan ayrı bir şekilde sulh yapmanın yollarını aramaktadır. Haziran ayında Enver Paşa, Abdülkerim adında bir adamı vasıtasıyla Zaharoff ile İsviçre’de görüşür. New York’ta bir bankaya 2 milyon dolar yatırılması ve kendisinin ve ekibinin sağ salim Türkiye’den ayrılması karşılığında Türk ordusunu Filistin Cephesinde ve Gelibolu’da belli bir sınıra kadar geri çekebileceğini söyler. Fakat bu anlaşma daha sonra muhtelif sebepler yüzünden yatar.
Bu sıralarda İsviçre’de Enver Paşa’nın adamından başka birileri daha vardır. M. Kemal’in arkadaşı Fethi Beyin de içinde bulunduğu İngiltere yanlısı bir grup, Zürih’te bir konferansta gizlice toplanmıştır. Grup, Enver Paşa’nın derhal devrilmesine ve İngiliz yanlısı bir hükümetin kurulmasına dair kararlar alır. Fethi Bey, İngiltere’nin Bern elçisi Sir Horace Rumbold aracılığıyla İngilizlere, Enver Paşa’ya karşı olan bir İttihad ve Terakki Cemiyeti mensubunun İsviçre’ye geleceğini ve bu delegenin salahiyetli bir İngiliz ile görüşmek istediğini söyler. Vickers’ın bir diğer ortağı ve Hariciye Sekreteri Arthur Balfour da Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasına izin vererek dünya Yahudilerinin desteğini almak istemektedir. Bunu fırsat bilerek Aubrey’i 17 Temmuz’da Cenevre’ye gönderir. Aubrey, İsviçre’nin muhtelif şehirlerinde buluştuğu Türklerle, Filistin karşılığında muhtemel bir sulh anlaşmasının şartları üzerine konuşur. İlk gün Fethi Beyin bahsettiği kişi ile görüşür. Fakat Hariciye Dairesine yazdığı raporlarda bu kişinin adını vermez. Sadece İstanbul’un ileri gelen ailelerinden birine mensup olduğunu ve iyi İngilizce konuştuğunu söyler. Belki de bu Fethi Beyin bizzat kendisidir, bilemiyoruz. Aubrey daha sonra da konferansa katılanlar ile görüşür. Görüşmelerden sonra 29 Temmuz’da Hariciye Dairesi’ne yazdığı zabıtta şu ifadeleri kullanır; “Bavulu biz alıyorsak Türklerin etiketi alması çok da mühim değil. Mısır’da tüm güç Lord Kitchener’ın elinde iken sekreteri fes giyiyordu. Mezopotamya ve Filistin bir fese değer.”
(Aubrey Herbert’ın bu sözleri, büyük bir imparatorluk olan Britanya’nın yeni politikasını göstermektedir. Machiavelli “Hükümdar” adlı kitabında der ki, “Kendi kanunları ve hürriyet içinde yaşamaya alışmış devletler ele geçirildiklerinde elde tutmanın üç yolu vardır: İlki onları ortadan kaldırmak; ikincisi gidip orada yerleşip oturmak; üçüncüsü vergiye bağlamak ve sana yöre insanın dostluğunu sağlayacak az sayıda kişiden mürekkep bir hükumet kurarak kendi kanunları ile yaşamalarına izin vermektir… Hür yaşamaya alışkın bir kenti başka yollara müracaat etmek yerine kendi halkıyla idare ederek elde tutmak daha kolaydır.” Britanya da aşağı yukarı bu üçüncü politikayı takip etmiş ve sömürgelerini cumhuriyetlere dönüştürmüştür. Bu devletler, Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası çatısı altında yine bir cumhuriyet olan Amerika’ya devredilmiştir.
Gladstone’un şu cümleleri bize bir fikir verecektir; “Kanada sadık ve dostça davrandığı için özerklik elde etmedi; özerklik elde ettiği için sadık ve dostça bir tutuma girdi.”)
İsviçre’deki görüşmeler bittiğinde M. Kemal de ordusunun başına dönmüştür. Döner dönmez Enver Paşa’ya bir rapor sunar ve kendisine ya Sina Cephesi Komutanlığı’nın verilmesini ya da vazifesinden azledilmesini ister. Çeşitli görüşmelerden sonra istediğini alamayınca yerine Ali Rıza Paşayı vekil bırakarak Ekim ayında İstanbul’a gelir. Harbiye Nezareti bunun üzerine M. Kemal’i 7. Ordu kumandanlığından alıp 2. Ordu Kumandanlığına tayin eder; fakat O bunu da kabul etmez ve İstanbul’da kalır.
Fitzmaurice ve Mark Sykes, İsrail’in kurulması için altyapı çalışmalarını tamamlamışlardır. Bunun üzerine Harp Kabinesi’nin Siyonist Sekreteri Leopold Amery; Britanya Siyonist Federasyonu Başkanı Chaim Weizmann ve Ze’ev Jabotinsky’in yardımıyla Filistin’de bir Yahudi devleti kurulabileceğini ifade eden ve Balfour Deklarasyonu olarak bilinen mektubu hazırlar. İngiltere Hariciye Sekreteri Arthur Balfour, İngiliz Yahudi Cemiyeti’nin reisi Baron Rothschild’e bu mektubu gönderir. Lloyd George da Allenby’den Noel hediyesi olarak Kudüs’ü ister. General Allenby Onu kırmaz ve yıl başına kalmadan 7 Kasım’da Gazze’yi ve 9 Aralık’ta da Kudüs’ü ele geçirir. Mustafa Kemal ise Veliaht Vahideddin Efendi ile beraber Almanya’ya ve döndükten sonra da tedavi olmak için Karlsbad kaplıcalarına gider.
İngiliz istihbaratının içinde siyonist Yahudilerin dünya ve İngiliz siyasetinde oynadığı role karşı çıkan birçok istihbaratçı vardır. Bunlardan biri de 1915 yılında Aubrey’in emri altında çalışan Harold Sherwood Spencer’dır. 1918 yılında Spencer, Alman istihbaratının homoseksüel temayülleri olan 47 bin İngiliz’e şantaj yaptığını ve Onları köstebek olarak kullandığını iddia eder. Bu İngilizlerin isimlerinin, Arnavutluk tahtına oturan Prens William’ın elindeki ‘Berlin Kara Kitabı’ adlı bir kitapta yazılı olduğunu söyler. Imperialist gazetesinin sahibi ve parlamenter Noel Pemberton Billing’i bu mevzuda makaleler yazmaya ikna eder. Billing bu hususta iki makale kaleme alır. Yazdığı ikinci makalede lezbiyenlikle suçlanan dansçı bir kadın, Billing’e dava açar.
Dava başlar başlamaz İngiltere’de ses getirir. Üstüne bir de Spencer mahkemedeki ifadesinde, eski başbakan Asquith’in eşinin adının da bu kitapta olduğunu söyleyince dava, İngiltere’de sansasyona yol açar. Asquith, bu makalenin Lloyd George’un bir oyunu olduğunu iddia eder. Böyle bir kitabın mevcut olmadığı yönündeki iddialar üzerine Spencer, Pixton Park’taki evinde verdiği bir partide Aubrey’in kendisine bu kitaptan bahsettiğini anlatır. Bunun üzerine, Aubrey ve ağabeyi Lord Carnarvon da mahkemeye çağrılır. İki kardeş, vekil olarak Londra’nın en iyi avukatlarından Edward Marshall Hall’ı tutarlar. Yine de dava, Billing lehine neticelenir. Billing ve Spencer beraat ederler. Aubrey ise seçmenlerince hem sapık hem de Almanlarla barış yanlısı olmakla suçlanır. İnsanlar birbirine, Aubrey’in Mons Savaşı’nda Almanlara esir düştüğü halde nasıl kolayca kaçabildiğini sormaya başlar. Dava sonunda Aubrey, seçmenlerinin nazarında oldukça itibar kaybeder. Seçilemeyeceğini anlayınca bir sonraki seçimde Güney Somerset’ten değil, Yeovil’den namzet olur.
Sultan Reşad’ın vefatının ardından tahta kardeşi Vahideddin Efendi geçer. Bu sırada M. Kemal de kaplıcadan dönmüştür, tebriklerini sunmak için Sultanın huzuruna çıkar ve bu görüşme neticesinde tekrar 7. Ordu kumandanlığına tayin edilir. Ağustos ayı sonunda Halep’e giderek ordusunun başına geçer. Aubrey, İtalya’da Arnavutluk meseleleri ile uğraşırken cephedeki dostu M. Kemal’i ihmal etmez. Filistin Cephesinde General Allenby, kuvvetlerinin dörtte üçünü toplamış Yafa’ya saldırmaya hazırlanmaktadır. İşte tam bu kritik zamanda 7. Ordu Kumandanı M. Kemal, Albay Lawrence ile birkaç kez görüşür. Ona, Türk ordusundaki İngiliz taraftarı subayların lideri olduğunu, Türklerin Balkanlarda ve Arabistan’da işi olmadığını, buraları İngilizlere bırakmaktan zevk duyacaklarını ve Anadolu’ya odaklanmaları gerektiğini anlatır.
Her millet kendi hudutları içerisinde yaşamalıdır. İmparatorluklar çağı sona ermekte, yeni dünya düzeni böyle icap ettirmektedir. Milletler artık kralların emri altında değil, bir cemiyet-i akvam çatısı altında birleşmelidir. Aubrey ve M. Kemal bu fikirdedir. Arap toprakları için Türk askerini kırdırmanın bir manası olmadığını düşünür M. Kemal. Bu yüzden Lawrence ile görüştükten sonra, zamanında Aubrey’in evinde beraber yemek yedikleri General Allenby’in taarruza geçmesi üzerine merkezde bulunan ordusunu, yanlarındaki ordulara haber vermeden geri çeker. Cephede açılan boşluktan geçen İngilizler, diğer orduları arkadan kuşatır ve Osmanlı Yıldırım Orduları Grubu tamamen dağılır. M. Kemal, istifa eden Liman von Sanders’in yerine Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirilmesine rağmen ertesi gün üç yaveri ile Şam’a geçer. 30 Eylül’de Şam’ı İngilizlere terk ederek oradan da Halep’e gider. Halep’te Baron Otel’in süitinde kalan M. Kemal, Sultana telgraflar çekerek derhal İngilizlerle sulh yapılmasını ve kendisine yeni teşkil edilecek kabinede yer verilmesini ister. Ardından emrinde sekiz bin askeri olmasına rağmen daha fazla kan dökülmesini istemez ve Halep’i savaşmadan teslim eder. General H. J. Macandrew tarafından tevkif edilir. Bunun ardından Osmanlı İmparatorluğu, Mondros Mütarekesini imzalayarak harpten çekilir.
Rothschildler ve Lloyd George
İngiltere’nin Rothschildlere milyonlarca pound borcu vardı. Lloyd George, belki de bu yüzden, Rothschildlerden hiç haz etmezdi. Peki, ne olmuştu da Lloyd George sonradan Rothschildlerin bir dediğini iki etmez olmuştu? Onun hikâyesi şöyledir;
1909 yılında Parlamentoda bütçe görüşmeleri esnasında Maliye Nazırı Lloyd George, izlediği politikalardan ötürü Lord Rothschild’e söz ile saldırır ve maliye politikalarında herkes Lord Rothschild’in ağzına baktığı için “Lord Rothschild bu ülkenin diktatörü müdür?” diye bağırır. Gel zaman git zaman Birinci Cihan Harbi başlar ve hükümet paraya sıkışır. Paranın da kimde olduğu bellidir. Lloyd George, eli mahkûm, “Lord Rothschild’e Onu görmek istediğimi söyleyin.” der. Sonra biraz düşünür ve “Hayır,” der, “Ben Onu görmeye gideceğim, hatta Ona sorun, beni görmek istiyor mu?”. Lord Rothschild ise “Ona gelebileceğini söyleyin.” diye cevap verir. Lloyd George, Rothschild’in yanına gider, Ondan özür diler ve o andan itibaren çok sıkı dost olurlar.
Siyonizm Hareketi
Siyonist Yahudiler ile İngiltere işbirliği halindeydi; fakat her İngiliz buna öyle sıcak bakmıyordu. Nitekim İngiltere Hariciye Dairesi’nden Eyre Crowe dünya Siyonizm hareketi hakkında görüşlerini şöyle yazıyordu;
“… bizim Siyonist-taraftarı siyasetimize ve Yahudi cemaatlerine olan umumi sempatimize gelince; tüm ihtilalci ve terörist hareketlerin kalbi ve ruhu değişmez bir şekilde Yahudilerdi; Bolşevikler ve Türk İttihat ve Terakki Partisi bunların en meşhur örnekleridir. Ayrıca herşey, Almanya’daki aşırı sosyalistlerin tamamen Yahudilerce organize edildiğini işaret ediyor. Güçlü bir milletlerarası organizasyon ile karşı karşıyayız…”
Herbert ve Asquithler
Herbert ve Asquith aileleri eskiden beri dosttu. Başbakan Asquith’in oğlu Raymond, Aubrey’in Oxford’tan arkadaşıydı. Aubrey, eşi Mary ile Onun sayesinde tanışmıştı. Karısı, hem Raymond’un kız kardeşinin arkadaşıydı hem de Asquith’in gelini Cynthia’nın kuzeniydi. Asquith’in Başbakan olduğu zamanlarda eşi Mary’nin, Başbakanlık konutu Downing Sokağı 10 numaraya sık sık gittiği bilinirdi. Cynthia, evlerinde verdikleri ve Aubrey ile karısının da iştirak ettiği toplu seks partilerini günlüklerinde anlatmaktadır.
Lloyd George’dan hiç haz etmeyen Asquith, Lloyd George hükümeti düşünce Aubrey’e şu bilmeceyi göndermişti: “Bir adamın sudaki köpekbalıkları arasında emniyet içinde banyo yapabilmesi için ne yapması gerekir? Cevap: Sırtına ‘Lloyd George Harbi kazandı’ diye dövme yaptırması gerekir. Çünkü hiçbir köpekbalığı bunu yutmaz.”
GİZLİ DÜNYA DEVLETİ
“Gizli Dünya Devleti Dünyayı Kimler Yönetiyor”, diye sormaktadır New York Times’ın çok satan yazarlarından Jim Marrs. Bu başarılı kitabında dünyanın en iyi korunan sırlarını inceliyor, gizli kabalları ve tüm zamanlar boyunca sürdürdükleri gücü açıklıyor.
Gerçeği ısrarla araştıran Marrs, bu grupların savaşları başlatabildiklerini ve durdurabildiklerini, borsaları ve faiz oranlarını altüst edebildiklerini, sınıf ayrımlarını kasıtlı olarak sürdürebildiklerini ve hatta akşam ana haber bültenlerini sansürleyebildiklerini, üstelik bütün bunları iyi amaçlar güttükleri sanılan CFR, Üçlü Komisyon, Bilderbergerler, CIA, Vatican ve hatta Birleşmiş Milletler aracılığıyla yaptıklarını açıkça gözler önüne seriyor.
Kendi kusursuz araştırmaları ve tarihsel kanıtlarla, Marrs günümüz komplolarını insanoğlunun tarih öncesi kökenlerine bağlayan gizemleri de ortaya koyuyor. Çoğu uzun zamandır halklardan gizlenen tarihsel bilgilerin sıra dışı bir senteziyle, bu kitap hayatlarımızı yöneten insanları ve organizasyonları gün ışığına çıkarıyor.
Rahatsız edici, kışkırtıcı ve son derece şaşırtıcı bir kitap olan Gizli Dünya İmparatorluğu, kim olduğumuz, nereden geldiğimiz ve nereye gittiğimiz konusunda inanılmaz bir dünya görüşü sunuyor.
İlgili kitapta bahsedildiği kadarıyla bilhassa son 400 yıl esnasında GDD`nin gelişme süresinde bilhassa Avrupa’yı kontrol eden Rotcilt ailesi, en önemli etkinlik merkez idi. Fakat 2.Cihan harbinden sonra dünya dengeleri değişince bu sefer ABD`deki Rockefeller ailesi ön plâna çıktı. Ve şimdi zamanla meydana gelen gelişmeler sonucunda GDD`nin genel yapısı içinde RT ve SANHEDRİN`in genel gözetimi altındaki dünyayı yöneten “70 Yeminliler Grubu” içinde en etkin merkez Rockefeller ailesi olmuştur.
Nesillerden beri ABD`nin en zengin ailesi olan, gittikçe servetlerini ve güçlerini geliştiren Rockefeller ailesi 5 kardeştir. Bu 5 kardeş ölçülemeyecek kadar büyük, muazzam bir servete miras olarak sahip olmuşlardır. Bu astronomik servetlerine dayanarak, güçlerini ve prestijlerini arttırdılar ve bütün dünyayı yönetmek için kendilerinin “Yeni Dünya Düzeni” dedikleri yeni bir dünyayı kurarak bütün dünyaya hakim olmayı gaye edindiler.
WINTHRP : (Bir süre önce evvel vefat etmiştir),
JOHN D III, NELSON : JOHN D III, Ailenin bugünkü reisi : “POLİTİK” Rockefeller, LAURANCE: Ailenin diğer bir kardeşi yıllarca süren bir plânlama ve ön hazırlıklardan sonra NELSON, bir seçimin her türlü tehlike ve rizikolarından korunmuş bir şekilde ABD Cumhurbaşkanı olarak Beyaz Saray`a gelmiştir.
Gizli Dünya Devletinin yöneticileri olan Rockefeller ailesinin, bu en üstteki fertlerinden birisinin Cumhurbaşkanı olması dahi aslında vakit israfıdır. Çünkü zaten Cumhurbaşkanlarını kendileri kontrol etmektedirler.
DOLAR MİLYARDERLERİNİN EFSANEVİ ZENGİNLİKLERİ
Bu konuyla ilgili olarak bu kitabın ekinde bulunan aynı başlıklar altındaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi; her türlü gizleyecek ve göz ardı edecek ve takiplerden kaçırılabilecek şekildeki tedbirlerin alınmış olmasına rağmen Rockefeller ailesinin zenginliği her türlü tahmin ve ölçünün üstünde efsanevi, astronomik, kısacası korkunç bir zenginliktir.
Zenginliklerini tesbit etmek, bilmek mümkün değildir. Çünkü bunlar ABD`deki vergi kanunlarını öyle tanzim ettirmişlerdir ki gerçekte kendileri ciddi bir vergi ödemezler. Çünkü servetlerini vergiden muaf “VAKIFLAR”a ve “EMANETÇİ KURULUŞLAR” = TREUH şirketlerine dağıtmışlardır. Sahip oldukları tröstlerin, vakıf ve emanetçi kuruluşların adedi 10 binleri aşmaktadır. Ayrıca bilhassa dünyanın en büyük banka ve şirketlerini kontrol etmektedirler. Dünyanın her yerinde sayılamayacak kadar çok gayri menkullere sahip bulunmaktadırlar. Rockefeller 100 yıldan beri petrol işletmektedirler ve 75 yıldan beri de Bankacılık yapmaktadırlar.
Nelson Rockefeller Cumhurbaşkanı olacağı zaman kamuoyu Rockefellerin efsanevi zenginlikleri hakkında büyük şüphelere ve kuşkulara sahip olduğu için Amerikan Temsilciler Meclisi Hukuk Komisyonu Nelson Rockefeller`in şahsi servetini tesbit için araştırma yaptı. Bu araştırmaya Rockefeller ailesinin zahiren hukuk danışmanı olarak görev yapan j.RlCHARDSON DÎLWORTH çıktı.
J.R.DlLWORTH 1958`de Rockefeller`in yanında çalışmaya başlamadan önce geçmişte mali basan ve siyasi etkinliklerin simgesi olan en büyük uluslararası kuruluşlardan KUHN VE LOEB & CO bankasının ortağı idi. Nitekim KUHN ve LOEB & CO `nün ortağı olan Jacob Schiff de daha önce Rusya`daki Bolşevik Devrim`i finanse etmişti. DÎLWORTH görünürde Newyork`taki muazzam bir bina olan “ROCKEFELLER PLAZA”nın 3 katını işgal eden “Rockefeler ve Partneller” adlı büronun başkanlığını yapmaktaydı. 3 büyük kata yerleşmiş olan bu büro gerçekte Rockefeller ailesinin şahıslarına ait esham ve tahvilat hareketlerini takip etmek için kurulmuş bir teşkilattır. Bu teşkilatta 154 uzman çalışmakta ve 15 üstün mali müşavir görev yapmaktadır. Bu mali müşavirler ayrıca 100 şirketin bağlı olduğu 70 milyar dolar sermayeye sahip iki veya üç şirkette de idare meclis üyesi olarak görev yapmaktadırlar. Temsilciler meclisi önündeki ifadeleri ile işte bu muazzam binanın ve teşkilatın başkanlığını yapan DÎLWORTH bir yan Rockefeller`in muazzam servetini verdiği karışık şemalarla anlaşılmaz bir hale sokmuş, diğer yan da Rockefeller`in bütün dünyayı ve dünya ekonomisini kontrol ettiğini örtbas edebilmek için dünyayı kontrol etmediklerini sadece bir ailenin servetinin daha fazla kâr elde edebilmesi için en iyi şekilde yönetmeye çalıştıklarını ifade etmiş ve aynı komisyonda ifade veren Nelson Rockefeller`de bunu teyiden eğer muazzam ekonomik bir gücün varlığına inanıyorsanız o mevcut değildir. Yatırımlara sahibiz ama kontrole değil, diyerek gerçekleri örtbas etmeye çalışmıştır. Rockefeller ailesinin sahip olduğu servet hakkında 29 Eylül 1916 “NEW YORK TlMES”ın ilk sayfasında ailenin o günkü reisi Peder Şah JOHN D. ROCKEFELLER`in petrol ortaklıklarının 500 milyon dolar ettiği Rockefeller`in Amerika Birleşik Devletleri`nin ilk dolar milyarderi olduğu haberi verilmişti.
Sadece bu meblağ yılda 5 gibi Rockefeller için en mütevazi bir ora gelir getirmiş olsa dahi 1975`de 25 milyar dolar yapar. Rockefeller ailesinin ve bugün bu ailenin reisi olan John D.III ROCKEFELLER`in GDD`yi yönetmek üzere ikamet ettiği New York`taki POCOTICO Hilst`teki yanmada takriben 3000 hektar büyüklüğünde olup GDD`nin idare merkezi Rockefeller ailesinin efsanevi zenginliği hakkında bir fikir edinmeye yeter. Bu yarımadaya giriş-çıkış yasaktır. Son derece kontrollüdür. Bu yarımadayı 1930`da Peder John D. Rockefeller inşa etmiştir. O gün bu arazinin değeri 50 milyon dolardı. Basın bu gizli yarımadaya ancak 1959 yılında Nelson`un oğlu Stewen`in düğününde ilk kez girebilmek imkanını elde etmiştir. Buraya girildiği zaman görüldü ki, bu arazinin içerisinde 112 km uzunluğunda özel yol vardır. Arazinin altında ayrıca bir yeraltı şehri bulunmaktadır. Burada Rockefeller ailesinin bütün gizli evrakları muhafaza edilmektedir. Arazinin üzerinde 75 tane saray tipi bina mevcuttur. Bu 75 binada 100 aile yaşamaktadır. Bu saray tipi binaların ve bahçelerin bakımı için 500 tam mesaili personel; hizmetçi, bekçi, bahçıvan ve şoför çalışmaktadır.
Ayrıca Rockefeller`in dünyanın bütün büyük şehirlerinde buna benzer bahçeler içerisinde sarayları inşa edilmiş bulunmaktadır. Bunlar Rockefeller`in ve ailesinin sahip olduğu ve kontrol ettiği akıllan durduran o korkunç servetin bir noktasını bile teşkil etmemektedir.
ROCKEFELLER EFSANEVİ SERVET SAHİBİDİR VE BÜTÜN DÜNYA EKONOMİSİNİ KONTROL ETMEKTEDİR.
Rockefeller Genel GDD içinde ve bu şekilde gösterilmiş olan dünyanın her yanına yayılan teşkilatlar desteği ve vasıtasıyla bütün dünyayı yönetiyor. Bu yönetim TRİLATERAL KOMİSYON vasıtasıyla yürütülmektedir.
Bu Trilateral=üç ayaklı teşkilatın:
1.Bir ayağı ABD, Rockefeller`in direk yönetiminde,
2.Diğer bir ayağı Avrupa`da yine Rockefeller`in kontrolü ve Trilateral`e mensup Yeminlilerin kontrolünde,
3.Diğer bir ayağı ise Japonya`da yine Rockefeller`in ve Trilateral`e mensup Yeminlilerin kontrolünde, Pasifik`teki Yeminlilerin kontrolü altındadır.
Yukarıdaki bölümde TRİLATERAL 3 ayaklı komisyon BİLDERBERG ve BUSINESS ROUND TABLE teşkilatları vasıtasıyla nasıl bütün dünyaya yayıldığı belirtilmiştir ve bu arada Avrupa ve Japonya ayaklarına mensup kuruluşlar arasında çeşitli dev müesseselerin yer aldığı zikredilmişti:
İTALYA`da: BİLDERBERG üyesi Yahudi GİOVANNİ AGNELLİ (Fiat Fabrikalarının sahibi),
FRANSA`da: Ünlü Yahudi ailesi BARON EDMOND DE ROTSCHİLD (Pek çok banka ve sanayi tesisinin sahibi).
Avrupa`nın ve dünyanın en büyük bankaları BANK OF MADRİD, BARCLAY`S BANK ROYAL DUTCH PETROLEUM` un TRİLATERAL`in Avrupa`nın ayaklarından olduğu belirtilmişti.
JAPONYA`da: SONY, TOYOTA ve MİTSUBİSHİ gibi dev şirketlerin Trilateral`in Japonya`daki ayağından sadece birkaçı olduğu belirtilmişti.
ALMANYA`da: bütün büyük kuruluşlarının en büyük ağır sanayi ve silah fabrikası şirketlerinin hammadde kaynaklarını elinde tutan şirketlerin kimya sanayinin dev kuruluşların hepsinin vaktiyle Hitler`i destekledikleri ve şimdi de Trilateral`in ayağı olarak Alman ekonomisi ye siyasetini kontrol ettikleri açıkça görülür.
Almanya için verilen bu tablo; Fransa, İngiltere, İtalya ve diğer Avrupa ülkeleri ve Japonya için de aynen öyledir. Ve şimdi de Sovyetlerin dağılmasıyla bitlikte eski Sovyet bölgelerinde aynı şekilde Trilateral`in büyük bir hızla kontrolü ele geçirmekte olduğu görülür.
GDD DÜNYAYI EKONOMİK BAKIMDAN NASIL KONTROLÜ ALTINDA TUTUYOR VE NASIL SÖMÜRÜYOR?
I. ÜLKELERİN MERKEZ BANKALARI İLE DÜNYAYI KONTROL EDİYOR VE SÖMÜRÜYOR
ABD`de Merkez BANKASININ=FEDERAL REZERVE`nin kurulması için GDD`nin yaptığı mücadele bu kitabın “EKLER BÖLÜMÜ”nde detaylı bir şekilde delilleriyle ortaya konmuştur.
Yine bu kitabın sayfa 219`daki açıklamalarıyla ortaya konan gerçekler şunlardır:
ABD`nin Devlet Borçlan (Özel Borçlar Hariç)
1980 yılında 980 milyar $ (980.000.000.000 $) idi.
1988`de 5 trilyon $ (5.000.000.000.000 $) oldu.
Bu yıllar arasında geçen 8 yılda, takriben 4 trilyon Dolar`lık borç da eski devlet borcu gibi uluslararası bankalardan yani GDD`den (yani Rockefeller ailesinden) alınmıştır.
Böylece 1989 yılında Devletin, borçları için ödediği
Yıllık faiz, 500 milyar $ (500.000.000.000 $) olmuştur.
Bu faiz GDD`ye gitmektedir.
Diğer yan bu kitabın 3. BÖLÜM`ünde ifade edildiği gibi sadece ABD`nin değil hemen hemen bütün dünya ülkelerinin Merkez BANKALARI GDD`nin kontrolündedir.
GDD`NİN ULUSLARARASI BANKERLERİ, ZAMANLA ÖZEL KURUMLAR OLARAK ÇEŞİTLİ AVRUPA MERKEZ BANKALARINI ELE GEÇİRDİLER
İngiltere Bankası, Fransa Bankası ve Almanya Bankası zannedildiğinin aksine o hükümetlerin özel mülkiyeti değil, devlet reisleri tarafından ödünç verilen kişisel monopollerdir. Bu sistemin hizmetçilerinden İngiltere Midl Bankası`nın genel başkanı Reginald McKenna, şöyle söylemektedir: “Paraları ve kredileri çıkaranlar ve dağıtanlar, hükümetlerin tedbirlerini yönlendirmekte ve halkların kaderlerini ellerinde tutmaktalar”. London Financia Times tarafından 26.09.1912 tarihinde son derece dikkat çekici bir örnek sunuldu: “Beş büyük bankanın başında bulunan yarım düzine adam, kısa vadeli hazine bonolarını yenilemedikleri takdirdi bütün hükümetin finansman yapısı çökebilir”.
GDD Uluslararası bankerler vasıtasıyla her Avrupa merice bankalarının her birine kontrol edici birer emanetçi yerleştirmişlerdir. Bu konuda Prof. Quigley şöyle diyor:
“Dünyanın Merkez Genel Bankalarının bağında bulunanların, başlarının dünya finansının asıl güç sahipleri olduğuna inanmamak gerekir. Aslında kendilerini bu konuma getirenler hakim Juvesment-Bankaların teknisyenleri ve ajanları olup, onlar tarafından her an görevden alınabilirler. Dünyadaki asıl malî güç, birleşmemiş olan şahsî bankaların kulisi arkasında kalan, (uluslararası veya büyük bankerler diye isimlendirilen)Juvestment bankerlerin elinde bulunuyor. Bu, merkez bankaların ajanlarından çok özel, güç sahibi ve gizli olan uluslararası iş birliği ve ulusal hâkimiyeti içeren bir sistem kurdu.... “ (Quingley, Tragedy Hope. sayfa 326-327).
Prof. Quigley, İngiltere ve Fransa bankalarının sahibi ola uluslararası bankerlerin, bankaların teorik olarak kamulaştırıldıklarında bile güçlerini muhafaza ettiklerinden de bahsediyor.
GDD`NİN ABD MERKEZ BANKASINI KURMAK İÇİN YAPTIĞI MÜCADELE
Tabiî ki, Avrupa ülkelerinin merkez bankalarını kontrolleri altına almış kişiler, benzeri bir müessesenin Amerika`da kurulmasını sabırsızlıkla bekliyorlardı. Devletimizin kurucuları, Amerika`yı para manipülasyonu kontrol etme gayretlerinden haberdar olup, uluslararası bankerlerle devamlı bir mücadele yürütüyorlardı. Başkan Jefferson, John Adams`a bir mektubunda şöyle diyordu: “ ... Bankaların, ordulardan daha çok tehli olduğuna inanıyorum...”
Başkan Jackson`un 1836 yılında Amerikan Merkez Bankası` lağvetmesine rağmen, Avrupalı sermayedarlar ve bunların Amerika ajanları yine de Amerika`nın para sistemini büyük ölçüde kontrolleri alta almayı başardılar. Gustavus Myers, History of The Great American isim kitabında şunu itiraf ediyor:
“Perde arkasında Rothschild`lerin Amerikan malî kanunlarını dikte etmekte uzun zaman tesirleri olmuştu. Kanun tutanaklarında, Amerika`nın eski bankasında güç sahihlerinin kendileri olduğunu ortaya çıkarmaktadır.”
İşte bütün bu merkez bankaları vasıtasıyla yeryüzündeki ülkelerin Dünya Bankası, IMF aracılığı ile aldığı borçlar, sonunda GDD`nin parasıdır. Ve böylece ülkeler dış borç faizi olarak her yıl GDD`ye milyarlarca dolar ödemektedirler.
Mesela, bugün Türkiye`nin resmi dış borcu 75 milyar dolardır. Özel bankalar ve sıcak döviz de hesaba katıldığı zaman toplam dış borç en az 100 milyar doların üzerindedir. Bu borcun faizi 13.5 milyar dolardır. Mısır`ın ödediği yıllık faiz ise 7 milyar dolar kadardır....vs. Bütün dünya ülkelerinin dış borçlan dikkate alındığında nasıl ABD, GDD`ye yılda 500 milyar dolar faiz ödüyorsa diğer ülkelerle beraber GDD`ye bir yılda ödenen faizlerin toplam değeri takriben 1 TRİLYON DOLAR`ı bulmaktadır.
II. YEŞİL KAĞIT=DOLAR
Diğer yan GDD, ABD`yi federal rezervin yani Merkez Bankasının kontrolü altında tutmaktadır. Federal rezervi ise istediği kadar yeşil kağıt yani dolar basmaktadır ve artık 1988`den itibaren Doların altınla hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Yani GDD`nin kontrolündeki dolar bütün dünyanın parası olmuş ve GDD istediği kadar yeşil kağıt basarak bütün insanlığı korkunç bir şekilde sömürmektedir.
Bugün ABD dışında takriben l Trilyon dolara tekabül edecek kadar yeşil kağıt bulunmaktadır. Bu kağıtlar verilmiş; karşılığında mal alınmıştır, alınteri alınmıştır yani yeryüzündeki 6 milyar insan böylece sömürülmüştür. Kaldı ki bu sömürü sadece dolarla-yeşil kağıtla yapılmamaktadır.
Yine uluslararası finans kuruluşları ve bankalar vasıtasıyla GDD dünyanın her yerine TAHVİLLER satmaktadır. Bu tahviller vasıtasıyla yeşil dolar toplanıyor, mal alınarak tekrar dünyaya yayılıyor. Takriben l Trilyon dolarlık dünya piyasalarında TAHVİLLER (san kağıt) tedavülde bulunmaktadır ve yine ayrıca bütün dünya ülkeleri dolar dünya parası yapıldığı için merkez bankaları ve özel bankaların da dolar olarak REZERV’ler tutmaktadırlar. Mesela Türkiye Merkez Bankası 13-15 milyar dolar REZERV tuttuğunu ilan etmektedir. Bu rezerv dolarlar aslında fiilen bu Merkez Bankalarının kasalarında muhafaza edilmemektedir.
E paralar yine GDD`nin uluslararası bankalarında tutulmakta, ülkeler merkez bankalarında şeklen tutuluyor gibi gösterilmekte ülkelerin merkez bankalarına sadece sizin hesabınızda bizde şu kadar dolar bulunmaktadır. İfadesini taşıyan bir (BEYAZ KAĞIT) verilmekte ve yeşil dolarlar bunlar elinden alınmakta bir kere daha dünya piyasalarına sürülerek (mal ve üretim) satın alınmaktadır
Böylece GDD bütün dünyayı YEŞİL Kağıt=DOLAR ile (TAKRİBEN TRİLYON DOLAR) SARI Kağıt=TAHVİLLERİ, ile (takbiren 1 TRİLYON DOLAR), BEYAZ Kağıt=REZERV`lerle (takriben 1 TRİLYON DOLAR), sömürmektedir.
Esasen GDD, ABD federal rezerv vasıtasıyla istediği zaman, istediği kadar dolar basıp, istedikleri yere verebilecek kontrol ve mekanizmayı ellerinde bulundurmaktadırlar.
İşte bu yüzden KABBALA`ya bağlı SİYONİSTLER GDD vasıtası) yeşil kağıt=dolara bilinen $ işaretini bu gaye ile vermişlerdir. Nitekim kitaptaki sayfa 179`da açıklığı gibi bu işaretin yukarıdan aşağı ( I ) çizgisi Siyonist sembollere göre “dünya hakimiyeti”ni ifa etmektedir.(S) harfi ise yine Siyonist inançlara göre “Kuyruğunu ısıran yılan”ı temsil etmektedir. Siyonist inançlara göre yılan kuyruğu ısırdığı zaman zafere ulaşılacaktır.
III. EKONOMİK KRİZLER VE BORSA DALGALANMALARI
Bu kitabın 3. bölümünde delilleriyle açıklığı gibi GDD plânlı ola ekonomik krizleri çıkartmakta (1907, 1929 Ekonomik krizleri) ... böylece bütün insanlığı astronomik ölçüde sömürmekte ve yine bölümde belirtildiği gibi GDD, dünya borsalarını kontrol altında tutmakta, periyodik olarak istediği zaman borsaları düşürüp hisse senetlerini toplamakta, sonra borsaları yükseltip bunları satmaktadır. Böylece borsa dalgalanmalarının hepsi GDD`ye milyarlarca dolar pompalayan bir emme basma tulumba gibi çalışmaktadır. Dünya borsalarındaki plânlı manipülasyonlarla GDD her yıl takriben l trilyon dolara yakın parayı her ülkede insanlardan almakta ve bütün dünyayı böylece sömürmekte ve kontrol etmektedir.
IV. ULUSLARARASI BANKALAR
Nihayetinde gerçekten uluslararası bankerler, özel kurumlar olarak çeşitli Avrupa merkez bankalarını ele geçirdiler. İngiltere Bankası, Fransa Bankası ve Almanya Bankası zannedildiğinin aksine o hükümetlerin özel mülkiyeti değil, devlet reisleri tarafından ödünç verilen kişisel monopollerdir. Bu sistemin hizmetçilerinden İngiltere Midl Bankası`nın Genel Başkanı Reginald Mc Kenna şöyle demektedir. “Paraları ve kredileri çıkaranlar ve dağıtanlar, hükümetlerin tedbirlerini yönlendirmekte ve halkların kaderini ellerinde tutmaktadırlar”
London Financial Times tarafından 26.9.1912 tarihinde son derece dikkat çekici bir örnek sunuldu: “Beş büyük bankanın başında bulunan yarım düzine adam, kısa vadeli hazine bonolarını yenilemedikleri takdirde, bütün hükümetin finansman yapısı çökebilir”.
Uluslararası bankerler Avrupa merkez bankalarının her birine kontrol edici bir maşa yerleştirdiler.
Dr. Quigley, İngiltere ve Fransa bankalarının sahibi olan uluslararası bankerlerin, bankaların teorik olarak kamulaştırıldıklarında bile güçlerini muhafaza ettiklerinden de bahsediyor.
Başkan Jefferson, John Adams`a gönderdiği bir mektubunda: “...Bankaların, ordulardan daha çok tehli olduğuna inanıyorum” diyordu.
Başkan Jackson`un 1836 yılında Amerika Merkez Bankası`nı lağvetmesine rağmen, Avrupalı sermayedarlar ve bunların Amerikalı ajanları yine de Amerika`nın para sistemini büyük ölçüde kontrolleri altına almayı başardılar.
V.ULUSLARARASI SANAYİ KURULUŞLARI, PETROL ŞİRKETLERİ, TİCARET ŞİRKETLERİ
GDD kendi kontrolündeki uluslararası dev sanayi kuruluşları; petrol şirketleri ve ticaret şirketleri vasıtasıyla her yıl yeryüzündeki bütün ülkelerin insanlarından milyarlarca dolar kâr etmektedir. Dünyanın her yerinde gerek TRİLATERAL yönetimi, gerek Bilderberg ve gerekse Bussines Round Table teşkili vasıtasıyla kontrol ettiği dev müesseseler hakkında bir fikir verilmiştir, bu kuruluşlar Tröstler ve Monopoller vasıtasıyla GDD yine yılda e takriben l trilyon dolardan fazla kâr etmekte ve bütün insanlığı bu monopoller vasıtasıyla sömürmekte ve dünya ekonomisini kontrol etmektedir.
VI. HARP SANAYİİ
GDD dünyanın harp sanayimi elinde tutmaktadır.
Bu kitabın Sayfa 340`da belirtilen, “SİLAH FABRİKALARI VE SAVAŞ MALZEMELERİ ÜRETEN SİYONİST ŞİRKETLER” listesinden de görüldüğü gibi Alman silah fabrikaları genellikle Siyonistlerin elindedir ve GDD’nin kontrolündedir.
Ve yine Sayfa 333`de KRUPP`un Siyonist banker ABRAHAM OPPENHEİM tarafından nasıl kurulduğu ve GDD kontrolünde yaptığı faaliyetleri, Sayfa 335`de ise ABD`nin en büyük silah üreticisi Siyonist BERNARD BARUCH`un GDD kontrolündeki faaliyetleri, Sayfa 336’da da Siyonistler tarafından uçak üretmek için kurulan LUFTHANSA` nın GDD`nin kontrolündeki faaliyetleri, Sayfa 341`de ise ABD`de ilk “ATOM BOMBASI”nın yapılışında ve kullanılmasında Siyonist RODBFERT OPPENHEİMER`in oynadığı rol ve GDD`nin kontrolü delilleriyle ortaya konmuştur.
KABBALA’ya bağlı Siyonistler için diğer milletleri yok etmek bir ibadettir. Bu inançla GDD harpleri körüklemektedir ve GDD`nin ve onun kontrolündeki müesseselerin bütün ülkeleri ve insanlığı sömürmek ve kontrol etmek kullıkları en önemli mekanizmalardan birisi de HARP SANAYİİ` dir.
Bu mekanizma vasıtasıyla GDD yine her yıl takriben 1 trilyon dolar sömürmektedir.
VII. DİĞER ULUSLARARSI MEKANİZMALAR
GDD yukarıda sayılanlardan başka ayrıca İATA`dan (Uluslararası spor organizasyonları federasyonu) Dünya Olimpiyat Komitesine varıncaya kadar, sayılamayacak kadar çok sayıda Uluslararası organizasyonlarla ve uluslararası bankalar vasıtasıyla her gönderilen paradan aldıkları komisyonlarla bütün insanlığı sömürmektedirler. Bu sömürüler de her yıl takriben l trilyon dolar düzeyine ulaşmaktadır.
SONUÇ: Yukardan beri yapılan açıklamalar GDD`nin bütün ülkeleri, insanları ve dünyayı, ekonomik bakımdan nasıl kontrol ettiğini ve nasıl sömürdüğünü açıkça göstermektedir.
NOT: GDD`nin bütün bu mekanizmalar vasıtasıyla yapmış olduğu yıllık sömürüyü kesin rakamlarla hesaplamanın imkanı yoktur. Buradaki l trilyon rakamları, bu sömürünün 100 milyarlarca doların çok çok üstünde olduğunu belirtmek için kullanılmış ifadelerdir.
GDD bir yan bütün dünya ekonomisini ve siyasetini bu mekanizmalarla kontrol ederken diğer yandan da kurmuş olduğu bu muazzam sömürü düzeni ile ülkeleri ve insanları kanını emercesine sömürmektedir. Bu muazzam meblağ dünyanın en zengin ülkesi olan 250 milyon nüfusun yaşadığı ABD`nin yıllık gayri safi milli hasılasından yani bir yılda ABD`de yapılan bütün üretimden çok daha fazladır.
Demek ki bütün insanlık (6 milyar insan), GDD tarafından korkunç bir şekilde sömürülmektedir. Yıllık takriben 7 trilyon dolarlık bu sömürünün manası, fert başına takriben yılda yeryüzündeki 6 milyar insanın her birinin 1200 $ ödemesi demektir.
Bu miktar dünyadaki fert başına milli gelir ortalamasının çok üstünde olup takriben Türkiye`deki fert başına milli gelir mertebesindedir.
Diğer bir ifadeyle yeryüzündeki herkes yıllık gelirinden fazlasını GDD`ye ödemek mecburiyeti içinde bulunmaktadır. Gelirini GDD`ye ödeyince geçimi için yeniden borçlanmak, bu borç için vereceği faizlerle bir fasit dairenin içinde gittikçe perişan hale gelmek mecburiyeti ile karşı karşıya bulunmaktadır.
İşte bu gerçekler karşısında Rockefellerin şahsi servetinin 100 milyar dolar veya l trilyon dolar olmasının ne önemi var? Çünkü o, aslında ve gerçekte her yıl GDD vasıtasıyla (Trilateral, Bilderberg, Business Round Table...vs. ile) bütün dünyayı 7 trilyon dolar sömüren bir mekanizmayı işleterek bütün dünya ekonomisini ve siyasetini kontrol ediyor.
13’LER KONSEYİ
Orta sınıf olmayacaktır sâdece egemenler ve hizmetkârlar olacaktır. Bütün kanunlar (dünyada), legal bir sistem altında, dünya mahkemeleri pratiğine bağlı olarak birleşik bir kanun (cezâ) koduna münâsib, uniform (tek biçimli) olacaktır. Bu kanunlar (işleyiş), Tek Dünya Hükümeti Polisi ve Tek Dünya Ordusu tarafından desteklenecektir ve bu tek dünyanın (millî) sınırları olmayacaktır.
Birçok komplo teorisyenine göre; dünyayı “13’ler Kraliyet Konseyi” denen dünyanın en zengin ve güçlü aileleri yönetmektedir. Dünya, 13’ler Kraliyet Konseyi’nin, 300’ler Komitesi’ne verdikleri emirler doğrultusunda yönetilmektedir.
İlluminati örgütünün hedefi, başkenti Kudüs olan tek bir dünya devleti kurmaktır. İlluminati’nin güç şebekesi, dünyanın en güçlü kişilerinden, yatırımcılarından, şirket başkanlarından ve siyasilerden oluşuyor. İç çember denilen en tepedeki 13’ler Kraliyet Konseyi’ne bağlı 300 kişi, 13’ler Kraliyet Konseyi’nin alt kadrosunda yer alıyor ve talimatlarını yerine getiriyorlar.
“İç çember” üyelerinin ortak özelliği: “Dış İlişkiler Konseyi, Bilderberg, Trilateral Komisyon, Mahson Tarikatı, Kafatası ve Kemik Tarikatı, Apsen Enstitüsü, Malta Şövalyeleri, Opus DEi, Roma Kulübü, Bohemian Grove, Dünya Ekonomik Forumu, Dünya Federalleri” üyesi olmaları. Yılda bir kez bir araya gelen İlluminati üyeleri, hedefledikleri dünya devletini kurmak için planlar yapıyorlar.
Bu planların içinde çeşitli ülkelerde ekonomik krizler çıkararak, ülkeleri sömürmek, savaşlar çıkarmak, çeşitli hastalıklar icat etmek, nüfus azaltıcı çalışmalar yapmak ve etnik temizliği desteklemek, “11 Eylül 2001 saldırısı” örneğinde olduğu gibi terör meydana getirmek ve “anti-terör” yasaları çıkarmak yer alıyor. Onların dili, sembolizm ve her yerde sembolleri var. Pergel ve gönye, obelisk, piramit, pentagram, 5 köşeli Yıldız, 6 köşeli Yıldız vb. işaretler, Washington’dan Vatikan’a her yerde... Hedefleri, haritaları değiştirmek ve insanları köleleştirmek.
İlluminati, aslında 13 adet eli kanlı ailenin referans ismidir. Tabiî ki, onların soyları da buna dâhil. İsrail’in 12 kabilesi ve bir de kayıp olan kabileye atıftır. Bu aileler, aynı zamanda birçok gizli teşkilâtın ve devlet bürokrasilerinin de üst düzey üyeleridir. İlluminati hiyerarşisi içinde çeşitli komiteler mevcuttur. Sıradan insanlar, bunu bilmezler ve daha kötüsü ilgilenmezler. İllumunati’nin en üst seviyedeki komiteleri, Konsey 3, Konsey 5, Konsey 7, Konsey 9, Konsey 13, Konsey 33, Büyük Mür’id Konsey, 300’ler komitesi (Olympians-Olymposlular) ve 500’ler komitesidir. Görüldüğü gibi, İlluminati üst düzeyi kendilerini ‘Olympos Pantheonu-Olympos İlâhlar Meclisi’ olarak kabul ediyorlar ve Eski-Yeni Dünya Düzeni’nin tepe noktalarında oturduklarını vehmediyorlar. 300’ler Meclisi’nin (Komitesi) amacı şöyle belirlenmektedir:
«Kalıcı, seçilmemiş (feodal sistem formunda, meclis tarafından atanmış) herediter (ailevî) oligarkların egemenliği altında, tek bir dünya hükümeti ve tek birimli para sistemi. Bu Tek Dünya antitezi (varlığı) içinde, kitleler, aile başına düşen çocuk sayısı gibi mevzûlarda kısıtlamalarla hudutlanacaklar ve hâkim sınıfların hizmetine uygun, 1 milyar kişi kalana dek savaş, hastalık, açlık gibi sebeplerle tecriden tasfiye olacaklardır.
Orta sınıf olmayacaktır sâdece egemenler ve hizmetkârlar olacaktır. Bütün kanunlar (dünyada), legal bir sistem altında, dünya mahkemeleri pratiğine bağlı olarak birleşik bir kanun (cezâ) koduna münâsib, uniform (tek biçimli) olacaktır. Bu kanunlar (işleyiş), Tek Dünya Hükümeti Polisi ve Tek Dünya Ordusu tarafından desteklenecektir ve bu tek dünyanın (millî) sınırları olmayacaktır. Sistem, Refâh Devleti temelinde yapılanacaktır; İtâatkâr olanlar ve hizmet edenler (işe yarayanlar) yaşamlarını sürdürme hakkıyla ödüllendirilecekler; çeteleşenler ise öldürülecek veya kanun dışı olarak ilân edileceklerdir. Bunun anlamı, bu ‘kanun dışı’ insanları herkes öldürebilme hak ve yetkisine sahip olacaktır (…be declared outlaws, thus a target for anyone who wishes to kill them). Şahsî ateşli silahlar yasaklanacaktır.»
Doların da üzerinde bulunan 13 kademeli piramit, dünyaya hakim olmak isteyen Siyonistlerin teşkilat şemasıdır. Bu işareti İlluminatlar ,1 Mayıs 1776 yılında sembol olarak almışlardı. Bu tarihe atıfta bulunmak için de piramidin en alt katına (dolar üzerinde) MDCCLXXVI tarihini atmışlardır. Bu, zannedildiği gibi bağımsızlığı simgelemez. İşte bu piramidin zirvesinde Lucifer; ya da kendi deyimleriyle “Evrenin Ulu Mimarı”nın gözü vardır. Altında üç kabalist; sırasıyla 13’ler meclisi, 33’ler meclisi, 300’ler kulübü vardır ve bunlar asla görünmezler. Hiç kimse bunların kim olduğunu bilmez. Onların altında yalnızca ucu görünen fakat kimsenin içinde ne olduğunu bilmememsi gereken ve de bilmeyen teşkilatlar gelir.
Yukarıda da bahsettiğimiz üçgenin içindeki göz sembolü, , nihâî gâyeyi temsil etmektedir. Nedir bu nihai gaye: Lusifer, yani Mason ilâhının gözü... Bu göz, “Cenâb-ı Hak, her şeyi görür.” gerçeğinin karşısında “Bizim ilâhımız da her şeyi görür, hatta her şeyi daha iyi görür.” iddiasını temsil etmektedir. Bu göz, Lucifer, yani Şeytan’ın gözüdür. Eğik bakmaktadır ve şaşıdır. Masonlar, birbirleriyle tanışmak için bu parolayı kullanmaktadırlar. Karşılaştıklarında toka yaparken bir yan sağ ellerinin baş parmağı diğerinin eline özel şekilde bastırmakta ve gözlerini de bu resimde olduğu gibi eğik olarak tutarak aşağıya doğru bakmaktadırlar. Siyonizm’in inancına göre Şeytan, Cennet’ten kovulduktan sonra şimdi yeryüzünde “Ben-î İsrail”e (İsrailoğulları’na) mensup insanlar vasıtasıyla (haşa) Cenâb-ı Hak’tan intikam alacakmış. Siyonizm’in temelinde işte böylece “Şeytana kulluk yapmak” yatmaktadır.
Bu piramidin en altındaki birinci basamağı“HUMANÎSMUS”, yani bütün insanlığı ifade etmektedir. Böylece bu piramit, Siyonizm’in bütün insanlığı, yani yeryüzündeki 6 milyar insanı nasıl kontrol ettiğini belirtmektedir. Bu piramitte de görüldüğü gibi dünya hakimiyetini tesis, bir diğer ifadeyle 6 milyar insanı yani bütün insanlığı kontrol için kurulan sistem gizlilik ve itaat esasına dayanmakta, en tepedeki yöneticilerin arzularının yerine getirilmesi plân ve programlarının uygulanabilmesi için bütün dünyaya yayılmış böyle bir piramit sistemi esas alınmıştır. Bu piramitte en alttaki insanlığın üstündeki kademeleri 3 grupta toplamak mümkündür:
1. Halkın içine giren ve yukarının emirlerini uygulayan saçaklar: Bunlar 3 kademe halindedir.
a. Rotary, Lion, Diner, Propeller ve YMCAb. Mavi Localarc. Önlüksüzm Masonlar
2. Ucu gözüken, büyük kısmı gizli olan kademeler. Bunlar, 5 kademedir:
a. B’nai B’rith ve Bilderberg Teşkilatları: Bu kademe, Ara Koordinasyon kademesi olup görünen en yüksek yönetim kademesidir.b. Büyük şark Locası: (Fransız mason locası teşkilatları)c. Komünizm: (Rusya mason locası)d. İskoç Locası Teşkilatı: l - 33° (İngiliz mason locası)e. York Locası Teşkilatı: (Alman mason locası)
3. Hiç görünmeyen gizli kademeler. Bunlar da 4 kademedir:
a. RT: (En üst gizli kademe: 3 Kabalistten müteşekkil en üst komuta kademesi.)b. 13’ler Meclisic. 33’ler Meclisi. 300’ler Kulübü Sanhedrin: (En üst yönetim meclisi).
En alttaki insanlık ile beraber bu kademeler 13 kademeyi oluşturmaktadır.
Bugün Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da, Filipinler’de, Thailand’da, Endonezya’da, Lübnan’da, Filistin’de, Özbekistan’da, Kırgizistan’da, Cezayir’de, Libya’da, Mısır’da ve Türkiye’de olup bitenler, TEK DÜNYA DÜZENİ’nin TEK RAKİBİ olan İSLÂM’ın hedefe konulduğunu çok net biçimde gösteriyor.
Silahlar çok muhtelif: The Tavistock Institute of Human Relations (Tavistock Beşerî İlişkiler Enstitüsü-Londra). Kadınların (Annelerin) çocuk yapmalarının sakıncalarını anlatıp özellikle yabancı ailelerin beynini yıkayan bir örgüt. Bu örgütün beyni, Fritz Springmeier ve 13 aileden birine mensub. CIA’nın da projelerinden biri olan “Slides” (projeksiyonlar) kavramını Springmeier de kullanıyor ve bunun amacının “şartlanmış tip”i (conditioned type) dünyada oluşturmak olarak açıyor. Zihni yok edilen et parçası insan! Yani, beyni yıkanmış, dumura uğramış, ahmaklaşmış tip. Bunun önemli bir versiyonu Mind Control (MC - Zihin Kontrolü). Tafsilâtı almak ve vehâmeti kavramak için İBDA Mimarı’nın “Telegram” isimli kitabına bakılmalıdır. İlluminati’nin eski zihin kontrolü direktörü Cisco Wheeler’a göre, MC programlarından olan ve Monarch (Monark) ve MK Ultra olarak isimlendirilen 10 milyon insan var.
Bu programlar, zihnî travmalar oluşturulmak suretiyle mankafalaştırma ve bilâhare köleleştirme esâsına dayanıyor. Bu projenin genel ismi ise Montauk projesi. Bu projede çok mühim bir rol üstlenen Al Bielek (yahudîdir) bu projede 10 milyon kadar gönüllü kurban kullanıldığını ve zihinlerinin denetim altına alındığını belirtiyor. Bunların büyük çoğunluğu (9 milyondan fazla) ABD’de yaşıyor. Al Bielek, ABD’nin her büyük şehrinde örtülü Montauk Programming ‘Centers’larinin (Montauk Programlama Merkezleri) olduğunu ekliyor.
Bu projeyi 200’ün üzerinde “think tanks” (kafa yorma kuruluşu) da finansal olarak destekliyor. Bu kuruluşların arasında Rand Corporation ve Brookings de var ve bunların hepsinin merkez üssü Stanford Research Institute (SRI, Stanford Araştırma Enstitüsü) - Menlo Park, California olarak belirleniyor.
Bu kurumların projeleri arasında, insanda çeşitli heyecânların manipülasyonu (manipulation of human emotions) oldukça öne çıkıyor. David Icke, “The Biggest Secret – En Büyük Sır” isimli kitabında, bu projede “korku” mevzusunun ziyâdesiyle işlendiğini ve insanların farklı tepkilerinin incelenerek nasıl çözüme ulaşıldığını anlatıyor. ABD’nin (kendi dışında) pilot bölge olarak Kosova’yı seçtiği ve buradan çok sayıda Arnavut’u ABD’deki merkezlere transfer ederek orada beyinlerini yıkadığı da Icke tarafından tesbit edilmiş durumda.
Seçilen kurbanlarda, belli bir iç çelişki düzeyi yakalandıktan sonra, onlara bu dünya üzerindeki demonik güçlerin (muhalif ve kötü güçler. Şeytânî güç) insanlığa zarar verdiği ve bunların tasfiyesinin şart olduğunun vurgulandığını ve insanların buna iknâ edildiğini Icke’den tâkip edebiliyoruz. Bu demonik güçler arasında kullanılan figürler şunlar: Adolf Hitler, Saddam Hüseyin, Miloshevich, Muammar Kaddafî, Usama Bin Ladin, Hugo Chavez vs. isimler var.
En son aşamada, kurbanlar bu ve benzeri isimlere karşı “freedom fighters” (özgürlük savaşçıları) olarak örgütlendiriliyor. Bunlar için, uyuşturucu şebekeleri, yerel ve genel kriminal çevreler serbest kılınıyor. NWO stratejistlerinin en çok basvurduğu yöntem bu Machiavellian yöntem. Silahlandırma, provokasyon yaratma, finanse etme vs. hepsi mevcud. En büyük propaganda kuvveti ise Medya.
13 Eylül 1999 tarihli Los Angeles Time gazetesinde, bir İlluminati alt örgütü olan Human Rights Watch (İnsan Hakları Zamanı. Saati) isimli yapı adına Yahudî Mike Jendrzejczyk şunları söylüyor:
«Barış muhafızlarının (güçlerinin) milisleri silahsızlandırma yetkisinin olması çok mühimdir ve her Endonezyalı asker, onlarla (Barış güçleri!) birlikte hareket etmektedir.»
Jendrzejczyk, “işbirlikçiliğin” önemine vurgu yapmaktadır. Barış muhafızları’yla işbirliği yapan Endonezya askerlerinin saldırdığı ve katlettiği insanlar ise Müslüman direniş güçleridir.
Bu “peacekeeping missions” (barış muhafaza misyonları) meselâ Yugoslavya’da hükümrân orduyu alaşağı etmişlerdir! Bu (misyonlar) UN Partnership For Peace (PFP. BM Barış İçin Partnerlik/İşbirliği) kurumundan başka bir şey değildir. Gönüllü ABD peşkirciliği yapan bu kurum(lar) dünya düzenine güzel güzel su taşımaktadırlar. Ama, kimse, ABD’nin Yugoslavya’ya Anthrax ve Chlamydia yaydığından bahsetmiyor. “Barış muhafızları” ise bu bakterileri veya mikroorganizmaları koruduklarını “bilmiyorlar”! Çünkü, oradaki her asker Anthrax’a karşı aşılanmış durumda.
Aynı şey, Körfez Savaşı’nda da oldu ve bir sürü mâsum hayatını kaybetti. Şimdi bakın, Irak’daki ‘barış muhafızları’ arasında kimler var: Japonlar, Güney Koreliler, Polonyalılar, Macarlar, Bulgarlar, İtalyanlar, Fransızlar, Nijeryalılar, Danimarkalılar, Kenyalılar, Nepalliler, Yeni Zelandalılar, Zimbabweliler, Rumenler, Moldowalılar, Gürcistanlılar vs. var. Bunlarin hepsi barış manyağı olmuş ve ABD-Britanya askerî düzeninin hizmetkârı olarak oradalar. Yeni Dünya Düzeni, işte bu.
Yeni Dünya Düzeni’nin uluslararası bankerler tarafından (Darvari ailesi, Rothschild hânedânı, Goldsmith hânedânı, Soros, Kaşıkçı ailesi, Dumba ilesi, Hagi Meitani ailesi, Mocioni ailesi, Raoul Wallenberg sülâlesi, Medici ailesi vs.) ve büyük ilâç kartelleri tarafından ciddî bir biçimde desteklendiğini belirtmek gerekir. Bunların arasında, Pfizer, Hoechst, GlaxoSmithKline, Bristol -Myers-Squibb, Johnson & Johnson, Wyeth gibi oligopoller sayılabilir. İngiltere Kraliyet Ailesi (The Royal Family of England), ve Windsor Mâlikhânesi (the House of Windsor) – ki, bu aile ve hâne Avrupa Kraliyeti’nin Germen Kolu’ndan gelir ve Saxe-Coburg-Gotha ailesi olarak da anılır. 1914 yılında isimlerini Windsor’a çevirmişlerdir- oligarşi içinde çok yüksek bir rol üstlenmişlerdir. Bu, İlluminati’nin en yüksek katlarından (upper strata of the İlluminati) biridir. İlluminati’nin sinir sisteminin merkezi (beyni) Londra’da olup Basel (İsviçre) ve Brüksel çevresel sinir sisteminin merkezleri (omurilik) olmaktadır.
Bu çarkın parçası olmayanlar tasfiye edildi: Kennedy, Ziya-ül Hak, Aldo Moro, Zulfikâr Ali Bhutto, Amiral Borda, William Colby vs.[2]
BİLİNEN TARİHİN BİLİNMEYEN YANLARI
Texas Üniversitesi tarih profesörlerinden Texe Marrs’ın “ilinen Tarihin Bilinmeyen Yanları” isimli kitabında;
1- Dünyayı yöneten Yahudi ailesi: Rotschild
2- Osmanlı devletinin planlı olarak nasıl dağıtıldığı
3- Arap birliğinin nasıl parçalara ayrıldığı
4- 1.Dünya Savaşı
5- Kukla Diktatör Hitler
6- 2.Dünya Savaşı
7- İsrail devletinin kuruluşu
8- Kennedy Suikastı
9- MOSSAD suikastları
10- 11 Eylül saldırıları başlıklarında net irdelemelerde bulunur.
DÜNYAYI YÖNETEN AİLE: ROTSCHILD AİLESİ
Çoğu kişi Rotschild ailesinin adını bile bilmez. Bu ailenin adı, ne Forbes dergisinin düzenlediği’Yılın Zenginleri’’ bölümünde yer alır, ne de dünya jet-sosyetesinin partilerinde geçer.Ancak birçok ülkenin diplomatı bu ailenin adını duydukları zaman beşdakika durmak zorundadır.Çünkü bu aile dünya tarihi sahnesinde 1590 yılından beri vardır ve dünya, bu Yahudi ailesinin çok gizli faaliyetleri neticesinde bugünkü şeklini almıştır. Çoğu kişi dünyada hiçbir ailenin böylesine bir gücü elinde tutabileceğine inanamaz. Çünkü bir ailenin böylesine siyasi ve ekonomik bir gücü nasıl elde ettiğini bilmiyordur. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki aile derken üç-beş kişilik çekirdek bir aileden bahsetmiyorum.
Rotschild ailesinin bugün 1000-1500 civarında ferdi olduğu bilinmektedir. Bu aile fertlerinin her biri, dünyanın gelişmiş, ya da gelişecekolanülkelerinde, çok derin faaliyetler sürdürmek üzere dağılmışlardır. Dünyada olan her siyasi ve ekonomik gelişmeyi, İsrail devletinin çıkarlarına uygun düşecek şekilde düzenlemek en kutsal görevleridir. Ailenin geçmişi 16.yüzyıla dayanıyor. Aile İngiliz Kraliyet Saraylarında kralın yaverliğini yapan bir aile olarak ortaya çıkıyor önceleri. Kralın izlemesi gereken siyaseti ve dış politika stratejilerinibu aile belirliyor. Sadece bununla da yetinmeyip kraliyet saraylarındaki tüm ihaleleri kazanarak bu ihaleleri başarıyla sonuçlandırıp, hatırı sayılır bir servetin de sahibi oluyorlar. İngiliz saraylarındaki kariyerleri sayesinde kolayca kazandıkları astronomik paralarla tarihin ilk bankacılık faaliyetini gerçekleştirip, İngiliz çiftçilerine de astronomik faizlerle tarım kredisi vermeye başlıyorlar ve 50 sene geçmedenneredeyse İngiltere devletinden daha zengin bir hale geliyorlar. Faaliyet alanınıiyice geliştirip derinleştiren Rotschild ailesi Avrupa’daki tüm imparatorlukların saraylarında söz sahibi oldu. Sadece İngiltere’de değil, Avrupa’nın dört bir yanında tarımla uğraşan insanlara yüksek faizle kredi vererek, altın ve gümüş komisyonculuğuyaparakservetlerini iyice büyütüyorlar. Ekonomik gücü, aklın ve mantığın sınırlarını zorlamaya başlayan Rotschild ailesi, daha da karanlık ve karlı bir işe girişiyor.
İşin adı “Savaşa giren devletlere faizle borç vermek”
Bunun ilk icraatını İngiltere-Fransa savaşında gerçekleştiriyorlar. İngiltere’ye savaşa girmesi için faizli borç olarak 35 ton altın veriyorlar. İngiltere, Fransa karşısında yeniliyor ve Rotschild ailesine olan borcunu ödeyemiyor. Borcun oluşturduğu mükellefiyetten dolayı, İngiliz Merkez Bankası yani Bank of England Rotschild ailesine devrediliyor.
Rotschıld ailesi İngiliz devletinin bu devretme işlemini bir şartla kabul ediyor:
İngiliz sterlinini kendilerinin basması şartı.
İngiliz hükümeti bu şartı o dönemde kabul etmek zorunda kalıyor ve İngiliz sterlinini basma yetkisi bu Yahudi ailesine veriliyor. Görünüşte ekonomi hakkında pek bilgisi olmayan arkadaşlar için bu durum pek bir şey ifade etmeyebilir. Para basma yetkisini başka bir kuruluşa ya da şirkete vermek demek aynı zamanda ülkenin bağımsızlığını da bu kuruluşa satmak demektir. Çünkü bir ülkenin bankası o ülkenin parasını basarken bastığı para karşılığında o ülkenin hazinesine değerli maden koymak zorundadır.
Örneğin; Türkiye Merkez Bankası, devlet matbaasında 20 YTL basıyorsa eğer, devlet hazinesine de 20 YTL değerindeki altını, elması ya da petrolü koymak zorundadır. Aksi halde basılan para, kağıt parçasından başka bir şey olmaz. İşte Rotschild ailesinin de yaptığı şey budur. İngiliz sterlinini basarak İngiliz hükümetine faizle borç olarak vermiş ve karşılığında altın ve elmas almıştır. Bu şekilde bir yılda 12 ton altın kar ettiği ekonomi tarihçileri tarafından söylenir. Rotschild ailesinin en büyük girişimi ise İngiltere ile Amerika’daki kolonilerin savaşı olmuştur. Savaş sırasında Rotschild ailesi çok gizli bir biçimde Amerikan kolonilerini desteklemiştir. Amerika’nın İngiltere’ye karşı direnişini yöneten kişilere yüklü miktarda silah yardımı yapılmış, İngiltere’nin bu savaşta yenilmesinin sağlanacağı garanti edilmiş ve karşılığında, kurulacak olan Amerika devletinin resmi para birimini basma yetkisi istenmiştir. İngiltere ile savaş konusunda çok umutsuz olan başkan Washington ve ekibi bu teklifi hiç düşünmeden kabul etmiştir. Aile böylece günümüzde tüm dünyada çok popüler olan Amerikan dolarını basma yetkisini elde etmiştir.
Savaşı Amerikan kolonileri kazanmış ve İngiltere Amerika’dan elini ayağını çekmek zorunda kalmıştır. Savaştan yenik çıkan İngiltere bu sefer Amerika’ya yardım ettiği için Fransa’ya saldırmıştır. İngiltere, Rotschild ailesinin kendilerine finansal destekte bulunacağına güvenerek bu savaşa girdiyse de Rotschild ailesinden umdukları desteği bulamamışlardır. Rotschild ailesi el altından Fransa’yı destekleyerek Amerikan kolonilerinin bağımsızlığını garantilemek istemiştir. Bir taraftan da İngiliz borsası üzerinde spekülasyona girişmiştir. İngiltere-Fransa savaşı sırasında borsada müthiş bir hareketlenme olmuş ve borsada oynayan halk, savaşı kazanacaklarını düşünerek girişimlerini arttırmışlardır. Bunu fırsat bilen Rotschild ailesi ‘’İngilizlerin savaşı kazandığı’’ iddiasını ortaya atarak İngiliz halkının her şeyini borsaya koymasını sağlamıştır. Ancak, generaller ve ordudan geriye kalanlar yurda döndüğünde, İngiltere’nin savaşta kaybettiği ortaya çıkmıştır. Borsa anormal derecede yükselmiş ve böylece kağıtları elinde tutan Rotschild ailesi bu ticaretten en karlı çıkan isim olmuştur. İngiliz tarihçilerin ‘’Kara eylül’’ diye nitelendirdiğ i bu olay ile Rotschild ailesi adeta İngiltere devletinin mülkiyetini ele geçirmiştir. İyice gelişen Rotschild ailesi, Kenan diyarında Tanrı’nın kendilerine vaad ettiği kutsal İsrail devletini kurmak için hazırlığa başlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin parçalanması için gerekli olan her şeyi yapmışlardır. Osmanlı devletine komşu olan ülkeleri finanse ederek Osmanlı’ya karşı savaşmaları için kışkırtmışlardır. Böylelikle sudan bahanelerle Osmanlıya saldıran Rusya, Avusturya ve diğer komşu devletler,Osmanlıyı askeri ve ekonomik güç olarak iyice yıpratarak azınlık unsurların ayaklanmasını sağlamışlardır.Osmanlı devleti nereye koşacağını şaşırmış ve neticede isyan eden azınlıkların ayrı devletler kurmasına engel olamamıştır. Osmanlının en çok dış borcu Rotschıld ailesinin sahibi olduğu Bank Of England bankasınadır. Osmanlı Devleti, Rotschıld ailesine olan borcunu ödeyecek durumda olmadığından Rotschıld ailesi bunu fırsat bilmiş, Osmanlıya iğrenç bir teklifte bulunmuştur. Sultan 2. Abdülhamit ile görüşen Lord Baron Rotschıld “Kudüs şehrinin, Filistin’in, Suriye’nin ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin, yeni kurulacak olan Yahudi devletine verilmesi karşılığında, Osmanlı devletinin tüm dış borcunu silme ve Balkanlar’da, Afrika’da kaybettikleri toprakları geri verme” teklifinde bulunmuş, ancak Abdülhamit teklifi şiddetle reddetmiştir. Abdülhamit, dinen böyle bir tutum sergileyerek büyük bir sevaba girmişse de Osmanlı devletinin yıkılma sürecini hızlandırmıştır. Daha sonraları Enver Paşa, Abdülhamit’in bu tutumunu tarihi bir hata olarak değerlendirmiş tir. Enver Paşa’ya göre Kudüs şehri ve Kenan diyarı Yahudilere geçici olarak verilmeli ve Osmanlı tekrar eski gücüne kavuştuktan sonra bu topraklar geri alınmalıydı. Osmanlı üzerine korkunç oyunlar oynanıyordu. Özetleyerek anlattığım bu süreçten sonra Rotschıld ailesi bütün gücüyle 1. Dünya savaşının çıkmasını tezgahlamıştır. Rotshıld ailesinin hesaplarına göre 1. Dünya savaşı ve Arabistanlı Lawrence’in faaliyetleri, Arapların birçok parçaya bölünmesi ve İsrail devletinin kurulması için yeterliydi. Savaş gerçekleşmiş, Almanların önderliğindeki İttifak devletleri grubu savaşı kaybetmişlerdi.
Rotschıld ailesinin hesapları tutmuş ve İsrail devletinin resmi kuruluşunun ilan edilmesine ramak kalmıştı. Ancak tarihi rüyaya çeyrek kala Rotschild ailesi ayrıntılarda küçük bir hata yaptığını fark etti.
İsrail devleti kurulmaya hazırdı ama, dağ ve ovalardan ibaret olan İsrail topraklarında kim yaşayacaktı? Avrupa’nın gelişmiş kentlerindeki rahatlığa alışmış olan Yahudiler, İsrail’de yaşamaya nasıl ikna edilecekti ? Esas sorun buydu. Bu sorunun giderilmesi için Rotschild ailesi radikal kararlar aldı ve yeni bir savaş için gerekli olan ortam hazırlanmaya başlandı.
KUKLA DİKTATÖR HİTLER’İN ORTAYA ÇIKIŞI VE 2. DÜNYA SAVAŞI
Almanya, Birinci Dünya savaşından adeta bir enkaz halinde ve oldukça demoralize bir biçimde çıkmıştı.
Devlet tüm ekonomik ve askeri gücünü kaybetmişti. Ve çok ağır yaptırımlar içeren savaş tazminatı anlaşmalarına imza atmışlardı. Ancak Almanya’nın borçlu olduğu ülkelerin merkez bankalarının Rotschild ailesine ait olduğundan Almanya nerdeyse sadece Yahudi Rotschild ailesine borçluydu.
Rotschild ailesi, Almanya’nın, bu yüklü borcun onda birini dahi ödeyemeyeceğini biliyordu. Rotschıld ailesi, Alman Merkez Bankasının kendilerine devredilmesi karşılığında dış borçlarının silinmesini teklif etti ve Almanlar teklifi kabul etmek zorunda kaldı. Aslında bu durum sonun başlangıcıydı. Bırakın savaşacak parayı ve silahı, savaşta askere alacak erkek vatandaşı bile kalmayan Almanya tekrar tüm dünyaya kafa tutacak gücü nereden ve nasıl bulabilirdi ?
Bunun için ancak Tanrının yardımı gerekirdi. Ancak daha onlar intikam planını yapmadan önce, Rotschild ailesi onlar için çok gizli bir plan yapmıştı bile. Bu plana göre sahte ama çok inandırıcı bir faşizm rüzgarı Avrupa’da esecek ve Yahudilere en ince ayrıntısına kadar planlanmış bir şekilde şiddet ve baskı uygulanarak İsrail’e göç etmeye mecbur bırakılacaklardı . Bu planın ilk bölümü Almanya’nın ekonomisinin ayağa kaldırılması ve hızla silahlanmasının sağlanmasıydı. Muazzam bir ekonomik ve askeri güce kavuşan Almanya’nın başına 1. Dünya savaşında er olarak savaşan fanatik milliyetçi Hitler getirildi. İtalya ise Alman Faşizmi’nin etkisi altında kalmış ve iktidara Mussolini gelmiştir.
Mussolini’nin iktidara gelmesi Rotschild ailesinin bir planı değil kendiliğinden gelişmiş bir olaydı ama bu durum Rotschıld ailesinin ekmeğine yağ sürmüştü.Hitler, hitabet yeteneği ve ürkütücü karizması ile Alman halkını yediden yetmişe peşinden koşturmuştur. Hitler’in konuşmalarında ve toplantılarında ise şaşırtıcı bir biçimde ana hedef Yahudilerdir. ara kurban topluluk ise ayrıca çingenelerdi. Ana hedef ise zengin olan Polonya Yahudileri idi.
Hitler’in iktidara gelmesinden önce kardeş gibi bir arada yaşayan Alman ve Yahudi halkları birbirlerine hiçbir zararlarının dokunmamasına rağmen oluşturulan yapay kaos ortamı yüzünden birbirleri ile kanlı bıçaklı hale gelmişlerdir. Savaştan önce Yahudi işadamlarına Nazi gençlerinin düzenlediği saldırılar, ev kundaklamalar ve cinayetler ortamı iyice germiştir. Zengin olan Yahudiler bir yolunu bulup Almanya’yı terk etseler de, fakir olan zararsız Yahudiler bir yere gidecek paraları olmadığından oldukları yerde kala kalmışlardı .
O dönemler savaş dönemleri olduğundan Almanya’nın dışına çıkmak için büyük paralar ve bazı önemli bağlantılar şarttı. Hitler savaşı başlatmış ve Almanya’nın sahte intikam harekatı başlamıştı. Almanya savaşın ilk yıllarında başarı göstermiş ve Fransa, Yugoslavya, Çekoslovakya, Avusturya ve Belçika gibi ülkelerin tamamını çok kısa sürede ele geçirmişti. Özellikle Paris’e 2 saatte giren Nazi orduları İngiltere ve İspanya’nın iyice ürkmesine neden olmuştur. İngiltere’yi hava saldırıları ile darmadağın eden Nazi orduları bir taraftan da sözde Yahudi soykırımı yapmaya başlamıştır.
Yahudiler bir bir katledilmiş ve imha fırınlarında yakılmıştır. Ortada öyle korkunç bir ortam vardır ki, savaştan sonra bölgeyi teftişe gelen Amerikalı generaller bile uçaklarından iner inmez havadaki pis kokudan dolayı hava alanında kusmuşlardır. Havadaki pis kokunun nedeni ise sürekli olarak yakılan insan cesetleri ve çürümüş cesetlerdir. Savaştan sonra tam bir korku ülkesine dönen Almanya’da ortaya atılan iddialara göre neredeyse hiç Yahudi bırakılmamıştır. Ancak Sovyet araştırmacıla durumun hiç de öyle olmadığını savaşta katledilenlerin sadece ‘in Yahudi olmadığını çarpıcı belgelerle kanıtlamışlardır. Bu belgelere göre savaşta öldürülenlerin çoğu ermeni,çingene ve Polonyalılardı . Geriye kalan zengin Yahudiler Rotscild ailesinin kurduğu paravan şirketler aracılığı ile ve Amerikan askerlerinin denetiminde, gizlice (Amerika’ya değil) İsrail’e kaçırılmışlardır. İsrail’e getirildikleri dönemden İsrail devleti kuruluncaya kadar olan süreçte tabiri caizse Allah’ın dağında prefabrik usulü yapılmış evlerde kalmışlar ve büyük zorluk çekmişlerdi. Kaçmak için girişimlerde bulunanlar ise Tevrat’ın emrettiği bir biçimde idam edilmişlerdir. Neticede yaratılan sahte milliyetçi bir hava ile sözde Yahudi soykırımı yapılmış, tüm dünyada Yahudilere yönelik şiddet eylemlerine girişilmiş ve Yahudiler İsrail’e göç etmek zorunda bırakılmışlardır. Yani Rotschild ailesi 1. Dünya savaşında yarım bıraktığı işi 2. Dünya savaşında tamamlayabilmiş tir. Aşırı dindar bir aile olan Rotschild ailesi, kendilerine göre, Tanrı’ya olan sözü yerine getirmiştir.
BAŞKAN KENNEDY’NİN ORTADAN KALDIRILMASI
2. Dünya savaşından sonra kurulan İsrail devletinde her şey 1960 yılında John Fitzgerald Kennedy’ nin Amerikan başkanı olmasından sonra değişmiştir. Kennedy Amerikan tarihinin en genç Başkan’ıdır ve aynı zamanda ilk katolik Başkandır. Kennedy’den önce Amerika’da katolik bir Başkan hiçbir zaman olmamıştır.John F Kennedy’nin babası olan Joseph Kennedy de politikacı olup aynı zamanda İngiltere büyükelçiliği yapmıştı. Ne babası, ne de Başkan Kennedy Yahudilerle iyi geçinemiyorlardı. Babası büyükelçilik yaptığı dönemde Londra’da Yahudilerin boy hedefi haline gelmiş ve çeşitli saldırılara maruz kalmıştı. Sigmund Rotschild, Kennedy’ye “Başkan seçildiğinde Ortadoğu’da İsrail tarafını tutan bir politika izlemesi karşılığında, milyonlarca doları bulan seçim kampanyası masraflarını karşılamayı” teklif etmiştir. Ancak Kennedy böyle bir teklifin bir daha yapılmamasını rica etmiş ve kendisini hakarete uğramış hissettiğini belirttirmiştir. Kennedy, İsrail lobisinin Amerikan devleti üzerindeki faaliyetlerinden son derece rahatsızdı. Kennedy’ye göre lobilerin faaliyetleri, Amerikan bağımsızlığına vurulmuş bir darbeydi.
KENNEDY İLE İSRAİL BAŞKANI BEN GURİON’UN NÜKLEER KAVGASI
İsrail kurulduğu günden beri Ortadoğu’da süper güç olma hayali ile hareket etmiştir. Bu yüzden İsrail Devleti hızlı bir “nükleer silahlanma programı” izlemeye başlamıştır. İsrail’in Dimona Çölü’nde kurduğu nükleer santralinde peynir-ekmek gibi atom bombası ve nükleer başlıklı füzeler üretmesi Başkan Kennedy’yi çok rahatsız etmiştir. İsrail’in nükleer füzelerinin Ankara, İstanbul, Şam, Tahran, Bağdat ve Riyad gibi şehirleri vuracak kapasitede ve menzilde olması Kennedy yönetimini önlem almaya mecbur bırakmıştır.
Kennedy, Ben Gurion’a yazdığı sert bir uyarı mektubunda ‘’İsrail’in nükleer programını durdurmaması durumunda Amerikan yönetiminin yaptırım uygulamaktan kaçınmayacağını belirtmiştir’ ‘. Ben Gurion da cevap olarak gönderdiği mektupta Kennedy’ye ‘’Genç Adam’’ diye hitap etmiş ve bazı ağır ithamlarda bulunmuştur. Bu mektuplaşmalar iyice çığırından çıkmış ve hakaretleşmeye dönüşmüştür. Bu durum, üzerine tepki olarak Ben Gurion, istifa, etmiştir. Ünlü Yahudi politikacı Henry Kissinger ‘’İsrail’in nükleer programına son vermesi İsrail’e büyük zarar verir’’ diyerek Kennedy’yi ikna etmeye çalışmış ancak başarılı olamamıştır. Kennedy bununla da yetinmemiş ve 4 Haziran 1963’te Amerikan Temsilciler Meclisi’ne danışarak çıkarttığı 11110 sayılı kanunla Amerikan Dolar’ını basma yetkisini Rotschild ailesine ait olan Federal Reserve Bank’ın elinden alarak Amerikan Merkez Bankası’na vermiş ve ‘’bir ülkenin parasının denetimin şahısların elinde olmasının büyük bir sorun olduğunu’’ belirterek kendi sonunu hazırlamıştır. Federal Reserve Bank, İsrail’in en büyük gelir kaynağıdır, tabiri caizse şah damarıdır. Kennedy, dolar basma yetkisini Federal Reserve Bank’ın elinden alarak adeta İsrail’in şah damarını kesmiştir. Neticede İsrail için Kennedy’nin etkisiz hale getirilmesi farz olmuştur. Kennedy’nin seçimleri kaybetmesini beklemek boş bir umuttu, çünkü Kennedy halktan büyük destek görüyordu. Kennedy’ye seçimler kaybettirilse bile sonradan kazanması yüksek ihtimaldi. Üstelik Kennedy’nin kardeşi de gelecek vaad eden bir politikacıydı. Tek bir çare gözüküyordu. O da suikast idi. Kennedy bir şekilde öldürülürse Amerikan yasaları gereği yerine yardımcısı getirilecekti. Kennedy’nin yardımcısı Lyndon Johnson’dı. Johnson tam bir İsrail taraftarıydı. Üstelik Kennedy ile hiç iyi geçinemiyordu, söylentilere göre Kennedy kendisini kovmaya çalışıyordu. İsrail, suikast kararı alır ve bunu, Amerikan derin devleti içindeki bağlantılarını kullanarak gizlice uygulamaya koyar. Kennedy’yi öldürmek için en uygun ortam seçim kampanyaları için geleceği Dallas’tır. Dallas’ta her zamanki gibi üstü açık araba ile halkı selamlayacak olan Kennedy’yi korumakla görevli CIA ajanları özel olarak ayarlanacak ve başkanın güvenliği sabote edilecekti. Böylece suikast çetesi Kennedy’yi rahatlıkla öldürebilecekti. Suikast çetesi için değişik rivayetler vardır. Kimileri Kennedy’yi Fransız suikast çetesinin öldürdüğünü, kimileri ise Kübalı sürgünlerin öldürdüğünü iddia eder ancak kesin olan bir şey var ki, Kennedy’yi öldürenler çok profesyonel ve acımasız keskin nişancılardan (sniper) oluşan bir suikast timidir.
Kennedy’nin ziyaretinden önce, yani 21 Kasım 1963 akşamı Dallas’ta bardaktan boşalırcasına yağmur yağmıştır. Ancak şehir halkı buna rağmen başkanı en iyi şekilde karşılamak için elinden geleni yapmıştır.
22 Kasım 1963 sabahı Washington D.C.’den Air Force One uçağı ile gelen Başkan Kennedy ve eşi, sabah 09’da şehir merkezinde Dallas valisi Connaly ile birlikte kahvaltı ettikten sonra üstü açık bir limuzine binerek halkı selamlamaya başlamışlardır. Tam 6 aracın olduğu kortejde en son arabada Başkan Kennedy ve Vali Connaly vardır. Önde motosikletli SS korumalar ve yanda CIA ajanlarının bulunduğu arabalarla Kennedy’nin arabası Kortejle birlikte Elm caddesinden Houston’a doğru beklenmedik bir dönüş yapar. O sırada silah sesleri yükselmeye başlar. Polisler telsizle anons etmeye başlar: ‘’Korteje ateş ediyorlar yere yatın’’ diye. Tam 6 el silah sesi duyulur. Birinci mermi arabayı ıskalar ve alt geçitte bekleyen Edmund Harris adındaki taksi şoförünün kulağını parçalar. İkinci mermi Kennedy’yi tam omzundan vurur. Üçüncü mermi Kennedy’yi ıskalayıp ön koltuktaki vali Connaly’i omzundan vurur. Dördüncü mermi Kennedy’yi boynundan vurur, aynı mermi başkanın vücudundan çıkıp Vali Connaly’i sırtından vurur. Beşinci mermi arabayı ıskalayıp dikiz aynasını kırıp dışarı çıkar. Ve Altıncı mermi... Altıncı mermi başkan Kennedy’yi tam kafasından vurur. Başkanın kafasını parçalayan mermi bulunamaz.
Suikasttan sonra yapılan araştırmalarda Kennedy’yi sözde komünistlerden vatan haini Lee Harvey Oswald’ın vurduğu iddia edilir.Ortada altı mermi olmasına rağmen Oswald’ın tek katil olduğu görüşüne varılır. İddialara göre Oswald, Texas Okul kitapları bürosunun altıncı katındaki pencere dibinden İtalyan yapımı “Mannlicher Caracano” marka sniper tüfeği ile altı kez ateş ederek Başkanı öldürmeyi başarmıştır.
Lee Harvey Oswald apar topar hapsi boylamıştır. Deliller birden çok sayıda keskin nişancının olduğunu göstermesine rağmen, İsrail denetimindeki Amerikan derin devleti, suçu Lee Harvey Oswald’ın üzerine atarak diğer delilleri bir bir yok etmiştir.Suikastı gören 57 kişi ölü bulunmuş, ölümler kaza veya intihar ile açıklanmıştır.
Lee Harvey Oswald ise suikasttan iki gün sonra, mahkeme çıkışında yüzlerce FBI ajanı ve polisin arasında Yahudi bir bar işletmecisi olan Jack Ruby tarafından öldürülmüştür.
Bu Amerikan milliyetçisi Yahudi, Lee Harvey Oswald’ı öldürmesinin nedenini ise “komünistlerden Amerika’nın aldığı intikam” olarak yorumlamıştır.
Birden çok sayıda keskin nişancı tarafından vurulan Kennedy’nin otopsisini Amerikan ordusundaki üst düzey amiral ve generaller yürütmüş ve otopsideki suikast delillerini bir bir sabote etmişlerdi.Ailesi, Kennedy’nin kafasının kesilerek incelenmesini ve böylelikle gerçek suikastçıların bulunmasını istediğinde ise, Amerikan birimleri konuyu şiddetle reddetmişlerdir. Kennedy apar topar gömülerek konu örtbas edilmiştir.
Başkan Kennedy’nin suikast sonucu öldürülmesinden sonra başkan adayı olan kardeşi senatör Robert Kennedy de bir basın toplantısı sırasında İsrail işbirlikçisi Filistinli bir genç tarafından kurşunlanarak öldürülmüştür.
KENNEDY SUİKASTININ SONUÇLARI
İsrail, Kennedy’nin kapattığı Dimona çölündeki nükleer santralini tekrar açmış ve nükleer silah üretimine eskisi gibi devam etmiştir.
Başkan Kennedy’nin çıkarttığı, Federal Reserve Bank’ın elinden Amerikan dolarını basma yetkisini alan 11110 sayılı kanun iptal edilmiş ve Amerikan dolarını basma yetkisi tekrar Rotschild ailesine ait olan Federal Reserve Bank’a verilmiştir.
II. Dünya savaşından sonra ılımlı ve sakin bir politika izleyen Amerika devleti özellikle Kennedy suikastından sonra soğuk savaş sürecini de başlatmıştır. Amerika ile Sovyet Rusya arasındaki soğuk savaştan tüm dünya devletleri çok olumsuz yönde etkilenmiştir. Amerika ile Sovyet Rusya arasındaki silahlanma rekabeti adeta bir sidik yarışına dönmüştür.
Amerika tüm dünya genelinde emperyalist faaliyetlerine hız vermiş ve Vietnam’a saldırmıştır.Vietnam’da binlerce kişinin ölmesine ve birçok ülkenin bu savaştan dolaylı olarak zarar görmesine neden olmuştur.
Amerika’da İsrail lobisi ise iyice pervasızlaşmış ve yönetimde söz sahibi olmuştur. Amerika İsrail Devletinin yaptığı katliamlara sesini çıkaramaz hale gelmiş ve İsrail ile suç ortaklığı yapmaya başlamıştır. En basitinden örnek vermek gerekirse İsrail devletinin çok gizlice yürüttüğü “Samuel Vanunu’yu kaçırma operasyonu”na istemeden şahit olan bir Amerikan Fırkateynindeki 23 deniz piyadesi İsrail hücum botları tarafından açılan ateşle öldürülmüştür. Denize düşüp kaçmaya çalışan askerler bile İsrailliler tarafından öldürülmüştür. Olayın basına sızmasına izin verilmemiş ve yahudilerin kontrolündeki Amerikan basını konuyu haber bile yapmamıştır.
CIA tüm dünyada ‘’komünizmle mücadele’’ doğrultusunda adına GLADIO denilen ve Beyrut’taki gerilla kamplarında eğitilen katillerden ve paralı askerlerden oluşan gizli bir ordu hazırlamış ve bu paralı katilleri maaşa bağlayarak dünyanın her yerinde komünistleri ve sol düşüncelileri öldürmekle görevlendirmiş tir.
Bu bağlamda Türkiye’deki sağ-sol çatışmaları siyasi amaçlar için işlenencinayetler,katliamlar, terörist eylemler, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam edilmesi ve 12 Eylül darbesi hep Gladio’nun eserleridir.
Gladio ordularının kurulması ne tesadüfse Kennedy suikastından hemen sonraya denk gelir.
Amerika’nın “Büyük Ortadoğu Projesi” başlamıştır. Büyük Ortadoğu Projesinin diğer adı ise Büyük İsrail Devleti projesidir. Kennedy suikastından sonra Büyük İsrail Devleti Projesine hız verilmiştir. Büyük İsrail Devleti Tevrat’ta Tanrı Yehova’nın Yahudilere vaad ettiği topraklardan oluşmaktadır.
11 Eylül saldırıları, Münih’teki eylemler ve daha birçok terörist eylem aslında Büyük İsrail Devleti projesinin bir parçasından başka bir şey değildir.
Bazı arkadaşlar Büyük Ortadoğu Projesini sanki yeni bir şeymiş gibi algılıyorlar.
Bu arkadaşlar kitap falan pek okumadıkları için ne duysalar ona inanıyorlar.
Büyük Ortadoğu projesi yeni bir şey değil ki.
Yüzyıllardır var olan bir proje...
Osmanlıların yıkılması, Arapların parçalanarak bir sürü ülkeye bölünmesi, Türkiye’deki terör eylemleri ve istikrarsızlık ve Irak, İran gibi ülkelerin periyodik olarak neredeyse her on yılda bir sorun çıkarması rastlantı olmasa gerek !
KISA vadeli çıkarlar uzun vadeli kayıplar yaratır.
KOMPLO TEORİLERİ
Romalı ozan Virgilius, iki bin yıl önce şöyle sesleniyordu halkına:
“Unutma, Romalı, ulusları yönetmek sana düşer. Senin görevlerin şunlar olacak: Barışçı yoldan töreleri kabul ettirmek, boyun eğenleri esirgemek ve gururluları savaşla uslandırmak.”
Gerçekten de, yüzyıllar boyunca bunu yapmaya çalıştı Büyük Roma: İradesini ve egemenliğini mümkünse barışçı yoldan, değilse savaşın en şiddetlisi ve baskının en ammansızıyla kabul ettirmek.
Roma tarihi uzmanları Tim Cornell ve John Matthews, büyüme ve egemenlik alanını yaygınlaştırma yolunda yürüyen Roma’da egemen “dış politika”nın, göz diktiği toprakları ve bu toprakların sahip olduğu kaynakları elde etmek için “bölgedeki küçük krallıkları akılcı ve pratik yöntemlerle yerel müttefik haline getirmek” olduğunu vurguluyorlar: “Durum, gerçekten, bağlaşıkların yeni fetihler için Roma’ya yardım ettikleri ve kazançtan pay aldıkları bir çeşit ortaklıktı. Bu kazançlar, taşınabilir ganimetleri (köleler dahil) ve toprağı içine alıyordu.”
Bütün bunlar belleğinizde bir şeyler çağrıştırıyor mu? Virgilius’un cümlelerini George W. Bush’un Amerikan halkına yaptığı duygusal konuşmalarla kıyasladığınızda ya da yukarıdaki ifadede “taşınabilir ganimetler” yerine “petrol” ve “düşük faizli kredi” sözcüklerini kullandığınızda, fazlasıyla tanıdık metinlerle karşılaştığınızı hissediyor musunuz?
Eğer bugün olan bitenleri ve yanımızdan yöremizden hiç eksik olmayan “savaşı” anlamak, “Batı’yı anlamayı” gerektiriyorsa ve Batı’ya doğru çıkacağımız her yolculuk bir biçimde ABD’den geçmek durumundaysa; eğer Huntington ve onun izinden yürüyen ideologlar soğuk savaşın bitiminden itibaren oluşmaya başlayan dünya konjonktüründe bir “Medeniyetler Savaşı”nın izlerini yakalamaya çalışırken, kutuplardan birinin merkez noktasına ister istemez ABD’yi yerleştiriyorlarsa ve eğer dünyanın herhangi bir yerinde “bağımsız ve alternatif” bir politik çizgi izlemenin vazgeçilmez ekseni “Anti-Amerikan” değerler üzerine yerleşmek durumunda kalıyorsa, durup bir düşünmenin ve “salim kafayla” bu gezegen üzerinde 5000 yılda biçimlendirdiğimiz uygarlığın bugün vardığı, pek de gurur verici sayılamayacak noktayı ve buraya gelirken izlediği yolları analiz etmenin zamanı geldi de geçiyor demektir.
Roma: 500 yıllık tutku Georg Ostrogorsky, Bizans tarihini enine boyuna masaya yatırdığı ünlü yapıtının başlangıcında, yaklaşık bin yıl boyunca Doğu’ya hükmeden bu devletin organik bileşimini “Hıristiyan inancı, Yunan kültürü ve Roma siyasi gelenekleri” biçiminde özetlemişti. Benzeri bir şablonu bugün “Batı uygarlığı” olarak adlandırdığımız (kimilerince “kaçınılmaz” olarak görülen ve lineer bir tarih anlayışı içinde “olası tek uygarlık çizgisi” olarak değerlendirilen) kristalize yapıya uyarladığımızda, çok da farklı olmayan bir resimle yüz yüze geliriz. En genel hatlarıyla Batı, harcında (Luther-Calvin rüzgârlarıyla “uslandırılmış” da olsa) Judeo-Hıristiyan inancı, Yunan düşüncesi ve Roma devlet yapısını barındıran bir çatıyla birlikte çıkar karşımıza. Bu üç bileşenin her biri üzerine ayrı ayrı tartışmak ve daha derin, çok aşamalı açılımlara gitmek mümkündür belki ama ne olursa olsun, bir tek nokta çok kesindir: Batı uygarlığının temelinde Roma’nın vazgeçilmez ağırlığı hissedilir hep.
Yaygın deyişle “komplo teorileri” ana başlığı altında değerlendirilebilecek sansasyonel kitabı “Kötülük İmparatorları”nda, dünün müzisyeni, bugünün alternatif yazarı Tupper Saussy, ABD’nin varlığının her zerresinde Roma’nın, özellikle de Roma Katolik Kilisesi’nin yapıtaşları bulunduğunu vurguluyor. Bugün ABD’nin “merkezi” olan Washington DC, yani “District Of Columbia” denen bölgenin adının, 1663 gayrımenkul kayıtlarında “Roma” olduğuna dikkat çekiyor Saussy. Dahası, bu bölgeyi güneyden sınırlayan Potomac nehrine ait bir kolun da 1902 yılında bile “Tiber” adıyla bilindiğini vurguluyor. Bugün Amerikan demokrasisinin “kalesi” olarak düşünülen Capitol binasının da 1770’lerde bu bölgede, yani “Tiber kıyısında” en büyük arazi olan, Katolik senatör Daniel Carroll’ın toprakları üzerinde inşa edildiğine dikkatimizi çekiyor. Belki biraz bunaltıcı ayrıntılara da girerek, binanın bütünüyle Roma özentisi içinde olduğundan ve Roma sembolizminden izler taşıdığından söz ediyor Saussy: Ancak ve ancak “Jupiter Tapınağı” niteliği taşıyan bir mekanın Roma’da Capitolium olarak adlandırılabileceğini anımsatıp, DC’deki Capitol’ün girişindeki Roma panteonuna ait tanrıları ve bu arada Jupiter’i resmeden kabartmaları ele alıyor. Saussy’ye göre, kürsünün ardındaki devasa “Fasces” simgesi (ki faşizmin simgesel kökeni olarak bilinir) başta olmak üzere düzenleme, objeler ve
Genel atmosferiyle Capitol, tam bir Roma tapınağı.
Peki bütün bunlar ne demek? “Komplo teorisi analisti” bir yazarın düşgücüne prim verip bugünün “modern ABD”sini bir başka gözlükle değerlendirmek ve üzerine bir çırpıda “modern Roma” etiketini yapıştırmak anlamlı olabilir mi? Hollywood’un fantastik senaryolarıyla aşık atmaya çalışmadığımız ve ayağımızı yerden kesmediğimiz sürece, evet. Hele Saussy’nin kitabında, özellikle Cumhuriyetçi iktidarlar döneminde sayıları ve etkinlikleri artan Katolik senatörlerin adlarının birer birer sıralandığı; bunların ABD siyasi ve ekonomik sisteminde denetimleri altında bulundurdukları resmi ve sivil kilit kuruluşların listelendiği bölümleri okuduğumuzda, “ABD=Modern Roma” formülünün en azından çok da hafife alınmayacak bir iddia olduğunu düşünebilirsiniz. Ama gerçek durum, Saussy’nin Vatikan benzetmelerinin ve “Katolik komplosu” fantezilerinin çok çok ötelerine uzanıyor. “Yeniden Doğuş”un antik modeli
Çoğu kişi için Rönesans, dini taassubun egemen olduğu Batı kültür yaşamına Avrupalı sanatçıların 14. yüzyılın nispeten özgür kentlerinde verdikleri aşağı yukarı eşzamanlı tepki anlamına gelir. Kimilerine göreyse kentli “yükselen sınıf” burjuvaların desteğini alan, Kilise baskısından yılmış aydınların “eski pagan Avrupa” günlerine duydukları özlem olmuştur Rönesans’ın itici gücü. Bütün bunlar, yüzeysel genel doğrular olarak ayrı ayrı kabul görmeyi hak etseler de, dönemin artan ivmesinin ardındaki psikolojik gücü en açık dile getiren kavram, bizzat bu hareketin adında saklıdır: “Yeniden Doğuş”. Neyin yeniden doğuşu? Elbette ve tartışma götürmez biçimde, Roma’nın.
Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda bütün Avrupa’da kasırga gibi esen Luther-Calvin reformlarının ardında Kilise istibdadına duyulan tepki kadar, yeni üretim ilişkileri ve buna bağlı olarak ortaya çıkan yeni sınıfsal dengelerin köhnemiş teokratik siyasi mekanizmaları yerle bir etme isteği ve coşkusu da vardır. Ama “yıkılanın yerine neyin konulacağı” sorusudur asıl belirleyici olan ki, bu model de yadsınamayacak simgesel gücüyle açıkça Roma’dır; bir başka deyişle, “eski güzel günlere dönüş” özlemidir Avrupa’nın devingen kesimini heyecanlandıran. Garip ve kendine özgü bir seküler yönetim modelinin yerel inançlara eşit uzaklıkta durduğu ve kentlerde merkezlenen özgür ticaret, özgür sanat ve özgür bilimin üzerine merkezi otoritenin gölgesinin düşmesine izin vermediği; bilinen dünyanın (asıl olarak Akdeniz -mare nostrum- ve çevresi) tek bir gücün etki alanında olduğu; bu coğrafya üzerinde malların, paranın ve fikirlerin serbestçe dolaştığı, Papa’sız, Kilise’siz ve Senyör’süz, “eski güzel günler”.
Ama hemen belirtmek gerek ki, “Roma’yı yeniden canlandırma” düşü, patenti ondördüncü, onbeşinci ve onaltıncı yüzyılların gelişen gücü burjuvaziye ait olan bir ideal değildir yalnızca. Aslına bakılırsa, Katolik Kilisesi’nin ve hıristiyan istibdadının dayattığı zincirleri kırma özlemleri, çok daha eskiye, Papalığın “sapkın” (heretic) ilan ettiği Bogomil, Albigens, Cathar, Novatian mezheplerine; hatta bir görüşe göre altıncı yüzyıldaki orijinal Kelt Kilisesi’ne dek dayanır. Son isyan dalgaları da Güney Fransa’nın Toulouse bölgesinde Papa Innocent’in düzenlediği Haçlı Seferi ve Engizisyon tarafından vahşice bastırılan “sapkın mezhepler”in mensupları, elbette kolay yok olmayacak bir düşünsel itkiye ve özgür inanç - özgür düşünce ideallerine sahiptirler ki, bu ideal, Catharların yok edildiği bölgenin hemen güneyinde, İspanya topraklarında Katoliklerle inatlaşır gibi, küllerinden yeniden doğacaktır. Kristof Kolomb, daha henüz Ferdinand ve İsabel’in yönetimindeki İspanya’nın desteğini almış, Yeni Dünya seferine başlamıştır. Batı Hint Adaları’yla birlikte “uzaklardaki ülke”nin ilk haberleri Avrupa topraklarına ulaştığında, İspanya’da bir grup idealist insan, yeni bir “gizli örgüt”ün çekirdeğini oluşturmaktadır. Aralarında yeni gelişmeye başlayan burjuvazinin mensupları, zengin tüccarlar ve mülksüzleştirilmiş eski senyörlerin bulunduğu bu insanlar, “Alumbrados” (Aydınlanmışlar) adını vermektedirler kendilerine. Köklerini büyük olasılıkla Cathar-Albigens hareketinden alan bu örgüt, Kilise diktasına karşı pagan Roma dönemindeki düşünce, inanç ve ticaret serbestisini savunmakla kalmamakta, idealleri bir adım daha ileri taşımaktadır: Kaynakların eşit paylaşımı, özgür aşk ve dünya kardeşliği. Kolayca tahmin edileceği gibi, İspanyol Engizisyonu olanca sertliğiyle ezer Alumbradosları. Kaçabilenler, Fransa’ya ve Güney Almanya’ya sığınırlar.
İLLÜMİNATİ
Aydınlanma’nın “radikal” entelektüelleri Onaltıncı yüzyıl sonlarında, Avrupa’nın değişik yerlerinde “Aydınlanma” çekirdekleri filizlenmiş ve “Eski Roma özlemleri”ne bağlı idealler üzerinde Katolik iktidarını sarsmaya başlamıştır ama hareketlerin bütününde homojen bir yapının izlerine rastlamak güçtür. Uzun yıllar, hatta yüzyıllar boyunca, teokratik iktidarların gazabından kurtulmak için örgütlenmesini meslek ocağı olan loncaların ardında (“Duvarcı Ustaları Loncası”) kamufle eden Masonlar, genel olarak burjuvazinin çıkarlarını temsil etmekte ve “Aydınlanma”nın bayrağı olan “Deizm” (yaradancılık) düşüncesi çevresinde toplanmaktadırlar. Onyedinci yüzyılın ünlü düşünür ve sanatçılarının çoğu da bu grubun içinde yer alırlar. Tepkilerini Katolik Kilisesi’ne odaklayan ve hıristiyanlığın yerine okültist değerleri ve serbest inancı koymaya çalışan bir başka gizli örgüt, Rosicrucian Kardeşliği’dir (Gül-Haç) ve bir “şaka” gibi ortaya çıkıp, özellikle Orta Avrupa’da şaşırtıcı biçimde yandaş bulmuştur kendine. Bir üçüncü güçse, Bogomil-Cathar-Alumbrados çizgisinin en yetkinleşmiş biçimi olarak, onsekizinci yüzyıl sonlarına doğru (kaderin bir cilvesiyle, ABD’nin “doğum yılı” kabul edilen 1776’nın 1 Mayıs’ında) Bavyera’da doğar: Bir hukuk profesörü olan Adam Weishaupt tarafından kurulan ve ilkin
“Mükemmelciler”, ardından da “İlluminati” adını alan, dar kadrolu bir aydın hareketidir bu.
Weishaupt ve yandaşları, Batı’da yüzyıllardır için için yanan “Eski Roma’ya dönüş” özlemlerinin en rasyonel ideolojisini biçimlendirmektedirler Bavyera’daki gizli toplantılarda. İdeallerindeki dünyada insanların inançları ve yaşam biçimleri üzerine ipotek koyan bir dine ve onun yaygın örgütlenmesi olan Kilise’ye hiçbir biçimde yer olmadığı gibi, ülkeler ve sınırların varlığı da dışlanmakta, tek bir “uluslararası insan kardeşliği”nin altı çizilmektedir. Üstelik, “etik bir kaygı”nın da ötesine gitmektedir İlluminati: Weishaupt, insanların üretime yetenekleri oranında eşit katılıp, kaynaklardan ihtiyaçları oranında pay alacakları, hegemonyasız ve devletsiz, liberter bir dünya profili çizmektedir. Bir anlamda, “proto-komünist” ideallerdir Weishaupt’un ve İlluminati’nin savundukları. Ne var ki, onsekizinci yüzyıl sonlarında, hele Katolik ve Cizvitlerin ezici egemenliği altındaki Bavyera eyaletinde, böylesi bir hareket, kapalı bir “entelektüeller kulübü” olmanın ötesine geçememektedir. Oysa Weishaupt’un düşleri çok daha büyüktür ve edilgin kalmaya da hiç niyetli değildir.
1780’lerde, üye sayısını ve etkinliğini artırıp yaygınlaşmak amacıyla, çaresiz bir ittifaka gider Weishaupt: Avrupa’da “etkin çevrelerle” sıkı fıkı ilişkileri olan bir aristokratla, Baron Adolf Von Knigge’yle işbirliği yaparak İlluminati saflarına mason localarından üye kabul etmeye başlar. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa’nın çoğu ülkesinde Sanayi Devrimi rüzgârını ardına almış burjuvaları saflarında toplayan masonik örgütlenme, “özgür ticaret” ve “özgür inanç” gibi genel ilkeler dışında (“renk” katmak için monte edilen sözümona “arkaik” nitelikteki “inisiyasyon” törenlerini katmazsak) ayırt edici bir ideolojiyi biçimlendirememiş ve Aydınlanma’nın pragmatik yönleriyle ilgilenmiştir yalnızca. Diğer yandan “Katolik kalesi” Bavyera’da etkin ve saygın bir konuma erişmek için, entelektüellerin (aralarında Johann Wolfgang Goethe’nin de yer aldığı) “krema tabakası”nca kurulan gizemli İlluminati, iyi bir “av”dır. Weishaupt’un bu atağı kısa sürede İlluminati hareketinin çapını hatırı sayılır oranda büyütürse de, aradan kısa bir süre geçtikten sonra “balayı günleri” biter. İdeallerinin ve örgütündeki “minerva” kod adıyla andığı öğrencilerinin, “saf kapitalizm” düşlerinden başka hiçbir modeli umursamayan masonik yapının ve Rosicrucian ezoterisinin etki alanına girmeye başladığını fark eder Weishaupt.
Aslına bakılırsa, Adam Weishaupt ezoterik öğretilere bütünüyle karşı olan biri değildir; hatta üzerlerindeki okültist örtü kaldırıldığında antik düşünce ve inançlara ait değerlerin kendi düşünceleriyle de paralellik taşıdığına inanmıştır çoğu zaman. Dahası, İlluminati’nin kuruluşunu 1 Mayıs’a denk getirmesi bile bir rastlantı değildir: Avrupa Pagan kültüründe “Beltane” bayramıdır 1 Mayıs; doğanın “yeniden dirilişi”nin ve “dünyanın kışın ardından yeniden aydınlanması”nın bayramıdır. Ne var ki, simgesel anlama sahip bu “hoşluk”ların ötesinde ezoteriyle ilgilenmeyen Weishaupt için asıl önemli ideal, “devletsiz-kilisesiz-ordusuz eşitliğe dayalı dünya kardeşliği”dir elbette. Onun çok önem verdiği ilke ve değerler bütünüyle geriye itilmiş, “günlük siyaset” ve yükselen yeni sınıfın çıkarlarını gözeten bir örgüt yapısının içinde Kardeşlik yozlaşmaya başlamıştır. Sonunda, sert tartışmaların ardından Von Knigge’yle yollarını ayırır ve İlluminati’yi, ideallerin saflığını koruyarak “sıfırdan” yeniden örgütlemeye karar verir. Ne var ki, bu umutsuz çabalarının sonuçlarını alamadan, şiddetli bir polis takibi ve yargılanma süreçleriyle yüz yüze gelir bir anda: İlluminati üyeleri birer birer tutuklanır (bu arada nedense polis masonlara hiç ilişmez) ve Weishaupt üniversiteden atılır, her şeyini kaybeder. Yaşamının bundan sonrasını, anılarını yazmakla ve İlluminati’nin savunusunu yapmakla geçirecektir yalnızca.
A-MERİCA / BATI YILDIZINA DOĞRU
Diğer yandan, onsekizinci yüzyılın sonunda gücünü ve etkinliğini iyice artıran masonik örgütlenmenin, artık İlluminati gibi “fazla radikal” desteklere ihtiyacı yoktur. Sınırlar, okyanuslar aşılmış; Yeni Dünya’da yüzyıllardır hevesle beklenen “Yeni İmparatorluk” kurulmuştur. Dünyanın potansiyel egemeni olarak “serada büyütülecek” bu yeni devletin harcına da, bizzat kurucularının, yani George Washington, Benjamin Franklin ve daha birçoklarının elleriyle, masonik ideal yerleştirilmiştir: Ticaret ve sanayinin sınır tanımadan “küresel” bir yapı içinde gerçekleştirileceği; dinin insanlar üzerindeki baskısının ve Kilise’nin ekonomik/siyasi gücünün kırıldığı ama “inanç” unsurunun yaşamasına izin verildiği, dahası, bunun desteklendiği; aslında “insani” görülen ilkelerden yola çıktığı halde süreç içinde kaçınılmaz olarak “hegemonya” tutkusuna kilitlenecek bir “Yeni Dünya İdeali”dir bu. O kadar ki, serada pamuklar içinde yetiştirilecek bu “Yeni Roma” için Okyanus’un batısındaki toprakların seçilmesi, hatta ülkeye verilen ad bile yüzyıllar öncesinin bu idealiyle bağlantılıdır: Masonik düşünce, Batı Yıldızı (Venüs’ün akşam yıldızı hali) izlenerek ulaşılacak, uzak ve verimli topraklara sahip bir “simge ülke”nin düşlerini kurmuştur yüzyıllar boyu: Bu ülkenin ve onun yönünü gösteren yıldızın adı, “Merica”dır. Dolayısıyla, sera görevi yapacak yeni verimli toprakların adı, “Merica’ya doğru” sözcüğünden türeyen “A Merica”dır; bir başka deyişle, onaltıncı yüzyılda kilise arşivcisi bir rahibin düştüğü kayıtlarda yapılan bir hatadan kaynaklanan, Amerika’nın adının Amerigo Vespucci’den geldiği düşüncesi, bir yanılgıdan ibarettir.
Bu anlamda, etkinliğini ABD’nin merkezine dek eriştiren masonik örgütlenmenin artık Weishaupt gibi “radikal”lerin getireceği prestije ihtiyacı yoktur. Belki de bu nedenle, İlluminati ile masonik yapı arasındaki bağların kopmasından çok kısa bir süre sonra örgüt takibata uğramış ve bütünüyle yok edilmiştir. Yine bu nedenle, bütün Avrupa’da “İlluminati adında dinsiz bir örgüt, dünya hükümetlerine karşı bir komplo içinde” yaygaralarıyla, Katolik çevrelerin kışkırtmalarıyla hızlanan büyük polisiye kampanyalar körüklenmiş ve Weishaupt ideallerine paralel düşünceler içindeki örgüt ve dernekler, Avrupa’nın ütopik sosyalistleri, sert koğuşturmalara uğrarken, “saygın ve nüfuzlu burjuvalar”dan oluşan mason localarına ilişilmemiştir hiç.
Bu noktada, biraz soyut ve bulanık görünen bir durumu açıklığa kavuşturmakta yarar olabilir: Dokuzuncu yüzyıldaki Bogomillerden, onüçüncü yüzyıldaki Catharlardan, ondördüncü yüzyıldaki Rönesans’tan ve onbeşinci yüzyıl sonundaki Alumbrados’tan beri Batı dünyası, çok net bir biçimde “Roma’ya Dönüş” özlemlerini yeşertmiştir içinde. Peki ama, hangi Roma’dır bu, özlem duyulan? Bir “kabileler ittifakı” olarak, basit bir kent devleti içinde kurulduğu ilk dönemlerden itibaren din ile devlet işlerini ayıran ve inanç hizmetlerini kralın otoritesinin altında yer alan Rex Sacrorum’a bırakan, arkaik Roma mı? Siyasi örgütlenmesini pleblere de söz hakkı vererek “sınırları kesinleşmiş sınıflar”dan uzak tutan Cumhuriyet Roma’sı mı? Yoksa, mare nostrum çevresindeki tüm topraklarında yerel kültlerin ve çok renkliliğin yaşamasına izin veren ama buna karşın prokonsül-konsül-sezar (kayzer) hiyerarşisindeki örgütlenmesi içinde sert ve kayıtsız şartsız diktatörlüklere de kapı açabilen, fetih/haraç/kaynak sömürüsü ekonomisine yaslanan İmparatorluk Roma’sı mı?
AH! ROMA!
Öncesi ve sonrasını da içerecek biçimde Aydınlanma Avrupası’nın harcında yer alan farklı kesimlerin, bu seçeneklerin her birine değişik anlamlarda ve değişik beklentilerle yaslandığını söyleyebiliriz. Ama ondokuzuncu yüzyıl bitiminden itibaren ABD’deki düşler ve idealler, biraz Bizans’ın Maviler-Yeşiller düalizmine benzeyen fraksiyon ayrılıkları gösterse de, açıkça “İmparatorluk Roma’sı”ndan ve dünya üzerinde yeniden egemen kılınacak bir “Pax Romana”dan yanadır. Dahası, Luther ve Calvin darbelerini yedikten sonra çok da dikkate alınmayan bir başka kesimin, yine ondokuzuncu yüzyıl sonu itibarıyla, bu tabloya azımsanmayacak bir etkinliğe yaslanarak dahil olma çabaları vardır: Vatikan’daki Roma Katolik Kilisesi’dir bu ve elbette onun düşlerindeki de, hıristiyanlığın devlet dini olarak örgütlendiği ve Kilise’nin imparatorla yetkileri paylaştığı “Hıristiyan Roma”ya dönme özlemleridir. Batı’da iki yüz yıla yakın bir süredir türetilen komplo teorilerine malzeme oluşturacak inatçı bir “Anti-Masonik” ideolojinin kaynağı da Katolik Kilisesi olmuştur çoğu kez. ABD’de Cumhuriyetçi iktidarlar döneminde bu partinin bile sağında kalan muhafazakâr kanat güçlendikçe, Vatikan’ın da etki alanı hissedilir biçimde büyür. Her ne kadar Papa barış yanlısı mesajlar verse de, George W. Bush’un politikalarına (partneri İngiltere dışında) en candan desteği verenlerin İtalya ve İspanya gibi Katolik ülkeler olması da bunun sonuçlarından biridir aslında.
ELİTLER
Yeni Dünya Düzeni ideali, iki büyük savaş, bir uzun ve yıpratıcı “Soğuk Savaş” ve sayısız ekonomik kriz atlattıktan sonra, bugün İmparatorluk Roma’sı düşlerini sürdürerek, yaygın ve etkin bir uluslararası örgütlenme içinde egemen olmaya çalışıyor dünyaya. ABD, bu ülkünün ve bu sistemin “doğal lideri” konumunda. Kral III. George döneminden itibaren (yani bağımsızlık savaşından beri) ona el altından destek veren “büyük ağabey” İngiltere’nin finans-kapital devleri, en güçlü partner grubunu oluşturuyorlar. Tıpkı Soğuk Savaş günlerinde Japon mafyasını çağrıştırırcasına “UK-USA” (Yakuza) adıyla oluşturdukları, Avustralya ve Kanada’yı da içeren paktın seksenlerde bütün dünyanın iletişim mahremiyetini hayasızca ihlal eden “Echelon” denetim sistemini kurması gibi, ABD merkezli “Küresel Elit”ler, Roma düşlerini bütün dünyayı denetim altına alan ekonomik ve siyasi örgütleri aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışıyorlar:
Avrupa’da, “Bilderberg Grubu”; okyanus ötesi düzeyde Japonya’yı da içeren “Trilateral Komisyon”; ulusal ekonomilerin küresel entegrasyonu için “Dünya Ticaret Örgütü” (WTO) ve “Dünya Bankası” (WBG); siyasi pasifizasyon içinse, “Birleşmiş Milletler”.
Bu yapıda, şaşılası hiçbir şey yok aslında: Her şey, İmparatorluk Roması’ndaki gibi işliyor. Farklı etkinlik alanları için, farklı baskı gruplarını kullanan, farklı tüzel oluşumlar. Sistemin örgütlenme yapısı bile, Roma modeline bire bir uygun. Aslında temelleri iki yüz yıl önce atılan, finans-kapital merkezli, malların ve paranın küresel serbest dolaşımı üzerine kurulu Yeni Dünya Düzeni, farklı kesimlerin idealist, iyi niyetli “Aydınlanma düşleri”ni, süreç içinde kapitalizm adına hadım ederek geldiği bugünkü nokta içinde tek ciddi sıkıntısını, ondokuzuncu yüzyıl sonlarıyla, yirminci yüzyıl sonları arasında yaşadı:
Gerçek Aydınlanma ideallerini felsefi ve politik bir sistematik içinde yeniden ayağa kaldıran Marksizm olmuştu bu sıkıntının kaynağı. Yüzyıllar boyu baskı altında verilen onca uğraşın, harcanan onca çabanın, dile getirilen talep ve kurulan düşlerin tümü, yeni egemen sınıfın “elit kesimi”nce ihanete uğradığında, Marksizm bu tarihi sürecin ayakları yere basan, kararlı bir mirasçısı olarak “tekelci Yeni Dünya Düzeni”nin karşısına dikilmişti. Ne var ki, Sovyetler Birliği ve periferisindeki ülkelerde de yönetici bürokrasiler hegemonya oyununun cazibesine kapılınca, uygulamada sosyalizmin alternatif olma iddiası süreklilik ve kalıcılık kazanamadı; meydan da bütünüyle Pax Romana’nın ferasetine kaldı. ABD merkezli Küresel Elit’in önümüzdeki on yıl için öngördüğü stratejinin sürekli ve yaygınlaştırılmış savaş olduğu, artık neredeyse kesin. Ne yazık ki, dünya üzerinde giderek büyüyen toplumsal muhalefete karşın, bu stratejinin önünü kesecek bir güç de görünmüyor ufukta. Bir yandan “Borsa”ların tapınak, “Marka”ların fetiş ve “Marketing”in “amentü” haline getirildiği verimsiz, huzursuz, plastik bir “Yeni Dünya Düzeni”nde yaşarken, bir yandan da soruyoruz kendi kendimize ister istemez: Bütün yollar Roma’ya mı çıkacak, yoksa bu gezegenin yazgısını olumlu yönde değiştirebilecek gelişmeler “sürpriz” biçimde gündeme gelebilir mi?
İluminatinin en büyük projesi tüm dünyadaki insanları sosyokültürel ekonomik çıkmaza sokarak kendi kendilerini yiye yiye en sonunda da açlıktan öldükleri bir dünya elde etmektir. Öncelik tüm gıdaları birkaç genetiği değiştirilmiş ekildiğinde bitmeyen tohumlara endeksleyip ardından bu bitkiler dışındaki tüm besin zincirini yoketmektir. Öyleki okyanus balıklarını öğüten devasa kıyma makinalarından tutun, büyük orman yangınları, her nehrin kenarına musallat edilmiş zehirli atık salan fabrikalar ile ekolojik dengeyi bitirmek. Havadan spreylenen berilyumlu, aliminyumlu cemtrals ilaçlama. Berilyum bitkilerin gelişimini sınırlandırırken çiçeklerde meyve tutumuna ket vuran bir element toprakta belli değere ulaçınca bitkiler mahsül vermeyecek hale gelecek . Ardından son darbe olarak global gıda krizi çıkaracaklar. Birçok gıda ve su ya zehirli olduğundan yenmez hale gelecek yada tamamen nesli tükenecek.
Böylece az sayıdaki besin kaynakları için ülkeler savaşacak bu nükleer savaşlarla besin kaynakları daha da daralırken kalan insanlar gıda bulamadından tıpkı yılan gibi birbirlerini yamyam gibi yemek zorunda kalacaklar.
Bu büyük şeytani plandan yahudiler dahi kurtulamayacaktır. Siyonizim bile safça iluminati örgütünce kulanılmaktadır.İsrail toprakları çorak bir çöl ikliminden oluşan bir bölge olduğundan zaten işe yaramaz verimsiz bir alan.Yani tüm insanlık tehtid altındadır.
Seküler hümanistlere ihtiyaç duyuyorlar. Çünkü dindar biri insan eti yemektense açlıkdan ölmeyi tercih eder. Ya da komşusu açken tok yatmayı kendine yediremez. Ancak hiçbir maneviyatı olmayan megaloman bir oportinis karekter taşıyan seküler hümanisler bu canilikleri yapabilir ve büyük proje yürütülürken ortaya çıkan çeşitli ahlaki çıkmazları umursamadan planın işlemesinin sekteye uğramaması için kararlar alabilir.
Ülkemizde ve muhtemelen tüm dünya ülkelerinde bir takım aydınlanmacı masumane kolektifler kuran bu büyük resmi görmekten aciz fakat herşeyi bildini zanneden gruplar sayesinde topluma tıpkı kanser gibi yayılan bir dinsizleşme olayı yavaş yavaş gelişmektedir. Hiçbir kutsalı tanımadan sersem gibi kararlar alıp olmadık gösterilere imza atıyorlar. Malum ülkemizdeki meşru düzeni yıkmaya kalkıp bununda anarşistlik oldunu anlamayacak derecede man kafalılar. Buna rağmen kendilerinin hala iyi bir iş yaptıklarını zannedip saçma sapan eylemlerine son vermiyorlar.
Cola , doğum kontrol ilacı olarak üretilmişti. 9 yıl eczanelerde satıldı. Başarısı görülünce, içecek haline getirilip, seri üretime geçildi.
Hazır Cola’nın adı geçmişken Noel Baba’dan da bahsetmemek olmaz. Konuyu belki birazcık böleceğim ama bunlarıda bilmemiz gerek diye düşünüyorum:
COCA COLA
Dünyevi zevklere mesafeli duran ama dinsel kimliğini de çok ön planda tutmamaya özen gösteren biri olarak tarif edilen Noel Baba, nasıl kapitalizmin en güçlü ve yaygın imaj figürlerinden birine dönüştü?
Bu kadar sıradan istekleri karşılamakta bile zorlanan Noel Baba’ya ne oldu da, çağımızın arsız abuklukları olan ATM ve benzeri mekanları mesken tutan monotip Noel Baba’lar önümüzü kesip, bize akıllı cihazlar, son model tabletler satmak için kırk takla atar oldular... Bunun için Noel Baba’nın metalaşma serüvenine bakmak gerek.
Roma imparatoru Diocletian’ın Hıristiyanlara karşı başlattığı tutuklama harekatından kurtulamayan Saint Nicholas (Noel Baba), büyük imparator Konstantin zamanında özgürlüğüne kavuşarak, İznik Konsül’üne bağlanır. Ölümünden sonra ise Myra (Demre) yakınlarına gömülür. 11. yüzyılda, İtalyan denizciler, Myra’dan aldıkları kemiklerini, İtalya’da yeniden defnederler. Böylece Saint Nicholas’nın efsaneleri Avrupa’ya yayılır. Efsanelerin, kat ettikleri coğrafyaların farklı yorumları dikkate alınmadığında, ortak yanı Hıristiyanlık inancının sembollerinden biri yapılmış, yari kutsal kişinin serüvenidir...
Serüven, iç savaş yıllarında (1775-83 ) büyük mutsuzluklara bir kaç gün mola verdirmek için, Hollandalılar ile birlikte Amerika’ya ayak basar. Germen’lerin dini ekolüne sıkı sıkıya bağlı Saint Nicholas’nın efsanesi bu kıtada, başına geleceklerden habersiz, Hollandalıların kurduğu New Amsterdam (New York City) şehrinde, uzun bir süre Noel’de dükkanların ön vitrinlerini süsler.
NOEL BABA
Noel Baba’yı ilk çizen Amerikalı karikatürist, Thomas Nast, (1863) onu, efsanelerin dışında, dünyevi zevkleri de olan biri gibi çiziyordu. Bu, aslında kilise tarafından da desteklenen efsaneye bir karşı çıkışı da temsil ediyordu; ama hala dinsel kimliği ön plandaydı. İngiltere’de sanayi devriminin yankıları Amerika’ya ulaştığında Noel Baba’nın da sekülerleşme macerası başlıyordu.
Kapitalizmin “milli içeceği” haline gelen ve saniyede sekiz bin adet tüketildiği hesaplanan Coca-cola’nın Noel Baba ile olan ticari ilişkisi 1929 dev krizi olmasaydı başlar mıydı bilinmez!
Kriz, Amerika’da birkaç gün içinde her şeyi alt üst edecek (bir hafta içinde 4 bin banka ve binlerce irili ufaklı şirketin iflas ettiği ülkede insanlar buldukları arsalarda sebze yetiştirip takas ederek yaşamda kalmaya çalıştılar) ve on yıl sürecekti...
Kapitalizmin bu derin bunalımının insanları sürüklediği sert depresyondan onları korumak (!) için sinema ve reklam sektörü kolları sıvadı. Sokaklarda yarı aç yarı tok yaşayan insanların gülecek hali kalmamıştı ama sinema ve reklam panoları gülen, dans eden insanlardan geçilmiyordu. İşte aşağı yukarı böyle depresif bir ortamda, 1930 yılında, Coca-cola şirketi, Noel Baba’yı yeniden üretti...
Siparişi üstlenen İsveçli Haddon Sundblom’un Noel Baba’sı, süre gelen gelenekten radikal kopuşun bütün özelliklerini taşıyordu. Salt motivasyon açısından değil, Noel Baba’nın ülkeden ülkeye farklılık gösteren giysisinin rengi bile Coca-cola’nın rengi olan kırmızı beyaz ile değiştirilerek tescilleniyordu. O güne kadar dünyevi zevklere mesafeli duran ama dinsel kimliğini de çok ön planda tutmamaya özen gösteren biri olarak çizilen Noel Baba, bundan sonra, kapitalizmin en güçlü ve yaygın imaj figürlerinden birine dönüşüyordu.
Artık, uzun kış gecelerinde, çocukların onun getireceği hediyelerin hayali ile uykusuz kaldıkları Noel Baba gitmiş, yerine gazlı ve kokain özütlü bir içecek pazarlayan bir çerçi gelmiştir. Coca-cola’nın Haddon Sundblom’a çizdirdiği bütün Noel Baba’ların ortak özelliği, Noel Baba’nın bir ticaret metası olmasının yanında, pazarladığı metanın alıcı kitlesi olarak çocukları da müşteri portföyüne eklemiş olmasıydı... Çocuklar, artık kendisinden getirmesini diledikleri eşyaları talep etmekten vazgeçirilerek, arzuladıkları metaları talep eden tüeticilere dönüşmüşlerdir...
Dünyanın taşınabilir suyunun yüzde 25’ine sahip dünyanın en meşhur koka yaprağı ithalatçısının maskotu Noel baba, artık, 1930’çda insanlara güzel yarınların olabileceğine dair umut veren gülümsemesiyle bile bakmıyor... Adeta dokunulmaz bir suç örgütünün müstehzi bakısıyla sırıtıyor.
Evet...
Nerde kalmıştık?
- 1942 lerde Meksika’da ilk kez üretilen hibrit tohumların ilk ekimleri, Türkiye, Hindistan ve Pakistan’da yapıldı (1943). (O dönemlerde batı kökenli ‘ herşey’ çok rağbet gördüğü için bu uygulama bizde kolaylıkla yapılmıştı…Marshall yardımlarıyla pulluk sokuldu topraklarımıza. Topraklarımızın karnını yaran makinalar. Suni gübre ve tarım ilaçları. )
- David Rockfeller 1952 de ( 18 yaşında) Dünya Nüfus Konseyini kurdu.
Amaçları : Dünya nüfusunu azaltmaktı (doğum kontrol ilacı üretimi, nüfus planlaması projeleri uygulamaları).
O dönemde, 2000 li yıllarda dünya nüfusunun 70 milyarı aşacağı söylemiyle pek çok ülkeyi kandırmayı başardılar.
Not : Rockfeller vakfı 1980 lerde Türkiye’ye aşı bağışında bulundu
Bu aşıların aynı zamanda KISIRLIK yapıcı etken maddeler içerdiğine dair bazı şüpheler var .
ABD deki THE GEORGIA GUIDESTONE adı verilen ve 1979 kimin tarafından dikildiği bilinmeyen (!) devasa kayaların üzerinde şu not yeralıyor :
“ Dünya nüfusunu 500 milyonun altında tut ! “
- GDO lu gıdada, sadece hayvan genleri değil , insan genlerini de kullandılar.
- Gıda ve ilaç sektörlerinin kontrolüyle, hem nüfus azaltılması hem de düşünemeyen uyuşuk beyinli ,korkak, cesaretsiz, zaaflarının esiri insan kitlesi oluşturma konusunda bir taşla çok kuş vuruyorlar…
-Bugün Türk halkının ¼ ü kısırdır.
“Doğal yapıyı bozan, zayıfla güçlü arasındaki makası büyüten, her biri doğal denge için görevlendirilen mahlûkatın yok edilmesine neden olan bu mühendislik planına; kısır hibrit tohumlara ve GDO denilen kalıtım mühendisliğine karşı çıkmak insanî bir zarurettir. Bu başkaldırı, insanın sorumluluklarının başında gelir.”
Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi Derneği Genel Başkanı Kemal Özer’in kaleme aldığı Deccal Tabakta olay yaratacak bir kitap. Gıdalarımız üzerinde oynanan kirli oyunu ve bu oyunun soğukkanlı deccalî oyuncularını deşifre ediyor. İnsanlığın en ivedi ve hayati meselesi olan gıda emperyalizmini, Allah’ın yarattığı tertemiz gıdalarımızın nasıl kirletildiğini mercek altına alıyor. Umudu da hiçbir zaman elden bırakmayarak okuyucuya ‘ gerçek kurtuluş’ reçeteleri de veriyor.
Günümüzde şeytanın rolünü, gıdayı silah olarak kullanan dev tröstler üstleniyor. Ruh ve bedenimize müdahale etmek, fıtratımızla, genlerimizle oynamak istiyorlar. Amaçları, minicik bebekleri, insan denen o güzel halifeyi ‘organizma’dan ‘mekanizma’ya dönüştürmek. Onlar acımasız, para da çok umurlarında değil. Sahip olmak, her şeye sahip olmak, kıyametten sonra da yaşamak arzusundalar. Yaratılışın sırrına vakıf olamadıkları için, yaşam kaynağı tohumları ele geçirmek ve kirletmek istiyorlar.
Rockefeller, Rothschild, Monsanto, Cargill, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, CFR, Bush ya da Obama fark etmiyor. Hepsi ‘organik’ olarak birbirine bağlı. ‘Dünyanın kurtuluşu’ olarak sundukları ise hibrit, transgenik, ebter ve genetiğiyle oynanmış tekno-gıdalar. Kadınları kısırlaştıran, çocukları hasta eden, çiftçileri köleleştiren, doğayı mahveden kirli, ucube, haram gıdalar… “Bu şeytani gıdaları yemektense şerefli bir şekilde ölmeyi tercih ederim” diyorsanız bu kitabı okuyun. Çünkü Deccal Tabakta sizi vicdanınızla baş başa bırakıyor.
Global Devlerin Oyunu’nu nasıl bozacağınızı, sofranıza habersiz oturan Deccalî güçlerle nasıl savaşacağınızı, nasıl insan kalacağınızı anlatıyor.
Kemal Özer’in kitaptaki son sözü ise şöyle:
GDO, insanlık için tarifsiz bir musibettir. Çünkü GDO;
Sayısız hastalık demek, kölelik demek.
İnsanlığın ortak mülkü tohumları birkaç küresel gücün insafına terk etmek demek.
Bağımsızlığından vazgeçmek demek. Kısırlaştırılmayı kabul etmek demek.
Bitkilerin ve hayvanların bedduasını almak demek.
Dünyayı yaşanamaz bir yer haline getirmek demek.
Her mideyi misket bombası ile doldurmak demek.
Beden ve ruh sağlığından vazgeçmek demek
İnsan ve hayvanlarda yamyamlaşma belirtileri demek.
Kötülük ve belâ demek, zulüm ve haksızlık demek, bağımlılık demek.
Dedelerimizden aldığımız emanete ihanet demek.
Ona rıza göstermek şeytana rıza göstermek demek..
AYRICA İNSANLIĞIN KONTROLÜ İÇİN ZİHİNLERİN KONTROLÜ
Zihin kontrolü tarihin akışı içinde okult oluşumların kullandığı bir yöntem olagelmiştir.Gizli bilgiler anlamına gelen ‘’okult’’zimin gizli bilgileri malum büyü ve büyü ortamını ve zeminini hazırlamak için kullanılan iksirler,dökümanlar,büyülü sözler ve kurbanlara yapılan akla hayale gelmeyecek insanlık dışı metodlardır.
Okultizm ve satanizm iç içe geçmiş ve birbirini besleyen akımlardır.Belki Şeytan bu konuda zihne vesveseler vermek yolu ile zihin kontrolünün en azından fikren temelini atan bir figür olarak değerlendirilebilir.
Çok tanrıcı dinler olarak adlandırılan ama özünde cinlere tapan satanist yönetimlerin kontrolündeki Babil’in Antik Mısır’ın Yunanistan’ın Hindistanın gizli büyü ilimleri bügünkü okültizme zemin hazırlamıştır.
Antik Mısır daki ölüler kitabı bu konudaki ulaşılabilen en eski döküman olarak kabul edilir.
Geçmişten günümüze kadar çeşitli ezoterik gruplar halinde gelen satanizm ve okultizm,Rothschild Meclisi tarafından Adam Weishaupt adındaki şahsa Almanya-Bavyera da İLLUMİNATİ (aydınlanmış olanlar) örgütünü 1776 da kurdurtarak,okult ilimleri tek çatı altında toplamayı ve Dünya hakimiyetini sağlamayı amaçlamıştır.
Bu Dünya hakimiyetinin sloganı New World Order(NWO)-Yeni Dünya düzenidir.NWO ın işleyen bir çok çarkı vardır.Bunlardan sadece bir tanesi zihin proglamadır.19 yy da büyük Britanya ve Almanya İlluminatinin çöreklendiği coğrafyalar olmuştur.Bu dönemde Nazi Almanyası ve Büyük Britanya insan davranışları ve kırılma noktalarını araştırmak maksadıyla bir çok araştırma yapılmış ve Nazi Almanyasın da bu konuyla alakalı Tvistock enstitüsü kurulmuştur.
Nazi partisinin üst düzey ss leri ve Büyük Britanya aristokratlarının yer aldığı okult oluşum Altın Şafak Hermetik Cemiyeti üyesi ve Hitlerin üst düzey koruması Heinrich Himmler -Lebersborn- adındaki genetik projeyi yürütmekle sorumluydu.Lebersborn projesi kapsamında genetik ve davranış bilimi çalışmalarının ilk tecrübeleri Auschwitz nazi toplama kampında Dr.Mengele tarafından yapılmıştır.Tamda burda bir zihin kontrol yöntemi olan MONARCH PROGRAMLAMA doğmuştur.
Dr.Mengele bu anlamda Monarch programlamanın babası sayılıyor.Monarch hükümdar anlamına gelsede hükümdar kelebek kastedilmiştir.Neden kelebek dendiğiyle ilgili bir çok söylem mevcuttur.Kelebek etkisi nedir? Dr.Mengele tarafından kurbanlara elektroşok uygulamasında oluşan sersemlik hissinin açıklaması belkide kelebek etkisi.Yada kurbanın dönüşümünü,tırtılın metamorfozundan çıkan kelebekle benzeştirilmiş.Her ne için denilmiş olsada ilk travma temelli zihin kontrol metodunun babası,ölüm meleği olarak anılan Dr.Mengele kabul ediliyor.
2.Dünya savaşı esnasında Dr.Mengele ile paralel araştırmalar yapan Amerikalı Psikolog George Estabrooks idi.İlluminatinin çıkarları doğrultusunda ve bazı özel nedenlerden dolayı 2.Dünya savaşı sonrasında güç devrini Britanya ve Nazi Almanya’sından Amerika’ya devriyle birlikte zihin kontrol yöntemi Monarch ta tıpkı ufo teknolojisinin olduğu gibi Amerika ya geçti.
Artık süper güç ve İlluminatinin kukla hükümetlerinden en kaydeğer olanı ABD’i olmuştur.2.Dünya savaşı sonrasında ABD savunma bakanlığı Nazi ve faşist italyan bilim adamlarını ve casuslarını Paperclip(ataç) projesi adı altında Amerikaya getirdi.
Böylece zihin programlama monarch CIA’e devredildi.MK-Ultra adıyla gizlenmeye çalışılan Monarch Programlama halen daha inkar edilen bir proje olmuştur.MK-Ultra (Mınd Kontrol-Zihin kontrol) projesine gelene kadar Chather(geveze) projesi,Bluebırd(Mavi kuş) projesi,Artıchoke(Engınar) projesi adı altında bir çok zihin kontrol projesi işleme kondu fakat hepsinin amacı Monarch (Hükümdar kelebek) projesini gizlemekti.
ABD de bilgi edinme yasası sayesinde ve bazı hükümet yetkililerinin sayesinde MK-Ultra projesine ait bazı belgeler ve görseller ele geçti.Gizliliği kaldırılmış belgelerde ve görsellerde bazı talihsiz Amerika ve Kanada vatandaşlarına proje kapsamında uygulanan işkencelerin,halisülojen maddelerin kullanımından ve küçük çocuklara uygulanan elektroşok kullanımını açıkça gözler önüne seriyor.
Monarch programlama düzeyleri EEG (Elektroensefalografi) elektiriksel beyin dalgaları düzeyleri ile adlandırılır.Çeşitsi satanistik ritüeller zihin programlamada inancın kırılması eşiğinde CİNLERİN zihne müdahalesi ile söz konusu olabildiğne inanılıyor..Elektro şok,fiziki işkenceler,travma yaşatıcak kadar kadar aşırı dozda manevi işkenceler,uyuşturucular bu konuda vazgeçilmez yöntemlerdir.
BETA;Cinsel programlamadır.Kedi alter egosu bu düzeyde ortaya çıkar.Bazı ünlüler,moda çalışanları ve şebeke içinde kullanılan kurbanlar bu düzeydedir.Daha çok Kedi resmi,dövmesi,giysisi ile boy gösterirler.Bu işaret diğer işleyicilere kölenin düzeyini gösterir.Aynı zamanda tetikleyici işlev görürler.
ALPHA;Hafıza kaydı arttırılmış,görme ve fiziksel kuvveti en üst düzeyde köleler için kullanılır.Kişilik sağ ve sol beyin olarak parsellenmiştir.
DELTA;Katil programlama olarak bilinir.Gizli istihbarat örgütlerince(Mosad,CIA vs..) canlı bombalar ve korkusuz savaşçılar ortaya çıkarmadır.
THETA;Pisişik programlamadır.Modern teknoloji ile beraber uygulanır.
Sonuç;İlluminati NWO-Yeni Dünya Düzeni amacına uygun zemini oluşturmak ve kitleleri kontrol altına almak için zihin kontrol kölelerini kullanır.Köleler illuminati şebekesinde aşşağılık fantaziler için kullanılmasının yanı sıra kitlelere rol modeller olmak içinde kullanılır.Özendirme ve hiç var olmayan bir hayatın reklamını yapan köleler,kitleleri kolaylıkla inandırabilir.
Çünkü kendileride buna inandırılmıştır.Hedef kitle daha çok çocuk ve ergen yaştakilerdir.Tabi bu demek değildirki yetişkinler bundan etkilenmezler.En kolay programlama için uygun yaş ergenlik ve çocukluk dönemleridir.Kullanılar subliminallerde bu düşünce değişimleri için yardımcı araçlardır.Kendi fikirlerini ve batıl inançlarını kitlelere aktarırken rol modeller vazgeçilmez araçlardır.Kudüs merkezli NWO Deccalin gelişi için hazırlanırken kitleler yani dünya haklarıda bu hazırlıktan payına düşeni almaktadır...
GELECEK ŞEKİLLENİYOR
Şimdi sıra üç sihirli kelimeden bahsedeceğim. Gelecek bu üç kelime üzerine şekillenecektir. Bu üç kelimeye hakim olan dünya hakimiyetininde sahibi olacaktır.
FREKANS;
MANYETİK ALAN;
MOLEKÜLER YAPI!
Ancak biz bunun yanında beyne, bilgisayar bağlantılarına, gelecekte bizi bekleyen silah teknolojilerine, bilgisayar teknolojilerindeki son gelişmelere, insanların gözetlenmesine, takibine ve toplumlar üzerinde kurulan hâkimiyetlere göz atacağız.
2. TİTREŞİMLER, FREKANSLAR VE DALGALAR
Kâinat, titreşim ve dalgaların ahenginden müteşekkildir. Her şey, kendi frekans ve titreşiminden oluşan birer enerjiden ibarettir. Titreşimler vasıtasıyla en hayret verici şeyleri bile başarmamız mümkündür.
Titreşimler, günlük hayatımızın bir parçasıdır. Hepimiz neşeli ve tasasız, karamsarlık ve uyuşukluk arasındaki farkı biliriz. Medyumlar kendi titreşimlerini o kadar arttırırlar ki çıplak ellerini insanların mideleri sokabilirler. Yüksek titreşim, daha düşük yoğunluk ve geçirgenlik demektir. Medyumlar (ruhsal cerrahlar) enerjiyi kullanarak çalışırlar; hastalıkların teşhisi ve tedavisinde enerjiyi ve titreşimleri kullanırlar.
DNA, titreşim ve enerjidir. DNA, ışığı emer ve yayar. Aura, elektrostatik bir alandır. Auralarımız ve yeryüzünün manyetik alanı birbiriyle iç içedir. Michael Tsarion ‘un belirttiği gibi, havadan ve yıldızlardan etkilendiğimiz kadar zihinsel ve duygusal durumumuz da gezegenimizi etkiler. Bu çift yönlü bir alışveriştir.
3. BEYİN
Beyin, çok yönlü bir kontrol merkezidir: Tüm vücut işlevlerini yönetir ve aralarında işbirliği sağlar. Bütün zihinsel durumlar, düşünceler, duygular, fiziksek duyular ve hareketler ayrı frekanslara sahiptir. Bunlar EEG testleri ve MRI taramaları ile görüntülenebilen elektromanyetik işaretlerdir. (EEG: Electro Encephal Graphy – Elektro Beyin Grafisi, MRI: Magnetic Resonance Imaging – Manyetik Rezonans (yankılanma) Görüntüleme)
Beş duyu organımızla algıladığımız her şey, belirli bir beyin faaliyeti meydana getirir. Tüm hastalıklar kendi dalga şekillerine sahiptir. Her kelime ve düşünce beynimizde kendi frekans dalgasını meydana getirir. Tüm hareketler, düşünceler, duygular ve algılamalar kendi frekans işaretlerine sahiptir.
Birinin beyin faaliyetleri, bilgisayar ekranına çıkarılabileceği gibi, bunlar TAM AKSİ YÖNDE DE GÖNDERİLEBİLİR. Bir bilgisayar herhangi bir beyin faaliyetini çözümleyebilir ve bunu aynı yoldan GERİ İLETEBİLİR. Geçmişte, bu verilere ulaşmak için insanların kafalarına elektrotlar yerleştirilirdi. Ama günümüzde her şeyi kablosuz olarak yapmak mümkündür.
Beyinlerimizin uzaktan idare edilebilmesi, uçsuz bucaksız bir çalışma alanıdır. Her beyin kendine özgüdür. Beyin taraması, beyin tanımlaması, uydudan takip, gözetleme ve süperbilgisayarlar bir araya getirilerek insan davranışları, tüm yönleriyle, uzaktan idare edilebilir.
Beyne ait parmak izlerimiz, bilindik nesnelerin tanınmasıyla alakalı beyin bölümünde bulunur. Beyne ait bu parmak izlerinin tespiti %100 isabete sahiptir. Mesela birinin suç mahallinde olup olmadığını belirlemek bununla mümkündür. Bununla birlikte bir kişinin beynine gerçek olmayan hatıralar yerleştirmek de mümkündür.
Beyin-Bilgisayar Bağlantısı yapılarak (BCI ) bilim adamları bir joystick (oyun çubuğu) ile insan ve hayvanları idare etmeyi başarmıştır. Ayrıca bilim adamları bir kedinin gözünden tanımlanabilen bir görüntüyü bilgisayar ekranına yansıtmayı başarmıştır.
Yani, gözlerinizle gördüklerinizi bilgisayar ekranına yansıtmanız mümkündür. Bu işlem, talamusdaki, gözle görülenlerin yönetildiği ve yorumlandığı LGNleri (Lateral Geniculate Nucleus) bölgesini hafifçe uyarılmasıyla gerçekleştirilir. Bunun yanında retina nakli ve kör birine tekrar görme yeteneği verebilen nakiller yapılmaktadır.
Yapay (takma) organlara sahip insanlar, beyinlerine yerleştirilen BrainGate çipleri sayesinde robot kolları ve bacakları hareket ettirebilmektedir. Sibernetik nöroteknolojik, iki beyin yarıküresi arasında bağlantı ve bilgi akışı, telekayıt (uzaktan kayıt), telestimülasyon (uzaktan uyarım), elektronik beyin haritası, telemetri (uzaktan ölçüm), nörogörüntüleme, kablosuz beyin uyarımları bu uygulama sonrası gerçekleştirilebilmektedir.
Bir tuz tanesi büyüklüğündeki mikroçip, insan beynine yerleştirilebilir ve bu, o kişiyi uzaktan yönetmek için yeterlidir. Ancak mikrodalgaları ve sayısal dalgaları bir insanın beynine iletmek o kişinin beyninde mikroçip olmasa bile mümkündür. Bir insanın kolundaki VeriChip çıkarılabilir fakat beyindeki bu çok ufak boyuttaki çipten kurtulmak mümkün değildir.
4. MOLEKÜLER, NANO VE SÜPERBİLGİSAYARLAR
Bilgisayarlar aşırı küçük boyutlarda üretilmeye başlamıştır. Bir tuz tanesi kadar küçük ve sıradan bir kişisel bilgisayarın 100 katı hızda çalışabilen moleküler bilgisayarlar şu anda mevcuttur. Sınırsız saklama kapasitesine sahip ucuz bir süperbilgisayar, bilgiyi insan düşüncesinin 4 milyon katı hızla işleyebilmektedir.
Walmart ‘ın veritabanı şu anki internetin iki katı bilgiye sahiptir. Gelecek yıllarda, yaptığımız her şey gözlemlenip kaydedilebilecektir. Gelişmiş bilgisayar programları tüm bilgileri inceleyip sınıflandırabilecektir. Satın aldığımız eşyalar RFID (Radyo Frekans Kimliği) çiplerine sahip olacak ve böylelikle takip edilebileceklerdir. Bindiğimiz arabalar kara kutu aktarıcılarına sahiptir. Kullandığımız cep telefonları GPS (Global Positioning System – Küresel Yön Bildirim Sistemi) üzerinden izlenebilmektedir.
5. OTOMATİK SİLAH SİSTEMLERİ
Silah teknolojisi beş duyu organımızla ve beyin gücümüzle algılayabileceğimizin ötesinde gelişmiş durumdadır. İnsansız uçaklar, hissedebilen, düşünebilen ve öldürebilen karınca büyüklüğünde robotlar çevremizde görülmeye başlayacaktır ve bütün bunlar bir insanın üstesinden gelebilmesi için fazla karmaşıktır.
Otomatik bilgi sistemleri, saldırma kararında, hedeflerin süratle takibi ve tanımlamasında, cephanelerin seçimi, dağıtımı ve sonuçların rapor edilmesinde yardımcı rol oynayacaktır. Robot sistemleri araştıracak, tanıyacak, değerlendirecek, iz sürecek, çatışmaya girecek ve öldürecektir. Gelişmiş radar sistemleri yer ve kimlik belirleyecek; ardından yok edecektir. (Burada kullanılan teknik Çok-yönlü Birleştirme’dir: Ayrıntılı bilgiler ve yapılan hareketler arasında sürekli etkileşim sağlar. Kullanıldığı alanlar: Denizaltıların tanımlama yöntemleri, hedef kimliği belirleme, iz sürme ve yok etme, balistik füzeler ve bombardıman uçakları, ani otomatik tepkiler, yapay zekâ) Tüm bunlar bir bilgisayarın gerçekleştirmesi için fazlaca karışık işlemlerdir.
6. GÖZETLEME
Birçoğumuz 120 stratejik noktaya yerleştirilmiş, yerimizi belirleyebilen SatNav ve GPS’yi duymuşuzdur. Cep telefonlarımız ve arabalarımız sürekli olarak takip edilmektedir. Çeçen lider General Dudayev aslında yanına cep telefonunu aldığı için öldü. Telefonunun yeri bulundu ve izi sürüldü. Ardından radyasyonu yükseltildi ya da ölümcül bir seviyeye getirildi .
Tüm telefon konuşmalarımız, faks ve e-maillerimiz Echelon ‘un, simge, ses ve kelime tanıma özelliğine sahip elektronik tele-kulak teknolojisiyle takip edilmektedir. Bilgisayar, anahtar kelimeleri ve cümleleri araştırır ve bir şifreleme yazılımı kullanır. Çoğumuz telesekreterle veya sözcük tanıyan yazı sistemleriyle karşılaşmışızdır. Hepimiz parmak izi gibi ayırt edici özelliğe sahip ses izlerimiz vardır.
İleride, nüfus cüzdanları hiç şüphesiz RF Kimliği (RFID) çipleri taşıyacaktır. Yani eğer bu zorunlu hale getirilirse araba kullanmasak ya da cep telefonu taşımasak da yerimizin tespiti yapılabilecektir. Giysilere RF Kimliği koymak da yaygınlaşmıştır. Böylelikle izlenmenizi sağlayan bir cekete para ödemiş oluyorsunuz.
X ışınları, CCTV (Kapalı Devre Kamera Sistemleri), parmak izi, avuç içi izi, el yazısı ve göz irisi kelimelerini hepimiz duymuşuzdur. Diğer biyo-ölçüm tanımlama sistemleri; yüzü, retina tabakasını veya bir insanın yürüyüşünü, yüz ifadelerinin özelliklerini ruh halinizi belirlemede kullanır. Bunun bir sonraki aşaması akıl okuyan bilgisayarlardır.
7. KİTLELERİN İDARESİ
Göz yaşartıcı gaz, elektroşok silahları ve Taser ‘ler en bilindik kalabalıkları kontrol yöntemleridir. Ancak kinetik enerji silahları, elektroşok, ses silahları, isyan kontrol araçları gibi diğer teknolojiler pek bilinmez. Tüm bunlar, bundan kısa bir süre önce kullanılabilir hale gelmiştir. Tüm kalabalığı uyutarak, uyuşturarak etkisiz hale getirmek artık mümkündür.
Beyindeki oksijen oranını düşürerek kişinin yorgunluk ve bitkinlik gibi belirli hisleri hissetmesi sağlanabilir. Ya da herkesi uyutabilirsiniz. Bunun yanında, kalabalıktaki bir kişiyi seçebilir ve akustik işaretleyicilerle hedef seçebilirsiniz. Bu tür uyuşturucu etkilere sahip ilaçlara genel olarak “öldürücü olmayan silahlar” denir. Ancak, pek tabii ki, seviyeleri yükseltildiğinde öldürücü olabilirler.
Elektromanyetik enerji ile bir kişiyi uzaktan telkin altına alabilir, sakatlayabilir ya da öldürebilirsiniz. Birçok davada, kişinin birden düşüp ölmesine bir açıklama getirilemediği için yasal süreç askıya alınmış ve dava kapatılmıştır.
8. ZİHİN KONTROLÜ
İnsan toplulukları ölçeğinde zihin kontrolü teknolojisi şu anda kesinlikle mevcuttur. Akıl okuma makineleri, uydular ve süperbilgisayarlar, bir insanın beynine herhangi bir zihinsel, duygusal ve fiziksel durumunu telkin etmek için mikrodalga ve sayısal dalgalar gönderebilir. Paranoid şizofreni hastaları güçlü sanrıların (halüsinasyon) ne demek olduğunu çok iyi bilirler ve bu insanların çoğu gizli polis servislerinden şüphelenirler.
Telepati, psikotronikler ve şizofreni arasındaki farkı anlatmak oldukça güçtür. Beyin, tüm vücuda hükmeder. Meditasyon ustaları kendi kalp atışlarını durdurabilir; nefes alışverişlerini kontrol edebilirler. Elektronik zihin kontrolü ile bir kişiyi mutlu, üzgün, yorgun, uyanık, intihara meyilli, yürüyen bir ölü, ölümcül hasta, etkisiz, nefret dolu yapabilirsiniz. Bu listeye her türlü zihinsel ve duygusal durumu ekleyerek uzatabilirsiniz.
Belirli bir hareketin frekans dalgasını yönlendirerek bir kişiyi dışarıdan yönetebilirsiniz. Bu şekilde düşünce, fikir, hipnotik tetiklemeler ve beyin programlamalarını insan aklına sokmanız mümkündür. Timothy McVeigh ‘in uzaktan idare edildiği ve suikaste programlandığı iddia edilir. Buttons ve Svoboda isimli pilotların kullandığı uçağın 1997’de bir dağa çakılması ya da Kaptan Hess’in birden oturup kendini 26 defa bıçaklaması da diğer gizemli vakalar arasındadır.
Frekans silahları 6.6 hz ile depresyona yol açabilir. 7.83 Hz (Schumann Rezonansı , yeryüzünün doğal titreşimi) kendini iyi hissettirir. 10.80 Hz panik hali oluşturur. 16-25 Hz’lik ölümcül ELF ise hayata kasteder. (ELF: Fazladan Düşük Frekans, ULF: Aşırı Düşük Frekans). Titreşimi hafifletilmiş mikrodalgalar doğal beyin frekanslarını taklit eder. Mesela frekans dalga boylarına maruz bırakarak uyuşturucu kullanmayan bir kişiye ketamin kullanmış etkisi verilebilir.
İbadet eden kişilerin beyinlerinin ‘ilahi’ bölümünün salgıladığı kendini iyi hissetme kimyasalları salgılatılarak bir keyif hali yaşadıkları kanıtlanmıştır. Bir insanı bu frekans dalga boyuna maruz bırakırsanız o kişide yapay bir dindarlık ve derin bir mutluluk hissi uyandırabilirsiniz. Ayrıca hükmedilen rüyalar, görüntüler ve kısa süreli hafıza silmeyle bir kişiye UFO deneyimi yaşamış biri gibi yapabilirsiniz.
İçten geçen düşüncelerin oluşumları gözlemlenebilir ve çözümlenebilir. Düşünceler ve fikirler aklınıza sokulabilir. Artık ne düşünüp hissedeceğimize kendimiz karar veremeyebiliriz. Bu işlemler oldukça karışıktır. Sadist birileri akılları kontrol etmek için bilgisayarın başına geçebilir ve bilgisayarlarıyla her şeyi belirli bir yöne yönlendirebilir.
Bilgisayar düşüncelerinizi size geri iletebilir ve tekrar tekrar düşünmenizi sağlayabilirler. Hatta bu anlamsız bir tekrarlamaya dönüşebilir. Ultrasonların iletilmesiyle bir kişiyi, sesler duyarak çılgına çevirene kadar bunu tekrarlayabilirsiniz. Bununla bitkinliğe, uykuya veya bir uyanıkla sebep olunabilir. Duyulan yüksek frekanslarla hırsızlığın azaltılabildiği bilinmektedir.
Voodoo rahipleri, psikokinezi (telekinezi) veya uzaktan telkin yapalar, insanların ve nesnelerin enerji yardımıyla etkilenebileceğinin farkında olan kişilerdir. Ama bilgisayar, beyinden daha kuvvetlidir. Daha güçlü etkiler oluşturabilir. Bu etkilerden birkaçı tecrübeleri tekrar oluşturmak ve imrendirmek, algılarla oynamak, işitilmeyen bilinçaltı etkileri, telkin ve hipnotize etmek olarak sıralanabilir.
9. FİZİKSEL BELİRTİLER
Zihin kontrolü, fiziksel tepkilere ve hislere de neden olabilir: Sesler duyma, kokular alma, görüntüler, mide bulantıları, ishal, el-ayak kontrolünde bozulma, orgazm hissi oluşturma, kusma, idrar ve dışkı çıkarma isteği gibi bağırsak hareketleri, kasılma, ateş, görsel yanılsamalar, felç, kalp krizi, kalp yetmezliği, nörolojik etkiler, fiziksel acılar, yönlendirilen göz hareketleri…
10. BİYOLOJİK SAVAŞ VE KANSERİN ÇARESİ
Sayısal dalgalar teknolojisiyle fiziksel belirtilerin kablosuz iletilebilmesi olanağı daha da ileri gitmektedir. Bir hastalığın elektromanyetik belirtilerini (semptomlarını) çevreye yayabilir; kansere, lösemiye, Alzheimer’a, zehirli etkilere, gribe, deniz tutmasına, nükleer radyasyon belirtilerine, kimyasal zehirlenmelere ve bakteri enfeksiyonlarına sebep olabilirsiniz. Dilerseniz bağışıklık sistemini (immüne sistem) etkisiz hale getirebilirsiniz. Hatalıkların bu anlık iletimleri Vlail Kaznavheyev tarafından kanıtlanmıştır.
Sayısal dalga teknolojisi, topluca ve kapsamlı alanlara hastalığın yayılabildiği devasa miktara sahip biyolojik silahlarda bulunmamaktadır. Antonie Priore’nin de belirttiği gibi olumlu yönde de kullanılabilmektedir. Fareler üzerinde kanser araştırmaları yapan Priore, geliştirilmiş elektromanyetik tedavinin HER hastalıkta tedavi edici olabileceği sonucuna varmıştır.
11. SAYISAL (SKALAR) DALGALAR
Nikola Tesla çekim ve hertz teorilerini kişisel sınırlamalarından dolayı eleştirmektedir. Sayısal dalga teorisinin genel kavramları bu iki teori tarafından göz ardı edilmiştir. Bu durum iki teorinin de hatalı olduğunu göstermektedir. Bu konu üzerindeki ders kitapları hatalıdır; birçok bilim adamı bunu anlamamaktadır.
Sayısal dalgalar uzay vakumunda (boşluğunda) bulunurlar. Zaman bölgesi, dördüncü boyut ya da uzay-zaman olarak da bilinir. Işık hızından hızlı hareket ederler. Çevreleyen vakum her yerdedir. Kainat, hiperuzayın çevresindeki ince zar tabakasıdır. Sayısal dalgalar, normal uzayda dolanabilir, hiperuzayda iletilebilen büyük miktarda bir enerji meydana getirebilir.
Sayısal dalgalar, dalga ve karşıt-dalgadan, eşit ve karşıtlardan, çekim enerjisine dönüştürülebilen boylamsal (uzunlamasına) ses dalgaları oluşmasından meydana gelmesine karşılık elektromanyetik (EM) enerji dalgaları çaprazlamadır. Sayısal tip zaman, bahsedilen aynı etken (ışık hızının karesi) tarafından sıkıştırılmıştır (bastırılmıştır). Sayısal elektromanyetikler, elektromanyetiğin çekim gücünün dâhil edildiği genişletilmiş şeklidir.
Geleneksel eşitlik şöyledir: e=mc2 enerji, kütlenin, ışığın santimetre karedeki hızıyla çarpılmasına her durumda eşittir.
Sayısal (dalgalarda) eşitlik şu şekildedir: e =?tc2 ışık hızının karesiyle zamandaki değişimin çarpımına eşittir.
Işık hızı saniyede 299,793 km yol alır (~300.000 km/saniye). Her şey enerjidir.
Sayısal rezonans (yankılanma) ve elektromanyetik alan enerjisi ve çekim alanı enerjisi arasındaki değiş tokuş, günümüzdeki fizikle anlaşılması mümkün olmayan bir şeydir.
Elektrostatik olasılık (potansiyel): Yerel partikül ve bunun sürekli akıma sahip elektriksel yükleme mahiyetindeki çekimsel yükleme arasında farklı akış yoğunlukları gösteren yüklü partiküller, elektromanyetikler ve elektroçekimler.
Altuzay /hiperuzay (dış uzay) zaman (değişimi) olmadan her yere seyahat edebilmeniz anlamına gelir. Vakumda (boşlukta) enerji, güç sahası (alanı) olmaksızın tamamen saklı bir biçimde uzak mesafelere iletilebilir. Kablosuz enerji iletimi, hiçbir kayıp olmaksızın, bir lazer gibi, %2 güç kaybıyla inanılmaz hızlarda bir noktaya doğru ateşlenebilir.
İyonosfer, güneşten gelen radyasyonlarla iyonize olmuş atmosfer tabakasıdır. Işık, aşırı yüksek frekanstaki elektromanyetik radyasyondur.
12. BEDAVA ENERJİ
Çok büyük miktarda enerji vakum (boşluk) bölgesinden, sıfır noktasındaki enerjiden çekilebilir. Güç tıpaları, gizli dalga boyu rezonanslarını (tınlaşım) kullanarak, dünyasal enerji, yerküreye ait dalgalar ya da kozmik ışınlar bir yere toplamak için kullanılabilir. MEG birimleri denilen bedava enerji makineleri üretilebilir. (MEG: motionless electromagnetic generator, hareketsiz elektromanyetik üreteçler-jeneratörler)
Doğrusal olmayan optikler tüm dalgalara uygulanır. Yerkürenin eriyik özü manto tabakasından farklı yönde döner. Bu manyetik bir üreteç (jeneratör) meydana getirir. Sonsuz yerküre enerjisi mevcuttur ve yararlanabilir hale getirilebilir.
Çevremizde birçok temiz ve kirlilik oluşturmayan enerji kaynakları vardır. Bu enerji kaynakları yeryüzünün manyetik alanından elde edilebilir ve hiçbir kayıp olmadan derhal nakledilebilir.
13. MAGLEV VE SES
Ses dalgaları ve titreşimli lazer, ağır nesneleri kaldırmada kullanılabilir: Hava mukavemeti dışındaki hiçbir sürtünme etkeninden etkilenmeyen elektromanyetik gücü kullanan Maglev trenlerinde olduğu gibi… Bazı insanlar Mısır Piramitlerinin de bu yöntemle inşa edildiklerini savunurlar. Hatta bazıları da Atlantis medeniyetinin titreşimleri kullanabileceklerinin oldukça farkında olduklarına inanırlar.
14. SAYISAL SİLAHLAR
Geleneksel (konvansiyonel) yönlendirilmiş silahlar olarak lazer, RF yönlendirici aletler, atom ve molekül parçalanmasına neden olabilen ışımalı silahlar (ölüm ışınları) gösterilebilir. Ama sayısal silahlar teknolojisi bunların ötesine geçmiştir. Sayısal enerjiyi belirli bir merkeze odaklamak, mercek kullanarak güneş ışığından ateş elde etmeye benzer. Nanosaniyeler içinde yoğunlaştırılmış enerjinin bir noktaya odaklanabilmektedir. İki sayısal ışının bir araya gelmesi, iyonosferi bir devre olarak kullanma yoluyla sayısal bir interferometri oluşturur (faz birleşimi belirli bir noktaya bağlıdır.)
Sayısal silahlar, bir ucu atmosfere açılan vakum odalarından ve silahın ucundaki bir hermetik contadan oluşur. Bu silah bir Tesla topunu çok uzaklara, hiçbir kesintiye uğramayan bir seyahatle gönderebilir. Yaklaşık 90 derecelik bir alana ateş açabilir.
Sayısal Silahlar hem savunma hem de saldırı için kullanılabilir. Isıveren, ısı düşüren veya bir metal zırhı, bir tankı ya da bir binayı parçalayabilen soğuk patlamalara sebep olabilen itici endotermik bir güçle ateş edebilmektedir. Sayısal silahlar, havada beklenmedik değişmelere, deprem ya da volkanik bir hareket başlatmaya, okyanusun ısıtılması veya soğutulmasına, yapay El Nino’lar oluşturmaya, kuraklıklara, orman yangınlarına veya sellere sebep olabilecek güçtedir.
Sayısal silahlar, yaşayan her şeyi çürümeden, düşüp öldürmeye yetecek güçtedir. Manyetik bozulmalarında, hatta elektrik kutuplarının değiştirilmesinde kullanılır. Nikola Tesla , dünyayı bu güçle ikiye yarabileceğini iddia etmiştir. Sayısal silahlar hava durumlarını düzenlemede ya da iklim değişikliklerinde kullanılabilir.
15. UÇAKLARIN VE FÜZELERİN İŞLERLİĞİNİ ENGELLEME, ATOM BOMBASINI ETKİSİZ HALE GETİRME
Sayısal silahlar bilgisayarlarda ufak arızalara sebep olabilir; elektronik parçaları ve elektrik devrelerini eritebilir. Hatta metali dahi eritebilir. Elektronik aletlerin bozulması uçakların ya da nükleer başlıkların sabote edilebilmesine izin verirken bu teknolojiyle bunların çarpışması veya patlatılması sağlanabilir. Tesla topuna değen her füze eriyecektir.
Sayısal Silahlar frekansları bozar, radardan kaçmayı sağlar, güç kaynaklarının erimesine ya da iş görmez hale gelmesine neden olur. Bunlar insanları, korunaklı odalarda ya da yeraltı sığınaklarında olsalar bile sersemletebilir, engelleyebilir, aciz durumlara düşürebilir. Ayrıca hipnoz gibi akıl tutulmalarına, hareketlerin kontrol edilmesine ya da bilinç kaybına olanak tanır.
Yeni nesil sayısal silahlar, kuantum potansiyeline sahiptir ve çok bağlantılı uzayzaman kullanır. Rusların 3. nesil seviyelerine çıkmak için sayısal silahlara çokça para harcamalarına rağmen Haarp ‘ın yapabildikleri 1. nesil olarak kabul edilir. Ruslar, doğrusal olmayan (non-linear) matematik, mühendislik ve bilimde öncüdürler.
16. BİR SİLAH OLARAK TESLA TOPU
Tesla kalkanı, boşlukları alınmış 2 sayısal (skalar) yarımküreden ve plazmadan oluşur. 3 eşmerkezli Tesla kalkanları, kimyasalları, biyolojik ve nükleer silahları etkisiz hale getirebilir. Gama radyasyon, dış kabuğa çarpar. Burada emilir, dağıtılır ve daha düşük bir ısıda geri ışıtılır. Bu işlem, gama ışınlarından kızılötesine, ondan da radyo frekansına olmak üzere her kalkan için tekrar edilir.
17. SAYISAL SİLAHLARIN TARİHİ
Sayısal silahlar Nikola Tesla’nın araştırmalarına dayanmaktadır. 1960’da General Krushnev, tüm dünyayı yok edebilecek bir silahtan bahsetti. Moskova’daki ABD büyükelçiliği mikrodalga ışınlarına maruz bırakıldı ve 2 Amerikalı Büyükelçilik temsilcisi kanserden öldü; diğerleri ise hastalandılar.
1963’de ABD senatörü Tresher ortadan kaldırıldı ve Porto Riko yakınlarında bir deniz altı patlaması meydana geldi. Sovyetler sayısal silah teknolojilerine oldukça yüklü yatırımlar yaptılar; iddia edildiğine göre atom bombasının bulunmasıyla sona eren Manhattan Projesi’nin yedi katı. Alevtopları birçok yerden gözlemlenmişti. “Ağaçkakan şebekesi” olarak bilinen alan 1976’dan beri ABD’nin üzerinde yer almaktadır. Amerikan mekikleri, füzeleri ve uçakları yere indirildi. Sayısal kubbeler, ABD radar haritalarında görüntülendi. Vladimir Jirinovsky elipton silahlardan söz etti.
1986’daki Challenger faciası süresince havada yüksek frekansların belirlendiği iddia edildi. Hava mühendisliği sayesinde metallerin yumuşatıldığı iddia edildi. ABD üzerinde doğal olmayan bulut şekilleri görüldü ve bazı kasırgalar 180 derecelik dönüşler ya da 360 derecelik döngüler yaptı.
Ocak 1995’de, Rusların füze sinyallerini aldığında dünyanın yok olmasına iki dakika vardı. Bu hikâyeyi doğrulamak çok zordur ama iddia edildiğine göre insanın müdahale edebildiği 8 dakikadan sonra 10 dakikalık bir boşluk vardı. Bilgisayarlar yönetilen silahların sorunu işte budur. Aslında ortada füze yoktu.
SONUÇ:
Her yönüyle insan davranışları, mikrodalga veya sayısal dalgaların kullanıldığı zihin kontrolü ile izlenebilir ve kontrol edilebilir. Takip, etrafımızı sarmıştır. Her şey enerji ve titreşimden ibarettir. Bilgisayarlar şu anda moleküler ya da nano seviyededir. Her an daha da küçük üretilmektedirler. Bilgisayar kontrollü silah sistemleri git gide daha da güçlü hale gelmektedir.
Kalabalıkların kontrolü ve biyolojik savaş, hastalıkların büyük kitlelere, geniş insan kalabalıklarına yayılabileceği, insan topluluklarının uyutulabildiği, yeryüzündeki tüm yaşamın bir anda bitirilebileceği bir seviyeye gelmiştir. Sayısal Kalkanlar kimyasalları, biyolojik veya nükleer silahları etkisiz hale getirebilir. Kanserin çaresi vardır ve kontrol altına alınabilen temiz ve tükenmeyen enerji kaynağı mevcuttur.
KABALA
Eski Mısır’ın materyalist, büyüye dayalı ezoterik öğretilerini devralan Yahudiler, Tevrat’ın bu konudaki yasaklamalarını tamamen göz ardı ederek, diğer putperest kavimlerin büyü ritüellerini de benimsemişler ve böylece Kabala Yahudiliğin içinde, ama Tevrat’a muhalif bir mistik öğreti olarak gelişmiştir.
Kur’an’da bu konuya işaret eden bir ayet bulunmaktadır. Allah, İsrailoğulları’nın, kendi dinlerinin dışındaki kaynaklardan şeytani büyü öğretileri öğrendiklerini şöyle haber vermektedir:
“Ve onlar, Süleyman’ın mülkü (nübüvveti) hakkında şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkâr etmedi, ancak şeytanlar inkâr etti. Onlar, insanlara sihri ve Babil’deki iki meleğe Harut’a ve Marut’a indirileni öğretiyorlardı. Oysa o ikisi: “Biz, yalnızca bir fitneyiz, sakın inkâr etme.” demedikçe hiç kimseye öğretmezlerdi. Fakat onlardan erkekle karısının arasını açan şeyi öğreniyorlardı. Oysa onunla Allah’ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar veremezlerdi. Buna rağmen kendilerine zarar verecek ve yarar sağlamayacak şeyi öğreniyorlardı. Andolsun onlar, bunu satın alanın, ahiretten hiçbir payı olmadığını bildiler; kendi nefislerini karşılığında sattıkları şey ne kötü; bir bilselerdi.”(Bakara, 2/102)
Ayette bazı Yahudilerin, ahirette kayba uğrayacaklarını bilmelerine rağmen, büyü öğrendikleri ve uyguladıkları haber verilmektedir. Yine ayetteki ifadeyle, söz konusu Yahudiler, bu şekilde Allah’ın kendilerine indirdiği şeriattan sapmış ve putperestlerin kültürüne (büyü öğretilerine) özenerek “kendi nefislerini satmış”, yani imandan vazgeçmişlerdir.
Bu ayette haber verilen gerçek, Yahudi tarihindeki önemli bir mücadelenin de ana hatlarını göstermektedir. Bu mücadele, Allah’ın Yahudilere gönderdiği peygamberler ve bu peygamberlere itaat eden mümin Yahudiler ile, Allah’ın emirlerine isyan eden, çevrelerindeki putperest kavimlere özenerek Allah’ın şeriatı yerine onların inanç ve kültürlerine eğilim gösteren sapkın Yahudiler arasındadır.
İşin ilginç yanı, bu mücadaleye bazı Yahudi olmayan kimselerin de katılmasıdır. Kabala ve ona dayalı pagan öğretiler, sadece Yahudiler içinde değil, Yahudi olmayanlar arasında da yankı bulmuştur.
İlluminati ve Masonluğun Kökeni Olan KABALA Nasıl Öğrenildi?
Genel Olarak kabul gören açıklama, Harut ve Marut Allah’ın emri ile sadece insanlara çeşitli bilgileri ve sihirleri öğreten iki melek olduğudur. Ama bana kalırsa şeytanlardan öğrenmişlerdir ama en doğrusunu Allah bilir o zaman bi Kur’an-ı Kerim’e bi göz atalım! Konu ile ilgili Bakara Suresi 102. Ayet
“ Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların (ve şeytan tıynetli insanların) uydurdukları yalanların ardına düştüler. Oysa Süleyman (büyü yaparak) küfre girmedi. Fakat şeytanlar, insanlara sihri ve (özellikle de) Babil’deki Hârût ve Mârût adlı iki meleğe ilham edilen (sihr)i öğretmek suretiyle küfre girdiler. Halbuki o iki melek, “Biz ancak imtihan için gönderilmiş birer meleğiz. (Sihri caiz görüp de) sakın küfre girme” demedikçe, kimseye (sihir) öğretmiyorlardı. Böylece (insanlar) onlardan kişi ile karısını birbirinden ayıracakları sihri öğreniyorlardı. Halbuki onlar, Allah’ın izni olmadıkça o sihirle hiç kimseye zarar veremezlerdi. (Onlar böyle yaparak) kendilerine zarar veren, fayda getirmeyen şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun, onu satın alanın ahirette bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilselerdi.”
Ve böylece yahudiler bir büyü sanatı öğrendiler.Bu büyü sanatının adı Kabala’dır.Kabala,yahudilere şeytanlardan ve cinlerden kalmış bir büyüdür.Hz.Süleyman zamanında Süleyman mabedini inşaa eden şeytanlar ve cinler Kudüs halkına büyüler ve paralel boyuta geçmenin,paralel boyuttan varlıklar çağırmanın yollarını öğrettiler.Bundan haberdar olan Hz.Süleyman halkının elindeki bütün kitapları toplayıp tahtının altına gömdü.Halkının bir daha böyle şeylerle uğraşmaması için idam kanunu çıkarttı.
İşte tapınak şovalyeleri Süleyman mabedinin altında buldukları hazine bu kitaplardı.Kabala denilen bu büyü o kadar acayip bir büyüdür ki bu büyüde usta olan bir insan doğaya hükmedebilir,bir insan beynini kontol altına alabilir,insanlara aklınızın alamayacağı şeyler yaptırabilir.Allah büyü ile uğraşmayı lanetlemiştir.Ama tapınakçılar bir kere bu illete düştüler ve kendilerini kurtaramadılar.
Yani onlar büyüye değil büyü onlara hükmetmeye başlıyor zamanla “Yüzüklerin Efendisinde ki Yüzük gibi”
KABALANIN YAYILMASI
Kabala Babil,Mısır,Hint,Yunan uygarlıklarında yayıldıktan sonra en son Roma İmparatorluğuna geçti.Bu devletleri incelediğimizde bu devletlerin insanlarının tapındıkları putların aynı olduğunu sadece isimlerinin farklı olduğunu görüyoruz.Özellikle bu uygarlıkların neredeyse hepsinde dikilitaşlara,Baykuş sembollerine rastlıyoruz.
Yahudiler bu devletlerin içine sızarak insanların dinlerinden kopmalarına ve şeytana tapmalarına sebep olmuşlardır. Ve bunlar İslamiyet harici bütün dinleri bozmayı başarmışlardır.Avrupa’ya yayılan bu soy papalık makamınada kontrol altına aldıktan sonra Kudüsteki Süleyman mabedinin içinde bulunan kabala öğretilerini ele geçirmek için haçlı seferlerine başladılar.
AVRUPA’NIN ELE GEÇİRİLMESİ
Tabi bu sırada Rockefeller,Rothschild ve İtalyadaki Medici ailerlerinin bu kargaşa ve savaş ortamından faydalanarak daha da zenginleştirler.Ardından Rönesansı başlatacak şekilde sanatçıları ve bilim adamlarına önderlik etmeleri var. Yani İlluminati o dönemlerde mevcut Leonardo da Vinci,Galileo galilei ve Michelangelo gibi sanatçılar vasıtasıyla düğmeye basıyor, dini gibi görünüp aslında zıt amaçlar için hareket edip güçlenmeye başlıyor ve haçlı savaşlarında sion tarikatı ve tapınakçılar tarikatı kuruluyor. Bunlar doğu-batı ticaretine hakim oluyorlar ve tefecilikle herkesi kendilerine borçlandırıyorlar.Fransız kralı da dahil bu borçlular kervanına. Fransız kralı daha fazla dayanamayıp efendileri Moley’i ve tapınakçıları öldürtüyorlar. Sonra İskoçyaya kaçarak orda iskoç ritini kuruyorlar. (Fransız ihtilalinin sebibini açıklayacağım ama neden Fransa’yı seçtiklerini anladınız değil mi )
RÖNESANS VE FRANSIZ İHTİLALİ
1776 Almanyada illuminati’yi kurup 100 sene içinde Faşizmin-Komünizmin ve liberalizmin temellerini oluşturacak yapıları fikirsel altyapılarını oluşturdular. Fransa’da fransız devrimi için 50-100 sene çalışarak en sonunda 1789’da devrimi gerçekleştirip,Abd devletini kurdular. Fransız devrimiyle milliyetçilik akımı başlatarak Osmanlı Devletinin elindeki tüm devletlerin bağımsızlığını desteklediler.Balkanlarda bugünkü arap ülkelerindeki domina etkisi gibi bir etkiyle Osmanlıyı sıkıştırıyorlardı bu arada arap ülkelerine ajanlar göndererek Arabistanlı Lawrance gibi orada arap milliyetçiliğini yüceltip Türklere karşı ayaklandırdılar.
ABD’DE Kİ FAALİYETLERİ
1929 Ekonomik Kriz ve 2.Dünya Savaşı
En sonunda yapının merkezi Abd’ye geçiyor.Bu yapı Abd’ye geçtikten sonra merkez bankası sistemini kuruyorlar. Amaçları ise insanları köleleştirmektir.Daha sonra basınıda kontrol altına alarak bir yalan haberle 1929 ekonomik buhranını çıkarıyorlar.Bankalardaki hesabları boşaltıyorlar ve Adolf Hitleri silah satarak ve destek vererek onu avrupada büyük bir güç haline getiriyorlar.Hitlerin almanyadaki yahudileri öldürmesini sağlayarak avrupada dağınık halde bulunan yahudileri Kudüs’e yani vaadedilmiş topraklara göç etmelerini sağlıyorlar.Böylece İsrail devletini kurmaları dahada kolaylaşıyor ve İsrail devletini kuruyorlar.11 Eylül komplosunu kurarak Irak başta olmak üzere Afganistan gibi ülkeler işgal ediliyor.Büyük Ortadoğu Projesini uygulayarak Büyük İsrail Devletini kurmayı amaçlıyorlar ve ardından Kudüs Merkezli tek dünya devletini kurmak en büyük hayalleridir.
Bu yapılanmalar ve bu yapıların içindeki insanlar yüzyıllardır efendileri yani Deccali beklemektedirler.Bütün çalışmaları ve çabaları onun istediği bir dünyayı o gelmeden ona hazırlamak ve sunmaktır.
Uluslararası bir menfaat kuruluşu. Bünyesine özel vasıflı ve seçkin insanları alarak geniş bir teşkilatlanma içerisine giren masonlar, dünyanın hemen her yerinde seslerini ve etkilerini duyurmuşlardır.
Masonluk, Yahudiliğin gizli faaliyet gösteren bir örgütüdür. Bütün rütbelerini, sembollerini muharref Tevrat’tan almıştır. Giriş törenleri Tevrat doktrinine uygun olarak yapılır.
Masonlar, Yahudilerle olan bağlarını sürekli inkâr etmekte ve onlarla hiçbir ilişkilerinin olmadığını iddia etmektedirler. Eğer Yahudilerle olan bağları anlaşılırsa, toplum tarafından hoş karşılanmayacaklardır. Bunun yerine kendilerini bir hayır kurumu, bir kardeşlik, yardımlaşma cemiyeti olarak topluma lanse etmeye çalışmaktadırlar.
Masonlar yalnızca üyelerine mahsus olarak çıkarttıkları Mimar Sinan, Türk Mason Dergisi, Akasya, Büyük Şark gibi dergilerde, Yahudilerle olan bağlarını açıkça ifade etmektedirler. “Ritüellerimizde Tevrat’tan sayısız alıntılar mevcuttur” (Mimar Sinan, Sayı 47, s. 39).
Tevrat’ın, Yahudi ırkının bir ideoloji ve doktrin kitabı olduğunu öncelikle belirtmekte fayda vardır. Bu ideolojinin siyaset sahnesindeki ismi Siyonizmdir. Siyonizm, Masonluk hep Tevrat’tan kaynaklanan felsefenin uygulamadaki örnekleridir.
Bozulmuş ve değiştirilmiş Tevrat’ta Yahudi ırkının dünya milletlerine yapması emredilen vahşet ve katliam şekilleri ayrıntılı bir biçimde belirtilirken, gizli, dikkat çekmeyecek yöntemler de detaylarıyla anlatılmış, çeşitli yollar gösterilmiştir. Bu yöntemler uygulandığında milletler içten çökertilecek ve ne hedef alınan milletler bunu farkedebilecek, ne de olayların arkasında bir Yahudinin ismi duyulacaktır.
Sadece kendi gizli kaynaklarında Yahudilikle ilişkileri anlaşılan Masonluk, işte Yahudiliğin Tevrat’ın telkinlerini aynen benimseyen ve gizli faaliyet gösteren kollarından biridir.
Masonlar, Yahudilikle olan alâkalarını gizli tutmayı lüzumlu görmektedirler. Çünkü Siyonizm ile aynı amacın güdüldüğünü anlatarak faaliyet göstermek yerine, yardım kuruluşlarını paravan yapıp hayırsever kişiler görünümü altında bu amaca hizmet etmek kendileri açısından daha verimli sonuçlar doğurmaktadır.
Masonluk, esas itibariyle Yahudi olmayan birtakım insanları bir gizli dernek çatısı altında toplayıp, eğiterek, onları herhangi bir sahada Yahudiliğe ve Yahudilik ideallerine hizmet eder hale getirmek için verilen bir tedris usulüdür.
Siyonistler, Yahudilik kavramıyla beraber, Siyonizm hedeflerinin insanları ilk planda ürkütebileceğini düşünerek kendi tanımlamalarıyla, toplum içerisinde başarılı olmuş, meslek sahibi, zengin, saygılı kişilerle, kardeşlik, dostluk, barış gibi insanlara sıcak gelen kavramlarla Masonluk bünyesinde ve Rotary, Lions, Liones gibi kulüpler aracılığıyla çalışmalarını sürdüregelmişlerdir. Böylece hem Siyonist hedefleri ilk planda öne çıkarmamış olmak ve hem de Yahudi olmayan insanlar vasıtasıyla Yahudilik ideallerine hizmet ettirmiş olmak amacını gerçekleştirmişlerdir.
Ütopist mahiyette insanlık, dünya vatandaşlığı, enternasyonalizm gibi kozmopolit ilkeleri benimsediğini iddia eden, ancak aynı teşkilat mensuplarını kardeş gören ve teşkilat içindekilere yardımcı olan; inanç ve vicdan hürriyeti mücadelesinde bulunmakla beraber, Masonluk imanını benimsetmek isteyen; umumiyetle liberal, kapitalist, kendi inancına uymak şartıyla imtiyazlı; oligarşik olmakla beraber sözde demokrat görünen; ehliyet, liyakat, fazilet esaslarına, Mason kardeşliğini tercih eden; malî imkânları ve elemanları geniş bir teşkilata sahip, disiplinli, otoriter, beynelmilel hüviyetteki bu kurum, gizli, esrarengiz birtakım gelenek ve sembollere sahip bulunuyor. Bu sembollerin köklerinin (üçgen, nur, altı köşeli yıldız, akasya, duvarcılık, hiram-mabet şekli vs.) eski Mısır ve Yahudi geleneklerine dayandığı Masonluk yayınlarında belirtilmiştir. Masonluk, insanlığı bir bütün olarak görmek istemesine rağmen yalnız birbirini kardeş tanıması, ehliyet, liyakat vb. vasıflar yerine locaya mensup olduğu için himaye görmesi, bir tehlike anında veya bir yardım isteğinde kendi milletine karşı da olsa, loca mensubunun yardımına yönelinmesi, kozmopolit mahiyeti, biricik hakikatin yalnız Masonluk ilkelerinde görülmesi, zaman zaman din ve milliyet aleyhindeki tutumu dolayısiyle, localarda Yahudilerin, dönmelerin bilhassa önemli mevkilerde bulunması gibi sebeplerle, itirazlara uğramış ve Yahudi emellerine, ülkülerine vasıta olduğu İsrail devletinin kurulması için bir araç olarak kullanıldığı ve Yahudiliğin beynelmilel himayesinin arka planda bulunduğu ileri sürülerek tenkid edilmiştir.
1717’de kökleri çok eski olduğu halde İngilterede kurulup geliştirilen Masonluk, İngiltere Yahudileri yanında, İngiliz Emperyalizminin sömürgeciliğinin yanında, her tarafta ajanlar, sempatizanlar, aldatılanlar, yanıltılanlar elde ederek gelişmiş ve İngiliz uyduluğuna bilerek bilmeyerek hizmete sevkedilmişlerdir. Aynı şekilde Amerika’da da Mason localarına Yahudiler kesinlikle hâkimdir. Orada da ticarî, iktisadî, siyâsî mevki sahip olmak isteyenler onun desteğine muhtaç hale getirilmişlerdir.
MASONLUK, kendi sitelerinde “Rönesans ve Reform süreçlerini izleyen Aydınlanma Çağı’nda kurulmuş; akılcılık, bilimsellik ve insanlığın oluşumundan bu yana ortaya çıkarak, insanlığın gelişimine ve bilgi birikimlerine katkıda bulunmuş bir kültür ve fikir üst yapı kurumu” olarak tarif edilir.
Ancak gerçek böyle değil.
1822-1884 yıllarında ilân edilen Anayasa ve arkasından yapılan seçimler sırasında meclis tutanakları gözden geçirilirse, Rumların, Ermenilerin ve diğer azınlıkların nasıl çıkar ve bölünme doğrultusunda gayret sarfettikleri anlaşılır. Bu konuda önemli rolü bulunan Mithat Paşa’nın kimliği bir hayli enteresandır. Macaristanlı bir hahamın oğlu olan Mithat Paşa, Türk devletinde yenilikler yapmağa başlamıştır. Yahudi prensiplerine dayanan mektepler açtırmış ve mekteplerde ihtilacı doktrinleri öğretmiştir. Mithat Paşa, Jön Türkler partisini kurmuştur. Bütün Avrupa’da kendi sırdaşı olan Simon Deutch’un talimatıyla yapılmıştır. Sultan Abdülaziz’in katli, Mithat Paşa’nın gözü önünde gerçekleştirilmiştir.
3 Kasım 1839 Sultan Abdülmecid’in tecrübesizliğinden istifade eden Mustafa Reşit Paşa’nın gayretiyle Tanzimat Fermanı ilân edildi. Bunun üzerine yabancı kuruluşlar, azınlıklar kuvvetlendi. Bu hareketi benimseyenlerce buna “Tanzimatı Hayriye” adı takıldı. Kozmopolitlik, yabancı etkisi ve aşağılık duygusu yayıldı. Bu sebeple buna “Tanzimatı Şerriyye” diyenler de vardır. Tanzimatı ilân eden Mustafa Reşit Paşa, İskoçya Mason locasına mensup bir kimseydi. Masonluktaki Tanrı anlayışı Deist bir anlayıştır. Deizm ise İslâmlık, Hristiyanlık, Musevilik gibi semavî dinlerdeki Allah inancına bir reaksiyon olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlayışa göre, kainatı aşan bir varlık vardır. Fakat insanoğlu bu varlığı tam manasıyla bilemez. Onun için bu varlığa yakarılmaz, ondan birşey istenmez ve onun insanları sevmesi, imtihan etmesi beklenemez. Böyle olunca ahiret düşüncesi ve öldükten sonra dirilmek fikri de iptal edilmiş oluyor. Deist anlayışı biraz daha ileri götürdüğümüzde Ateizm noktasına gelirsiniz. Zaten özellikle Fransız locasına kayıtlı masonlarda bu anlayış yaygındır.
Sion kelimesi “Allah’ın krallığı” manasına gelir. Tevrat’taki üstün ırkla alâkalı ayetler Siyonizm fikrinin temellerini teşkil etmektedir.
Yahudilerin Allah’ın seçmiş olduğu millet olduğu yolundaki söylentilerin kaynağı Tevrat’ta çeşitli bablar içerisinde yer almaktadır. Bunlardan iki tanesi aşağıdaki şekildedir:
“Ben dedim: Siz ilâhlarsınız ve hepiniz Yüce Allah’ın oğullarısınız. Kalk, ey Allah (ey oğullarım) yeryüzüne hükmet. Zira, milletlerin hepsine sen varis olacaksın” (Mezmur Bab. 82, Âyet. 6-8 s. 598).
“Çünkü sen Allah’ın Rabbe Mukaddes bir kavimsin. Allahın Rab, yeryüzünde olan bütün kavimlerden kendisine has kavim olmak üzere seni seçti” (Tesniye Bab. 7, Âyet 6 s. 184).
Yukarıdaki sapık ve ahlâk dışı sözde Tevrat ayetlerine daha yüzlercesini eklemek mümkündür. Bütün bunlar da göstermektedir ki, Masonluk; azmış ve gözü dönmüş Yahudinin Siyonist menfaatleri doğrultusunda ülkelerin yetişkin insanlarını kendine hizmet ettirerek ideallerini gerçekleştirmek yolundadır.
Masonlukta, sanılanın aksine 33. Derece yani ‘Büyük Genel Müfettişi’ son mertebe değildir... Kimilerine göre 34. Derece olarak kabul edilen ama Masonlar arasında ‘Tapınak Şövalyesi’ olarak dillendirilen bu mertebe, zirvenin en yakın noktası olarak gösterilir. Hatta bu noktaya çıkan kişilerin, son derece özel insanlar olduğu belirtilmektedir. Her Tapınak Şövalyesi’nin de aynı derecede olmadığı da bir gerçektir.
BİRÇOK KURAL VAR
Birçok 33. Derece Mason, ırkları nedeniyle buna ulaşamaz. Tapınakçıların kuralları, öncelikli olarak Saint-Bernard tarafından düzenlenmiş olduğu üzere Sistersiyen Tarikatı’nın anayasası temel alınarak hazırlanmıştı. Sonra bundan vazgeçildi. Tapınak Şövalyesi için disiplin ilk sırada gelmektedir. Her şövalyenin günlük yaşamda uyması gereken bazı kurallar vardır. Geçmişte, her şövalye kuzu derisinden yapılmış bir iç çamaşır giymek zorunda kalırdı. Bu zamanla değişti. Ancak Türkiye başta olmak üzere birçok Loca, bu kuralı uygulamaya çalışıyor.
BAĞLILIK YEMİNİ
Eskiden Tapınak Şövalyeleri’nin yıkanması yasaktı. Bu kural da değişti. Ancak özel toplantılardan önce yıkanmadıkları belirtilmektedir. Peki Tapınakçıların, aileleriyle özel görüşmelerinde derin konular konuşulur mu? İşte 31. Derece bir Mason’un bu konuda anlattıkları: Aile bireylerine özel konular anlatılmaz. Sadece eş yani hemşirelere bazı Loca görüşmeleri anlatılır. Birçoğunun çocukları bunu bilmez. Bazılarının eşleri bilir. Bu da bir elin 5 parmağını geçmez. Tapınak Şövalyeleri, etrafına diyet yaptığını söyler ve günde 2 öğün yer. Bu bağlılıklarının en önemli göstergelerinden biridir.
HEDİYE VERİLİR Mİ?
Tapınak Şövalyeleri, küçük hediyeler verebilir, aynı şekilde son derece küçük hediyeler alabilir. Özellikle lüks saat almak kesinlikle yasaktır. Böyle bir hediye alan bugüne kadar hiç olmamıştır. Loca’nın gizli yasalarından biri de, bu tür pahalı hediye alanlara ceza uygulamalarıdır. Ayrıca bir kişinin pahalı hediye aldığı tespit edildikten sonra cezai işlemin ardından, hediyeye de el konulur.
İLİŞKİ KURALLARI
Tapınak Şövalyesi olan bir kişi, artık çok daha farklı bir hayat yaşamak zorunda. Öncelikli olarak diğer Tapınak Şövalyesi ile yaptığı görüşmelerde, onu kızdıracak veya üzecek bir davranıştan kaçınmalı. Bunu yaptığı takdirde, kendisine de ceza uygulanır. Loca mahkemeleri, yaşanabilecek restleşme gibi durumlara el koyar ve gereken adımları atar. Bu kural, dünyanın her noktasındaki Loca’da da geçerlidir.
Masonların önem verdikleri sembollerden biri de, Eski Mısır mimarisinin önemli unsurlarından biri olan obelisk.Üzerlerinde Eski Mısır’ın hiyeroglif yazıları kazınmış olan obeliskler, asırlar boyu toprak altında gizli kaldıktan sonra 19. yüzyılda gün ışığına çıkarılıp daha sonra da New York, Londra ve Paris gibi Batılı kentlere taşındılar. Bunlardan birisi de Sultanahmet Meydanı’nda bulunanDikilitaş. Obelisklerin en büyüğünün gönderildiği ülke ise ABD.
Bunu organize edenlerin ise yine Masonlar olduğu iddia ediliyor. Çünkü obeliskler ve üzerlerinde taşıdıklarıEski Mısır figürleri, Masonlarca kendi sembolleri olarak kabul ediliyor. Bu obeliskler dünyanın bütün önemli şehirlerinde bulunuyor. Bu şehirler, İstanbul, New York, Washington, Kahire, Vatikan, Kudüs ve Roma olarak sıralanıyor...
Mason kelimesinin tam olarak sözlük anlamı “duvarcı ustası” olarak biliniyor... Masonluk, ilk defa tam anlamıyla “Tapınakçılar” olarak da adlandırılan bir cemiyet tarafından oluşturuldu.
Tapınakçılara”İsa’nın ve Süleyman Tapınağı’nın Fakir Askerleri” de deniyordu. Tarikat, 1118 yılında, yani Kudüs’ün Haçlılar tarafından ele geçirilmesinden yaklaşık 20 yıl sonra kuruldu. Kendilerine “Süleyman Tapınağı” ile ilgili bir isim verilmesinin nedeni, üs olarak seçtikleri yerin, bu yıkık tapınağın yeri olan “tapınak tepesi” olmasıydı. Sultanahmet Meydanı’ndaki Dikilitaş da, masonlar için adeta bir tapınak. Farklı ülkelerden sivil olarak gelen binlerce Mason, Dikilitaş’ın önünde saatlerce bekler ve bu sayede huzura kavuştuklarını düşünür.
PİRAMİT’TEKİ GÖZLER
Masonlar için Mısır’daki Piramitler de çok büyük önem taşır. Özellikle de Büyük Piramit. Yani kutsal geometrinin, bu yapıda bütün kutsallığıyla kullanıldığına inanan masonlar her yıl Mısar’a gitme ihtiyacı duyar. Ancak Loca’nın kararlarıyla bu artık bir ritüel olmaktan çıktı. Masonların iki büyük amblemi vardır. Bunun bir tanesi, piramitin tepesindeki herşeyi gören göz ve diğeri pergeldir.
TÜRKİYE TUTKUSU
Fransa Yüce Konseyi için Türkiye vazgeçilmez bir ülke. Bu konuda son derece önemli adımlar atan Fransızlar, özellikle Türkiye’de görev yapan birçok Fransız’ı Loca’ya aldı. Buna göre bu kişilerin kısa sürede yükselmelerini sağlayan Loca, şimdi de karşılığını beklediğini açıkça ifade etti. Fransız Masonlar da Türkiye’de Loca’nın isteklerini yerine getirmek için yemin etti.
Her şeyi Gören Göz (Horus’un Gözü) Masonluk
Her şeyi gören göz (mısır tarihi) horusun gözü. lucifer’in her şeyi gören gözü anlamına gelir. gözyaşı damlası etkisi altında olmayan ruhlar yüzünden kederlendiğini gösterir.
Her şeyi gören göz sembolü konusunda bilinen en eski Masonik referansa 1772 yılında yayınlanan William Preston’un “Üstat Mason Derecesi Konferansları”nda rastlıyoruz. Preston konferansında Her Şeyi Gören Gözden şöyle bahsediyor:
“Çıplak kalbe doğrultulmuş kılıç, adaletin er geç bizi yakalayacağını göstermektedir; düşüncelerimiz, sözlerimiz ve davranışlarımız insanların gözünden saklı kalabilse de, güneşin, ayın ve dahi yıldızların itaat ettiği, kuyrukluyıldızların o müthiş dönüşlerini gözetiminde yaptığı, insan kalbinin derinliklerine hakim olan ve liyakati ödüllendiren o Her Şeyi Gören Göz’den saklı kalmaz.”
Göz hiç bir zaman uyumaz. Bu anlamıyla bazı obediyanslarda Üstadı Muhterem ve Önceki Üstadı Muhteremlerin önlüğünde yer alır. En eski Her Şeyi Gören Gözün yer aldığı önlük, Marquise de Lafayette tarafından el işlemeleri yapılmış (aslında bir Fransız Manastırında rahibeler tarafından yapılmıştır) ve Marki tarafından Amerika’ya getirilerek General George Washington’a 1784 yılında hediye edilmiş olanıdır. Bu olay da göstermektedir bu amblem o tarihe kadar masonik bir amblem olarak tanınmamaktadır. Masonik önlüklerin o dönemde ayak bileğine kadar inen deri önlükler olduğunu ve üzerini her hangi bir amblemle süslemenin çok güç olduğunu unutmamamız gerekir. Ancak Spekülatif Masonların sayılarının ve etkilerinin ağır basması ile kumaştan veya başka materyallerden yapılan önlükler kullanılmaya başlanmış ve bundan sonra önlüklerin üzerinde amblemler görülmeye başlamıştır.
Öte yandan Mackey Ansiklopedisi’nde, Her Şeyi Gören Göz’ün dinsel içeriği yanında daha farklı “omniscience” (her şeyi görme ve bilme, gözetme, izleme) kavramlarının bulunduğu, hukuk ve yönetime ilişkin dünyasal anlamlarının da olduğu, sözgelimi Kanun’un izleyen ve her şeyi gören, bilen özelliğinden de bahsedildiği, aynı şeyin Devlet için de söz konusu olduğu ifade ediliyor. Eğer ilk Hürmasonların “omniscience” sembolü var idiyse bunun illa da ilâhi bir “omniscience” olması gerekmez” deniliyor.Her Şeyi Gören Göz’ü, ilâhi gözetim sembolü olarak düşündüğümüzde, bu gözetimin amacının insanoğlunun gizlediği suçları yargılamak değil de, gizlediği erdemleri mükâfatlandırmak olduğunu düşünmek daha doğru olur. Her Şeyi Gören Göz’ü, Kardeşimiz Locaya devam etmese de, hastalık veya bir kaza nedeni ile evinde hapis kalsa da veya başka bir yere taşınmış olsa da onu hiç gözümüzden ırak tutmamak ve gözetimimiz altında tutmak anlamında Masonik “omniscience” gözetim olarak da kullanabiliriz.
Her Şeyi Gören Göz, 17. 18. asırlarda çokça kullanılan kültürel ikonografinin bir bölümü idi. Üçgenin içine konduğunda güçlü bir teslis doktrinini ifade ederdi. Masonik ritüel ve sembolizmanın evrimi bu döneme rastlaması nedeniyle toplum tarafından çok iyi bilinen ve tanınan bu sembolün bir şekilde Masonluğa girmesi pek şaşırtıcı değildir. Belki de 3 rakamının önemi veya çok kullanımı nedeni ile üçgen tercih edilmiştir. Üç derece, Locanın asıl görevlilerinin üç kişi olması, vs gibi...
Her şeyi gören göz’e ülkemizin topraklarında sıklıkla rastlıyoruz. Sultanahmet Meydanı’nda ki Dikilitaş’ta olduğu gibi
Masonların tek göz sembolü, Deccal’in sembolüdür. Peygamber Efendimiz (S.A.V.) ‘den rivayet edilen bir hadiste şöyle buyrulmaktadır:
“Deccal’in tek gözü vardır.”
Yine İbn-i Abbas radıyallahu anhuma der ki; “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem namazının sonunda dört şeyden sığınırdı. Derdi ki;
“Kabir azabından Allah’a sığınırım, Cehennem azabından Allah’a sığınırım. Açık ve gizli fitnelerden Allah’a sığınırım. Ve tek gözlü yalancı Deccal’den Allah’a sığınırım.”
Hadislerde belirtildiğine göre, Deccal’in yalnızca tek gözü vardır. Bu, Deccal’in en belirgin özelliğidir. Masonluk, Deccâlî sistemi temsil ettiğinden ve doğrudan şeytana taptığından, Deccal’in en belirgin özelliklerinden birini kendisine sembol edinmiştir. Bu sembol, hemen her Masonik yapılanmada karşımıza çıkan “tek göz” sembolüdür. Özellikle üçgen içinde tek göz, mason localarının çok iyi bilinen simgesidir ve adeta masonluğun bir numaralı işareti durumundadır. Masonluk konusunu ele alan kaynakların büyük bölümü, tek göz sembolüne mutlaka vurgu yapar.
Masonlukta söz konusu göz sembolü, “her şeyi gören göz” olarak tarif edilmektedir. Masonlar bu gözün, taptıkları sözde büyük gücü simgelediğine inanırlar. İşte, masonların kendisine taptıkları ve büyük güç olarak tarif ettikleri “her şeyi gören göz”, Deccal’in tek gözüdür.
Mesih kelimesi, Hz. İsa için de, Deccal için de kullanılır. Fakat ikincisi daima “Deccâl”’ ilâvesiyle birlikte bulunur. Deccâl’a Mesih denilmesi; hayır yönünün kalmaması, tek gözlü olması veya çıktığı zaman yeryüzünü çok kısa sürede dolaşabilme özelliğine sahip olmasıdır. İlâhlık davasında bulunması, hakkı bâtıl göstermesi, hilekârlık, yalancılık onun vasıflarındandır. Hayatın fitnesi, dünyaya aldanmak, şehevi arzuları meşrû olmayan şekilde kullanmak, cehâletin arkasında koşmak ve en kötüsü ölüm sırasında imtihana tabi tutulmaktır. Ölümün fitnesi ise; ölen kimseye görevli meleklerce sorulan, “rabbin kimdir?” sorusuna, şeytanın, bu kimsenin karşısına geçip; “Şüphesiz rabbin benim” diyerek onu yanıltmaya çalışmasıdır (Tirmizî)
Peygamberimiz (sav), Deccal’in gizlilik içinde hareket edeceğine işaret etmiştir:
“Deccal yola çıkıp ilk defa Dımşk şehrinin doğuya bakan kapısının yanına gelecek... ARANACAK, FAKAT YAKALANMAYACAK... Sonra Kisve nehrinin sularının yanında görülecek... ARANACAK, NE TARAFA GİTTİĞİ BİLİNMEYECEK...”
Hadis-i şerifte, “Deccal’in aranacağının, ancak bulunamayacağının” bildirilmiş olması, gizli olarak hareket edeceğine işaret etmektedir. Deccal, açık olarak ortaya çıkacağı dönem gelinceye kadar fazla dikkat çekmeden, insanları ajite etmeden, yavaş ve derinden faaliyet gösterecektir. Bu dönem boyunca, Deccal ve taraftarları için gizlilik esas olacak, bu amaçla gizli teşkilatların desteğini alacaktır. Bu gizliliğin bir gereği olarak Deccal, derin devletler oluşturup onların başına geçecek, adeta “görünmez bir güç” gibi hareket edecektir. Bu sayede sinsi bir şekilde bozgunculuğu organize edecektir. Bediüzzaman Said Nursi de Deccal’in masonluk gibi gizli teşkilatların desteğini alacağına dikkat çekmiştir:
“... DECCAL... MASONLARIN KOMİTELERİNİ ALDATIP MÜZAHERETLERİNİ (korumasını, desteğini) kazandıklarından dehşetli bir iktidar zannedilir...”
Üstad’ın da belirttiği gibi Deccal, dünya masonluğunu bir nevi gizli ordusu olarak kullanacaktır. Bu gizli teşkilatın toplantılarında, Deccal’in önderliğinde Müslümanların aleyhinde gizli kararlar alınıp, uygulamaya konulacaktır. Nitekim, dünyanın farklı köşelerinde Müslümanları hedef alan baskının, zorun ve saldırıların birbiriyle benzerliği herkes tarafından kabul edilmektedir. Bu, söz konusu eylemlerin tek merkezden yönlendirildiğinin önemli bir delilidir. Bediüzzaman Said Nursi, Deccal’in İslam dünyasını baskı altına alacağını, salih Müslümanlara zor ve çetin günler yaşatacağını sözlerinde bildirmiştir:
“... DECCAL GİBİ nifak (ikiyüzlülük) ve zındıka (küfür) başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları (zarar veren müthiş şahısları) ... beşerin hırs ve şikakından (iki yüzlülüğünden) istifade ederek az bir kuvvetle nev-i beşeri (insanları) herc-ü merc (darmadağın) eder ve koca ALEM-İ İSLAMI ESARET ALTINA ALIR.”
DECCAL ortaya çıkmadan önce oluşacak işaretlerin çoğu bugün gözlemlenebilmekte. Bir şey var ki çok kesin, eğer sizler Anti Christ’in gelişine şahit olmayacak kadar talihliyseniz, mutlaka çocuklarınız görecek onu. Deccal’ın gelişinden önce, bizlere bildirildiğine göre, onun dönüşünü bekleyecek bir SİSTEM –DECCAL’ın sistemi- kurulacak. Bu DECCAL’ın Sistemi tarihteki en şeytani, en baştan çıkarıcı şeytani kafir güç olacaktır. Bu sistem; yoğun bir biçimde ahlaksızlığa (Homoseksüelliğe, Zinaya, Fuhuşa, Enseste) Ateizme, Şeytana tapınmaya, TEFECİLİK yapmaya, sarhoşluk verici maddeleri kullanmaya (Alkol ve Uyuşturucu), suç işlemeye, adaletsizliğe, işkenceye, kalem fitnesine (pornografik magazin vs), savaş çıkarmaya, Kıtlığa, Katliamlara, Tecavüze haddi hesabı olmayacak ölçüde acıya yol açar.
Bu Deccal sistem, elbette ki bizim bildiğimiz HÜR MASONLUKtur. Birleşmiş Milletlerdeki, AB’deki ve Britanya Parlemantosu’ndaki her mevki Mason olan kişiler tarafından ele geçirilmiştir. Hür Masonluğun İngiltere ve Galler bölgesinde 700.000 civarında mensubu vardır ancak Britanya toplumu onlar hakkında pek birşey bilmiyor. Hür Masonlar gizlice, JAHBULON olarak bilinen şeytan-tanrıya ibadet etmektedirler.
Şeytan, Hz. Adem devrinden beri hep aynı aldatmacayla insanları saptırmaya çalışmıştır. Bu aldatmaca, Allah inancını reddeden, tüm varlıkların tesadüfen meydana geldiklerini savunan Darwinizm’dir. Masonluk da Hz. Adem devrinden beri devam eden, şeytani bir örgütlenmedir. Ve bu deccal sistemi de, şeytanın en büyük oyununu kullanarak insanları aldatır. Kendisine doğayı, şuursuz tesadüfleri ilah edinmiş olan deccali sistem masonluk, aslında yalnızca şeytana hizmet eden sapkın bir dindir.
New Age akımının ( ruhsal konulara ilişkin bireysel eklektik yaklaşımla nitelendirilen çağdaş batı kültüründe, yirminci yüzyıl sonlarında ortaya çıkan ve sınırları ve alt gruplarıyla geniş bir uygulama ve inanç alanına işaret eden ve alternatif ruhsal hareketlerin üst başlığı ve türsel (generic) bir terimdir. Herhangi bir değişmez, mutlak kutsal metin, dini kurum ve din adamları hiyerarşisinden uzak olduğundan din sosyolojisinde New Age’in geleneksel din ile arasındaki farkı ortaya koymak için akademik literatürde New Age’e, yarı dini (quasi-religion) veya dinleyici/izleyici kültü (audience cult) ve kült çevresi/ortamı (cultic mileu) şeklinde tanımlar getirilmiştir. Hareket daha çok uzman yayınevleri, müzik dükkânları ve fuarlarda ve internet gibi ağlarda (networks) görünürlük kazanmaktadır.) kurucusu ve Fransa’daki Meşrik-i Azamlığı’na bağlı 32. dereceden mason olan Madame Petrovna Blavatsky bu konuyla ilgili şunları söylemektedir:
“...Gezegenimizin ilahı ve tek ilah şeytandır.”
Mason yazar Eliphas Levi, kendi liderinin Baphomet, diğer adıyla şeytan olduğunu açıkça ifade etmektedir. Eliphas Levi’den ilginç bir alıntı şöyledir:
“Aydın Lucifer (şeytan), ... kutsal ruh’tur, fiziksel anlamda Lucifer ise evrendeki manyetizmanın en büyük etkenidir.”
Albert Pike’nin kitabı “Morals and Dogma” (Ahlak ve Dogma) hala ABD’de İskoç Riti Masonluğu üyelerine tavsiye edilir ve iyi tanınmış mason yazarlar tarafından masonluğun Eflatunu olarak isimlendirilmiştir. 33. dereceden mason olan Albert Pike’nin “Morals and Dogma” adlı kitabındaki açıklaması şöyledir:
“LUCIFER (şeytan), ışığın kaynağı! Karanlığın Ruhu...”
Petrovna Blavatsky, bu kavramı şöyle özetlemiştir:
“Lucifer ilahi ve dünyevi bir ışıktır, ‘Kutsal Hayalet’ ve ‘Şeytan’dır...”
Yine New Age hareketinin öncülerinden filozof mason David Spangler’in bu konudaki görüşleri ise şöyledir:
“Lucifer (şeytan) bize bütünlüğün son bağışını vermeye gelir. Eğer bunu kabul edersek, o zaman özgür olur ve biz de özgür oluruz. Bu Lucifer başlangıcıdır. Bu, şimdi ve önümüzdeki günlerde pek çok insanın yüzyüze geleceği bir şeydir, çünkü bu, New Age’in başlangıcıdır .”
Masonlar, açıkça, şeytanın himayesinde hareket etmekte ve onun emirlerini yerine getirmektedirler. Bu gizli tarikatta en önemli sembol olarak kullanılan “her şeyi gören göz”, “Lucifer’in gözü” olarak tasvir edilmektedir. Bunun dışında tüm masonik semboller de aynı amaç için tasarlanmıştır. Tersine yıldız, Baphomet (keçi şeklinde şeytan) adını taşır ve şeytan’ın sembolüdür. Büyücülükte tersine beşgen yıldız yalnız bir amaçla kullanılır, şeytan’ın gücünü çağırmak için! Dolayısıyla tüm masonik semboller aslında masonluğun temelinde yatan inancı, yani şeytana tapınmayı sembolize etmektedir.
Lucifer doktrininin fikir babası 33. Dereceden mason Albert Pike ve onun şeytan doktrini ile ilgili olarak yazar John Daniels şu açıklamayı yapmaktadır.
«Albert Pike, “Lucifer Doktrinini” birçok mason biraderine öğretti. En heyecanlı öğrencileri Lucifer Doktrinini en ileri seviyede uygulayan Bismarck ve Mazzini’ydi. Bu üçlü birlikte masonluğu kullanarak iki dünya savaşı çıkardılar ve bunun ardından “dünyanın Lucifer’e Tanrı olarak tapınmaya hazır olmasını” sağlayacaklardı.»
Masonların şeytan ile bağlantılarının en büyük örneklerinden birini ise, 33. derece mason olan İngiliz Alesteir Crowley teşkil etmektedir. Satanist olan Crowley, aynı zamanda Doğu Tapınakçıları Locası (Ordo Templi Orentis – OTO) üstad-ı azamdır. Crowley’in annesi, oğlunun İncil’deki Canavar’ın tezahürü olduğunu söylemektedir. “Yaşayan en kötü insan” ünvanını taşıyan Crowley, masonik ritüeller doğrultusunda, kendisi ile bağlantıda olan kişilerin büyük bir kısmının dehşet verici ölümlerine sebep olmuştur. Crowley’in, şeytana, 150 genç erkek kurban ettiği iddia edilmektedir.
33. dereceden mason olan Crowley’in aşağıdaki şiirleri, masonik sistemin altında yatan asıl şeytani gerçeği açıkça gözler önüne sermektedir:
«Kanımı şeytanın ellerine bağlıyorum
Bütün hepsi ellerimin arasında
Sana, Canavar, senin kontrolüne,
Kendimi rehin veriyorum, bedenimi, zihnimi ve ruhumu.»
«Nefret edilen işime, işim üzerine yemin ederim,
Her konuda dikkatsizim, fakat tek bir konuda ödül alırım,
O da tanrımız olan şeytanın mutluluğudur.»
Masonluğun, Allah inancını ortadan kaldırma ve bunun yerine şeytanın buyruklarını esas alan bir deccal sistemi getirebilme gayesi, dönemin Hıristiyanları tarafından da teşhis ve ifade edilmiştir. Katolik dünyasının lideri Papa XIII. Leo’nun 1884 tarihli ünlü Humanum Genus adlı fermanında masonluk ve faaliyetleri hakkında çok önemli tespitler vardır. Papa şöyle yazmıştır:
«Zamanımızda masonluk isimli, çok yaygın ve kuvvetli bir örgüte sahip bir derneğin desteği ve yardımıyla, karanlık kuvvetlere tapanlar olağanüstü bir gayret içinde birleşmiş durumdalar. Bunlar artık niyetlerini gizleme ihtiyacı duymadan Tanrı’nın Yüksek Varlığı ile mücadele etmektedirler... Masonların istekleri ve bütün çabaları aynı amaca yönelmektedir: Hıristiyanlığın gereği olan her türlü sosyal ve dini disiplini tamamen yıkmak ve yerine prensiplerini natüralizmden alan ve kendi fikirlerine göre şekillenmiş yeni kuralları oturtmak.»
Şu anda Deccali sistem, masonluğun idaresi altındadır. Dünya masonluğunun lideri görev başındadır ve Deccal’in yanında bulunan yalancı peygamber, mason Moon tarikatının lideridir. O da, şu an halihazırda peygamberlik ilan etmiş durumdadır. Birlikte dünyayı gitgide artan bir sapkınlığa ve zulme sürüklemişlerdir. Masonik sistemin dünya üzerindeki hakimiyeti halen devam etmektedir.
Papa’nın belirtmiş olduğu bu gerçek, üst düzey masonlar tarafından da çok defa dile getirilmiştir: Türk mason localarının 1923’de yayınladığı “Meşrik-i Azam İçtimai Zabıtları”nda masonların sapkın felsefeleri şöyle ifade edilmektedir:
«Biz artık Allah’ı hayat gayesi olarak tanımayacağız. Biz bir gaye yarattık. O gaye Allah değil, beşeriyettir. Bugün yavaş da olsa, şuuru tam manasıyla tatmin edebilecek tek ve evrensel bir din teşekkül etmektedir... Bu evrensel dine paralel olarak, bir de dünya görüşü ölçüsünde ahlak kurulacaktır... Böyle bir din insanı kainatla birleştirecektir. İşte bu MASONİZM’dir… Komünyonun manası olan inanç birliği yapıyoruz burada biz.»
Masonlar, deccal sisteminin bir gereği olarak, kendilerini sezdirmezler. Gerçek yüzlerini hiçbir zaman ortaya çıkarmaz, şeytanı sahte ilah edindiklerini, Allah inancını inkar ettiklerini açık açık söylemezler. Çünkü eğer söylerlerse, samimi ve dindar halkı karşılarına alacaklarını bilirler. Zaten bu sebeple, İncil’de ve hadislerde belirtilen deccal, kendisini peygamber ilan eden, Allah’ı inkar etmesine rağmen, sahte dindar görünümü ile ortaya çıkacak olan bir aldatıcıdır. Deccal, yani şu an deccaliyeti temsil eden masonluk, aynı sahte görünüm ile ortaya çıkmış ve şeytana tapınan sapkın bir din olduğunu insanlardan gizlemeye çalışmıştır.
Bu amacı gerçekleştirebilmek için masonlar, çeşitli kılıklara bürünerek oyunlarını devam ettirirler. Örneğin Dünya Kiliseler Birliği ve Ulusal Kiliseler Konseyinin mason liderleri bulunmaktadır. Eski Christian Science Monitor dergisinin editörlerinden bir kısmı masondur.13 Müslüman din alimleri arasında da mason olanlar bulunmaktadır. Bu tür kurumlara sızarak masonlar, kendi amaçlarına ulaşabilmek için yol ararlar. Amaçları ise, dindar görünüm altında insanlığın Allah inancından uzaklaşmasını sağlamak ve onları, kendileri gibi şeytanın birer hizmetçisi haline getirebilmektir.
Bu görevi onlara veren şeytandır. Üstad masonlar, doğrudan şeytan ile bağlantıya geçebilen kişilerdir. İki yüz, üç yüz kişilik toplantılar sırasında şeytandan direktifler alan bir üstad mason, şeytanın kendisine emrettiği şeyleri birer birer sıralamaya başlar. Şeytanın emri, genellikle hep kan dökülmesidir. Hatta kimi zaman şeytan, direk görüntü olarak kendilerine görünmektedir. İşte bu sebeple, masonlar şeytandan ölesiye korkarlar. Masonlar, bu ritüelleri, kendi kitaplarında anlatmakta ve şeytanın emirlerine mutlaka uymaktadırlar. Masonlar, doğrudan şeytana taparlar. Şeytanın direktiflerine göre hareket ederler.
TÜRKİYE UZANTILARI
Küresel politikaların şekillenmesinde rol oynayan üst düzey siyasetçiler, devlet başkanları, sanayiciler, gizli servis idarecileri, generaller, sanatçılar, gazeteciler, akademisyenler vs. gibi insanların, üyesi bulunduğu üç büyük uluslar arası örgüt, tüm dünya insanlarını dolaylı veya dolaysız şekilde etkileyen kararlar alıyor. Bilderberg, CFR (ABD Dış İlişkiler Konseyi) ve Trilateral Commision… Ve yönetim kurulu listeleri incelendiğinde, her üç taşın altından da aynı isimler karşımıza çıkıyor. O isimlerin arasında en önemli olanlardan biri ise David Rockefeller…
Küresel siyasetin bugününü daha iyi kavrayabilmek için bu küresel yapılanmaların tarihçesine kısaca bir göz atmak gerek. Her sene dünyanın farklı bir ülkesinde, “küresel elitlerin” katıldığı ve basına kapalı toplantılar düzenleyen Bilderberg Klübünün kurucusu, sosyolog ve bir politika danışmanı olan Joseph Retinger’di. Retinger aynı zamanda bir Polonya Yahudisi, “İsveç Hürmasonluğu Büyük Üstadı” ve Avrupa Birliğinin oluşmasına öncülük eden Avrupa Hareketinin kurucusuydu.
Kulübün kuruluşu esnasında, “Bilderberg daimi üyesi” olan “Hollanda Prensi Bernhard”dan destek aldı. Retinger’in bu proje için görüştüğü isimler arasında ABD’nin eski Sovyet Büyük Elçisi ve CIA’nın eski direktörlerinden Walter Bedell Smith de vardı. Eski ABD Başkanı Eisonhower’ın danışmanı Charles Douglas Jackson ise ABD hükümeti adına Bilderberg’in organizasyon sürecine önemli katkılarda bulunan diğer bir isimdi.
Bilderberg’in kurulduğu günden beri daimi üyesi olan David Rockefeller 12 Haziran 1915’de ünlü bir Yahudi ailenin çocuğu olarak New York’ta doğdu. Rockefeller hanedanlığının bugünkü reisi olan David Rockefeller, ABD’nin merkez bankası Federal Reserve’in ortaklarından biri ve Bilderberg’in yönetim kurulunda bulunuyor. Ancak Rockefeller ilk bakışta Bilderberg’e rakip bir oluşum gibi görünen Trilateral örgütünün de kurucusu…
“Üç Harfliler Komisyonu” anlamına gelen “Trilateral Comission”, manifestosuna göre ABD, Avrupa ve Japonya’yı yakınlaştırmayı amaçlıyor. Trilateral Comission, ABD ve Avrupa’yı birbirine yakınlaştırmayı amaçlayan Bilderbeg’den farklı olarak, Japonya’yı da bünyesine alıyor. Trilateral Komisyonu, düzenlediği üst düzey, uluslar arası ve fakat gayri resmi toplantılarını 1973 yılından beri sürdürüyor.
Bilderberg ve Trilateral Örgütü ile paralel şekilde faaliyetlerini yürüten diğer bir örgüt ise CFR’dir. CFR, yani Dış İlişkiler Konseyi anlamına gelen Council on Foreign Relations, ABD’nin Dış İlişkilerini geliştirmek amacıyla 1921 yılında kuruldu. Ancak örgütün gayri resmi bir yapılanma oluşu, üstlendiği misyon düşünüldüğünde dikkat çekicidir. CFR’nin bugünkü onursal başkanının, yıllarca örgüt için hizmet etmiş David Rockefeller olması, bu örgütün Bilderberg ve Trilateral örgütleriyle olan benzerliklerinden biridir. Ayrıca bu üç örgütün çok sayıda ortak üyesi bulunması ise aralarındaki organik bağın göstergesidir.
ABD’de nüfuz sahibi olmanın en büyük göstergesi CFR üyesi olmaktır. ABD devlet başkanlarının neredeyse tamamının üyesi olduğu CFR’nin Türkiye’deki kurumsal üyesi TÜSİAD kulübüdür.
Bilderberg’i CFR ve Trilateral’dan ayıran en büyük fark gizlilik politikalarındaki farklılıklardır. CFR ve Trilateral çeşitli yayınlar yaparak “uluslararası ilişkiler” adı altındaki bazı faaliyetlerini kamuoyu ile paylaşmaktadır ancak Bilderberg’de sadece toplantı gündem maddelerinin başlıklarının bir kısmı kamuoyuna açıklanabilir. Dolayısıyla Bilderberg’de çok sıkı gizlilik prosedürleri uygulanır.
Türkiye’de bugüne kadar üç kez yapılan Bilderberg toplantılarının ilki 1959’da İstanbul Çınar Otel’de, ikincisi 1975’te Çeşme Altın Yunus Otel’de ve üçüncüsü 2007’de İstanbul Ritz-Carlton Hotel’de yapıldı…
Aralarında belirgin organik bağlar bulunan bu üç gayri resmi örgütün, gizli Illuminati tarikatının alt birimleri olduğu iddiaları birçok kez gündeme getirildi. İlluminati aydınlanmış olanlar anlamına gelmektedir. 1776 yılında Kabalist bir Yahudi olan Adam Weishaupt tarafından masonik bir yapıda kurulan örgütün, görünen misyonu aydınlanmacılığı yaymak olsa da birçok siyasi olayla adı anılmıştır. 2 Haziran 1784’te tüm Bavyera bölgesinde gizli siyasi amaçları olduğu öne sürülerek yasaklanan örgüt 19. yüzyılın başlarında ünlü Alman filozof Hegel’in katılımıyla canlanarak parlak günlerine döndü. Ve o dönemde “Yeni Dünya Düzeni” düşüncesinin geliştiği bir ütopya topluluğu haline geldi. Illuminati’nin, faaliyetlerine bugün yer atından devam ettiği görüşü birçok araştırmacı tarafından kabul görmektedir.
Dünya finans sektörünü elinde bulunduran küresel hanedanlar arasında, Rockefeller’lar her ne kadar en ön planda görünse de bunların en köklüsü ve muhtemelen en güçlü olanı Rothschild hanedanıdır. Bu hanedanlar birliği, Amerikan federal reserv sistemini, 1910 yılında ABD Parlamentosundan geçirdikleri “Federal Reserve Act” yasası sayesinde ele geçirmiş ve o tarihten itibaren ABD Dolarını basma yetkisini kazanmıştır. Amerikan ulusal para sistemi, tahvil karşılığı borç esasına dayalı olduğu için ABD’nin bütün parası aslında bunlarındır ve bunlar ABD devletinin gizli sahipleridir. İsrail devletini kuranlar da bunlardır ve İsrail’in kukla hükümetlerinin ötesine bakarsak, devletin sahipleri olarak bu isimleri görürüz. Osmanlının yıkılışından kısa süre önce Sultan Abdülhamid’den para karşılığı Filistin topraklarını isteyen Theodor Hertzl’in finansörü, burada bahsettiğimiz Rothschild hanedalığıdır.
Abdülhamid Filistin’i satmayı reddetmişti. Böylece 1897’de Basel’de gerçekleştirilen Siyonist Kongrede alınan kararlar doğrultusunda b planı devreye sokuldu. Theodor Hertzl o kongrede İsrail devletinin kurulduğunu ve 5 veya 50 sene sonra dünyanın da bu devleti resmen tanıyacağını söylemişti. Birinci plan tutsaydı, yani Abdülhamid, Osmanlı’nın dış borcunun kapanmasını sağlayacak parayı alıp Filistin’i verseydi beş sene içinde Siyonist süreç tamamlanmış olacaktı. Bu yüzden Hertzl’in ikinci öngörüsü gerçekleşti ve 51 yıl sonra 1948’de İsrail devleti resmen kuruldu. Ama burada önemli olan, Rothschild hanedanlığının, Hertzl öldükten sonra da Siyonizm davasını sahiplenerek sürdürmüş olmasıdır. Nitekim 1917’de İngiliz Lloyd George hükümetinin Lord Rothschild’a hitaben yazdığı ve İsrail’in “kuruluş taahhütnamesi” olan Balfour Deklerasyonu, Siyonizm davasının gerçek sahibinin, bu hanedan olduğunu ortaya koymaktadır.
YAKIN DÖNEMİN TAHLİLİ
Korkular, tedirginlikler, sürprizler insanı rahat bırakmaz! Yılların getirdiği alışkanlıklar arasında “Ne olacak?” sorusunun cevabı bulunmaz!
Hele hele 90 yıldır daha doğrusu 160 yıldır BARONLAR tarafından yönetilen Türk insanı kolay kolay soruların doyurucu cevaplarını bulamaz! “Konforu bozulmasın” diye Buckingham Sarayı’ndan sızdırıldığını bilmediği ezberlerle yoğrulup gider!
Bu neredeyse KADER haline gelmiştir buralarda! Kendi içimizde yarattığımız değerlerin dünyaya hakim olduğunu düşünürüz! Hiç dostumuz yoktur, düşmanımız çoktur! Bunun asla ve kat’a değişmeyeceğini düşünürüz!
Oysa değişmesi gerektiğini bilmek için dünyayı ve olayları çok iyi okumak gerekir!
Şu an Avrupa “Türkler şimdi ne yapacak!” diye tedirginlikle beklerken bizim içeride tansiyonu tavan yaptırmamızı emin olun onlar bile anlamıyor! Bütün bunları anlamak için biraz tarih biriktirmek, biraz da DİKKAT kesilmek yeter!
Geri gidelim... İkinci Dünya Savaşı, Türkiye’nin dışında kaldığı bir değişim hareketiydi! 160 yıldır Londra’nın kontrolünde olan Türkiye savaşı PAS geçti! Ama değişim durmadı!
Savaş bittikten sonra DÜNYA, Amerika ve Rusya arasında cetvelle çizilip paylaştırıldı!
Avrupa tam ortasından ikiye bölündü! Bir kısmı Moskova’ya bir diğer bölümü de kurtarıcı olarak gelen Amerika’ya bırakıldı! Müttefik Kuvvetler Başkomutanı Eisenhower sağ kolunu daha doğrusu AKLINI 1946’da Moskova’ya gönderdi!
Soğuk bir MART ayında GENERAL BEDEL SMITH içinde kendisinden başka kimselerin olmadığı SİYAH bir otomobille KREMLİN’den içeri girdi! Deri çizmeli, şık giyimli askerleri selamladıktan sonra sarayın uzun koridorunda hızlı adımlarla yürüdü! Koridoru sonundaki odanın önünde bekleyen STALİN üzerine geçirdiği MAREŞAL üniformasıyla Amerikalı konuğunu selamladı!
İngiliz Başbakan Churchill bu görüşmeye şiddetle karşıydı!
Ruslar’ın büyümesi ve güçlenmesi hiç istenmiyordu! Ama özellikle bu toplantıda karar verilmişti! Dünyada denge oluşacak ve bunun iki ucunda Amerika ile Sovyetler olacaktı Oldu da!
Ama biz bunu bilmedik ve anlamadık! Anlamadığımız gibi tarihin en büyük tiyatrosunu izlemeye başladık! Soğuk Savaş!
Amerika ile Sovyetler birbirine düşman gibi görünüp yıllarca herkesi uyuttu! Oysa Avrupa’da yükselen SOL’un arkasında Londra vardı! Ve bu SOL hep tek bir şeye karşıydı: AMERİKA!
Amerika’nın ayakta kalması ve Moskova ile ortaklık yapması uzun vadede İngilizler’le birlikte bütün Avrupa’nın bölgeden çekilip gitmesi anlamına geliyordu! Zaten bu yüzden bizde MOSKOVA’ya kaçan tek SOL’cu yoktu! Hepsi Avrupa başkentlerine yolculuk yapmış ve orada PARA ile buluşmuştu!
SOL’a giren Londra, dini grupların içine de sızdı! Ve çoğunu yönetti! Bizim Moskova’ya karşı sert tavır almamız aslında Ruslar’a “Sizi Ortadoğu’ya sokmayız! Çünkü biz Kraliçe’nin adamlarıyız!” demekti! Tabii biz bunu böyle bilmiyorduk! Sadece biz mi? Amerikalılar da çok şey bilmiyordu!
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra pasta paylaşılsa da tek ve önemli sorun Ortadoğu’ydu! Hala İngilizler hakimdi!
Türkiye bilmeden ve istemeden Tel Aviv, Londra ve New York arasındaki BARONLARA hizmet ettiği için bölge bize gelmiyor, İngilizler de bizim “SIR” desteğimiz yüzünden bölgeden gitmiyor aksine tutundukça tutunuyordu! Haliyle tek kaybeden biz oluyorduk!
CIA’nın yeni kurulduğu dönemde efsane İngiliz casusu Kim Philby istihbarat ağını kurup Amerikalılar’a teslim ediyordu! Taşerondu yani! Washington’un en güvendiği James Angleton gibi kilit ismi kendine bağlıyor ama bütün Amerika uyuyordu!
Amerika’nın kalbine giren İngilizler burada daha çok MUSEVİ isimleri kullanıyordu! Pasaportları Amerikan olsa da bağlı oldukları yer Kraliçe’nin çalışma odasıydı!
Böylece hem gizleniyorlar hem de Amerikan karşıtlığını tavan yaptırıyorlardı!
Oyunu kuran büyük akıldı!
Ama Kim Philby gibi efsane casusun arkasında pek bilinmez ama Victor Rothschild gibi olağanüstü akıllı bir başka JAMES BOND vardı!
İngiliz istihbarat örgütünün başındaki AKIL, para imparatoru Rothschild ailesinin bir üyesiydi! Amerika’ya sızıp daha sonra da KOMÜNİST olan (!) Kim Philby, Rusya’da ölecek kadar görev aşkına sahip biriydi! 50 yıl boyunca Amerika-Rusya birlikteliğini önlenmek istedi!
Gorbaçov’la bu gerçekleştirildi! Yeltsin de operasyonun tuzu biberi oldu!
Putin gelince çark eski yerine oturdu! Şimdi daha da sağlam!
Tek problem bu iki büyük gücün dayanak olarak seçtiği Türkiye’de işlerin yıllarca istendiği gibi gitmemesi! BİR SATRANÇ TAHTASI idi Türkiye...Piyonları ile, vezir ve şah’ı ile! Ankara bu oyunu ve dengeyi yıllarca göremediği için hep karavana attı! Şimdi bu görüldü!
Oyuna girmemizin karşılığı olarak Kürt kardeşlerimiz ve bölge bize akacak! Biz olmadan kimse Ortadoğu’yu yönetemiyor! Bu ortada!
Amerikalı ve Rus istenmiyor! Türkiye olmadan eller birleşmiyor!
Her ne kadar Müslüman’dan TERÖRİST çıkarmak için çırpınsalar da MÜSLÜMAN kimliği bölgedeki tek anahtar! Barzani de Öcalan da bunu biliyor! Türkiye hem içerisiyle hem dışarısıyla barışacak!
Enerji de nüfus da gelecek! Tedirgin olanların anlamadığı ve görmediği bu! “Ülke bölünecek!” diye ortaya çıkanları anlıyorum! Yıllarca devlet eliyle körleştirilen TOPLUMDAN büyük fotoğrafı “pat” diye görmesi beklenemez! Ama yine de olanların alt alta konulması gerekir! Oyun, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başladı! Asılan liderler, indirilen hükümetler, zehirlenen cumhurbaşkanları, hastanede esir alınan Başbakanlar hep bunun sancısıydı! İngilizler oyunun içine girip dengeyi bozmaya kalkanları bertaraf etti!
Amerika ve Rusya büyük de olsa BÖLGEDEKİ tek gerçek büyük BİZDİK! Bunu kullanmamızı istemediler! Türkiye aslında bu gerçekler altında 5’ten büyüktür.
NECİP FAZILDAN YAHUDİ ANALİZİ
Üstad Necip Fazıl Kısakürek müthiş bir tahlil ile Yahudileri madde madde ifşa eder muhteşem yorumuyla. Kulak kesilmek lazım bu tespitlere.
1- Yahudilerin en sevdikleri meslekler, tüccarlık, bankerlik, bankacılık, aktörlük, avukatlık, doktorluk, muharrirlik, gazeteciliktir. En sevmedikleri meslekler de çiftçilik ve askerlik... Fakat İsrail tecrübesinden sonra bu son ölçü mahallî olarak değişmiştir. Bugün ziraatte en gayretli memleket İsrail olduğu gibi, dünya orduları içinde de, nüfus ve kemmiyet nisbetine göre en çabuk ve hareketli ordu İsrail’dedir.
2- İsrail dışı ve göze görünmez imparatorluğu içinde yahudi, daima (Site)lerde, (Metropol)lerde büyük şehirlerde kümelenmiştir. Su yüzüne yakın tabakada yaşayan balıklar gibi; yahudi dibe indikçe yâni köye yaklaştıkça azalır ve büsbütün kaybolur. Zira köyde gerçek millet vardır.
3- Yahudi, büyük şehirlerde, o şehirlerin dayanağı olan sâf istihsal sahaları ve o sahaları dolduran büyük yığınların millî ve ruhî nasibiyle arasında hiç bir ilgi kurmaksızın yalnız menfaat devşirmeye memurdur. Daima kıymet (transit) yollarının kavşağında oturur; ve hususî zekâsiyle, kıymet mübadelesi faaliyetinde öyle tertipler kurar ki, işin acı emek tarafını milletlere ve bedava nimet tarafını da kendisine devşirmeyi bilir.
4- İhtiyar küre üzerinde yahudiyi, harimine sızdığı milletlerin faaliyet kadrosu içinde meslek meslek ayırmak belli eder ki, o büyük milletlerin, kan ve tere batmış nasibine razı ve çilesinden mes’ut yığınları içinde yer almak şöyle dursun, onların (burjuva) sınıfları arasında pusu kurarak, top-yekûn millet emeğinin, millî üretim ve tüketim bünyesinin hayati merkezlerine yerleşir, belli etmeden hüküm ve nüfuzunu yürütür ve türlü maskeler altında sömürücülüğünü müesseseleştirir. Böyle yaparken de içinde faaliyet gösterdiği millî bünyelerin eğilim ve kendi kendine sahip olma dehâsını iptal etmekten başka gaye gözetmez ve bu arada (spor)lu mikroplar gibi kendi bünyesini hisar içinde tutmayı ve her tehlikeye karşı korunmayı becerir.
5 - Yahudilerin nüfus ettiği yerlerde hâkimiyetini nerelere kadar ulaştırdığına ait en canlı misal Almanya’dır. Düne kadar Berlin’de yahudi oranı şuydu. Doktorların %48’i, avukatların %50’si, aktörlerin %12’si yahudi. Halbuki yahudi; Alman nüfusunun % yarımı, Berlin nüfusunun %1’i... Demek Berlin’de yahudi, tababet sahasında bire 48, avukatlıkta bire 50, aktörlükte bire 12, Almanların üstünde... Nisbeti bütün Almanya’ya yönelteceksek görürüz ki, yazarların %18’i, avukatların %27’si, doktorların %46’sı yahudidir. O halde yüzde yarım nisbetinin belirttiği (X 2) üssüne göre, yazarlıkta 36, avukatlıkta 54, doktorlukta 92 misli yer işgal ediyorlar. Almanya gibi bir memlekette bu kudret ve hâkimiyet farkı başdöndürücüdür ve bu hesaba, farkların en üstünü olan malî güç dahil değildir.
6 - Dünyanın hemen her sahada en büyük kafaları, bu esrar ve hakikatte insanlık düşmanı ırktan doğmuştur. (Sar Bernar) gibi eşi gelmemiş bir artist, (Vagner) gibi bir musiki dehâsı, (Bismark) gibi bir politika zekâsı ve Alman milli kahramanı bile yahudi olursa, düşünün gerisini... Evet; (prens) unvanlı halis Alman asili bilinen ve Alman milli menfaatlerini koruma yolunda en büyük eserleri vermiş olan bir zatın dörtte üç kan (üç ana kolu) yahudi olduğu tesbit edilmiştir. Ve bu gerçek, dünyada pek az kimseye malûmdur.
7 - Meşhur bir yahudinin sözü: “Bir millette büyük adam ya bir melezdir, ya bir yahudi...” İnce bir mânası olmakla beraber bu hikmete inanmamız icap etmez. Zira yahudi, bizzat ayrıldığı ve ihanet ettiği Peygamberleri müstesna aziz, sıhhatli, salim, müsbet ve sadece insanlığa faydalı en büyük kafalardan hiç birini yetiştirememiştir. Yahudi dehâsı hayrete şayan bir şey olmakla beraber, dünyanın aziz ve ulvî kafalarının seviyesine çıkamamış ve daima (defetist) bozguncu olmuştur. Bütün bu saydığımız yahudi büyüklerine dikkat edecek olursanız görürsünüz ki, içlerinde (Homeros), (Sokrat), (Platon), (Şekspir), (Kant), (Göte), (Bethoven), (Roden), (Mikel Anj), (Napolyon), (Pastör) çapında kahramanlar bulunmadığı bir tarafa; pek az istisnasiyle çoğu bozguncu, ümit kırıcı ve ideal körleticidir. Biz esasen yahudiyi hiçbir zaman ahmak farzetmemiş olduğumuza göre, onun kendi iç bünyesinden fışkırdığı bu garip ve marazî dehaları, aslında malik bulunup da tersine inkılâp ettirdiği müstesna istidadın şu veya bu türlü nişaneleri kabul edebiliriz. Yahudiyi, tersine dönmüş bir istidat kabul edince, bu dehalar insana hiç de hayret vermez ve yahudilik lehinde vesika teşkil etmez.
8 - Gerçekten yahudi dehâlarının hepsi (defetist)tir. En muhteşemleri bile... (Aynştayn)dan insanlığa kalacak şey, içinde hiç bir hakikat yaşamayan korkunç izafilik dünyası ile son intihar âleti olan atom bombasıdır. (Froyd) mukaddesat hissini ve ruhî temelleri berhava etmeye baktı. (Şarlo), insanlığın sadece acıklı gülüncünü gösteren bir dehâ... Marks ve ona bağlı komünist aksiyoncuları malûm... Anatol Frans münkir ve müstehzi... Prust bedbin ve şevksiz... Ne âlimleri ne kâşifleri arasında (Pastör) gibi bir tip var... Niçin yahudiler arasında (Şekspir) veya (Dante) gibi, büyük ve ulvî tek bir şair yok? Onların işi gücü sadece akıl; menfi tarafiyle tepetaklak edilen ve her ân taraflarından yıkılıp, güya taraflarından bina edilen akıldır.
9 - Fakat yahudi, kendi geniş kütlesiyle, avamiyle hiç de müstesna ve soyut bir zekâ göstermez. Sadece (pratik), maddeci, hesabî bir açıkgözlük; o kadar...
10 - Onun orta entellektüelleri de böyledir. Çünkü mücerret arayıcılığı, mücerredi arayış, onun yalnız en ileri (elit) zümresinde... Bu da bir garibedir ve aslî kütle bağından ayrılık ifadesidir. Yüksek yahudi (elit)i yahudilere hitap etmez; içine sokulduğu milletin veya dünyanın entellektüellerine hitap eder. (Bergson) veya (Froyd) veya (Prust) ile alâkalı kaç yahudi bulabiliriz? Âdeta yahudi, aslından, özünden ve içindeki mücerretler istidadından kopmuş ve yamalı bohça halinde garip bir bütün ifadesine bürünmüş acaipler panaroması...
11 - Şimdi onun ticari ve iktisadî cephesini ele alalım: Âlemde para mefhumunu ve bu izafî kıymetin manevralarını yahudi kadar bilen hiç bir örnek yoktur. Onun bu tarafını, bizzat korkunç bir yahudi olan (Karl Marks) gibi kapitalizma düşmanı ve komünizmanın babası bir insanda tecelli eden şudur ki, o yahudinin, kendi nefsine karşı da bozguncu ve yıkıcı ve kendi nefsini intihara zorlayıcı bünyesinden en parlak bir örnektir. Yahudiliği teşrih ve teşhir eden ve onu yerden yere batıran yine bir yahudi olmuştur. İktisadi ölçüyle hüküm şudur: Parayı anlayan, destekleyen, besleyen, ona kıymet üstü kıymet kazandıran ve fertlerle cemiyetleri ve devletleri ona esir eden yahudidir. Kredi, faiz, kefalet, borsa hep onların icadıdır. Bunlarsa, mazi ve hâl bakımından hâkim olunan paraya istikbal ölçüsü ile tahakküm iradesini temsil eder. Sermayeyi dahhâme (ur) haline getiren ve ezici kapitalizmayı kuran, sonra da aynı müesseseyi komünizmaya tahrip ettiren onlardır. Peşinden de komünizmayı fikirde yıkan yine onlar... İhtikâr, sahte “arz-ü taleb” dalaverası ve stokçuluk işinin kurmayları hep yahudi.
12 - Anormal bir çapta büyüttükleri para kudretinin ruhî değerlere ve manevî müeyyidlere galip hale gelmesi kasdiyle de yaşadıkları milletleri ruhen ve bedenen zaafa uğratmak, şuursuz ve iradesiz, keyf ve kötü âdet müptelâsı kılmak, birinci taktikleridir. Bütün keyf verici zehirlerin icat, idare, istihsal ve istihlâk şebekeleri emirlerindedir. Manen de aynı şey...
13 - Tevhid akidesini ilk defa yeryüzüne getirmiş olmakla böbürlenen yahudi, asıl kendi derunî putu olan parayı ve iç mizacını en iyi sezip kendini tasfiye edecek olan gerçek muvahhidlere, millî ve ırkî bütünlük temsil eden bütün topluluklara düşmandır.
14 - Netice şudur: Yahudi mahut tarihinden ve öz Peygamberlerine ihanet devresinden sonra Roma lejyonlarının önünden vahşi bir sürü gibi kaçıp dünyanın her tarafına yayıldıktan sonra toplu millet seciyesini terkedip gizli ve ferdî millet maskesinin altına girmiş ve esatiri bir hınç üslûbiyle gizli plânda kendisini hâkim ve bütün insanlığı mahkûm kılmanın muazzam plânı içinde hareket etmiştir. Vasıtası para ve ruhun karanlık kutbu olan nefstir. Dine, millet ve milliyet mefhumuna, saf iman ve itikada, tek kelimeyle ruha ve ulvî insana düşmandır. Her yerde ve her payidar kıymeti yıkıcı, çözücü ve çürütücüdür. Gayesi de, kendi kanlı imparatorluğunu beşerî sefalet, tereddi ve ihtikarın gerisinde kurmaktır. Bir millet içinde mutaasıp yahudi düşmanlığı şart olmamakla beraber, nefsini muhafaza ve yahudiyi tanıma şuuru mutlak bir icap kıymetindedir. Zira yahudi, kuvvet ve irade karşısında kaldığı zaman, mikroplar gibi kesesine çekilmeyi bilir.
15 - Bir de bizde, Türkiye’de yahudiyi gözden geçirelim: Yahudi tek lütuf ve sığınağı Türklerde ve İslâmiyetin ağuşunda(kucağında) buldu. Bize sığındı, fakat en kısa zamanda içimize zehrini döktü ve Tanzimattan itibaren bütün istihale(değişimlerimiz) ve inkılâplarımız üzerinde müessir oldu. Saraya ve hazineye tam nüfuzun, en eski zamanlarda iki mümessili (tesir edeni): Moşa Kapsali ve Yasef Nassi... Yasef Nassi, devlete bir sefer(savaş) açtıracak kadar nüfuz kazandı. Fakat Tanzimata kadar yahudi, bizi sadece içimizden kemirmek ve buna rağmen ve millet ve devlet bütünlüğümüze (menfaati icabı) kasdetmemek yolunda gitti ve galiba buna da mecbur oldu. Fakat Garp emperyalizma ve kapitalizmasının bizi tam çember içine aldığı Tanzimat devresinde kaleyi içinden teslim işi yine yahudiye düştü. Memlekete Masonluğu ve kozmopolitlik fikirleri o soktu. Malî ve iktisadî hayatımızı perişan etti, “Düyun-u Umumiye”(Genel Borçlar Dairesi-Osmanlı borçlarını ödeyemeyince, yabancı Devletler Osmanlı içinde böyle bir kurum kurdular ve paralarını almak için toplanan vergilere müdahele ettiler)yi bir hapishane gardiyanı edasiyle göbeğimize yerleştirdi. Bu devrenin kahramanları, (Sigmund Spitzer), (David Ben Mayor), (Yeheskel Sasson), (David Motho)lardır. Ondan sonra Meşrutiyet gelir ve bu hareket sadece yahudi sevk ve idaresine dayanır. Başta yahudiden daha yahudi dönmeler bulunmak üzere (Salem), (Mazelyah), (Faraci), (İzak Frera) ve hepsinin önünde (Emanuel Karasu) bulunmak üzere, sonunda o korkunç bozulma ve çöküş çığırımızı açan yahudidir. Bir Türk Hükümdarı ve İslâm Halifesine hal’i tebliğ eden (Tahtan indirildiğini bildiren) heyetin başında (Emanuel Karasu)nun bulunması yahudi hınç ve taktiğinin Türk bütünlüğü üzerindeki tahakkukunu resmen bütün dünyaya ilân ve iblâğ etmek(ulaştırmak) değil midir?
Meşrutiyeti (Hükümdarlıkla yönetilen bir ülkede hükümdarın başkanlığı altında parlamento yönetimine dayanan hükûmet biçimi) takip eden devirde ise yahudi en büyük (kolpo)sunu oynamış ve İslâmiyete karşı tavrını (Lozan) konferansının kulis aralarında karşılıklı bir anlaşma sağlamak suretiyle tam yerine getirmiştir. Hahambaşı (Hayim Naum)un idare ettiği bu vaziyet Büyük Doğu’nun 1949 - 50 devresinde inceden inceye tahlil edilmiştir. Bugün ise yahudi, malî, iktisadî ve içtimaî gayesine (sosyal yaşamdaki hedefine) tamamiyle ermiş durumdadır.
OSMANLI AĞACINA KURT SOKULMASI;
ENDÜLÜSTEN GÖÇ
İspanya kraliçesi İsabella ‘nın hıristiyan kilise ile işbirliği yaparak 31 Mart 1492 tarihinde ülkedeki bütün yahudilerin, 2 Ağustos 1492 tarihine kadar ülkeyi terk etmeleri üzere ferman çıkarması 300 bin kadar İspanya yahudisini iyice zor durumda bırakmıştı. İspanya yahudileri bu ferman üzerine çeşitli Avrupa ülkelerinden sığınma hakkı istediler ama Osmanlı İmparatorluğu’nun dışında onlara sürekli kalmaları üzere kapıları açan olmadı. Osmanlı İmparatoru Sultan II. Bayezid ‘in kendilerine sığınma hakkı tanıması üzerine 150 bin kadar İspanya yahudisi Akdeniz yolu üzerinden doğrudan Osmanlı topraklarına geldi. Diğerleri de Rusya üzerinden Osmanlı topraklarına geldiler. Kendilerine “sefarad yahudileri” denilen İspanya yahudilerinin büyük çoğunluğu Selanik ve İstanbul’a yerleştirildi.
Mal varlıklarının çoğunu İspanya’da bırakan, yanlarına almış oldukları malları da İtalya’da uğradıkları limanlarda soyulan sefarad yahudileri Osmanlı topraklarına eli boş gelmelerine rağmen, Osmanlı devletinin kendilerine sağlamış olduğu imkanlarla kısa zamanda durumlarını düzelttiler. Bunların bazıları ticari alanda ilerlerken bazıları da devlet kademelerinde önemli mevkilere geldiler.
Osmanlı’nın Avrupa karşısındaki yenilgisinin alt yapısının oluşturulması işleminin 1492 yahudi göçüyle başladığını söylemenin yanlış olmayacağını sanıyoruz. Çünkü kuvvetli bir ihtimalle Avrupa 1492 sürgününde, yahudileri özellikle Osmanlı ağacının gövdesine bir kurt gibi sokmayı hedeflemişti. Bilindiği üzere Müslümanların büyük bir medeniyet merkezi haline getirdikleri Endülüs’ü İspanyollar işgal edince Müslümanları toplu katliama tabi tutmuşlardı. Ama yahudileri her hangi bir katliama tabi tutmadan sürgün etmeyi tercih ettiler. Zira yahudilerin fitne çıkarma, devletleri içinden yıkma konusundaki maharetleri onların tarihlerinden biliniyordu.
O zaman Osmanlı’nın sürekli genişlemesinden ve güçlü bir dünya devleti haline gelmesinden rahatsız olan Avrupa, hiçbir savaşta bu devletin karşısında tutunamamıştı. Osmanlı, 1453’te İstanbul’u fethederek hıristiyanlığın köklü bir devleti olarak görülen Bizans İmparatorluğu’nu ortadan kaldırmıştı. Avrupa’nın ortalarına kadar uzanmıştı. Dıştan savaşlarla yıkılması ve yıpratılması mümkün olmayan bu devletin içten yıpratılabilmesi için içine kurt sokulmasına ihtiyaç vardı. Bu işi en iyi yapabilecek güruhun ise bu konuda binlerce yıllık tecrübeye sahip oldukları bilinen yahudiler olduğu düşünülmüş olmalı. Bu yüzden İspanya krallığı Endülüs’ü ele geçirdikten sonra Müslümanları topluca katletmesine rağmen yahudileri katletmeyerek Osmanlı topraklarına sürgün etmeyi tercih etti.
Yahudiler, 1492’de İspanya’dan çıkarılınca Avrupa ülkelerinin hiçbiri onları kabul etmedi. Olayı inceleyenler bunu genellikle Avrupa ülkelerinin onları istememesine veya bu ülkelerin yönetimlerinin insafsızlığına bağlamaktadırlar. Oysa bunun bu ülkeler arasındaki gizli bir ittifak sebebiyle yapılmış olması da muhtemeldir. Kudüs’ü ve Filistin topraklarını işgal için aralarında haçlı ittifakı oluşturan Avrupa ülkelerinin göçe zorlanan yahudileri kabul etmeme konusunda aralarında ittifak sağlamaları zor değildi.
Yahudiler Avrupa devletlerinin hepsi tarafından reddedilince varacakları yer Osmanlı topraklarıydı. Osmanlı devletinin onları reddedip geri çevireceği veya İran’a ya da Yemen’e doğru ilerlemelerini isteyeceği ihtimalinin olmadığı tahmin ediliyordu. Çünkü Osmanlı’nın o zaman kendi topraklarında yaşayan ama henüz çok küçük bir azınlık olan ve devlete de herhangi bir zararları olmayan yahudilere gayet iyi davrandığı biliniyordu. Osmanlı biraz da bunu haçlı zihniyetine karşı bir politika olarak yapıyordu.
Yahudiler, İspanya’dan kovulduktan sonra muhtelif Avrupa ülkelerine uğradılar. Ama bu göç esnasında yahudilerin üstlerindeki elbiselerine varıncaya kadar bütün her şeyleri alındığı halde bir tek kişinin canına dokunulmadı. Üstelik sürgün edilen yahudilerden bir tek kişinin herhangi bir Avrupa ülkesine yerleşmesine de fırsat verilmedi. Bizce bunun iki sebebi vardı: Avrupa, sürgün edilen yahudilerin her şeylerini soyarak onları miskin ve ilgiye muhtaç bir halde Osmanlı topraklarına sokmak istiyordu.
Çünkü bu halde gitmeleri Osmanlı devletinin onlara ilgi göstermesi ve kendilerine bazı imkanlar vererek durumlarını düzeltmeleri için onlara yardımcı olması zorunluluğunu doğuracaktı. Yahudiler ise kendilerine sağlanan imkanları ileriye dönük hesapları için değerlendireceklerdi. Çünkü onların bir yere kazık çaktıktan sonra oraya çiftlik kurma konusundaki maharetleri biliniyordu. İkinci olarak bir tek yahudinin canına dokunulmamış, bunun yanı sıra bir tek yahudinin uğradığı Avrupa ülkelerinden birine yerleşmesine de fırsat verilmemişti. Çünkü Osmanlı ağacının gövdesine ne kadar çok kurt sokulursa o kadar iyi sonuç elde edileceği umuluyordu.
Bu göçte dikkatimizi çeken bir husus da yahudilerin göçte iki farklı yolu kullanmalarına rağmen sonuçta hepsinin Osmanlı topraklarında toplanmasıdır. Yukarıda da belirtildiği üzere bunlardan bazıları deniz yoluyla İtalya üzerinden direk gelirken, diğerleri Rusya üzerinden geldiler. Ama hepsi uğradıkları ülkelerden kovularak Osmanlı topraklarına toplanmaya zorlandılar.
Osmanlı Devleti’nin çöküş ve yıkılma süreci incelendiği zaman bu tespitlerimizin realiteden hiç de uzak olmadığı görülecektir. Çünkü Osmanlı Devleti, dış güçlerle yaptığı savaşlar yüzünden değil içerden yıpratılarak yıkılmıştır.
Bu görüşlerimizi doğrulayan önemli bir husus da Avrupa’nın kendi topraklarından kovduğu, kovarken üstlerindeki elbiselerine varıncaya kadar her şeylerini aldığı yahudilerle onların Osmanlı devletine girmelerinden sonra sıkı bir irtibat içine geçmesidir. Osmanlı’nın çöküş ve yıkılma döneminde yaşanan olaylar incelenirse içeride özellikle yahudilerin ve dönmelerin kışkırttığı olaylar yaşanırken başta İngiltere olmak üzere muhtelif Avrupa ülkelerinin bu olaylarda yahudilerle sıkı bir irtibat içinde oldukları görülür.
İspanya’dan göç eden Yahudiler, Osmanlı Devleti bünyesinde lobi faaliyetlerini fazla vakit kaybetmeden başlatmışlardır. Onların ilk lobi faaliyetlerinde öne çıkan isimlerden biri 1520’de Portekiz’de dünyaya gelen 1553’te de İstanbul’a göç eden Yasef (Joseph) Nassi’dir. Bu kişi İstanbul’a gelir gelmez devlet yetkililerine yanaşma çabalarını başlattı. Bu çabalarında Şehzade Selim’in (Sarı Selim olarak da bilinen II. Selim’in) karısı ve III. Murad’ın annesi olan yahudi asıllı Nurbanu Sultan’dan yararlandı. Onun sayesinde o zamanki padişah Kanuni Sultan Süleyman’la da tanışmayı başaran Nassi yahudi azınlıkla devlet yönetimi arasında bir köprü oluşturdu.
Nassi zaman içinde Kanuni Sultan Süleyman’la arasındaki bağı o kadar kuvvetlendirdi ki Kanuni onu özel müşavir tayin etti. Böylece ona şehzadelerle doğrudan ilgilenen “müteferrika” unvanı verildi. Yasef’in kardeşi Samuel Nassi de Kanuni’den özel aylık alan elemanlar arasına seçildi.
Böylece yahudiler saltanat sarayıyla irtibat kurmuş oldular. İşte bu irtibatlarını bazı seçkin yahudileri önemli konumlara getirmek için değerlendirdiler.
Yasef Nassi’nin Osmanlı Sarayı’yla bu kadar sıkı bir münasebet içine girmesinden sonra yürüttüğü bazı faaliyetler dikkatimizi çekiyor: Nassi, Avrupa devletleriyle Osmanlı Sarayı arasında bir köprü görevi görmeye başladı. Bu kişi özellikle İspanya kralı II. Philip ile Osmanlı Sarayı arasında arabuluculuk görevi görmesiyle ün kazanmıştı.
Bu, yahudilerin Osmanlı devletinin içerden yıpratılması için gönderilmiş olması kanaatini destekleyen bir durumdur. Yahudileri İspanya topraklarından sürgün eden İspanya krallığının Osmanlı topraklarına yerleşen yahudileri Osmanlı Sarayı’yla irtibat için değerlendirmeleri bu açıdan son derece düşündürücüdür. Nassi, sadece İspanya krallığıyla irtibat kurmakla yetinmiyor diğer Avrupa ülkeleriyle Osmanlı Sarayı arasında köprü görevi görmeye de çalışıyordu. Hatta Venedik yönetimiyle Osmanlı Sarayı arasında aracılık etmesinden dolayı Venedik yönetiminden rüşvet aldığı tarihi kayıtlara geçmiştir.
Bu dönemde Osmanlı Devleti güçlü olduğundan yahudilerin Osmanlı Sarayı’yla Avrupa ülkeleri arasında irtibat kurmaları Osmanlı Devleti’ne bir zarar vermiyor belki yarar sağlıyordu. Ama zaman içinde Osmanlı Devleti’nin içine iyice sızınca artık devleti içten çürütmeye, yıkıma doğru sürüklemeye başladılar. Bunda da Osmanlı yönetiminin onların geçmişlerini iyi tahlil edememesinin ve onları Avrupa karşısında kullanmanın Osmanlı devletine sağlayacağı yararlara öncelik vermelerinin büyük rolü olmuştur.
OSMANLIDA İLK YAHUDİ LOBİSİ
Sözünü ettiğimiz Yasef Nassi, Osmanlı Sarayı’yla bu kadar yakın irtibata geçince devlet yönetimi üzerinde etkinliği olan bir yahudi lobisi oluşturdu. İşte bu lobi yani Nassiler, Osmanlı Devleti’nde kurulmuş ilk yahudi lobisidir.
Yasef (Yusuf) Nassi aynı zamanda dünyanın değişik yörelerine dağılmış durumdaki yahudileri Filistin topraklarına toplama fikrini taşıyordu. Bu yüzden o, siyonizmin Teodor Hertzl’den önceki asıl fikir babası olarak bilinmektedir. Bu idealini gerçekleştirmek için de Kanuni Sultan Süleyman’la iyi ilişkilerinden yararlanarak kendisine Filistin’in Taberiye gölü çevresinde bir miktar arazi verilmesini sağladı.
Bu toprak parçasını alınca bölgede büyük bir yahudi yerleşim merkezi kurma çabaları içine girdi ve yahudileri oraya göç etmeye çağırdı. O orada kuracağı yahudi yerleşim merkezine Sultan tarafından muhtariyet verileceğini umuyordu. Ancak idealini gerçekleştiremedi.
Osmanlı devletinin kendilerine sağlamış olduğu imkanlardan yararlanarak kısa zamanda büyük bir güce sahip olan yahudiler Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasında önemli rol oynamışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasında büyük fonksiyon icra etmiş olan İttihad ve Terakki Cemiyeti ‘ni kuranlar ve Jöntürkler (Genç Osmanlılar) hareketini başlatanlar arasında çok sayıda yahudi vardı. Şimdi yahudilerin, Osmanlı Devleti’nin yıpratılmasında ve yıkılmasında ne gibi roller oynadığının daha iyi anlaşılması için bazı ayrıntılı bilgiler vermek istiyoruz.
Osmanlı Devleti’nde çöküş döneminin belirgin bir şekilde başlaması 2 Kasım 1839 tarihinde ilan edilen Tanzimat Fermanı’yla olmuştur. Bu ferman Sultan Abdülmecid döneminde ilan edilmiştir. Bu fermanın ilanı ise Hariciye Nazırı (Dışişleri bakanı) Mustafa Reşit Paşa’nın çabalarıyla gerçekleşmiştir. Mustafa Reşit Paşa’yı böyle bir ferman yayınlamaya iten en önemli unsur ise Batılılaşma ve ümmet kimliğinden millet (kavim) kimliğine geçme fikridir. Batılılaşma ve ümmet kimliğinden millet (kavim) kimliğine geçme fikrinin alt yapısını hazırlayanlar ise Osmanlı topraklarına yerleşen yahudilerdir.
Mustafa Reşit Paşa, Tanzimat Fermanı’nı hazırlarken İngiltere’yle sıkı temas içindeydi. İngiltere, böyle bir fermanın yayınlanmasından memnun olduğundan yine kendisiyle temas halindeki Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı yönetimiyle uzlaşmasını sağlamıştır. Bu ferman, yahudilerin o zamana kadar giremedikleri önemli bazı okullara girmelerini sağladı. Örneğin Tıbbiye Mektebi’ne (Tıp Fakültesi’ne) o zamana kadar giremeyen yahudiler bu fermanın yayınlanmasından sonra girmeye başladılar. Hatta yahudi hahambaşının müracaatı ile Sultan Abdülmecid yahudilere özel olarak: “Yahudiler, dinleri üzere Tıphane’de yiyecekler, içecekler ve diledikleri gibi ayin ve ibadet yapacaklar” diye ferman yayınladı. İlginçtir ki bu okula yahudilerin girmesinden sonra burası Osmanlı Devleti’nin altını oyan İttihad ve Terakki Cemiyeti, Jöntürkler gibi hareketlerin beşiği olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin içten yıpratılmasında en büyük rol oynayan teşkilatların başında Jöntürkler (Genç Osmanlılar) Hareketi gelmektedir. Bu hareket, yahudilerin Tıbbiye’ye (Tıp Fakültesi’ne) girme hakkı elde etmelerinden sonra 1865’te Tıbbiye’de doğdu. Tıbbiye’de Jöntürklerin ortaya çıkışını ve güçlenmesini kendisi de bir Jöntürk olan eski İstanbul belediye reisi Cemal Topuzlu şöyle anlatıyor: “Son sınıf talebeleri koğuşlarda yatmazlar, dörder, beşer yataklı odalarda bulunurlardı... Geceleri arkadaşlar bir araya gelince padişah aleyhinde ihtilale davet eden birtakım yazılar yazar, şapirgrafla (bir baskı aleti) basar, bunları gizlice sınıftaki diğer arkadaşlara hatta harice bile dağıtırdık... Jöntürklük Hareketi orada (yani Tıbbiye’de) doğmuştu.”
Yine Cemal Topuzlu, Jöntürkler Hareketi’nin İstanbul’daki merkezinin Beyoğlu’nda olduğunu belirttikten sonra: “Bu merkeze devam edenler arasında benden başka Türk ve Müslüman yoktu” diyor. Bu bilgi söz konusu hareketi tümüyle yahudi, ermeni gibi gayri müslimlerin ve yine yahudi kökenli olan Dönmeler’in kurduğu hakkındaki diğer tarihi bilgileri doğrulamaktadır.
Bu hareketi başlatanların arasında çok sayıda yahudi bulunmaktaydı. Bunların ünlülerinden birisi Nissim Russo adlı yahudidir. Yine aşağıda sözünü edeceğimiz Emanuel Karaso da bu harekete öncülük eden yahudilerden biridir.
Jöntürkler Hareketi’ni Avrupa’daki mason locaları da kucakladı ve desteklediler. Bu hareketin ileri gelenlerinden Kazım Nami şöyle diyor: “Hiçbir sahada birleşememiş, daima çekişmiş, didişmiş olan bizdeki muhtelif ırk, milliyet ve dinler, masonluk çatısı altında tam anlaşma halinde idiler.”
Osmanlı Devleti’nin altını oyan akımlardan biri de İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir. Bu cemiyeti de aslında Jöntürkler Hareketi doğurmuştur. Bu cemiyetin de temeli 1889 tarihinde Tıbbiye’de (Tıp Fakültesi’nde) atılmıştır. Ancak bu cemiyetlerin ortaya çıkışında önemli rol oynayanlar yahudiliklerini açığa vuran kesimden değil kendilerine “Dönmeler” denen ve yahudiliklerini gizleyen kesimden idiler. Bu cemiyetin Selanik temsilciliğini yapan Talat Paşa bir masondu ve Selanik’teki mason locasına üyeydi.
Gerek Jöntürk Hareketi’nin ve gerekse İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ortaya çıkmasında ve yayılmasında önemli rol oynayanlardan biri yahudi Emanuel Karaso’dur. Emanuel Karaso aynı zamanda Makedonya Rizorta Locası adlı mason locasının üstad-ı azamıydı.
Bu locanın merkezi, o zaman nüfusunun yarıya yakın bir kısmı (180 bin kişiden 80 bin kişi) yahudi olan Selanik’teydi ve İtalya’daki mason localarına bağlıydı. Karaso, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin gizli işlerinde paravan ve kurye görevi görüyordu. Yani gizli işlere perde oluyor, onların üstünü örtmekte kendi kişisel ilişkilerinden yararlanıyor, bunun yanı sıra Osmanlı Devleti içinde yaşanan gelişmeleri Avrupa ülkelerine ve Avrupa’daki mason localarına bildiriyordu. Emanuel Karaso, sonraki dönemlerde 1908, 1912 ve 1914 yıllarında gerçekleştirilen seçimlerde üç kez ard arda milletvekili seçilmiştir.
Bu seçimlerde önce Selanik’ten sonra da İstanbul’dan milletvekili oldu. Karaso, savaş esnasında da kendini iaşe müfettişliğine seçtirmeyi başardı. Bu görevini yürütürken değişik hilelerle çok büyük servetler edindi. Savaş iaşe müfettişi olduğu halde Libya’nın İtalyanlar tarafından işgal edilmesine yardımcı oldu. Bu yardımının ortaya çıkması üzerine Osmanlı topraklarından kaçma ihtiyacı duydu. Bu yüzden 1919 yılında gayri meşru yollarla edindiği servetle birlikte İtalya’ya göç etti ve çok zengin bir İtalyan vatandaşı olarak ömrünün kalan kısmını o ülkede geçirdi.
Emanuel Karaso aynı zamanda çok katı bir siyonistti ve siyonizmin Osmanlı topraklarındaki en üst düzey temsilcisiydi. O aynı zamanda katı bir Türk düşmanıydı. Siyonizmin fikir babası Teodor Hertzl’le birçok kez bir araya gelmiştir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde öne çıkan tek yahudi Emanuel Karaso değildi tabii ki. Nissim Masliyah, Alber Ferid Aseo, Alber Fuaa, Rafael Benuziya ve Avram Galanti isimli yahudiler de bu cemiyetin militan kadroları arasında yer almaktaydılar. Bunlardan Nissim Masliyah aynı zamanda Jöntürkler hareketini başlatanlardan ve bu hareketin faal elemanlarındandı.
Masonlukla ittihatçılık o kadar iç içe girmişti ki mason localarına girenler aynı zamanda İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne de üye kabul edilmişlerdir. Özellikle Selanik’teki mason localarının üyelerinin çoğunluğunu yahudiler veya yahudi kökenli Dönmeler oluşturuyordu. Jöntürkler aynı zamanda Selanik’teki mason localarını gizli görüşmeleri için kullanıyorlardı.
Şair Eşref gerek Jöntürkler’e gerekse İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne yahudi kökenlilerin hakimiyetini dile getirmek için çok anlamlı bir dörtlük söylemiştir. Bu dörtlüğünde şöyle diyor:
“Avdetiler ile hükümetimiz,
Benzedi devlet-i Yehuda’ya,
Bab-ı fetvayı da çıfıtlık edip
Verdiler en-nihaye Musa’ya”
(“Hükümetimiz Dönmeler yüzünden, adeta Yehuda devletine dönüştü. Fetva makamını da yahudilerin kontrolüne sokup, sonunda Musa’ya verdiler.”)
Osmanlı devletinin çökertilmesinde önemli rol oynayan I. ve II. Meşrutiyet ilanları da yukarıda sözünü ettiğimiz iki teşkilat tarafından gerçekleştirildiğinden bu olaylarda da yahudilerin ve masonların önemli rol oynadıklarını söylemek mümkündür.
Yahudiler sadece sözünü ettiğimiz iki cemiyette rol oynamakla kalmamış Osmanlı Devleti’ne zarar veren bütün fitne organlarının oluşmasında ve yayılmasında etkili olmuşlardır. Örneğin Yunanistan ve Bulgaristan’ın henüz Osmanlı sınırları içinde olduğu sırada ortaya çıkan Yunan ve Bulgar komünist partilerine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Komünist cereyanların ortaya çıkardığı Selanik İşçi Federasyonu içinde de yahudiler önemli bir güce sahiptiler.
Sultan II. Abdülhamit ve Yahudiler
Sultan II. Abdülhamit, yahudilerin Filistin topraklarına yerleşme planlarının önüne geçen bir padişah olarak bilinir. Bu tutumundan dolayı da yahudilerin yönlendirdiği bütün fitne teşkilatlarının ana hedefi haline gelmişti.
Siyonizmin fikir babası olarak bilinen Teodor Hertzl, kendilerine Filistin’de toprak verilmesi için Sultan II. Abdülhamit’le görüşme yapmak istedi. Bazı kitaplarda II. Abdülhamit’in onlarla görüştüğü ancak tekliflerini reddettiği söyleniyor. Oysa gerçekte II. Abdülhamit onlarla görüşmeyi kabul etmemiştir. Bunun üzerine yahudi heyeti başbakan Tahsin Paşa yoluyla tekliflerini iletmişlerdir.
Yahudiler 1902 yılında Tahsin Paşa yoluyla padişaha ilettikleri tekliflerinde şunları bildiriyorlardı:
“Yahudiler aşağıda bulunan hususları taahhüt ederler:
1.Osmanlı devletinin otuz üç milyon İngiliz altınına ulaşan borçlarının tamamını ödemeyi,
2.İmparatorluğu korumak için 120 milyon altın franka mal olacak deniz filosu yaptırmayı,
3.Devletin mali durumunu canlandırmak için otuz beş milyon altın lira faizsiz borç vermeyi.
Bütün bunlar yahudilerin, yılın herhangi bir gününde Filistin’e ziyaret maksadıyla girmelerine müsaade edilmesine ve yahudilerin Kudüs-i Şerif’te kendi dinlerine mensup olanların ziyaretleri esnasında içinde kalabilecekleri bir müstemleke (kanton) kurmalarına izin vermesine karşılıktır”.
Sultan II. Abdülhamid’e böyle bir teklifte bulunan heyetin başında siyonizmin babası Hertzl vardı. Yukarıda kendisinden söz ettiğimiz Emanuel Karaso da bu heyetin içinde bulunuyordu.
Yahudilerin bu teklifine Sultan II. Abdülhamid’in cevabı şu olmuştur:
“Tahsin! Onlara de ki:
Devletin borçları onun için bir ayıp değildir. Çünkü, Fransa gibi başka devletlerin de borçları vardır ve borçları onlara zarar vermemektedir.
Kudüs-i Şerif’i İslam’a ilk önce Hz. Ömer (r.a.) fethetmiştir. Burayı yahudilere satma kara lekesini ve Müslümanların korumam için bana tevdi ettikleri emanete ihanet etme suçunu yüklenemem. Yahudiler, mallarını kendilerine saklasınlar. Devleti Aliye’nin İslam düşmanlarının mallarıyla yapılan kalelerin arkasına sığınması mümkün değildir.
Emret çıksınlar! Bir daha benimle görüşmeye veya buraya girmeye uğraşmasınlar”.
Siyonist lider Teodor Hertzl de anılarında, Sultan II. Aldülhamid’in kendilerine şu cevabı verdiğini yazmaktadır: “Doktor Hertzl’e bu konuda yeni adımlar atmamasını öğütleyin. Çünkü ben bir karış toprak dahi veremem. Orası benim kendi mülküm değil milletimin mülküdür. Milletim bu yer için savaşmış ve orayı kanı ile sulamıştır. Yahudiler milyonlarını kendilerine saklasınlar. Bir gün gelir de İmparatorluğum parçalanırsa işte o zaman yahudiler, Filistin’i para ödemeden alabilirler. Fakat ben sağ olduğum müddetçe bedenimin neşterle yarılması Filistin’in İmparatorluğumdan koparılmasından benim için daha kolay bir hadisedir. Bu imkansız bir şeydir. Ben daha sağ iken bedenimizin üzerinde otopsi yapılmasına asla müsaade edemem.”
Sultan II. Abdülhamit, hatıralarında da yahudilerin Filistin’e yerleşme fikirleri hakkında oldukça ilginç noktalara parmak basmaktadır. Şöyle diyor Sultan II. Abdülhamit:
“Yahudiler, Avrupa’da Doğu’da olduğundan daha fazla bir kudrete sahiptirler. Bu sebeple de birçok Avrupalı devlet çok artmış olan Semit (yahudi) ırkından kurtulabilmek için Yahudilerin Filistin’e muhaceretini iyi karşılayacaklardır. Fakat bizim memleketimizde kafi yahudi vardır. Eğer Filistin’de Müslüman Arap unsurunun faikiyetini (üstünlüğünü) muhafaza etmesini istiyorsak, Yahudilerin yerleştirilmesi fikrinden vazgeçmeliyiz. Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde çok kısa zamanda bütün kudreti elde edeceklerinden dindaşlarımızın ölüm kararını imzalamış oluruz.... Siyonistler Filistin’de yalnız ziraat yapmak değil, orada hükümet kurmak, siyasi temsilcilerini seçmek gibi şeyler de arzuluyorlar.”
Sultan II. Abdülhamit, yukarıda sözünü ettiğimiz İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çıkardığı ve tarihe 31 Mart Vak’ası diye geçen isyandan sonra tahttan indirilmiştir. Bu olayda ilginç olan bir şey şuydu: 31 Mart isyanını çıkaranlar ve kışkırtanlar İttihat ve Terakki Cemiyeti mensupları veya onların yönlendirdiği kimselerdi. Daha sonra padişahın tahttan indirilmesine de yine bu cemiyet karar verdi ve bu kararında padişahı 31 Mart isyanına sebep olmakla suçladı. Yani kendi suçlarını padişaha yükleyerek bunu onun tahttan indirilmesi için gerekçe olarak kullanmışlardı. Padişahın hal’ine (yani saltanattan indirilmesine) dair kararı ona tebliğ eden heyetin arasında yer alanlardan biri de yukarıda sözünü ettiğimiz Emanuel Karaso idi. Bu kararı tebliğ eden heyetin içinde bir tek Türk yoktu. Osmanlı ahalisini temsilen padişahın karşısına çıktığını iddia eden böyle bir heyette, ahalinin ana unsurunu teşkil eden ve devletin yönetimini resmiyette elinde tutan önemli bir etnik unsuru temsil eden bir tek kişinin bulunmaması dikkat çekiciydi. Padişah da bu durum karşısında şu ifadeyi kullanmıştı: “Bir Türk padişahına, 33 sene bu makamda bulunmuş İslam halifesine hal’ kararını bildirmek için bir yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?”
Ne yazık ki, Filistin topraklarının yahudilere satılması için rüşvet teklifinde bulunduğunda Sultan II. Abdülhamid tarafından kovulan yahudi Emanuel Karaso bu kez sultanın hal’ kararını tebliğ için onun karşısına çıkmıştı. İşte bu ihanetin şartlarını hazırlayan teşkilat da İttihat ve Terakki Cemiyeti’ydi.
Bu arada İsrail’in ilk başbakanı Ben Gurion’un da II. Abdülhamid döneminde İstanbul Hukuk Fakültesi’nde okuduğunu ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bünyesinde padişah aleyhine çalışmalara katıldığını hatırlatalım. Ben Gurion Birinci Dünya Harbi’nin patlak vermesinden sonra Kudüs’e döndü.
FİLİSTİNE YAHUDİ GÖÇÜ
Yahudilerin ve masonların Sultan II. Abdülhamid’e son derece düşman olmalarının en önemli sebeplerinden biri onun yahudilerin Filistin topraklarına yerleşmelerine engel olmasıydı. II. Abdülhamid yahudilerin gizli yollardan gidip o topraklara yerleşmelerini engellemek için de çeşitli tedbirler almıştı. Bu tedbirlerden biri de Filistin topraklarındaki kutsal mekanları ziyaret etmek için oraya giren yahudilerin pasaportlarının gümrük kapılarında alınması ve dönüşte iade edilmesiydi. Yine yahudilerin Filistin’de herhangi bir şekilde toprak satın almaları da yasaklanmıştı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin başını çeken Ahmet Rıza, Enver Paşa, Talat Bey ve Nazım Bey Filistin’e yahudi göçünün Osmanlı devletine yarar sağlayacağını iddia ediyorlardı. Oysa onların bu iddiaları mason localarından aldıkları telkinlere dayanıyordu. Zaten Selanik’teki mason localarının temel hedeflerinden biri Filistin topraklarına yahudilerin yerleştirilmesinin önündeki engelleri kaldırmaktı. En büyük engel ise Sultan II. Abdülhamit’ti. O tahttan indirilince yahudi göçünün önündeki bu en büyük engel kaldırılmış oldu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, sultan II. Abdülhamit’i tahttan indirince yerine Sultan Reşat’ı getirdi. Sultan Reşat, ittihatçıların karşısında genellikle pasif kalmıştır. Dolayısıyla devlet yönetiminin iplerini onlar almış oldular. Onlar da Filistin topraklarına yahudi göçünü kolaylaştırdılar. İttihatçılar, II. Abdülhamit’in yabancıların Filistin’den arazi almalarını yasaklayan kanunlarını uygulamadan kaldırarak, yahudilerin Filistin dahil memleketin her tarafından toprak satın almalarına imkan sağlayan kanunlar çıkardılar.
1909’da II. Abdülhamid’in hal’inden sonra iktidara gelen hükümette birkaç yahudi kökenli bakan bulunuyordu. Bu konuda Encylopedia Judaica’da şöyle denmektedir: “1909 Jön Türkler İnkılabından sonra iktidara gelen ilk hükümette, aralarında Baruchiah Russo ailesinin ahfadı (torunu) olan ve fırkanın liderlerinden biri olarak faaliyette bulunan Maliye Bakanı Cavit Bey’in de bulunduğu birkaç Dönme mevcuttu.”
Yahudilerin ve onların gizli kanadı durumundaki Dönmeler’in etkinliklerini gören ve siyonizm tehlikesinin memleketi uçuruma doğru sürüklediğini fark eden Gümülcine mebusu İsmail Hakkı Bey, ittihatçılara karşı 21 Şubat 1910’da Ahali Fırkası’nı kurarak muhalefete başlamıştır. İsmail Hakkı Bey, Şubat 1911’de Meclisi Mebusan’da yaptığı bir konuşmada siyonizm tehlikesine dikkat çekmiş ve siyonistlerle ilişki içinde olan ittihatçıların memleketi yahudilere sattıklarını dile getirmiştir. Bu gerçeği dile getirenlerden biri de Beyrut mebusu Rıza Salih Bey’di. Rıza Salih Bey, İsmail Hakkı Bey’in ardından Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada şunları söylemişti: “Yahudiler devletlere mahsus bayrak ve aralarında kullanılmak üzere pul çıkardılar ve para bastılar. Para ve bayrak için elimde şu anda vesika yok ise de pul örneğini Şükrü Bey göstermişti. Museviler Filistin’de bin kuruş demeyin tarlayı elli kuruşa alıyorlar. Birçok araziyi satın alıp koloniler haline getirmektedirler. İki yüz bin nüfusa yaklaştılar. Bu bölgenin ekonomisi tamamen ellerine geçmiştir.” Yahudilerin Filistin’de o zamanki nüfusları henüz iki yüz bine ulaşmamıştı. Ancak sanıyoruz Rıza Salih Bey bu sayıyı tahmini olarak söylemiştir.
Önceleri İttihatçılarla birlikte olan ancak onların siyonistlerle işbirliği içinde olduklarını yakinen görünce onlara karşı cephe alan Miralay (Albay) Sadık Bey de siyonizm tehlikesine şu şekilde dikkat çekiyordu: “Bugün siyonistler nazarında Osmanlı Devleti’nin çökmesi, hiç değilse Kudüs’ün ve Filistin’in bizden kopması istenmektedir. Masonlar da onlarla beraberdir. Buralarda bir yahudi hükümeti kurmak istiyorlar.” Miralay Sadık Bey bu uyarıyı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kongresine sunduğu bir raporda yapmıştı. Fakat İttihatçılar onun raporunu derhal ortadan kaldırmış ve kendisini de istenmeyen adam ilan etmişlerdir.
Bütün bu bilgiler İttihatçıların Osmanlı Devleti’nde ipleri ellerine almalarından ve Sultan II. Abdülhamid’i bertaraf etmelerinden sonra Filistin’e yahudi göçünün kolaylaştırıldığını gözler önüne sermektedir.
GALATA BANKERLERİ
İspanya’dan göç eden yahudilerden İstanbul’a yerleşenlerin birinci derecede yaptıkları iş tefecilik yani faizli para alış verişiydi. Hatta tefecilik işinde “Galata Bankerleri” diye bilinen bir tefeci tabakası oluşturdular. İstanbul’un Galata semtinde bulunan Komisyon Hanı ve Havyar Hanı adı verilen iki ayrı handa bu işi yürüten yahudi tefeciler devlet memurlarından ziraatçılara varıncaya kadar para sıkıntısına düşen herkese yüksek faizle borç para veriyor ve bu işten büyük kazançlar sağlıyorlardı. Zamanla işi o kadar büyüttüler ki birtakım devlet kurumlarına bile faizle kredi vermeye başladılar. Bunun yanı sıra devletin yabancı ülkelerden borç bulmasında da aracılık ediyor ve bu iş için komisyon alıyorlardı. Öyle ki devletin milli geliri ve dışarıdan aldığı borçların önemli bir miktarı borsa oyunları, tefecilik ve faizcilik işlemleri ile büyük çoğunluğunu yahudilerin oluşturduğu Galata bankerlerine gidiyordu. Galata Bankerleri tabakasını oluşturan bu yahudiler faizcilikle kendi sermayelerini sürekli büyütürken devleti ekonomik yönden ciddi sıkıntıya soktular. Diyebiliriz ki Osmanlı Devleti’ni ekonomik yönden çökerten en önemli etken dış borç ve onun getirdiği faiz yüküydü. Bu borçların getirdiği faiz yükünün yüksek olmasının en önemli sebebi ise Galata Bankerleri’nin tefecilik oyunlarıydı.
TÜRKİYE CUMHURİYETİNDE YAHUDİ LOBİCİLİĞİ
Yahudiler, Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde de yoğun bir şekilde lobi faaliyetleri yürütmüşlerdir. Bu lobi faaliyetlerinin etkisini öncelikle eğitim çalışmalarında görüyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal’in ilk eğitimini yahudi dönmesi bir kişinin okulunda almasında da belki onların eğitime bu derece ağırlık vermelerinin etkisi olabilir. Mustafa Kemal, ilk eğitimini yahudi dönmelerinden (Sabetaycılardan) olan Şemsi Efendi’nin kurduğu okulda almıştır. Şemsi Efendi’nin asıl adı ise Şimon Zwi’ydi.
Mustafa Kemal, yahudilerin nüfusun önemli bir kesimini oluşturdukları ve oldukça yoğun bir faaliyet içinde oldukları Selanik şehrinde 1881 yılında dünyaya gelmişti. Onun, Nutuk adlı kitapta anlattığına göre çocukluk yıllarında annesiyle babası arasında nerede okutulacağı konusunda tartışma çıkar. Annesi onu mahalle mektebine göndermek isterken babası modern sistemle eğitim veren Şemsi Efendi Mektebi’ne göndermek ister. Sonuçta babasının isteği kabul edilir ve Mustafa Kemal, Şemsi Efendi Mektebi’ne gönderilir.
İşte bu Şemsi Efendi’nin kim olduğunu kendisi de bir Dönme olan Ilgaz Zorlu’nun “Evet Ben Selanikliyim” adlı kitabından öğrenelim: Şemsi Efendi, 1852’de aslen Sabetaycı (yahudi dönmesi) olan bir ailenin ferdi olarak doğdu. Yaşadığı dönemin en büyük Sabetaycı kabalistlerindendi. Kabalist, yahudilerin önemli dini kaynaklarından olan Kabbala’yı yorumlayabilen, tefsir edebilen kişilere denmektedir. Bir ara Feyziye Mektebi’nde yahudi dönmelerin çocuklarına Akaid-i Diniye (yani Sabetaycı akımın inanç esaslarını) öğretti. Dönmelerin iki ayrı grubu durumundaki Karakaş ve Kapancı kollarını birleştirmek için yoğun çaba sarf etti, ama buna muvaffak olamadan öldü.
Yahudi lobicilerin cumhuriyetin kuruluşu merhalesinde hemen sahneye çıktıklarını görüyoruz. Öyle ki yahudiler, daha cumhuriyetin kuruluş aşamasından önce gerçekleştirilen Lozan görüşmelerine doğrudan müdahale edebilmek için görüşmelerin yapıldığı şehre kadar gidip Türk tarafını temsil edenlerle irtibat kurmaya çalışmışlardır. Lozan görüşmelerine katılanlardan olan Dr. Rıza Nur, “Hayat ve Hatıratım” adlı eserinde onların müdahalelerinden şöyle söz ediyor: “Bir müddettir İstanbul eski hahambaşı Naum (Haim Naum) bizim otelde (Lozan görüşmeleri esnasında kaldıkları otelde) görülmeğe başladı. Baktım bir gün İsmet’le (İsmet İnönü’yle) görüşüyor. Ne yapmış, kimi vasıta yapmış bilmem. İsmet’e yanaşmış. Yaman yahudi!.. Artık İsmet’ten ayrılmıyor. Yemek zamanını biliyor ya, asansörün yanında bekliyor (yemek zamanını bildiği için tam o vakitte asansörün yanında bekliyor). Derhal İsmet’in koltuğuna giriyor, belinden yakalıyor. O da onun. İsmet’i lüzumu yokken holde dolaştırıyor. Sonra yemek salonunda, İsmet’le şakalaşıyor, gülüyor. Anlaşılıyor ki, herkese: “İsmet benim samimi, teklifsiz arkadaşımdır” diye göstermek istiyor ve gösteriyor. Nihayet bütün yahudi sırnaşıklığı (yapışkanlığı) ile yanaştı. İsmet’in yakasını bırakmıyor. Şimdi odasından da çıkmıyor. İsmet bunu müşavir tayin etti. Yevmiye vermeye de başlamış. Bana da söylemiyor. Heyet-i murahhasa çiftliktir, kullanıyor (görüşme heyetini, bu heyet için tahsis edilen parayı adeta kendi çiftliği gibi kullanıyor). Ne diye kandırdı bilmem, bu sadedil (saf, kolay aldanabilen) İsmet, Yahudinin dolabına girdi. Derken hahambaşını soframıza da aldı. Bu vakte kadar sesimi çıkarmamıştım.
İsmet’e dedim ki: “Bu yahudi de başımıza nereden çıktı? Senin böyle bir yahudi ile laubali görüşmen haysiyetini ve Türk milletinin, heyetinin haysiyetini kırar. Bu kadar yüz verme! Hiç olmazsa herkesin içinde yüz verme!” Bana kızdı.
Herif derken azdıkça azdı. Heyetten şuna buna herkesin içinde kumanda ediyor. Benim önüme geçip önümde yürüyor. İhtimal İsmet benim sözlerimi ona söyledi. Fakat ben durur muyum? Zaten yahudileri hiç sevmem. Hahama önüme geçtiği vakit hakaret ettim ve kolundan tutup arkama çektim. “Bir daha burada yürü!” dedim....
İsmet’e tekrar dedim: “Bu bir yahudidir. Yahudiler çok adi şeylerdir. Bunun kim bilir ne fena işleri vardır? Bundan bir hayır bekleme! Onun tanıdığı muhit yahudi sarraf alemidir...
Hahambaşı İsmet’e bütün İngiliz ve Fransız ricalini tanıdığını, hepsi ahbabı olduğunu, işleri istediği gibi yaptıracağını söylüyormuş. Tabii İngiliz, Fransız ve İtalyan delegelerine de İsmet’in avucunda olduğunu söylüyordu... Lozan muhitinde dolaşıyor, herkese: “İsmet teklifsiz ahbabımdır, sözümden dışarı çıkmaz” diyormuş..”
Lozan görüşmelerine katılan Türk heyetinin başında İsmet Paşa (sonraki adıyla İsmet İnönü) bulunuyordu. Bu heyetin içinde yer alan Dr. Rıza Nur’un hatıralarında geçen ve yukarıda verdiğimiz ifadeler yahudilerin cumhuriyetin kuruluşu aşamasında ne gibi lobi faaliyetleri yürüttüklerini, ne tür dolaplar çevirdiklerini anlamak için çok önemli ipuçları içermektedir. Onlar Lozan görüşmeleri esnasında çevirdikleri bu dolapları sonraki dönemlerde de çevirmekten geri kalmamışlardır. Bu dolapları çevirirken de özellikle kendilerinin zamanın güçlü devletlerinin yöneticileriyle olan irtibatlarını, bağlarını kullanıyorlardı.
Hahambaşı Haim Naum’un Lozan görüşmeleri esnasında yürüttüğü lobi faaliyetleri bu kadardan ibaret değildi. İngilizlerin dayatmalarının Türk heyetine kabul ettirilmesinde onun önemli rolü olduğu çeşitli tarihi kaynaklarda yer alan bilgilerden anlaşılıyor. Bunun da ötesinde hilafetin kaldırılması Türk tarafına Lozan görüşmeleri esnasında kabul ettirilmişti ve bunda da Haim Naum’un önemli rolü olmuştu. Şimdi bu konudaki bilgileri gözden geçirelim:
Lozan görüşmeleri esnasında Türkiye’de başvekil (başbakan) olan Rauf Orbay’ın belirttiğine göre hahambaşı Haim Naum İngilizler adına İsmet Paşa ile görüşmüş ve gizli pazarlıklarla halifeliğin kaldırılmasını kabul ettirmişti. Rauf Orbay bu konuyla ilgili olarak Feridun Kandemir’e şunları söylemişti: “İsmet Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan’da İngilizlerle bir çeşit gizli arabuluculuk rolü oynayan İstanbul Yahudi Hahambaşı Haim Naum Efendi’nin telkinleriyle, hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip, derhal kaldırılması fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu.”
Oysa Lozan görüşmelerinin yapıldığı günlerde Mustafa Kemal, Anadolu’da yaptığı konuşmalarda hilafet müessesesinin korunacağını söylüyordu. Mustafa Kemal işte bu günlerde Ankara’daki Meclis-i Mebusan’da (Mebuslar Meclisi’nde) yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Türkiye’nin vazifesi makam-ı hilafeti kurtarmaktır. Bu bizim için bir davayı mahsustur (özel davadır). Bunu makam-ı hilafet olarak nihayetine kadar göstermek ve onun kurtarılmasına çalışmak bizim için hayırlı bir davadır. Bizim için bu dava Alem-i İslam nazarında fevkalade takviye eden bir meseledir. Bunu sarsmak doğru değildir.”
Önceleri Selanik’i kendilerine çalışma merkezi edinen yahudilerin ve onların kimliklerini gizleyen kanatları durumundaki Dönmelerin önemli bir kısmı Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Türkiye’ye özellikle de İstanbul’a taşınma yolunu seçtiler. Bu göç ise 1924’te gerçekleştirilen Ahali Mübadelesi işlemiyle oldu.
Yahudiler lobi faaliyetlerini Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu tamamlamasından sonra da yoğun bir şekilde sürdürdüler. Bu faaliyetlerde öne çıkan isimlerden biri Türk milliyetçiliğinin teorisyenlerinden olan Munis Tekinalp idi. Tekinalp, Dönmeler yani Sabetaycılar kesimine mensup bir ailedendi ve asıl adı Mois Kohen’di. Kohen’ler Dönmeler içinde tanınmış bir ailedir. İşte Mois Kohen de bu aileye mensuptu. Belirttiğimiz üzere bu kişi Türk milliyetçiliği ideolojisinin fikir babalarından olduğundan dolayı Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisi üzerinde de önemli tesiri vardı. Çünkü kurulan yeni cumhuriyet bir milli devlet niteliği taşıyordu ve milliyetçiliği de resmi ideoloji olarak benimsemişti. Mois Kohen aynı zamanda Mustafa Kemal’in özel doktorlarındandı.
Bu dönemde öne çıkan yahudi lobicilerinden biri de yine Mustafa Kemal’in özel doktorlarından olan Abravaya Marmaralı’ydı. Bu kişi aynı zamanda Meclisi Mebusan’a milletvekili olarak girmişti. Öne çıkan bir diğer yahudi lobici de yedinci dönem milletvekillerinden Avram Galanti’ydi. Avram Galanti Osmanlı döneminde de İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin aktif ve ileri gelen elemanlarından biriydi.
Türkiye Cumhuriyeti ilk dönemlerinde yahudilerin Avrupa’daki nüfuzlarından yararlanmak istedi. Bu amaçla Türkiye’deki yahudilerin ileri gelenlerine ve özellikle de Osmanlı devletinin parçalanmasını hızlandıran hareketlerde rol almış olanlara çeşitli yetkiler verdi. Cumhuriyet yönetimi yahudilerden ithalat, ihracat alanlarında ve dışarıdan borç bulma konusunda da yararlanmak istedi.
Cumhuriyet yönetimi bazı yahudilerin ekonomik alanda ilerlemelerine ve bu alanda önemli birtakım pazarları kapmalarına da fırsat tanıdı. Ayrıca siyasi ve sosyal alandaki bazı reformlar ekonomik alanda atak yapmaya çalışan bazı yahudilerin işlerini kolaylaştırdı. Örneğin önceleri İstanbul’un Mahmutpaşa semtinde ve Kapalı Çarşı’sında tezgahtarlık yapan Vitali Hakko, Şapka Kanunu sayesinde büyük kazançlar elde etmiş ve bugün tekstil ve konfeksiyon sanayii alanında bir dev haline gelmiştir. Çünkü Şapka Kanunu çıkarılınca Vitali Hakko, Has Şapka markalı bir şapkayı piyasaya sürdü. Şapka Kanunu’na göre erkeklerin şapka giymeleri zorunlu kılındığından Vitali Hakko’nun Has Şapka’sı da büyük satışlar gerçekleştirdi ve bu sayede o büyük kazançlar elde edebildi.
Yahudiler, cumhuriyetin kuruluşu aşamasında ve ilk yıllarında yürüttükleri lobi faaliyetleriyle önemli köşe başlarını tutmayı başardılar. Bu köşe başlarını tutmaları onların sonraki dönemlerdeki lobi faaliyetlerini kolaylaştırdı. Tabii bu arada Avrupa ülkeleri nezdinde elde etmiş oldukları siyasi kazançlarını ve elde ettikleri statüleri de Türkiye’deki konumlarını sağlamlaştırmak için çok iyi değerlendirmişlerdir. Bu çalışmaları onların ekonomik alandaki güçlerini artırmalarına da imkan sağlamıştır. Örneğin 1954 yılında Galata’da yahudi işadamları Üzeyir Garih ile İshak Alaton’un beş bin lira sermaye ile kurdukları Alarko Holding’in bugünkü gücüne ulaşmasında, 1958’de dönemin başbakanı Adnan Menderes’in kendilerine Ankara’da kurulacak olan bir para matbaasının havalandırma tertibatının ihalesini vermesinin önemli rolü olduğunu kimse inkâr edemez. Elektirifikasyon ve elektrik malzemelerinin satışı ile piyasaya giren yahudi Burla Biraderler’in de gerek devletten aldıkları ihalelerle ve gerekse Türk işadamlarıyla yürüttükleri ortak çalışmalarla kısa zamanda büyük güce ulaştıkları ortada. Bunlar sadece birer örnek. Bunların dışında daha pek çok örnek sıralamak mümkündür.
Cumhuriyet döneminde yahudiliklerini açığa vuranlar daha çok ekonomik alana ağırlık vermiş, Dönmeler ise sadece bu alana ağırlık vermekle kalmamış zaman zaman siyasete de girmiş ve muhtelif devlet kademelerinden görevler almışlardır. Bu duruma dayanılarak yahudilerin devlet kademelerinde görev almadıkları kanaatinin hakim kılınmasına çalışılmıştır. Oysa “Dönmeler” diye bilinen akıma mensup olanlar da aynı amaca hizmet etmişlerdir. Bu vesileyle cumhuriyet döneminde devlet kademelerinde görev alan dönmelerden bazılarından söz etmekte yarar görüyoruz:
Süleyman Kani İrtem: İstanbul eski valisi
Muvaffak Benderli: İstanbul eski baro başkanı
Ahmet İsvan: İstanbul eski belediye başkanı
Ali Kenan Gökart: Emekli büyükelçi
Cavit Yenicioğlu: Emekli general
İsmail Toker: Emekli Amiral
Coşkun Kırca: Emekli büyükelçi. Kırca şimdi bir gazetede köşe yazarlığı yapmaktadır.
İsmail Cem İpekçi: Eski TRT genel müdürü halen Dışişleri bakanı. İsmail Cem İpekçi’nin 1974’te TRT genel müdürlüğüne getirilmesi özel bir kanunla sağlanmıştır.
Bunlar sadece öne çıkan birkaç isim. Bunların dışında da Dönme kökenli birçok kişi değişik devlet kademelerinde görev almıştır.
DÖNMELER
Cumhuriyet döneminde Dönmeler yazı ve fikir alanında da öne çıkmaya çalışmışlardır. Bu alanda öne çıkan isimlerden biri daha önce adından söz ettiğimiz Munis Tekinalp’ti. Bu kişi aynı zamanda Türk milliyetçiliğinin teorisyenlerinden ve fikir babalarından biri olarak bilinir. Diğer bazıları da şunlardır:
Ahmet Emin Yalman: Dönmeler’in yazı ve fikir alanındaki önemli elemanlarındandı. Milletlerarası Basın Enstitüsü’nün Yönetim Kurulu üyeliğini yaptı. Bir dönemin etkili gazetelerinden olan Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarıydı. Yalman yazılarında Dönmeler’i savunmasıyla ün kazanmıştı. Bu yüzden adı Dönmeler’le özdeşleşmişti. Hicivleriyle ünlü Neyzen Tevfik’in onun hakkında yazdığı şu dörtlük oldukça anlamlıdır:
“Şu bizim dönme dolap Ahmet Emin,
Milletin din ü imanına çatmadadır.
Ağrımaz başım etsem de yemin
Vatanı on kuruşa satmadadır”
Cumhuriyet döneminin öne çıkan yazarlarından bayan Halide Edip Adıvar da Dönmeler’dendi. Halide Edip Adıvar özellikle Cumhuriyet ideolojisinin fikri yönden oturtulması ve topluma mal edilmesi için hikaye, roman ve hatıra türü kitaplar yazmasıyla ün kazanmıştı. Halide Edip Adıvar’ın kendisi gibi yazar olan eşi Ahmet Adnan Adıvar da Dönme kökenliydi.
Yine tanınmış yazarlardan olan Abdi İpekçi de Selanik göçmeni Dönmeler’dendi. 1964’te Ahmet Emin Yalman’dan Uluslararası Basın Enstitüsü Yönetim Kurulu üyeliğini devralan Abdi İpekçi, Milliyet gazetesinde uzun yıllar köşe yazarlığı yaptı. Abdi İpekçi, Papa II. Jean Paul’e suikast girişiminde bulunmasıyla ün kazanan Mehmet Ali Ağca’nın gerçekleştirdiği cinayetle öldürülmüştür.
“İzmir’de düşmana ilk kurşunu atan kişi” olarak tarihe geçen gazeteci Hasan Tahsin de Dönme kökenliydi. Dönme kökenli tanınmış yazarlardan biri de Zekeriya Sertel’dir.
TRT’de yöneticilik yapan Emin Galip Sandalcı da medyanın Dönme kökenli elemanlarındandı.
Yine Batı yanlısı görüşleri toplumda yayma yönünde çaba sarf etmesiyle ün kazanan Ahmet Ağaoğlu da Dönme kökenli yazarlardandı.
Milliyet gazetesinde Dış Politika üzerine makaleler yazan Sami Kohen de Dönme kökenlidir. Bu kişi Amerika’da da Sam Kohen adıyla yazı yazmaktadır.
Bunlar yahudi ve Dönme kökenli gazeteci ve yazarların Türkiye çapında ün kazanmış olanlarından bazıları. Ancak hepsi bu kadar değil tabii ki. Yahudi ve Dönme kökenli yazarların ve fikir adamlarının çalışmaları iyi tahlil edilirse özellikle Cumhuriyet döneminin ideolojik ve fikirsel alt yapısının oluşturulmasında ve bunun topluma kabul ettirilmesi çalışmalarında önemli rol üstlendikleri görülür.
Dönmeler sadece yazı yazmakla ve fikir üretmekle yetinmemiş medyada patron olarak etkin olmaya da çalışmışlardır. Bu amaçla muhtelif yayın organları çıkarmışlardır. Günümüzde de başta Türkiye’nin en çok satan gazeteleri arasında yer alan Sabah gazetesinin kurucusu olmak üzere birçok yayın organı çıkaran ve atv adlı bir televizyon kuruluşu bulunan önemli bir medya holdinginin sahibi durumundaki Dinç Bilgin “Dönme” kökenli medya patronlarından biridir.
EĞİTİMDE DÖNMELER
“Dönmeler” adı verilen grup normalde yahudiliklerini gizleyen ve kendilerini Müslüman olarak lanse eden cemaat olmalarına rağmen gizli inançlarını koruyabilmek ve bu inançlarını yetişen nesillerine de aynen aktarabilmek için kendi eğitim kurumlarını kurmaya büyük özen göstermişlerdir. Dönmeler’in eğitim alanındaki üstatlarından biri daha önce kendisinden söz ettiğimiz Selanikli Şemsi Efendi’dir. Şemsi Efendi, kendi imkanlarıyla Selanik’te ilkokul seviyesinde bir eğitim kurumu kurmuştu. Kendisi de bir Dönme olan Ilgaz Zorlu’nun “Evet Ben Selanikliyim” adlı kitabında Şemsi Efendi ve okulu hakkında verdiği bazı bilgileri aktarmakta yarar görüyoruz: “Bu çabaların (yani Sabetaycı neslin eğitimi için verilen çabaların) hiç kuşkusuz ki en önemlisini o yılların aslında bilgin bir Kabbalisti (Kabbala yorumcusu) ve din adamı olan Şemsi Efendi (Şimon Zwi) yapmaktaydı. Cemaat gençlerinin ne denli bir sorunla karşı karşıya kaldığını gören Şemsi Efendi, bir müddet sonra kendi düşüncelerini Sabetaycı topluluk içinde duyurma çabasına girişti. Bu çaba bir anda o denli taraftar topladı ki insanlar adeta onun fikirlerine yapıştılar. Ancak kendisi tamamen kendi imkanları ile Selanik’te ilkokul seviyesinde bir kurumu da kurdu... Almış olduğu Batılı eğitimin etkisiyle bir süre sonra okulu Selanik’te önemli başarılar kazanmıştır. Atatürk de sadece cemaat üyesi kişilerin kabul edildiği bu okulda bir süre okumuş ve orada verilmeye çalışılan Batılı anlayıştan etkilenmiştir; bunu daha sonraki fikirlerinde de görmekteyiz.”
Dönmeler Selanik’teki eğitim kurumlarının yanı sıra İstanbul ve İzmir’de de önemli eğitim kurumları kurmuşlardır. Bunların başta geleni ise İstanbul’daki Feyziye Mektebi idi. Feyziye Mektebi’nin de temeli aslında Selanik’te atılmıştır. İlk olarak 1885’te Selanik’te Feyzi Sıbyan adıyla bir okul kuruldu. Balkan Harbi sırasında ekonomik krize giren bu okulu, Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra iş başına gelen hükümette Maliye Bakanı görevini alan Cavit Bey’in yardımları kurtarmıştır. Bir Maliye bakanının bu okulu kurtaracak yardımları ise devletin hazinesinden yaptığı şüphe götürmeyecek bir gerçekti. (Bu Cavit Bey daha sonra Atatürk tarafından idam ettirilmiştir). İstanbul’daki Feyziye Mektebi bugün Işık Lisesi adıyla faaliyetini sürdürmektedir. Feyziye Mektebi’nin ve onun yerine geçen Işık Lisesi’nin asıl amacı Dönmeler’in çocuklarının Müslümanların çocuklarına karışmalarını ve böylece gizli olarak sakladıkları Sabetaycı (gizli yahudi) inançlarını korumalarını sağlamaktı.
PARANIN DÖNMELERİ
Türkiye yahudilerinin ve onların gizli kanatları durumundaki Dönmeler’in en çok ağırlık verdikleri alan ekonomik alandır. Bu alanda hem yahudiliklerini açığa vuranlar hem de bu kimliklerini gizleyerek “Dönmeler” kitlesi içinde yer alanlar etkin faaliyet içine girmişlerdir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde onlara bu sahada bazı kolaylıklar sağlandığını daha önce belirtmiştik.
Cumhuriyet döneminde ekonomik alanda önemli noktalara gelen yahudi ve Dönme kökenlilerin bazıları şunlardır:
Üzeyir Garih ve İshak Alaton: Alarko Holding’in ortakları. Her ikisi de yahudi kimliklerini açığa vuran kesimdendir. 1954’te küçük bir sermaye ile kurulan şirketleri Alarko Holding ise devletten aldığı ihalelerle bugün büyük bir dev firma haline gelmiştir. Garih - Alaton ikilisi aynı zamanda aşağıda sözünü edeceğimiz “500. Yıl Vakfı”nın kurucularındandır.
Alarko Holding’in başkanı Üzeyir Garih’in otuzdan fazla vakıf ve derneğe üye olduğu bizzat kendisiyle yapılan bir röportajda dile getirilmişti. Bu vakıf ve derneklerin tümü Türkiye’deki yönetimi etkileme, Türkiye-İsrail ilişkilerini güçlendirme, Türkiye’deki yahudi azınlığın çıkarlarını koruma, Türkiye’den İsrail’e menfaat sağlama gibi muhtelif lobi faaliyetleri yürütmektedir. Garih, Panorama adlı bir ekonomi dergisinin kendisiyle yaptığı röportajda, üyesi olduğu kuruluşlar yoluyla bir çıkar elde edip etmediği sorulunca şu cevabı vermişti: “Tabii üyesi olduğum kuruluşlardan çıkarım var. Dernek yoluyla sesimi son merciye kadar duyururum” demişti.
Jak Kamhi: Profilo Holding’in yönetim kurulu başkanı. Profilo Holding, Türkiye’nin beyaz eşya (buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi vs. gibi ev aletleri) üreten en önemli sanayi kuruluşlarından biridir. Jak Kamhi aşağıda sözünü edeceğimiz 500. Yıl Vakfı’nın kurucu başkanıdır. Kamhi’nin aynı zamanda uluslararası siyonist teşkilat B’nai B’rith’e üye olduğu çeşitli kaynaklarda dile getirilmiştir. Jak Kamhi, İktisadi Kalkınma Vakfı’nın da başkanıdır. Onun bu kuruluş vasıtasıyla da önemli lobi faaliyetlerinde bulunduğu bilinmektedir.
Haftalık 2000’e Doğru dergisi Kamhi’nin koruma görevlilerinin MOSSAD ajanı olduklarını iddia etmişti. Kamhi, Türkiye’deki yahudi lobiciliğinin başını çekenlerden biridir. O bu konuda bazı uluslararası oluşumlarla ve devlet yönetimleriyle olan irtibatını da çok iyi değerlendirmektedir. Kendisine eski Fransa cumhurbaşkanı François Mitterand tarafından Legion d’Honneur (Onur Madalyası) ve “Chevalier (şövalye)”lik payesi verilmiştir. Kamhi, Marie Claire dergisine yaptığı açıklamada: “İsrail’e karşı bağlılığım var” ifadesini kullanmıştı.
Haftalık 2000’e Doğru dergisinin 28 Haziran 1992 tarihli sayısında çıkan bir habere göre Jak Kamhi’nin sahibi olduğu Profilo Holding Genelkurmay başkanlığına yeni bir elektronik haberleşme sistemi satma teklifinde bulundu. Ancak daha sonra bu sistemin MOSSAD tarafından da dinlenmeye müsait olduğu ortaya çıkınca teklif reddedildi. Jak Kamhi’nin oğlu Cefi Kamhi yahudi kimliklerini gizlemeyenlerin geleneklerini bozarak Meclis’e giren kişidir. Çünkü Dönmeler Meclis’e girerek ve devlet kadrolarında görev alarak yönetimde söz sahibi olma yollarına giderken yahudi kimliklerini gizlemeyenler genellikle ekonomik alanda kalarak lobi faaliyetleri yürütmeyi tercih etmektedirler. Cefi Kamhi bu geleneği bozarak bir dönem DYP listesinden parlamentoya girdi. Jak Kamhi’nin kardeşinin MOSSAD ajanı olduğu International Herald Tribune gazetesinin 24 Mayıs 1993 tarihli sayısında iddia edilmiştir. Jak Kamhi hakkında 1983 yılında toplu kaçakçılık yapma suçundan dava açılmıştı. Bunun sebebi ise onun sahip olduğu Tüpko adlı şirketin Türkiye’ye kaçak yollarla televizyon tüpü sokmasıydı.
Vitali Hakko: Vakko adlı konfeksiyon şirketinin sahibi Vitali Hakko, Şapka Kanunu sayesinde büyük primler yapmıştır. Önceleri İstanbul’un Mahmutpaşa semtinde ve Kapalı Çarşı’sında tezgahtarlık yapan Vitali Hakko, şapka giyilmesini zorunlu kılan Şapka Kanunu çıktıktan sonra çıkardığı Has Şapka ile büyük gelirler elde etti. Vakko bugün Türkiye’nin en zengin konfeksiyon kuruluşları arasında yer almaktadır. Vakko’nun ürünlerini de daha çok zengin kesim giyebilmektedir. Çünkü lüks ve pahalı ürünler piyasaya sürdüğünden fakir ve orta tabakanın onun ürünlerini satın alması zor olmaktadır.
Bezmenler Ailesi: Bu aile Dönmeler kesimine mensuptur ve Türkiye’nin oldukça zengin ailelerinden biridir.
Eczacıbaşı Ailesi: Bu aile de Dönmeler’dendir. Türkiye’nin en büyük ilaç sanayi kuruluşu olan Eczacıbaşı İlaç Holding bu aileye aittir. Bu ailenin en tanınmış ismi ise Eczacıbaşı İlaç Holding’inin kurucularından olan Nejat Eczacıbaşı’dır. Nejat Eczacıbaşı da aşağıda sözünü edeceğimiz 500. Yıl Vakfı’nın kurucularındandır ve aynı zamanda uluslararası siyonist kuruluşlardan Bilderberg’in üyesidir.
Bunlar Türkiye’nin zengin tabakası içerisinde yer alan yahudi veya Dönme kökenlilerin sadece bir kısmını oluşturuyor. Biz sözü fazla uzatmamak içen özellikle büyük sanayi kuruluşlarının sahibi olanlardan söz etmekle yetinmek istedik. Ancak bu kişilerin Türkiye yönetiminin üzerinde önemli bir etkinliklerinin olduğunun bilinmesinde yarar görüyoruz.
Yahudi Kökenlilerin Cumhuriyet Döneminde Çektikleri Bazı Sıkıntılar
Türkiye yahudilerinin ve Dönmelerin Cumhuriyet döneminde her zaman çok rahat oldukları da söylenemez. Cumhuriyetin ilk yıllarında bazı dönmelerle yönetim arasında birtakım problemler de yaşanmıştır. Örneğin II. Abdülhamid’in hal’inden sonra iş başına gelen hükümetin Maliye bakanı Cavid Bey, Mustafa Kemal döneminde idam edilmiştir. Bu sürtüşmenin sebebi yahudilerin ve Dönmelerin kontrolü tümüyle ellerine alma çabası içine girmiş olmaları olabilir. Hatta Cumhuriyet döneminde Sabetaycı kökenlilere yönelik baskılar hakkında kendisi de Sabetaycı kökenli olan bir yazar şu iddialarda bulunmaktadır: “Sabetaycılara yönelik baskılar genel olarak Cumhuriyet ile beraber olmuştur. Gariptir ki Osmanlı Devleti’nin dinsel kurallarının en katı uygulandığı dönemlerinde bile cemaat (yani Sabetaycı cemaat) üyelerine karşı resmi bir tavır sergilenmemiştir... Yine ilginçtir, Sabetaycılara karşı en yoğun baskılar kendilerinin de kuruluşunda önemli rol üstlendikleri Cumhuriyet Türkiyesi’nde olmuştur. Nitekim bunun en somut örneği 1942’da yaşanan Varlık Vergisi olayında görülmektedir. Kendilerini tamamıyla Türk addeden Sabetaycı aileler “D” sınıfı altında belirlenmişler, Bezmenler, Atabekler, Dilberler gibi bilinen aileler korkunç parasal miktarlar ödemek durumunda bırakılmışlardır.”
VARLIK VERGİSİ
Yukarıda da belirttiğimiz üzere 1942’de başlayan ve yahudi kökenlilere karşı uygulanan bir Varlık Vergisi olayı dikkatimizi çekmektedir. Bu uygulamaya göre yahudilerden ve Dönmeler’den Müslümanlardan alınan verginin iki katı alınıyordu. Görünüşte bu vergi yahudilere yönelik bir baskı uygulaması niteliği taşıyordu. Ancak gerçekte yahudilerin Filistin topraklarına göç etmelerini sağlamak için konulmuş bir vergi olabilir. O zamanın cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün ta Lozan görüşmelerinde yahudilerin başhahamlarıyla bir dostluk ilişkisi içine girdiğinden daha önce söz etmiştik. Onun bu kez yahudileri ve Sabetaycıları ekonomik yönden sıkıntıya sokacak katı bir vergi uygulamasına başvurmasında onları göçe zorlama amacının bulunuyor olması hiç de ihtimal dışı değildi. Bilindiği üzere aynı dönemde Avrupa ülkelerinin çoğunda yahudiler sistemli bir baskıya maruz bırakıldılar ve bu baskılar Filistin topraklarına göçü hızlandırdı. Bu göç sayesinde Filistin topraklarında bir “yahudi devleti” kurmaya yetecek insan potansiyeli oluşturuldu. Eğer söz konusu zorlamalar olmasaydı, yahudiler genellikle bulundukları ülkelerde kalmayı tercih edecek, bu yüzden de Filistin’e göç az olacak ve hedeflenen “İsrail devleti”nin kurulması için yeterli insan potansiyeli oluşmayacaktı. Buna binaen yakın tarihi incelediğimizde bir dönem yahudilere yönelik olarak uygulanan sistemli baskıların sadece siyonizmin amaçlarına hizmet ettiğini görürüz. Bu açıdan bakarsak 1942’de başlatılan Varlık Vergisi uygulamasının da siyonistlerin Filistin’e yahudi göçünü hızlandırma amacına yönelik olması ihtimalini göz önüne almamız gerekir. Söz konusu vergi uygulamasının sebep olduğu göç olayı da bu kanaati doğrulamaktadır. Çünkü söz konusu göç sebebiyle çok sayıda yahudi Filistin topraklarına göç etmiştir. Özellikle İsrail işgal devletinin kuruluşunun ilan edilmesinden sonra azımsanamayacak sayıda Türkiye yahudisi işgal altında tutulan Filistin topraklarına göç etmiştir. II. Dünya Savaşı’na kadar Türkiye’de toplam olarak 150 bin civarında yahudi yaşadığı tahmin ediliyordu. Ancak günümüz Türkiye’sinde bu sayı 25 bine düşmüştür. İşte bu azalmanın sebebi işgal altındaki Filistin topraklarına göçtür. Göçün en hızlı şekilde gerçekleştiği dönem ise Varlık Vergisi’nin uygulandığı yıllardı.
500. Yıl Vakfı ve Günümüz Türkiye’sinde Yahudi Lobiciliği
Türkiye yahudileri, yahudilerin İspanya’dan sürülüp Osmanlı topraklarına kabul edilmelerinin 500. yıldönümünü kendi açılarından bir fırsat kabul edip bu fırsatı iyi değerlendirmek amacıyla 1989 yılında 500. Yıl Vakfı’ nı kurdular. Vakfın kurucuları arasında yahudi olmayıp da yahudilerle yakın ilişkiler içinde bulunanlar da vardı. Ünlü işadamlarından Sakıp Sabancı, Anavatan Partisi İstanbul milletvekili Bülent Akarcalı, eski dışişleri bakanı Vahit Halefoğlu’nun eşi Zehra Halefoğlu, gazeteciler Nezih Demirkent, Yavuz Donat, Altemur Kılıç, tiyatro sanatçısı Yıldız Kenter, emekli amiral A. Sezai Orkunt 500. Yıl Vakfı’nın yahudi olmayan kurucularından bazıları. Vakfın yahudi kurucularının bazılarının adları da şöyle: Jak Kamhi (Profilo Holding’in başkanı), İshak Alaton (Alarko Holding’in ortaklarından), Üzeyir Garih (Alarko Holding’in ortaklarından), Vitali Hakko (Vakko’nun sahibi), Eli Acıman (Manajans’ın sahibi), Sami Kohen (gazeteci, Milliyet gazetesinin yazarlarından). Vakfın başkanlığına yahudi işadamlarından Profilo Holding’in sahibi Jak Kamhi getirildi.
500. Yıl Vakfı’nın yetkilileri amaçlarının 500 yıllık tarihin ve Türklerin tanıtımını yapmak ve böylece Türkiye’ye olan minnet borçlarını ödemek olduğunu ileri sürüyorlardı. Ancak vakfın kuruluşunu gerçekleştirdikten sonra başlattığı, özellikle de İspanya yahudilerinin kovuluşunun 500. yılı olan 1992 yılı içinde yürüttüğü faaliyetler asıl amacın daha farklı olduğunu ortaya çıkardı.
Vakfın kuruluş amacı hakkında Jak Kamhi’nin şu sözleri önemli fikirler vermektedir: “500. Yıl Vakfı projesini ortaya koyan hahambaşılıktır. Bu proje çok daha önceden hahambaşılık tarafından düşünülmüştü. Bunun bir vakıf tarafından yürütülmesi hahambaşılık tarafından benimsenmiş ve bu şekilde bir yol çizilmiştir. Bu işin de esas patronu hahambaşı ve hahambaşılıktır. Bu itibarla bizim hahambaşılıkla herhangi bir fikir ayrılığımız yoktur. Etkinliklerin ise büyük bir çoğunluğu zamanında hahambaşılık tarafından düşünülmüş etkinliklerdir.”
Bizce 500. Yıl Vakfı’nın en önemli amaçlarından biri siyonist İsrail yönetiminin izlediği ırkçı politika ve gerçekleştirmiş olduğu gayri insani uygulamalar dolayısıyla gerek Türkiye gerekse dünya kamuoyunda oluşmuş olan siyonizm ve yahudi aleyhtarı imajı tamamen silmek veya en azından hafifletmekti. Tabii ki bunun gerçekleştirilmesi ikinci önemli amacın yani Türkiye-İsrail ilişkilerinin geliştirilmesi amacının gerçekleştirilmesine zemin hazırlayacaktı. Vakıf da bu amacını gerçekleştirebilmek için Osmanlı hoşgörüsünden söz etmeyi insanlara yanaşmak ve onların ilgilerini çekmek için bir vasıta olarak kullandı. Vakfın bütün programlarında, konuşmacıların Osmanlı hoşgörüsünü dile getiren yapmacık cümlelerini sürekli şekilde yahudiyi hoş ve sevimli göstermeyi amaçlayan konuşmalar izliyordu. Bu arada 1492 sürgününden ve yahudilerin Ortaçağ Avrupa’sında görmüş oldukları zulümlerden özene özene söz edilmesi de gönüllerde yahudiye karşı bir acıma duygusunun oluşturulması amacına yönelikti. Yıllarca İsrail yönetiminin güçlenmesi için büyük maddi fedakarlıklarda bulunmuş olan yahudi trilyonerleri ve milyarderleri bu kez İsrail ve siyonizm aleyhtarı imajı silmek için her türlü maddi fedakarlık göstermekten çekinmediler.
SİYON PROTOKOLLERİ
Siyon Liderlerinin Protokolleri bir kısım, Yahudi liderleri tarafından, hiçbir zaman gerçekleşmesine imkân olmayan dünya üzerinde Yahudi hâkimiyeti altında tek bir devlet kurmak hayalleri ile hazırlanmış bir programdır.
Bu kitabın ilk defa 1902/1903 kışında bir Moskova gazetesinde tefrika halinde neşredildiği sanılmaktadır. 1903 yılında yine Rusya’da diğer bir Rusca gazetede tefrika edilmiştir. Her iki tefrika da Rusya dışında meçhul kalmıştır. 1905 yılında Rus papazı profesör Sergyei Nilus tarafından kitap halinde bastırılarak neşredilmiştir. Sergyei Nilus bahis konusu kitabın baş tarafındaki yazısında, kitabın kendisine bir arkadaşı tarafından el yazması halinde verildiğini, o arkadaşının bunları bir kadından aldığını, kadının ise Fransadaki bir mason cemiyeti toplantîsı sonunda bunları mason cemiyetinin en nüfuzlu liderlerinden birinden çalmış olduğunu beyan etmiştir. Sergyei Nilus aynı yazısında bunların bir toplantı zabıtnamesi olmayıp toplantıda okunan nutuklar olduğunu ve bu protokollardan bir tanesinin kayıp olduğunun açıkça anlaşıldığını ifade etmektedir.
Yukarda bahsedilen Rusca neşriyat komünist ihtilalinden evvel Rusya dışında meçhul kalmış ise de komünist ihtilâlinden sonra Rusya dışına kaçabilen bîr kısım kimseler tarafından Sergyei Nilus’un neşrettiği kitap Amerika ve Almanya’ya götürülmüştür. Bu arada îngiltere’de British Museum kütüphanesi bunlardan bir nüsha elde etmiştir ve halen o kütüphanede 3926.d.5 numarada kayıtlı olarak bulunmaktadır.
Sergyei Nilus 1917 senesinde, 1905 senesinde neşrettiği kitabın diğer bir baskısını hasırlamış fakat bu kitap piyasaya çıkmadan Yahudi Kerenski tarafından ihtilal yapılmış ve iktidara geçen Kerenski bu kitabın bütün nüshalarının toplanarak imha edilmesi için emir vermiştir. Daha sonra Sergyei Nilus komünist gizli polis teşkilatı tarafından tevkif edilerek kendisine işkence yapılmış ve Sibirya’ya sürülmüştür. Bilahare Sergyei Nilus orada ölmüş veya öldürülmüştür.
Rusya’da komünistler iktidara geçince bu kitaba sadece sahip olmayı dahi Ölüm cezasını gerektiren bir suç saymışlardır. Bu kanun Rusya’da, halen yürürlüktedir. Rusya’da bu kitabın basılması ve satılması yasak olduğu gibi bu kitaptan bir nüshasına sahip olan kimseler de ölüm cezasına çarptırılmaktadırlar. Diğer komünist devletlerde de durum aynıdır. Komünist olmayan devletlerde ise Güney Afrika Birliğinde bu kitaba sahip olmak kanunla yasaklanmıştır ve bu kitaptan elde eden kimselere ölüm cezası dışında ağır cezalar verilmekledir.
Siyon Liderlerinin Protokollarıf Rusya’dan kaçan bir kısım göçmenler tarafından Kuzey Amerika ve Almanya’ya götürülmesinden bir müddet sonra meşhur olmuş ve yirminci yüzyılda siyasî sahadaki kitap satışlarında en çok satılan kitaplardan birisi haline gelmiştir. Yalnız İngilizce nüshası bir milyon adetten fasla satılmıştır.
İngiltere’de Rusça’dan ilk tercüme G. Shanks tarafından yapılmış ve 1920 yılında basılmıştır. Kitabın fazla satışı sebebiyle aynı yıl dört baskı daha yapılmıştır. Daha sonra 1921 yılında Victor Marsden’in Rusça’dan yaptığı tercüme neşredilmiştir.
Amerika Birleşik Devletlerinde ilk İngilizce tercümeler 1920 yılı sonlarında Boston ve NewYork’da yayınlanmıştır. Almanya ve Fransa’da 1920 yılından sonra müteaddit baskılar piyasaya çıkarılmıştır.1925 yılında Şam’da Arabça bir tercümesinin neşredildiği ve ayrıca çeşitli tarihlerde hemen hemen dünyadaki her lisana çevrildiği muhtelif kitaplarda kaydedilmektedir.Türkiye’de Sami Sabit Karaman 1943 yılında Roger Lambelin’in Fransızca tercümesinden Türkçe’ye yaptığı tercümeyi neşretmiştir.
Siyon Liderlerinin Protokoltan’mn Avrupa, Amerika ve diğer birçok yerlerde çok miktarlarda basılıp satıldığım gören Yahudiler büyük bir telaşa kapılarak bunların baskı ve satışını önleme çarelerini aramağa başlamışlardır. Komünist devletlerde ve Güney Afrika Birliğindeki neşretme ve bulundurma yasağını diğer devletlerde tatbik ettiremeyince bu kitabın Yahudi Olmayan bir kısım kimseler tarafından yazıldığını ve Yahudiler tarafından yazılmış şeklinde gösterildiğini iddia etmişlerdir. Yahudiler bu îdialarını bir mahkeme kararı ile güya isbat etme çarelerini bulmak yolunu denemişler ve bir dava yoluna müracaat etmişlerdir. 26 Haziran 1933 tarihinde, İsviçre Yahudi Cemiyetleri Federasyonu ve Bern Yahudi Cemiyeti, İsviçre Milli Cephesinin beş üyesine karşı dava açarak mahkemeden Siyon Liderlerinin Protokolleri’nin sahte olduğu hususunda karar verilmesini ve neşrinin yasaklanmasını istemişlerdir. Mahkemedeki hâkimin muhakeme sırasında tatbik ettiği usûl İsviçre’de uygulanan usûl kanunlarının çok haricine çıkmış ve onun bu kasdî tutumu İsviçrede büyük hayret ve heyecan uyandırmıştır. Mahkemede duruşmayı idare eden hâkim, davacı tarafın şahit listesinde yazılı 16 şahitten hepsini çağırarak dinlemiş davalıların şahit listesinde yazılı 40 şahitten ise ancak birinin ifade vermesine müsaade etmiştir. Ayrıca mahkemede resmî zabıt kâtibi tarafından zabıt tutulması gerekli iken hâkim davacı tarafa iki hususî kâtip tâyin etme hususunda müsaade ederek şahitlerin dinlenmesi ve muhakeme celselerinde cereyan eden hadiseleri zabıt halinde yazmaları için onlara yetki vermiştir. İsviçre muhakeme usulü kanunlarında yeri olmayan bu ve diğer bir takım tutumları; hakimin davacı taraf lehinde karar verme temayülünde olduğunu ortaya koymuştur. 14. 5. 1935 tarihînde mahkeme Siyon Liderlerinin Protokolleri’nin sahte olduğuna dair bir karar vermiştir. Bu sırada dikkati çeken bir hadise daha olmuş ve mahkeme kararının açıklanması tarihinden evvel Yahudi basını mahkeme kararını neşretmiştir. 1 Kasım 1937 tarihinde İsviçre Federal Mahkemesi (İsviçre Yargıtayı) mahkeme kararının tümünü bozmuştur. O tarihten sonra Yahudi propagandacılar İsviçre Federal Mahkemesinin mahalli mahkeme kararını bozarak hükümden kaldırdığı hususuna hiç temas etmeden sadece mahalli mahkeme kararını ileri sürerek Siyon Liderlerinin Protokolları’nın sahte olduğunun mahkeme kararı ile isbat edildiğini iddia etmektedirler. Burada, dikkat edilecek bir husus da şudur: Isviçre’de Siyon Liderlerinin Protokoları’nın basılnası, satılması, bulundurulması ve okunması halen kanunen serbesttir.
Üçüncü protokolün baş taraflarında sembolik yılandan bahsedilmektedir. Protokolların îngilizce tercümesinde bu mevzuda yazılanlara göre Yahudilerce, yılanın başı Yahudilerin plânlarını tertip eden kimseleri, yılanın gövdesi ise diğer Yahudileri temsil ediyormuş. Yılanın başı bir yere girince oradaki Yahudi Olmayan güçler ile mücadele ederek onları ezmeğe çalışırmış ve yılanın başı Kudüsten hareket ederek birçok yerleri işgal edip tekrar Kudüse dönerek devrini tamamlayacakmış. İngilizce tercümede yılanın işgal hedeflerinden Kudüsten evvelki son şehrin istanbul olduğu kaydedilmekte ve şu not ilâve edilmektedir: «Bu harita Jön Türk hareketinin yâni Türkiyedeki Yahudi ihtilâlinin vukuundan senelerce önce çizilmiştir.»
On dördüncü protokolda Yahudilerin “bütün inançların kusurlarını münakaşa edeceklerine fakat kendi inançlarının kendilerinden başka kimseler tarafından tam olarak bilinmemesi sebebi ile onları kimsenin münakaşa, edemiyeceğine” dair bir nazariye yürütülmektedir. Yahudilerin bu nazariyeleri kendi inançlarına kendilerinin de itimadları olmadığının tam bir tezahürüdür. Ayrıca onların inançlarına dair bilinen kısımlar gerekli şeyleri söylemek için yeterlidir. İslâmiyette ise hiçbir kusur mevcut olmadığına göre, islâmiyet düşmanlarının daima ya iftira yoluna başvurma veya doğru şeyleri kusur gibi göstermeğe çalışma metodu takip ettikleri bilinen hususlardır.
Dikkat edilecek bir nokta da Sosyalizm, Anarşizm ve Komünizmin Yahudilerce desteklenip yürütüldüğünün üçüncü protokolda açıkça beyan edilmiş olmasıdır.
Protokollarda rastlanan Yahudi Olmayanlar ibaresinin, yerine göre Yahudi Olmayanların hepsini veya bir kısmını hedef aldığı anlaşılmaktadır.
Protokollan okuyanlar bunların üç çeyrek yüzyıl kadar evvel yazılmış olduklarını hatırda tutmalıdırlar.
Siyon liderlerinin Protokollarındaki her fikri ayrı mütalaa etmek ve her biri için ayrı hüküm vermek gerekir. Fakat bir tanıtma yazısının hacmi buna, müsait olmadığı için bu yazıda bu hususta beyanlara girişecek değiliz.
PROTOKOL - 1
Edebiyat yapmayı bir kenara bırakarak her fikrin mânasını söyleyeceğiz. Mukayese ve istidlâl ile çevremizdeki hadiselere ışık tutacağız.
İlerde meydana koyacağım sistemimiz iki görüş noktasından hareket eder: Kendimiz ve Yahudi Olmayanlar.
Dikkat etmelidir ki kötü düşünceli insanlar sayıca iyi insanlardan fazladır. Bundan dolayı onları idare etmekte en iyi neticeler akademik müzakerelerle değil, şiddet ve yıldırma ile elde edilebilir. Herkes iktidar mevkiinde olmayı arzu eder, her şahıs bir diktatör olmayı ister, yeter ki buna muktedir olsun. Kendi menfaatını temin etmek uğrunda herkesin menfaatını feda etmeye istekli olmayan insanlar gerçekten pek azdır.
İnsan denilen yırtıcı hayvanları zapteden nedir? Onlara şimdiye kadar rehberlik için ne hizmet etmiştir?
Cemiyet hayatının başlangıcında onlar, kaba ve kör kuvvete tâbi oldular. Sonra ise, aynı mahiyette ve sadece kıyafet değiştirmiş bir kuvvet olan kanunlara boyun eğdiler. Bundan şu neticeyi çıkarıyorum: Yaratılışın kanununa göre, hak, kuvvette yatar.
Siyasi hürriyet bir fikirdir, fakat bir gerçek değildir. Otorite mevkiinde bulunan bir partiye baskı yapmak gayesi ile halk kitlelerini diğer bir partiye çekme lüzumu ortaya çıktığı zaman, bu fikrin bir yem olarak nasıl kullanılıcağı bilinmelidir. Liberalizm de denilen bu hürriyet fikrine eğer hasmın kendisi de kapılmış ve bu fikrin uğrunda iktidarının bir kısmını teslim etmeye arzulu ise görev daha da kolaylaşır. Burada bizim nazariyemizin zaferi kesinlikle meydana çıkıyor. Gevşetilen hükümet dizginleri hayat kanunu gereğince derhal yeni bir el tarafından ele geçirilir ve bir araya toplanır. Çünkü milletin kör kuvveti bir gün dahi rehbersiz kalamaz ve yeni otorite, liberalizm ile zayıflatılan eskinin sadece mevkiine yerleşmekten ibaret kalır.
Günümüzde libaral idarecilerin iktidarının yerini, “altının iktidarı” almıştır. Bir zamanlar ise imân hükmetmişti. Hürriyet gerçekleşmesi imkansız bir idealdir. Çünkü kimse onun ölçülü olarak nasıl kullanılacağını bilmez. Halka muayyen bir müddet içinde kendi kendisini idare etme yetkisi vermek, onları düzensiz bir güruh haline getirmeye yeter. Ondan sonra orada öldürücü bir didişme ortaya çıkar ve kısa zamanda sınıf mücadelesine dönüşür. Bu durumun içinde devletler yanıp yok olur ve onların değeri bir kül yığını derecesine iner.
Bir devlet kendi sarsıntıları içinde kendini tüketse, dahili anlaşmazlıkları onu dış düşmanlarından zayıf duruma getirse telafi edilmez bir kayba uğramış sayılır: “O bizim hakimiyetimize girmiştir”. Tamamı ile bizim ellerimizde olan sermayenin istibdadı, ona bir saman çöpü uzatır. Devlet ister istemez ona sarılır. Eğer sarılmazsa dibi boylar.
Liberal düşünceli bir kimse, yukarıdaki gibi fikirlere ahlâka aykırı derse şu suâlleri sorarım : “Her devletin iki düşmanı olduğuna ve harici düşmana karşı onları taarruz ve müdafaa plânlarından habersiz tutmak onlara gece vakti veya üstün sayıda kuvvetlerle hücum etmek gibi mücadelenin her tarz ve maharetini kullanma, ahlâka aykırı mütalaa edilmediğine göre daha kötü bir düşmana karşı, cemiyetin yapısını âmme menfaatını berteraf edenlere karşı aynı vasıtalara, nasıl olur da ahlâka aykırı ve müsaade edilmez denebilir?
Sağlam mantıklı herhangi bir dimağ için akla uygun müşavere ve münakaşalar yardımı ile kalabalık güruhları bir yöne sevk etmede herhangi bir başarı ümit etmek mümkün müdür? O zaman akılsızca itiraz ve tekzipler de yapılabilir. Bu gibi itirazlar halk arasında daha çok taraftar bulursa muhakeme kuvveti su yüzüne çıkabilir mi? Avam tabakasından olan ve olmayan insanlara sadece küçük ihtirasları, önemsiz kanaatları, âdetleri, an’aneleri, hıssi nazariyeleri rehberlik ettiğinden parti anlaşmazlıklarına düşerler, hatta tamamiyle uygun müzakere temeline dayanan herhangi bir anlaşmaya engel olurlar. Bir kalabalık güruhun her kararı, bir çoğunluk ihtimaline veya çoğunluğa dayanır. Onlar siyasi sırları bilmediklerinden bir kısım gülünç kararlar ortaya koyarlar ki, bunlar idareye bir anarşi tohumu eker.
Siyasetin âhlak ile ortak hiçbir yönü yoktur. Âhlaka uygun bir şekilde hüküm süren bir hükümdar mâhir bir politikacı değildir ve bundan dolayı tahtında sağlam duramaz. Hükmetmek isteyen kimse hem kurnazlığa hem de yapmacılığa başvurmalıdır. Açık sözlülük, dürüstlük gibi halk arasında meziyet sayılan vasıflar siyasette kusurdurlar. Çünkü bunlar en kuvvetli düşmandan daha tesirli olarak ve daha kesinlikle hükümdarları tahtlarından düşürüler. Bu gibi vasıflar Yahudi Olmayanların krallıklarına ait olmalıdır. Fakat biz hiçbir surette o vasıfları rehber edinmemeliyiz.
Bizim hakkımız kuvvette yatar. Mücerret bir düşünce olan “hak” kelimesi hiçbir şey ile ispat edilemez. Bu kelimenin mânası şundan başka birşey değildir : İstediğimi bana ver ki onunla senden kuvvetli olduğuma dair delil sahibi olayım.
Hak nerede başlar, nerede sona erer?
Merkezi otoritenin zayıf olduğu, liberalizmin durmadan çoğalttığı hakların seli ortasında; kanunların ve hükümdarların şahsiyetlerini kaybetmiş oldukları herhangi bir devlette; kuvvetlinin hakkı ile hücum etmek ve mevcut bürün kaide ve düzeni darmadağın etmek, bütün müesseseleri yeniden kurmak, kuvvetlilerin hakkını kendi liberalizmleri içinde gönüllü olarak bırakıp bize terkedenlerin hükümdarı olmak için kendimde hak buluyorum.
Her çeşit iktidarın sallantı halinde olduğu şimdiki zamanda bizim iktidarımız diğer herhangibirinden daha yenilmez olacaktır. Çünkü o hiçbir kurnazlığı artık kendisinin temellerini çürütemeyeceği bir kuvvete sahip oluncaya kadar görünmez kalacaktır.
Şimdi işlemek zorunda bırakıldığımız geçici kötülükten, sarsılmaz bir idarenin iyiliği meydana çıkacaktır. Bu idare, liberalizmin hiçe indirdiği milli hayat mekanizmasının düzenli işleyişini geri getirecektir. Gaye, vasıtaları haklı kılar. Bu duruma göre plânlarımızda, dikkatlerimizi iyi ve âhlaka uygun olandan ziyade lüzumlu ve faydalıya çevirmeliyiz.
Önümüzdeki stratejik bir plandır. Birçok yüzyıllar boyu devam eden çabaların boşa gittiğini görmek riskine girmeden bu plandan sapamayız.
Faaliyetin memnuniyet verici şekilleri, üzerinde inceden inceye durarak meydana getirmek için avamın seviyesizliğini, gevşekliğini, sebatsızlığını, kendi hayat veya refahının şartlarını anlamak ve onlara uymaktaki kabiliyetsizliğini dikkat nazarına almak gerekir. Bilinmelidir ki avamın kuvveti kör, hissiz ve akılsızdır. Daima herhangibir taraftan gelen telkinlerin elinde kalır. Bir kör diğer bir köre onu uçuruma yuvarlamaksızın rehberlik edemez. Binaenaleyh büyük bir zekâ sahibi olsalar bile avamın fertleri ve halk arasından çıkan sonradan görme kimseler henüz siyasetten anlamadıklarından bütün milleti mahva götürmeksizin kitlenin liderleri olarak ileri çıkamazlar.
Ancak çoçukluğundan beri müstakil olarak hükmetmek için eğitilmiş bir kimse siyaset alfabesi ile tertip edilebilen kelimelerin manâsını anlayabilir.
Kendi haline, yani aralarından çıkan sonradan görme kimselere bırakılan halk, iktidar ve itibar elde etmeye çalışmanın tahrik ettiği parti çekişmeleri ve bundan doğan karışıklıklarla kendisini mahva götürür. Halk kitlelerinin sûkunetle ve küçük kıskançlıklarla ârî olarak karar vermesi ve şahsi menfaatları ile karıştırmadan memleket işleri ile uğraşabilmesi mümkün müdür? bunlar harici bir düşmandan kendilerini koruyabilirler mi? Bu düşünülemez. Çünkü halk kitlesindeki kafa sayısınca parçalanmış bir plan bütün birliğini kaybederi bu suretle anlaşılmaz olur ve tatbiki imkansız hale gelir.
Ancak müstebid bir hükümdar ile bu planlar geniş ve açık bir şekilde, üzerinde dikkatle durularak hazırlanabilir ve devlet mekanizmasının parçaları arasına uygun bir şekilde dağıtılabilir. Bundan çıkan zaruri sonuç şudur ki, herhangibir memleket için tatmin edici hükümet şekli birdir. O da sorumlu bir şahsın ellerinde toplanmasıdır. Kesin bir istibdad olmaksızın medeniyet mevcut olamaz. Medeniyet, kitleler tarafından değil onların yöneticisi tarafından devam ettirilebilir. Avam vahşidir ve vahşetini her fırsatta gösterir. Avam, hürriyetini ellerine aldığı an o hürriyet çabucak vahşetin en yüksek derecesi olan anarşiye dönüşür.
Hürriyetin kendilerine çok miktarda içki kullanma hakkını verdiği, içki ile düşünce kabiliyetini kaybetmiş, alkollenmiş hayvanlara bakın. Bu bizim için değildir ve bu yol bizim yürüyeceğimiz yol değildir. Yahudi olmayan halk, alkollü içkilerle düşünce kabiliyetini kaybetmişlerdir. Onların gençliği klasisizm ve ilk çağ ahlaksızlığı ile ve içlerine soktuğumuz özel ajanlarımız, öğretmenler, hizmetçiler, zenginlerin evlerinde mürebbiyeler, kâtipler vasıtası ile ve Yahudi Olmayanların sık sık gittikleri sefahet yerlerindeki kadınlarımız vasıtası ile zehirlenerek ahmak bir şekilde yetiştirilmişlerdir. Bu sonuncular arasında sosyete kadınları denilen, kötü yol ve lüks içindekileri gönüllü olarak takip eden kimseleri de dahil edeceğim.
Parolamız kuvvet ve yapmacıktır. Siyasette sadece kuvvet, bilhassa devlet adamlarına çok lüzumlu olan kabiliyetler içinde gizlenmiş kuvvet galip gelir. Taçlarının bir kısım yeni kuvvetlerin ajanlarının ayakları altına düşmesini istemeyen hükümetler için şiddet bir prensip, ve desise ile yapmacık usül olmalıdır. Bu kötülük, sonunda iyiliği elde etmek için tek ve yegâne vasıtadır. Bundan dolayı gâyemizi elde etmeye hizmet edecekleri zaman rüşvetçilik, düzenbazlık ve hıy’anet husularında duraklamamalıyız. Siyaset yolu ile başkalarının mülkünü tereddütsüz olarak nasıl ele geçireceğimizi bilmeliyiz; eğer bu yolla başkalarına boyun eğdirmeyi ve hükümdarlığımızı temin edebileceksek.
Bizim devletimiz, bu sessiz işgal yolunda ilerlerken körü körüne itaat meydana getirmek için lüzumlu olan dehşet havasını sürdürmek hususunda harb korkusunun yerine daha az farkedilebilen fakat daha tatmin edici ölüm cezasını koymak hakkında sahip bulunmaktadır. Âdil fakat merhametsiz şiddet, devlet kuvvetinin en büyük âmilidir. Sadece menfaatımız için değil aynı zamanda vazifemiz icabı olarak ve zaferimiz için şiddet ve yapmacık programını devam ettirmeliyiz. Hesaba dayanan bu doktrin kesinlikle kullanılan vasıtalar kadar kuvvetlidir. Bundan doalyı o vasıtalar ile olduğu kadar şiddet doktrini ile de zafer kazanacağız ve bütün hükümetleri bizim hükümetimizin teb’ası haline getireceğiz. Bütün itaatsizliklerin ortadan kalkması için bizim merhametsiz olduğumuzu bilmek onlara yetecektir.
Çok eski zamanlarda “hürriyet, eşitlik, kardeşlik” kelimelerini halk kitleleri arasında ilk defa biz bağırdık. O günlerden beri her taraftan gelip bu oltaya takılan budala papağanlar tarafından bu kelimeler çok defalar tekrar edildi. Bunlarla, evvelce avamın baskısına karşı çok güzel muhafaza edilen dünyanın refahını ve ferdin hakiki hürriyeti giderildi. Yahudi Olmayanların sözde zeki insanları, ilim sahipleri, bu mücerred kelimelerin hakiki manâlarını anlayamadılar. Bunların manâlarının ve karşılıklı münasebetlerinin çelişmesine dikkat etmediler. Görmediler ki mahlukat arasında eşitlik yoktur ve hürriyet olamaz. Yaratılıştan akıl, seciye ve kabiliyetler eşit değildir. Düşünmediler ki avam tabakası kördür. Onların arasından seçilip yönetimi üzerlerine alan sonradan görmeler de siyaset mevzuunda avam tabakasının kendisi gibi kördürler. Yetişmiş bir kimse bir budala da olsa yine hükmedebilir. Halbuki yetişmemiş kimse çok zeki olsa da siyasetten birşey anlamaz. Bütün bu husulara Yahudi Olmayanlar dikkat atfetmedi. Oysa ki her zaman hanedan hükümdarlıkları bu fikre dayanmıştır. Çünkü baba, siyasi işlere dair bilgileri oğula naklederdi. Bu suretle bunları hanedan ailesinden başka kimse bilmez ve kimse onları yönetilenlere ifşa etmezdi. Zaman geçtikçe siyasi işlerin gerçek pozisyonu olan hanedan içindeki intikal, manasını kaybetti ve bu durum davamızın başarısına yardımcı oldu.
Dünyanın her köşesinde “hürriyet, eşitlik, kardeşlik” kelimeleri şuursuz ajanlarımız sayesinde, bizim sancağımızı coşkunlukla taşıyan çok sayıda kimseleri saflarımıza soktu. Bu kelimeler daima Yahudi Olmayanların refahını kemiren, her tarafta sulhu, sükûneti, dayanışmayı yok eden, Yahudi Olmayan devletlerin bütün müesseselerini tahrip eden mahvedici kurtçuklar oldular. İlerde göreceğiniz gibi bu durum bize zaferimiz için yardım etmektedir.
Bu, diğer şeyler meyanında en kuvvetli imkânı, yani imtiyazları yıkma, başka bir ifade ile Yahudi Olmayanların aristokrasisinin tüm mevcudiyetini yok etme imkanını elimize geçirmeye bizi muktedir kıldı. Bu sınıf, hakların ve memleketlerin bize karşı sahip oldukları yegâne müdafaa vasıtası idi. Yahudi Olmayanların normal ve soya dayanan aristokrasisinin yıkıntıları üstünde biz para aristokrasisinin önderliğinde bizim tahsil görmüş tabakamızın aristokrasisini kurduk. Bize bağlı olan serveti ve bizim Siyon Liderlerimizin tertip ettiği tahrik kuvveti olan bilgiyi bu aristokrasinin şartları olarak tesis ettik.
İhtiyacımız olan insanlarla münasebetlerimizde daima beşer düşüncesinin en hassas duyguları, para hesabı, tamah ve insanın maddi ihtiyaçları hususundaki açgözlülük üzerinde işlemek suretiyle zaferimiz kolaylaştırılmış bulunmaktadır. Bu beşeri zafiyetlerin her biri tek başına ele alınınca şahsi teşebbüsü felce uğratmaya yeterlidir. Çünkü insanların temayüllerine göre istedikleri verilerek faaliyetleri satın alınmıştır.
Hürriyetin mücerretliği, her memlekette avamı; hükümetlerin, memleketin sahipleri olan halkın kâhyası olmaktan başka bir şey olmadıkları ve kâhyanın ise eskimiş bir eldiven gibi değiştirilebileceği fikrine inandırmaya bizi muktedir kıldı.
Halk temsilcilerinin bu değiştirilme imkânı, onların bizim emrimize tâbi hale getirdi ve böylece bize onları tâyin etme kuvveti verdi.
PROTOKOL - 2
Gayelerimize erişebilmek için harplerin mümkün olduğu kadar arazi kazançları ile neticelenmemesi zorunludur. Böylece harpler ekonomik alana kaydırılacaktır. Bu alanda milletler, verdiğimiz yardımda üstünlüğümüzün kuvvetini sezmekte gecikmeyeceklerdir. Bu durum her iki tarafı beynelmilel ajan kadromuzun merhametine terkedecektir. Bu kadromuz milyonlarca göze sahip olup devamlı olarak gözetleme halindedir ve hiçbir tehdit onları engellememiştir. Sonra bizim beynelmilel hukukumuz, milli hukuku ortadan kaldıracak ve devletlerin medeni kanunları, teb’ası arasındaki münasebetleri nasıl idare ediyorsa milletleri öyle idare edecektir.
Halkın içinden kabiliyetleri ve kölece itaatlerine göre titiz bir dikkatle seçeceğimiz idareciler, idare etme sanatında eğitim görmemiş kimselerden olacak ve bundan dolayı kendilerinin müşavirleri ve uzmanları olan ve çoçukluklarından beri bütün dünya işlerini idare etmek için yetiştirilen bilgi ve zeka sahibi kimselerin ellerinde oyuncak olacaklardır. İyice bildiğiniz gibi bizim bu uzmanlarımız idare hususunda ihtiyaç duydukları malûmatı bizim siyasi planlarımızdan, tarih derslerinden ve her an geçen hadiselerin müşahadesinden çıkarmışlardır. Yahudi Olmayanlar peşin hükümsüz tarih müşahadelerinin tatbikatı ile yönetilmezler. Onlar neticelerden tenkidi bir görüş çıkarmayan nazari usule alışıktırlar. Bundan dolayı bizim onları hesaba katmaya ihtiyacımız yoktur. Bırakın onlar vakti gelinceye kadar kendilerini eğlendirsinler veya girişken mazilerinin yeni şekillerinin ümidi içinde ve zevklerinin hayalleri ile yaşasınlar. Bırakın; bizim onları ilmin emirleri diye kandırdığımız oyunların baş rolünü oynasınlar. Bu maksatla devamlı olarak basınımız vasıtası ile bu nazariyelere körü körüne itimad uyandırıyoruz. Yahudi Olmayanların bilim adamları bilgileri ile böbürlenecek ve ilimden elde edeceği bütün malûmatı mâkûl bir şekilde doğruluğunu ispat etmeden tatbik mevkiine koyacaktır. Halbuki bizim uzman ajan kadromuz onların kafalarını bizim arzu ettiğimiz istikamette eğitmek için bunları kurnazlıkla tertip etmişlerdir.
Bir an bile bu ifadelerimi boş sözler sanmayın. Bizim tertip ettiğimiz Darwinizm, Marxism, Nietzcheism’in başarılarını dikkatle düşünün. Biz Yahudiler için bu direktiflerin Yahudi Olmayanların fikirleri üzerinde nasıl bir bölücü etki yaptığını görmek herhalde zor olmayacaktır.
Siyasette ve idari işleri yönetmekte hata yapmaktan kaçınmak için milletlerin düşüncelerini, seciyelerini ve temayüllerini hesaba katmak bizim için zaruridir. Siyasetimizin zaferi ve onun meydana getirdiği mekanizmanın işleyişi, karşılaştığımız halkların mizacına göre değişmelidir. Onun tatbikatı şimdiki zamanın ışığında geçmişten alınan derslerin hülasalarına dayanmadıkça temin edilemeyecektir.
Bu günün devletlerinin elinde büyük bir kuvvet vardır ki halkın içinde düşünce hareketleri meydana getirir. Bu, basındır. Basının rolü devamlı olarak ihtiyaçları zaruri imiş gibi göstermek, halkın şikayetlerini ifade etmek ve hoşnutsuzluk meydana getirmektir. İfade hürriyetinin zaferi basında mücessem hale gelir. Fakat Yahudi Olmayan devletler bu kuvvetin nasıl kullanılacağını bilmediler ve o kuvvet bizim ellerimize geçti. Basın vasıtası ile kendimiz gölgede kalarak tesir yapmak gücünü kazandık. Her ne kadar kan ve gözyaşı deryaları içinde toplamaya mecbur olmuş isek de basın sayesinde altını elimize geçirdik. Gerçi halkımızın içinden birçoğunu feda ettik ama altın elimize geçti. Safımızdan feda edilen her şahıs Allah nazarında bin Yahudi Olmayan şahsa bedeldir.
PROTOKOL - 3
Bugün size söyleyebilirim ki hedefimiz şimdi bize sadece birkaç adım uzaklıktadır. Uzun yolun yürünecek ancak ufak bir kısmı kaldı. Kendisi ile halkımızı temsil ettiğimiz sembolik yılanın, önünde yürüdüğümüz çemberi kapanacaktır. Bu halka kapanınca bütün Avrupa devletleri kuvvetli bir mengene içinde onun hükümlerine kilitlenecektir.
Bu günlerin anayasal terazileri kısa zamanda kırılacaktır. Çünkü üzerinde döndüğü ekseni aşıncaya kadar durmadan sarsılsın diye biz onu dengesiz kurduk. Yahudi Olmayanlar o eksene yeterli derecede sağlam kaynak yaptıklarını zannediyorlar ve o terazilerin dengeye geleceğini umuyorlardı. Fakat eksenler -tahtlarındaki krallar- kontrölsüz ve sorumsuz yetkileri ile şaşkına dönmüş olan ve budalaca hareket eden temsilcileri tarafından kuşatılmışlardı. Bunlar bu yetkileri saraylarda teneffüs edilen dehşet havasına borçluydular. Bu şahıslar halkları ile teması kesince tahtlardaki krallar iktidara göz diken kimselere karşı artık halk ile anlaşıp kendilerini kuvvetlendirmeye muhtedir olamıyorlardı. Biz, uzak görüşlü hükümdar iktidarı ile halkın kör kuvveti arasında her iki tarafta manasını kaybetsin diye bir uçurum meydana getirdik. Bir kör ile değneği gibi ki, ikisi de birbirinden ayrı olunca kuvvetsizdir.
İktidar peşinde koşanları iktidarı kötüye kullanmaya tahrik etmek için, bütün kuvvetlerin liberal temayüllerini bağımzılığa doğru yönelterek onların hepsini birbirine muhalif hale getirdik. Bu maksatla her çeşit teşebbüsü teşvik ettik, bütün partileri silahlandırdık, iktidar mevkiini her ihtiras için hedef haline getirdik. Devletleri karışık bir yayın kalabalığının çarpıştığı gladyatör arenaları haline getirdik. Kısa bir zaman sonra karışıklıklar ve iflaslar bütün dünyayı kaplayacaktır.
Çok konuşan gevezeler parlamento oturumlarını ve yönetimle ilgili toplantıları konuşma müsabakası haline çevirmektedirler. Atılgan gazeteciler ve vicdansız yazarlar hergün idareci memurlara saldırıyorlar. Çılgına dönmüş avamın yumrukları altında herşey havada uçuşurken iktidarın suiistimali, bütün müesseseleri kendilerini devirmeye hazırlayan son manivela olacaktır.
Bütün halk fakirlik sebebi ile ağır çalışma mecburiyetine zincirlenmiştir. Bu, onların evvelce vurulduğu kölelik ve toprağa bağlı kölelikten daha kuvvetlidir. Onlar bu zincirlerden kendilerini herhangibir yolla kurtarabilirlerdi. Fakat yoksulluktan asla kurtulamayacaklardır. Biz anayasaya kitleler için hayali ve gerçek dışı gözüken bir kısım haklar dahil ettirdik. Halkın hakları ismi de verilen bu hakların hepsi, yalnız bir fikir halinde mevcud olabilir ve fiili hayatta asla gerçekleştirilemez. Proleterya bizim emrettiğimiz yönde ve bizim iktidar mevkiine yerleştirdiğimiz ajan kadromuz hizmetinde bulunan kimseler lehine rey kullanmalarının karşılığı olarak acıyıp soframızdan kendilerine fırlattığımız ekmek kırıntılarından başka anayasadan bir menfaat elde etmediğine göre, konuşmacıların gevezelik yapma hakkı elde etmeleri, gazetecilerin güzel yazıların yanında saçma şeyler yazma hakkında sahip olmaları, ağır yükünün altında beli ikiye bükülmüş proleter işçi için ne ifade eder? Cumhuriyete ait haklar, fakir bir insan için acı bir istihzadan başka birşey değildir. Çünkü bir taraftan hemen hemen hergün çalışmaya mecbur olması sebebiyle o hakları kullanmaya muhtedir değildir. Diğer taraftan o haklar kendisini yoldaşlarının grevlerine ve işverenlerin lokavtlarına bağlı hale getirdiğinden muntazam ve muayyen gelirinin bütün teminatından mahrum etmektedir.
Bizim rehberliğimiz altında halk, aristokrasiyi yok etti. O aristokrasi ki; kendisinin tek ve yegâne müdafaa vasıtası ve halkın refahına bağlı ve ondan ayrılması imkansız menfaatleri sebebiyle de kendilerini besleyen bir anne idi. Şimdi aristokrasinin yıkılması sebebiyle halk, para öğüten merhametsiz alçakların pençesine düştü. Bunlar işçilerin boyunlarına acımasız ve zalim bir boyunduruk vurdular.
Biz işçileri bu baskıdan kurtaracak kimseler olduğumuzu ileri sürerek sahnede görüneceğiz ve bizim savaşan kuvvetlerimiz olan sosyalistlerin, anarşistlerin ve koministlerin saflarına girmelerini onlara telkin edeceğiz. Bu savaşan kuvvetlerimizi biz; sosyal masonluğumuzun sözde bütün beşeriyetin dayanışması ve kardeşçe idaresi gereğince daima destekledik. İşçilerin emeğinden kanunen faydalanmakta olan aristokrasi; işçilerin iyi beslenmeleri, sıhhatli ve kuvvetli olmaları ile alâkalanırdı. Biz ise tam aksine Yahudi Olmayanların öldürülerek azalmalarından menfaat bekliyoruz. Bizim kuvvetimiz devamlı yiyecek kıtlığı ve işçinin beden zayıflığında gizlidir. Çünkü bütün bunlar onun bizim arzularımızın kölesi olmasına delalet eder. O kendi yetkileri içinde bizim arzularımıza karşı koyma kuvvet ve enerjisini bulamayacaktır. Kralların otoritesinin aristokrasiye verdiği işçiyi idare hakkını, açlık daha sağlam bir şekilde bize verir.
Biz avam tabakasını açlığın doğurduğu sıkıntı, hased ve kin ile harekete geçirecek ve yolumuzun üzerinde bizi engelleyen ne varsa onların elleri ile silip yokedeceğiz.
Bütün dünyaya hükmedecek olan hükümdarımızın tac giyme vakti gelince, aynı eller ona engel olabilecek herşeyi ortadan kaldıracaklardır.
Yahudi Olmayanlar bizim uzmanlarımızın telkinleri ile harekete geçirilmeksizin düşünme alışkanlığını kaybetmişlerdir. Bundan dolayı bizim krallığımız kurulunca derhal yapacağımız bir işi yapmanın, acil bir lüzumunu görmüyorlar. Bu iş, bilginin basit ve gerçek bir bölümünü ve bütün bilgilerin temeli olan insan hayatının ve onun sosyal varlığının yapısının gerektirdiği iş bölümünü ve netice olarak insanların sınıf ve şartlar içinde ayrılmaları hususundaki bilgileri okullarda öğretmektir. Herkesin bilmesi gerekir ki insanların çalışma mevzularındaki farklılık sebebiyle herhangi bir eşitlik mevcud olamaz. Bir kimsenin kendini lekeleyen bir hareketi ile bütün bir sınıf kanun önünde eşit olarak sorumlu tutulamaz. O şahısla beraber hiçbir kimsenin değil, yalnız o şahsın kendi şerefi lekelenmiştir. Sırlar içinde olan ve Yahudi Olmayanların öğrenmesine imkân vermediğimiz cemiyet kuruluşunun gerçek ilmi herkese gösterecektir ki mevki ve iş, muayyen bir çevre içinde muhafaza edilmelidir. Şöyle ki, fertlerin bir eğitimden geçmiş olmaları sebebiyle kendilerine uygun olmayan bir işi yapmaya davet edilmeleri yüzünden insanların ıztırap kaynağı olmasınlar. Bu ilmin tamamen okunmasından sonra halk gönüllü olarak iktidara itaat edecek ve devlette kendilerine tahsis edilen mevkii kabul edecektir. Bilimin bizim geliştirdiğimiz bugünkü durum ve istikametinde halkı yanlış yola sevk etme kastı ile hareket edilmesi ve halkın kendisinin cehaleti sayesinde onlar basılı şeylere körü körüne inanır, bağrına basar. Bir kör kendisinden üstün saydığı her duruma kin duyar. Çünkü sınıf ve durumun mânalarının idrakine sahip değildir.
Ticari mübadeleler üzerindeki muameleleri durduracak ve sanayii felce uğratacak olan ekonomik krizlerin tesiri bu kini daha fazla artıracaktır. Bizce bilinmekte olan bütün gizli yeraltı metodları ile ve tamimile elimizde olan altın’ın yardımı ile bütün Dünyada ekonomik krizler meydana getirecek, bu krizler vasıtasıyla Avrupa’daki bütün memleketlerde bütün işçi güruhunu aynı anda sokaklara fırlatacağız. Bu güruh, mallarına hased ettikleri insanların kanlarını, cehaletlerinin basitliği içinde zevkle dövecekler ve beşikte bulundukları günlerden beri hased ettikleri malları o zaman yağma etme imkânı bulacaklardır.
Bizimkilere dokunmayacaklardır. Çünkü saldırı anı bizce bilinecek ve biz kendimizinkileri muhafaza etmek için tedbirler alacağız.
Göstermiş bulunmaktayız ki hadiselerin gelişmesi bütün Yahudi Olmayanları idrakin hakimiyetine sokacaktır. Bizim istibdadımız kesin olacaktır. Çünkü o, bütün kargaşalıkları tedbirli bir şiddetle yatıştırmayı ve bütün müesseselerde liberalizmi yakıp kül etmeyi bilecektir.
Halk kendisine hürriyet adı altında her türlü müsaade ve müsamahada bulunulduğunu görünce kendisini hükümdar tehayül ederek yolunun üzerindeki iktidara saldırdı. Fakat tabii diğer bütün körler gibi birçok engellere takıldı. Bir klavuz arama telaşına kapıldı. Eski durumuna dönme idrakine asla sahip olmadı ve bütün iktidarlarını bizim ayaklarımızın altına attı. Bizim “büyük” ismini verdiğimiz Fransız ihtilalini hatırlayın. Onun hazırlanmasındaki sırlar bizce gayet iyi bilinmektedir. Çünkü o tamamen bizim ellerimizin eseridir.
O vakitten beri daima Dünya için hazırladığımız Siyon kanından müstebid kral lehinde, en sonunda bizden bile dönmeleri için halkı bir hareketten diğerine sevkediyoruz.
Bugün biz enternasyonel bir güç olarak yenilmez durumdayız. Çünkü herhangi bir devletin hücümuna uğrarsak, diğer devletler tarafından destekleniriz. Yahudi Olmayan hakların; kuvvet karşısında yaltakçılık ettikleri halde zayıfların karşısında merhametsiz olmak, hatalardan kaçınmaz ve cürümlere karşı müsamahakar, hür sosyal sistemin muhaliflerine tahammül etmeye isteksiz oldukları halde cesur bir istibdadın şiddeti altında din uğruna ölen kimse kadar sabırlı olmak gibi hususlarda derin alçaklık içinde bulunmaları bize bağımsızlık için yardım eden vasıflardır.Bugünün başbakan diktatörlerine sabırla katlanan ve onların suiistimallerine tahammül eden Yahudi Olmayan halklar, bunların en az bir kısmı için yirmi kralın kafasını uçururlardı.
Halk kitlelerinin bu mantıksız , birbirini tutmaz hali, aynı mahiyette görünen olaylar karşısındaki tutumu nasıl izah edilebilir?
Bu, diktatörlerin kendi ajanları vasıtasıyla hakların kulağına bu suiistimaller ile devlete verecekleri zararın halkların refahı, onların hepsinin enternasyonel kardeşliği, onların dayanışması ve hakların eşitliği gibi yüksek gaye ile olduğunu söylemeleri vakıası ile izah edilebilir. Tabii onlar bu birleşmenin sadece bizim hakimiyetimizdeki idare altında başarılması gerektiğini söylemezler.
Böylece halk dürüst kimseleri mahkum eder ve suçlu kimseleri suçsuz çıkarır, her ne isterse yapabileceğine gittikçe daha çok inanır. Bu durum sayesinde halk her türlü muvazeneyi yok eder ve her adımda karışıklık meydana getirir.
Hürriyet kelimesi insan topluluklarını her kuvvete, her çeşit otoriteye, hatta Allah’a ve yaratılış kanunlarına karşı savaşa sevkeder. Bunun içindir ki biz krallığımızı kurduğumuz zaman, zalim bir prensip ifade eden ve kitleleri kana susamış hayvanlar haline getiren bu kelimeyi hayat lügatından silmeye mecbur olacağız.
Gerçekten bu hayvanlar her zaman kan içip doyduklarında yeniden uykuya dalarlar ve o zamanlarda zincirlerine kolaylıkla vurulabilirler. Fakat onlara kan verilmezse uyumazlar ve mücadeleye devam ederler.
PROTOKOL -4
Her cumhuriyet bir takım safhalardan geçer. Bunların birincisi, ortaya atılan kör avamın ilk günlerdeki çılgınca öfkesini ihtiva eder. İkincisi, demogoji safhasıdır ki bundan anarşi doğar ve bu da kaçınılmaz olarak istibdada götürür. Artık kanuni ve açıktan açığa ve bundan dolayı mes’uliyeti haiz bir istibdad değil fakat görünmeyen ve esrarlı bir şekilde gizlenmiş, bununla beraber bir gizli teşkilatın ellerinde olduğu hissedilen bir istibdat. Bunun hareketleri bir paravana gerisinde ve herçeşit ajanın arkasında çalıştığı nisbette vicdansızca olur. O ajanları değiştirmek sadece zararsız değil fakat devamlı değiştirme sayesinde uzun müddetli hizmetlerin mükafatlandırılması için kaynakların harcanmasını önlediğinden gizli kuvvete gerçekten yardımcıdır da.
Görünmeyen bir kuvveti kim ve ne gibi bir durumda devirebilir? Bizim kuvvetimiz tamamen böyle bir kuvvettir. Yahudi Olmayanların masonluğu, bir paravana olarak bize ve amaçlarımıza körü körüne hizmet eder. Fakat kuvvetimizin hareket planı, hatta onun tam hedefi bütün halk için bilinmeyen bir sır olarak duruyor.
Hürriyet de; Allah’a iman ve insanların kardeşliği temeline dayansa, yaratılışın insanları, derecelere ayıran kesin kanunları tarafından reddedilen eşitlik telakkisine bağlanmasa, zararsız olarak ve halkın refahını bozmaksızın devlet ekonomisindeki yerini alabilirdi. Böyle bir imanla bir halk toplumunu dini idare mıntıkalarının vesayeti altında idare edebilir ve Allah’ın yeryüzünde tertip ettiği nizama itaat ederek manevi çobanın rehberlik eden eli altında rahat ve saygılı bir şekilde yürürdü. Bu sebepledir ki bütün imanların el altından mahvına çalışmak, Yahudi Olmayanların kafalarından Allah ve maneviyat düşüncelerini koparmak ve onların yerine aritmetik hesaplar ve maddi ihtiyaçları yerleştirmek bizim için zaruridir.
Yahudi Olmayanlara düşünme ve farkına varma hususunda vakit bırakmamak için onların aklını sanayi ve ticarete çevirmelidir. Böylece bütün milletler kar peşinde ve yarışında bütün bütün yutulacaklar ve müşterek düşmanlarını farketmeyeceklerdir. Fakat yine de hürriyetin Yahudi Olmayanların toplumlarını parçalayıp yıkması için sanayiyi spekülatif temele oturtmalıyız. Netice olarak sanayi ile topraktan ne çıkarılmış ise onların ellerinden kayarak spekülasyona yani bizim sınıflarımıza geçecektir.
Üstün gelmek için yapılan şiddetli mücadele ve ekonomik hayata yayılacak sarsıntılar hareketi, soğuk ve merhametsiz toplumlar meydana getirecektir ve şimdiden getirmiştir de. Bu toplumlar yüksek siyasete ve dine karşı kuvvetli bir nefret besleyeceklerdir. Onların yegane klavuzu kâr yani altın’dır, onunla elde edecekleri maddi zevklerden dolayı ona tapacaklardır. Sonra vakti gelince Yahudi Olmayanların aşağı tabakları, iyiyi elde etmek için değil, hatta server kazanmak için değil, fakat sadece imtiyazlılara karşı kinlerinden dolayı, bizim iktidar rakiplerimiz olan Yahudi Olmayanların alimlerine karşı bizi takip edeceklerdir.
PROTOKOL - 5
Bozulmanın her yere girdiği, zenginlerin sadece yarı dolandırıcılık düzenlerinin becerikli süpriz taktikleri ile kazanç sağladıkları, gevşekliğin hüküm sürdüğü, ahlakın gönüllü olarak kabul edilen prensiplerle değil cezai tedbirler ve sert kanunlarla muhafaza edildiği, iman ve memlekete karşı duyguların kozmopolit inançlarla silindiği toplumlara ne şekilde bir idare tarzı verilebilir? Bu toplumlara biraz sonra anlatacağım istibdaddan başka ne şekilde bir idare verilebilir? Biz cemiyetin bütün güçlerini elimize alabilmek için sıkı bir şekilde merkezileştirilmiş bir hükümet meydana getireceğiz. Teb’amızın siyasi hayatının bütün faaliyetlerini yeni kanunlarla mekanik bir tarzda düzenleyeceğiz. Bu kanunlar Yahudi Olmayanlar tarafından tanınmış olan bütün müsamaha ve hürriyetleri birer birer geri alacak ve bizim krallığımız herhangi bir anda ve her yerde bize söz ile veya fiilen karşı gelecek olan herhangi bir Yahudi Olmayan şahsı yok edecek derecede muhteşem bir istibdad ile temayüz edecektir.
Benim söylediğim şekilde bir istibdadın bugünkü gelişme durumu ile bağdaşamıyacağı bize söylecektir. Fakat ben size bunun olacağını ispat edeceğim.
Halk, tahtlarında oturan krallara Allah’ın iradesinin izharı olarak baktığı zamanlarda kralların müstebid iktidarına mırıldanmadan itaat ederlerdi. Fakat biz onların kafalarına kendi hakları mevzuunda telakkiler ima ettiğimiz günden beri tahtların sahiplerini alelade şahıslar gibi görmeye başladılar. Biz onları Allah’a imanlarından da uzaklaştırdık. O zaman iktidarın kuvveti halkın sahip olduğu sokaklara fırlatıldı ve bizim tarafımızdan ele geçirildi.
Bundan başka kurnazca dalavereler ile ortaya konan teori ve sözler vasıtası ile, genel hayatın düzenleriyle ve her çeşit diğer desiseler ile kitleleri ve fertleri yönetmek sanatı gibi bizim idareci beynimizin uzmanlarına ait olan husularda Yahudi Olmayanlar birşey anlamazlar. Analiz ve müşahedeler, küçük çıkarlar üzerinde hassasiyetle durma gibi maharetlerde bizim rakibimiz yoktur. Siyasi faaliyet planları çizmede ve dayanışmada bizimkinden fazlası mevcut değildir. Bu hususta yanlız Cizvitler bizimle mukayese edilebilirdi. Fakat biz kendi gizli teşkilatlarımızı daima gölgede tutarak, onları açık bir teşkilat olmaları sebebiyle düşüncesiz avamın gözünden düşürmek yolunu bulduk. Bununla beraber muhtemelen Dünya için kendi hükümdarı kim olsa aynıdır. Katoliklerin başıda olsa, Siyon kanından müstebidimiz olsa da. Fakat biz seçilmiş kavime bunu bir kayıtsızlık mevzuu yapmak çok uzaktır.
Bir zaman için Dünyadaki bütün Yahudi Olmayanların bir koalisyonu bizimle belki başarılı bir şekilde mücadele edebilirdi. Fakat onların aralarında mevcud ve kökleri şimdi asla koparılıp çıkarılmayacak derecede derine atılmış olan anlaşmazlıklar sebebiyle bu tehlikeye karşı emniyette bulunmaktayız. Biz, Yahudi Olmayanların şahsi ve kavmi hesaplarını, son yirmi yüzyıl boyunca besleyip çok geliştirdiğimiz dini ve ırki kinlerini birbirlerinin karşısına çıkardık. Bu sebepledir ki bize karşı kolunu kaldıran herhangi bir yerdeki bir devlet destek görmeyecektir. Onların herbiri hatırlarında tutmalıdır ki, bize karşı herhangi bir anlaşma kendisi için faydasız olacaktır. Biz çok kuvvetliyiz. Bizim kuvvetimizden kurtuluş yoktur. İçinde bizim esrarlı elimiz bulunmadıkça milletler önemsiz bir hususi anlaşma bile yapamazlar.
Bizzat Allah tarafından bütün dünyanın idaresi için bizim seçildiğimizi peygamberler söylemiştir. Allah bizi bu vazifeyi görebilecek bir zeka ile teçhiz etti. Hasım tarafta bir zeka olsaydı bize karşı hâlâ mücadele edebilirdi. Fakat öyle olsa da yeni gelen bir kimse eskiden beri yerleşmiş olan bir kimse ile denk olamaz. Bu sebeple aramızdaki mücadele, dünyanın bu güne kadar asla görmediği şekilde merhametsiz olacaktı. Bütün devlet mekanizmalarının tekerlekleri bir motor kuvveti ile hareket ettirilir ki o bizim ellerimizdedir. Devlet mekanizmalarının bu motoru altındadır. Siyon liderlerimiz tarafından icad edilen politik ekonomi ilmi uzun zamandan beri sermayaye şahane nufüzunu vermiş bulunmaktadır.
Sermayenin engelsiz olarak işletilmesi için o, sanayi ve ticarette inhisar tesis etmek konusunda hür olmalıdır. Bu, şimdiden görünmez bir el tarafından icra safhasına konulmaktadır. Bu hürriyet, sanayi ile meşgul olanlara siyasi bir kuvvet verecek, bu da halka baskı yapmaya yardımcı olacaktır. Bu günlerde halkları silahsızlandırmak, onları harbe sevketmekten, alevler içinde yanan ihtirasları bizim menfaatımıza kullanmak onların ateşini söndürmekten ve başkalarının fikirlerini alıp onların mânâlarını bize uygun şekilde değiştirmek onları kökünden kazımaktan daha ehemmiyetlidir.
Yöneticiliğimizin en mühim amacı, şu husuları ihtiva eder : Halkın zihnini tenkid ile bozmak, onu mukavemet uyandıran ciddi düşüncelerden uzaklaştırmak, zihni kuvvetleri boş nutukların sahte savaşı ile meşgul etmek.
Her çağda dünya halkları da fertler gibi sözleri iş şeklinde kabul etmişlerdir. Çünkü onlar genel araneda ki gösteri ile tatmin olurlar ve va’dleri icraatin takip edip etmediğine nâdiren dikkat ederler. Bundan dolayı biz halka söz ile hitap edilecek müesseseler kuracağız ve bu müesseseler gelişmeye olan faydaların beliğ delilini vereceklerdir.
Her yöndeki bütün partilerin serbest dış görünüşlerini zahiren kabulleneceğiz ve bu dış görünüşlere nutuklarda ses vereceğiz. Nutuk veren kimseler o kadar konuşacaklar ki dinleyicilerin sabrını tüketecek ve bu nutka karşı bir nefret hasıl edeceklerdir.
Kamuoyunu avucumuzun içine almak gayesiyle her taraftan birbirlerine zıt fikirleri netice çıkmayacak şekilde karşı karşıya getirerek, bu karışıklık içinde Yahudi olmayanların başlarının dönmesini ve her çeşit siyasi mevzûlarda hiçbir fikir sahibi olmamamanın en iyi hal olduğu kanaatine varmaları için, yeterli bir zaman boyunca çalışarak onları şaşkın hale getirmeliyiz. Halkın siyâsi mevzûları anlamaması gerekmektedir. Çünkü o mevzûlar yalnız halkı idare edenler tarafından anlaşılır. İşte bu birinci sırdır.
Hükümetimizin başarısı için zaruri olan ikinci sır aşağıdaki hususları ihtiva eder: milli başarısızlıkları, ihtirasları ve medeni hayat şartlarını çoğaltmak. Böylece keşmekeş doğuran bir durum içinde bir kimsenin nerede bulunduğunu bilmesi imkansız olacak ve neticede halk birbirlerini anlamaz duruma gelecektir. Bu tedbir başka bir yoldan da bize hizmet eder. Şöyle ki, bütün partilerin arasına anlaşmazlık eker, hâlâ bize boyun eğmek istemeyen bütün toplu güçleri yerinden çıkarır ve işimize herhangibir derecede engel olabilecek herhangibir şahsi teşebbüsün cesaretini kırar. Bize karşı şahsi teşebbüsten daha tehlikeli birşey yoktur: eğer o, arkasında bir dâhiye sahipse böyle bir şahsi teşebbüs aralarına anlaşmazlık ektiğimiz, milyonlarca kişinin yapabileceğinden fazla şey yapar. Biz, Yahudi Olmayan cemiyetlerin eğitimini o şekilde yönetmeliyiz ki her ne zaman şahsi teşebbüs isteyen bir mevzu ile karşılaşsalar meyus bir acz içinde elleri böğürlerinde kalsın. Çalışma hürriyetinin neticesi olan bütün çabalar bir başkasının hürriyeti ile karşılaşınca kuvvetleri tüketir. Bu çarpışmadan ağır ahlâki sarsıntılar, hareketler ve başarısızlıklar ortaya çıkar. Bütün bu vasıtalarla Yahudi Olmayanların kuvvetini o şekilde azar azar tüketeceğiz ki onların bize Dünya’nın enternasyonel iktidarını sunmaya mecbur olacaklardır. Bu durum herhangibir şiddet hareketinde bulunmaksızın dünyanın bütün devletlerinin kuvvetlerini tedricen yutmağa ve bir üstün hükümet teşkil etmeye bizi muktedir kılacaktır. Bu günün hükümdarları yerine bir hayalet dikeceğiz ki ona yüksek hükümet idaresi denilecektir. Onun elleri bir kıskaç gibi her istikamete uzanacak ve onun teşkilatı öyle muazzam ölçülerde olacaktır ki, Dünya’nın bütün milletlerine boyun eğdirmekte başarısızlık göstermiyecektir.
PROTOKOL - 6
Biz yakında büyük paraların hazineleri olacak muazzam inhisarlar kurmaya başlayacağız. Yahudi Olmayanların geniş servetleri bile o derece bunlara dayanacaktır ki siyasî mahvoluşun ertesi günü devlet kredileri ile birlikte batıp gideceklerdir.
Burada hazır bulunan ekonomistler, bu tertibin ehemmiyetini bir kere tasavvur edin!...
Bizim yüksek hükümetimizi, bize gönüllü olarak İtaat eden kimseleri koruyan ve onlara iyilik eden bîr durumda göstererek mümkün olan her yol ile onun önemini artırmalıyız.
Siyasî bir güç olan Yahudi Olmayanların aristokrasisi öldü. Bizim onu hesaba katmağa ihtiyacımız yoktur. Fakat arazi sahibi olarak kendi kendilerine yeter oldukları müddetçe hâlâ bize zararlı olabilirler. Bundan dolayı her ne bahasına olursa olsun onları topraklarından uzaklaştırmak bizim için elzemdir. Arazi vergilerinin artırılması İle arazilere borç yüklenerek bu amaç en iyi bir şekilde elde edilecektir. Bu tedbirler arazi sahipliğini engelleyecek ve arazî sahiplerini âciz ve kayıtsız şartsız itaat etme durumunda tutacaktır.
Yahudi Olmayanların aristokratları kendilerini az ile tatmin etmekte irsî olarak kabiliyetsizdirler. Çabucak yanıp bitecek ve söneceklerdir.
Aynı zamanda ticaret ve sanayii, fakat en başta vazifesi sanayie mukabil bir kuvvet teşkil etmek olan spekülasyonu şiddetle himaye etmeliyiz. Spekülatif sanayiin yokluğu özel ellerde sermayeyi çoğaltır ve toprağı emlâk bankalarına borçluluktan kurtararak ziraatın eski haline gelmesine hizmet eder. Biz sanayiin hem emeği hem de sermayeyi araziden çekip çıkarmasını ve spekülasyon vasıtası ile Dünyanın bütün parasının elimize geçmesini bu suretle bütün Yahudi Olmayanların proleterya saflarına atılmasını arzu ediyoruz. O zaman Yahudi Olmayanlar başka bir sebep için olmasa bile var olma hakkını elde etme için önümüzde eğileceklerdir.
Yahudi Olmayanların sanayiini tamamen çökertmek İçin Yahudi Olmayanların arasında geliştirdiğimiz lüksü de spekülasyonun yardımına getireceğiz. Çünkü lüks için hırslı talep, herşeyi yutup bitirmektedir. Biz işçi ücretlerini yükselteceğiz, fakat bu işçilere hiçbir menfaat sağlamıyacaktır. Çünki biz aynı zamanda hayat için en lüzumlu şeylerin fiyatlarında da yükselme meydana getireceğiz ve bunun ziraat ve hayvancılıktaki gerileme sebebiyle olduğunu iddia edeceğiz. Ayrıca işçileri anarşiye ve sarhoşluğa alıştırarak istihsal kaynaklarını kurnazlıkla ve el altından derin bir şekilde mahvetmeğe çalışacağız. Aynı zamanda bu tedbirlerle yanyana olarak Yahudi Olmayanların eğitim görmüş bütün güçlerini ortadan kaldırmak için her tedbiri alacağız.
Bu faaliyetlerin gerçek mânalarının vaktinden önce Yahudi Olmayanların gözlerine çarpmaması için bu faaliyetleri «isçi sınıfına hizmet hususunda ateşli bir arzu ve politik ekonominin büyük prensipleri» iddiaları ile maskeliyeceğiz. Politik ekonomide ise bizim ekonomik nazariyelerimizin enerjik bir propagandası sürdürülmektedir.
PROTOKOL - 7
Silahlanmanın hızlandırılması ve polis kuvvetlerinin artırılması yukarda bahsedilen plânların yerine getirilmesi için tamamen elzemdirler. Biz istiyoruz ki Dünyadaki bütün devletlerde bizlerden başka ancak proleterya sürüleri bizim menfaatlarımıza bağlı birkaç milyoner, polisler ve askerler bulunsun.
Baştanbaşa bütün Avrupa’da ve Avrupa ile münasebetleri vasıtası ile diğer kıtalarda karışıklıklar, anlaşmazlıklar ve düşmanlıklar meydana getirmeliyiz. Bununla biz iki menfaat elde ederiz. İlk olarak, istediğimiz yerde karışıklıklar meydana getirmek veya sükûneti temin etmek kuvvetine sahip olduğumuzu iyice bilecek olan bütün memleketleri kontrol altında tutabiliriz. Bütün bu memleketler bizde kaçınılmaz bir baskı gücü görmeğe alışıktırlar, ikinci olarak da siyasî vasıtalarla ekonomik anlaşmalarla veya borç yükümlülükleri ile her devletin kabinelerinde ördüğümüz bütün iplikleri entrikalarımızla karmakarışık bir hale getireceğiz. Bu hususta başarıya ulaşmak için müzakereler ve anlaşmalar sırasında büyük kurnazlık ve tesir kullanmalıyız. Fakat «resmî lisan» denilen hususlarda bunun zıddı taktikleri kullanacak, dürüstlük ve uysallık maskesi takınacağız. Dikkatlerine sunduğumuz şeylerin yalnız dışına bakmaya alıştırdığımız Yahudi Olmayan millet ve hükümetler bu durumda bizi hâlâ insan soyunun iyilik edici ve kurtarıcıları olarak kabule devam edeceklerdir.
Bize karşı muhalefet hareketlerinin hepsine, buna cür’et eden memleketin komşularının İlân edeceği bîr harb ile cevap verme durumunda olmalıyız. Fakat eğer o komşular da bize karşı gelme tehlikesine atılırlarsa o zaman bir Dünya harbi ile mukavemet göstermeliyiz.
Siyasette başarının başlıca sebebi teşebbüslerindeki gizliliktir. Diplomatın sözü işlerine uymamalıdır.
Biz ihmal edilebilecek birkaç İstisnası ile şimdiden tamamen ellerimizde olan basın vasıtası ile gizlice suflörlük ettiğimiz ve kamu oyu olarak takdim edeceğimiz şeyle, istediğimiz sonuca şimdiden yaklaşmakta olan geniş bir şekilde tasarlanmış plânımızın gösterdiği yönde faaliyette bulunmaya Yahudi Olmayan hükümetleri mecbur etmeliyiz.
Avrupa’nın Yahudi Olmayan hükümetlerini kontrol altında tutma sistemimiz kısaca şöyle özetlenebilir: Onlardan bir tanesine karşı kuvvetimizi yıldırıcı teşebbüslerle göstereceğiz. Hepsine karşı ise; eğer bize karşı umumî bîr ayaklanmaya İmkân verirsek, Amerika, Çin ve Japonya topları İle cevap vereceğiz.
PROTOKOL - 8
Hasımlarımızın bize karşı kullanabilecekleri bütün silahlar ile kendimizi silahlandırmalıyız. Anormal bir şekilde küstahça ve haksız görünecek hükümler söylemeğe mecbur kalacağımız haller İçîn kanuni terimler lûgatından en ince ifade gölgelerini ve düğümlü noktaları bulup çıkarmalıyız. Çünki bu kararların kanuni şekle dökülmüş en yüksek ahlâk prensipleri olarak görünecekleri ifadeler İçinde ileri sürülmeleri mühimdir. Bizim yöneticiliğimiz, aralarında çalışmağa mecbur olacağı bütün medeniyet kuvvetleri ile kendini ku-şatmalıdır. O, kendisini siyasi konuların yazarları, hukuk tatbikatçıları, İdareciler, diplomatlar ve nihayet bizim özel okullarımızda hususi, üstün talim ve terbiye görmüş kimseler ile kuşatacaktır.
DÜNYA HAKİMİYETİ İÇİN BÜTÜN DÜNYA YAHUDİLERİNE VERİLEN TALİMAT
1-Radyo,televizyon,gazete,sinema,mecmua ve kitaplar üzerindeki kontrolünüzü arttırınız.
2-Hukuk,tıp,kimya ve buna benzer bütün tahsillerden Yahudi olmayanları özellikle müslümanları uzak tutunuz.Bilhassa yahudileri bu şubelerde okumaya teşvik ediniz.
3-Gayri yahudilerin mektep ve kolejlerini ihtilal merkezi haline getiriniz.
4-Yahudi olmayan milletlerin peygamberlerini gülünç şekle sokup onları rezil edecek mevzuları icat edip,yahudi olmayanlar arasında tefrka ve nifak çıkarınız.
5-Yahudi olmayanların dini müesseselerini zayıflatıp bizlere karşı da kardeşlik hislerini telkin ediniz.
6-Bizden olmayanların kadın ve çocuklarının ahlakını ifsat ediniz.
7-Değişik insanlar arasında nifak ve mücadele tohumları ekiniz.Irkları birbirine düşman kılınız.
8-Politikacıları satın alıp,hükümetleri çürütünüz.
9-Memleketlere girme imkanını ve kanunlarını kolaylaştırınız.
10-Her vasıtaya müracaat ederek para üzerindeki hakimiyetinizi takviye ediniz.
11-Türlü hile ve desiseler kullanarak işçileri elde tutunuz.Mitingler tertip ediniz,grevler yaptırnız,bu mevzuda hiçbir fedakarlıktan çekinmeyiniz.
Aydın tabaka arasında masonluğu,halk tabakası arasında koministliği yaymaya çalışan siyonistlerin dikkat çeken bir başka protokolleri de şöyledir:
1-Genç nesilleri değişik ahlaklarla ifsat ediniz.
2-Aile hayatını yıkmalı
3-İnsanları kötülükleriyle tahakküm altına almalı onlara şantaj yapmalı.
4-Sanat bahanesiyle edebiyatı mestehcen şehevi kalıba dökmeli.
5-Mukeddesata hürmeti tahrip etmeli.Hürmetle anılan insanlar hakkında rezilane vakalar uydurarak onların itibarlarını kırmalı.
6-Son derece lüks hayatı,baş döndürücü modaları,çılgınca olan israfı teşvik etmeli,basit şeylerden zevk alma özelliğini derece derece artadan kaldırmalı.
7-İnsanların dikkatlerini avam eğlenceler,oyunlar,haddi aşan spor eğlenceleriyle oyalamalı,bu gibi şeylerle halkı meşgul ederek düşünmekten alıkoymalı.
8-Uyuşturucu yaygınlaştırılıp vücutlar onun zehriyle tahrip edilmeli.
9-Hayat pahalılığı karşısında işçilerin menfaatine olmayacak şekilde maaşları kontrol altında tutulmalı.
10-Milletler arasında ihtilaf,kin ve nefreti körükleyerek,silah miktarı artırılmalı.
YAHUDİ NEDEN ÖLDÜRÜR?
İĞNELİ FIÇI:
Yahudilerde iki türlü kanun sistemi mevcuttur. Bunlardan biri, Eksoterik diye adlandırılan ve Musa’nın kanunları ile diğer Tevrat peygamberlerinin kanunlarını ele alan sistem, ve bir de Esoterik diye adlandırılan ve gizli büyücülük ve okültizm esaslarına dayanan ve Rabbiler tarafından tatbik edilen gibi Kabala kanunlarının tatbik olunduğu sistemdir.
Asıl korkunç olanı bu ikinci sistemdir ki, bütün kanlı dinî ayin cinayetlerini teşvik etmiş ve tatbik mevkiine sokmuştur.
Yahudiler bile bu kanlı ayinler iddiasına itiraz edemeyip bilakis kabul etmektedirler, işte bir misal:
Yahudi Bernard Lazare, 1934 de yayınlandığı L’Antisemitisme, adlı kitabının, ikinci kısmının, 215 inci sahifesinde, kanlı Yahudi ayinleri, yani iğneli fıçı vak’aları hakkında şöyle yazıyor:
(... İğneli fıçı vakaları halk arasında yerleşmiş bir fikirdir, bu ise, tamamiyle bir masal değildir, hakikaten, Orta-Çağlarda Yahudiler sihirbazlık ve okültizm ilimlerinde çok ileri gitmişlerdi, bundan dolayıdır ki, pek tabii olarak Yahudi sihirbazlar, Kabalistik ve Talmudik âyinlerinde kan kullanmışlardir.
Bu gibi âyinlerde kan kullanmak Kaldea sihirbazlığında da mühim bir yer işgal etmekte idi. Muhtemeldir ki, Yahudi sihirbazlar bu iş için gayri Yahudi çocukları kurban ederek kanlarından istifade etmiş olabilirler, işte bu efsane de bu esasa dayanmaktadır.)
İşte Yahudi Bernard Lazare’in iğneli fıçı vakaları hakkında açık itirafı. Bu kadarı bile bize kafi gelir...
Yahudi kanunları ve dinini çok iyi tetkik etmiş olan Alman Profesörlerinden Dr. Erich Bischoof, bu kanlı ayinler üzerinde uzun tetkiklerde bulunmuş ve entresan noktalar keşfetmiştir.
Bilhassa Yahudilerin Kabalistik Teosopi’si hakkında yazılmış olan, (Berdiwetsch Yayınevi, 88 b) «Thikunne Zohar» adını ‘taşıyan birdinî kitaptaki şu parça şayanı dikkattir:--
(... Hayvandan bir farkı olmıyan yabancıların öldürülmelerihakkında bir âyet vardır. Bu öldürme kanuni bir metodla yapılmalıdır. Yahudi dinine inanmıyanların, Allahımıza kurban edilmeleri icabeder.)
Işte Yahudinin dinî kitabından bir parça, buna ne buyurulur?..
Bu da bize göstermektedir ki artık Yahudinin kanlı âyinleri hikayesi bir efsane olmaktan çıkmış, bir hakikattir.
Şimdi size, ne Yahudi düşmanlarının fikirlerinden, ne de Yahudilerin kendi kanunlarından bahsedeceğim, fakat meşhur kâşif ve şarkiyatçı ilim adamı, bitaraf Britanyalı Sir Richard Burton’dan nakledeceğim bazı hakikatleri arzedeceğim.
Sir Richard Burton, Talmud’u en ince teferruatına kadar tetkik ettikten sonra, bu kitabın nazariyelerine göre, Yahudi ve gayri - Yahudilerin münasebetlerini meydana çıkarmıştır. Bakalım Talmud’a göre Yahudi, gayri - Yahudileri nasıl telakki ediyor:
— Aşağıdaki parçalar Sir Burton’un, (Yahudi ve Çingene) adlı, Messrs. Hutchinson Yayınevi tarafından basılan ve W. H. Wilkins’in yayınladığı kitaptan alınmıştır: —
Sahife 73 de şöyle diyor: — Modern Yahudi inancının en mühim noktası şudur: Yabancı, yani bizim dinimize bağlı olmıyan insanların hepsi, kaba hayvanlardır. Onların dağda gezen sırtlanlardan daha fazla bir hakları olamaz.»
Sahife 81 de şöyle diyor: — Talmud der ki, Allahımız Yahovayı memnun edecek iki kanlı âyinimiz vardır, biri Paschal Holocaust (Hamursuz Bayramı), diğeri de çocuklarımızın sünnet merasimi.»
Bu şekilde Yahudiler Hamursuz Bayramlarına kan karıştırdıklarını itiraf etmiş oluyorlar.
Yahudilerin kanlı cinayet ayinlerinin esasını, İbranîlerin Kasidim (Chassidim) mezhebinde aramak isab eder. Kasidizm, bazılarına göre yeni zamanlarda Polonyada meydana çıkmış bir yahudi mezhebidir, (18. Asir). Fakat 1905 Yahudi Ansiklopedisinin IX uncu Kısım ve 661 inci sahifesinde der ki,
«Eski Pharisis’ler, esasında kasıdım’le aynidirler Kasidim bir dereceye kadar mütaassıptırlar, ve büyücülükle iştigal ederler.»
Gayri - Yahudilerin böylece ayinlerde kurban olarak katledilmeleri, Yahudi milletinin Müslüman ve Hıristiyanlara olan sonsuz intikam hissinin bir neticesidir. Meşhur Yahudi, Britanya Başvekili Disraeli, daima, gayri - Yahudi Avrupa Hükûmetlerinde ihtilâici zümreleri desteklemişti (Lord George Bentinck, 1852) adlı kitapta şöyle yazar:
— Allahın seçkin kavmi sayılan Yahudiler, ne tuhaftır ki, daima Allahsızlarla ittifak etmişlerdir. Tek tanrı dinini çıkardıklarını iddia eden ve daima koyu dindar olan bu millet, ne acaiptir ki, her vakit, Komünistler, avam tabakaları, ve anarşistleri kendisine müttefik olarak kabul etmiş ve bu cereyanları kurmuş, körüklemiş ve takviye etmişlerdir.)
Bütün bunları Yahudiler niçin yaptilar?
Çünkü bu cereyanların milletlere zararlı olacağını biliyorlar ve gayri - Yahudi milletleri çökertmek için bu sistemi kullanıyorlardı.
Evet, Yahudinin nihai gayesi, Hıristiyanlığı ve Müslümanlığı yok etmek ve bunların yerine, nihai Yahudi saltanatını kurmaktı.
Cinayet âyinleri ile ilkalı olan iki mukaddes bayram günü, şunlardır:
1. Purim Bayramı,
2. Musevi Paskalyası.
Birincisi, bu ikinci bayramdan bir ay evvel olur. Purim Bayramında cinayet ayini umumiyetle şöyle cereyan eder:
— Kurban, ekseriya kâhil ve gayri - Yahudidir ve kanı için öldürülür. Bu zavallı kurbanın kanı akıtıldıktan sonra kurutulur ve toz haline getirilerek, üçgen şeklindeki kurabiyelere katilir.
Bazen bu âyinlerden arta kalan kurutulmuş kan, bundan sonra gelecek bayramda kullanılmak üzere saklanır.
Purimi müteakip olan Bayramda yapılan kanlı Ayin, birincisinden daha farklıdır. Bu sefer kurban edilecek gayri - Yahudi, yedi yaşından küçük bir çocuktur. Bunun için en mükemmel ve sıhhatli bir çocuk seçilir, ve damarında tek damla kan kalmayıncaya kadar kanı akıtılır. Yalnız bununla kalmayıp zavallı çocuk bir çarmıha gerilerek işkenceye tabi tutulur, vücudun-da yaralar açılır, başına dikenlerden bir çelenk konur, sünnet edilir çocuğun kanı ya kurutularak kullanılır, ya da hamursuza katılır.
Birçoklarımızın, bunlar eskiden belki cereyan etmiş olan hâdiselerdir, şimdi, yirminci asırda, atom devrinde böyle şeyler olur mu? diye aklınızda bir iştifham belirebilir.
Fakat maalesef oluyor, işte iki misal ki, aralarından 1819 sene geçmesine rağmen, hadiseler arasında en ufak bir fark var mi?
—(Böylece Kirene «şimdiki Libya’da» Yahudileri Andreas’ı kendilerine lider seçerek, Romalıları ve Yunanlıları katlettiler, vücutlarını yediler ve kanlarını içtiler, birçoklarını ortadan ikiye, baştan aşağı testerelerle kestiler.
Bazılarını ‘vahşi hayvanlara attılar, diğerlerini teker teker öldürdüler, böylece toptan 220.000 gayri - Yahudi katledildi.- MIsIr’da dahi ayni şeyi yaptılar.
Kıbrıs’ta ise Artemion adlı bir reisin kumandasında ayaklanan silahlı Yahudiler ani baskınlar yaparak gayri-Yahudileri pusulara düşürüp yok ettiler. (Mısır ve Kıbrıs kafiliâmlarının yekünü 240.000 kişidir.)
-Sene 1936, İngiltere’de intişar eden Daily - Mail Gazetesinin 17 Eylül tarihli nüshasından, İspanya’daki Kızıl İhtilâlin dehşetinden bahseden bir yazıdan alinmiştir:
— «Kordoba Vilâyetinin Beana şehrinde, doksan bir cinayet işlenmiştir, bunların ekserisi kurşunla vurarak, balta ile parçalanarak, ve boğmak suretiyle yapılmıştır. Diğerleri diri diri yakıldılar.
Hazret-i Meryem Manastırından zorla dışarı sürüklenen iki rahibenin boyunlarındaki madalyonlar sökülmüş ve zorla çivi ile gözlerine çakılmıştır.
La Campana, Sevil vilayetinin bir şehri: Burada Kızıllar Caraballo ismindeki bir Yahudi kadının riyasetir de, bir hapishanedeki 11 şahsı öldürdüler.
Mahpuslara ilk evvel yere yıkılıncaya kadar silahlarla ateş edilmiş ve sonra üzerlerine petrol dökülmüş ve ateşe verilmişlerdir, bazıları yaralı olduklarından alev, alev yanarken kıvrana kıvrana ölmüşlerdir.
Sevil vilâyetinin, Lore del Rio şehrinde: 138 kişi katledilmiştir. Başlarında Polonyalı bir Yahudinin bulunduğu komünist güruhu, 138 milliyetperveri, bir mezarlığa sürüklemiş, bir büyük çukur kazdırmış ve bu çukurun kenarına sıralanmalarıni emretmişlerdir.
Bundan sonra bu zavalıları ayaklarından ve bacaklarından vurmak suretiyle çukurun içine düşmelerini sağlamışlar ve üzerlerine diri, diri vaziyette toprak örtmüşlerdir.
Anti - komünistler şehre girdikleri zaman bu ölüm çukurunun tepesinden toprağı delip çıkmış ve hâlâ hareket eden eller görmüşlerdir. Diri, diri gömülenlerin elleri.»
Bu iki tarihin arasından 18 asır geçmesine rağmen çok fark görüyor musunuz bilmem?
Fakat dikkat edilecek nokta, ikisinin başında da Yahudilerin bulunduğu ve cinayetlere onların sebep olduğudur.
Öyleyse bunların yanında bir çocuk oyuncağından farksız kalan iğneli fıçı vak’aları hakkında şüpheye düşmek yersiz olur zannederim.
İngiltere’de ilk bilinen iğneli fıçı vak’ası 1144 senesinde cereyan etmiştir. Bundan sonra zaman, zaman, birçok vak’alar buna eklenmiştir, ta ki 1290 senesinde Kral 1’inci Edvard tarafından Yahudiler toptan İngiltere’den sürülünceye kadar...
0 zamanlarda cereyan eden iğneli fıçı vak’alarından en meşhuru 1255 senesinde cereyan etmiş olan, Linkoln’lu küçük Sen Hugh vak’asıdır. Şimdi bu vak’aları kronolojik bir sıra ile naklediyorum:
—Sene 1144. Norviç şehrinde 12 yaşında bir İngiliz çocuğu Yahudiler tarafından kurban ediliyor ve çarmıh’a gerilerek vücudu hançerleniyor. Bu Hamursuz Bayramında cereyan etmiştir. Çocuğun cesedi bir torbanın içinde saklanmış bir halde, bir ağacın içinde bulunuyor.
Hıristiyanlığı kabul etmiş bir dönme Yahudi, hadiseyi itiraf ediyor ve Yahudilerin hersene böyle bir Hıristiyan çocuğunu kurban ederek, hürriyetlerine kavuşacaklarını ve böylece Filistine tekrar dönebileceklerini söylüyor. Bu itirafı yapan Hıristiyan olmuş Yahudi, Kembriçli Teobalt, geçen sene bu hadisenin Narbonne’de cereyan ettiğini ve bu sene de piyangonun Norviç’e rastladığını söylemişti.
Bu şekilde hunharca öldürülen bu zavallı çocuk o civar hıristiyanları tarafından bir aziz mertebesine yükseltmiş ve Sen Vilyam adı ile anılmıştır.
Yahudiler tarafından rüşvetle elde edilen o mıntıkanın Polis müdürü, bu cinayetin failleri hakkında kanunî takibat yapmamıştı. Fakat o zamandan sonra Norviç Piskoposu olan William Turbe, bu cinayetin bir iğneli fiçi vak’ası olduğuna emin olduğunu tarihler kaydetmektedir.
Sene 1160. Vak’anın cereyan ettiği yer İngiltere’nin Glouchaster şehridir. Harold isminde bir çocuğun cesedi nehirde bulunmuş ve vücudunda gene ayni şekilde yaralar ve çizikler görülmüştü.
Bazıları yanlış olarak bu vak’anın 1160 senesinde olmuş ve Yahudiler tarafından işlenmiş bir iğneli fıçı cinayeti olduğu tesbit edilmiştir.
,Monumenta Germania Historicay cilt VI, tarih kitabında bundan bahsolunur, ayrıca Polychronicon, kitabında, R. Higdon, ve R. Grafton’un Chronicles adlı eserinin 46.ncı sahifesinde bahsi geçmektedir.
Sene 1181. Bury St. Edmunds’da Hamursuz bayramında Robert isminde bir Hıristiyan çocuk kurban edilmiş. Buna karşı Hıristiyan cemaati zavallı çocuğun cesedini hazin bir merasimle mahallî kiliseye gömmüşler ve Isa gibi mukaddes olan bu cesedin bu küçük kiliseye mucizeler getireceğine inanmışlardı.
Bu vak’a Kanterburi’nin Gervase Kronikinde kayıtlı olup yazarı Rohrbacher’dir.
Yahudiler’in PURİM ve HAMURSUZ günlerinde Yahudi olmayanların kanlarını içtikleri BİLİNMEYEN BİRŞEY DEĞİLDİR.
İşin ilginç tarafı ‘ İsrael Shahak & Norton Mezvınsky İSRAİL’DE YAHUDİ FUNDAMENTALİZMİ adlı eserin BARUCH GOLDSTEIN OLAYININ GERÇEK ANLAMI konu başlığı bölümünde KORKUNÇ BİR PURİM KATLİAMINDAN bahsediliyordu.
Tarihi bir çok vaka için uydurma deseler de Yahudiler, 1994’te İsrailde Barush Goldstein adlı yahudi doktorun İbrahim Camii’nde ibadet halindeki müslümanları purim günü öldürmesi, Yahudi toplumunun büyük kesiminin ‘Mübarek bir insan mübarek bir günde müthiş bir şey yaptı. Bu bir mucize’ sözleri eşliğindeki sevinçleri kitapta uzun uzun anlatılıyordu.
Goldsteın’ı öven ‘Blessed the Male’ (Kutsal Adam) adlı kitap 1995 yılında yayınlandı ve bir çok baskısı yapıldı. Tabii ki, okuyucularının büyük bir bölümü dindar kamuoyu idi. Kitap Goldsteın’a övgülerin yanı sıra, her Yahudinin aslında Yahudi olmayan insanları öldürme hakkı olduğunu belirten halacha değerlendirmelerinden oluşmaktaydı. (s.181-203)’
İşte kitaptan mütevazi bazı bölümler;
‘ Baruch Goldstaın tarafından 25 Şubat 1994 tarihinde Patriarch’s Cave (İbrahim Camii)’nde gerçekleştirilen katliamın hikayesi herkesin malumudur. Goldsteın, Müslümanların ibadet bölümüne girerek namaz kılanların üzerine arkalarından ateş açmış, aralarında çocuklarında bulunduğu 29 kişiyi öldürerek birçoğunun da yaralanmasına neden olmuştu…..Katliamdan önce, Goldsteın ordu hekimi olduğundan, birçok defalar, İsrail ordusunda görevli olsalar dahi Arapları tedavi etmeyi reddettiğinden dolayı ordu disiplinine aykırı hareket etmekteydi.
…Tartışma sırasında ‘katil’,’katliam’ ya da ‘öldürme’ gibi kavramlardan kaçınılarak, bunlar yerine ‘eylem’,’olay’ ya da ‘hadise’ gibi kavramlar kullanılmıştı. Bunun sebebi de, Halacha’ya göre bir Yahudi’nin Yahudi olmayan birini öldürmesinin hangi koşul altında olursa olsun cinayet olarak kabul edilmemesidir.
4 Mart 1994 tarihli Yerushalaim’deki habere göre (Kiryat Arba’nın kötü şöhretli hahamı) Dov Lior şöyle diyordu ; ‘Goldsteın, yapmış olduğu şeyi tamamen Tanrı’nın rızasını kazanmak için yaptığından, erdemli bir insan olarak sayılmalı.’
Kitabın 195. sayfasında Goldsteın’in İbrahim Paşa katliamının PURİM BAYRAMI’nda olduğu ve diğer PURİM bayramlarının da benzer şekilde kanlı olduğu kaydedilmektedir.
Kitabın 198. sayfasında ‘Katliam, Yahudilerin çayırkeyif oldukları ve sarhoşluk derecesinde içkiler içtikleri bir eğlence olan Purim bayramında meydana gelmişti’ denilerek Avirama Golan’ın 28 Şubat 1994 tarihli Haaretz gazetesindeki yazısından şu bölüm alıntılanıyor ;
‘Kuşağına takılı dev silahları bulunan, başına siyah takke giymiş ve omzunda ‘Bnei Brak Güvenlik Timi’ yazılı rütbe taşıyan güvenlik görevlilerinden biri, para kazanılan tezgahlardan birine dik dik bakıyordu. Sonra caddede kendi arkadaşlarından birini fark etmişti. Ona sesinin çıktığı tüm gücüyle ‘Bu Purim mucizesi, mübarek bir adam olağanüstü bir şey yaptı. Bir anda 52 Arab’ı vurdu.’ diye seslendi.
1926 yılında Amerika’da yayınlanan ve büyük yankı uyandıran yazarı (Tümgeneral) Kont Cherep Spiridovich olan GÖRÜLMEYEN EL Tarihte Gün Işığına Çıkmayanlar isimli kitapta, AYİNSEL DAMASCUS (Şam) CİNAYETLERİ (1840) başlığı, ve bir sürü vak’a ile bizzat Tevrat’ın bazı hükümleri araştırmacılarca okunabilir.
Mesela;
Biz (Yahudiler) dünyanın iğfal edicilerinden, yıkıcılarından, kundakçılarından, cellatlarından başka bir şey değiliz. (Londra’dan Dr. Oscar Levy) (s.28)
Yahudiler daima her ülkede isyankar unsurlar oluşturmuşlardır ve zulüm gördükleri yerlerde yaptıkları, barış içinde oturmalarına izin verilen yerlerde yaptıklarından daha fazla değildir. (Bayan Nesta Webster, ‘Dünya Devrimi’ s.163)
Et yiyin ve kan için.Yiğitlerin etini yiyeceksiniz ve dünya beylerinin kanını içeceksiniz. Sarhoş oluncaya kadar kan içeceksiniz.” (Tevrat, Hezekiel Bölümü 39/18-20)
“Onları kasaplık koyunlar gibi ayır ve öldürme günü için onları hazırla.” (Tevrat, Yeremya Bölümü, 12/3)
Yahudi asıllı Türk yazarlardan Rifat N.Bali’nin Edirne Yahudileri adlı çalışmasında şunlar yazılıdır ; Kan İftirası vakaları
1846 yılında Sadrazam Mustafa Reşid Paşa Edirne Yahudilerine karşı yapılan kan iftiralarına17 karşı gayri müslim cemaat liderlerine gayri müslim cemaatler ve özellikle Hıristiyan ve Yahudi cemaatler arasında huzuru davet eden bir beyanda bulundu. 1871-1872 yıllarında Edirne Yahudileri aynı anda İzmir, Marmara ve Yanina bölgelerinde çıkan kan iftiraları nedeniyle zor anlar geçirdiler. Kan iftirasını yayanlar Ermenilerdi. Bir Yahudinin evine kirasını istemeye giden bir Ermeninin kaybolması üzerine Ermeniler Yahudilerin bu kişiyi Hamursuz bayramında kanını hamursuz yapımında kullanmak için öldürüp yok ettiklerini iddia ettiler. Yahudilerin evlerine ve sinagoglara zorla girip kaybolan Ermeniyi aradılar.
ÖZEL YETKİLİ MAHKEMELERİ tekrar gündeme alın. Ve cinayetler üzerine özel yetki verin. Eğer tarihi vak’alar ülkemizde de yaşanıyorsa, bir dini inaç mensuplarından bazıları dehşet işler yapıyorsa araştırılsın, ortaya çıkarılsın.
Özel Yetkili mahkemeler böylece YENİ MAĞDURİYETLERİ gidersin.
Çünkü ülkemizde 15.000 kayıp çocuk var.
Ve aileler otobüslerle, ekranlarla ağlayarak çocuklarını arıyorlar.
VAMPİR İBLİS
Vampir! İnsan kurban etme! Kan içme! Şeytani ayinler! Son yıllarda sıkça duyduğumuz haberler ve kelimeler.. İğrenerek ve utanarak okuduğumuz, tiksinti duyduğumuz bu haberler, insanlığa artık olağan, sıradan, hatta sevimli gelecek şekilde pompalanıyor. İnsanoğluna yakıştıramayacağımız bu iğrençlik için, insanlık tarihinin belli dönemlerine gönderme yapılarak; “ilk çağlarda olmuştur”, “orta çağ cehaletinin ürünüdür” gibi istisnalar yapılabilir.
Ancak son yıllarda yaygınlaşan bu insanlıktan sapmalar; hiç de sanıldığı gibi belli tarihsel dönemlere has olaylar değildir. Bilakis insanın yeryüzünde yaşama başladığı tarihten, günümüze yani; tarih öncesi dönemde de, ilk çağda da, yakın çağda da, milattan önce de, milattan sonra da bu vahşiliğin var olduğu ve devam ettiği bir vaka olarak ortadadır. Bu konuyu aydınlatan tarihi ve arkeolojik bulgular, her geçen gün birikmektedir. Birkaç on yıl öncesine kadar bu sapkınlıklar, toplum tarafından ayıplanan, kınanan davranışlardı. Bu tip insanlar, toplumsal baskıdan dolayı kendilerini gizler ve çekinirlerdi. Ancak son yıllarda şeytan çağrışımı yapan kılık, kıyafet, saç, aksesuarlar, inançlar ve davranışlar marjinal olmaktan çıkarak yaygınlaşmaktadır.
Kitaplar, dergiler, videolar, filmler, bilgisayar oyunları aracılığıyla; küçük yaşlardaki çocukları dahi etkileyecek boyutlardadır ve evlere kadar girmiştir. Bu konudaki toplumsal hassasiyet de gittikçe azaldı, hakaret sözcüğü olarak algılanan “vampir” teması, artık aşk filmleri ile insanların duygu dağarcıklarında yer alıyor, vampir filmlerindeki bol kanlı sahneler daha çok izleyici topluyor. Ayrıca kurtarıcı Mesih’in(!), vampirler dünyasından çıkıp geleceğini bekleyen entellektüeller bile var.Bu vahşi eylemlerin normal karşılanması, bu konularda yapılan filmlerin, yazılan kitapların, popüler hale gelmesi sizce ne anlama geliyor? Fıtrata aykırı bu vahşilik, insanlığın peşini neden bırakmıyor? İnsanoğlu bu iğrenç işleri niçin ve neden yapıyor? İnsanları, kim bu yola doğru sevk ediyor? Bu soruların cevaplarını düşünmeye ve bilmeye mecburuz.
ŞEYTAN: ADEM VE HAVVA’YI KANDIRDI
Şeytan, oradan o ikisini kaydırdı. Böylece içinde bulundukları o (cennetten), ikisini çıkardı. Biz de dedik ki: “Bazınız bazınıza düşman olarak (Arz’a) inin. Arz, sizin için karar yeridir ve bir vakte kadar da geçim vardır.”[BAKARA(2)/36]
İnsan nesli; yeryüzünde yaşama başladığında; kendisinden daha önce yaratılmış, insan gibi sorumlu ve nefis sahibi cin-şeytanlar da yanı başlarında bulunmaktaydı. Liderleri ise, fiili kıyamete kadar yaşama iznine sahip; yani bu anlamda ölümsüz olan cin-İblis’ti. Kendisi melek boyutuna çıkarılmış-ödüllendirilmiş olan bu varlık, meleklerin saflığı karşısında, kendi aklını beğenerek, kibirlenmiş ve böylece Âdem’e saygı emrine muhalefet ederek; insanoğlunun ve Allah’ın düşmanı olmuştur.
İblis’in ve bugün “ruhsal hiyerarşi” diye yutturduğu ordusunun, insanlık tarihi kadar eski “kutsal(!) planı”; insanlığı Hak’tan saptırmak; böylece kendi yönetimi altına almaktır. Bu planı, nasıl gerçekleştireceğini, Kur’an’dan biliyoruz. İblis şöyle diyor:
“Tuzak kuracağım”, “Sağlarından, sollarından, önlerinden ve arkalarından geleceğim”, “Yular takacağım”, “Sen’in(Allah’a hitap ediyor) muhlis kölelerin hariç, onların hepsini saptıracağım.”
Allah, şöyle buyuruyor: “Şeytan insanın düşmanıdır”, “Şeytan insanların kalplerine vesvese verir”, “Şeytan dostlarını korkutur”, “Şeytan fakirlikle korkutur”, “Şeytan, hayâsızlığı emreder”, “Şeytan isyanı emreder”, “Şeytanlar aldatmak için yaldızlı laflar ederler”, “İnsanların bir kısmı cinlere sığınırlar”.
İşte İblis, bu şekilde insan davranışlarına yön vermek, insanı fıtratına ve yaratılış amacına aykırı fiillere sürüklemek için türlü hileler, entrikalar çevirmekte planlar kurmaktadır.
ŞEYTAN: DOSTLARINI KORKUTUR
Şüphesiz şeytan, dostlarını korkutur. Şayet müminlerseniz onlardan korkmayın, Ben’den korkun! [AL-İ İMRAN(3)/175]
İnsanoğlu bireysel veya toplumsal olarak yaşanan acılar, hastalıklar, çaresizlikler, doğal felaketler, korkular ve ölümler sebebiyle; daima sığınacak bir şey aramıştır. İblis, insanların bu korkularını ve sığınma ihtiyaçlarını istismar ederek onları sayısız nesne –obje ve putlara yönlendirmektedir. Aynı zamanda insanı, sadece “Hak Yol”dan saptırmakla kalmıyor; Allah’ın şerefli bir varlık olarak yarattığı Ademoğlu’nun, iğrenç fiilleri işlemesinden, insanlığın bu sufli durumlara düşmesinden de ayrıca zevk almaktadır.
arihe dönüp baktığınız zaman, o kaba, akıldışı putperestliğin, her çeşidinin arkasında, cin-şeytanlarının, “aldatıcı ve yalancı oyunları”nın yattığını açıkça görebilirsiniz. Gök cisimlerinin; Güneş, Ay, gezegenler, yıldızlar, sayısız nesne-obje putlar, mabetler ve türlü türlü büyücülük oyunları... Hepsinin arkasında saklanan aynı “varlıklar!” Bu oyun o derece komik ki; “put maskeli tanrılar”, kendilerine ve hizmetkarları olan ruhbanlara, kurbanlar boğazlatıyor, yemekler ikram ettiriyorlar, kan içirtiyorlar.
VAMPİR YOK: ŞEYTANLAR VE İBLİS VAR
Kökü Sümerler’e ve Babiller’e kadar uzanan vampir teması, İblis tarafından, insanları korkutma figürü olarak tarih boyunca kullanılmıştır. Vampirler; güneşe çıkamayan, yarasaya dönüşebilen, kalbine kazık saplanırsa ölen, göz renkleri değişebilen ve beklenmedik zamanda fark edemeyeceğiniz kadar hızlı ve bir o kadar da güçlü tepkiler veren, düşünce okuyabilen, ten ısıları sürekli değişen varlıklarmış. Güneş’in batması ile birlikte, sözde dirilerek mezardan çıkarlar, insanlara saldırıp kanlarını emerler.
İblis, kendi fiziksel özelliklerini de bu temanın içine yerleştirerek, aslında cin-şeytanlara böyle bir rol vermiş ve yukarıdaki tablo ortaya çıkmıştır. Sözü edilen özelliklerde bir vampir, gerçek hayatta yoktur; ancak kan döken, kan içen ve canlıları vahşice boğazlatan şeytanlar ve onların yeminli efendisi vampir İblis vardır. Yeryüzünde, hayatın başlamasından itibaren, din maskeli ritüellerle öldürttüğüinsan ve hayvanların hesabı yoktur. Öldürttüğü canlıların, kanları, kemikleri ve etleri ile beslendiği ise tarihi bir hakikattır.
İBLİSLER’İN “KAN TUTKUSU”
İblis’in ve kölelerinin bu kan tutkusu, kanı, gıda olarak kullanmalarından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi kan, önemli miktarda besin maddeleri taşımaktadır. Vitaminlerin, enzimlerin ve hormonların; canlıların vücudunda gitmeleri gereken noktalara ulaşmalarını kan sağlamaktadır. Ayrıca kan plazmasında; ortalama 7-8 g/dL protein bulunur.
Cin-şeytanların; süt, su, kan, kemik iliği, balgam, sümük gibi sıvılarla beslendiklerine; et, kemik gibi katı gıdalardan da, bir nevi fotosentez yolu ile yararlandıklarına dair bilgi ve bulgular vardır. İnsanların kanına ve biyolojik sıvılarına ihtiyaçları olduğu; bu sıvıları, insanlardan elde edemezlerse, hayvanlardan temin ettikleri bir gerçektir.
Nitekim şeytanların, kendi yaşamlarını ve yurtlarını anlatan ve medyumlar aracılığıyla yazılan”Lemurya Yolu”nda; dişi şeytanların haiz kanının; bitkiler ve kendileri için oldukça besleyici olduğu ballandırılarak anlatılır. Ayrıca, Peygamberimizin, “her haram olan şeyin; ölü eti, leş ve kanın, şeytanların yiyeceği olduğu” beyanı, sahih kaynaklarda yer almaktadır.
Eski Yunan’da İlyada ve Hesiodos’un kitaplarında; hayvan yağ ve kemiklerinin, tanrıların(!) hazır bulundukları törenlerde yakıldığı; tanrıların(!) kurban etlerinden, kanlarından ve yakılma sırasında yağlardan ve kemiklerden çıkan dumanlardan beslendikleri anlatılmaktadır. Yine Nuh’un, Gemi’den indiğinde kurbanlar kestiği ve yayılan kokulardan yararlanmak için tanrıların(şeytanların) toplandığı,Gılgamış Destanı’nda yer almaktadır. Bir başka coğrafyada benzer bir ritüel şöyle anlatılmıştır:
“Tanrılara(!) sunularda en önemli pay kanlı olanlardır. “Hat”yi (bir cin-şeytan) memnun etmek içinkurbanın kanının bolca akması gerekmektedir. Kan fışkırınca, kupaların ve ayin nesnelerinin üzerine saçılması gerekir, din adamı taze kan sürüp ellerini kollarını kanla yıkar. Orada bulunanlar, Lasharitapınağındaki kanla dolu çukura elbiselerini batırırlar ve bu kutsal(!) elbiseleri sonra giyerler.”
Meksika’da Yucatan bölgesinde yaşamış olan Toltekler, inandıkları Güneş tanrısı(!) adına düzenli bir şekilde insan boğazlamışlardır. Kendisini “Güneş tanrısı(!)” olarak takdim eden İblis, bu zavallı insanları, insan kurban etmezlerse Güneş’in doğmayacağı palavrasıyla korkutmuştur.
Ritüel aynen şöyledir; kurban edilecek insanın göğsü obsidan denen camla ve bir bıçak ile yarılır, hala atmakta olan kalp dışarı çıkarılır. Burada amaç, tanrılarını(İblis’i) en sevdiği yiyecek olan insanın hayat kaynağı kalple besleyerek; Dünya’nın enerji kaynağı olan Güneş’in sürekli olarak doğmasını garantiye almaktır. İnsanları, alçakça kandırarak yapılan bu kan-kokulu beslenme törenleri, örnek dinsel davranış, tanrılara(!) gösterilebilecek en yüksek saygı olarak sunulmuştur.
KORKU VE BEDELİ: KAN
İblis, tarih boyunca insanları farklı olaylarla korkutmuştur. İlk çağlarda fırtınaların, şimşeklerin, rüzgarların, gök gürültüsü ve yıldırımların arkasına saklanıp; kendisini fırtına tanrısı(!), gök gürültüsü tanrısı(!), Ateş tanrısı(!) vs. safsataları ile lanse etmiştir. Doğal felaketlerle insanları korkutarak; onlardan kan talebinde bulunmuştur. Dünyanın her tarafında bu tip tapınmaların izlerine rastlamak halen mümkündür.
Endenozya Malakka Yarımadasındası’nda yerleşik Semanglar, “Kari” adını verdikleri bir şeytan tarafından kandırılır. Bu şeytan, halkı, gökyüzünde oturduğuna, öfkelendiği zaman şimşekler ve yıldırımlar fırlattığına inandırarak; öyle korkutmuştur ki; fırtınalı bir havada törene tanık olan araştırmacı Schebesta, olayı kitabında ürpererek, şöyle anlatır:
“Bambu’dan bir bıçakla bacaklarını çizerek yere kan akıtırlar, daha sonra kanı dört yöne doğru serperler ve bağırmaya başlarlar; Haydi! Haydi! Haydi! Cezamı çekiyorum! Suçumu kabul ediyorum! Borcumu ödüyorum! Senin gürlemenden korkuyorum! Seni aldatmıyorum!”
Mitolojide en çok sözü edilen; eşleri, çocukları bol bol hikaye edilen Yunan tanrısı(!) baş şeytanZeus’de; aynı yöntemi kullanmıştır. Yıldırımlar onun silahıdır. Şimşeğin çarptığı yerler, ona adanır. Sözde yağmuru, fırtınayı, üretkenliği kontrol eder. Kuraklık dönemlerinde, hava olaylarından kaynaklanan afetlerde, ona insanlar ve hayvanlar boğazlanarak sunulur. Güya akıtılan her kan; toprağın, suyun ve üremenin verimliliği için bir bedel, İblis’in fısıldadığı korkular için bir kurtuluş reçetesi(!) ve gelecek için bir umut(!) olmuştur.
Araştırmamızın ilerleyen bölümlerinde, İblis’in ve ona bağlı cin-şeytanların, oburluklarından, devamlı yiyecek ve kan taleplerinden; köle-yardımcıları olan şamanların, kahinlerin ve ruhbanların bile nasıl şikayetçi olduklarını göreceğiz.
TARİH ÖNCESİ DEVİRLER
Paleolitik çağla birlikte; insan ve hayvan öldürerek kanını içme, hayvan ve insan kafatası ve kemiklerinin biriktirilmesi gibi dini ritüellere, dünyanın her coğrafyasında rastlanmaktadır. Bu konuda;Uzak Doğu, Hint, Mezopotamya, Avrupa, Amerika, Afrika kıtası gibi tarih boyunca insan neslinin en etkin ve yoğun olarak yaşadığı bölgelerde; çok miktarda belgeler ve bulgular ortaya çıkarılmıştır.
Paleolitik çağa ait araştırmalarda, mağaralarda biriktirilmiş insan, hayvan kemikleri, içinden beyinleri alınmış kafatasları bulunmuş. Kemiklerin ve kafataslarının bu şekilde özel mağara odacıklarında saklanması, biriktirilmesi ve çokluğu araştırmacıları şaşırtmıştır.
İblis ve “ruhsal hiyerarşi” dediği ordusu, paleolitik çağ insanını; hayvanların kendisine özel güçler verilmiş insanlar olduğu yalanına ve insanın hayvana, hayvanın da insana dönüşebileceği saçmalığına inandırmıştır. “Hayvanların efendisi” veya “efendi ruh” adıyla üretip arkasına saklandığı “sahte varlıklar”a(cin-şeytanlara), insanlardan ve hayvanlardan kurbanlar verilmesi gerektiğine, o günün avcı insanını inandırmıştır. İnsan ve hayvan kemiklerine yeniden et giydirerek, canlandıracağını vadetmiş. Ölen insan ruhlarının, hayvan bedenine girebileceği (reankarnasyon) yalanı ile insanları kandırarak;kemikleri, bu korktukları efendileri(!) için biriktirmeye yönlendirmiştir.
Hayvanların ruhunun; burun, dudaklar ve uzun kemiklere yerleştiğini, yeniden dirilmenin mümkün olabilmesi için kafatasının ve uzun kemiklerin saklanması gerektiği şeytan palavrasını, dostlarına fısıldamıştır. Kendi gıdaları için, hayvan ve insan kemiklerini ve içindeki beyinle birlikte kafataslarını mağaralarda; bir “din ve inanç maskesi” altında kutsal törenlerle saklatmıştır. Mağaraların, “cin-şeytanlar”ın yaşam alanları olduğunu, kemiklerin de, cin-şeytanların katığı olduğunu Peygamberimizin sahih hadislerinden bilmekteyiz.
DEĞİŞEN DEĞERLER VE NEOLİTİK ÇAĞ
Tarımın keşfi ile başlayan Mezolitik ve Neolitik çağ, Paleolitik çağın değerlerinin değişmesine yol açmıştır. Hayvanlar dünyası ile dinsel nitelikteki ilişkilerin yerini, insan ve bitkiler arasında mistik dayanışma adı verilebilecek yeni bir anlayış almıştır.
İblis, dünyanın bazı coğrafyalarında, insanları; bitkiler ve meyvesi yenilebilir ağaçların yarı tanrı(!) bir genç kızın parçalanmış ve gömülmüş bedeninden oluştuğuna; bitkileri tüketmenin, tanrısallıkla beslenmek anlamına geldiğine inandırmıştır. Tarımsal faaliyetleri kutsamış, topraktan bol ve bereketli ürün elde edebilmek için çocuklardan ve genç kızlardan kurbanlar vermek gerektiğine, insanları inandırmıştır.
Tarımsal faaliyetlerdeki verimin düşmesi korkusu, insanları, dünyanın farklı bölgelerinde benzer kurban törenleri ihdas etme yoluna itmiştir. İnanç boyutundaki bu aldanma, daha sonraki dini ritüellerin; hayvan ve insan öldürmenin; bir anlamda yamyamlığın temeli olmuştur.
TARİH DEVİRLERİ: MÖ 3.200 VE SONRASI
Tarih öncesi dönemlerden MÖ 3.200 ile başlatılan tarih devirlerine; yani ilk çağlara geldiğimizde;Mezopotamya Sümer, Mısr, Babil, Asur, Maya, Aztekler, İnkalar, Fenike ve Romalılar’daİblis’in korku fısıltılarının daha da artarak; öldürme törenlerinin, katliamlara dönüştüğünü görmekteyiz.
Sümerler ve Babil’de boğazlanacak canlının türü önemli değildir. Bu insan veya hayvan olabilir, mühim olan kanın akıtılmasıdır. En çok kan içeren organ olan karaciğer çıkartılarak; bir fal ve kehanet aracı olarak kullanılmıştır. Sümerlerde kurbanlar, tanrıların(!) besini olarak değerlendirilmiştir.
Asurlular’da; hayvanı öldürerek tanrılara(!) sunmak gereklidir, yoksa tanrılar(!) insanın kendisini yer. Asur krallığının kuzeydeki önemli bir merkezi olan Harran’da paganizminin ritüelleri, Abbasiler devrine kadar sürmüştür. Her yıl ağustos ayında düzenlenen korkunç insan katliamı, İbnu’n Nedim’in el-Fihristi’nde şöyle anlatılmıştır:
“Bugün de onlar, tanrılarına (!) yeni doğmuş bir erkek bebek boğazlarlar. Sonra onu kaynatırlar ve aromalı bitkilerle, yağla yoğurarak fırında pişirirler. Sonunda kemiklerden, organlardan arta kalanları tanrılara(!) sunu olarak yakarlar.”
Eski Mısır’da; suyunun azalması korkusu ile Nil nehrine, insan kurban edilmesi çok yaygındır. Bunun yanı sıra hayvanlar da öldürülür. Boğazlanan hayvanın kanları, çevreye sürülür; bu kanın, tanrıların(!) hakkı olduğu ve tanrıları(!) doyurmaya yaradığı düşünülür.
Hindistan’da; “cin –şeytanlar”ın insanları korkutmasının gerekçesi; tanrılara(!) sunulan kurbanların, ölenlerin ruhlarını kurtuluşa eriştirdiği düşüncesidir. İnsan veya hayvan kesilmediği takdirde, ölen kimseler, korkunç devlerin arasında ıstırap içinde kalırlar.
Kurban edilen hayvanların etlerinin iyi kısımları, tapınaklarda yakılır. Vedalardaki başlıca tanrılardan(!) “Agni” ateş tanrısıdır(!) ve kurbanları hep “Agni” yaktırır. “Vedizm”de ölü bedenler, tanrıların(!) besinidir.
İran’da ki “Zerdüşt” inancında; önce “deva” denilen ve kötülüklerin tanrısı(!) “Ehrimen”in yardımcısı olan “şeytanlar”a; onları yatıştırmak üzere kurbanlar kesilir. “Deva”ların, kesilen kurbanlardan çıkan buğu ile beslendiklerine inanılır.
Ayrıca İran’daki “Mithras” inancında, bütün canlı varlıkların, kurban edilmiş bir boğanın kanından doğduğuna inanıldığından, ritüellerde boğalar öldürülmüştür.
Hititler’de; kurban ritüellerinde ilk ürünler, ilk meyveler, genç hayvan ve insanlar, tanrıları(!) yatıştırmak için onlara sunulur. Sunulan hayvanın veya insanın iyi durumda ve kusursuz olmaları istenir.
Fenike dininde de; insanlar, sunaklarda kesilmişlerdir. İlk ürün ya da ilk çocuk, gelecek yıl ürünün daha bereketli olması için tanrılara(!) kurban edilir. Savaşa giderken de zafer kazanmak için çocukların bu uydurma tanrılara(!) kurban olarak sunulduğu tespit edilmiştir.
Romalılar’da da; kurban, en önemli tapınma eylemidir. Özellikle devlet törenlerinde kanlı ölüm seremonileri gerçekleştirilir. Öldürme işlemi yapılırken, bir yandan flüt çalınır ve tanrılar(!) için ayrılan; karaciğer, akciğer, yürek gibi özellikle kanlı parçalar, sunağın üzerinde kanlı bir şekilde yakılır.
Roma Senatosu MÖ 97 yılında yasaklayıncaya kadar, Roma İmparatorluğu’nda, insanlar da boğazlanmıştır. Romalılar, tanrılarının(!) hoşnutluğunu kazanmak, onları yatıştırmak için insan ve hayvanları kanlı törenlerle boğazlayarak uydurma tanrılara(!) sunmuşlardır.
Roma’da ayrıca, büyük tehlikelerin belirdiği zamanlarda “ver sacrum” adı verilen bir geleneğe göre, insan ve hayvanların, ilkbaharda doğan ilk yavrularının tanrılara(!) sunulması gerekir. Roma devlet dininden bağımsız, elit tabakanın ve aristokrasinin rağbet ettiği Mithras, Bacchus, Ceres, Cybele gibigizli tarikatlardaki vahşi katliamlarla; çocuklar, sahte tanrılar(!) adına öldürülmüşlerdir. Bacchustarikatının törenlerinde yenen etler, içilen kanlar; tanrı(!) Bacchus’un(Eski Yunan bağ ve şarap şeytanı) taraftarları aracılığıyla yeniden doğacağının simgesidir. Boğanın kanı ve üreme organları, yeniden doğumun, müritlere tanrısallığın ve ölümsüzlüğün kapılarını açtığı yalanını sembolize ediyor. Cybelegizem tarikatının bir kurban törenini, Roma’lı edebiyatçı Prudentius şöyle anlatmaktadır:
“Derince bir çukur kazılır, görkemli ipek elbiseler giyen alnına bir bant, başına altın bir taç takan rahip çukura indirilir. Çukurun üstü delikli tahtalarla örülür, boğanın göğsüne ve boynuzlarına çiçekler, alnına parıltılı metal parçaları takılmıştır. Boğanın göğsü kutsal bir mızrakla deşilir ve sıcak kan dışarı buhar çıkararak fışkırır ve çukura akar. Çukurdaki rahip ilk önce başını akan kanın altına sokar, sonra elbisesini ve bedenini bu kanla yıkar. Yanaklarını, kulaklarını, dudaklarını ve burun deliklerini kana bular. Gözlerini bu kanla ovar, dilini ıslatır ve pıhtılaşan kanı içer. Bu seremoniden sonra rahip kanlar içinde dışarı çıkarılır. O artık yeniden doğmuştur, ölümsüzdür, tanrılaşmıştır(!) Ve artık kendisine tapılır.”
Maya, Aztek ve İnka’lar gibi Güney Amerika toplumlarında insan boğazlamak ortak bir sapkınlıktır. Özellikle Aztekler’in yılda 50.000’e yakın insanı kurban ettikleri kayıtlarda geçmektedir. Aztekler’de; sadece Tenochtitlan baş tapınağı için yılda 20.000 insan öldürüldüğü tahmin edilmektedir. Kana doymak bilmeyen İblis’in, insan kalbine olan iştahını doyurabilmek için, görevi tapınağa taze kan sağlamak olan bir asker gurubu, daima hazır bulundurulmuştur. Aztekler, imparatorluğun uzak bölgelerinde kasıtlı olarak olaylar çıkartıp; sonra ordularını o bölgeye sürerek, boğazlamak üzere insanları esir almışlardır.
Hıristiyan İspanyollar; Aztek tapınaklarına geldiklerinde binalardan yükselen korkunç kokuyu ve kalpleri çıkarılan insanların tapınak merdivenlerinden aşağıya atılmalarını görerek; derin şoklar yaşamışlarlardır. Ve tüm yerlilerin, şeytanın işbirlikçileri olduğunu düşünmüşlerdir. And bölgesinde Güneş ve Aytanrısı(!) maskesi takan İblis’e sunulmak üzere bölgenin bir numaralı tarımsal ürünü olan mısırın verimini arttırmak için kesilen insan ve hayvanların kanları tarlalara saçılır ve törene katılanlar da yüzlerini bu kanlarla boyarlar.
İnkalar’ın, Coricancha adı verilen yaklaşık 4000 kişinin bulunduğu Güneş tapınaklarında; görkemli rahip ve kahinlerin dışında 1500 civarında zarafetleri, güzellikleri dikkate alınarak ülkenin çeşitli bölgelerinden toplanmış genç kızlar bulunur. Güneş bakireleri, denen bu kızlar yeni bir imparatorun tahta çıkması, salgın bir hastalık veya deprem gibi önemli olaylarda tanrıları(!) yatıştırmak için boğazlanarak öldürülür.
Asya ve Kuzey Amerika şamanları, medyumu oldukları “efendi ruh”(!) maskeli “cin-şeytanlar”dan ve onların oburluklarından yakınmışlardır. Sunulan etleri, birbirlerinden çalarak aralarında kavga ettiklerini, sürekli yiyecek peşinde koştuklarını ifade etmişlerdir. Bunlardan yakınan birBuryat, şu şekilde haykırır:
“Domuzlar gibi oburlar, sonu gelmez bir şekilde et, alkol, süt, yağ gibi hediyeler isterler ve bunlarla birlikte saygı, övgü ve dalkavukluk beklerler.”
İblis’in en önemli maskelerinden biri, Güneş tanrısı(!) yalanıdır. Bu maskeyi, tarih boyunca kullanmıştır. Timor takım adalarında “upulero” ismiyle Güneş tanrısı(!) olarak boy gösteren İblis;domuzlar ve köpekler kesilerek şöyle davet edilir: “Ey efendimiz Güneş, aşağıya in domuz eti hazır dilimlendi, hediyeler doldu, şölen hazır buyur gel, kes iç ye!”
Yukarıda sıraladığımız örneklere çok sayıda tarihi, arkeolojik kayıtlar eklemek mümkündür. İlk çağlardan yakın çağlara ve günümüze doğru geldiğimizde, değişen fazla bir şey olmamıştır. Görünen sadece aynı oyunun farklı versiyonlarıdır.
Hatta bazı ritüeller, aradan binlerce yıl geçmesine rağmen hala aynen devam ettirilmektedir.
Bugünün çarpıcı bir örneği de; Lusifer’in(İblis’in) kurdurduğu kabbalist örgüt masonluğun,günümüzdeki üst düzey yöneticileri masonların, binlerce yıldır efendileri “Yüce Mimar”(!) İblis’e olan sadakatlerini göstermek için uyguladıkları “keçi boğazlama ve kanını içme” ritüelidir.
İnsanlık tarihi, Hak elçilerin ve Şeytan elçilerinin mücadele tarihidir. İnsanlık tarihindeki tümsapkınlık ve kan içiciliğin arkasında; İblis ve onun köleleri vardır. Bu, dün de, bugün de böyledir; yarın da eşi- benzeri görülemeyecek boyutlarda böyle olacaktır. İblis’in, insanoğlunu kandırmak için kullandığı “düşünce ve yöntemler” şekil değiştirse; çağın insanına göre daha kurnazca tasarlanmış olsa da; öz ve amaç olarak aynıdır: Kandırmak, yular takmak, saptırmak, çirkin iş ve eylemlere sürüklemek..
İnsanlığın sürüklendiği tüm süfli işlerin arkasında; elbette yeminli düşmanı; kadim plancı, intikamcıve kan içici İblis vardır. Yeryüzündeki tüm çirkin işlerin; kan emmenin, vampirliğin, insanı insanlıktan çıkaracak tüm eylemlerin arkasında, elbette İblis ve ordusu vardır. Tüm kötülüğün-sapkınlığın, kan emiciliğin yazarı İblis’tir. Bu amaçlara hizmet edecek tüm senaryoların yazarıyine odur. Bütün bu çirkinlikleri yapan; yeminli düşmanının senaryolarında rol alan ve tuzağa düşen de elbette insandır.
Bugün sinema filmlerinin, çizgi filmlerin, televizyon dizilerinin, bilgisayar oyunlarının yazarları, senaristleri ve oyuncuları elbette insanlardır. Peki madem böyle, neden bütün bunlar, insanlığı dinamitleyen fitillerle dolu? Neden insan, kendisine düşmanlık ediyor? Kendi varlığını yok emeye çalışan ve ipleri düşmanının eline teslim etmiş bir varlık, akıl sahibi olabilir mi?
Bugün, tüm dünyada cinnet olayları; önemli bir boyut kazanmıştır. Çılgınca işlenen cinayetler,vampirleşme; yani şeytanlaşma özentileri, bol kanlı-sapkın görüntü ve haberler, artık günlük sıradan olaylar haline gelmemiş midir? Şeytana tapınma ayinleri ile şeytani tarikatlarda; hayvanların ve genç kızların boğazlanması, vampir dernekleri, ilkokul çağındaki çocukların bile buşeytani işlere alet edilmesi; şeytanlaşma sürecinin dehşet veren boyutlarını göstermiyor mu? Şeytani güç kazanmak için, şeytanlara itaat ederek; çocuk boğazlayanlar, kan dökenler; kaliteli kiremit elde etmek için şeytan elçisi kahinlerin emriyle arkadaşlarının kanını akıtanlar; içinde şeytan vardır diyerek; bazı insanlar ya da papazlar tarafından öldürülen insanlar vs..
Allah’ın alemlere rahmet olarak gönderdiği Son Elçisi ve onun getirdiği Kur’an’la, insanlık son bir kere daha cehaletten kurtularak; aydınlığa kavuşmuştur. İnsanlığın bilim ve teknoloji gelişiminin bu aşamasında; İblis’in, tarihteki “korkutma ve aldatma kaba yöntemleri”, artık geçerli değildir. Bu nedenledir ki; şeytani güçler, yeni sofistike hilelere başvurmakta; “yeryüzünde fitnenin devamıve kanın akması” için daha sofistike planlar yapmaktadırlar.
İnsanlık, Rabb’inden gelen aydınlanmayla nurlandıkça; İblis’in hilelerini görmüş; onunla ve hizbiyle mücadele edebilmiştir. Bu aydınlıktan uzaklaştıkça; şeytani karanlık oyunlara karşı körleşmiş; düşmanını ve onun yöntemlerini algılıyamaz hale gelmiştir. Böylece bu karanlık güçlerde, insanları avlamak için oltalarını ve torlarını kolayca insanlığa salmışlardır. İnsanoğlu, maalesef tarihsel hatasını tekrar ederek; “Hak Uyarılar”a gözlerini ve kulaklarını kapatmış; İblis’in ve şeytanlarının tuzağına çoktan düşmüştür.
Bunca ibretli olaylardan ve tarihten ders alamayanların; tüm evrenlerin “Rabb’i Olan Sonsuz Güç ve Rahmet Sahibi”nin uyarılarına kulak tıkayanların; hatta O’na düşmanlık edenlerin ne geleceği, ne de sığınacağı yer yoktur.
TOPARLAYACAK OLURSAK
İngiltere’den eski bir gazeteci ve televizyon sunucusuDavid Icke , “En Büyük Sır”, “..ve gerçek seni özgür kılacak” ve “Ben Benim, Ben Özgürüm” isimli kitaplarını da içeren 11 kitap yazdı. David Icke, son 10 yıldır en büyük sırrı açığa çıkarmak için çalışmakta - dünyayı gerçekten kimin yönettiğini ve bunu binlerce yıldır nasıl sürdürdüğü gerçeğini.”
İnsanlığa gerçekleri anlattığına inandığımız düşünürlerin, yazarların, aydınlanmışların ilimsel üretimlerini sizlerle paylaşmaktan başka bir arzumuz yoktur. Biz bir başka insanı değişim-dönüşüme uğratamayız.
Bizim yapabileceğimiz tek şey değişim-dönüşümün meydana gelebileceği, hoşgörü ve sevginin girebileceği bir alan, bir boşluk oluşturmaktır.
DÜNYAYI GERÇEKTEN KiM YÖNETiYOR?
Illuminati isimli (kendilerini “aydınlanmış”-“illuminated” şahıslar olarak görmelerinden gelen bir isim) gizli bir global topluluğun eski çağlardan beri nasıl kontrol gücünü ve hakimiyetini elinde tuttuğunu, güçlerini Orta ve Yakın Doğu’dan (ve diğer merkezlerden) başlayarak önce Avrupa’yı ve, -İngiliz Krallığı ve diğer Avrupa imparatorlukları sağolsun-, Amerika kıtasını, Afrika’yı, Avustralya’yı, Yeni Zelanda’yı, Asya’yı ve kısacası bütün dünyayı yönetmek ve kontrol etmek için nasıl genişlettiğini açığa çıkarmak gerekmektedir.
Ne zaman ki, bu imparatorluklar önceden işgal etmiş oldukları yerlerden çekildiler, Illuminati bu bölgelerde gizli topluluk şebekelerini ve Illuminati kanbağlarına sahip soyları arkasında bıraktı. İşte o zamandan beri, bu imparatorluktan kurtulmuş sözde “özgür” ülkelerde bunlar kontrolü elinde tutmaya ve olayların gelişimini orkestra şefi misali yönetmeye devam ettiler. İki çeşit diktatörlük ve hapishane vardır.
Birincisi, açık şekilde, göz önünde yapılan, net diktatörlüklerdir (komunizm, faşizm, vs.) ve ikincisi de tümünün içinde en etkili tür olan – üstü örtülü, gizli diktatörlüktür – özgürlük maskesi altına saklanmış diktatörlük.
İnsanlar, eğer özgür olduklarını düşünürlerse, özgür olmamak adına isyan etmezler!
Illuminati, uzun zamandır hazırlanmış ve düzenlenmiş bir planı yürürlülüğe koymak için çalışıyor. Bu Plan, bir dünya hükümeti, dünya bankası, dünya ordusu ve global bir bilgisayara bağlı mikroçiplenmiş bir insanlık yaratmaktır. Kullanılmaya hazır bir beyine sahip herkes, tüm bu yukarıda sayılan şeylerin, her geçen gün daha da hız kazanarak, gerçekleşmekte ve yüzeye çıkmakta olduğunu görebilir.
Global gücün bu yapısı altında, Avrupa Birliği (Avrupa Ekonomik Topluluğu serbest ticaret alanından evrimleşmiş olan), Amerikan Birliği NAFTA (Kuzey Amerika serbest ticaret alanından evrimleşmekte olan), ve Pasifik Birliği (Asya Pasifik Ekonomik Topluluğu serbest ticaret alanından evrimleşmekte olan) gibi süper devletler dizayn edilmiş olacak. NATO (BM Barış Kuvvetleri ile birleşmekte olan), Birleşmiş Milletler’in evrimleşmesi ile ortaya çıkacak olan Illuminati dünya hükümetine egemenliğini vermek istemeyen ülkeleri hizaya sokmak için, planın bir parçası olarak dünya ordusu ve dünya polis gücü olma yolunda ilerlemektedir.
Global kontrolün yapısı, piramitler içerisinde piramitlerdir. Tıpkı Rus kuklaları gibi, bir kukla diğer kuklanın içerisinde. Eğer günümüzün organizasyonlarına bakarsanız, görürsünüz ki her biri bir piramit şeklinde yapılanmıştır. Piramitin alt seviyelerinde bulunanlar, çalıştıkları organizasyonun gerçekte nerden ibaret olduğunu bilmezler. Onlar yalnızca her gün işlerini yaparlar ve evlerine dönerler. Onlar, yaptıklarının, aslında çok belirgin ve kötü bir düzen ile gidişat yaratmakta olan diğer kişilerin çıkarları ile nasıl bağlantılı olduğunu bilmezler. Sadece, piratimin en üstündeki birkaç kişi bunu bilir. Böylece, bir organizasyon içerisinde, birkaç kişi binleri yönetip sömürerek, yine binlercesinin varlığından dahi haberdar olmadığı Illuminati Planı’nın gelişmesini sağlarlar. Bu yapının, ayni şekilde milyarları yönetip sömüren global bir versiyonu vardır.
Bu “tek-bireysel” organizasyonlar, mesela; bankalar, ülkeler-arası şirketler, medya imparatorlukları, NATO, vs., sonrasında daha da büyük piramitlere bağlanırlar. Böylece bulursunuz ki, örneğin, global bankacılık piramitinin en tepesinde, tüm bankalar eninde sonunda ayni insanlar tarafından yönetilmektedir – yani Illuminati tarafından. Bu durum, ülkeler-arası şirketler, medya vs. için de aynen geçerlidir. Tüm bankacılık, iş dünyası, medya, ordu, politika ve gezegeni kontrol altında tutan diğer kuruluşlar piramitlerini kapsayan dev bir global piramit vardır. Bu piramitin tepesinde ise, global kontrol için Planlarını, görünüşte bağlantısız olan tüm kuruluş ve organizasyonlar aracılığı ile, ilerletip geliştirmekte olan Illuminati’nin en seçkin birkaçı bulunur.
Bu, neden hayatımızın tüm alanlarında, -bankacılık, iş dünyası, medya, politika, ve diğerleri- sürekli ve ardı arkası kesilmeyen global güç için merkezileştirme hareketlerinin gerçekleşmekte olduğunu açıklar.
Tüm bunlar, AYNİ insanlar tarafından AYNİ planın düzenine göre yürütülmektedir. Illuminati, insanlığı zihin ve duygular aracılığı ile idare etmekte ve köleleştirmektedir. Dünyada birçok insan vardır, fakat onları fiziksel olarak kontrol altında tutacak bir kaç Illuminati vardır –küçük bir ölçü haricinde. Onlar, kitlelerin düşündüğü ve hissettiği yolu idare etmek zorundadır ki böylece hayatlarımızı Illuminati’nin istediği şekilde yaşar ve etrafımızdaki dünyayı Illuminati’nin istediği şekilde görürüz. Örneğin; en güçlü idare etme tekniği, “Problem – Reaksiyon – Çözüm” adı verilen bir tekniktir. Şu şekilde çalışır:
İnsanların hoşuna gitmeyeceğini bildiğiniz birşeyi sunmak istiyorsunuz. Bu, polise daha fazla yetki vermek, esas özgürlüklerin daha fazla zedelenmesi, ve hatta bir savaş bile olabilir. Bilirsiniz ki, eğer bu siyasetleri insanlara açıkca sunarsanız, onlar tarafından aşırı bir reaksiyon alacaksınız. Bu nedenle, önceden bir PROBLEM yaratırsınız, suç oranında bir artış, daha fazla şiddet, bir terörist bombası, bir hükümet çöküntüsü, veya savaş gitmesi için Saddam Hüseyin gibi Illuminati kuklalarınızdan birini alırsınız.
Bu problem için, sizin, yani aslında herşeyin arkasında olan gerçek kişinin değil de, başka birinin suçlandığını garanti altına alırsınız. Böylece, Amerika’da söyledikleri gibi, bir “avanak” yaratırsınız; bir sözde Oklahoma bombacısı Timothy McVeigh gibi, bir sözde Kennedy suikastcisi Lee Harvey Oswald gibi. Sonra medyanı kullanırsın ve insanlara, senin imal edilmiş olayın hakkında ne düşünmeleri gerektiğini ve o olay için kimi suçlamaları gerektiğini söylersin. Ve bu da bizi ikinci bölüme getirir, insanlardan gelecek REAKSİYON’a – “Bu daha fazla devam edemez ! Buna karşılık onlar ne yapacak ne yapacaktır?
Bu da ONLAR’ a rahatca ve açıkca, kendi yarattıkları problemlere ÇÖZÜMLER sunmaları iznini verir. Planlarını geliştirecek olan, global gücün daha fazla merkezileştirilmesi veya daha fazla esas özgürlüklerin zedelenmesi için yeni yasama getirilmesi gibi. Bu teknik, tüm zamanlarda, insan zihni ve duyguları üzerinde kullanılmıştır, tıpkı beyni yıkanmış genç ve yetişkinlerin silahlarla çılgına dönmesi ve hemen arkasına acil silah kontrol yasalarının getirilmesi gibi.
Ama sokak stili yaşayacaksak kendi inançlarımızın ötesine bakmalı ve farketmeliyiz ki Illuminati kendilerine karşı silah KULLANABİLECEK herkesi sistematik olarak silahsızlandırmayı hedeflemektedir. Tıpkı Adolf Hitler toplama kamplarını doldurmaya başlamadan evvel, ayni silah-karşıtı yasama kampanyasını başlattığı gibi, aynısını günümüz dünyasında görmekteyiz.
Şimdi, bu Planın tarihinde çok önemli bir dönüm noktasında bulunmaktayız. Önümüzdeki aylar ve yıllarda, Illuminati tarafından oynanacak birçok kart beklemededir. İnsanlık tarihinde bir kavşak üzerindeyiz. Özgürlüğü seçebilir veya Nazi Almanya’sının global bir versiyonu olan global faşist devletin kontrolü altına düşebiliriz.
KARAR VERME ZAMANI
İnanılmaz bir global değişikliğin eşiğinde bulunmaktayız. Dünya’daki hayatın (zaman diye adlandırdığımız kavrama göre) geleceğini etkileyecek bazı kararları vereceğimiz bir dönüm noktasındayız. İnsanlığı binlerce yıldır hapsetmiş zihinsel ve duygusal zindanların kapılarını sonuna kadar açıp fırlatabiliriz. Ya da bu zindanları kontrol edenlerin, global bir hükümet, ordu, banka, para birimi ve de mikroçiplenmiş bir nufüs ile gezegenimiz üzerindeki bütün erkek, kadın ve çocuğun zihinsel, duygusal, ruhsal ve fiziksel köleliğini içeren planlarını tamamlamalarına izin veririz.
Kulağa inanılmaz geldiğini biliyorum, fakat eğer insanoğlu gözünü en son oynamakta olan pembe dizilerden ve talk-show’lardan kaldırıp, yeterince uzun bir süre için beyniyle konsantre olsa, bu olayların “gelecekte olacağını” değil, şu anda olmakta olduğunu görebilir. Global politikanın, iş dünyasının, bankacılığın, orduların ve medyanın merkezi kontrol altına girmesi saat başı hız kazanmakta. İnsanların mikroçiplenmesi şimdiden önerildi ve birçok açıdan yoluna girmiş durumda. Gizli bir planın uygulamaya konulacağı her durumda, her zaman gizlenmiş şeyleri insanlığın fiziksel gerçekliğine yerleştirmek için son bir darbe vardır.
Şimdi de global banka ve iş imparatorluklarının hızla birleşmeleri ve politik ve ekonomik kontrolün Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü, Çok Milletli Yatırım Antlaşması, ve Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve G-7/G-8 Zirveleri gibi daha birçok globalleşen kurumlar ve örgütler ile merkezileştirilmesini, bahsettiğim “son darbe” olarak görmekteyiz. Bütün bu sabit ve koordine merkezileşme ve globalleşmenin arkasında kökleri Orta ve Yakın Doğu’ya dayanan, bir çok türün üremesinden oluşmuş bir ırk (kabile) yatmaktadır. Orta ve Yakın Doğu’dan çıkıp Avrupa’daki kraliyet, aristokrasi ve papazlık olan bu ırk, daha sonra, özellikle de Büyük Britanya (Birleşik Krallık) sayesinde, gücünü dünyanın dört bir yanına yaydı. Bu durum da “kabile”ye soyunu, İngiliz ve Avrupa güçlerinin girdiği her ülkede, devam ettirme ve yaygınlaştırma fırsatı verdi. Bu ülkeler arasında, ırkın planını gerçekleştirme amacıyla oynadığı oyunun önemli bir bölümünün oynandığı, Amerika Birleşik Devletler’i de bulunmaktadır. Şimdiye kadar 40 üzerinde başkan edinen ABD’de, başkanların 33 tanesi genetik olarak iki kişiye bağlı: İngiltere Kralı Alfred the Great ve 9. yüzyıl Fransa’sının meşhur hükümdarı Charlemagne.
Bütün bu geçen zaman süresince, bu ırkın planı yavaşca uygulanmış ve “merkezi global kontrolün” mümkün olduğu bugüne gelmiştir.
Eğer çarçabuk uyanmazsak, dünyadaki hayatın ne olacağını bilmek istiyorsanız, Nazi Almanya’sına bir göz atın. “Illuminati” (kendilerini aydınlanmış saymalarından geliyor) adını verdiğim bu ırkın planı 2000 yılı ve yeni yüzyılın ilk 14 yılı çerçevesinde göz önüne serilirken, bütün dünya insanlarını bekleyen hayat Nazi Almanya’sının ta kendisi. Özellikle 2015 tartışacağımız nedenlerden dolayı çok kritik bir yıl olacak.
İnsanlar, içine girmekte olduğumuz cehennemin ve çocuklarımızın refah ve huzur içinde yaşaması için bıraktığımız dünyanın doğasının nasıl olduğu hakkında hiçbir fikre sahip değiller ve de hiç de endişelenmemekteler. Belirgin olanı umursamazlıktan gelip gözlerinin önündeki gerçeği reddetmeyi tercih ediyorlar. Kendimi tarlada telaşla koşuşturup bağıran inek gibi görmekteyim : “Hey ! Biliyor musunuz? Her ay arkadaşlarımızı alıp götüren o kamyon var ya? Düşündüğümüz gibi o kamyon dostlarımızı başka bir tarlaya götürmüyormuş! Onları kafalarından vurup, kuruyana kadar kanlarını döküp, kesip sonra da küçük parçalara bölüp paketlere koyuyorlarmış. Sonra da insanlar onları satın alıp yiyorlarmış !”..
Sürünün geriye kalanının reaksiyonunu düşünsenize : “Sen kafayı yemişsin arkadaşım! İnsanlar hiçbir zaman böyle şeyler yapmaz ! Zaten, o kamyon şirketinde hisselerim var ve bundan iyi bir kazanç sağlıyorum..
Kapa çeneni ! Boş yere spekülasyon ve panik yaratıyorsun !”
Açıklamakta olduğum plan binlerce yıldır hazırlanmakta ve şu anki durumu olan tamamlanmaya doğru ilerliyor. Bunun nedeni ise insanoğlunun şuurunu, zihnini ve sorumluluklarını elinden çıkarmasıdır. İnsanlık şu anda sadece kendi için doğru olanı yapmayı tercih etmekte ve davranışının daha geniş alandaki etkilerinin, insanoğlunun varlığı için ne olacağını düşünmemektedir. “Umursamazlıktan gelme” saadettir denir.. Bu doğrudur ama sadece kısa bir süre için. “Umursamazlıktan gelme”nin tam anlamıyla saadet ve mutluluk olabilmesi demek, gelmekte olan bir kasırgayı görmemezlikten gelip böylece endişelenmemek ve korunmak için hiçbir önlem almaya ihtiyaç duymamaktır. Fakat kafanız kumda ve makatınız havada olduğunda, kasırga hala daha geliyor olacaktır. Eğer kafanızı kaldırarak baksaydınız ve “kasırga” gerçeğiyle yüzleşseydiniz, felaketi önleyebilir durumda olacaktınız. Fakat “umursamazlıktan gelerek” ve “gerçeği reddederek” büyük bir güçle ve en aşırı durumlarda savunmanızı şimdi rahatca yapabilirsiniz, çünkü kasırga “görmemezlikten geldiğiniz” için en hazırlıksız ve en beklenilmedik zamanda vurmuştur.
Dediğim gibi “umursamazlıktan gelme” mutluluktur ama sadece kısa vadede. Kendi gerçeğimizi, kendi düşüncelerimiz ve davranışlarımız ile yaratırız. Her hareketimiz veya hareketsizliğimizin bir önemi vardır.
Şuurumuzu (zihnimizi) ve sorumluluklarımızı elden çıkarmamız, yaşamımızı elden çıkarmamız demektir.
Eğer yeterli sayıda kişi bunu yaparsa, dünyamızı elden çıkarmış oluruz ve bu da bilinen insan tarihi boyunca yaptığımız tek şey ! Birkaç kişinin, büyük toplulukları kontrol edebilmesinin de nedeni budur.
Günümüzdeki tek fark, şu anda birkaç kişinin, iş dünyasında, bankacılıkta ve iletişimdeki globalleşme sayesinde, bütün gezegeni idare altında bulunduruyor olmasıdır. Bu idarenin temeli her zaman ayni olmuştur : “İnsanların “umursamazlık” içinde olmalarını sağla, korku içinde olmalarını sağla, birbirleriyle savaşıyor olmalarını sağla. Ve en önemli bilgiyi kendine saklarken, insanları bölerek, kontrol altında tut ve onlara hükmet.” Ve bu kitapta göreceğimiz gibi, insanlığı kontrol etmek için bu yöntemleri kullanan şahıslar, ayni gücün, ayni üreyen kabilenin üyeleri ve günümüzde yolculuğunda zirve noktasına ulaşmakta olan uzun vadeli bir planın takipçileridir. Global faşist devlet burnumuzun dibinde!
Halbuki, durumun düzeltilmesi olası...Gerçek güç, çoğunluğun elindedir, birkaç kişinin değil..Aslında sonsuz güç her bireyin içinde mevcuttur. Birkaç kişi tarafından kontrol edilebilmemizin sebebi, kendi kaderimizi çizebilme gücüne sahip olmadığımızdan kaynaklanmıyor, o gücün hayatımızın her saniyesi elimizden uçup gitmesine seyirci kalmamızdan kaynaklanıyor. Hiç hoşumuza gitmeyen birşey olduğunda, daima olay için suçlanacak başka birini ararız. Dünyada bir problem olduğunda, “Bu probleme karşılık ne yapacak “onlar”?” diye sorarız. İşte bu noktada, “onlar”,-ki problemi en başında gizlice kendileri yaratmıştır- bizim bu isteğimiz, bu reaksiyonumuz üzerine, istedikleri çözümü sunarlar; gücün, kontrolün ve iktidarın daha fazla merkezileştirilmesi ve özgürlüğün gitgide daha da fazla zedelenmesi... Eğer polise, güvenlik kurumlarına ve orduya daha fazla güç ve kontrol vermek ve halkın bunu sizden istemesini, sizin yapmanızı beklemesini istiyorsanız, daha fazla suç, şiddet ve terrorizm olmasını garantilemeniz, sizi amacınıza çok kolay bir şekilde ulaştırır. İnsanların soyulmaktan, bombalanmaktan, saldırıya uğramaktan dolayı “korku” içindelerse, sizin, onları “korkmaya programlandıkları şeylerden” korumanız için, size özgürlüklerini vermeye hazır olacaklardır. Bu tekniğin adı, “Problem – Reaksiyon – Çözüm”dür. Problemi yarat, “birşeyler yapılması lazım” reaksiyonunun ortaya çıkmasını sağla, ve en başından beri sunmak istediğiniz çözümü hiç karşı çıkma görmeden sun.
“Kaos”u sen yarat ve sonra “düzeni” sen sağla..
Kitleler, bir çok duygusal ve zihinsel kontrol çeşitleriyle, sürü halinde götürülüp yönlendirilmektedir.
Bunu başarmanın tek yolu budur. Birkaç kişi, milyarları fiziksel olarak kontrol altında tutamaz, nasıl ki çiftlik hayvanları, eğer birçok insan onları çiftlikte tutabilmek için çalışmıyorsa, kontrol edilemez.
İngiltere’de bir mezbahadan iki domuzun kaçması bir haber olmuştu ve birçok insanın onları yakalamak için çabasına rağmen yakalanmamışlardı. Olaydan hemen sonra iki domuz da ulusal şöhret olmuştu.
Global nüfusun fiziksel kontrol edilmesi işlemez. Fakat ayrıca, eğer insanların senin yapmalarını istediğin şeyi yapmaya karar vermelerini ve senin sunmak istediğin yasalara ihtiyaç duymalarını sağlamak için, onların nasıl düşünmeleri ve hissetmeleri gerektiğini idare altına alabilirsen, zaten fiziksel kontrole ihtiyacın kalmaz. Bu çok eski bir atasözüdür: “Eğer birinin birşey yapmasını istiyorsan, onu, yapmak istediği şeyin kendi fikri olduğuna inandır.”. İnsanlık zihinsel olarak kontrol altında bulunmaktadır ve filmlerde gördüğümüz “zombi”lerle tıpatıp aynidir -sadece çok az farkla birazcık daha bilinçlidir. Zihinsel kontrolün tanımı, bir insanın zihninin idare edilmesi ve böylece sizin istediğiniz şekilde düşünmesinin ve böylece davranışta bulunmasının sağlanmasıdır. Bu tanım altında, sorulması gereken soru, kaç kişinin zihinsel olarak kontrol altında olduğu değil, kaç kişinin zihinsel olarak kontrol altında olmadığıdır. Aslında herkes, az veya çok, belli bir kapsamda zihinsel kontrol altında bulunmakta.. Eğer ihtiyacınız olmayan veya istemediğiniz birşeyi, bir reklam veya teşvik edici ilanla almaya ikna olursanız, zihinsel kontrol altındasınız demektir. Eğer bir kişi veya bir olay hakkında gerçeğin çarptırılmış bir şekilde yazıldığı bir yazıyı okuyup, o kişi ve olay hakkındaki kendi görüşleriniz değişmesine izin verirseniz, yine zihinsel kontrol altındasınız.
Silahlı kuvvetlerdeki eğitime bir göz atın: Kusursuz bir zihinsel kontrol göreceksiniz. İlk gününüzde, “soru sormadan emirlere uyma”yı öğretildikten sonra, eğer ucu sivri bir şapka giymiş biri, size hiç tanımadığınız ve bilmediğiniz birini vurmanızı söylerse, onu vurmak zorundasınız. Bu “Emredersiniz, efendim” mentalitesidir ve ordu dışındaki hayatta da yaygındır. “Evet.. Doğru olmadığını biliyorum.. Ama patronum bana öyle yapmamı söyledi ve başka seçeneğim yok.” Başka seçeneğin yok ? Her zaman başka seçenekler vardır. Her zaman, seçmek istediğimiz ve daha az seçmek istediğimiz, bir çok seçeneklerimiz vardır. Her zaman seçme şansımız vardır. Kısacası bu da bir başka “sorumluluktan kaçma” yolu..
Zihin kontrol etme tekniklerinin sayısı sonsuzdur. Zihninizi isterler, çünkü eğer ona sahip olurlarsa, size sahiptirler demektir. Cevabı zihinlerimizi geri kazanmakta, kendimiz için düşünmekte ve diğer insanları da farklı olma ‘suçuyla’ aşağılamayıp ve yargılamayıp onların da ayni şekilde kendileri için düşünmelerine izin vermekte aramalıyız. Eğer bunu yapmazsak, bahsedeceğim plan uygulanmaya konulacaktır. Eğer zihinlerimizin kontrolünü tekrar kazanıp, zihinsel egemenliğimize sahip olursak, Plan gerçekleşemez çünkü varlığının temeli ortadan kalkmış olacaktır.
Dünyanın değişik toplumlarında pozisyon hep aynı. Ancak insani bir uyanışta kapıda. Benzer siyasetler ve yapılar, global plan ile paralel bir şekilde, duymakta, zihinsel ve duygusal uykularından yani dünyevî büyüden kurtulmakta ve global uyanış hız kazanmakta..2015’ye ilerleyen milenyum yıllarında hangi güç galip gelecek ? Bu bize bağlı..
Düşünce ve davranışlarımızla kendi gerçekliğimizi yaratırız.. Ve düşünce ve davranışlarımızı değiştirmekle de dünyayı değiştiririz.. Bu kadar basit.
Bu kitapta Bir Global Planı açığa çıkarmaktayım, herhangi bir komployu falan değil.. Bu planın ‘komplo’ kısmı insanları zihinsel olarak kontrol etmekte ve planın uygulmaya konulmasını kesinleştirmekte kullanılıyor.. Bu komplolar üç ana biçimde bulunur: Planı tehdit etmekte olan insanları ve organizasyonları silmek ve ortadan kaldırmak için komplo kurmak (örneğin; Galler Prensesi Diana’nın suikasti); Planı yürürlülüğe koyacak insanları iktidar pozisyonlarına sokmak (örneğin; George Bush, Henry Kissinger, Tony Blair,......); toplumun Planın yürürlülüğe girmesine ihtiyaç duymasını sağlayacak olan olayları yaratıp “Problem-Reaksiyon-Çözüm” metodu ile Planı sunmak için komplo kurmak (savaşlar, terörist bombaları, ekonomik krizler).. Böylece tüm bu ‘görünüşte alakasız’ olaylar ve idare etme yolları, Ayni Planı sunmak için kurulmuş Ayni Komplo’nun bölümleri olurlar. Önümüzdeki aylarda ve bunu takip eden yıllarda, her bir gazeteyi eline aldığınızda, televizyonu açtığınızda ve politik veya iş dünyası liderlerinin konuşmalarını duyduğunuzda, sizlere kitaplarımda sunduğum bilgiyi göreceksiniz. Şimdiden de görebilirsiniz, eğer büyük örtbası anlamışsanız.. Bu yaptığım ‘kehanet’ değil, sadece Planın öncelikli bilgisi.. O zaman bir iki yıl içerisinde global faşist devlet realize olacak mı? Bu soru, ancak bir başka soruyla cevaplandırılabilir:
İnsan mı olacağız yoksa ‘koyun’ mu kalacağız ?
Plan ikinci seçeneğe ihtiyaç duymakta..
Korkusuzca...
Hayat sonsuzdur...
Ve herşey aydınlanma yolunda birer deneyimdir...
Anlayışın en yüksek seviyelerinden bakıldığında,
İyilik veya kötülük göreceli hale getirilmiştir. İyi veya Kötü kavramları içi boşaltılmış kalıp ifadelere dönüşmüştür...
Yalnızca BİLİNÇ vardır;
Seçimler yapan ve tüm yaşanılabilecek deneyimleri yaşayan...
Bilinçli Müslümanlar olmak zorundayız. Bilinçli olarak yaşayan...
EĞER ABD GADDARLIKLARININ ARKASINDAKİ GÜCÜ ARIYORSANIZ, YALNIZCA ŞU SORUYU SORUN: KAOSTAN KİM KİM FAYDALANIYOR?
“Hiç bir şey olduğu gibi olmayacak, çünkü her şey olmadığı gibi olacak. Ve tam tersine; olan şey olmadığı gibi olandır. Ve olmadığı gibi olan da, olacak olandır. Anladınız mı?” Alice Harikalar Diyarında.
Dünyayı kontrol etmeye çalışan ve kendi global faşist devletini sunmayı bekleyen güç, yani benim “Illuminati” adını verdiğim şebeke, eğer önceden tahmin edilemezse koskoca bir hiçtir.
New York ve Washington şehirlerinde yaratılmış olan inanılmaz korku, tüm insanlığın genel zihninde, bir “Problem – Reaksiyon – Çözüm” zinciridir ve bu büyüklükte bir olayın gerçekleşmesini birkaç yıldır bekliyordum. Bir savaş veya nükleer bir terörist aracı olabileceğini düşünmüştüm, ama global planın hız kazanarak öne sürüleceği Bush başkanlığı döneminde muazzam birşeyler olacaktı.
Dünyanın global merkezi faşizme hızla itilmekte olduğu süre de bile, olaylar Illuminati planının öngördüğü zaman takvimine uyacak hızda gelişmiyordu. Ve globalleşme planlarına ve özgürlüğe yaptıkları tecavüzlere karşı çıkan kesim, gün boyu artmakta. Planın birdenbire, muazzam bir sıçrayışla, gelişmesini ve sunulmasını sağlayacak “çözümler”in sunulması için, insanlığın toplu olarak zihinlerini korku, panik ve güvensizlik duygularıyla sarsacak ve dağıtacak, devasa büyüklükte etkisi olan birşeylerin yaratılmakta ve yapılanmakta olduğu açıktı. Bu, ayinsel olarak oldukça önemli 9. ayın 11. gününde Amerika’da gördüklerimizdir – 911 Birleşik Devletler’deki acil durumlar için kullanılan numaradır. Ayinsel ve gizli kodlar, Illuminati’nin yüklendiği herşeyin altında var.
Ve, bu zihni felç eden gaddarlıklar, Illuminati planının, insanoğlunun zihinsel, duygusal, ruhsal ve fiziksel kölelikleri için başlattığı dönemin sonu değil, tam tersine başlangıcıdır. Terörizm tehdidini (“kendi” terörizmleri!!), “özgür ve demokratik” dünyanın, (etki olarak) bir dünya ordusu ve dünya hükümeti oluşturması ile suçlu gördükleri güçlerin - ki gerçek suçlu güçler bu “özgür” dünyanın güçlerinden başkası değil - bulunduğu ülkelere ve ülkelerin insanlarına savaş açma hakkı olarak kullanarak, daha fazla ölüm ve yıkım yaratılacaktır.
Cahil ve fakir müslüman coğrafya şer güçlerin münbit toprağıdır. Müslüman insanlar ile olası bir savaş da son olmayacak ve esas son için bir araç olacak – yine ayni güçlerin yönettiği, geriye kalan komunizm güçleri ile bir çatışmada beklenmelidir. Unutmayın ki, Illuminati her ülke, her “terörist” grup ve bu terörizme “karşı” olan her kuruluş içerisinde işlev görmektedir. Yalnızca, her “taraf” içerisinde temsilciye sahip olarak, Illuminati oyunu kontrol edebilir ve oyunun sonucunu başlamasından evvel bilebilir. Illuminati’nin İslam dünyasında da yöneticileri var, tıpkı sözde “özgür dünya”da (yakında göreceğimiz gibi) olduğu gibi. Örneğin; Saddam Hüseyin, bilinçli bir Illuminati piyonunun - baba George ve oğul George Bush gibi - her özelliğine sahiptir. Bu ayinci, duygusuz, sürüngen zihnin tahmin edilebilirliği, ABD felaketini takip eden haberler dünyasında çok rahat görülebilir.Bu tür durumlarda her zaman ne olduğuna bir göz atın ve göreceksiniz ki, plan hemen hemen her olayda hep aynidir. Olay gerçekleşmeden önce, başkasının cezasını çekecek, kurban edilecek avanak daima suçu üstlenmeye hazırlandırılmıştır. Böylece halkın düşünceleri ve zihni tehlikeli spekülasyonlar yaratmaktan uzaklaştırılmış ve önceden belirlenmiş bir hedefe yönlendirilmiş olur. Yakın zamanın suriyesinin Esed’inde olduğu gibi.
Kennedy süikastinden sonra, bu hedef Lee Harvey Oswald idi; Oklahoma olayından sonra Timothy McVeigh; ve karşımızda Osama Bin Laden. Işid en tanımsız bir aktör olmuştur şimdilerde.
Bin Laden, çok fazla yanlış bir yola sevkedilmiş olabileceği gibi, bu hafta olanlardan benim sorumlu olduğum kadar sorumludur. Başkan Kennedy ölmeden de ÖNCE, nasıl Lee Harvey Oswald’ın geçmiş bilgileri açığa çıkarılmışsa, şimdi de felaketin gerçekleşmesinden hemen sonra en kesin bir düzen ve ahenk ile Bin Laden ismi tanıtılmış durumda.
Elle tutulur birşey değil de daha çok ağızla, bu adamın Afganistan dağlarından, muazzam büyüklükteki bu operasyonu gerçekleştirmiş “Dev Adam” olduğu fikri, normal zeka seviyesine sahip herkesle dalga geçmekten başka bir şey değil ve saçmalıktan ibarettir.
Burada, bir bomba paketinden veya zihni kontrol edilmiş herhangi bir fanatiğin bombalı arabasını Kudüs’teki bir restaurant içerisine sürmesinden bahsetmiyoruz. Dört ticari dev uçak aynı anda Amerikan hava boşluğunda Amerikan havaalanları üzerinden kaçırılmalı ve de yüksek derecede spesifik hedeflere 45 dakika içerisinde uçurulmalıdır. Bu nasıl olabilmişti? Çünkü içeriden yapılan bir işti, nedeni bu.. Amerika Birleşik Devletleri’nin içerisinden yönetilip yönlendirilmiş ve dünya boyunca bulunan Illuminati örümcek ağının diğer bölümleri ile birlikte A.B.D. “İstihbaratı”nın yüksek mertebeleri tarafından planlanmış bir işti.
Şimdi, emrine amade zihni kontrol edilmiş servete sahip bir ordu ile, zihinin programlanması ve onu aktif hale getirecek tetiğin çekilmesi ile, Illuminati bu insanlara herhangi birşeyi yaptırabilir. Bu uçakları kaçırıp onları binalara doğru uçurmadan sorumlu olan kişiler, bilinçli zihinlerinde, inanmaya programlanmış oldukları “neden”e inanmışlardı. Ama gerçekte, onlar bu uçakları kaçırıp uçurmuyorlardı, onların programları bunu yapıyordu. Zihin kontrolü, şimdi o kadar ileri ki, böyle bir programlama neredeyse çocuk oyuncağıdır.
Allah aşkına, bu terör A.B.D. İstihbaratı’nın bir başarısızlığı değildi. Planı ortaya çıkarmakla yükümlü değildiler ve uçaklara silahlar sokmak, eğer sistemi kontrol edenlerden destek alıyorsan, düşünüldüğünden çok daha kolaydır. Duydum ki, bu bir başka “Pearl Harbor” olayı imiş, evet öyledir.
Amerikan hükümeti Japonlar’ın Pearl Harbor’a saldıracağını önceden bilmekteydi, ve buna rağmen hiçbir önlem almadılar, hiçbir şey yapmadılar. Niçin ? Çünkü bunun olmasını spesifik bir neden için istiyorlardı – Başkan Roosevelt’in (Bush’lara kan bağından akraba olan) daha önce, -yalnızca seçilmek uğruna-, “Amerika bir savaşa karışmayacak” demesinin tam tersine, Amerika’nın 2. Dünya Savaşı’na girişini garanti altına almak için Pearl Harbor olayına gereksinim duyuyorlardı. Problem – reaksiyon – çözüm. – ve bu yakın zaman korkunç olaylarında da gerçekleşen aynen bu.
Saldırıların kötü sonuçlarından hemen sonra, “Suçu bin Laden’e atın” kampanyası, daha önceden hazırlanmış bir plan gibi, sunuldu. Cumhuriyetçi Senatör ve Illuminati yardakçısı, Orrin Hatch, örneğin, CNN’e, FBI’dan yüksek rütbeli bir bilgi aldığını ve bin Laden’in benzeri görülmemiş saldırıların arkasında olduğunu söyledi. FBI’da yapmış olduğu kısa toplantıya dayanaraktan, Hatch “Biraz bilgim var” dedi.
“FBI’dakiler, bu olanların arkasında Osama bin Laden’in bulunabileceği ve bu dehşetlerin onun imzası olabileceği sonucuna vardılar”. Tamam, daha fazla devam etmene gerek yok Orrin, mesajı aldık ve sen de görevini yaptın.
Daha sonra, çok uygun bir şekilde, iki uçağın kaçırıldığı Boston havaalanı’nda bulunan şu kiralık arabanın hikayesi elimize ulaştı ki bu araba... evet... hazır olun... Kuran’ın bir kopyasını ve ticari uçakları nasıl uçuracağımızı gösteren bir kılavuz video kasetini içermekteydi!!! Periler ülkesinde miyim, harikalar diyarında mı ? Arabada, Bin Laden’den teröristlere görevlerinde şans ve başarı dileyen bir mektup bulduklarını iddia etmediklerine çok şaşırdım. Belki de bunu yarın “bulmayı” planlıyorlardır, ha? İnanılmaz bir saçmalık, tabii ki öyle, ama birçoğu buna inanacak. Ve, geçtiğimiz günlerde ve haftalarda, “bin Laden bağlantısı”nın, daha birçok imal edilmiş “kanıt”larının, sistematik olarak ortaya çıkarıldığını görmedik mi?
Ve işte soru: Kim faydalanıyor ? Illuminati bir dünya hükümeti ve ordusu, bir dünya para birimi ve sistemi ile merkezi global finans diktatörlüğü ve kontrolü istiyor. Mikroçiplenmiş insanlar ve sürekli, her an her türden gözaltında bulunacak bir topluluk ve medeniyet istiyor. Ve kendilerini, korkmaya inandırılıp programlanmış oldukları şeylerden kurtarabilecek yetkililere gücünü ve sorumluluğunu veren korku dolu, yumuşak başlı, boyun eğen, köle gibi itaat ve hizmet eden bir insanlık istiyor.
Yeterince komik ve ilginç olaraktan, “Amerika’da gerçekleşmiş bu korkunç olaylardan kim faydalanıyor?” sorusunun yanıtı çok basit: Yukarıda sayılan isteklerini sunmak isteyen herhangi biri. 9-11 felaketi şu anlama gelir:
Illuminati, şimdi, kendi propaganda makinesinin halkı suçlu olarak görmeye inandıracağı herhangi birine misilleme yapma ve ondan intikam alma mazaretini elinde bulunduruyor. Müslüman hedeflere karşılık yapılacak saldırılar,dünya üzerinde, özellikle de Orta ve Yakın Doğu’da muazzam tesirli anlaşmazlıklar, çarpışmalar, zıtlıklar ve karışıklıklar çıkarabilecek potansiyele sahiptir ve Illuminati’nin çekebileceği olası bir tetiktir. Bu olasılığın sonrasında, çarpışmaları ve anlaşmazlıkları artırıp genişleterek, Rusya ve Çin’in de karışmasını sağlayabilecek fırsatlar sayısız olabilecek derecede fazladır. Bir Üçüncü Dünya Savaşı, Illuminati planının bir parçasıdır ve şimdi yaşadığımız olaylar, domino taşları düştükce, bunu gerçekleştirmeye yetecek yolu açabilir.
Blair ve diğer “dünya liderleri”nden gelen “Amerika ile birleşmiş özgür dünya” deyimi, “terörizme karşı savaş”ı savaşmak için bir dünya ordusu ve polis gücü kurmak için bir araya gelmenin kodudur. Şimdiden, Bilderberg kontrolü altındaki NATO (beklemede olan dünya ordusu) bu tür bir destek için söz vermiş durumda ve toplu bilincin o kadar anlaşılabilecek bir şekilde beyni yıkanmış ki şu anda birçok insan, asılsız ve katı olarak kanıtlanmamış hedeflere karşılık yapılacak Amerikan ve NATO terörist saldırılarını, sırf terörizme karşı savaşmak adına, destekleme durumunda ve hevesindedir. Bu siyasetteki hayret verici çelişki, A.B.D. şehirlerindeki zulümleri takip eden, böğürmekte ve şiddetini artırmakta olan beyin yıkama sayesinde, kör olmuş çoğunluğun bakış açılarından kaybolacaktır.
Böylesine dikkatlice hesaplanmış bir “intikam alma ve misilleme” planı sonucunda, anlaşmazlık ve çarpışmalar artarken ve kızışırken, askeri gücün merkezileşmesi için baskı ve Amerikan ile dünya nüfusunun gücünü teslim etmeye hevesliliği ve istekliliği, Illuminati propaganda makinesinin şeytani etkisi altına girmiş her ülkeye istenilen anda saldırı ve işgal yapabilecek bir dünya ordusu yapılanıp oluşana dek hızla artacaktır.
İnsanlığın bütünsel zihni, özellikle de Amerikalı halkınki, şu anda anlaşılabilir bir şekilde derin bir travma altındadır. Bu insanlar, bütünsel bir travma-temelli zihin kontrolüne tabi tutulmuşlar ve bunun tesiri altına girmişlerdir ki hernagi bir zihin kontrol edicinin veya araştırmacısının size söyleyebileceği gibi, travma geçirmiş bir zihin, öneriye açık bir zihinle eş anlamdadır. Bu nedenle, travma sonrası atılacak olan adım, olayları istenilen modelde görüp algılamak için halkın beynini yıkayacak programlamadır.
“Yeni Dünya Düzeni”nin, yani merkezi kontrole sahip faşist global devletin, karılaştığı ve karşılaşmakta olduğu en büyük engellerden biri de, birçok Amerikan insanın sahip olduğu ruhtur. Self-determinasyon (kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi hakkı) haklarının global askeri, politik ve ekonomik kontrole verildiği gerçeğiyle yüzleştikleri anda, birçoğu buna hiddetle karşı çıkacaktı. Ülkelerinin ve sistemlerinin getirdiği bütünsel emniyet, güven ve gurur anlayışı, muazzam büyük askeri ve ekonomik güçlerinin oluşturduğu temeller üzerine kurulmuştu. Bu, aslında, John Wayne mentalitesinin bütünsel bir versiyonu – “bize bulaşmayın, bizimle uğraşmayın – burası Amerika”.. Bu mentaliteden doğan şey, bir millet ve ülke olarak kendilerine duydukları bütünsel güvendir. Ve şimdi, hep beraber gördüğümüz gibi, kendi güven anlayışları, bu güçlü kimlikleri ve tek başına ayakta durabilecek kuvvete sahip oldukları inançları, yıkılıp yokolma tehlikesi altına girmiş bulunmaktadır.
İlginç olan da, kaçırılan uçakların hedeflerinin, Amerika’nın güçlü kimliği ve güvenliğinin en büyük simgeleri olmasının –yani Pentagon; askeri kudretlerinin simgesi, ve Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kuleleri; ekonomik kudretlerinin simgesi – hiç bir şekilde tesadüf olmamasıdır. Bu, esas olarak Amerika’ya yapılmış bir saldırı değildir, Amerika’nın imajına ve hayaline yapılmış bir saldırının ta kendisidir. Ruhlarını ve inançlarını kır, “Amerikalı” olma ayrıcalıklı anlayışlarını kır,; Amerika’nın kendine olan güvenini kır; onları muazzam bir korku ve esaslı bir güvensizliğin içine bırak; ve Amerika’nın Illuminati global ve merkezi diktatörlüğü altına girmesine izin vermeyecek en büyük ve belirgin engeli aşmışsın demektir. Şimdi, bu bahsettiğimiz Amerikan ruhu, güçlü kimliğinin ve güvenliğinin sarsılması ile daha da fazla zedelenmiştir – tıpkı geçmişte Oklahoma olayında ve okullardaki silahlı saldırılarda olduğu gibi “.
Ama, buna ek olarak da, her şey çarpıcı olarak artacaktır. Bu noktada, Amerikalıların bu oyunların bir kuklası olmayı reddetmeleri ve terörizmi kınayan yetkililerin ayni terörizmden sorumlu olduklarını farketmeleri yaşamsaldır.
Amerikan insanının ağzından George Orwell’in “Biri Bizi Gözetliyor” toplumunun hızlı genişlemesine karşılık tek bir aksi söz çıkmayacağı kesinlik kazanmıştır.
Problem – Reaksiyon – Çözüm... “Teröristleri durdurmak” için insanların mikroçiplenmesi kampanyasının sunulmasını ilerleyen zamanda dikkatle izleyin lütfen.
Bir ekonomik felaket, Illuminati’yi ve planını açığa çıkarıp üzerinde araştırma yapanlar tarafından, çok önceden tahmin edilmişti. Tek para birimine ve global ekonominin merkezi kontrolüne karşı çıkanlar engelini aşmak için, Illuminati’nin ihtiyacı olan şey şu anki sistemi yokedecek büyük bir küresel ekonomik çöküntü yaratmak ve çöküntünün üstesinden gelmek için tek yolun merkezi global kontrolden geçtiği düzmecesini insanlara kabul ettirmektir. Bu uğurda dökülecek kanların hiçbir önemi yoktur. Problem – Reaksiyon – Çözüm... Bu, saldırıların neden Amerika’nın ekonomik sisteminin kalbinde patlak verdiğinin bir başka sebebi ve göstergesidir – ve bu, aynı zamanda, niçin katliamdan günler önce global ekonomik durgunluğun dünya medyasında sıvalandığını açıklamaktadır. Şimdi, böyle bir çöküntüyü dilediklerince yaratmak için ellerinde bomboş bir kağıda sahiptirler ve yakında global ekonomik kuruluşların “ekonomik krize bir yanıt bulmak ve çare düzenlemek” için biraraya geldiklerini göreceğiz. Aslında, ülkelerin G7 toplantıları bu işlemi çoktan başlatmıştır.
Bu, yukarıda sayılanlar, New York ve Washington şehirlerindeki ölüm ve yıkımın, Illuminati planına sağladığı avantajlardan sadece bir kaçıdır – ki üstüne basa basa vurguluyorum, bu Amerikan felaketi, A.B.D. sınırları içerisindeki güçler tarafından bizzat düzenlenmiştir. Bu felaketlerden sorumlular ve onların kişilikleri, insan olmayan varlıklar tarafından sahiplenilmiştir ve birçok insanın bir ineğin ölümüne ve kesilip acı çekmesine duyduğu saygı ve acıma duygusu, bu sorumluların insan hayatına duyduğu saygı ve acıma duygusu ile eşdeğerdedir. Sürüngen zihni, gelişmemiş bir duygusal seviyeye sahiptir ve bundan dolayı da ne kadar korku ve ahlâksızlık içine batarsa batsın, bu durumun sürüngen zihninde hiç bir duygusal karşılığı yoktur. Bunun örneklerini görebilmek için, yalnızca, bu kadar muazzam acılarla dolu görüntüler sonrasında, duygusuz, belli başlı hareketlere dayalı, önceden yazılmış konuşmaları yapan George W. Bush ve İngiltere Başbakanı Tony Blair’i izlemek yeterlidir. Ayni klasmana, Prenses Diana’nın cinayetinden sonra ekranlara yansıyan İngiltere Kraliçesi de girmektedir. Reagan, en azından profesyonel bir aktördü.
Bush ve Blair bir okul müsamelesinde bile yer alamaz.
Acaba George W. Bush bu yokedici katliamların o gün gerçekleşeceğini biliyor muydu? Ne sanıyorsunuz?? Peki ya Tony Blair? Ne sanıyorsunuz ?? Ya kanlı Ortadoğu müsameresini yalnızca seyreden Obama ya ne demeli? Fakat, buna rağmen, onlar da, çok daha kuvvetli güçler tarafından kontrol edilmekte olan bu oyundaki piyonlardır ve de amaçlarına ulaştıktan ve rollerini oynadıktan sonra, onlar da katliamlara maruz kalanlar kadar kolay harcanabilecek şahıslardır. Kendi görüşümce; ben, “global terörizm” senaryosunu sağlamlaştırmak maksadı ile Bush’un veya Blair’e çok yakın birinin kurban edilmesine, bir saniyeliğine bile şaşırmam. Bulunduğumuz noktada, kazıklar çok derine saplanacaktır, çünkü global faşizme geçiş için son darbe, son itiş başlamıştır.
Dünya artık eskisi gibi olmayacak, bu doğru, fakat her tehlike içerisinde bir fırsat vardır. Ve savaşı değil barışı, ‘birkaçın diktatörlüğünü’ değil ‘herkes için özgürlüğü’ arayan bizler, bu büyük çoğunluk... şimdi yapmamız gereken şey aynanın karşısına geçip kendimize bakmak ve bu delilerin tımarhanelerini yaratmalarını nasıl durduracağımızı kendimize sormak.
Şikayet etmek artık yeterli değil. Kaçmak da artık bir seçenek değil, çünkü yakında kaçabilecek hiç bir yer kalmayacak. Zaman, bazı makatları bazı sandalyelerden kaldırma ve oturup onları dışkılarını yemeyi durdurma zamanıdır. Medyadaki telefon katılımlarını bombardımana tutup başka bir gerçeklik versiyonu sunma şansını elde edebilir ve ne zaman sizi hattan koparırlarsa, tekrar tekrar bağlanabilirsiniz; herkese, gerçekte ne olduğunu görebilmelerini sağlayan yeni bir bakış açısına hangi kaynaklardan ulaşabileceklerini söyleyebilirsiniz; bu veya diğer konulardaki makaleleri bildiğiniz herkese e-mail, fax, posta aracılığı ile yollayabilirsiniz; özgürlükler tehdit edildiği anda faşist devlete karşı BARIŞCIL protestolar organize edebilirsiniz; insanları belirli toplantılarla biraraya getirebilir ve medyanın size sunmayacağı bilgiyi tartışma ve özümseme imkanı yaratabilirsiniz;KORKULARINIZI KAYBEDİN VE BU KÜSTAH DİKTATÖRLÜĞÜN YÜZÜNE KARŞI TAHAMMÜLSÜZ OLUN.
UNUTMAYIN; BU DİKTATÖRLÜK YALNIZCA ONDAN KORKTUĞUMUZDA VE ONUN TARAFINDAN YILDIRILDIĞIMIZDA KURTULUP YAŞAYABİLİR.
Eğer yalnızca, ilk olarak, hayatımızı bu yönde adamaya, mükemmel bir kararlılıkla, karar verirsek ve hiç bir yıldırma ve göz korkutma seviyesi ve sonuçlarından etkilenmeyip o muazzam kararlılığımızı kırmazsak, yapılabilecek çok ama çok şey vardır.
Ejderha, hiç bir zaman, inanmamızı istedikleri kadar güçlü olmadı ve olamaz.Haydi, niçin bekliyoruz?
-İLERLEYİN ! Unutmayın: KORKU YOK !!
İslam dünyası ile anlaşmazlığı ve çatışmayı artırmak amacı ile, Kudüs’teki bir Müslüman kutsal yerine bir saldırı yapılması yakın vadenin olasılıkları içerisindedir. Kendi modern tarih anlayışınızla çok iyi anlayabileceğiniz üzere, Sovyetler Birliği tarafından işgal edildiği dönemlerde şimdilerin dünyanın uyuşturucu üretim çiftliği Afganistan ülkesine büyük ekonomik yardımlarda bulunmuştu. Ama, tabii ki, bu, bütünü oluşturmak için, yalnızca yerine konulan bir parçaydı. Uyuşturucunun tetiklediği silah sektörü bölgede birçok terörist yapılanmanında sebebi olmuştur.
Şimdiki kriz bir süreliğine patlayacak, kızgınlaşacak ve artacak ve kendilerini Hz. Muhammed’in has takipçileri olarak niteleyenler çoğalacak , kutsal savaşı, cihadı, öne sürüp, ortaya çıkanlar günbe gün artacaktır. Amerika Birleşik Devletleri ve onun müttefiklerinin güçleri de dünyanın özgürlüğünü korumak amacıyla ortaya çıkacaklar.
Zihnin ve ilginin yanlış yola saptırılması devam ederken, ordu güçlerini biraraya toplayacak ve bir durgunluk süreci başladığında, ABD, Kızıl Ordu ile gerçek yıkım ve yoketme çarpışmasına girecek. Tüm bunların arkasında, belli başlı baylar ve bayanlar bulunmaktadır... Onlar tüm hükümetleri, ticareti, sanayiyi kontrol altına alırlar ve böylece hayatlarının, boyutsal olarak sizin dünyanızın dışında olanların etkisi altına girmesine izin verirler. Bunlar, ne sizin boyutunuzdandır, ne de bizimkinden, ama ikisi arasındaki sahte bir boşluktandırlar.
EKONOMİNİN VE ALTININ KONTROL EDİLMESİ
Bundesbank’ın önümüzdeki aylar sırasındaki aktivitelerini dikkatle izle, dostum. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Fort Knox’un aktivitelerini dikkatle izle. Bu kuruluştan, çok büyük ekonomik kaynakların alınıp, nakledildiğini göreceksin. Aslında nereye nakledildiklerini saptamak neredeyse imkansız olacaktır.
Kıtalar, ülkeler depolarından altın stoklarını aldıracaklar ve Bundesbank, Fort Knox ve diğer altın depolarına nakledeceklerdir. Ama, sonrasında, bunlar da alınıp uzaklaştırılacaktır. Hiç kimse bunların tam olarak nereye nakledildiğini kesin olarak bulamayacaktır.
SOYLU AİLELER
Vanderbilt’ler, Rockefeller’ler, Getty’ler gibi belirgin ailelerin halkın gözünden uzaklaştığını ve sessizleştiğini farkedeceksin. Aniden, onların dünya bağışına büyük katkılar koymak istediklerini belirttiklerini göreceksin. Sizin, eğlence sanayisi olarak algıladığınız alandan, bazı belli insanların, insanlığa faydalı bağış kampanyalarında etkin roller kazandıklarını göreceksiniz.
BEYİNLERİ YIKANMIŞ “ÜNLÜLER”
Bazı belli başlı insanların görünüşleri muazzam bir şekilde değişecek. Görünüşlerini değiştirmek için gerekli cerrahi operasyonlara girecekler. Ve sizin eğlence sanayinizde, belli başlı insanların bu vücut diktatörlüğünün bir parçası olduklarını eminim ki biliyorsunuzdur. Sanırım siz buna kozmetik cerrahi ismini veriyorsunuz. Evet, maalesef bu üstü kapalı olay, kendi içinde bir başka sinsi aldatmacadır. Bunlar, kibirli nedenlerden dolayı yapılırlar. Görünüş değiştirilmelidir, çünkü ayni anda yapılmakta olan bir çok sinsi işlemler vardır. Sizin ünlüler olarak bildiğiniz kişilerin belli başlı olanları, genetik olarak kontrol altında bulunmaktadırlar, ve bu olay kozmetik cerrahi yaptırdıkları iddiaları ile örtbas edilmektedir. Kozmetik cerrahi, onlara biyolojik ve genetik seviyelerde tamamen neler yapıldığını gizlemek için gereklidir.
Ve kendilerinin dünya insanlığı, dünya barışı, dünya bağışı için büyük katkılar koymaya başladıklarını iddia edecek olan bu ünlüler, insanların beyinlerini, sahte bir barış ve huzurun gelmekte olduğu konusunda, yıkayacaklar. ... Halkları ve insanları popülerliklerini kullanarak etkileri altına alacak bu ünlüler, belli başlı politik ve sosyal değişiklikleri insanlara kabul ettirmek için bazı davranışlarda bulunacaklardır.[Michael Jackson, bu konuyla ilgili, ismi geçenlerden birisiydi. ].Ünlü kimlikleri ve statüleri, her zaman sıkça, çok sayıda insanı bir politik sisteme karşı yakın olması konusunda ikna etmek için kullanılmıştır. Tabii, bazıları bunu geçmişte büyük içgüdülerden dolayı yapmışlardır. Ama bunun adı hâlen beyin-yıkamadır.
Bunun kulağa çok inanılmaz ve fantastik geldiğini biliyorum ve bazı insanlara bununla başa çıkmak fazla geliyorsa, bundan vazgeçmeleri lazımdır. Ama yüzleşmekte olduğumuzun ne olduğu ve onun arkasında neyin, kimin, nasıl bulunduğu anlayışına sahip olmaksızın, bu diktatörlük ve beyin-yıkama yapısını çökertmemizin herhangi bir yolu yoktur.
Eğer uygun olduğunu düşünüyorsanız, lütfen tüm bu bilgileri iletmeye ve yaymaya çalışın.
ÜLKEMİZİN GELECEĞİ ADINA
Hrıstiyan Misyonerlerinin İslam Alemindeki zararlı faaliyetlerini de ele almaz isek sanırım anlatmak istediklerimiz yarım kalacaktır.
1965 yılında son toplanan Vatikan konsülü 3 ayrı karar alır. Milenyum dedikleri çağda Asyanın hristiyanlaşması için...
Müslüman ülkeler;
hoşgörü,
diyalog
ve gizli hristiyanlık ile İslam dininden uzaklaştırılacaklardır.
Nedir Gizli Hristiyanlık?
HRİSTİYANLAR GİBİ YAŞAYAN MÜSLÜMANLAR ELDE ETMEK!
Müslüman Türk milleti bundan birkaç asır evvel, dünyanın en kudretli imparatorluğuna sahipti.
Devletin askeri sahadaki kuvvet ve şevketine muvazi olarak sanayi, ticaret, eğitim, san’at ve sosyal teşkilat bakımından da üstün bir medeniyet seviyesine erişilmişti. İslami prensiplerle idare edilen, geniş ülkede adalet, eğitim ve mülkiyet haklarından, din ve ırk farkı olmaksızın bütün vatandaşlar istifade ediyordu. Engizisyon mezaliminden canlarını kurtarabilen yahudilerin, o devirde sığınabilecekleri tek ülke Türkiye idi. Adil kanunlar, geniş bir vicdan hürriyeti, refah ve bolluk vardı.
Edebiyat, mimari, hüsnühat, süsleme san’atları, el sanayii en parlak devirlerini yaşıyordu. Silahların en sağlamı, kumaşların en güzeli, gemilerin en sür’atlisi, binaların en kullanışlısı, orduların en disiplinlisi,mahkemelerin en güveniliri, devlet adamlarınım en dirayetlisi Türk ülkesinde idi. Osmanlı İmparatorluğu, Roma Devleti ve Abbasi Hilafeti gibi tarihte üç-beşi geçmiyen muazzam devletlerden biri idi hatta bunların hepsinden de üstündü. Nitekim çağımızın büyük tarih felsefecisi Arnold Toynbee, Tarih Hakkında Bir İnceleme isimli eserinde, bu imparatorluk için, Eflatunun ideal cumhuriyetine, tatbikat sahasında en faz1a yaklaşan devlet vasfını uygun görmektedir.
Herkesin bildiği gibi, maddi ve manevi zaferleriyle tarihin şeref sayfalarını işgal eden koca Türk imparatorluğu, bir zaman geldi ki, durakladı, geriledi ve parçalandı. Batışın sebeplerini burada teker teker zikredecek değiliz. Ancak bunu meydana getiren iç ve dış sebelerden biri hıristiyan misyonerleri idi.
Müslüman Türkleri hıristiyanlaştırmak, dolayısıyla Türk milletini yok etmek, eritmek gayesini güden misyonerler, din hürriyeti sahasındaki aşırı müsamahamızdan faydalanarak yurdumuzun çeşitli mıntakalarına sızmağa muvaffak olmuşlardı.
Başlangıçta hıristıyan vatandaşlarımızla meşgul olmuşlar, onlara ırkçılık şuuru aşılamışlar ve isyanlar çıkartarak, Türk devletinin ülke ve halk olarak parçalanıp, dağılmasına gayret etmişlerdir. Bir taraftan idaremiz altındaki hıristiyan azınlıklarını kışkırtırken, öte taraftan okullarında okuttukları Türk çocuklarını afyonlamış, onların dine, vatana ve millete zararlı birer unsur olarak yetişmelerine çalışmışlardır. Devletimizin ve milletimizin geleceği üzerinde bu derece meş’um roller oynıyan bir akım hakkında, vatanına ve milletine bağlı her Türk entellektüelinin kafi miktarda bilgi sahibi olması elbette bir vatanperverlik icabıdır. Onlar şimdiye kadar cehalet, gaflet ve vurdumduymazlığımızı istismar etmek suretiyledir ki, bünyemizde bu korkunç tahribatı yapabilmişlerdir.
MİSYONERLİK HAREKETLERİNİN KAYNAĞI
Bugünkü misyonerlerin gaye ve emellerinin iyice anlıyabilmek için, bu akımın tarihçesini ve ortaya çıkış sebeplerini bilmek lazım geldiğinden, burada mümkün olduğu kadar kısa bir şekilde bu konuya temas edeceğiz.
Roma Katolik Kilisesi Avrupa’ya tamamen hakim olduktan sonra dünyanın her tarafında yaşayan halkları hıristiyan yapmak üzere harekete geçti. Bu emeline evvela kılıç vasıtasiyle erişmeyi denedi.
Bunun, neticesinde Haçlı Seferleri düzenlendi. Aynı zamanda doğunun zenginliklerini elde etme gayeside güden bu seferlerin dinsel mazereti hazırdı. Muazzam ordular dalgalar halinde Müslüman ülkelerine saldırdılar. Asırlarca süren kanlı savaşlar oldu. Fakat müslümanların karşı hücumu karşısında tutunamadılar. Gayelerine erişemedikten başka müslümanların ilerlemesine de mani olamadılar.
Avrupanın İspanyasında, Endülüs müslümanların elinde kalmakta devam ettiği gibi, Türkler 17 inci asrın ortalarında Avrupa’nın göbeğine kadar ilerlediler. Kılıç kuvvetiyle hıristiyanlığı yaymak fikri iflas etmişti.
Artık 13. asırdan itibaren savaşlar vasıtasıyla başka milletleri hıristiyanlaştırmaktan ümid kesilmişti. Buna rağmen bazı inadçı papa ve hükümdarlar bu yolda yeni tecrübelere girişmekten de vazgeçmediler.
O kadar kan döküldüğü halde hıristiyanların mukaddes makamları yine müslümanların elinde kalmıştı. Zaten evvela din gayreti ile başlayan Haçlı Seferleri, daha sonra zenginlik ve şöhret sahibi olmak hırslarına alet olmuştu. Böylelikle Haçlılar, Müslümanları hıristiyan edecek yerde onları, yaptıkları barbarca hareketlerle, hıristiyanlıktan iyice soğutmuşlar ve nefret ettirmişlerdi. Bunun üzerine bu işi artık sulh yolu ile ve tatlılıkla yapmak lehinde bir cereyan başladı, işte, bugünkü Hıristiyan misyonerliğinin menşei buradan başlar.
13. asırda Avrupa’da iki büyük hırıstiyan tarikatı vardı: Dominiken ve Fransisken tarikatleri.
Dominiken tarikatinin kurucusu «Aziz Dominik» evvelce Tunus’a giderek müslümanları hıristiyanlığa davet yolunda oldukça gayret sarfetmişti.
Fakat tarikatini kurduktan sonra ilk işi, Avrupa’daki “sapık” hıristiyanlar arasında bir temizlik yapmak oldu. Böylece kendisi ve halefleri meşhur Engizisyon mahkemelerini kurdular ve bir asır müddetle Avrupada yaptıkları mezalimin dehşetinden herkesi tir tir titrettiler.
«Aziz Fransuva» ya gelince, onun tabiatı daha yumuşak olduğundan sapık hıristiyanları yola getirmek için Engizisyon mahkemeleri kuracağı yerde müritlerini Fransa, Almanya ve Macaristan’a yolladı. Fakat bu acemi misyonerler gittikleri memleketin dilini bile bilmedikleri için oraların hıristiyan halkı tarafmdan evvela soyuldular ve sonra da «bunlar sapıktır» denilerek zindana tıkıldılar.
Bilahare Tunus’a ve Fas’a gönderilen misyonerler de Arapça bilmediklerinden ve müslümanların aldırış etmezliklerinden dolayı hiçbir şey yapamıyarak memleketlerine elleri boş olarak döndüler.
Bu ilk teşebbüslerin toptan başarısızlığa uğraması karşısında müslumanları hıristiyan yapmaktan ümit kesilmeye yüz tutmuştu ki, yeni bir isim duyulmaya başlandı: Mayorkalı Ramon.
Ramon de Lulle, 1235 te ispanya’da doğdu. Babası bir asilzade idi. Yetiştiği muhitte İslam tesir ve nüfuzu hala kuvvetini hissettiriyordu. Gençliğinde dünya zevklerine düşkün bir asilzade idi.
Gördüğü bir hayal üzerine papaz olmaya ve müsiümanları hıristiyan yapmak için faaliyete girişmeğe karar verdi.
O sırada Mayorka Adasına yerleşmiş bulunuyordu. Evvela bir müslüman esir satın alarak ondan 9 yılda Arapça öğrendi. Bütün emeli Arapça öğreten bir papaz mektebi açarak misyoner yetiştirmekti.
Bunun için Avrupa krallarına, papalara ve Viyana Konsiline müracaat etti. Fakat her defasında derdini anlatamadı. Bütün ömrü eserler yazmak ve Avrupa’nın başlıca merkezlerinde dolaşmakla geçti.
İrili ufaklı iki bin kadar risale telif etti ki. 100 cilt tutmaktadır. Eserlerinin en belli başlıları Tanrının 100 adı (Kur’an’a —sözde— nazire olarak yazmıştır) ile Ars Major’dur (Büyük Sanat). 1291’de Tunus’a gitti, orada hıristiyanlık propagandası yapmak için uğraştı. Fakat 1292’de hudut harici edildi. 1305’te Buji şehrine gitti yakalandı ve hapsedildi. Hapisten çıkmasına yardım eden bir müslüman alimi ile altı ay münakaşa etti. Fakat her ikisi de birbirlerini ikna edemediler. Buji sultanı onu tekrar hudut harici etti.
1311’de bütün ömrünce tahakkuku için çalıştığı Şark dilleri kürsülerinin papanın emri ile kurulduğunu gördü. 1315’te Tunus’a ikinci defa gitti. Sokaklarda İslamiyet aleyhinde vaazlar vermeye başladı. Nihayet kendisinin bu haline tahammül edemiyen halk tarafından katledildi.
Modern misyoner teşkilatının ve şarkiyat ilminin babası işte bu zattır.
Reform hareketi neticesinde Katolik kilisesinin sultası parçalanıp ortaya çeşitli mezhepler çıktıktan sonra misyonerlik hareketleri de çeşit itibariyle çoğaldı. Her mezhep kendine mahsus bir misyoner teşkilatı kurdu. Yurdumuzda faaliyet gösteren başlıca teşkilatlar Katolik, Anglikan ve Protestan kiliseleridir. Bütün dünyanın talan edilmesinde ise emperyalist Cizvit Papazlarının rolü büyüktür.
MİSYONERLERİN METODLARINA UMUMİ BİR BAKIŞ
Tarih göstermiştir ki, misyonerler gayelerine erişmek için her türlü vasıtayı mubah gören bir zihniyete sahip olmuşlardır. Bu yüzden, Afrika ve Asya milletlerini uzun yıllar boyunca kanını emen sömürgecilerin ve emperyalistlerin en büyük yardımcıları hıristiyan papazları olmuştur.
Yerli halki kendi dinlerine sokabilmek için, kanlı ve vahşi işgalci ordularından medet ummuşlar ve bu uğurda en gayrı insani usullere başvurmaktan çekinmemişlerdir.
Onlar, girdikleri memlekette sadece dinlerini tebliğ işiyle meşgul olmazlar. Bilirler ki, mahalli kültürleri yıkmadikça hiçbir yerli hıristiyanlığı kabul etmez. Onun için evvela oradaki milleti meydana getiren maddi ve manevi kıymetler bütününü soysuzlaştırmakla işe başlarlar. Tahrip ettikleri milliyetin enkazı üzerine kendi inançlarının binasını yükselteceklerini sanırlar.
Yurdumuzdaki yabancı okullarda tahsil gören gençlerin çoğunun dini ve milli terbiyeden mahrum, batı taklitçisi birer kozmopolit olarak yetişmesi, iddiamızın canlı bir delilidir.
«The Moslem World» mecmuasmm müdürlerinden müteveffa rahip Samuel M. Zwemer, misyonerlerin İslam ülkelerindeki menfi tesirlerini şu cümleleriyle itiraf etmektedir:
«İslam memleketlerindeki misyoner teşkilatı faaliyetinin iki cephesi vardır: Yapıcı ve yıkıcı, veya başka bir tabirle eritici ve yeniden şekil verici. Mesela, Türkiye’deki muazzam değişikliklerin muharriki Batı Medeniyetinden ziyade misyonerlerde aranmalıdır. Mısır’da ve bütün İslam aleminde de durum aynen böyledir. Bu memleketlerde hıristıyan olan müslümanların sayısım öğrenmek için «Vaftiz istatistiklerine» bakmamalıdır. Zira biz şuna eminiz ki, günümüzde yüzlerce müslüman kalplerinden İslam imanını çıkarmışlar ve hıristiyanlığa gizlice inanmaya başlamışlardır. Onların müslümanlığı sözdedir.»
İmparatorluğun çeşitli bolgelerinde yaşayan ermeni, bulgar v.s. gibi hıristiyan unsurların çocuklarını, açtıkları mekteplerde okutmuşlar ve onlara kendi milliyetçiliklerini aşılayarak, Osmanlı idaresine karşı isyanlar hazırlamalarına sebep olmuşlardı. Bir taraftan memleket içindeki çeşitli unsurların arasına ayrılık ve nifak tohumları ekerken; öte yandan Avrupa ve Amerika kamuoyunu, Türkiye’nin aleyhine kışkırtıyor; kendi tahrikleriyle kopan isyanların bastırılmasını, ”Türkler hıristiyan ahaliyi kesiyor” şeklinde propaganda ederek, Batı alemini aleyhimize harekete getirmeğe çalışıyorlardı. Bundan bir asır öncesine kadar. Türk nüfusunun ekseriyette bulunduğu Tuna vilayetimizde, sakin bir hayat süren Bulgarlann isyan etmelerine ve Avrupa devletlerinin yardımıyla özerklik ve bilahare bağımsızlıklarını kazanmalarına en fazla hizmet eden müessese, İstanbul’da protestan misyonerleri tarafından işletilen Robert Kollej isimli okuldu.
Günümüzde yurt dışında ve içinde faaliyet gösteren adı Türk olan okullarında çok iyi değerlendirilmesi gerekir.
1937’de İstanbul’da basılan ve o zamanın idaresince, matbaadan toplatılarak imha edilen H.Y. imzalı ve “Bulgaristanı Kimler Kurdu?” başlıklı broşürde bu mevzuda dehşet verici ifşaat bulunmaktadır.
Tuna Türklüğünün mahvına, Müslüman Rumeli’nin elimizden çıkmasına ve oradaki milyonlarca dindaşımızın barbarca katledilmesine, hep misyonerlerin ektikleri zehirli nifak tohumları sebep olmuştur.
Osmanlı imparatorluğuna bağlı Arap ülkelerinde yaşayan hıristiyan Arap azınlıklara da, Beyruttaki Katolik- Fransız ve Protestan-Amerikan üniversitelerindeki misyonerler, Arap milliyetçiliği aşılıyarak, Arap teb’amız arasında da ayrılma ve parçalanma eğilimlerini körüklemişlerdi.
Ayrıca Misyonerler ilk hamlede Müslüman Türkleri doğrudan doğruya hıristiyan edemiyeceklerini bildiklerinden, onların genç neslini dinsiz olarak yetiştirmek, bilahare hasıl olan maneviyat buhranına çare olarak hıristiyanlığı takdim etmek istiyorlardı. Bu maksatla ülkemizin her yerinde açtıkları yüzlerce okulda tahsil gören Türk çocuklarını birer köksüz olarak yetiştirmeğe itina etmişlerdir.
26 Ağustos 1911 tarihli, AIIgemeine Missions-Zeit-schrift isimli misyoner mecmuasında şöyle bir haber yer almıştır; “Dünya Hıristiyan Talebeleri Birliği Konferansı İstanbul’da açıldı. Toplantıya 33 milleti ve 37 mezhebi temsilen 248 talebe mümessili iştirak etmiştir. Toplantı 1871’de kurulan ve içinde Türklerin de bulunduğu 450 talebeye HIRİSTİYANİ ESASLARA dayalı bir eğitim veren ROBERT COLLEGE’de yapılmıştır.»
Son yarım asır içinde Türkiyede İslamiyeti ve millliyeti yıkmağa çalışan zihniyet bu okulların yetiştirdiklerinin zihniyetinden başkası değildir, Misyonerlerin bu siyasetlerini şu tabirle ifade edebiliriz: “Ağaç, sapı kendi dallarından yapılan bir baltayla kesilir.” Onların nazarında ideal Türk münevveri Tevfik Fikret’in oğlu Halük’tur. Malum olduğu üzere babasının hür ve ilerici fikirleriyle yetişen ve tahsilini bir misyoner mektebinde yapan Haluk, dinini ve tabiiyetini değiştirerek protestan bir Amerikan vatandaşı olmuş, milletini ve vatanını inkar etmiştir.
İLİM VE MANTIK KARŞISINDA MİSYONERLER
Misyonerler dinlerini yaymak için ilmi yollardan faydalanmazlar. Zira ilim ve akıl vasıtasıyla hıristiyanlığın müslümanlığa üstün olduğunu ispat etmeye imkan ve ihtimal olmadığını bilirler. Bu yüzdendir ki, dolambaçlı ve sinsi yollara başvururlar. İnformal eğitim temel teşkil eder. Günümüzde ç,zgi filmler en önemli fonksiyonu üstlenmiştir.
19. asırda Hindistan’da cereyan eden bir hadise, konumuz itibariyle, üzerinde önemle durulmayı gerektiren bir durumdadır.
Hadiseyi kısaca hikaye ediyoruz: İngilizler, Hindistanı işgal ettikten sonra protestan misyonerleri bu ülkeye akın etmişler, yerli halkın dilinde kitaplar yazıp dağıtmak meydanlarda nutuklar çekmek suretiyle halkı hırisitiyanlığa faaliyette geçmişler. Bu arada ulemanın ileri gelenlerinden Halilurrahman Rahmetullah Dehlevi Hazretleri de Hindistan’daki misyonerlerin en bilgilisi ve rütbece en büyüğü olan Papaz Pfander’i herkesin huzurunda yapılacak bir münazaraya davet etmişti.
Papazın kabulü üzerine 1853 yılında Ekberabad şehrinde bu tartışma yapıldı. Toplantıda yüksek ingiliz memurları, ileri gelen Müslümanlar ve kalabalık bir halk kütlesi hazır bulundu.
Rahmetullah Efendinin ve Pfanderin yanlarında yardımcıları vardı. Munakakaşanın programını müslümanlarla hıristiyanlar arasmda anlaşmazlık mevzuu olan şu beş ana mesele teşkil ediyordu:
1) Tahrif (Hıristiyanların kutsal kitaplarının muharref olup olmadığı meselesi).
2) Nesh (Hıristiyanların kutsal kitapların hükümden kaldırılıp kaldırılmamış olması meselesi}
3) Teslis (Hıristiyan inancına göre Allah’ın hem bir, hem üç; Hazret-i İsa’nın (A.S.) hem Allah,
hem insan, hem de Allah’ın oğlu oluşu meselesi).
4) Kur’an-ı Kerim’in Allah tarafından gönderilmiş hak kitap oluşu meselesi.
5) Hazret-i Muhammed Sallallahü aleyhi ve sellemin risaletinin hak oluşu meselesi.
Münakaşanın ilk iki maddesinde Rahmetullah Efendi galip geldiğinden, misyonerler kaçmak mecburiyetinde kaldılar. Bu hadise İslamiyetin hıristiyanlığa karşı ilim ve akıl yoluyla kazandığı parlak bir zafer olarak tarihe yazıldı. Rahmetullah Efendi daha sonra bu mevzuu genişleterek «İzharü’l-Hak» ismiyle iki ciltlik, arapça büyük bir eser telif etti. Bu eser. Türkçeye, Fransızcaya, ingilizceye ve başka dillere tercüme edilmiştir. İngilizce tercümesi neşrolunduğu vakit meşhur Times gazetesinin Edebiyat ilavesinde, bu kitap garpta yayılacak olduğu takdirde hıristiyanlığın tutar tarafı kalamayacağımı ifade eden bir yazı çıkmıştır.
Bugün, misyonerler İslam-Türk yurdunda ellerini kollarını sallıyarak dolaşabiliyor ve bir kısım vatan gençliğini batıl telkinleriyle ifsad edebiliyorlarsa, bu, müslüman ulemasının sindirilmiş olmasından veya bu konuda çalışmadıkları ileri gelmektedir. Halbuki hıristiyanlığı reddetmek için yeni eser telif etmeğe ihtiyaç bile yoktur. Zira asırlar boyunca birçok İslam alimi hıristiyanlığa reddiye olarak yüzlerce eser telif etmişler. Onları tercüme etmek veya bugünkü dile yeniden neşretmek maksadın husulüne kafidir. Bu noktada merhum Mehmd Akif’in şu beytini tekrarlamamak mümkün müdür?
«Misyonerler gece gündüz çalışırken acaba, Oturup, vahy-i ilahiyi mi bekler ulema?»
KÜLTÜR EMPERYALİZMİ VE MİSYONERLER
Asrımızdaki eski sömürgecilik usulleri tarihe karışmakta, yerine daha sinsi ve gizli bir sömürgecilik ikame edilmektedir.
Batı alemi Asya ve Afrika devletlerini eskisi gibi silah, ve ordu kuvvetiyle somürememektedir. Ancak, kültür, iktisat, ticaret sahalarında bu milleti soymağa ve kendi hizmetinde kullanmağa devam etmektedir. İlim, kültür, sanat, edebiyat ve kendi ahlaki değerlerini topluma empoze etmişlerdir.
Bu yeni sömürgecilikte misyonerlerin açtıkları okullar mühim rol oynamaktadırlar. Bu okullarda zehirlenmiş olarak yetişen ve bulundukları memleketlerde idareci mevkilerine geçen kimseler, sinsi emellerine alet olmaktadırlar. Öyle ki. Misyoner mekteplerinde yetişip. sonra da mühim mevkilere gelen bu devlet adamları. kendi öz milletlerine sömürgecilerden daha fazla zulüm yapmaktadırlar. Onlar kendi vatanlarını bir “auto-colonie” olarak idare etmekte, içinden çıktıkları milleti ezip soymaktadırlar. Misyoner okulları, hıristiyan olmayan devletlerin milli bağımsızlıklarını ihlal eden zararlı müesseselerdir.
«Altı yüz yıldan beri dıştan yaptığı akınlarla muvaffak olamıyan, son asırlarda ise ana yurdun sadece uydu ülkelerini kopararak ayıran düşman, zaferini temin için azar azar içimize sızdı. Ruhlarımıza mayasını kanştırmak istedi.”
Ve geçen asırda, Fatih’in İstanbul’u aldığı surlardan bu milletin kültürünü fethedeceğini söyliyen Amerikalı Hamlin’in ( Robert College’i kuran papaz ) bu sözünün sembolleştirdiği davayı, ya’ni kaleyi içinden alma davasını güttü.
Zehirli iğnesini varlığımızın her tarafına geçirerek, okullara, aileye, zevke, kazanca, sanata, ahlaka ve dine kadar bünyemizin her tarafına zehirini akıttığı halde kendini göstermeyen düşman, altı yüz yıllık aynı düşmandır.
Dışımızda iken onu görüyor, ona karşı cihad açıyorduk. Şimdi benliğimize girdi. Kültür halinde, san’at halinde, ahlak ve aile hayatı halinde, servet ve mülkiyet halinde, hatta din halinde bize nüfuz etti.
Asıl benliğimiz olduğuna bizi, içimizdeki safdilleri ve masum bir gençliği inandırmak istiyor, muvaffak olduğu yerde kanlı ellerini gösteriyor.
31 Mart hadisesini yapıyor. İsyanları körüklüyor. Neron gibi Romayı yaktırdıktan sonra «Romalılar! Uyanın, ayaklanın! Hıristiyanlar şehrinizi yakıyor!» diye tellallar bağırtıyor.
Şehirlerini kuşatan ordunun ezan sesleriyle dehşet duyan düşman, bu ezanların vatanında, ruhlarına çan seslerini sindirmek için sinesine aldığı nesilleri, kendi kültür yuvalarında zehirliyor.
Bunun karşısında bin yıllık bir millet, neşriyatiyle, vicdaniyle, irfaniyle, üniversitesiyle bin yıllık bir millet lakayd duruyor. Nerede bu kültürün İbni Kemalleri?
Yabancı okullar ve yabancılara hizmet eden okullar meselesi derin bir yaradır. Davanın siyasi zaruretleri bizi alakadar etmez. O hususa temas etmiyoruz. Ancak prensip itibariyle, her milletin kendi vatanında kendi mektepleri vardır. Yabancı okullarda okumak isteyenler, yabancı vatanlara giderler. Okul millet kültürünün, millet ruhunun bayrağıdır. Vatan topraklarında yalnız o bayrak dalgalanır. Yabancı okulların yayacağı kültürler, bu memlekete medeniyet ve irfan getirmez, belki o milletin kültürünü yara bere içinde, perişan bırakır; milli şahsiyetin millet kültürü ile vücut bulmasını imkansız kılar, ileri bir milletin kültüründen faydalanmak için, kültürün tarlası olan vatana gitmek lazımdır. Memleket içinde yabancı mektep, millet kültürünün ağacını köklerinden tahrip eden, ona zararlı bir nebattır.
Kendi vatanında milli kültürünün değerlerini yaşatan yabancı mektep, vatanının dışında misafiri olduğu milletin kültürüne karşı koyan zararlı bir kuvvettir. Öz vatanında kendini istiyen çocuklarına sevgi ile sunulur.
Yabancı bir vatanda, o vatanın çocuklarının kalbiyle, onlar ister farkında olsunlar, ister olmasınlar, çarpışır ve kalblerini aşındırır.. Her milletin vatanperverliği samimi olarak, kendi vatanında yaşanır.
Başka milletlerin milli değerlerini tanıyarak faydalanmak isteyenler, onu kültürün ancak kendi vatanında bulurlar.»
Misyonerlik faaliyetleri hakkında söylenecek sözümüz çoktur. Bu konuda fikir adamlarımıza düşen vazife ve sorumluluk son derece büyük ve ağırdır.
Milli bünyemizi tahrip eden zararlı cereyanlar meyanında bu hareketi de inceleyip, halkı uyandırmak, yabancıların açtıkları mekteplere boykot ilan etmek, hıristiyanhğa karşı reddiyeler hazırlamak bu cümledendir.
MERAKLISINA NOT:
KOMPLO TEORİLERİ
Bu teoriler için aslında söylenecek çok şeyler vardır. Bu teorileri üretenlerin niyeti, kişileri ve cemiyetleri belirlenmiş hedefin merkezine doğru çekerek bataklık çukuruna düşürmektir. Her şeyi bir komplo illüzyonu içinde kaybedip dağıtabilmek mümkündür. En akıllı, tedbirli ve temkinli olduğunu zannedenler dahi bu illüzyona maruz kalıp aldanma ihtimali bulunmaktadır.
Komplo teorisi üç kısımdan oluşur.
Birincisi “Haber” bölümüdür. Teorisyen size aklınızda olmayan bir şeyi hatırlatır. Bu daha önce düşünülmemiştir. Son derece gerçekmiş gibi normal bir şey olduğunu kabul etmenizi ister. Fakat gerçek, farklıdır.
İkinci kısma “Eğriltme” denir. Teorisyen iddiasını alır ve onu olağanüstü bir şeye dönüştürür. Çünkü dikkatler etkilenmiş ve dağılmıştır. Artık teoriyi bilmek değil, kandırmak isteyenin isteğine mahkûm olmuş bir düşünce yapısı ortaya çıkmıştır. Bununla yani kandırmak ve kandırılmakta yeterli değildir. Çünkü bir anlatılanların bir kısmının gerçek çıkması gerekir.
İşte üçüncü kısım olan “Prestij” in teorisyen tarafına geçmesi gerekir. Bu “Prestij =saygınlık, itibar, nüfuz, ün” olan kısımda artık kontrol teorisyeninin elindedir. Artık teoriyi çözmek yerine kandırılmak insanlara daha hoş gelmektedir. Gerçeklerle karşılaşmak yerine insanların olmayacak bir şeye inanması daha kolaydır. Çünkü gelecekte hata yaptığı açığa çıkınca aldatıldım demek şansını kaybetmek istemez.
Bu anlattıklarımızı misal olarak ABD’nin önemli strateji kuruluşu Stratfor’un sahibi analist George Friedman, 2050 yılına yönelik “The Next 100 Years: A Forecast for the 21st Century” (Önümüzdeki 100 Yıl: 21. Yüzyıl İçin Tahminler) isimli bir kitabındaki öngörüleri verebiliriz:
2020: Rusya çökecek. Türkiye en büyük 10’uncu ekonomi olacak. Çin büyük bir kriz yaşayarak dağılacak.
2030:Dünya ABD kaynaklı büyük ekonomik krizle yeniden sarsılacak
2040: Türkiye; Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanları hâkimiyeti altına alarak dev bir ülke olacak. Bölgesinde askeri müdahaleler yapacak. ABD-TÜRKİYE arasındaki gerilim artacak
2050: Türkiye, ABD, Polonya ve Japonya arasında 3. Dünya Savaşı çıkacak. 50.000 kişi ölecek.
2060: Enerji Devrimi Gerçekleşecek.
2080: Petrol rezervleri bitecek, yerine uzay temelli enerjiler dünyada kullanılmaya başlayacak.
2100: Meksika ABD’ye savaş açacak. – NATO bitecek. Avrupa’daki Almanya Fransa ittifakı çökecek. Avrupa Birliği bitecek, hâkimiyet Polonya’ya geçecek.
- Türkiye; Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanları hâkimiyeti altına alarak dev bir ülke olacak.
- Başkent Ankara’dan İstanbul’a taşınacak.
- Karadeniz ve Akdeniz artık bir Türk gölü haline gelecek.
- Neo Osmanlı senaryosu gerçek olacak. Türkiye Osmanlının sahip olduğu topraklara yeniden hükmedecek
-Dünyadaki herkes Türkçe, Japonca, Polonya ve Meksika dillerini öğrenecek.
G. Friedman’ın gelecek öngörüsü hakkındaki ütobik düşüncelerine aldanmanın bedelinin ne kadar olacağını düşünmek gerekir. Düşünüldüğünde güçlü bir devletin strateji kuruluşunun uzmanı önceden gördüğü bazı şeyleri deşifre ederek bir yenilgiyi mi haber veriyor? Yoksa bir illüzyona doğru bazı devletlerin halkını çekerek onların hata yapma ihtimallerini yükselterek büyük lokma yapma peşinde midir? Bu gibi sorular sorulunca tedbir mahiyetli düşüncelerimizin artması gerektiği hatıra gelmektedir. Mesela Türkiye hakkındaki varsayımlarına baktığımızda umut verici sözler gerçekleşmesi sevinmemize sebep olur. Fakat bu bir illüzyonsa?
Kuvvetli olmanın birinci şartı kuvvetli beslenmedir. Kuvvetli beslenme ise kaliteli gıda ile olur. Bir çiftçinin hindiye verdiği gıdalar, hindiyi sevmesinden olduğunu düşünmek illüzyondur.
Yakın zamanlara kadar aşağılık kompleksi içinde olan milletimize birileri gelerek hayallerinde senelerce ABD hakkında düşündüğü süper devlet fikrini yıkacak söylemleri ile parıldayan, milliyetçi olduğu lanse edilen profesörün ağzından “Aptal Amerika” gibi sözler ile bir şeyler duyulmaya başlayınca çok kişi şok olmaya başlamıştı. Bir şey bu arada unutuluyordu. Bu kişi uzun seneler Amerika’ya hizmet etmişti. Şimdi niye bu şekilde konuşuyordu. Çünkü bu bir illüzyondu. SSCB yıkılınca Amerika siyaset ve hedef kitle olarak yıllardır rakip olarak gördüğü ve gösterdiği kuvveti ve kolunu kaybedince yeni ve daha güçlü bir hedef bulması mı gerekiyordu.
Bunun içinde potansiyel kitle olarak Türklerin seçilmiş olması için mi teorisyenleri bu saçma fikirleri ileri atmaktadır. Hiç insan kendini yesin diye aslan besler mi? Roma’da gladyatör ve aslanı besleyen yönetim arena duvarları arasında verdiği özgürlüğü hiç dışarı taşırmıyordu. Arena savaşların olduğu ve halkın illüzyona çarpıldığı yer olmaktan öteye çıkmadı.
Konuyu aşağıda aldığımız alıntılarla daha iyi anlayabiliriz.
[1501’de İspanya’nın Katolik Krallarına gönderdiği bir mektupta Kristof Kolomb, (1451’e doğru-1506) şöyle demektedir:
“Önceden de söylediğim gibi, bu Hint Adaları girişimi için bana ne akıl ne matematik hesapları ne de dünya haritaları yardımcı olmuştur; yalnızca İşaya’nın söyledikleri gerçekleşmiştir.”
Kutsal Metinler tarafından esinlenmiş ve büyük yazgıların adamı olduğuna inanmış Büyük Amiral, bu özellikleriyle eski eskatolojik[2] beklentileri gerçekleştirecektir. Bartolome de Las Casas (1474-1566) sayesinde kurtarılan ve ölümünden sonra yayımlanan Diario de navegacion adlı eserinde, dinsel binyılcılık ve haçlı seferleri saplantısı alan tutkusuyla, ekonomik ve ticari hesaplarla (sözleşme yaparak Kolomb gelecekteki kârın onda birini daha baştan kendine ayırır) ve bir sömürge imparatorluğuna dayalı dünya hegemonyası kurmaya yönelik açık projesiyle çatışır. Hint Adaları’nın zenginliği, Hıristiyan evrenselciliğinin bayrağı altında insanlığı yeniden bir araya getirmek için, Kudüs ve İsa aleyhisselâmın mezarının kurtuluşu yönünde kullanılmalıdır.
Böylelikle Kolomb kendisini, “İsrail Tanrısı”nın ismini ve şanını dünyanın öteki ucuna kadar taşımanın Tanrısal misyonuyla çevrilmiş hisseder. “Siyon Dağı’nın evini yeniden inşa etmek” gerekli diye haykırır. Altınla birlikte, “ruhlar cennete gönderilebilir.” Onun keşfi eksiksiz bir dirilişin Yeni Zamanı’nı ilan eder; orada insanlık, bir bütünlük içinde tek dini kucaklayarak yanılgıyla geçen yüzyıllardan ve ilk günahtan azade, çatışmasız bir bütünlük içinde tek bir çobanın asası altında buluşacaktır.
Kolomb, Platonculuk ve Kutsal Kitapların çift yanlı geleneğinden esinlenmiş, müritleri ortak bir Tanrı aslanda buluşmuş mistik bir toplum hayal eden Aziz Augustinus’un Civitas dei‘sine yönelir. Ayrıca Las Casas da Kıyamet tarafından ilan edilmiş mutluluk binyılına inancın etkisi altına girmekten kurtulamaz: O, Hıristiyanlığın mistik vücudunun bir parçası olan yerli halkta açılan yaralardan sorumlu olan kardeşlerinin, bu inancın gelişine engel olmalarına yanar.
Son günlerinde yerlilerin savunucusu olan Las Casas, “Eskisinin bir Türk kuşatmasıyla silinmiş olacağı gün, Hıristiyanlık dünyasından Yeni Dünya’ya genel bir eskatolojik aktarımın beklentisine katılacaktır.”][3]
Yine Kolomb gibi [More ve Erasmus [insanlığın kurtuluşu] için Hıristiyanlığının yerine insan kardeşliği Hıristiyanlığını koymayı dilerler. İlk Hıristiyan meclislerinin ruhuna dönmenin, Platon’un communitas’ının ilk çağlardan kalma bilgisi ile Tanrıda insanı sevmeyi ya da caritas’ın hümanist ülküsünü birleştirme onurunu ifade ettiğini düşünürler. Aziz Yuhanna “Tüm insanlık tek bir aile olacak,” kehanetinde bulunuyordu. Bu tümce Hıristiyan Mesihçiliğinin küreselleşme projesini anlatmıştır.
Avrupalı bilincini taşıyan ilklerden olan Erasmus için, insan ve Hıristiyan olmanın gereği, halkları birbirine karşıt kılan ulusçuluğu ve ulusal dilleri tanımamaktır. Onun için yalnızca Latin dili, büyük bilginlerin kardeşliğiyle paylaşıldığı için, evrensel sıfatını hak eder. Onun mektup ağı sınır tanımaz. Hayatı boyunca,“Dünya vatandaşı olmak istiyorum, herkesin yurttaşı ya da daha doğrusu herkese yabancı”
“Hiçbir zaman bir yere bir başkasından daha fazla bağlanmadım, benim için bütün dünya vatanımdı”
“Bir şehrin değil, dünyanın vatandaşı olmak istiyorum,” diye haykırmıştır.
Özgür şehirlerin cumhuriyetçi sistemi konusunda More’la aynı inancı öğretir. Querela Paris’le [Örselenen Barışın Şikâyeti] iki kısım oluşturan 1551’de yayımlanmış barışın kişileştirildiği Encomium Moriae’de [Deliliğe Övgü] İngilizlerin, İskoçların, Fransızların, Parislilerin, İtalyanların, Romalıların, Venediklilerin, Yunanlıların, Türklerin, Yahudilerin, İspanyolların ve Almanların özelliklerinden yola çıkarak kolektif biçim altında her ulusa şırınga edilen kendini sevmeyi tiye alır.”
Bu dünya vatandaşlığı arzusu, Hıristiyan hümanizminin insan uygarlığının birliğine inancının demirleme noktası olan eskatolojik vatana kavuşma umudundan ayrılamaz.
Evrensel Hıristiyan kenti sınırlıdır. İnananlar arasındaki birlik, haçlı seferlerinden beri imanın amansız düşmanları sayılan imansızları, Türkler ya da Müslümanları dışlayarak oluşur.
Erasmus, Deliliğe Övgü’sünde “Tüm bu gerçek barbarlar topluluğu insan türünün düşmanıdır,” der.
Erasmus 1517’de yayımlanan Querela Pacis’te “ Ancak Türklere karşı savaş ilan edildikten sonra ve “Avrupa’nın selameti adına” 1530’da Consultation au sujet de la guerre contre les Turcs [Türklere Karşı Savaş Konusunda İnceleme] adlı yapıtında savunma amaçlı bir savaş fikrini ileri sürer. Dahası şartlarını şöyle sıralar:
Kötülerle kötüler olarak savaşmamak gerekir, Türklerle haç çıkararak değil, Türk gibi savaşmak gerekir; savaş, insanlıktan uzaklaşmadan yapılmalı, barışçıl bir Hıristiyanlaştırmayı getirmelidir.][4]
[IV. Henri [5] Avrupa Federasyonu için üç kriteri yerine getirmesini öneriyordu:
Türklere karşı sürekli bir savaş için anlaşmak; kalıtsal monarşiler, seçimli monarşiler ve cumhuriyetler arasında eşit parçalar halinde paylaşılmış on beş ayrı “egemenlik”e dönüşmek; temsilcilerin ortak çıkarlar üzerinde tartıştıkları ve aralarında çıkan ayrılıkları değerlendirdikleri Yunan antikitesinin kent-devletler kuruluna benzer bir çeşit amfiktyonik [6] konsey yaratmak.][7]
Alıntılara bakınca aydınlarının örneklerini verdiğimiz düşmanca duygularla Türk düşmanlığını körükleyen ifadeler gerçek olan niyeti göstermektedir. Yayılmacı ve sömürgeci Hıristiyan birliği olan Avrupa tehlike olarak gördüğü Türk ve İslam dünyasına karşı Haçlı zihniyeti ile ayağa kalkmıştır. Onların Rönesansı birbirlerine olan düşmanlıklarının bitmesidir. Bu düşmanlık onlara uyanış kazandırmış ve bununla yenilenme içine girmiştirler. [8]
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“ Sen onların milletine tâbi oluncaya kadar senden ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar asla hoşnut olmazlar. De ki: “Asıl hüda, Allah’ın hidâyetidir.” Eğer sen sana gelen ilimlerden sonra, onların hevâlarına uyacak olsan, yemin olsun ki senin için Allah tarafından ne bir yar bulunur ne de bir yardımcı.”[9]
“ Mü’minler, mü’minlerden başka kâfirleri dostlar edinmesinler. Her kim onu edinirse Allah Teâlâ’dan (nusrete nâiliyet) ilgisi kalmamış olur. Meğer ki, onlardan bir korunma için çekinecek olasınız. Allah Teâlâ ise sizi Zât-ı Ulûhiyyeti hakkında tahzir buyurur. Ve nihâyet gidiş de Allah Teâlâ’yadır.”[10]
Onun için G. Friedman’ın Türkiye için söylenen sözlerin arka planını düşünmek gerekmektedir. Aslında dünya düzeninin temelinde “dengeler kanunu” vardır. Eğer yalnız kalırsan yani düşmanın yok olursa, sende yok olursun demektir. Çünkü Allah Teâlâ dünya düzenini çiftler ile teşekkül ettirmiştir.
“O zât-ı ilâhî (noksanlardan) münezzehtir ki, yerin bitirdiklerinden ve (insanların) kendi nefislerinden ve bilmedikleri şeylerden (nice) çiftleri, onların hepsini yaratmıştır.”[11]
Tek olmak, yok olmak demektir. Teklik ancak ilahlık vasfına râci bir konudur. Yetiştirme ve gelişme usullerinde zıtlık prensibinin kaybolması yok olma ile eş değerdir. Varlığın değer bulması ölümün hakikati karşında ancak değer kazanır. Bu nedenle ölümdeki gereklilik varlıktan daha üstündür. Eğer ölüm olmasa idi var olmanın hiçbir kıymeti yoktur. Allah Teâlâ bile beşeri yaratıp kendi zatının gerçekliğini açığa çıkarmıştır. Mahlûkatın varlığı zâtı karşısında bir değer ifade etmediği bilinen gerçektir. Ancak sürekli yok olup var olmalar, O’nun sıfatlarının ve isimlerinin tecelli etmesine sebep olmaktadır.[12] Bunu da kendi dilemektedir. Meşiet[13] de Allah Teâlâ’nın ayrı bir sıfatıdır.
“Bir gün ki, (kabirlerinden) hârice çıkarlar, onlardan hiçbir şey Allah’a karşı gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir?
Vâhid, kahhâr olan Allah’ındır.” [14]
İleri sürülen komplo teoriler karşısında güven bunalımı yaşayan insanlar istenilen şekilde istenilen hayata sanki tepeden bırakılan taşlar gibi beğenmedikleri hayatı dahi kolayca kabullenmek için fazlalıklarını terk etmeye başlarlar. Neyin ne kadar doğru ve yanlış olduğuna kafa dahi yormak ihtiyacı hissetmezler. Artık bilginin değil komplonun esiri olurlar. Komplo teoriler ise gerçeğin gizli hedefte gizlendiği bataklıklar gibidir. Çektiğinin bir daha kurtuluşa dönüşüne engel olur.
[Fransız toplumunu, içinde bulunduğu kaostan kurtaran Napolyon, propagandayı en etkin biçimde kullanan liderlerdendir. Napolyon kısa süre içerisinde, basının, kitleleri etkilemede çok önemli bir silah olduğunu öğrenmiştir. Onun döneminde, basın yoluyla propaganda en yaygın şekliyle kullanılmaya başlanmıştır.
Napolyon, Mısır seferine çıkmadan önce Roma’da ele geçirdiği bir Arapça matbaayı da yanında götürmüştür. İskenderiye’ye ulaştığında, ahaliye Arapça olarak yayınladığı beyannamede, padişahın dostu olarak geldiğini, İslam dinini beğendiğini ve amacının sadece Fransa’nın Mısır’daki ticaretine zarar veren, halka zulüm eden Kölemenleri cezalandırmak olduğunu söylemiştir. Bu ilan besmele ile başlıyor, Arapça “Allah’tan başka tanrı yoktur” ibaresi ile noktalanıyordu.][15]
Komplolar ile yapılması ve hedeflenen işlerin uygulanmasına alt zemin hazırlanmaktadır. Bu şekilde daha az bir gayret ve emekle isteklere kavuşulmaktadır.
Sun Tzu, “Harp Sanatı” adlı eserinde “harp sanatında uzman olanlar, düşman ordusuna savaşmadan boyun eğdirirler. Onlar taarruz etmeksizin şehirleri ele geçirirler ve uzun bir harekât yapmaksızın bir devleti devirirler” demektedir (Tzu, 1992: 24).[16]
Bilgiler sürekli komplo teoriler içinde erimeye başlayınca sonsuz bir inançsızlık ve güvensizlik ortamı oluşur. Her şeyde şüphe aramak artık normal hal alır. Gizli ve illegal yapılanmalar ile neticesi birleşmeler kaybolup kırılmalar ve kopmalar oluşur.
Son zamanlarda Zeitgeist: The Movie‘ belgesel filmi hakkındaki bir görüşü dile getirelim.
[Ezoterizm[17] ile komplo teorileri arasında kopmaz bir bağ bulunmaktadır. Nitekim son dönemde insanları meşgul eden Zeitgeist: The Movie‘ belgesel filminde bu durum son derece barizdir. Filimde “Perde arkasındakiler” den bahsedilmekte, İmparatorluk denilen sistemin CFR, Bilderberg, Üçlü Komisyon gibi örgütler tarafından yönetildiği ileri sürülmektedir. Bunların amacı herkese bir çip yerleştirmek ve “tek dünya devleti”ni kurmaktır.
Aslında filmdeki ABD karşıtlığıyla çelişen ilginç vurgular bulunmakta, sistem eleştirisi bir noktadan sonra güzellemeye dönmektedir. Bunlara göre ABD’nin, yaşanan bütün bu işlerde hiç suçu yoktur. ABD’nin ne yapacağına sistemin ekonomik-politik ihtiyaçları değil, bir avuç insan karar vermektedir. Söz konusu insanlar perde arkasında saklanmaktadır ve ABD’nin yaptığı bütün kötü işlerin günahı bunların boynunadır. Örneğin 11 Eylül’ü, “Mağaralarda yaşayan bir Arap”ın gerçekleştirmesi mümkün değildir. Saldırıyı sistem yapmıştır. Ona karşı koymak mümkün değildir.
Örneğin ABD Irak’ta da zafer kazanmıştır; ama öylesi işlerine geldiği için basına işgale karşı direnişin güçlü olduğuna dair haberlerin sızmasına müsaade etmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta bulunmaktadır. ABD’de Milis Hareketi gibi aşırı sağcı grupların ABD’ye yönelik bir takım sözde eleştirileri bulunmaktadır. Ama bu eleştiriler dünyanın bu tarafında yapılanlardan çok farklıdır ve daha çok federal hükümet kurumuna yöneliktir. Bu Neonazi özentisi gruplar arasında Zeitgeist‘ın kaynak olarak gösterdiği isimlerin etkisi büyüktür. Bu gruplar aynı zamanda “Yeni Dünya Düzeni”ni de eleştirmektedir. Doğal olarak bu eleştiri de bizlerin yaptığından çok farklıdır. Örneğin Fransız ve Ekim devrimlerinin İlluminati, CFR ve Üçlü Komisyon tarafından düzenlendiğini, Yeni Dünya Düzeni‘nin ve Tek Dünya Devleti‘nin asıl amacının ABD’yi sosyalistleştirmek olduğunu iddia etmektedir.][18]
Hülasa; [batı medeniyeti kendi çelişkileri yüzünden bir gün son bulabilir. Özellikle onun ekonomik düzenleri olan kapitalizm ve kolektivizm yoluyla doğayı ve insanı hoyratça sömürdüğü için kendi ortamını hızla yok etmektedir. Ancak, bu dışarıdan gelen bir tehdit değildir; içeriden kaynaklanmaktadır. Oysa Huntington Doğu’nun, Batı medeniyetini tehdit ettiğini ve bu yüzden son bulabileceğini ileri sürmektedir. Aslında böyle bir tehdit yoktur; ama emperyalizm bahaneler yaratarak İslam Dünyasını hedef göstermektedir.][19]
Ey güzel Allah Teâlâ’m bize istikamet ve aydınlık ver. Senin ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gösterdiğin yolda sabit olup aldanmaktan bizi korumanı diliyoruz. AMİN
Uzun lafın kısası:
Uzun uzadıya bir kısım tabloları sergiledim sizlere. Vakit buyurdunuz, şu satırlara kadar gözlerinizin ferini bana ayırdınız.
Kardeşlerim;
Yahudiler, masonlar...filanda filanlar!
Onlar meşreplerinin gereğini yapmaktalar. “İnanıyorsanız, üstün olan sizlersiniz!” diyen bir rabbiniz var.
Birşeylerin farkına varmak sizleri üzüntüye sokmasın. Aksine gerçeğin kamçısı uyandırsın gaflet uykusundan bizleri.
Unutmayın yaradılışın sırrında “hak-batıl” mücadelesine taraf olmak yer alır. Bırakın şimdi yahudiyi-mahudiyi de “KİTAP”ınıza sarılın!
Unutmayın;
DÜNYA 5’TEN BÜYÜKTÜR!
Kaynak:
[2] Eskatologya: isim, felsefe (eskatolo’gya) Yunanca: İnsanın ve dünyanın sonunu, öbür dünyayı anlatmaya çalışan tanrı bilimi kolu
[3] (Armand MATTELART, 2005), s.24-25
[4] (Armand MATTELART, 2005), s.32-34
[5] Bearn prensi ve Fransa kralı IV. Henri (d. 13 Aralık 1553, Pau, Bearn, Navarre – 14 Mayıs 1610, Paris, Fransa)1589-1610 yılları arasında Fransa kralı, 1572-1610 yılları arasında Naverra Kralı. Bourbon hanedanından gelen ilk kraldır. Nantes Fermanı’nı yayımlayarak (1598) Fransa’da din ayrımcılığına geçici de olsa son vermiştir. 1610’da akıl hastası bir papaz tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür.
[6] Amfiktyon: Eski Yunan’da, Delphoi’de barışı korumakla görevli delege,
[7] (Armand MATTELART, 2005), s.72
[8] [Gabriel Tarde, 1839’da yayımlanmış olan ulusların doğal hukukunun tarihiyle ilgili toplumbilimsel incelemesinde, “Grotius’un eserlerinde “Rönesans’ın Romalılıştırma, Hıristiyanlaştırma, feodalleştirme, insancıllaştırma gibi büyük öykünmeli dalgaların arka arkaya gelmesi sayesinde Avrupa halklarının XVII. yüzyılda eriştikleri ortak medeniyet derecesiyle açıklar.] (Armand MATTELART, 2005)
[9] Bakara, 120
[10] Al-i İmran, 28
[11] Yâsin, 36
[12] “O, her gün bir işle (meşgul)dür.” Rahman, 29
[13] Meşiet: dileme, irade, arzu, matlub, murad, istek.
[14] Mü’min, 16
[15] BEKTAŞ, Arsev; Siyasal Propaganda, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2002, s. 90
[16] (ÇİÇEK, 2006 ), s. 82
[17] Esoteric: (s.) belirli bir grup tarafından anlaşılan veya onlara hitap eden, hususi, özel, anlaşılması zor; gizli, saklı, mektum.
[18] HEPKON, Haluk, “Zeitgeist Kova Çağı Muhalefeti” Teori Dergisi Mart 2009 – SAYI: 232 http: // genclikcephesi. blogspot. com
[19] ACAR, Sadık, Medeniyetler Çatışması mı, Menfaatler Çatışması mı?, Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü s. 15
KAYNAKÇA
Armand MATTELART trc: Şule ÇİLTAŞ Gezegensel Ütopya Tarihi Kehanetsel Kentten Küresel Topluma (Histoire de I’utopie planetaire De la cite prophetüque o la societe globale ) [Kitap]. – İstanbul : Ayrıntı, 2005.
ÇİÇEK J. Ütgm. Erdogan Günümüzde Devletler Tarafından Uygulanan Psikolojik Operasyonlar Teorisi [Kitap]. – Ankara : Kara Harp Okulu Savunma Bilimleri Enstitüsü Güvenlik Bilimleri Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi-220011, 2006 .
"KASIMPAŞALI" ROMANIMIZI OKUDUNUZ MU?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder