3. DÜNYA SAVAŞI ÇIKTI!
YIL 2100
3. Dünya savaşının üzerinden tam 25 yıl geçmiştir. İnsanlık
tarihinin Nuh tufanından sonraki yıkımla sonuçlanmış en dramatik kırılma anı
yaşanmıştır. Savaşın etkileri ve izleri kolayca silinecek gibi değildir.
Aslında savaşın çıkacağı savaştan çok yıllar önce bütün
alametleriyle kendini göstermişti. Savaş öncesi "insanlık konseyi"
İstanbul'da büyük ve gizli bir toplantı düzenlemiş muhtemel savaşa ve savaş
sonrasına dönük planlarını masaya yatırmışlardı. Ayrıca savaşın çıkmaması ve
barışın sağlanması adına da ciddi gayretler gösterilmişti. Bu plana göre
insanlığın bütün geçmiş uygarlıklarının kadim bilgileri belirli merkezlerde
toplanacaktı. Savaş sonrası ise savaştan sağ kalanlar insan neslinin devamı
için birlikte hareket etme kararı almışlardı.
Topyekün savaş başlamazdan önce bütün insan toplulukları dünyada artan şiddet olaylarını terörist faaliyetler olarak geçiştirmekle yetinmişlerdi. Ta ki Newyork kentini hristiyan evangelik bir terör örgütü olan "Tanrıyı Kıyamete Zorlamak" (Forcing god doomsday-FDD) grubunun nükleer başlıklı bir füze ile vurmasıyla iş çığrından çıkmıştı. Tam 25 yıl sürecek bir savaşın fitili ateşlenmişti. İş terör grublarından çıkıp devletlerin araya girmesi ile de ateş büyümüştü. Dönemsel ittifaklar kuruluyor, düşman gruplar kısa sürede saf değiştirebiliyorlardı. Sokak çatışmaları işin garnitürü olmuştu. Gün geçmiyor ki dünyanın herhangi bir yerinden bir terör saldırı haberi gelmesin. Sivil insanlar bu alçakça saldırılarda hayatlarını, mallarını ve hayallerini kaybetmesinler. Milyonlarca insan umut adına başka diyarlara göç etmesin... Devletler ise büyük ordularıyla birbirlerinin önem arzeden bütün yapılarını imha ediyorlardı. Enerji kaynakları, gıda merkezleri, bilumum tesisler ateşli silahlarla ve bombalarla yok ediliyor, yetmediğinde ise silahların her türlüsü kullanılmaktan çekinilmiyordu.
Siber saldırılar internet kullanımını bitirmişti. İletişim sıfır noktaya gelmişti. Kimsenin kimseden haberi kalmamıştı. Adeta Dünya intihar ediyordu.
Biyolojik silahlar, genetik silahlar, frekansa dayalı manyetik silahlar...Hertürlü silah ölüm kusuyordu. Savaş aynı zamanda salgın hastalıkları, açlığı insanlığın gündemine sokuyor ölüm topluluklar için kaçınılmaz oluyordu.Savaşın ortalarına doğru "insanlık konseyi" bir karar aldı. En azından bilim adamlarından, çocuklardan ve gençlerden oluşan bir grup insanı koruma altına almaya karar verdi. Her topluluk toparlamaya çalıştığı bu insanları büyük sahra çölünde muhafaza altına aldı. 50 yıl yetecek gıda stoklarıyla yaklaşık 5 milyon insanın yaşayabileceği bir şehir inşa edildi kısa sürede.
Savaş bir felaketti. Sanki beklenilen kıyamet gerçekleşmişti. 25 yıl içerisinde milyarlarca insan yokolmuştu.İnsanlığın geleceği Sahra Çölündeki 5 milyon insanının kaderine mahkumdu.Savaştan arta kalan insan nüfusunun ise tahminen dünya coğrafyasına serpişmiş vaziyette 15-20 milyon kadar olduğu tahmin ediliyordu.
İnsanlığın elindeki son imkanlarla kurulan Tevbe Kentinin (repent city) idaresi "insanlık konseyinin" idaresindeydi. Konseye ise bir müslüman bilim adamı olan İbrahim Halilullah başkanlık etmekteydi. Bitmiş olan savaşın ardından bütün dünyanın kaderi ve tarihi yeniden yazılmalıydı.Dünyanın değişik millet ve inançlarındaki bilim adamlarından oluşan "İnsanlık Konseyi" alt konsey olarak "Medeniyetler Kurulunu" oluşturdu.
Bütün dünya karanlık bir çağa uyanıyordu. Elektriğin ve elektroniğin olmadığı bir dünya. Araçların çalışmadığı...Herşeyin sıfırlandığı...Medeniyetler kurulu ilk iş olarak savaştan arta kalan dünya kentlerini tarayacak ve insanlığın geçmişi olan kadim kitapların peşine düşecekti.Müslümanlar kendi kaynaklarının, hristiyanlar kendi, museviler ve diğer inanç toplulukları kendi izlerinin peşine düşecekti.Elde edilebilecek imkanlarla hareket edecek bilgi tarama taburları oluşturuldu. Müslüman uygarlığının eserlerini toparlama işi "Ebabil" isimli bir gruba verilmişti. Grubun başkanlığını Müslüman bir Türk olan genç Profesör Habil Vicdan üstlenmişti. Habil'in görevi İslam medeniyetinin izini sürmekti.Savaş sırasında cephede bulunan bir kısım bilim adamlarından ise destek istenmişti. Müslümanlar kaynaklarını toparlayabildikleri kadarıyla Ayasofya'nın altında bulunan büyük kütüphanede biriktireceklerdi. İlk etapta oradaki eserlerin tasnifi gerekiyordu.Savaştan arta kalan insan nüfusu ile de temasa geçmek grubun ayrı görevlerindendi.
Ekip yıkılmış ve bir viraneye dönmüş Ayasofya dehlizlerinden aşağıya indiklerinde de kütüphanenin hali içler acısıydı.
Ellerine ilk değen kitap Endülüs’te yetişen meşhur tıp âlimi. Zerhavi'nin cerrâhînin temeli olan Te’lif adlı eseridir. İki ciltten meydana gelen eser 900 sahîfedir.
Eser kısa sürede tetkik edilir. Hakkındaki malumatlar ekibin elindeki özel bilgisayara not olarak düşülür.
***"Müslüman cerrahların babası olarak kabul edilen Zehrâvî, daha çok cerrâhî sâhasında başarılı olmuştur. Cerrâhîye ilk önem veren âlim, meşhur Râzî idi. Ali bin Abbâs onun yolunu tâkip etmiş, sonra İbn-i Sînâ yetişmiştir. Endülüs’te de İbn-i Zühr bu sâhada temâyüz etti. Tıp ve cerrâhîyi birleştirerek tıp ilminde hamle yaptı. Fakat cerrâhînin başlı başına bir ilim hâline gelmesi Zehrâvî sâyesinde olmuştur. Zîrâ o, sâdece nazariyelerle uğraşmadı. Bizzat ameliyâtlar yaparak, metodlar ve âletler keşfetmeyi ve bunları mahâretle kullanmayı başardı. Avrupa’da İslâm âlimleri ve ilimlerinin ışığı sâyesinde teşekkül eden rönesans hareketinde Zehrâvî’nin de büyük tesiri ve rolü oldu. O devirde Avrupa’da Zehrâvî’nin eserleri ve bunlarda ortaya koyduğu tıbbî ve cerrâhî usûller de temel mürâcaat kaynağıydı.Zehrâvî, daha o devirlerde birçok günlük âcil hâllerde cerrâhî usûllerini başarı ile tatbik etmiş, burun ameliyatları yapmış, gümüş nitratı kullanmıştır. Dağlama yoluyla da önceleri hiç yapılmamış birçok cerrâhî tedâvîyi başarmıştır. Hayâtının büyük bir kısmını doğduğu yer olan Medînet-üz-Zehrâ’da tıp ve eczâcılık araştırmalarıyle geçiren Zehrâvî, ayrıca din ve zamânının diğer fen ilimlerini de tahsil etmiştir. O, cerrâhî uygulamalarda çok hassastı. Ameliyatlarda kullandığı âletleri kendisine has bir metodla mikroplardan temizledikten sonra kullanıyordu. Bu işte bilinen ve Maddet-üs-safra denilen bir maddeden faydalandı. Günümüzde yapılan araştırmalar bu maddenin bakterileri imhâ edici özelliğe sâhip olduğunu ispatlamıştır.Zehrâvî’nin en çok meşgul olduğu ve çağdaşlarını da en fazla yoran hastalıklardan biri kanserdi. Onun bu hastalık için ortaya koyduğu tedâvi usûlleri günümüze kadar uygulanagelmiştir. O, akciğer iltihaplanmaları üzerinde çalışmış ve ameliyatla göğsü yarıp dağlama yoluyla bunu tedâvî etmeyi başarmıştır. Böbrek taşlarını düşürme ve ameliyatla çıkarmayı ilk defâ gerçekleştiren yine odur. Yaptığı ameliyat günümüz operatörlerininkiyle aynıydı. Göz, kulak, burun, boğaz ve diş cerrâhîsinde önderlik etti ve ilk defâ fıtık ameliyatını gerçekleştirdi. Kadın hastalıkları dalında yeni usûl ve âletlerle büyük gelişmeler kaydetti. Çocuğun ters doğumuna müdâhaleyi ilk defâ o tavsiye etti. Bu metod doğuma çok yardımcıydı. Zehrâvî’den asırlar sonra Stutgartlı Jinekolog Walcher (1806-1935) bu yolu kullanmaya teşebbüs etti ve Müslüman bir ilim adamının buluşu olan bu usûl, Avrupalı bir hekime mâl edilerek Walcher Durumu adıyla meşhur oldu. Vaginal taş ameliyâtını tıp dünyâsına kazandırarak, doğumda büyük bir yardımcı olan kolpeurynter âletini yaptı.Ebü’l-Kâsım Zehrâvî, ameliyâtlarda kendine has anestezi metodlarını tatbik etti ve bunun için banotundan faydalandı. Mafsal iltihâplarını tedkik ederek, tedâvisi üzerinde durdu. Varis, yâni damar genişlemesi hastalığı üzerinde çalışmalarda bulundu. Poliplerin çıkarılmasında çengel uyguladı ve bir hizmetçisine başarılı bir trakeotomi ameliyâtı yaptı. Fransız cerrahı Pare’yi şöhrete ulaştıran ve 1552 senesinde ilk defâ onun tarafından yapıldığı sanılan, büyük damarların bağlanmasını altı asır önce Zehrâvî gerçekleştirdi. Ameliyât sırasında mum ve alkol kullanarak kanamayı durdurmayı başardı. Pratisyen cerrahlara sun’î dikişi, kürk dikişi, karın yaralarında sekiz dikişi, bir ipliğe geçirilen iki iğneli dikişi, bu münâsebetle kedi barsakları ile yapılan dikişi, barsak ameliyatında kalkük kullanmayı öğretti. Bütün ameliyât dikişlerinde, özellikle karın çukuru altındaki cerrâhî müdâhalelerde, ilk defâ havsalayı (kalça boşluğunu) yatakta yüksekte tutan o oldu. Yirminci asrın başlarında Alman cerrahı Friedrich Trendelenburg (1844-1924), Zehrâvî’nin bu buluşuna sâhip çıkıp kendine mâl etmiş, Ebü’l-Kâsım’ın ismi unutturulmuştur.Zehrâvî ayrıca birçok diş operasyonlarını târif etmiştir. Bunlar arasında diş çekme, tespit etme, kökünü besleme ve takma dişle ilgili bilgiler vermiştir. Diğer metallerin ağız içinde kimyâsal reaksiyona gireceğini düşünerek altın tel kullandı. Demir, bakır ve altından yapılmış cerrâhî âletlerini esaslı bir şekilde geliştirdi. Cerrâhî ameliyatlarda dikişler için kullanılacak ipek ipliği îmâl etti. Burun içindeki fazlalık et parçalarını temizleyip almak için ilk defâ senânin denilen orijinal bir âlet yaptı. Yine ilâçları mesâneye vermek için mâdenî şırıngayı ilk defâ o yapıp kullandı.Asıl adı Et-Tasrif Limen Acize an’it-Te’lif olan eseri otuz bölümden oluşur. Eserin birinci ve ikinci bölümlerinde hastalıkların genel değerlendirmesi yapılarak tedâvileriyle ilgili bilgiler verilmektedir. Üçüncü bölümden yirmi beşinci bölüme kadar olan kısımda ilâçların terkibi anlatılmaktadır. Yirmi altıncı bölümde hastalık, sağlık ve yiyecek rejiminden bahsedilmektedir. Yirmi sekizinci bölüm ise basit ilâçlarla yiyeceklere ayrılmıştır. Kitabın en önemli kısmını 30. bölüm meydana getirmektedir. Burada cerrahlıkla ilgili bilgiler anlatılmaktadır.Te’lif’in seksenden fazla yazma ve basılı kopyası vardır. Birçok defâ lâtinceye ve İbrâniceye tercüme edildi. Eserin birinci ve ikinci kısımları 1519 senesinde Ausburg’da Lâtince olarak basıldı. Cerrâhî ile ilgili cüz’ü, meşhur Gerard de Cremona tarafından Lâtinceye tercüme edilmiştir. Bu bölümü Fâtih Sultan Mehmed Han zamânında Amasya Hastânesi başhekimi Sabuncuzâde Şerefeddîn tarafından bâzı ufak tefek ilâvelerle Cerrahiye-i İlhâniye adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir.Avrupa’da cerrâhînin temelinin atılmasına sebep olan bu eser, Salerno, Montpelleier ve diğer Avrupa tıp fakültelerinde asırlarca ders kitabı olarak okutulmuştur. Ebü’l-Kâsım Zehrâvî’yi Müslümanlardan çok, asırlarca eserinden istifâde eden Avrupalılar tanımışlar, buluşlarını ve tedâvî şekillerini kendilerine mâl etmişlerdir."
***Bundan sonrasını Habil Vicdan'ın notlarından okuyalım isterim.
"Günler süren hummalı bir çalışma dönemi başlamıştı benim için. Bütün kitapların bir bir tasnifi gerekiyordu. Arkasından da durum değerlendirmesi açısından hazırlamam gereken notlar.Nihayet bir süre sonra elde ettiğim çalışmaların neticesi tuttuğum notlarda kendisini göstermeye başlamıştı. Haydi bunlardan bir kaçını sizlerle paylaşayım.
Siber saldırılar internet kullanımını bitirmişti. İletişim sıfır noktaya gelmişti. Kimsenin kimseden haberi kalmamıştı. Adeta Dünya intihar ediyordu.
Biyolojik silahlar, genetik silahlar, frekansa dayalı manyetik silahlar...Hertürlü silah ölüm kusuyordu. Savaş aynı zamanda salgın hastalıkları, açlığı insanlığın gündemine sokuyor ölüm topluluklar için kaçınılmaz oluyordu.Savaşın ortalarına doğru "insanlık konseyi" bir karar aldı. En azından bilim adamlarından, çocuklardan ve gençlerden oluşan bir grup insanı koruma altına almaya karar verdi. Her topluluk toparlamaya çalıştığı bu insanları büyük sahra çölünde muhafaza altına aldı. 50 yıl yetecek gıda stoklarıyla yaklaşık 5 milyon insanın yaşayabileceği bir şehir inşa edildi kısa sürede.
Savaş bir felaketti. Sanki beklenilen kıyamet gerçekleşmişti. 25 yıl içerisinde milyarlarca insan yokolmuştu.İnsanlığın geleceği Sahra Çölündeki 5 milyon insanının kaderine mahkumdu.Savaştan arta kalan insan nüfusunun ise tahminen dünya coğrafyasına serpişmiş vaziyette 15-20 milyon kadar olduğu tahmin ediliyordu.
İnsanlığın elindeki son imkanlarla kurulan Tevbe Kentinin (repent city) idaresi "insanlık konseyinin" idaresindeydi. Konseye ise bir müslüman bilim adamı olan İbrahim Halilullah başkanlık etmekteydi. Bitmiş olan savaşın ardından bütün dünyanın kaderi ve tarihi yeniden yazılmalıydı.Dünyanın değişik millet ve inançlarındaki bilim adamlarından oluşan "İnsanlık Konseyi" alt konsey olarak "Medeniyetler Kurulunu" oluşturdu.
Bütün dünya karanlık bir çağa uyanıyordu. Elektriğin ve elektroniğin olmadığı bir dünya. Araçların çalışmadığı...Herşeyin sıfırlandığı...Medeniyetler kurulu ilk iş olarak savaştan arta kalan dünya kentlerini tarayacak ve insanlığın geçmişi olan kadim kitapların peşine düşecekti.Müslümanlar kendi kaynaklarının, hristiyanlar kendi, museviler ve diğer inanç toplulukları kendi izlerinin peşine düşecekti.Elde edilebilecek imkanlarla hareket edecek bilgi tarama taburları oluşturuldu. Müslüman uygarlığının eserlerini toparlama işi "Ebabil" isimli bir gruba verilmişti. Grubun başkanlığını Müslüman bir Türk olan genç Profesör Habil Vicdan üstlenmişti. Habil'in görevi İslam medeniyetinin izini sürmekti.Savaş sırasında cephede bulunan bir kısım bilim adamlarından ise destek istenmişti. Müslümanlar kaynaklarını toparlayabildikleri kadarıyla Ayasofya'nın altında bulunan büyük kütüphanede biriktireceklerdi. İlk etapta oradaki eserlerin tasnifi gerekiyordu.Savaştan arta kalan insan nüfusu ile de temasa geçmek grubun ayrı görevlerindendi.
Ekip yıkılmış ve bir viraneye dönmüş Ayasofya dehlizlerinden aşağıya indiklerinde de kütüphanenin hali içler acısıydı.
Ellerine ilk değen kitap Endülüs’te yetişen meşhur tıp âlimi. Zerhavi'nin cerrâhînin temeli olan Te’lif adlı eseridir. İki ciltten meydana gelen eser 900 sahîfedir.
"Günler süren hummalı bir çalışma dönemi başlamıştı benim için. Bütün kitapların bir bir tasnifi gerekiyordu. Arkasından da durum değerlendirmesi açısından hazırlamam gereken notlar.Nihayet bir süre sonra elde ettiğim çalışmaların neticesi tuttuğum notlarda kendisini göstermeye başlamıştı. Haydi bunlardan bir kaçını sizlerle paylaşayım.
"İslam demek; ilim,
çağdaşlık, sosyal adalet ve adil düzen demektir. "İlim Çin'de dahi olsa
alınız." hadisi İslam'da ilmin ne kadar önemsendiğini ortaya koymaktadır.
"İki günü denk olan zarardadır." buyuruyor Efendimiz Aleyhisselâm. Ne
olacak o zaman? Her gün daha ileriye gideceğiz. Yani ilericilik ve çağdaşlık
asıl İslam'ın bir sıfatıdır. Onsuz ileri gidilemez. O herkesi en ileriye
götüren, en güçlü motordur.
Öbür taraftan
"Komşusu açken tok yatan bizden değildir." hadisi sosyal adalete
gönderme yaparken, "Kendisi için
istediğini mümin kardeşleri için de istemek" düsturu, müthiş bir adil
düzen fikri ortaya koymaktadır. Dolayısıyla saadet için ne lazımsa hepsi
İslam'da vardır. Efendimiz Aleyhisselâm da bunun öncüsüdür.
Örneğin Kudüs, tarih
boyunca birkaç kez Batı medeniyetinin eline geçmiştir. Onlar Kudüs'e
geldikleri her seferde Müslümanları katletmişler. Ancak, Müslümanlar her
seferinde orayı kurtardıktan sonra onları atfetmişlerdir. Çünkü İslam; af,
hoşgörü ve iyi muamele etmek demektir.
Bakınız, bundan
dolayıdır ki Müslüman olsun olmasın herkes Efendimiz Aleyhisselâmı önder kabul
etmek mecburiyetindedir. Nitekim Batılı araştırmacılar bunu apaçık ortaya
koymuş ve itiraf etmişlerdir. Herkesin tanıdığı meşhur ilim adamları dahi
Efendimizin üstünlüğünü itiraf ederek bu durumu açık bir şeklide ortaya koymuşlardır. Bu sebeple Efendimize
sadece Müslümanların değil, bütün insanların sevgi göstermesi son derece
doğaldır.
Sonradan Müslüman olan
John Davenport kendisinin Müslüman oluşunu bakın nasıl anlatıyor:
"Ben bir
tarihçiydim. Her şeyi incelediğim gibi İslam'ı ve Hz. Muhammed Aleyhisselâmı da
inceledim. Bu çalışmamı ilmi olarak yaptım ve çocukluğundan başladım. Gerçekten
tertemiz bir çocukluğu var. Gençlik döneminde herkesin örnek gösterdiği ve
'el-Emîn' dediği güvenilir bir insan. Vahiy dönemine ve diğer olaylara baktım
ve bunlar üstün bir insanın özellikleri dedim. Ancak bu son peygamberdir,
diyemedim. Ne zaman ki Mekke'nin fethini incelemeye başladım, o zaman işin
rengi değişti."
Mekke'nin fethi hakkında
yazılmış en güzel kitaplardan birinin adı İzzus Sacide, yani "Secdedeki
İzzet"tir. Mekke'nin fethiyle Müslümanlar tarafından en büyük zafer
kazanılmışken ve kendisine en büyük zulümleri yapan insanların hepsi teslim
olmuş tir tir titrerken, Efendimiz intikamla hareket etmedi. Hatta Uhud
Savaşı'nda kendi öz amcası Hz. Hamza'nın ciğerini çiğneyen inşam bile
affetti.John Davenport diyor ki: "İşte böylesi muazzam bir olan gördüğüm
zaman titremeye başladım. Peki, 'Bütün bunlardan sonra ne yapacak?' diye
baktığım zaman bir de gördüm ki yine Medine'ye döndü ve yine arpa ekmeği
yiyerek, hasırın üzerinde yaşamaya başladı. "Bunların hepsini normal
insanlar yapar, ama bu zaferi kazandıktan sonra sade hayatına tekrar dönmek
ancak büyük bir peygamberin ahlakı olabilir.' dedim ve koşarak secdeye
kapandım. Müslüman oldum."
İşte biz Müslümanlar için
en güzel örnek, en güzel ölçü, Efendimiz Aleyhisselâmm mübarek hayatı ve
mücadelesidir. Farz edelim ki Hz. Peygamber'in Bedir Savaşı'nı yaptığı gün o
civarda develerini güden bir çobanız. Efendimiz Aleyhisselâtü vesselâm ile Ebû
Cehil taraftarları Bedir kuyuları yakınında savaşa tutuşmak üzereler.
"Şöyle yüksek bir tepeye çıkayım da yaşanan savaşı seyredeyim"
denirse inkârcılar zümresinden olunur. "Ya Rabbi, bunlardan kim haklı ise
ona yardım et!" diye dua edilirse yine inkârcılardan olunur. Çünkü insan
bu dünyaya sadece hangisi haklı, hangisi haksız bilmek için gelmemiştir.
"Ya Rabbi,
Peygamberin Hz. Muhammed (s.a.v.)'e yardım et, onu muzaffer kıl!" diye dua
edilirse bu sefer de günahkâr bir fâsık olunur. Çünkü o an dua etme zamanı
değil, eyleme geçme ânıdır. Hakiki bir müminin
yapacağı ise şudur: Olaydan haberdar olur olmaz, yerinden öyle bir fırlayışla
atılır ki savaş alanına kadar birkaç kez yüzüstü yere kapaklanır. Eline ne
geçerse, ne bulursa onunla savaşa katılır. Müslüman, Hak-bâtıl mücadelesinde
Hak'tan yana tavır alan ve bütün insanların iki cihan saadeti için tebliğ
vazifesini, bütün gücüyle, bütün imkânlarıyla ömrünün sonuna kadar yerine
getiren insandır. Ne mutlu bizlere ki böyle bir dinin mensubu ve böyle bir
peygamberin ümmeti olma şerefini bahşettiği için Cenabı Allah'a ne kadar
şükretsek azdır.
Müslümanlar olarak
dünyanın gelmiş geçmiş en büyük düşünce sistemine sahip bulunuyoruz. Fakat bu
büyük düşünce sisteminin karşısında, daima bâtıl fikirler olagelmiştir. Bu
bâtıl fikirler, bir Müslüman diyarı içerisinde bizleri, kendi dinimizi, kendi
Müslümanlık hakikatlerimizi öğrenemeyecek hâle getirmiştir.
Zaman zaman Batı ilimlerini yarım yamalak
okumuş insanlarla görüştüğümüzde bunların kibir dolu yaklaşımlarıyla
karşılaşıyoruz. Yarım yamalak tahsil yapıp gelmiş, ama o yarım yamalak
bilgisiyle Müslümanlığı küçük görmeye kalkıyor. Çokbilmiş bir edayla "Efendim
dünyada ilim var, fen var!" diyorlar. "Efendim bakınız eloğlu
çalışıyor. Amerikalı, Avrupalı ne büyük işler meydana
getiriyor; aya ve yıldızlara gidiyor." diyorlar. (Aya yolculuk
palavrasına bile inanmışlar yani.)
Şimdi dünyanın
muhtelif yerlerini gezerken dışarıdan baktığımızda, "Aman ne büyük
binalar, ne büyük köprüler yapmışlar; bu jetlerle, bu roketlerle nasıl uçuyorlar;
bu laboratuvar çalışmalarındaki karmakarışık aletler, bu elektronik sistemler
üzerinde nasıl çalışıyorlar" diye hayretle bunları seyrederiz. Amerika'da
aya giden herhangi bir füzenin hareketini kontrol eden bir gözetleme merkezinde
çalışan insanın yanına yaklaşsak ve bu adamın bilgi muhtevası nedir diye
incelemeye başlasak neyi görürüz?
Öncelikle bizler
öyle bir tarzla yetiştirilmişiz ki bu laboratuvarda çalışan insanlara ister
istemez büyük bir hayret ve hayranlık hissiyle bakıyoruz. Onları kendimizden
büyük görüyoruz. Oysa bu laboratuvarda çalışan profesörlerden birinin yanına
yaklaşıp, "Beyefendi, siz burada ne yapıyorsunuz?" desek, "Ben
burada şu füzenin aya gidişini kontrol ediyorum." diyecektir. "Nasıl
kontrol ediyorsun?" diye sorsak, "İşte şu aleti kontrol
ediyorum." diyecektir. "Alet nasıl yapılmış?" desek, adam bize
birtakım formüller yazar. Bu formüllerin baş taraflarına birtakım harfler,
rumuzlar koyar. İçimizden, "Vay be, bu adam bizim bilmediğimiz ve hiçbir
zaman da bilemeyeceğimiz konulardan bahsediyor." deriz.
Hâlbuki bu adam
bize hangi formülden bahsederse bahsetsin, formülün şekli önemli değildir.
Aslında formül diye yazdığı şeyler, birtakım fikir silsilelerini sembollerle
göstermekten başka bir şey de değildir. Mesela bu adamın füzenin, uzay
boşluğuna gidişine ilişkin yaptığı hesapla bir
pencereden aşağıya atılan bir taşın, ne kadar zaman sonra yere düşeceğini
hesaplamak arasında bir fark yoktur.
Biz bu profesöre,
"Bu hesaplar nereden çıkmış?" desek, "Efendim birtakım
prensipler var. Bu prensipleri biz tecrübelerle tespit ettik. Bu prensiplere
inanıyoruz. Bu prensiplere istinaden hesaplar yapıyoruz." diyecektir.
"Peki, nedir bu prensipler?" desek; bu sefer de, "İşte, etki
tepkiye eşittir. Madde vardan yok olmaz, yoktan var olmaz." diye birtakım
ezberlenmiş şeyler söyleyecektir.
"Peki senin bu
madde dediğin nedir? Enerji ve kuvvet dediğin nedir?" dediğimiz zaman
bize karşı, o büyük pozları takman insanlar, bunların ne olduklarını izah
edemezler, burada takılıp kalırlar. Çünkü onlar asıl ilim nedir onu bilmezler.
Bu basit tatbikatı ilim zannederler. Hâlbuki ilim, aslında onların gelip
tıkandıkları yerden sonra başlar. Madde nedir bilmeden gelip de ne yapıyorsun
bizim karşımızda? Enerji nedir, kuvvet nedir bilmeden gelip de ne yapıyorsun
burada? Madde dediğin şey var mı, yok mu? Daha bunu orta yere koyamıyorsun.
Biriniz diyor ki, "Evet madde vardır; öbürünüz hayır madde yoktur, bu bir
dalgadır, bu bir enerjidir şudur, budur diyor."
Bir Yahudi âlimi olan
Einstein, bütün bu meselelerle senelerce uğraştıktan sonra ömrünün sonlarında şunları
söylemiştir: "Ben ömrümde uzun müddet, hakikaten bu maddeyle, enerjiyle
kuvvetle uğraşıp bir sürü hesaplar yaptım, ama bütün ömrüm boyunca bunların ne
olduğunu anlayamadım. Hatta size bir şey söyleyeyim.
Acaba biz hesaplar yaparken madde, enerji, kuvvet gibi mefhumları
kullanacağımıza bunların yerine başka kavramları kullanmış olsaydık, acaba daha
mı kolay hesap yapardık? Bunu da bilemiyorum. Yalnız hissettiğim bir şey var,
o da böyle enerji, madde, kuvvet diye birbirinden ayrı üç mefhum olmadığıdır.
Ben bu işte bir tevhit hissediyorum. Bu bazen enerji hâline, bazen madde
hâline giriyor, bazen de kuvvet hâline giriyor. Bunu hissediyorum ama bir
türlü ne olduğunu bulamıyorum."
Maddenin ne olduğunu anlamak
için bir masayı ele alalım. İlk önce masanın üst yüzeyinde birtakım pürüzler
görürüz. Sonra bu pürüzlerin içerisine girdiğimiz zaman -eğer bu bir ahşap masa
ise- bu tahtanın hücrelerini görürüz. Bu hücrelerin içine girdiğimiz zaman maddelerin
birtakım moleküllerden yapıldığım görürüz. Bu moleküllerin içerisine bir
elektron mikroskobuyla bakacak olursak, bu sefer de en küçük parça denilen
atomu görürüz. Atom nedir deyip atomun içerisine girdiğimiz zaman görüyoruz ki
atom bizim güneş ve etrafında dönen yıldızlara benzeyen bir yapıya sahip. Merkezinde
tıpkı güneş gibi bir merkezî kısım vardır. Buna çekirdek deniyor. Bunun
etrafında dünyanın ve diğer yıldızların dönüşü gibi birtakım elektronlar dönüyor.
Tıpkı dünya ve diğer yıldızlar güneşin etrafında nasıl dönüyorlarsa şu masanın
içerisindeki her bir atomda da bu dönmeler var.
Peki, bu atom dediğimiz şey
nasıl bir şeydir? Elektron mikroskobuyla gelip bunun içerisine girdiğimiz
zaman, güneş ile dünya arasındaki çok büyük uzaklık gibi, atomdaki protonlar
ile elektronlar arasında da çok büyük bir boşluğun
olduğunu görüyoruz. Bunun manası şudur: Madde diye her tarafını dolu olarak
gördüğümüz cismin içerisine girdiğimiz zaman gerçekte müthiş bir boşlukla
karşılaşıyoruz. Biz dolu zannediyoruz. Hâlbuki bunun aslı dolu değil. Ya
neymiş? Boşluk. Ama ne boşluğu? Efendim işte madde dediğimiz şeyin içerisinde
bir elektron, bir nötron, bir de proton var. Çekirdek ile elektron arasında,
dünya ile güneşin arasındaki boşluğun on misli daha büyük bir boşluk var. Oysa
biz bunu dolu zannediyorduk. Evet, dışarıdan baktığımız zaman dolu
zannediyoruz. Çünkü içerisini göremiyoruz. Görme kabiliyetimiz yetmiyor.
Şimdi bu Amerikan
laboratuvarında bize o hesaplarla fiyaka yapan adamı getirip de mikroskopla bu
boşluğun içerisine soktuğumuzda, "Beyefendi sen demin hesaplarında
maddeden bahsettin. O hâlde nerede bu madde?" dediğimiz zaman cevap
veremiyor. Bu boşluğun içerisinde kayboluyor. Çünkü bunun içerisindeki
elektron ve proton dediği şeyin kendisi de aslında bir ağırlık değil. Örneğin
altın, en ağır bir maddedir. Dünyada bulunan bütün altınlar, bir ucu
Lizbon'dan öbür ucu Sibirya'ya kadar uzanan, yani Avrupa'yı boydan boya kat
eden bir katarı doldurur. Ama atom içindeki mesafeyi sıkabilme imkânımız
olsaydı, dünyadaki bütün altınlar bir yüzüğün içine sığardı. Yani bizim
gördüğümüz, altın gibi en ağır bir madde dahi büyük boşluklardan meydana
geliyor. İşin içerisine gelip girdiğimiz zaman orta yerde madde diye bir şey
kalmıyor.
Yeni düşüncelere
göre şimdi de diyorlar ki aslında burada elektron da yok. Bir dalga var.
Elektron dönüyor diye kabul ediyorsunuz, aslında dönen elektron değildir.
Dönen dalgadır. Atom parçalandığı zaman madde enerji hâline geliyor. Yine
enerjiyi bir yerde toplamak mümkün olduğu takdirde, ondan da madde meydana geliyor.
"O hâlde madde nerede? Enerji nedir? Asıl olan bunların hangisidir?"
diye sorduğumuz zaman bugün Batı ilminin en bilgili sayılan âlimleri bile bunun
cevabını veremiyor. Bu cevap verememe karşısında, kendi durumlarının bir çıkmaz
içerisinde olduğunu kendileri itiraf ediyorlar. Hani gelip de bir Müslüman'a
yukarıdan bakan insan bilmelidir ki hayran olduğu Batı ilmi, bugün gelmiş, bir
çıkmazın içine saplanmıştır. Bir tıkanıklığın içerisindedir. Bu tıkanıklık,
mefhumların ne olduğunu bilmemekten ileri gelmektedir.
İlim, Allah'ı
bilmekle başlar. İnsanların bütün bilgisini toplasak, Cenabı Hakk'ın sonsuz
ilmi karşısında denizdeki bir noktayı dahi tutmaz. Onun için bu adamın böyle
bir tavır takınmaya aslında hakkı yok. O kulluğunu bilse Cenabı Hakk'ın
ilminin genişliğini takdir ve tasavvur edebilse kibirlenemez. Cenabı Hakk'tan
sadece kendisine daha fazla ilim vermesini niyaz eder. Bunların bilgilerinin
hepsini toplayıp üst üste koyalım. Şimdi bu bilginin sahipleri kimdir? Bu
bilgi nasıl meydana gelmiştir? Bunu incelememiz gerekir.
İnsanlığın bugün
sahip olduğu bilgilerin hepsinin insanlık tarihinde birbiri üzerine eklene
eklene geldiğini biliyoruz. Bugün elimizdeki yazılı vesikalar, beş bin sene
öncesine ait bir yazı olmadığı için acaba daha önce insanlar neler biliyorlardı
bu hususta bir bilgimiz yok. Onun için şimdi bugünkü durumdan geriye doğru gidelim
ve insanlığın beş bin senelik tarihinde acaba ilim nasıl gelişmiş bunu
incelemeye bakalım.
İlk insanı, başlangıç
kabul edelim. Şimdiye kadar geçen binlerce senede insanlığın bilgisi acaba
nasıl gelişmiş? Cenabı Hakk, insanlara akıl vermiş, başka nimetler vermiş. Bu
nimetler sayesinde muhtelif şeyleri takdir etmeye başlamış. İnsanlık tarihinde
bilgi bakımından mühim husus, ateşin öğrenilmesidir. Belki insanlar yanardağların
lavlarını gördüler, belki tahtaları, taşları birbirine sürterek ateşi yaktılar.
Bunun nasıl olduğunu bilmiyoruz. Ama insanlık yavaş yavaş ateşi öğrendi. Bundan
sonra insanlar muhtelif tarihlerde muhtelif şeyler öğrendiler. Öğrene öğrene
bugüne kadar geldiler.
İlk insanın bilgisini,
ilk çağlardaki insanın bilgisi olarak söylemekten çekinmiyorum. Çünkü Âdem
Aleyhisselâmın bilgisinin ne olduğunu biz bilemiyoruz. İlk insanları biliyoruz,
taş devrinde yaşayan insanların bilgisini biliyoruz.
İnsanlık tarihinde, ilk
noktadan zamanımıza kadar insanlar bugünkü bilgilerini nasıl elde ettiler?
Getirilen izah, "İnsanlar bugünkü bilgilerini, zamanla öğrene öğrene
elde ettiler." şeklinde olacaktır. Fakat ilimler tarihinde yapılan
incelemeler gösteriyor ki insanlar, ilk bilgilerinden bugüne böyle basamak
basamak muntazam bir merdiveni çıkmış gibi gelmemişlerdir. Ya nasıl
gelmişlerdir? Bunu incelediğimiz zaman şöyle bir gelişme görüyoruz: İlk devrin
insanları yavaş yavaş bilgi sahibi olmuşlar ama bir yere gelmişler, bu yerden
sonra birden bire artmış.
İnsanlık tarihinde
bilgilerin birden bire arttığı bir nokta, Asr-ı Saadet'tir. Bu nokta 7. Asra
rastlıyor. Asr-ı Saaadet'te insanların
ilimleri birden bire artmaya başlıyor. Avrupa'nın ilmi ve teknik bilgileri, Haçlılar
kanalıyla Müslümanlardan almasıyla yeni bir merhale başlıyor. Bu, miladî 14 ve
15. Asra, hicrî 7 ve 8. Asra denk geliyor. Avrupa hızlı İlmî gelişme sürecine
Müslümanlardan aldığı bilgi ve birikimle çok daha sonradan giriyor ve maalesef
Müslümanların önüne geçiyorlar.
İnsanlık tarihinde Asr-ı
Saadet'ten Rönesans'a kadar geçen yedi asırlık bir devir var ki bu devirde
insanlığın ilimlerini Müslümanlar inkişaf ettiriyor. Araştırmalar gösteriyor ki
bugünkü insan bilgisinin en aşağı yüzde 60-70'ini Müslümanlar inkişaf
ettirmişlerdir. Acaba hakikaten böyle midir? Yani hakikaten Müslümanlık
çevrinde, ilim bu derece yükselmiş midir? Bunun incelemesine geçmeden önce şu
iki noktaya ait üçer hususiyeti söylemek istiyorum. Bakınız, Asr-ı Saadet'te
Müslümanların ilme yaptığı hizmet nasıl olmuştur? Rönesans'ta, Avrupalıların
Müslümanlardan ilmi alışı nasıl olmuştur?
Batı kültür ve terbiyesi
almış birtakım kibirli, taklitçi. sözde aydınlar; İslam düşmanı müsteşriklerin
kendilerine öğrettikleri birtakım yanlış fikirlerle doludurlar. Bunlar
müsteşriklerin şu sözlerini tekrar ederler: Müslümanların aslında sizin
büyüttüğünüz kadar ilme hizmeti olmamıştır. Onlar eski Yunan'da, eski
Hindistan'da, eski Mısır'da bulunan ilimleri almışlar, öğrenmişler, insanlığın
doğal seyrinde bunları bir miktar inkişaf ettirmişler ve ondan sonra bu ilmin
sahibi olan Avrupalılara getirip tekrar teslim etmişlerdir." derler. Bu
külliyen yanlıştır. Müslümanlar hakikaten eski
Mısırlıların, eski Yunanlıların ve eski Hintlilerin ilimlerini inceleyip
almışlardır. Fakat bu alışta, üç önemli özellik vardır:
Birincisi, bu ilmi, bu
bilgiyi kimin kitabından aldıklarını açıklamışlardır. "Biz Batlamyus'un
kitabında okuduk, biz Öklid'in kitabında okuduk, böyle diyor, biz Pisagor'un
kitabında okuduk, şöyle diyor." diye daima aldıkları kaynağı
belirtmişlerdir.
İkincisi, İslam âlimleri
eskilere ait bu kitapları okuyarak bilgileri alırken bunları ezbere
almamışlardır. Bunları hemen kabul de etmemişlerdir. Bu bilgileri tashih
etmişlerdir.
Üçüncüsü de İslam
âlimleri; Yunanlılardan, Mısırlılardan, Hintlilerden ilim alırken kendileri
yüksek seviyedeyken ilimlerini inceledikleri milletler aşağı seviyede
bulunuyorlardı. Müslümanlar kendinden önceki ilmi alırlarken aşağıdan yukarıya
doğru almışlardır. Buna mukabil Haçlı Seferleri döneminde Avrupalılar,
Müslümanlarla temas ederek onlardan birtakım ilimler almaya başladıkları zaman
da şu gerçekler göze çarpmaktadır:
Avrupalılar bu ilmi
kimden aldıklarını katiyen söylememişlerdir. Müslümanların kitaplarını
okumuşlar, fakat kimin kitabından hangi bilgiyi aldıklarını kendi kitaplarında
zikretmemişlerdir. Diğer Avrupalılar bu kitapları okudukları zaman, bütün
bunları yazanın kendisinin yaptığım zannetmişlerdir. Avrupa'da bu şekilde, hak
etmediği hâlde büyütülmüş insanlar vardır. Bizim şimdiki kitaplarımıza da bugün
bu isimler geçmiştir. Biz bu prensipleri onların bulduklarını zannederiz. Oysa
ki onlar, bu prensipleri Müslümanların kitaplarını okuyarak almışlardır.
Avrupalılar,
Müslümanlardan ilimleri alırlarken kendi seviyeleri bu ilimleri almaya müsait
değildi. Yani Avrupalılar, Müslümanlardan ilimleri alırlarken yukardan aşağıya
almışlardır. Müslümanlar yukarıdaydı, Avrupalılar
ise aşağıdaydı. Ne bakımdan Müslümanlar yukarıdaydı? Avrupalılar, bu
ilimleri alırken önce lisanları bu ilimleri almaya müsait değildi. Müslüman
kitaplarındaki mefhumları kavrayamıyorlardı. 14. Asırda tercüme ettikleri
kitaplardaki mefhumları ancak 18. Asırda anlamaya başlamışlardır. Yani dört
asır sonra...
Bugün Batı ilmi dediğimiz
fiziğin, kimyanın, matematiğin, astronominin, tıbbın, tarihin, coğrafyanın kurucuları
Müslümanlardır. Bu tabii büyük bir iddia. Fakat bu iddianın ispatına hazırız.
Bugün en önemli
konulardan bir tanesi de fezaya, uzaya gitme konusudur. Gezegenlere gitme
konusu, bizim astronomi dediğimiz yıldızlar bilgisine ait bir husustur. Biz
diyoruz ki astronominin kurucusu Müslümanlardır. Bunların sadece birkaç
tanesine bakacak olursak, meşhur İslam âlimlerinden el-Battânî isimli büyük
bir astronomi âlimini görürüz. Belki bazılarımız bu ismi duymuşuzdur. Ama
maalesef bizim kendi ilimlerimiz bize öğretilmemiştir. Bize el-Battânî'yi
anlatmak verine Batlamyus'u anlatmışlardır. Bizim kitaplarımız bu ismi yazar.
El-Battânî'ye gelince ismini bile zikretmez.
Çünkü bizim kitaplarımız
taraf tutan birtakım Batılı kitaplardan tercüme edilmiştir. Hâlbuki Batlamyus
nerede, el-Battânî nerede!
Şimdi bunların
arasındaki farkı açıklamaya çalışalım. Mısırlı âlim Batlamyus güneşin fezada
bulunduğu yerden aynı yere tekrar gelmesi, yani bir senelik bir zamanın
geçmesi için kendi etrafında 260 defa dönmesi gerektiğini söylemiştir. Yani bir
seneyi 260 gün olarak hesaplamıştır. El-Battânî ise Batlamyus'un düşüncesinde
yanıldığını, bir senenin 365 gün, 5 saat, 46 dakika, 22 saniye olduğunu ortaya
koymuştur. Şimdi bir müsteşrik bize el-Battânî ile Batlamyus arasındaki farkın
basit bir fark olduğunu iddia edebilir mi? Şu görmüş olduğumuz rakam, bugünkü
en hassas ölçü aletleriyle yapılan ölçüden sadece 2 dakika, 24 saniye
farklıdır. El-Battânî, senenin uzunluğunu bu kadar hassas bir şekilde ölçüp
ortaya koymuştur. Bir seneyi 260 gün zannetmeyle, saniyesine kadar bildirme
arasındaki farka dikkat edilmelidir.
Bu farkları başka
sahalarda da görmekteyiz. Eski Mısırlılar, Akdeniz'in genişliğinin, mesela
Mersin'den İskenderiye'ye kadar olan mesafenin gerçek genişliğinin yirmide
biri kadar olduğunu zannediyorlardı. İş İslam âlimlerine gelince Akdeniz'in
gerçek genişliğini ilk defa İslam âlimleri ölçmüşlerdir. Nasıl ölçtüler? Abbasiler
devrinde Halife Me'mûn, "Akdeniz bölgesindeki Müslüman toprakların
kadastrosunu çıkartmak istiyorum. Bana bütün Akdeniz boyundaki İslam diyarlarının
ölçülerini kesin olarak çıkartıp getireceksiniz." dedi ve bu işi İslam
âlimlerine vazife olarak verdi. İslam âlimleri o zamanki imkânlara göre
Akdeniz'in genişliğini ölçmek için şöyle bir yol takip ettiler: Akdeniz kenarında
bulunan bir sahil şehrinden ölçüye başladılar. Yüksek bir tepenin üstüne çıkıp
o tepeden görebildiği kadar ileriki mesafeye bakıyor. Ardından çıktığı tepenin
yüksekliğini ölçüyor. Güneş batarken tepeden o zamanki aletlerle oradaki açıyı
ölçüyor. Daha açık bir misal vermek gerekirse Konya-Ankara mesafesini ölçmek
için mesela Konya'da bir tepeye çıktık. Bakıyoruz, gözün görebildiği
uzaklıktaki bir başka noktada güneş batıyor. Güneşin orada kaç derecelik bir
zaviyeyle bat- [ tığım ölçüyoruz. Bulunduğumuz tepenin yüksekliğini ölçüyoruz.
Bu yüksekliği ve bu zaviyeyi ölçtükten sonra aradaki mesafeyi hesapla
buluyoruz. Yani o noktadan Konya'ya kadar olan mesafeyi hesaplıyoruz. Sırf bunu
hesaplamak için -bizim bugün trigonometride uyguladığımız- sinüs, kosinüs, tanjant,
kotanjant mefhumlarının icat etmişlerdir. Bu mefhumları ilk defa bulanlar Halife
Me'mûn zamanındaki Müslüman âlimlerdir. Onlar bu mesafeyi hesaplarken
karşısındaki açının sinüs ve kosinüsünü hesaplıyor ve bu hesaplar vasıtasıyla
mesafeleri ölçüyorlardı.
Şimdi bu sinüs
meselesine gelelim. Trigonometri okuyan, nispeten yaşı büyük olanlar bilirler
ki eskiden trigonometri dersi okunurken sinüs ve kosinüs kelimeleri yerine ceyb
ve tamâm-ı ceyb kelimeleri kullanılırdı. Bizim eski lise kitaplarında bunlar cevb olarak
geçer. Ceyb kelimesi Arapça bir kelimedir. İlk defa, Halife Me'mûn
zamanındaki Müslüman âlimler mesafe ölçerken bu kelimeyi kullanmışlardır. Şu
uzunluğu o zamanki insanlar cebe benzetmişler ve buna bizim Türkçede cep demek
olan ceyb demişlerdir. Hesaplarında, kitaplarında, "ceyb aşağı, ceyb
yukarı" diye bir sürü hesaplar yapmışlardır. Şimdi bu kitapları Haçlı
Seferleri'nden sonra Avrupalılar almışlar, bakmışlar ki bunlar Akdeniz'in
genişliğini fevkalade doğru bir şekilde ölçmüşler. Bunu nasıl yaptıklarım ve
hesaplamalarda kullandıkları tabirleri anlamamışlardır. Bu hesapları anlamadan
lügati açmışlar. Arapçadaki ceyb kelimesinin Latince karşılığı olan
(sinüs) kelimesini kullanmışlardır. Avrupalılar, buna sinüs dedikleri ve biz
de her şeyimizi Avrupalılardan aktarmağa kalktığımız için bugün kendi
mekteplerimizde kendi bulduğumuz ilimlerin adlarını onların anlamadan
kullandıkları kelimelerle okutuyoruz. Onun için sinüs, kosinüs tabirlerini
kullanıyoruz. Hâlbuki bunları bulanlar Müslümanlardır. Buluşun ve bilginin asıl
sahipleri Müslümanlardır. Avrupalı bizden bunu anlamadan almış, biz de anlamadan
onlardan alıyoruz.
Müslümanların yaptıkları
sadece bunlardan ibaret değildir. Müslümanlar, coğrafyada bildiğimiz arz daireleri,
bugünkü ifadesiyle enlemler arasındaki mesafeleri ölçmüşlerdir. Halife Me'mûn
zamanında, Harran Ovası'nda bizim Türkiye'de bulunan bir kaza ile Irak'ta
bulunan diğer bir şehir arasındaki mesafeyi, hem fiilen ölçmüşler hem de bu
mesafeyi güneş bölgelerine ait hesaplarla tespit etmişlerdir. Arz daireleri
arasındaki mesafe bugünkü bilgimize göre 111 kilometredir. Bu rakam daha Halife
Me'mûn zamanında bulunmuştur. Mesele bundan ibaret değildir. Müslümanlar işte
bu ilimler arasında sinüsü, kosinüsü vs. bulmalarının dışında, bunların
tablolarını da yapmışlardır. Sinüs cetvelini biz bugün mekteplerde
kullanıyoruz. Bizdeki tercüme kitaplara bakarsak İngiltere'de, Fransa'da,
Almanya'da basılmış kitaplardır. Biz zavallı insanlar olarak bugün zannederiz
ki bu kitapların içindeki hesapları ilk defa yapanlar Avrupalılardır. Hâlbuki
ilk defa trigonometri cetvellerini Müslümanlar hazırlamışlardır. Hem de öylesine
bir hassasiyetle.
Büyük Müslüman
âlimlerinden Horasanlı Gıyaseddîn Cemşid, Risâletü'l-Muhitiyye adlı
kitabında bir derecenin sinüsünü ilk defa hesaplamıştır. Şimdi tekrar karşımızda
Avrupalıyı, hususiyetle de bir Batı hayranını alıp soralım. Siz,
"Müslümanlar bu ilimleri Yunanlılardan ve Mısırlılardan aldılar."
diyorsunuz. Peki, nerede Mısırlılarda trigonometrik hesap mefhumu? Nerede Mısırlılarda
sinüs bir derecenin değeri? Böyle bir şey yok. Ama Gıyaseddîn Cemşid, sinüs bir
dereceyi bakın ne hassasiyetle hesaplamıştır: 0, 017.452.404.437.238.371. Bugün
bu hesabı, elektronik makineyle yaptığımız zaman hiçbir rakamı şaşmıyor.
Gıyaseddîn Cemşid, trinogometri cetvellerini bu hassasiyetle oturup yapmıştır.
Nasıl yazmış? Onun bu işi nasıl yaptığını düşündüğümüz zaman akıllar duruyor.
Öyle metotlar bulmuş ki karşısında hayranlıktan başka bir şey duymak mümkün
değil.
Keza bugün yine
Avrupalılara, Pi sayısının kim tarafından bulunduğunu sorsak, "Efendim,
Pi say ısım, Eski Yunanlılar bulmuştur." derler. Hayır, Pi sayısını ilk
defa bulan ve rakamlarım hassasiyetle hesaplayan yine Müslümanlardır. Yine
Gıyaseddîn Cemşid'in Risâletü'l- Muhitiyye adlı kitabından bu hesabı
sizlere veriyorum: Gıyaseddîn Cemşid'in Pi sayısı için bulduğu rakamı, bugün
elektronik makinelere hesaplattığımız zaman yine tek bir rakamım yerinden
oynatamıyoruz. Çünkü Asr-ı Saadet gelmiştir. İnsanlığın ilmi, Müslümanların
eline geçmiş ve ilim, asıl ilim olmaya başlamıştır.
Müslümanlar sadece
trigonometri ve astronomi ilimlerini kurmakla da kalmamışlardır. Müslümanlar
bugün okuduğumuz cebir ilmini de kurmuşlardır. Bugün gördüğümüz bütün
matematiğin esaslarını kurmuşlardır. Bakın, bizim karşımıza gelip "Biz
aya gidiyoruz, gezegenlere gidiyoruz." diyen insanlardan birine, "Şu
hesabı nasıl yapıyorsun?" dediğimiz zaman, 1, 2, 3... gibi birtakım
rakamlar yazacak. Bu rakamların sahibi Müslümanlardır. Bu rakamların
şekillerini Müslümanlar bulmuşlardır. Daha ileriye gidiyorum. Karşımızda bizi
hakir görme alışkanlığı içerisinde bulunan insanın hesapları yaparken kullandığı
metotları onlara verenler de Müslümanlardır. Nasıl olmuş? Bakınız, müsteşrik
bize geliyor ve diyor ki: "Müslümanlar eski Hintlilerden, eski
Mısırlılardan ve eski Yunanlılardan ilmi almıştır." Bu nasıl ilim alıştır
ki, eski Yunan'da rakamlar 60'tan daha büyük değildir. Niçin? Çünkü eski
Yunanlıların kaç tane harfleri varsa o kadar da rakamları vardır. Yani
harfleri bitiyor, rakamları da bitiyor. Müslümanlar geliyor ve diyorlar ki:
"Biz yeni bir rakam sistemi getireceğiz. Her türlü sayıyı ifade edecek
bir rakam sistemini getireceğiz. Mesela, biri ele alalım, bunu şöylece '1'
işaretiyle ifade edeceğiz. Yanma bir nokta koyarsanız bu o zaman 10 olacaktır;
iki tane nokta koyarsanız bu 100 olacak; üç tane koyarsanız o zaman da 1.000
olacak" deyip bugünkü, onluk sistem dediğimiz sistemi icat ediyorlar. Bu
sayede sonsuz sayıyı ifade etmek mümkün olmuştur.
Bu rakamların sahibi
Müslümanlardır. Bu rakamların şekillerini Müslümanlar bulmuşlardır. Bu ondalık
I sistemi alıp getirmek suretiyle bugünkü toplama, çıkarılma, çarpma ve
bölmenin de prensiplerini koymuşlardır. Hâlbuki eski Yunanlılar toplama
çıkarma, çarpma I ve bölmeleri yapamazlardı. Çünkü onların rakam sistemleri
buna müsait değildi. Bu çeşit toplama ve çıkarmaları yapmak için çubuklarla
çalışırlardı. Muhtelif boylarda çubuklar alırlar ve bu çubukları uç uca eklemek
suretiyle hesap yaparlardı. Nihayet Müslümanlar, onların yaptıklarım
inceleyerek yetersiz bulup bu aşarî sistemi getirdiler. Bu ondalık sistem
insanlığa yapılan en büyük hizmettir.
Müslümanlar sadece
"Her şeyi size veriyoruz ama yalnız şu bizim ondalık sistemimizi geri
verin" deseler, ortada Avrupalıya ait hiçbir şey kalmaz. Fakat beyler
gelip diyorlar ki: "Sizin Müslümanlık dediğiniz şey gericiliktir."
"Hay hay, biz bu gericiliğe razıyız,
yalnız bizden aldıklarınızı bize geri verin; biz artık ondalık sistem kullanmayacağız"
deyin. Yeni bir hesap metodunu getirin de görelim. Bu çeşit hesap metotlarım
geliştirmiş ve insanlığa hediye etmiş olan Müslümanlardır. Ama biz kendimizi
tanımıyoruz.
Cebir ilmini kuranlar da
Müslümanlardır. Cebir ilminin adı dahi el-Câbir adlı İslam âliminden geliyor.
Avrupalılar da buna El-Gebra (Algebra) diyorlar. El- Câbir demeye dilleri
dönmediği için El-Gebra diyerek el-Câbir'in adma izafe ediyorlar. Biz de bu
ilmi liselerde cebir diye okuyoruz. El-Câbir'in yaptığı şu: Eski Yunanlıların
ve Hintlilerin yaptıklarını incelemiş. Ama müsteşriklerin dediği gibi onlara
sahip çıkmamış. Ya ne yapmış? Onların inceledikleri hususlara bakmış ve birtakım
cebir meselelerini üçgenlerle, geometrik şekillerle yaptıklarım görmüş.
Çünkü cebir ilmi eski
Yunan'da, eski Mısır'da ve eski Hint'te yoktu. El-Câbir birtakım büyüklükleri
harflerle göstererek bugünkü cebirin esaslarını ortaya koymuştur. Bugün bizim
karşımıza geçip de fiyakasını yaptıkları bu ilmin de sahibi el-Câbir'dir.
"Bir eşitliğin iki tarafma aynı miktar ilave edilirse veya çıkartılırsa,
çarpılırsa veya bölünürse bu eşitlik katiyen bozulmaz." diyen
el-Câbir'dir. El-Câbir ne yapmış? Üçüncü dereceden denklemlerin çözümünü
vermiş. Bugün üniversitede okuyan talebelerimizin çokları üçüncü dereceden
denklemi çözemezler. Müslümanların ilimleri ilerlettiği devrin büyük bir âlimi
olan el-Câbir, üçüncü dereceden denklemlerin çözümünü vermiş, ayrıca karekök
almayı hem de küpkök almayı göstermiştir. Bunlar öyle büyük meseleler ki bu
meseleleri eski basit vaziyetinden alıp da götürmek ancak Müslümanların
ferasetiyle olmuştur. Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor: "Müminin ferasetinden
korkun. Onlar Allah'ın nuruyla bakarlar." Bu bakış sadece manevî sahada
olmamıştır, maddî sahada da olmuştur. İslam âlimlerinin bu ilimlere
getirdikleri disiplinleri incelediğimiz zaman şaşırıyoruz. Bunlar bu büyük
otoriteyi, bu büyük disiplini nasıl kurmuşlar diye hayret ediyoruz. Bugün
aradan bin yıl geçmesine rağmen hâlâ el-Câbir'in getirdiği ilmin yerine daha
iyisini getirmek mümkün olmamıştır. Haydi, ilericilik yapın da görelim sizi... Müslümanlar
ayrıca logaritmayı da bulmuşlardır. Bugün logaritma dediğimiz cetvelleri ve
logaritma mefhumunu ilk defa bulan el-Harezmî adlı bir İslam âlimidir.
Müslümanlar, bütün bu riyaziyeyi kurmakla kalmamışlar, fiziği, kimyayı da
kurmuşlardır.
Bugünkü fiziğin kurucusu
İbn-i Heysem'dir. Kimdir İbn-i Heysem desem tabii çoğunluk bu ismi tanımayacaktır.
İçimizde çoğumuz lisede ve yüksekokulda fizik okuduk. Fakat İbn-i Heysem'in adı
dahi bize öğretilmedi. Ama İbn-i Heysem fiziğin kurucusu, fiziğin babasıdır.
İbn-i Heysem, ayrıca bugünkü atom ve molekül nazariyesini getiren insandır.
İbn-i Heysem, bu atom ve molekül nazariyesine istinaden kırılma kanunlarını bulan
insandır. Eski Yunanlılardan Öklit, kırılma kanunu olarak demiş ki bir
prizmadan ışık kırılarak öbür tarafına geçerken ışığın hızı kesilir ve bu
kesilen hız aradaki açılarla orantılıdır. İbn-i Heysem, Öklid'in yanlış düşündüğünü,
aslında açıların kendileriyle değil, bu açıların sinüsleriyle orantılı olduğunu
ileri sürüyor. .Bu hızların kırılması, malzemelerin yoğunluklarıyla
orantılıdır, diyor. Ve bu malzemelerin içerisindeki molekül nazariyesine
istinaden bu hesapları yapıp ortaya koyuyor.
Aynı şekilde fizik ve
kimya ilimlerinin kurucusu da yine Müslümanlardır. Örneğin ilk defa atomun
parçalanabileceğini söyleyen Câbir bin Hayyân isimli bir İslam âlimidir. Hicrî
2. Asırda yaşamış büyük bir âlimdir. Bugün bize kimya derslerinde Lavoisier
Prensibi diye okutulan prensipleri gerçekte ilk kez ortaya o koymuştur. Yer
Çekimi Kanununu ilk bulan da yine Hayyân'dır. Ne zaman? Avrupalılardan takriben
on asır önce. Câbir bin Hayyân miladî 8. Asrın insanıdır. Hâlbuki Newton prensibinden
Avrupa'da ancak 19. Asırda bahsedilmiştir.
Almanya'da 4 ciltlik bir
kitap basıldı. O kitabın içerisinde herkes bilmeye ve görmeye başladı ki bu
prensipleri hep İbn-i Hayyân ortaya koymuş. Avrupalılar Câbir b. Hayyân'ın
kitabını 14. Asırda tercüme etmişlerdir ama, tercüme ettiklerinin ne olduğunu
ancak 16. Asırda anlamışlar ve böylece Lavoisier ortaya çıkmıştır. Öbür
söylediğini 17. Asırda anlamışlar, Gay Lussac Prensibi ortaya çıkmıştır. 19.
Asırdaysa yer çekimi prensibini anlamışlar, böylece Newton Kanunu ortaya
çıkmış. Ama bunları Câbir b. Hayyân on asır önce ortaya koymuştur. Ayrıca Câbir
b. Hayyân bütün ilim tarihinde ilk defa laboratuvar kuran ilim adamıdır. Gözlem
ve deney metodunu ilme getiren insandır. Hatta kendi laboratuvarında ilk suni
hücreyi yapmış insandır. Tabii buraya gelince şaşırıyoruz. Ama Câbir b. Hayyân,
hicrî 2. Asırda kimya ilmini bu noktaya getiren insandır. Bugün Almanya'da
Câbir b. Hayyân'ın eserleri üzerine doktora çalışmaları yapılıyor. Ama bizim
kitaplarımızda, bizim okullarımızda, bugün Newton Prensibi öğretilir, Hayyân'ın
adını bile söylemezler. Maalesef biz kendi büyüklerimizin, kendi âlimlerimizin
farkında değiliz.
Bitti mi, elbette hayır.
Eskiden tarih hikâyelerden ibaretti, ilk defa İbn-i Haldûn Mukaddime'
sinde tarihin bir hikâye olmadığını, bütün insanların, milletlerin yaşayışlarını
sebepleriyle, neticeleriyle inceleyen, bunların tahlilini yapan bir ilim
olduğunu belirtti ve ilk tarih kitabını yazdı. Yine coğrafya haritasını ilk
defa çizenler de Müslümanlardır.
Şimdilik son
olarak Amerika'nın Kolomb'tan önce Müslümanlar tarafından biliniyor olması
hususundan bahsetmek gerekir. Biz Amerika'yı Kristof Kolomb keşfetti diye
biliyoruz. Neden böyle biliyoruz? Çünkü biz bilgilerimizi Avrupalılardan
aktarıyoruz da ondan. Lâkin Kristof Kolomb hakkında yeni yapılan tetkikler
bakın neleri gösteriyor: Kristof Kolomb, Venedik'te İslam alimlerinin
kitaplarından, batıya doğru gidildiği zaman yeni kıtalara rastlanacağını okumuş
ve öğrenmiştir. Bundan dolayı kendisi de bu işi merak etmiş, ben de gidip bunu
göreyim demiş ve ilk defa Atlantik'e açılma cesaretini göstermiştir. Kristof
Kolomb Atlantik'te avlarca gidiyor, fakat bir türlü karayı bulamıyor. Hatta öyle
bir noktaya geliyor ki gemisinin içerisindeki insanlar isyan etmeye
kalkıyorlar. Geri döneceğiz diyorlar. Sen bilmediğin yere bizi götürüyorsun,
bunun sonu çıkmaz, diyorlar. Yapılan tetkikler gösteriyor ki o gemide bulunan
bazılarının hatıra defterindeki notlardan anlaşıldığına göre Kristof Kolomb şu
sözleri söyleyerek isyanı bastırıyor:
"Öyle çıkışmayın,
böyle söylemeyin. Ben, devamlı olarak batıya gidildiği zaman yeni karalara
rastlanacağı fikrini ve bilgisini Müslümanların kitaplarından okudum. Müslüman
âlimler yalan söylemez. Bu karaya mutlaka varacağız."
Nitekim sabrediyorlar, devam edip gidiyorlar. Nihayet Amerika
kıtası karşılarına çıkıyor.
Acaba hangi sebepten dolayı bütün dünyada
ilim yavaş ilerlerken Asr-ı Saadet'te birden bire bugünkü manada hakiki ilim
olmaya başlıyor? Bu başlayışın kaynağı, insanlığa bu hızı veren tılsım nedir?
Bu sualin cevabını Kur'an-ı Kerim'den başka bir şeye bağlamak mümkün mü?
İnsanların ilim sahasındaki bu büyük inkişaflarının tılsımı, dünya ve ahiret
saadeti getiren Kur'an-ı Kerim'den başka bir şey değildir. Bugün gelip
Batı'daki ilimler tıkandığında yine Kur'an-ı Kerim'in ışıklarıyla yol
bulunabilir. Onun için Kur'an-ı Kerim üzerinde araştırması olmayan insan, hakiki
ilim adamı olamaz.
Doğu ile Batı'nın
mukayesesinde manzara şudur: Batı'daki insan gözleri kapalı, nereye gideceğini
bilemiyor. Elleriyle birtakım hakikatleri arıyor, tutuyor, fakat bu değildir,
diyor. Öbürünü tutuyor, bu da değildir diyor. Batı'daki ilim adamının hâli
budur. Doğu'daki ilim adamının hâli ise bundan tamamen farklıdır. O, ilim
sarayının içine iman anahtarıyla giriyor. Kur'an-ı Kerim'den almış olduğu
işaret ve ilhamlarla onun her tarafım aydınlatarak dolaşıyor, öğreniyor,
öğretiyor.
Bu devrin ilmi,
Müslümanlar tarafından getirilen ilimdir. Bizim karşımıza geçip de Batı'da şu
vardır, bu vardır diye kimse konuşmasın. Biz ve Batılılar için tek çıkar yol
"İslamlaşmak"tır. Bunu sadece hamd edeceğimiz imanımızdan dolayı
söylemiyorum. Bütün müspet ilimler gelmiş tıkanmıştır. Bütün maddî ve manevî
düşünce sistemimle mutlak surette inanıyorum ki bu tıkanıklıktan kurtulmanın
yolunu, ancak Kur'an-ı Kerim'den aldığımız ışıkla bulabiliriz.
FEHMİ DEMİRBAĞ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder