21 Temmuz 2015 Salı

3. DÜNYA SAVAŞI ÇIKTI!



YIL 2100

3. Dünya savaşının üzerinden tam 25 yıl geçmiştir. İnsanlık tarihinin Nuh tufanından sonraki yıkımla sonuçlanmış en dramatik kırılma anı yaşanmıştır. Savaşın etkileri ve izleri kolayca silinecek gibi değildir.
Aslında savaşın çıkacağı savaştan çok yıllar önce bütün alametleriyle kendini göstermişti. Savaş öncesi "insanlık konseyi" İstanbul'da büyük ve gizli bir toplantı düzenlemiş muhtemel savaşa ve savaş sonrasına dönük planlarını masaya yatırmışlardı. Ayrıca savaşın çıkmaması ve barışın sağlanması adına da ciddi gayretler gösterilmişti. Bu plana göre insanlığın bütün geçmiş uygarlıklarının kadim bilgileri belirli merkezlerde toplanacaktı. Savaş sonrası ise savaştan sağ kalanlar insan neslinin devamı için birlikte hareket etme kararı almışlardı.
Topyekün savaş başlamazdan önce bütün insan toplulukları dünyada artan şiddet olaylarını terörist faaliyetler olarak geçiştirmekle yetinmişlerdi. Ta ki Newyork kentini hristiyan evangelik bir terör örgütü olan "Tanrıyı Kıyamete Zorlamak" (Forcing god doomsday-FDD) grubunun nükleer başlıklı bir füze ile vurmasıyla iş çığrından çıkmıştı. Tam 25 yıl sürecek bir savaşın fitili ateşlenmişti. İş terör grublarından çıkıp devletlerin araya girmesi ile de ateş büyümüştü. Dönemsel ittifaklar kuruluyor, düşman gruplar kısa sürede saf değiştirebiliyorlardı. Sokak çatışmaları işin garnitürü olmuştu. Gün geçmiyor ki dünyanın herhangi bir yerinden bir terör saldırı haberi gelmesin. Sivil insanlar bu alçakça saldırılarda hayatlarını, mallarını ve hayallerini kaybetmesinler. Milyonlarca insan umut adına başka diyarlara göç etmesin... Devletler ise büyük ordularıyla birbirlerinin önem arzeden bütün yapılarını imha ediyorlardı. Enerji kaynakları, gıda merkezleri, bilumum tesisler ateşli silahlarla ve bombalarla yok ediliyor, yetmediğinde ise silahların her türlüsü kullanılmaktan çekinilmiyordu.
Siber saldırılar internet kullanımını bitirmişti. İletişim sıfır noktaya gelmişti. Kimsenin kimseden haberi kalmamıştı. Adeta Dünya intihar ediyordu.
Biyolojik silahlar, genetik silahlar, frekansa dayalı manyetik silahlar...Hertürlü silah ölüm kusuyordu. Savaş aynı zamanda salgın hastalıkları, açlığı insanlığın gündemine sokuyor ölüm topluluklar için kaçınılmaz oluyordu.Savaşın ortalarına doğru "insanlık konseyi" bir karar aldı. En azından bilim adamlarından, çocuklardan ve gençlerden oluşan bir grup insanı koruma altına almaya karar verdi. Her topluluk toparlamaya çalıştığı bu insanları büyük sahra çölünde muhafaza altına aldı. 50 yıl yetecek gıda stoklarıyla yaklaşık 5 milyon insanın yaşayabileceği bir şehir inşa edildi kısa sürede.
Savaş bir felaketti. Sanki beklenilen kıyamet gerçekleşmişti. 25 yıl içerisinde milyarlarca insan yokolmuştu.İnsanlığın geleceği Sahra Çölündeki 5 milyon insanının kaderine mahkumdu.Savaştan arta kalan insan nüfusunun ise tahminen dünya coğrafyasına serpişmiş vaziyette 15-20 milyon kadar olduğu tahmin ediliyordu.
İnsanlığın elindeki son imkanlarla kurulan Tevbe Kentinin (repent city) idaresi "insanlık konseyinin" idaresindeydi. Konseye ise bir müslüman bilim adamı olan İbrahim Halilullah başkanlık etmekteydi. Bitmiş olan savaşın ardından bütün dünyanın kaderi ve tarihi yeniden yazılmalıydı.Dünyanın değişik millet ve inançlarındaki bilim adamlarından oluşan "İnsanlık Konseyi" alt konsey olarak "Medeniyetler Kurulunu" oluşturdu.
Bütün dünya karanlık bir çağa uyanıyordu. Elektriğin ve elektroniğin olmadığı bir dünya. Araçların çalışmadığı...Herşeyin sıfırlandığı...Medeniyetler kurulu ilk iş olarak savaştan arta kalan dünya kentlerini tarayacak ve insanlığın geçmişi olan kadim kitapların peşine düşecekti.Müslümanlar kendi kaynaklarının, hristiyanlar kendi, museviler ve diğer inanç toplulukları kendi izlerinin peşine düşecekti.Elde edilebilecek imkanlarla hareket edecek bilgi tarama taburları oluşturuldu.  Müslüman uygarlığının eserlerini toparlama işi "Ebabil" isimli bir gruba verilmişti. Grubun başkanlığını Müslüman bir Türk olan genç Profesör Habil Vicdan üstlenmişti. Habil'in görevi İslam medeniyetinin izini sürmekti.Savaş sırasında cephede bulunan bir kısım bilim adamlarından ise destek istenmişti. Müslümanlar kaynaklarını toparlayabildikleri kadarıyla Ayasofya'nın altında bulunan büyük kütüphanede biriktireceklerdi. İlk etapta oradaki eserlerin tasnifi gerekiyordu.Savaştan arta kalan insan nüfusu ile de  temasa geçmek grubun ayrı görevlerindendi.
 Ekip yıkılmış ve bir viraneye dönmüş Ayasofya dehlizlerinden aşağıya indiklerinde de kütüphanenin hali içler acısıydı.
Ellerine ilk değen kitap Endülüs’te yetişen meşhur tıp âlimi. Zerhavi'nin cerrâhînin temeli olan Te’lif adlı eseridir. İki ciltten meydana gelen eser 900 sahîfedir.
 Eser kısa sürede tetkik edilir. Hakkındaki malumatlar ekibin elindeki özel bilgisayara not olarak düşülür. ***"Müslüman cerrahların babası olarak kabul edilen Zehrâvî, daha çok cerrâhî sâhasında başarılı olmuştur. Cerrâhîye ilk önem veren âlim, meşhur Râzî idi. Ali bin Abbâs onun yolunu tâkip etmiş, sonra İbn-i Sînâ yetişmiştir. Endülüs’te de İbn-i Zühr bu sâhada temâyüz etti. Tıp ve cerrâhîyi birleştirerek tıp ilminde hamle yaptı. Fakat cerrâhînin başlı başına bir ilim hâline gelmesi Zehrâvî sâyesinde olmuştur. Zîrâ o, sâdece nazariyelerle uğraşmadı. Bizzat ameliyâtlar yaparak, metodlar ve âletler keşfetmeyi ve bunları mahâretle kullanmayı başardı. Avrupa’da İslâm âlimleri ve ilimlerinin ışığı sâyesinde teşekkül eden rönesans hareketinde Zehrâvî’nin de büyük tesiri ve rolü oldu. O devirde Avrupa’da Zehrâvî’nin eserleri ve bunlarda ortaya koyduğu tıbbî ve cerrâhî usûller de temel mürâcaat kaynağıydı.Zehrâvî, daha o devirlerde birçok günlük âcil hâllerde cerrâhî usûllerini başarı ile tatbik etmiş, burun ameliyatları yapmış, gümüş nitratı kullanmıştır. Dağlama yoluyla da önceleri hiç yapılmamış birçok cerrâhî tedâvîyi başarmıştır. Hayâtının büyük bir kısmını doğduğu yer olan Medînet-üz-Zehrâ’da tıp ve eczâcılık araştırmalarıyle geçiren Zehrâvî, ayrıca din ve zamânının diğer fen ilimlerini de tahsil etmiştir. O, cerrâhî uygulamalarda çok hassastı. Ameliyatlarda kullandığı âletleri kendisine has bir metodla mikroplardan temizledikten sonra kullanıyordu. Bu işte bilinen ve Maddet-üs-safra denilen bir maddeden faydalandı. Günümüzde yapılan araştırmalar bu maddenin bakterileri imhâ edici özelliğe sâhip olduğunu ispatlamıştır.Zehrâvî’nin en çok meşgul olduğu ve çağdaşlarını da en fazla yoran hastalıklardan biri kanserdi. Onun bu hastalık için ortaya koyduğu tedâvi usûlleri günümüze kadar uygulanagelmiştir. O, akciğer iltihaplanmaları üzerinde çalışmış ve ameliyatla göğsü yarıp dağlama yoluyla bunu tedâvî etmeyi başarmıştır. Böbrek taşlarını düşürme ve ameliyatla çıkarmayı ilk defâ gerçekleştiren yine odur. Yaptığı ameliyat günümüz operatörlerininkiyle aynıydı. Göz, kulak, burun, boğaz ve diş cerrâhîsinde önderlik etti ve ilk defâ fıtık ameliyatını gerçekleştirdi. Kadın hastalıkları dalında yeni usûl ve âletlerle büyük gelişmeler kaydetti. Çocuğun ters doğumuna müdâhaleyi ilk defâ o tavsiye etti. Bu metod doğuma çok yardımcıydı. Zehrâvî’den asırlar sonra Stutgartlı Jinekolog Walcher (1806-1935) bu yolu kullanmaya teşebbüs etti ve Müslüman bir ilim adamının buluşu olan bu usûl, Avrupalı bir hekime mâl edilerek Walcher Durumu adıyla meşhur oldu. Vaginal taş ameliyâtını tıp dünyâsına kazandırarak, doğumda büyük bir yardımcı olan kolpeurynter âletini yaptı.Ebü’l-Kâsım Zehrâvî, ameliyâtlarda kendine has anestezi metodlarını tatbik etti ve bunun için banotundan faydalandı. Mafsal iltihâplarını tedkik ederek, tedâvisi üzerinde durdu. Varis, yâni damar genişlemesi hastalığı üzerinde çalışmalarda bulundu. Poliplerin çıkarılmasında çengel uyguladı ve bir hizmetçisine başarılı bir trakeotomi ameliyâtı yaptı. Fransız cerrahı Pare’yi şöhrete ulaştıran ve 1552 senesinde ilk defâ onun tarafından yapıldığı sanılan, büyük damarların bağlanmasını altı asır önce Zehrâvî gerçekleştirdi. Ameliyât sırasında mum ve alkol kullanarak kanamayı durdurmayı başardı. Pratisyen cerrahlara sun’î dikişi, kürk dikişi, karın yaralarında sekiz dikişi, bir ipliğe geçirilen iki iğneli dikişi, bu münâsebetle kedi barsakları ile yapılan dikişi, barsak ameliyatında kalkük kullanmayı öğretti. Bütün ameliyât dikişlerinde, özellikle karın çukuru altındaki cerrâhî müdâhalelerde, ilk defâ havsalayı (kalça boşluğunu) yatakta yüksekte tutan o oldu. Yirminci asrın başlarında Alman cerrahı Friedrich Trendelenburg (1844-1924), Zehrâvî’nin bu buluşuna sâhip çıkıp kendine mâl etmiş, Ebü’l-Kâsım’ın ismi unutturulmuştur.Zehrâvî ayrıca birçok diş operasyonlarını târif etmiştir. Bunlar arasında diş çekme, tespit etme, kökünü besleme ve takma dişle ilgili bilgiler vermiştir. Diğer metallerin ağız içinde kimyâsal reaksiyona gireceğini düşünerek altın tel kullandı. Demir, bakır ve altından yapılmış cerrâhî âletlerini esaslı bir şekilde geliştirdi. Cerrâhî ameliyatlarda dikişler için kullanılacak ipek ipliği îmâl etti. Burun içindeki fazlalık et parçalarını temizleyip almak için ilk defâ senânin denilen orijinal bir âlet yaptı. Yine ilâçları mesâneye vermek için mâdenî şırıngayı ilk defâ o yapıp kullandı.Asıl adı Et-Tasrif Limen Acize an’it-Te’lif olan eseri otuz bölümden oluşur.  Eserin birinci ve ikinci bölümlerinde hastalıkların genel değerlendirmesi yapılarak tedâvileriyle ilgili bilgiler verilmektedir. Üçüncü bölümden yirmi beşinci bölüme kadar olan kısımda ilâçların terkibi anlatılmaktadır. Yirmi altıncı bölümde hastalık, sağlık ve yiyecek rejiminden bahsedilmektedir. Yirmi sekizinci bölüm ise basit ilâçlarla yiyeceklere ayrılmıştır. Kitabın en önemli kısmını 30. bölüm meydana getirmektedir. Burada cerrahlıkla ilgili bilgiler anlatılmaktadır.Te’lif’in seksenden fazla yazma ve basılı kopyası vardır. Birçok defâ lâtinceye ve İbrâniceye tercüme edildi. Eserin birinci ve ikinci kısımları 1519 senesinde Ausburg’da Lâtince olarak basıldı. Cerrâhî ile ilgili cüz’ü, meşhur Gerard de Cremona tarafından Lâtinceye tercüme edilmiştir. Bu bölümü Fâtih Sultan Mehmed Han zamânında Amasya Hastânesi başhekimi Sabuncuzâde Şerefeddîn tarafından bâzı ufak tefek ilâvelerle Cerrahiye-i İlhâniye adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir.Avrupa’da cerrâhînin temelinin atılmasına sebep olan bu eser, Salerno, Montpelleier ve diğer Avrupa tıp fakültelerinde asırlarca ders kitabı olarak okutulmuştur. Ebü’l-Kâsım Zehrâvî’yi Müslümanlardan çok, asırlarca eserinden istifâde eden Avrupalılar tanımışlar, buluşlarını ve tedâvî şekillerini kendilerine mâl etmişlerdir." ***Bundan sonrasını Habil Vicdan'ın notlarından okuyalım isterim.
"Günler süren hummalı bir çalışma dönemi başlamıştı benim için. Bütün kitapların bir bir tasnifi gerekiyordu. Arkasından da durum değerlendirmesi açısından hazırlamam gereken notlar.Nihayet bir süre sonra elde ettiğim çalışmaların neticesi tuttuğum notlarda kendisini göstermeye başlamıştı. Haydi bunlardan bir kaçını sizlerle paylaşayım.

"İslam demek; ilim, çağdaşlık, sosyal adalet ve adil düzen demektir. "İlim Çin'de dahi olsa alınız." hadi­si İslam'da ilmin ne kadar önemsendiğini ortaya koy­maktadır. "İki günü denk olan zarardadır." buyuruyor Efendimiz Aleyhisselâm. Ne olacak o zaman? Her gün daha ileriye gideceğiz. Yani ilericilik ve çağdaşlık asıl İslam'ın bir sıfatıdır. Onsuz ileri gidilemez. O herkesi en ileriye götüren, en güçlü motordur.
Öbür taraftan "Komşusu açken tok yatan bizden değil­dir." hadisi sosyal adalete gönderme yaparken, "Kendisi için istediğini mümin kardeşleri için de istemek" düstu­ru, müthiş bir adil düzen fikri ortaya koymaktadır. Do­layısıyla saadet için ne lazımsa hepsi İslam'da vardır. Efendimiz Aleyhisselâm da bunun öncüsüdür.
Örneğin Kudüs, tarih boyunca birkaç kez Batı me­deniyetinin eline geçmiştir. Onlar Kudüs'e geldikleri her seferde Müslümanları katletmişler. Ancak, Müslümanlar her seferinde orayı kurtardıktan sonra onları at­fetmişlerdir. Çünkü İslam; af, hoşgörü ve iyi muamele etmek demektir.
Bakınız, bundan dolayıdır ki Müslüman olsun olma­sın herkes Efendimiz Aleyhisselâmı önder kabul etmek mecburiyetindedir. Nitekim Batılı araştırmacılar bunu apaçık ortaya koymuş ve itiraf etmişlerdir. Herkesin tanıdığı meşhur ilim adamları dahi Efendimizin üstünlüğünü itiraf ederek bu durumu açık bir şeklide ortaya koymuşlardır. Bu sebeple Efendimize sadece Müslü­manların değil, bütün insanların sevgi göstermesi son derece doğaldır.
Sonradan Müslüman olan John Davenport kendisi­nin Müslüman oluşunu bakın nasıl anlatıyor:
"Ben bir tarihçiydim. Her şeyi incelediğim gibi İslam'ı ve Hz. Muhammed Aleyhisselâmı da inceledim. Bu çalışmamı ilmi olarak yaptım ve çocukluğundan başladım. Gerçekten tertemiz bir çocukluğu var. Genç­lik döneminde herkesin örnek gösterdiği ve 'el-Emîn' dediği güvenilir bir insan. Vahiy dönemine ve diğer olaylara baktım ve bunlar üstün bir insanın özellikleri dedim. Ancak bu son peygamberdir, diyemedim. Ne zaman ki Mekke'nin fethini incelemeye başladım, o zaman işin rengi değişti."
Mekke'nin fethi hakkında yazılmış en güzel kitaplardan birinin adı İzzus Sacide, yani "Secdedeki İzzet"tir. Mekke'nin fethiyle Müslümanlar tarafından en büyük zafer kazanılmışken ve kendisine en büyük zulüm­leri yapan insanların hepsi teslim olmuş tir tir titrer­ken, Efendimiz intikamla hareket etmedi. Hatta Uhud Savaşı'nda kendi öz amcası Hz. Hamza'nın ciğerini çiğ­neyen inşam bile affetti.John Davenport diyor ki: "İşte böylesi muazzam bir olan gördüğüm zaman titremeye başladım. Peki, 'Bü­tün bunlardan sonra ne yapacak?' diye baktığım zaman bir de gördüm ki yine Medine'ye döndü ve yine arpa ekmeği yiyerek, hasırın üzerinde yaşamaya başladı. "Bunların hepsini normal insanlar yapar, ama bu zaferi kazandıktan sonra sade hayatına tekrar dönmek ancak büyük bir peygamberin ahlakı olabilir.' dedim ve koşa­rak secdeye kapandım. Müslüman oldum."
İşte biz Müslümanlar için en güzel örnek, en güzel ölçü, Efendimiz Aleyhisselâmm mübarek hayatı ve mücadelesidir. Farz edelim ki Hz. Peygamber'in Bedir Savaşı'nı yaptığı gün o civarda develerini güden bir ço­banız. Efendimiz Aleyhisselâtü vesselâm ile Ebû Cehil taraftarları Bedir kuyuları yakınında savaşa tutuşmak üzereler. "Şöyle yüksek bir tepeye çıkayım da yaşanan savaşı seyredeyim" denirse inkârcılar zümresinden olunur. "Ya Rabbi, bunlardan kim haklı ise ona yardım et!" diye dua edilirse yine inkârcılardan olunur. Çünkü insan bu dünyaya sadece hangisi haklı, hangisi haksız bilmek için gelmemiştir.
"Ya Rabbi, Peygamberin Hz. Muhammed (s.a.v.)'e yardım et, onu muzaffer kıl!" diye dua edilirse bu sefer de günahkâr bir fâsık olunur. Çünkü o an dua etme za­manı değil, eyleme geçme ânıdır. Hakiki bir müminin yapacağı ise şudur: Olaydan ha­berdar olur olmaz, yerinden öyle bir fırlayışla atılır ki savaş alanına kadar birkaç kez yüzüstü yere kapakla­nır. Eline ne geçerse, ne bulursa onunla savaşa katılır. Müslüman, Hak-bâtıl mücadelesinde Hak'tan yana ta­vır alan ve bütün insanların iki cihan saadeti için tebliğ vazifesini, bütün gücüyle, bütün imkânlarıyla ömrünün sonuna kadar yerine getiren insandır. Ne mutlu bizlere ki böyle bir dinin mensubu ve böyle bir peygamberin ümmeti olma şerefini bahşettiği için Cenabı Allah'a ne kadar şükretsek azdır.
Müslümanlar olarak dünyanın gelmiş geçmiş en bü­yük düşünce sistemine sahip bulunuyoruz. Fakat bu büyük düşünce sisteminin karşısında, daima bâtıl fikir­ler olagelmiştir. Bu bâtıl fikirler, bir Müslüman diyarı içerisinde bizleri, kendi dinimizi, kendi Müslümanlık hakikatlerimizi öğrenemeyecek hâle getirmiştir.
Zaman zaman Batı ilimlerini yarım yamalak okumuş insanlarla görüştüğümüzde bunların kibir dolu yakla­şımlarıyla karşılaşıyoruz. Yarım yamalak tahsil yapıp gelmiş, ama o yarım yamalak bilgisiyle Müslümanlığı küçük görmeye kalkıyor. Çokbilmiş bir edayla "Efen­dim dünyada ilim var, fen var!" diyorlar. "Efendim bakınız eloğlu çalışıyor. Amerikalı, Avrupalı ne büyük işler meydana getiriyor; aya ve yıldızlara gidiyor." di­yorlar. (Aya yolculuk palavrasına bile inanmışlar yani.)
Şimdi dünyanın muhtelif yerlerini gezerken dışarı­dan baktığımızda, "Aman ne büyük binalar, ne büyük köprüler yapmışlar; bu jetlerle, bu roketlerle nasıl uçu­yorlar; bu laboratuvar çalışmalarındaki karmakarışık aletler, bu elektronik sistemler üzerinde nasıl çalışıyor­lar" diye hayretle bunları seyrederiz. Amerika'da aya giden herhangi bir füzenin hareketini kontrol eden bir gözetleme merkezinde çalışan insanın yanına yaklaşsak ve bu adamın bilgi muhtevası nedir diye incelemeye başlasak neyi görürüz?
Öncelikle bizler öyle bir tarzla yetiştirilmişiz ki bu laboratuvarda çalışan insanlara ister istemez büyük bir hayret ve hayranlık hissiyle bakıyoruz. Onları kendi­mizden büyük görüyoruz. Oysa bu laboratuvarda çalı­şan profesörlerden birinin yanına yaklaşıp, "Beyefendi, siz burada ne yapıyorsunuz?" desek, "Ben burada şu fü­zenin aya gidişini kontrol ediyorum." diyecektir. "Nasıl kontrol ediyorsun?" diye sorsak, "İşte şu aleti kontrol ediyorum." diyecektir. "Alet nasıl yapılmış?" desek, adam bize birtakım formüller yazar. Bu formüllerin baş taraflarına birtakım harfler, rumuzlar koyar. İçimizden, "Vay be, bu adam bizim bilmediğimiz ve hiçbir zaman da bilemeyeceğimiz konulardan bahsediyor." deriz.
Hâlbuki bu adam bize hangi formülden bahsederse bahsetsin, formülün şekli önemli değildir. Aslında for­mül diye yazdığı şeyler, birtakım fikir silsilelerini sem­bollerle göstermekten başka bir şey de değildir. Mesela bu adamın füzenin, uzay boşluğuna gidişine ilişkin yaptığı hesapla bir pencereden aşağıya atılan bir taşın, ne kadar zaman sonra yere düşeceğini hesaplamak arasında bir fark yoktur.
Biz bu profesöre, "Bu hesaplar nereden çıkmış?" de­sek, "Efendim birtakım prensipler var. Bu prensipleri biz tecrübelerle tespit ettik. Bu prensiplere inanıyoruz. Bu prensiplere istinaden hesaplar yapıyoruz." diyecek­tir. "Peki, nedir bu prensipler?" desek; bu sefer de, "İşte, etki tepkiye eşittir. Madde vardan yok olmaz, yoktan var olmaz." diye birtakım ezberlenmiş şeyler söyleye­cektir.
"Peki senin bu madde dediğin nedir? Enerji ve kuv­vet dediğin nedir?" dediğimiz zaman bize karşı, o bü­yük pozları takman insanlar, bunların ne olduklarını izah edemezler, burada takılıp kalırlar. Çünkü onlar asıl ilim nedir onu bilmezler. Bu basit tatbikatı ilim zanne­derler. Hâlbuki ilim, aslında onların gelip tıkandıkları yerden sonra başlar. Madde nedir bilmeden gelip de ne yapıyorsun bizim karşımızda? Enerji nedir, kuvvet nedir bilmeden gelip de ne yapıyorsun burada? Mad­de dediğin şey var mı, yok mu? Daha bunu orta yere koyamıyorsun. Biriniz diyor ki, "Evet madde vardır; öbürünüz hayır madde yoktur, bu bir dalgadır, bu bir enerjidir şudur, budur diyor."
Bir Yahudi âlimi olan Einstein, bütün bu meselelerle senelerce uğraştıktan sonra ömrünün sonlarında şunla­rı söylemiştir: "Ben ömrümde uzun müddet, hakikaten bu maddeyle, enerjiyle kuvvetle uğraşıp bir sürü he­saplar yaptım, ama bütün ömrüm boyunca bunların ne olduğunu anlayamadım. Hatta size bir şey söyleyeyim. Acaba biz hesaplar yaparken madde, enerji, kuvvet gibi mefhumları kullanacağımıza bunların yerine başka kavramları kullanmış olsaydık, acaba daha mı kolay he­sap yapardık? Bunu da bilemiyorum. Yalnız hissettiğim bir şey var, o da böyle enerji, madde, kuvvet diye birbi­rinden ayrı üç mefhum olmadığıdır. Ben bu işte bir tev­hit hissediyorum. Bu bazen enerji hâline, bazen madde hâline giriyor, bazen de kuvvet hâline giriyor. Bunu his­sediyorum ama bir türlü ne olduğunu bulamıyorum."
Maddenin ne olduğunu anlamak için bir masayı ele alalım. İlk önce masanın üst yüzeyinde birtakım pürüz­ler görürüz. Sonra bu pürüzlerin içerisine girdiğimiz zaman -eğer bu bir ahşap masa ise- bu tahtanın hüc­relerini görürüz. Bu hücrelerin içine girdiğimiz zaman maddelerin birtakım moleküllerden yapıldığım görü­rüz. Bu moleküllerin içerisine bir elektron mikrosko­buyla bakacak olursak, bu sefer de en küçük parça deni­len atomu görürüz. Atom nedir deyip atomun içerisine girdiğimiz zaman görüyoruz ki atom bizim güneş ve etrafında dönen yıldızlara benzeyen bir yapıya sahip. Merkezinde tıpkı güneş gibi bir merkezî kısım vardır. Buna çekirdek deniyor. Bunun etrafında dünyanın ve diğer yıldızların dönüşü gibi birtakım elektronlar dö­nüyor. Tıpkı dünya ve diğer yıldızlar güneşin etrafın­da nasıl dönüyorlarsa şu masanın içerisindeki her bir atomda da bu dönmeler var.
Peki, bu atom dediğimiz şey nasıl bir şeydir? Elekt­ron mikroskobuyla gelip bunun içerisine girdiğimiz zaman, güneş ile dünya arasındaki çok büyük uzaklık gibi, atomdaki protonlar ile elektronlar arasında da çok büyük bir boşluğun olduğunu görüyoruz. Bunun ma­nası şudur: Madde diye her tarafını dolu olarak gördü­ğümüz cismin içerisine girdiğimiz zaman gerçekte müt­hiş bir boşlukla karşılaşıyoruz. Biz dolu zannediyoruz. Hâlbuki bunun aslı dolu değil. Ya neymiş? Boşluk. Ama ne boşluğu? Efendim işte madde dediğimiz şeyin içeri­sinde bir elektron, bir nötron, bir de proton var. Çekir­dek ile elektron arasında, dünya ile güneşin arasındaki boşluğun on misli daha büyük bir boşluk var. Oysa biz bunu dolu zannediyorduk. Evet, dışarıdan baktığımız zaman dolu zannediyoruz. Çünkü içerisini göremiyo­ruz. Görme kabiliyetimiz yetmiyor.
Şimdi bu Amerikan laboratuvarında bize o hesaplar­la fiyaka yapan adamı getirip de mikroskopla bu boş­luğun içerisine soktuğumuzda, "Beyefendi sen demin hesaplarında maddeden bahsettin. O hâlde nerede bu madde?" dediğimiz zaman cevap veremiyor. Bu boşlu­ğun içerisinde kayboluyor. Çünkü bunun içerisindeki elektron ve proton dediği şeyin kendisi de aslında bir ağırlık değil. Örneğin altın, en ağır bir maddedir. Dün­yada bulunan bütün altınlar, bir ucu Lizbon'dan öbür ucu Sibirya'ya kadar uzanan, yani Avrupa'yı boydan boya kat eden bir katarı doldurur. Ama atom içinde­ki mesafeyi sıkabilme imkânımız olsaydı, dünyadaki bütün altınlar bir yüzüğün içine sığardı. Yani bizim gördüğümüz, altın gibi en ağır bir madde dahi büyük boşluklardan meydana geliyor. İşin içerisine gelip gir­diğimiz zaman orta yerde madde diye bir şey kalmıyor.
Yeni düşüncelere göre şimdi de diyorlar ki aslında burada elektron da yok. Bir dalga var. Elektron dönüyor diye kabul ediyorsunuz, aslında dönen elektron değildir. Dönen dalgadır. Atom parçalandığı zaman madde enerji hâline geliyor. Yine enerjiyi bir yerde toplamak mümkün olduğu takdirde, ondan da madde meydana geliyor. "O hâlde madde nerede? Enerji nedir? Asıl olan bunların hangisidir?" diye sorduğumuz zaman bugün Batı ilminin en bilgili sayılan âlimleri bile bunun cevabını veremiyor. Bu cevap verememe karşısında, kendi durumlarının bir çıkmaz içerisinde olduğunu kendileri itiraf ediyorlar. Hani gelip de bir Müslüman'a yukarı­dan bakan insan bilmelidir ki hayran olduğu Batı ilmi, bugün gelmiş, bir çıkmazın içine saplanmıştır. Bir tıka­nıklığın içerisindedir. Bu tıkanıklık, mefhumların ne ol­duğunu bilmemekten ileri gelmektedir.
İlim, Allah'ı bilmekle başlar. İnsanların bütün bilgisi­ni toplasak, Cenabı Hakk'ın sonsuz ilmi karşısında de­nizdeki bir noktayı dahi tutmaz. Onun için bu adamın böyle bir tavır takınmaya aslında hakkı yok. O kulluğu­nu bilse Cenabı Hakk'ın ilminin genişliğini takdir ve ta­savvur edebilse kibirlenemez. Cenabı Hakk'tan sadece kendisine daha fazla ilim vermesini niyaz eder. Bunla­rın bilgilerinin hepsini toplayıp üst üste koyalım. Şim­di bu bilginin sahipleri kimdir? Bu bilgi nasıl meydana gelmiştir? Bunu incelememiz gerekir.
İnsanlığın bugün sahip olduğu bilgilerin hepsinin insanlık tarihinde birbiri üzerine eklene eklene geldiği­ni biliyoruz. Bugün elimizdeki yazılı vesikalar, beş bin sene öncesine ait bir yazı olmadığı için acaba daha önce insanlar neler biliyorlardı bu hususta bir bilgimiz yok. Onun için şimdi bugünkü durumdan geriye doğru gi­delim ve insanlığın beş bin senelik tarihinde acaba ilim nasıl gelişmiş bunu incelemeye bakalım.
İlk insanı, başlangıç kabul edelim. Şimdiye kadar ge­çen binlerce senede insanlığın bilgisi acaba nasıl geliş­miş? Cenabı Hakk, insanlara akıl vermiş, başka nimet­ler vermiş. Bu nimetler sayesinde muhtelif şeyleri takdir etmeye başlamış. İnsanlık tarihinde bilgi bakımından mühim husus, ateşin öğrenilmesidir. Belki insanlar ya­nardağların lavlarını gördüler, belki tahtaları, taşları birbirine sürterek ateşi yaktılar. Bunun nasıl olduğunu bilmiyoruz. Ama insanlık yavaş yavaş ateşi öğrendi. Bundan sonra insanlar muhtelif tarihlerde muhtelif şey­ler öğrendiler. Öğrene öğrene bugüne kadar geldiler.
İlk insanın bilgisini, ilk çağlardaki insanın bilgi­si olarak söylemekten çekinmiyorum. Çünkü Âdem Aleyhisselâmın bilgisinin ne olduğunu biz bilemiyoruz. İlk insanları biliyoruz, taş devrinde yaşayan insanların bilgisini biliyoruz.
İnsanlık tarihinde, ilk noktadan zamanımıza kadar insanlar bugünkü bilgilerini nasıl elde ettiler? Getiri­len izah, "İnsanlar bugünkü bilgilerini, zamanla öğre­ne öğrene elde ettiler." şeklinde olacaktır. Fakat ilimler tarihinde yapılan incelemeler gösteriyor ki insanlar, ilk bilgilerinden bugüne böyle basamak basamak munta­zam bir merdiveni çıkmış gibi gelmemişlerdir. Ya nasıl gelmişlerdir? Bunu incelediğimiz zaman şöyle bir ge­lişme görüyoruz: İlk devrin insanları yavaş yavaş bilgi sahibi olmuşlar ama bir yere gelmişler, bu yerden sonra birden bire artmış.
İnsanlık tarihinde bilgilerin birden bire arttığı bir nokta, Asr-ı Saadet'tir. Bu nokta 7. Asra rastlıyor. Asr-ı Saaadet'te insanların ilimleri birden bire artmaya başlıyor. Avrupa'nın ilmi ve teknik bilgileri, Haçlılar kanalıyla Müslümanlardan almasıyla yeni bir merhale başlıyor. Bu, miladî 14 ve 15. Asra, hicrî 7 ve 8. Asra denk geliyor. Avrupa hızlı İlmî gelişme sürecine Müslümanlardan aldığı bilgi ve birikimle çok daha sonradan giriyor ve maalesef Müslümanların önüne geçiyorlar.
İnsanlık tarihinde Asr-ı Saadet'ten Rönesans'a kadar geçen yedi asırlık bir devir var ki bu devirde insanlığın ilimlerini Müslümanlar inkişaf ettiriyor. Araştırmalar gösteriyor ki bugünkü insan bilgisinin en aşağı yüz­de 60-70'ini Müslümanlar inkişaf ettirmişlerdir. Acaba hakikaten böyle midir? Yani hakikaten Müslümanlık çevrinde, ilim bu derece yükselmiş midir? Bunun in­celemesine geçmeden önce şu iki noktaya ait üçer hu­susiyeti söylemek istiyorum. Bakınız, Asr-ı Saadet'te Müslümanların ilme yaptığı hizmet nasıl olmuştur? Rönesans'ta, Avrupalıların Müslümanlardan ilmi alışı nasıl olmuştur?
Batı kültür ve terbiyesi almış birtakım kibirli, taklit­çi. sözde aydınlar; İslam düşmanı müsteşriklerin ken­dilerine öğrettikleri birtakım yanlış fikirlerle doludur­lar. Bunlar müsteşriklerin şu sözlerini tekrar ederler: Müslümanların aslında sizin büyüttüğünüz kadar ilme hizmeti olmamıştır. Onlar eski Yunan'da, eski Hindistan'da, eski Mısır'da bulunan ilimleri almışlar, öğrenmişler, insanlığın doğal seyrinde bunları bir mik­tar inkişaf ettirmişler ve ondan sonra bu ilmin sahibi olan Avrupalılara getirip tekrar teslim etmişlerdir." derler. Bu külliyen yanlıştır. Müslümanlar hakikaten eski Mısırlıların, eski Yunanlıların ve eski Hintlile­rin ilimlerini inceleyip almışlardır. Fakat bu alışta, üç önemli özellik vardır:
Birincisi, bu ilmi, bu bilgiyi kimin kitabından aldıkla­rını açıklamışlardır. "Biz Batlamyus'un kitabında oku­duk, biz Öklid'in kitabında okuduk, böyle diyor, biz Pisagor'un kitabında okuduk, şöyle diyor." diye daima aldıkları kaynağı belirtmişlerdir.
İkincisi, İslam âlimleri eskilere ait bu kitapları oku­yarak bilgileri alırken bunları ezbere almamışlardır. Bunları hemen kabul de etmemişlerdir. Bu bilgileri tas­hih etmişlerdir.
Üçüncüsü de İslam âlimleri; Yunanlılardan, Mısır­lılardan, Hintlilerden ilim alırken kendileri yüksek se­viyedeyken ilimlerini inceledikleri milletler aşağı sevi­yede bulunuyorlardı. Müslümanlar kendinden önceki ilmi alırlarken aşağıdan yukarıya doğru almışlardır. Buna mukabil Haçlı Seferleri döneminde Avrupalılar, Müslümanlarla temas ederek onlardan birtakım ilimler almaya başladıkları zaman da şu gerçekler göze çarp­maktadır:
Avrupalılar bu ilmi kimden aldıklarını katiyen söy­lememişlerdir. Müslümanların kitaplarını okumuşlar, fakat kimin kitabından hangi bilgiyi aldıklarını ken­di kitaplarında zikretmemişlerdir. Diğer Avrupalılar bu kitapları okudukları zaman, bütün bunları yazanın kendisinin yaptığım zannetmişlerdir. Avrupa'da bu şe­kilde, hak etmediği hâlde büyütülmüş insanlar vardır. Bizim şimdiki kitaplarımıza da bugün bu isimler geçmiştir. Biz bu prensipleri onların bulduklarını zannede­riz. Oysa ki onlar, bu prensipleri Müslümanların kitap­larını okuyarak almışlardır.
Avrupalılar, Müslümanlardan ilimleri alırlarken kendi seviyeleri bu ilimleri almaya müsait değildi. Yani Avrupalılar, Müslümanlardan ilimleri alırlarken yuka­rdan aşağıya almışlardır. Müslümanlar yukarıdaydı, Avrupalılar ise aşağıdaydı. Ne bakımdan Müslümanlar yukarıdaydı? Avrupalılar, bu ilimleri alırken önce lisanları bu ilimleri almaya müsait değildi. Müslüman kitaplarındaki mefhumları kavrayamıyorlardı. 14. Asır­da tercüme ettikleri kitaplardaki mefhumları ancak 18. Asırda anlamaya başlamışlardır. Yani dört asır sonra...
Bugün Batı ilmi dediğimiz fiziğin, kimyanın, mate­matiğin, astronominin, tıbbın, tarihin, coğrafyanın ku­rucuları Müslümanlardır. Bu tabii büyük bir iddia. Fa­kat bu iddianın ispatına hazırız.
Bugün en önemli konulardan bir tanesi de fezaya, uzaya gitme konusudur. Gezegenlere gitme konusu, bizim astronomi dediğimiz yıldızlar bilgisine ait bir husustur. Biz diyoruz ki astronominin kurucusu Müslümanlardır. Bunların sadece birkaç tanesine baka­cak olursak, meşhur İslam âlimlerinden el-Battânî isimli büyük bir astronomi âlimini görürüz. Belki bazılarımız bu ismi duymuşuzdur. Ama maalesef bizim kendi ilim­lerimiz bize öğretilmemiştir. Bize el-Battânî'yi anlatmak verine Batlamyus'u anlatmışlardır. Bizim kitaplarımız bu ismi yazar. El-Battânî'ye gelince ismini bile zikretmez.
Çünkü bizim kitaplarımız taraf tutan birtakım Batılı ki­taplardan tercüme edilmiştir. Hâlbuki Batlamyus nere­de, el-Battânî nerede!
Şimdi bunların arasındaki farkı açıklamaya çalışa­lım. Mısırlı âlim Batlamyus güneşin fezada bulunduğu yerden aynı yere tekrar gelmesi, yani bir senelik bir za­manın geçmesi için kendi etrafında 260 defa dönmesi gerektiğini söylemiştir. Yani bir seneyi 260 gün olarak hesaplamıştır. El-Battânî ise Batlamyus'un düşüncesin­de yanıldığını, bir senenin 365 gün, 5 saat, 46 dakika, 22 saniye olduğunu ortaya koymuştur. Şimdi bir müsteşrik bize el-Battânî ile Batlamyus arasındaki farkın basit bir fark olduğunu iddia edebilir mi? Şu görmüş olduğumuz rakam, bugünkü en hassas ölçü aletleriyle yapılan ölçü­den sadece 2 dakika, 24 saniye farklıdır. El-Battânî, sene­nin uzunluğunu bu kadar hassas bir şekilde ölçüp ortaya koymuştur. Bir seneyi 260 gün zannetmeyle, saniyesine kadar bildirme arasındaki farka dikkat edilmelidir.
Bu farkları başka sahalarda da görmekteyiz. Eski Mısırlılar, Akdeniz'in genişliğinin, mesela Mersin'den İskenderiye'ye kadar olan mesafenin gerçek genişliği­nin yirmide biri kadar olduğunu zannediyorlardı. İş İslam âlimlerine gelince Akdeniz'in gerçek genişliğini ilk defa İslam âlimleri ölçmüşlerdir. Nasıl ölçtüler? Abbasiler devrinde Halife Me'mûn, "Akdeniz bölgesin­deki Müslüman toprakların kadastrosunu çıkartmak istiyorum. Bana bütün Akdeniz boyundaki İslam diyar­larının ölçülerini kesin olarak çıkartıp getireceksiniz." dedi ve bu işi İslam âlimlerine vazife olarak verdi. İslam âlimleri o zamanki imkânlara göre Akdeniz'in genişli­ğini ölçmek için şöyle bir yol takip ettiler: Akdeniz kenarında bulunan bir sahil şehrinden ölçüye başladılar. Yüksek bir tepenin üstüne çıkıp o tepeden görebildiği kadar ileriki mesafeye bakıyor. Ardından çıktığı tepe­nin yüksekliğini ölçüyor. Güneş batarken tepeden o zamanki aletlerle oradaki açıyı ölçüyor. Daha açık bir misal vermek gerekirse Konya-Ankara mesafesini ölç­mek için mesela Konya'da bir tepeye çıktık. Bakıyoruz, gözün görebildiği uzaklıktaki bir başka noktada güneş batıyor. Güneşin orada kaç derecelik bir zaviyeyle bat- [ tığım ölçüyoruz. Bulunduğumuz tepenin yüksekliğini ölçüyoruz. Bu yüksekliği ve bu zaviyeyi ölçtükten sonra aradaki mesafeyi hesapla buluyoruz. Yani o noktadan Konya'ya kadar olan mesafeyi hesaplıyoruz. Sırf bunu hesaplamak için -bizim bugün trigonometride uygula­dığımız- sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant mefhumlarının icat etmişlerdir. Bu mefhumları ilk defa bulanlar Ha­life Me'mûn zamanındaki Müslüman âlimlerdir. Onlar bu mesafeyi hesaplarken karşısındaki açının sinüs ve kosinüsünü hesaplıyor ve bu hesaplar vasıtasıyla mesa­feleri ölçüyorlardı.
Şimdi bu sinüs meselesine gelelim. Trigonometri okuyan, nispeten yaşı büyük olanlar bilirler ki eskiden trigonometri dersi okunurken sinüs ve kosinüs kelime­leri yerine ceyb ve tamâm-ı ceyb kelimeleri kullanılırdı. Bizim  eski lise kitaplarında bunlar cevb olarak geçer. Ceyb kelimesi Arapça bir kelime­dir. İlk defa, Halife Me'mûn zamanındaki Müslüman âlimler mesafe ölçerken bu kelimeyi kullanmışlardır. Şu uzunluğu o zamanki insanlar cebe benzetmişler ve buna bizim Türkçede cep demek olan ceyb demişlerdir. Hesaplarında, kitaplarında, "ceyb aşağı, ceyb yukarı" diye bir sürü hesaplar yapmışlardır. Şimdi bu kitapla­rı Haçlı Seferleri'nden sonra Avrupalılar almışlar, bak­mışlar ki bunlar Akdeniz'in genişliğini fevkalade doğru bir şekilde ölçmüşler. Bunu nasıl yaptıklarım ve hesap­lamalarda kullandıkları tabirleri anlamamışlardır. Bu hesapları anlamadan lügati açmışlar. Arapçadaki ceyb kelimesinin Latince karşılığı olan (sinüs) kelimesini kul­lanmışlardır. Avrupalılar, buna sinüs dedikleri ve biz de her şeyimizi Avrupalılardan aktarmağa kalktığımız için bugün kendi mekteplerimizde kendi bulduğumuz ilimlerin adlarını onların anlamadan kullandıkları keli­melerle okutuyoruz. Onun için sinüs, kosinüs tabirlerini kullanıyoruz. Hâlbuki bunları bulanlar Müslümanlardır. Buluşun ve bilginin asıl sahipleri Müslümanlardır. Avrupalı bizden bunu anlamadan almış, biz de anlama­dan onlardan alıyoruz.
Müslümanların yaptıkları sadece bunlardan ibaret değildir. Müslümanlar, coğrafyada bildiğimiz arz dai­releri, bugünkü ifadesiyle enlemler arasındaki mesafe­leri ölçmüşlerdir. Halife Me'mûn zamanında, Harran Ovası'nda bizim Türkiye'de bulunan bir kaza ile Irak'ta bulunan diğer bir şehir arasındaki mesafeyi, hem fiilen ölçmüşler hem de bu mesafeyi güneş bölgelerine ait hesaplarla tespit etmişlerdir. Arz daireleri arasındaki mesafe bugünkü bilgimize göre 111 kilometredir. Bu rakam daha Halife Me'mûn zamanında bulunmuştur. Mesele bundan ibaret değildir. Müslümanlar işte bu ilimler arasında sinüsü, kosinüsü vs. bulmalarının dışın­da, bunların tablolarını da yapmışlardır. Sinüs cetvelini biz bugün mekteplerde kullanıyoruz. Bizdeki tercüme kitaplara bakarsak İngiltere'de, Fransa'da, Almanya'da basılmış kitaplardır. Biz zavallı insanlar olarak bugün zannederiz ki bu kitapların içindeki hesapları ilk defa yapanlar Avrupalılardır. Hâlbuki ilk defa trigonometri cetvellerini Müslümanlar hazırlamışlardır. Hem de öy­lesine bir hassasiyetle.
Büyük Müslüman âlimlerinden Horasanlı Gıyaseddîn Cemşid, Risâletü'l-Muhitiyye adlı kitabında bir derece­nin sinüsünü ilk defa hesaplamıştır. Şimdi tekrar karşı­mızda Avrupalıyı, hususiyetle de bir Batı hayranını alıp soralım. Siz, "Müslümanlar bu ilimleri Yunanlılardan ve Mısırlılardan aldılar." diyorsunuz. Peki, nerede Mı­sırlılarda trigonometrik hesap mefhumu? Nerede Mı­sırlılarda sinüs bir derecenin değeri? Böyle bir şey yok. Ama Gıyaseddîn Cemşid, sinüs bir dereceyi bakın ne hassasiyetle hesaplamıştır: 0, 017.452.404.437.238.371. Bugün bu hesabı, elektronik makineyle yaptığımız za­man hiçbir rakamı şaşmıyor. Gıyaseddîn Cemşid, trinogometri cetvellerini bu hassasiyetle oturup yapmıştır. Nasıl yazmış? Onun bu işi nasıl yaptığını düşündüğü­müz zaman akıllar duruyor. Öyle metotlar bulmuş ki karşısında hayranlıktan başka bir şey duymak mümkün değil.
Keza bugün yine Avrupalılara, Pi sayısının kim tara­fından bulunduğunu sorsak, "Efendim, Pi say ısım, Eski Yunanlılar bulmuştur." derler. Hayır, Pi sayısını ilk defa bulan ve rakamlarım hassasiyetle hesaplayan yine Müslümanlardır. Yine Gıyaseddîn Cemşid'in Risâletü'l- Muhitiyye adlı kitabından bu hesabı sizlere veriyorum: Gıyaseddîn Cemşid'in Pi sayısı için bulduğu rakamı, bugün elektronik makinelere hesaplattığımız zaman yine tek bir rakamım yerinden oynatamıyoruz. Çünkü Asr-ı Saadet gelmiştir. İnsanlığın ilmi, Müslümanların eline geçmiş ve ilim, asıl ilim olmaya başlamıştır.
Müslümanlar sadece trigonometri ve astronomi ilim­lerini kurmakla da kalmamışlardır. Müslümanlar bu­gün okuduğumuz cebir ilmini de kurmuşlardır. Bugün gördüğümüz bütün matematiğin esaslarını kurmuşlar­dır. Bakın, bizim karşımıza gelip "Biz aya gidiyoruz, gezegenlere gidiyoruz." diyen insanlardan birine, "Şu hesabı nasıl yapıyorsun?" dediğimiz zaman, 1, 2, 3... gibi birtakım rakamlar yazacak. Bu rakamların sahibi Müslümanlardır. Bu rakamların şekillerini Müslüman­lar bulmuşlardır. Daha ileriye gidiyorum. Karşımızda bizi hakir görme alışkanlığı içerisinde bulunan insanın hesapları yaparken kullandığı metotları onlara verenler de Müslümanlardır. Nasıl olmuş? Bakınız, müsteşrik bize geliyor ve diyor ki: "Müslümanlar eski Hintliler­den, eski Mısırlılardan ve eski Yunanlılardan ilmi al­mıştır." Bu nasıl ilim alıştır ki, eski Yunan'da rakamlar 60'tan daha büyük değildir. Niçin? Çünkü eski Yunanlı­ların kaç tane harfleri varsa o kadar da rakamları vardır. Yani harfleri bitiyor, rakamları da bitiyor. Müslümanlar geliyor ve diyorlar ki: "Biz yeni bir rakam sistemi geti­receğiz. Her türlü sayıyı ifade edecek bir rakam sistemi­ni getireceğiz. Mesela, biri ele alalım, bunu şöylece '1' işaretiyle ifade edeceğiz. Yanma bir nokta koyarsanız bu o zaman 10 olacaktır; iki tane nokta koyarsanız bu 100 olacak; üç tane koyarsanız o zaman da 1.000 olacak" deyip bugünkü, onluk sistem dediğimiz sistemi icat ediyorlar. Bu sayede sonsuz sayıyı ifade etmek müm­kün olmuştur.
Bu rakamların sahibi Müslümanlardır. Bu rakamların şekillerini Müslümanlar bulmuşlardır. Bu ondalık I sistemi alıp getirmek suretiyle bugünkü toplama, çıkar­ılma, çarpma ve bölmenin de prensiplerini koymuşlar­dır. Hâlbuki eski Yunanlılar toplama çıkarma, çarpma I ve bölmeleri yapamazlardı. Çünkü onların rakam sis­temleri buna müsait değildi. Bu çeşit toplama ve çıkar­maları yapmak için çubuklarla çalışırlardı. Muhtelif boylarda çubuklar alırlar ve bu çubukları uç uca ekle­mek suretiyle hesap yaparlardı. Nihayet Müslümanlar, onların yaptıklarım inceleyerek yetersiz bulup bu aşarî sistemi getirdiler. Bu ondalık sistem insanlığa yapılan en büyük hizmettir.
Müslümanlar sadece "Her şeyi size veriyoruz ama yalnız şu bizim ondalık sistemimizi geri verin" deseler, ortada Avrupalıya ait hiçbir şey kalmaz. Fakat beyler gelip diyorlar ki: "Sizin Müslümanlık dediğiniz şey ge­riciliktir."
"Hay hay, biz bu gericiliğe razıyız, yalnız bizden al­dıklarınızı bize geri verin; biz artık ondalık sistem kul­lanmayacağız" deyin. Yeni bir hesap metodunu getirin de görelim. Bu çeşit hesap metotlarım geliştirmiş ve insanlığa hediye etmiş olan Müslümanlardır. Ama biz kendimizi tanımıyoruz.
Cebir ilmini kuranlar da Müslümanlardır. Cebir il­minin adı dahi el-Câbir adlı İslam âliminden geliyor. Avrupalılar da buna El-Gebra (Algebra) diyorlar. El- Câbir demeye dilleri dönmediği için El-Gebra diyerek el-Câbir'in adma izafe ediyorlar. Biz de bu ilmi lise­lerde cebir diye okuyoruz. El-Câbir'in yaptığı şu: Eski Yunanlıların ve Hintlilerin yaptıklarını incelemiş. Ama müsteşriklerin dediği gibi onlara sahip çıkmamış. Ya ne yapmış? Onların inceledikleri hususlara bakmış ve bir­takım cebir meselelerini üçgenlerle, geometrik şekillerle yaptıklarım görmüş.
Çünkü cebir ilmi eski Yunan'da, eski Mısır'da ve eski Hint'te yoktu. El-Câbir birtakım büyüklükleri harflerle göstererek bugünkü cebirin esaslarını ortaya koymuştur. Bugün bizim karşımıza geçip de fiyakasını yaptıkları bu ilmin de sahibi el-Câbir'dir. "Bir eşitliğin iki tarafma aynı miktar ilave edilirse veya çıkartılırsa, çarpılırsa veya bölünürse bu eşitlik katiyen bozulmaz." diyen el-Câbir'dir. El-Câbir ne yapmış? Üçüncü derece­den denklemlerin çözümünü vermiş. Bugün üniversi­tede okuyan talebelerimizin çokları üçüncü dereceden denklemi çözemezler. Müslümanların ilimleri ilerlettiği devrin büyük bir âlimi olan el-Câbir, üçüncü dereceden denklemlerin çözümünü vermiş, ayrıca karekök almayı hem de küpkök almayı göstermiştir. Bunlar öyle büyük meseleler ki bu meseleleri eski basit vaziyetinden alıp da götürmek ancak Müslümanların ferasetiyle olmuş­tur. Efendimiz (s.a.v.) buyuruyor: "Müminin ferasetin­den korkun. Onlar Allah'ın nuruyla bakarlar." Bu bakış sadece manevî sahada olmamıştır, maddî sahada da ol­muştur. İslam âlimlerinin bu ilimlere getirdikleri disip­linleri incelediğimiz zaman şaşırıyoruz. Bunlar bu bü­yük otoriteyi, bu büyük disiplini nasıl kurmuşlar diye hayret ediyoruz. Bugün aradan bin yıl geçmesine rağ­men hâlâ el-Câbir'in getirdiği ilmin yerine daha iyisini getirmek mümkün olmamıştır. Haydi, ilericilik yapın da görelim sizi... Müslümanlar ayrıca logaritmayı da bulmuşlardır. Bugün logaritma dediğimiz cetvelleri ve logaritma mefhumunu ilk defa bulan el-Harezmî adlı bir İslam âlimidir. Müslümanlar, bütün bu riyaziyeyi kurmakla kalmamışlar, fiziği, kimyayı da kurmuşlardır.
Bugünkü fiziğin kurucusu İbn-i Heysem'dir. Kimdir İbn-i Heysem desem tabii çoğunluk bu ismi tanımaya­caktır. İçimizde çoğumuz lisede ve yüksekokulda fizik okuduk. Fakat İbn-i Heysem'in adı dahi bize öğretilme­di. Ama İbn-i Heysem fiziğin kurucusu, fiziğin baba­sıdır. İbn-i Heysem, ayrıca bugünkü atom ve molekül nazariyesini getiren insandır. İbn-i Heysem, bu atom ve molekül nazariyesine istinaden kırılma kanunlarını bu­lan insandır. Eski Yunanlılardan Öklit, kırılma kanunu olarak demiş ki bir prizmadan ışık kırılarak öbür tarafı­na geçerken ışığın hızı kesilir ve bu kesilen hız aradaki açılarla orantılıdır. İbn-i Heysem, Öklid'in yanlış düşün­düğünü, aslında açıların kendileriyle değil, bu açıların sinüsleriyle orantılı olduğunu ileri sürüyor. .Bu hızların kırılması, malzemelerin yoğunluklarıyla orantılıdır, di­yor. Ve bu malzemelerin içerisindeki molekül nazariye­sine istinaden bu hesapları yapıp ortaya koyuyor.
Aynı şekilde fizik ve kimya ilimlerinin kurucusu da yine Müslümanlardır. Örneğin ilk defa atomun parçala­nabileceğini söyleyen Câbir bin Hayyân isimli bir İslam âlimidir. Hicrî 2. Asırda yaşamış büyük bir âlimdir. Bu­gün bize kimya derslerinde Lavoisier Prensibi diye oku­tulan prensipleri gerçekte ilk kez ortaya o koymuştur. Yer Çekimi Kanununu ilk bulan da yine Hayyân'dır. Ne zaman? Avrupalılardan takriben on asır önce. Câbir bin Hayyân miladî 8. Asrın insanıdır. Hâlbuki Newton pren­sibinden Avrupa'da ancak 19. Asırda bahsedilmiştir.
Almanya'da 4 ciltlik bir kitap basıldı. O kitabın içerisinde herkes bilmeye ve görmeye başladı ki bu prensip­leri hep İbn-i Hayyân ortaya koymuş. Avrupalılar Câbir b. Hayyân'ın kitabını 14. Asırda tercüme etmişlerdir ama, tercüme ettiklerinin ne olduğunu ancak 16. Asırda anlamışlar ve böylece Lavoisier ortaya çıkmıştır. Öbür söylediğini 17. Asırda anlamışlar, Gay Lussac Prensibi ortaya çıkmıştır. 19. Asırdaysa yer çekimi prensibini anlamışlar, böylece Newton Kanunu ortaya çıkmış. Ama bunları Câbir b. Hayyân on asır önce ortaya koymuştur. Ayrıca Câbir b. Hayyân bütün ilim tarihinde ilk defa laboratuvar kuran ilim adamıdır. Gözlem ve deney metodunu ilme getiren insandır. Hatta kendi laboratuvarında ilk suni hücreyi yapmış insandır. Tabii buraya gelince şaşırıyoruz. Ama Câbir b. Hayyân, hicrî 2. Asırda kimya ilmini bu noktaya getiren insandır. Bugün Almanya'da Câbir b. Hayyân'ın eserleri üzerine dok­tora çalışmaları yapılıyor. Ama bizim kitaplarımızda, bizim okullarımızda, bugün Newton Prensibi öğretilir, Hayyân'ın adını bile söylemezler. Maalesef biz kendi büyüklerimizin, kendi âlimlerimizin farkında değiliz.
Bitti mi, elbette hayır. Eskiden tarih hikâyelerden ibaretti, ilk defa İbn-i Haldûn Mukaddime' sinde tarihin bir hikâye olmadığını, bütün insanların, milletlerin ya­şayışlarını sebepleriyle, neticeleriyle inceleyen, bunla­rın tahlilini yapan bir ilim olduğunu belirtti ve ilk tarih kitabını yazdı. Yine coğrafya haritasını ilk defa çizenler de Müslümanlardır.
Şimdilik son olarak Amerika'nın Kolomb'tan önce Müslümanlar tarafından biliniyor olması hususundan bah­setmek gerekir. Biz Amerika'yı Kristof Kolomb keşfetti diye biliyoruz. Neden böyle biliyoruz? Çünkü biz bil­gilerimizi Avrupalılardan aktarıyoruz da ondan. Lâkin Kristof Kolomb hakkında yeni yapılan tetkikler bakın neleri gösteriyor: Kristof Kolomb, Venedik'te İslam alimlerinin kitaplarından, batıya doğru gidildiği zaman yeni kıtalara rastlanacağını okumuş ve öğrenmiştir. Bundan dolayı kendisi de bu işi merak etmiş, ben de gidip bunu göreyim demiş ve ilk defa Atlantik'e açıl­ma cesaretini göstermiştir. Kristof Kolomb Atlantik'te avlarca gidiyor, fakat bir türlü karayı bulamıyor. Hatta öyle bir noktaya geliyor ki gemisinin içerisindeki insan­lar isyan etmeye kalkıyorlar. Geri döneceğiz diyorlar. Sen bilmediğin yere bizi götürüyorsun, bunun sonu çık­maz, diyorlar. Yapılan tetkikler gösteriyor ki o gemide bulunan bazılarının hatıra defterindeki notlardan an­laşıldığına göre Kristof Kolomb şu sözleri söyleyerek isyanı bastırıyor:
"Öyle çıkışmayın, böyle söylemeyin. Ben, devamlı olarak batıya gidildiği zaman yeni karalara rastlana­cağı fikrini ve bilgisini Müslümanların kitaplarından okudum. Müslüman âlimler yalan söylemez. Bu karaya mutlaka varacağız." Nitekim sabrediyorlar, devam edip gidiyorlar. Niha­yet Amerika kıtası karşılarına çıkıyor.
Acaba hangi sebepten dolayı bütün dünyada ilim yavaş ilerlerken Asr-ı Saadet'te birden bire bugünkü manada hakiki ilim olmaya başlıyor? Bu başlayışın kaynağı, insanlığa bu hızı veren tılsım nedir? Bu sualin cevabını Kur'an-ı Kerim'den başka bir şeye bağlamak mümkün mü? İnsanların ilim sahasındaki bu büyük inkişaflarının tılsımı, dünya ve ahiret saadeti getiren Kur'an-ı Kerim'den başka bir şey değildir. Bugün gelip Batı'daki ilimler tıkandığında yine Kur'an-ı Kerim'in ışıklarıyla yol bulunabilir. Onun için Kur'an-ı Kerim üzerinde araştırması olmayan insan, hakiki ilim adamı olamaz.
Doğu ile Batı'nın mukayesesinde manzara şudur: Batı'daki insan gözleri kapalı, nereye gideceğini bile­miyor. Elleriyle birtakım hakikatleri arıyor, tutuyor, fa­kat bu değildir, diyor. Öbürünü tutuyor, bu da değildir diyor. Batı'daki ilim adamının hâli budur. Doğu'daki ilim adamının hâli ise bundan tamamen farklıdır. O, ilim sarayının içine iman anahtarıyla giriyor. Kur'an-ı Kerim'den almış olduğu işaret ve ilhamlarla onun her tarafım aydınlatarak dolaşıyor, öğreniyor, öğretiyor.
Bu devrin ilmi, Müslümanlar tarafından getirilen ilimdir. Bizim karşımıza geçip de Batı'da şu vardır, bu vardır diye kimse konuşmasın. Biz ve Batılılar için tek çıkar yol "İslamlaşmak"tır. Bunu sadece hamd edeceği­miz imanımızdan dolayı söylemiyorum. Bütün müspet ilimler gelmiş tıkanmıştır. Bütün maddî ve manevî düşünce sistemimle mutlak surette inanıyorum ki bu tıkanıklıktan kurtulmanın yolunu, ancak Kur'an-ı Kerim'den aldığımız ışıkla bulabiliriz.

FEHMİ DEMİRBAĞ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder