OSMANLIYI BİTİRİPTE BUGÜNKÜ
ORTADOĞU YANGININI İLK ATEŞLEYEN
ÇÖL ŞEYTANI GERTRUDE BELL
Arabistan’ı Osmanlı’nın elinden alıp başarılı bir isyanla İngiltere’nin sömürgesi haline getiren İngiliz ajan Lawrence’i hepimiz tanırız. Ama asıl mesleği arkeolog olan ve Araplar’ın “El-Hatun” lakabı taktıkları İngiliz ajanı Gertrude Bell’i çok azımız bilir. Oysa Ortadoğu’da birçok ülkenin sınırlarını harita üzerinde çizen odur.
Ortadoğu’da bir devlet diğer bir devletin toprağında gözü olduğunda, ‘burası emperyalistlerin müdahalesi sonucu bizden koparılmıştı, şimdi geri istiyorum’ diyebiliyor. Nitekim Fas’ın Moritanya, Mısır’ın Sudan, Suriye’nin Lübnan ve en son olarak da Irak’ın Kuveyt topraklarında hak iddia etmesi bu siyasi bakışın sonucudur. Bugünlerde ise Irak, göz göre göre bölünüyor ve IŞİD gibi örgütler bile sınırları tanımadıklarını ilan ediyor. Neden bu coğrafyada sınırlar bu kadar belirsiz? Bu soruyu Ortadoğu’da sorduğunuz her on kişiden dokuzu şu cevabı verecektir: Ortadoğu’da sınırlar emperyalist devletler tarafından gelişigüzel çizilmiş, bu toprakların tarihi, kültürel, dini ve etnik sınırları göz ardı edilmiştir. İşte bu yüzden bu topraklarda kavga bitmez. Çünkü haritayı çizenler böyle istemiştir.
Ortadoğu’yu perişan eden harita
Çoğumuz İngiliz ajanı T. Lawrence’i biliriz. Arabistan’ı tereyağından kıl çeker gibi Osmanlı’nın elinden alıp başarılı bir isyan sonucu İngiltere’nin sömürgesi haline getiren adam. Ama asıl mesleği arkeolog olan ve Araplar’ın “El-Hatun” lakabı taktıkları İngiliz ajanı Gertrude Bell’i çok azımız biliriz. Hâlbuki Ortadoğu’da İngilizler ve Fransızlar tarafından kurulan krallıkların sınırlarını rivayete göre harita üzerinde cetvelle çizen odur. Hem Irak hem de Ürdün onun eseridir denilebilir. Dolayısıyla Ortadoğu’da paylaşılamayan sınırlar yüzünden yapılan savaşlar da onun maharetidir! Çünkü Gertrude Bell haritayı çatışmaya sebep olacak şekilde ve İngiltere’nin menfaatleri doğrultusunda çizmiştir.
Petrol yataklarına göre çizilen sınırlar
Gertrude Bell'in kafasındaki sınırları adeta petrol yatakları belirliyordu. İnsan unsuru değil İngiltere’nin çıkarları önemliydi. Bu yüzden basına yazdığı bir mektupta "şu an haritanın üzerine uzandım, çölün bizim (Irak) sınırımız olması gerektiğini düşünüyorum” diyordu. Sadece ülkeler değil milletler, dinler, kültürler ve hatta akrabalar da onun cetvelle çizdiği sınırların kurbanı oldu. Amacı her etnik ve dinsel kökenli çatışmada İngiltere’nin hakemliğine ihtiyaç duyulmasını sağlamaktı. Bugünkü olaylar bu politikanın başarılı olduğunu göstermektedir.
Tarihlerine saygısı olmayan sınırlar
Gertrude Bell, Irak Krallığı’nı kendi ifadesiyle “yarattığı” zaman bayrağında üç renk olmasını istemişti. Beyaz Fatimiler’i, Yeşil Emevi Krallığı’nı, Siyah Abbasiler’i simgeleyecekti. Daha sonra kurulan Arap devletlerinin hemen tamamı bu renkleri benimsediler. Sadece sonradan Haşimiler’i simgelemesi için kırmızı renk de bazı bayraklarda yer aldı. Ancak ne bayraklardaki renklerin ne de ülkelerin bu topraklarda yaşayanlarla bağlantısı vardı. Örneğin Şii Araplar birdenbire dört farklı ülkenin vatandaşı oluvermişlerdi. Küçücük Dürzi cemaati üç farklı ülkenin topraklarında kalmışlardı. Türkmenler de çok farklı değildi. Daha da ilginci ülke isimlerinin kökeni Eski Roma İmparatorluğu’ndan ilham alınarak konulmuştu. Ne Suriyeli ne Filistinli ne Iraklı ne Ürdünlü ne de Libyalı bir halk yoktu. Lübnan dağın ismi, Ürdün bir nehrin ismiydi.
Araplar’ın kralı oldu
Osmanlı Devleti en başından beri bir hanedanlıktı, halkı yöneten ve yönetilen diye her iki grubun içinde de Müslim ve gayrimüslim yer alacak şekilde düşünmekteydi. Bununla beraber, Osmanlı Sultanı her şeyden önce Müslüman’dı ve kendisini kutsal İslam topraklarının hizmetçisi (Hadimü’l Haremeyn) olarak görüyordu. Arap isyanı İngilizler’in desteği ile başarılı olup Osmanlı orduları Arabistan’dan tamamen çıkarıldıktan sonra Şerif Hüseyin kendi krallığını ilan etti. Unvanı “Araplar’ın Kralı” idi. Burada ırksal bir vurgu yapılması dikkat çekicidir. Başka bir deyişle İngiltere ve Fransa bölgeyi kendi rejim modellerine ve değerlerine göre biçimlendiriyor ve tarihle bağlarını koparıyorlardı.
Krallıklar cumhuriyet oldu ama sınırlar kaldı
Belki 1960’lardan itibaren Ortadoğu’da cumhuriyetlerin sayısı krallıkları geçti ama sınırların aynı kalması yüzünden çatışmalar sona ermedi. Bölünmüş mezhepler, etnik halklar ve dinsel kimlikler, çatışmaların şiddetini daha da artırdı ve milyonlarca insanın ölümüne sebep oldu. Örneğin Hıristiyan olan Lübnan otonom bölgesinin Büyük Lübnan’a dönüşmesiyle 100 bin kişinin yaşamına mal olan Hıristiyan-Müslüman savaşı patlak verdi. Irak’ta Sünni ve Şii gruplar hâlâ birbirlerini kırmaya devam ediyorlar. Suriye’de vatandaşlıktan bile mahrum edilen Türkmenler ve bazı Sünni gruplar Baas rejimi ile kanlı bir hesaplaşma halindeler. Irak Türkmenler’i ve Ezidiler istenmeyen insanlar olarak sınır dışı edilmek isteniyor. Laikleşen kitlelerin İslam devleti mücadelesi veren gruplarla mücadelesi de sürüyor.
Toprak bütünlüğüne saygılı olmak safsatası
İşin ilginç tarafı Türkiye dahil pek çok ülke, Ortadoğu’da şu veya bu devletin toprak bütünlüğünü savunuyor. Böylece barışın sağlanabileceğini düşünüyor. Hâlbuki bunun anlamı Sykes-Picot’a sahip çıkmak, Gertrude Bell’in ruhuna duacı olmaktır. Mademki bu gizli anlaşmaya saygılıyız o halde neden Ortadoğu’nun bugünkü dramını hâlâ emperyalist devletlerin ku suru olarak görüyoruz? Neden bugünkü çatışmaların sebebinin o toprakların insani ve kültürel değerlerine saygısı olmayan, 2000 yıllık gelenekleri yok sayan sınır çizgileri olduğunu kabul etmiyoruz? Kısacası, sınırları çıkarlarının gereklerine göre çizen Batılı ülkelerin Ortadoğu’nun haritasının yeniden çizilmesine karşı olmasını anlayabiliriz ama bölgemizi esir alan çatışmaların muhatabı olan bizlerin toprak bütünlüğü ısrarı neden?
Uluslaşan Avrupa’ya rağmen
Avrupa bir zamanlar çok uluslu imparatorluklardan oluşuyordu ama artık değil. İskoçya bile bu hafta İngiltere’yi yalnız bırakma konusunda referandum yaptı. Belki bu referandumdan sonra benzerlerini İspanya ve İtalya’da göreceğiz. Başka bir deyişle birkaç tanesi istisna olmak üzere her Avrupa ülkesi bir milletten oluşuyor, aynı mezhebe bağlı ve aynı dili konuşuyor. Ortadoğu ise imparatorluk modelini muhafaza ediyor. Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri Osmanlı sonrası Ortadoğu’yu istedikleri gibi dizayn ettiler ama bölge halkı hâlâ benimsemedi. İşte bu yüzden kanaatimize göre sınırlar yeniden çizilinceye kadar bölgeye barış uzak kalacaktır.
Topraklarının kralı olmayan krallar
1921 yılında Churchill 40 Ortadoğu uzmanıyla Kahire Konferansı’nı topladı. Burada Ortadoğu’nun haritası çizildi, kralları belirlendi. Gertrude Bell ve Lawrence tasarladıkları krallıklara kendi seçtikleri kralları tayin ettiler. Faysal bin Hüseyin ilk kral olduğu Suriye’ye de sonradan kralı olduğu Irak’a da daha önce hiç ayak basmamıştı. Aynı şekilde Ürdün kralı yapılan (önce emir unvanıyla) Abdullah da ilk kez kral olunca Ürdün’e gitmişti. Daha sonra Arabistan Krallığı’nı bir darbe ile Şerif Hüseyin’in oğlu Ali’nin elinden alan bugünkü Suudi Arabistan’ın ilk kralı ise 14 yaşına kadar Kuveyt’te yaşamıştı. Fransa mandasındaki Suriye’nin ilk kralı Şerif Hüseyin’in Suriye ile ilgisi yoktu
Lawrence bile sınıra itiraz etti
Dün yaşanan Irak-Kuveyt Savaşı, bugün Irak’ta yaşanan mezhep çatışmaları, sınırlarımıza yığılan Türkmen ve Ezidi sığınmacılar ve Kürt-Arap savaşı bu ünlü İngiliz ajanının yarattığı suni Irak Krallığı’nın eseridir. Musul'u ve Kürtler’i Lawrence'in itirazlarına rağmen Irak krallık sınırları içine sokan, Irak’ın belki de ilk vatandaşı odur. Babasına yazdığı mektupta ‘Kralımıza taç giydirdik’ diyecek kadar da ülkeyi benimsemiştir. Bağdat'ta ölmüş ve orada gömülmüştür ama başlattığı yangın söndürülememektedir.
Churchill Musul’u Türkiye’ye bırakacaktı
1921 Kahire Konferansı’nda Winston Churchill Musul'un Türkiye’ye bırakılabileceğini, kesin kararın barış masasında verileceğini belirtmişti. Bu fikre şiddetle karşı çıkan ve Irak'ın Musul’suz yapamayacağını söyleyen Gertrude Bell idi.
Ortadoğu haritası değişecek mi?
Ortadoğu’da krallıklar, etnik gruplar ve mezhepler Sykes-Picot olarak bilinen Osmanlı’nın bölüşüldüğü gizli antlaşma ile çizilen sınırlara meydan okuyor, birbirlerini boğazlıyor ama Sykes-Picot’tan neredeyse bir sınır taşı bile değiştirebilmiş değil.
Ortadoğu’da bir devlet diğer bir devletin toprağında gözü olduğunda, ‘burası emperyalistlerin müdahalesi sonucu bizden koparılmıştı, şimdi geri istiyorum’ diyebiliyor. Nitekim Fas’ın Moritanya, Mısır’ın Sudan, Suriye’nin Lübnan ve en son olarak da Irak’ın Kuveyt topraklarında hak iddia etmesi bu siyasi bakışın sonucudur. Bugünlerde ise Irak, göz göre göre bölünüyor ve IŞİD gibi örgütler bile sınırları tanımadıklarını ilan ediyor. Neden bu coğrafyada sınırlar bu kadar belirsiz? Bu soruyu Ortadoğu’da sorduğunuz her on kişiden dokuzu şu cevabı verecektir: Ortadoğu’da sınırlar emperyalist devletler tarafından gelişigüzel çizilmiş, bu toprakların tarihi, kültürel, dini ve etnik sınırları göz ardı edilmiştir. İşte bu yüzden bu topraklarda kavga bitmez. Çünkü haritayı çizenler böyle istemiştir.
Ortadoğu’yu perişan eden harita
Çoğumuz İngiliz ajanı T. Lawrence’i biliriz. Arabistan’ı tereyağından kıl çeker gibi Osmanlı’nın elinden alıp başarılı bir isyan sonucu İngiltere’nin sömürgesi haline getiren adam. Ama asıl mesleği arkeolog olan ve Araplar’ın “El-Hatun” lakabı taktıkları İngiliz ajanı Gertrude Bell’i çok azımız biliriz. Hâlbuki Ortadoğu’da İngilizler ve Fransızlar tarafından kurulan krallıkların sınırlarını rivayete göre harita üzerinde cetvelle çizen odur. Hem Irak hem de Ürdün onun eseridir denilebilir. Dolayısıyla Ortadoğu’da paylaşılamayan sınırlar yüzünden yapılan savaşlar da onun maharetidir! Çünkü Gertrude Bell haritayı çatışmaya sebep olacak şekilde ve İngiltere’nin menfaatleri doğrultusunda çizmiştir.
Petrol yataklarına göre çizilen sınırlar
Gertrude Bell'in kafasındaki sınırları adeta petrol yatakları belirliyordu. İnsan unsuru değil İngiltere’nin çıkarları önemliydi. Bu yüzden basına yazdığı bir mektupta "şu an haritanın üzerine uzandım, çölün bizim (Irak) sınırımız olması gerektiğini düşünüyorum” diyordu. Sadece ülkeler değil milletler, dinler, kültürler ve hatta akrabalar da onun cetvelle çizdiği sınırların kurbanı oldu. Amacı her etnik ve dinsel kökenli çatışmada İngiltere’nin hakemliğine ihtiyaç duyulmasını sağlamaktı. Bugünkü olaylar bu politikanın başarılı olduğunu göstermektedir.
Tarihlerine saygısı olmayan sınırlar
Gertrude Bell, Irak Krallığı’nı kendi ifadesiyle “yarattığı” zaman bayrağında üç renk olmasını istemişti. Beyaz Fatimiler’i, Yeşil Emevi Krallığı’nı, Siyah Abbasiler’i simgeleyecekti. Daha sonra kurulan Arap devletlerinin hemen tamamı bu renkleri benimsediler. Sadece sonradan Haşimiler’i simgelemesi için kırmızı renk de bazı bayraklarda yer aldı. Ancak ne bayraklardaki renklerin ne de ülkelerin bu topraklarda yaşayanlarla bağlantısı vardı. Örneğin Şii Araplar birdenbire dört farklı ülkenin vatandaşı oluvermişlerdi. Küçücük Dürzi cemaati üç farklı ülkenin topraklarında kalmışlardı. Türkmenler de çok farklı değildi. Daha da ilginci ülke isimlerinin kökeni Eski Roma İmparatorluğu’ndan ilham alınarak konulmuştu. Ne Suriyeli ne Filistinli ne Iraklı ne Ürdünlü ne de Libyalı bir halk yoktu. Lübnan dağın ismi, Ürdün bir nehrin ismiydi.
Araplar’ın kralı oldu
Osmanlı Devleti en başından beri bir hanedanlıktı, halkı yöneten ve yönetilen diye her iki grubun içinde de Müslim ve gayrimüslim yer alacak şekilde düşünmekteydi. Bununla beraber, Osmanlı Sultanı her şeyden önce Müslüman’dı ve kendisini kutsal İslam topraklarının hizmetçisi (Hadimü’l Haremeyn) olarak görüyordu. Arap isyanı İngilizler’in desteği ile başarılı olup Osmanlı orduları Arabistan’dan tamamen çıkarıldıktan sonra Şerif Hüseyin kendi krallığını ilan etti. Unvanı “Araplar’ın Kralı” idi. Burada ırksal bir vurgu yapılması dikkat çekicidir. Başka bir deyişle İngiltere ve Fransa bölgeyi kendi rejim modellerine ve değerlerine göre biçimlendiriyor ve tarihle bağlarını koparıyorlardı.
Krallıklar cumhuriyet oldu ama sınırlar kaldı
Belki 1960’lardan itibaren Ortadoğu’da cumhuriyetlerin sayısı krallıkları geçti ama sınırların aynı kalması yüzünden çatışmalar sona ermedi. Bölünmüş mezhepler, etnik halklar ve dinsel kimlikler, çatışmaların şiddetini daha da artırdı ve milyonlarca insanın ölümüne sebep oldu. Örneğin Hıristiyan olan Lübnan otonom bölgesinin Büyük Lübnan’a dönüşmesiyle 100 bin kişinin yaşamına mal olan Hıristiyan-Müslüman savaşı patlak verdi. Irak’ta Sünni ve Şii gruplar hâlâ birbirlerini kırmaya devam ediyorlar. Suriye’de vatandaşlıktan bile mahrum edilen Türkmenler ve bazı Sünni gruplar Baas rejimi ile kanlı bir hesaplaşma halindeler. Irak Türkmenler’i ve Ezidiler istenmeyen insanlar olarak sınır dışı edilmek isteniyor. Laikleşen kitlelerin İslam devleti mücadelesi veren gruplarla mücadelesi de sürüyor.
Toprak bütünlüğüne saygılı olmak safsatası
İşin ilginç tarafı Türkiye dahil pek çok ülke, Ortadoğu’da şu veya bu devletin toprak bütünlüğünü savunuyor. Böylece barışın sağlanabileceğini düşünüyor. Hâlbuki bunun anlamı Sykes-Picot’a sahip çıkmak, Gertrude Bell’in ruhuna duacı olmaktır. Mademki bu gizli anlaşmaya saygılıyız o halde neden Ortadoğu’nun bugünkü dramını hâlâ emperyalist devletlerin ku suru olarak görüyoruz? Neden bugünkü çatışmaların sebebinin o toprakların insani ve kültürel değerlerine saygısı olmayan, 2000 yıllık gelenekleri yok sayan sınır çizgileri olduğunu kabul etmiyoruz? Kısacası, sınırları çıkarlarının gereklerine göre çizen Batılı ülkelerin Ortadoğu’nun haritasının yeniden çizilmesine karşı olmasını anlayabiliriz ama bölgemizi esir alan çatışmaların muhatabı olan bizlerin toprak bütünlüğü ısrarı neden?
Uluslaşan Avrupa’ya rağmen
Avrupa bir zamanlar çok uluslu imparatorluklardan oluşuyordu ama artık değil. İskoçya bile bu hafta İngiltere’yi yalnız bırakma konusunda referandum yaptı. Belki bu referandumdan sonra benzerlerini İspanya ve İtalya’da göreceğiz. Başka bir deyişle birkaç tanesi istisna olmak üzere her Avrupa ülkesi bir milletten oluşuyor, aynı mezhebe bağlı ve aynı dili konuşuyor. Ortadoğu ise imparatorluk modelini muhafaza ediyor. Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri Osmanlı sonrası Ortadoğu’yu istedikleri gibi dizayn ettiler ama bölge halkı hâlâ benimsemedi. İşte bu yüzden kanaatimize göre sınırlar yeniden çizilinceye kadar bölgeye barış uzak kalacaktır.
Topraklarının kralı olmayan krallar
1921 yılında Churchill 40 Ortadoğu uzmanıyla Kahire Konferansı’nı topladı. Burada Ortadoğu’nun haritası çizildi, kralları belirlendi. Gertrude Bell ve Lawrence tasarladıkları krallıklara kendi seçtikleri kralları tayin ettiler. Faysal bin Hüseyin ilk kral olduğu Suriye’ye de sonradan kralı olduğu Irak’a da daha önce hiç ayak basmamıştı. Aynı şekilde Ürdün kralı yapılan (önce emir unvanıyla) Abdullah da ilk kez kral olunca Ürdün’e gitmişti. Daha sonra Arabistan Krallığı’nı bir darbe ile Şerif Hüseyin’in oğlu Ali’nin elinden alan bugünkü Suudi Arabistan’ın ilk kralı ise 14 yaşına kadar Kuveyt’te yaşamıştı. Fransa mandasındaki Suriye’nin ilk kralı Şerif Hüseyin’in Suriye ile ilgisi yoktu
Lawrence bile sınıra itiraz etti
Dün yaşanan Irak-Kuveyt Savaşı, bugün Irak’ta yaşanan mezhep çatışmaları, sınırlarımıza yığılan Türkmen ve Ezidi sığınmacılar ve Kürt-Arap savaşı bu ünlü İngiliz ajanının yarattığı suni Irak Krallığı’nın eseridir. Musul'u ve Kürtler’i Lawrence'in itirazlarına rağmen Irak krallık sınırları içine sokan, Irak’ın belki de ilk vatandaşı odur. Babasına yazdığı mektupta ‘Kralımıza taç giydirdik’ diyecek kadar da ülkeyi benimsemiştir. Bağdat'ta ölmüş ve orada gömülmüştür ama başlattığı yangın söndürülememektedir.
Churchill Musul’u Türkiye’ye bırakacaktı
1921 Kahire Konferansı’nda Winston Churchill Musul'un Türkiye’ye bırakılabileceğini, kesin kararın barış masasında verileceğini belirtmişti. Bu fikre şiddetle karşı çıkan ve Irak'ın Musul’suz yapamayacağını söyleyen Gertrude Bell idi.
Ortadoğu haritası değişecek mi?
Ortadoğu’da krallıklar, etnik gruplar ve mezhepler Sykes-Picot olarak bilinen Osmanlı’nın bölüşüldüğü gizli antlaşma ile çizilen sınırlara meydan okuyor, birbirlerini boğazlıyor ama Sykes-Picot’tan neredeyse bir sınır taşı bile değiştirebilmiş değil.
Gertrude BELL, 20 nci yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti’ne karşı casusluk faaliyetlerinde bulunan, Arap kabileleri Türklere karşı kışkırtan ve isyana teşvik eden, Musul’un İngiltere’nin çıkarlarına göre Irak’ta kalmasını sağlayan İngiliz Ajanı kadındır. BELL, İngilizlerin günümüzde bile devam eden Ortadoğu politikalarının plânlayıcısı ve kurucusudur.
Gertrude Margaret Lowthian BELL, 14 Temmuz 1868’de İngiltere’de Durham’da ayrıcalıklı bir ailenin çocuğu olarak doğdu.
Büyük babası Sir Isaac Lowthian BELL, Parlamento Üyesiydi: birkaç kez Birleşik Krallık Başbakanlığı yapmış olan ünlü politikacı ve devlet adamı Benjamin DİSRAEL ile çalışıyordu. Babası bu ünlü aileden gelen ve birkaç kez Belediye Başkanlığı yapmış olan Sir Thomas Hugh BELL’di. 1871 yılında,Getrude 3 yaşındayken annesi Mary Kalkanı BELL, doğum sırasında öldü. Babası birkaç yıl sonra seçkin bir aileden gelen oyun yazarı Florence Oliffe ile evlendi.
İlk ve orta öğrenimini Londra’da yapan BELL, parlak bir öğrencilik döneminden sonra tarih okumak için Oxford Üniversitesi’ne girdi. 1887’de Oxford’u birincilikle bitirdi.
Okuldan mezun olduktan sonra seyahat etmeye karar veren BELL, 1897- 1898 ve 1902- 1903’te iki kez dünya turuna çıktı.
Bu gezisi sırasında 1899 yılında Kudüs’e uğradı.
Amcası Sir Frank Lascelles, Tahran’da görevliydi. Bu gezi sırasında Orta Doğu ilgisini çekti, hayatının geri kalanını ve tüm enerjisini bölgeye harcadı.
1900 yılında Filistin’e Bedevi kılığında girdi ve Dürzi Kralı Yahya Bey ile dostluk kurdu.
1905 yılında Orta Doğu’yu karış karış gezdi; Arap emir, şeyh ve kabile reislerinin çoğuyla tanıştı.
Mart 1907’de Arkeolog arkadaşı Sir William Ramsey ile birlikte Anadolu’yu gezdi. Birlikte yaptıkları kazılar ile ilgili tespitlerini “ 1001 Kilise” adını verdikleri kitapla yayımladı.
Ocak 1909’da Mezopotamya’ya bir gezi düzenledi. Bu gezi sırasında Geç Hitit dönemine ait olan Karkamış’ta keşif ve incelemelerde bulundu. Sonra Irak’taki ünlü antik şehir Babil’e giderek keşif ve araştırma yaptı.Ukeydir harabelerini keşfederek kamuoyunun bilgisine sundu. Bu gezisi sırasında ünlü İngiliz Casusu T. E. Lawrence ile tanıştı.
1914’te, İran’daki petrol kuyularını korumak için Basra’yı işgal eden İngilizler, Hindistan’a yönelebilecek bir saldırıyı önleme ve Osmanlı yönetimindeki Arapları yanlarına çekmek düşüncesiyle, Irak içlerine ilerlemeye başladılar.
Gertrude BELL, 1915 Kasım’ında General Gilbert Clayton’un emrinde Kahire’de Arap bürosunda çalışmaya başladı. Burada Casus Lawrence ile tekrar bir araya geldiler. BELL, bu çalışması sırasında, Türklere karşı İngiliz saflarında çalışacak Arap kabilelerinin adlarını ve yerlerini belirleyerek bir rapor haline getirdi. Türk düşmanlığı içine işlemişti. İngilizler, daha sonra tüm askeri eylemlerinde BELL’in hazırladığı raporu esas aldılar.
İngiliz askerleri Bağdat’a girdikten sonra Percy Cox, BELL’i Bağdat’a getirtti ve “Doğu İşleri Yardımcısı” yaptı.
1916’da İngilizler Kutü’l- Amare’de yenildiler. Ancak aynı yıl, İngiliz casusu Lawrence’nin çabalarıyla Hicaz Ayaklanması başladı.
Mekke Şerifi Hüseyin, 5 Haziran 1916’da krallığını ilân etti.
1918’de İngilizlerle çarpışarak geri çekilen Osmanlı birlikleri, hemen her bölgede (günümüzdeki Suriye, Irak, Mısır, Arap Yarımadası’nda…) arkadan saldıran Arapların ihanetleriyle karşılaştı. Araplar, Osmanlının iaşe ve ikmal noktalarını basıyor, iaşe ve ikmal akışını engelliyorlardı.
İngiliz birlikleri, fırsattan yararlanarak kısa sürede Şam ve Halep’i ele geçirdiler.
İngiliz ana kuvvetleri Musul’a girmek üzereyken 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkesi imzalandı ve Osmanlı teslim oldu.
İngiltere Parlamentosu, 1918 sonbaharında , Orta Doğu’da İngiltere çıkarlarına uygun davranışları nedeniyle Gertrude BELL’e “Üstün Başarı Nişanı” verdi.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, barış görüşmeleri için 18 Ocak 1919’da Paris Barış Konferansı toplandı. Gertrude BELL, bu konferansa delege olarak katıldı ve Irak devletinin sınırlarının belirlenmesi için çalıştı.
BELL, 1919 yılında General Allenby komutasındaki Mısır Sefer Kuvveti’nin Baş Siyasi Subay Vekili İstihbaratçı’ ydı.
Eylül 1919’da Halep’ten başlayan bir inceleme gezisine çıkan Gertrude BELL, 12 Eylül 1919’da Malatya’ ya geldi. Daha sonra Elazığ’a gidecekti ama elinde belgesi yoktu. Durum Mustafa Kemal Paşa’ya iletilince, Prof. Dr. Şina AKŞİN’in tanımıyla , “M. Kemal Paşa, kendisine layık olduğu muameleyi buyurmakta gecikmedi.”
Bu gezi sırasında Gertrude BELL’in, Malatya’da, bölgedeki Kürtleri ayaklandırmakla uğraşan İngiliz Ajanı Binbaşı E. W. C. Noel ile görüştüğü bilinmektedir.
Değişik etnik ve dinsel toplulukların yaşadığı Irak’ı tek bir siyasal birim olarak denetim altında tutan İngilizler, doğrudan ya da dolaylı bir yönetim kurma konusunda bir süre kararsız kaldılar.
Bu sırada Şam’da bağımsız bir Suriye Krallığı kuran Emir Faysal, Fransızlar tarafından devrilmiş, İngilizlerden yardım istiyordu. Gertrude BELL, Winston Churchill’i Suriye Krallığından indirilmiş olan Faysal’ın Irak Kralı yapılması konusunda ikna etti.
Zaten, örtülü bir manda rejimi düşünen İngilizler, 1921’de güdümlü bir monarşi oluşturmak üzere Faysal ile anlaşmaya vardılar.
Aynı yıl içinde düzenlenen bir plebisitin ardından I. Faysal, Irak Kralı olarak tahta geçti.
Bunu sıkı bir İngiliz denetimine olanak veren 20 yıllık bir ittifak antlaşması izledi.(1922)
Gertrude BELL, Irak Kralı Faysal’a danışmanlık yapmaya başladı. BELL, Irak’ın kabile coğrafyası, iş ve ticaret hayatı konusundaki temel bilgilerini Kral Faysal’a aktardı. BELL, Faysal’a yeni hükümetteki bakanlar ve diğer yetkililerin seçimleri konusunda da yardım etti.
BELL, 1921 yılında Kahire Konferansı’na katılan heyetin içindeydi. BELL, yaşamının son üç yılını Bağdat’ta bir arkeoloji müzesi kurma çalışmalarına adadı. Böylelikle sevdiği ve gönülden hizmet verdiği topraklara bıraktığı bir anıt olan “Bağdat Arkeoloji Müzesi”, Irak’a ait antik yapılardan oluşan olağanüstü bir koleksiyona sahip oldu.
1925’te İngiltere’ye gitti; aile servetinin azalmaya başladığını fark edince tekrar Irak’a döndü.
Bu dönüşünde zatülcenp oldu. İyileştiğinde bu sefer kardeşinin tifodan öldüğünü öğrendi.
BELL, nişanlısını Çanakkale Muharebeleri’nde kaybettikten sonra hiç evlenmemişti. Bir süre sonra sağlığı bozulmaya başladı, yalnızlığı da onu bunalıma sürükleyince 12 Temmuz 1926’da yüksek dozda uyku hapı alarak intihar etti, cenazesi Bağdat’ta toprağa verildi.
Gertrude BELL, Arabistan gezisinin ayrıntılı öyküsünü hiçbir zaman yazmadı. Oysa Birinci Dünya Savaşı öncesindeki 20 yıl boyunca çok sayıda yapıtı yayımlanmıştı. Bunların başlıcaları şunlardır:
Safar Nameh ( 1894, Sefername),
Poems From The Divan Of Hafız (1897, Hafız Divanı’ndan Şiirler),
The Desert And The Sown ( 1907; Çöl ve Tarla),
The Thousand And One Churches ( 1909; Binbir Kilise),
Amurath To Amurath ( 1911).
Uzun mektuplar yazmaktan hoşlanan BELL’in mektupları derlenip 1927’de iki cilt halinde yayımlanmıştır. (Mektuplar için TIKLAYIN)
BELL’in belki de en önemli yapıtı, 1918’de imzalanan ateşkes antlaşmasıyla 1920’de Irak’ta çıkan ayaklanma arasındaki güçlüklerle dolu dönemde yörenin nasıl yönetildiğini ustalıkla aktardığı resmi rapordur.
Hakkında Çöl Kraliçesi adı verilen bir kitap yazılmış, kitapta yazılanlardan yola çıkılarak Çöl Kraliçesi adı verilen bir film yapılmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder