BİRİLERİ BİZİ BÖLECEKMİŞ!
DOĞRU MU?
ECDADIN YOLUNDA;
Allah’ın verdiği ömür nimetinin her bir anını ailem için,ülkem için ve insanlık için en verimli şekilde değerlendirmeye;
İnsanlara,hayvanlara,bitkilere ve bütün tabiata karşı saygılı olacağıma,
İnsanları dil,din,ırk gibi bir ayrımla ele almayacağıma,
Engelli insanlara karşı özürlü gibi yaklaşmayıp kendimi onların yerine koyacağıma,
Annemi, babamı, akrabalarımı ve dostlarımı üzmeyeceğime,
Dedikodu, gıybet, iftira gibi bozgunculuğa sebep olacak davranışlardan uzak duracağıma,
Her zaman iyiliğin yaygınlaşması adına gayretkar olup, kötülüklerle mücadele edeceğime,
Bana verilen her türlü emaneti bütün cesaretimle muhafaza edeceğime,
Bir söz verdiğimde canla-başla onu yerine getirmek adına dirençli olacağıma,
Ne pahasına olursa olsun asla yalan söylemeyeceğime,
Fenalıklardan uzak durmak için elime, dilime ve belime sahip olacağıma,
Gerçek kahramanlığın doğru, dürüst, çalışkan,fedakar,hoşgörülü olmakta olduğuna kani olarak;
Her zaman ve her yerde örnek bir Müslüman Türk genci olacağıma ANT İÇERİM.
DÜNYANIN EN HAZİN HİKAYESİ
Bu, çok hazin bir hikayedir. 600 yüzyıl dünyaya adaletle hükmetmiş bir cihan devletinin yıkılış hikayesidir anlatacağımız. İnsanlık semasında ihtişamla parlayan bir medeniyetin ışığını kaybedişinin hikâyesidir. Hazin bir hikâyedir. Ama bir o kadar da ibretle öğrenilmesi, dersler çıkarılması gereken bir hikâye…
Kendimizi inkar ederek, Batı’yı taklide başlayışımızın; yani Tanzimat’ın ilanı, yani sonun başlangıcı ile başlar hikayemiz.
O günden sonra Osmanlı’nın yüzü bir türlü gülmemiş, dağdan kopan bir çığ gibi uçuruma doğru sürüklenip gitmiştir.
O çalkantılar içinde kendi değerlerinden kopan birçok aydınımız bu bitişin fitilini ateşlemişlerdir.
Toplumu kendilerince modernleştireceklerdir. Kendilerine “Jön Türkler” diyen bu grubun hocaları ise Osmanlı’nın kadim düşmanı Batılılar’dır. Aslında proje çok açıktır:
“Osmanlı’yı kendi içinden çökertmek.”
…
İlk kez posta pulunu basan, Bank-ı Osmani-i Şahane adında ilk bankayı kuran, Osmanlı Donanması’na ilk zırhlı savaş gemisini katan, Sanayi Okulu nu kurup, İstanbul Üniversitesi faaliyete geçiren, Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi ni açan, Yargıtay’ı, Danıştay’ı kuran, Mecelle ‘yi yayınlayan Kız Öğretmen Okulunu, Maden Mektebini açan, ilk modern İtfaiye teşkilâtını kuran, Darüşşafakayı açan, Sultan Abdülaziz Han, Amerika’da o sıralarda yeni yapılan ve seri atış yapan “Martini” tüfeklerinden getirterek, kara ordusunu da bunlarla donatmıştı. O tarihte böyle kuvvetli bir silah diğer Avrupa devletlerinde bile yoktu. Sonra muazzam bir donanma kuruldu. Türk hakanı denizcilikten çok iyi anlıyor, yaptıracağı zırhlıların plânlarını bazen kendisi çiziyordu.
Böylece meydana getirdiği donanma, kısa sürede İngiltere ve Fransa’dan sonra dünyanın üçüncü büyük donanması olmuştu. Abdülaziz Hanın en büyük emeli, Rusya’yı Tuna’nın ötesine atmak ve Karadeniz’e çıkmasına kesinlikle engel olmaktı. Gerçekten, Türkiye ne zaman içeride kuvvetlenmek üzere bir takım girişimlerde bulunsa, Rusya bir savaş çıkarıyor, devletin bütün malî gücü ise bu savaşlarda eriyip gidiyordu. Padişahın yeniden kurduğu ve teşkilatlandırdığı 500.000 kişilik ordu, dünyanın en modern gücü haline gelmişti.
Osmanlı Devletinde Sultan Abdülaziz Hanın gerçekleştirdiği bu hamleleri, İngiltere, Fransa ve Rusya büyük bir endişe ile izliyordu. Fakat bu safhada hiç birinin bu muazzam güce karşı çıkmak cesareti yoktu. Öyleyse devlet bu kudretli elden mahrum bırakılmalı, yani Sultan Abdülaziz Han tahttan indirilmeliydi.
1867 yılında, bir buçuk ay süren Avrupa gezisine çıktığı sırada Viyana’dan Budin’e uzanan yol üzerinde gittiği her yerde eski tebaası olan ve Avusturya zulmünden bıkan Macarlar, Sultan Abdülaziz’i çılgınca alkışlarla karşılarken, maalesef ki içerideki hâinler ise bu büyük Türk hakanının öldürülmesi için tertipler hazırlıyorlardı.
Sultan Abdülaziz Hanı tahttan indirmek isteyen şebekenin başında, dünya bankeri Lord Rodchild ve Mısır’da sultan (hidiv) olamamasının sebebini Abdülaziz Han’da gören Mustafa Fazıl Paşa geliyordu. Lord Rodchild ile birlikte hareket eden Mısırlı prens bütün servetini bu yola dökerken, onların besledikleri ve devletine ihanete hazırladıkları dönemin güya aydınları ise, Türk milletine vatanperver olarak tanıtılıyordu. İçeride Osmanlıyı yiyen, dışarıda İngiliz paralarıyla kursaklarına kadar dolu olan bu ihanet çetesi, ülkenin kurtuluşuna değil, bilerek batışına hizmet etmekteydiler.
Nihayet 1876 yılı Mayıs ayında Hüseyin Avni Paşa liderliğinde toplanan ihanet şebekesinin kurmayları, veliahd şehzade Murad’ı tahta çıkarmak üzere anlaştılar. Harbiye Kumandanı Süleyman Hüsnü Paşa, üç yüz kadar harbiye talebesini alarak sabaha karşı sarayı çevirdi. Sultan Abdülaziz’i çok sevdiği için, Türk askeri devre dışı bırakıldı. Onun yerine, o sırada İstanbul’da bulunan ve hiçbiri Türkçe bilmeyen, Suriye’den getirilmiş bulunan bir bölük çöl askerini “Padişahı korumak için” diyerek sandallara bindirip sarayın çevresine getirdiler. Dışarıdan bakanlar, bunları Türk ordu birlikleri sanırdı.
Böylece tahttan indirilen Abdülaziz Han, özellikle Hüseyin Avni Paşanın bitip tükenmez kini yüzünden çok kötü muâmelelere mâruz kaldı. Önce Topkapı Sarayı’na ve oradan Ortaköy’deki Fer’iye Sarayına götürüldü. Sultan, buraya götürülüşünün dördüncü günü, ihtilalci paşaların tuttuğu katiller tarafından, bilek damarları kesilerek şehid edildi. Bu işi yapanların intihar süsü vermek istedikleri belliydi, ancak bir adamın her iki bilek damarını birden kesmesine imkân yoktu. Ortada acemice bir cinayet mevcuttu. Ayrıca, Hüseyin Avni Paşanın, doktor muayenesi bile yaptırmadan, aceleyle cenazeyi kaldırtmasından da bu işin bir cinayet ve tertipleyenin de kendisi olduğu anlaşılıyordu.
Sultan Abdülaziz Han, Türk tarihinin önemli devlet adamlarından birisiydi. Meşrutiyetçilerle arası iyi olmadığı için, muhalifler onun hakkında pek çok dedikodu çıkararak yıpratmaya çalışmışlar, Avrupa kamuoyu da bu yolda bir imaj meydana getirdiği için, sonraki yıllarda onun şahsiyeti hayli silik gösterilmiştir. Padişahı karalayıp, halk nezdinde itibarını düşürmek için çok basit, hayal mahsulu meseleleri bile gündem konusu yapıyorlardı.
Onun horoz dövüştürücülüğü ve deve güreştiriciliği yaptığı gibi hiç utanılmadan uydurulmuş şeylerdi yıpratma konuları. Halbuki kendisi güçlü kuvvetli olup; ava, güreşe, cirit atmaya meraklıydı. Türk milleti, çok sevdiği bu büyük padişahın ardından günlerce ağladı. Hattâ ona yapılanlar yüzünden, bu memleketin lanetlendiği sözleri halk arasında söylenmeye başladı.
Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülaziz ortadan kaldırıldıktan sonra, daha yüksek mevkilere çıkmanın hesapları içindeyken, sultanın kayınbiraderi Yüzbaşı Çerkes Hasan Bey tarafından katledildi. İhtilalci liderler tarafından tahta çıkarılan V. Murad, amcasının işkenceli ölümünü işitince, aklî dengesi bozuldu. Bu sebeple, tahttan indirildi. Yerine şehzade Abdülhamid Efendi, Osmanlı sultanı oldu.
Bu arada ülkeye, çoğunlukla dosttan ziyade düşmanları memnun eden bir dizi “ıslahat” döneminden sonra yeni padişahla birlikte ardından yeni bir umut rüzgarı olarak parlemento sistemi olarak Meşrutiyette gelmiştir. Gayri müslimler, müslümanlarla eşit haklara kavuşurlar. Sonra sıra ile, ekonomik, sosyal, kültürel haklar birbirini izler ve Balkan toplulukları milletleşmeye başlar. Bağımsız Sırbistan, Bağımsız Makedonya, Yunanistan, Bulgaristan ve benzeri devletler oluşmaya başlar.
Müslüman ahali, apaçık parçalanmaya doğru götüren bu yeni akıma karşıdır. Onların nezdinde asrileşmek “gâvurlaşmak”tır. Ama halk çaresizdir, öndersizdir, güçsüzdür. Yönetime hakim olan Jön Türkler, bir müddet sonra Selanik’te kurulan “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” ile birleşerek, devletin başını yiyen İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni oluştururlar. Bu parti görünümündeki çetenin faaliyetleri ile asıl facia başlar.
İttihad ve Terakki ilk defa II. Abdülhamid Han döneminde Arnavut İbrahim Temo adındaki bir gencin teşebbüsleriyle oluşur. Birkaç kez İtalya’ya gidip gelen İbrahim Temo, buradaki Brendiz Mason locasına kaydolarak; İtalyan Masonları’nın telkin ve destekleriyle kısa zamanda İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşunun tamamlanmasını, Balkanlar ve İstanbul’da teşkilatlanmasını sağlar.
***
İHANET ŞEBEKESİ İŞBAŞINDA
“Hakikat bir gün olur tezahür eder, Mezara dahi gömülecek olsa.” denilir. İşte bu sözün karşılığı olan hakikatlere değineceğiz bu çalışmamızda.
Sultan Abdülaziz Han Mithat Paşa, Hüseyin Avni, Mütercim Mehmed Rüştü Paşa ile Şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi’nin ve önceden elde ettikleri altmış kadar yandaşlarının tertip ettiği bir darbe neticesi 30 Mayıs 1876 Salı günü tahttan indirilmiş ve dört gün sonra (3 Haziran 1876) da şehit edilmiştir Bu milletin ekmeği yiyip suyunu içen mekteplerine okuyup Sultanın himmetiyle bizzat makamlara getirdiği dört hain kişinin şahsî kin ve garezleri ve bazı yabancı devletlerin parmağı ve yardımları sayesinde yapılan bir darbe neticesinde tahtından indirilmişti
Hüseyin Avni, Mithat, Rüştü ve Süleyman Paşalar darbenin 30 Mayıs 1876 Salı sabah saat 4.30 civarlarında yapılması kararlaştırılmıştı. Hüseyin Avni Paşa önceden, talim için Suriye’den getirttiği askerlerin, kışlalarda yer açılana kadar saray bahçesinde kalması için sultandan izin almıştı. Süleyman Paşa, darbe gecesi bu askerler ile 300’e yakın Harbiye öğrencisine , padişaha bir suikast yapılmak istendiğini, yarın bu hususta erkenden tedbir alınacağını, verilecek emirlere aynen riâyet etmeleri gerektiğini, kimsenin giriş-çıkışına müsaade etmemelerini ve bunun padişahın emri olduğunu söylemişti. Askerler gece dört civarında uyandırıldılar ve öğrencilerle birlikte sarayı kuşattılar Öte yandan Sultan Abdülaziz’in günün en modern savaş gemilerinden oluşan donanması ise Dolmabahçe açıklarında demirlemiş ve toplarını saraya çevirmişti.
Darbenin asıl tertipçileri geceden beri Kuzguncuk’ta Hüseyin Avni Paşa’nın yalısında, dürbünlerle sarayı gözetliyorlardı. Eğer darbe başarısız olursa buldukları bahane “toplantı” idi. Sultan ise başına geleceklerden habersiz sarayında istirahat halindeydi .Saray karadan ve denizden ablukaya alınmış, hal’ kararı Dârüssaâde Ağası Cevher Ağa vasıtasıyla Pertevniyal Vâlide Sultan’a bildirilmişti. Valide Sultan bir nefeste oğlunun odasına çıkmış, hızla içeri girmiş bir nefeste oğlunun baş ucuna varmış ve Sultanı uyandırmıştı. Top sesleri duyulmaya başlamıştı Sultan bunlar Sultan Murad’ın cülûs toplarıdır Vâlide. Beni amcam Sultan Selim Han’a döndürdüler ve bu işi Avni Paşa yapmıştır. Zannederim Rüştü ile Ahmed Paşa da bu işte birliktir. Cenâb-ı Hakk’ın takdiri böyle imiş” diyerek hızla giyinmişti. Bir süre sonra yanına gelen Askerlerle Sarayın rıhtımına indirildi ve Topkapı Sarayına götürülmek üzere kayığa bindirildi
Bu manzarayı uzaktan seyreden cennet mekan Abdülhamit Han bu sahneyi hayatı boyunca hiç unutmayacaktı….
Topkapı sarayını nakledilen Sultana öğle yemeği verilmemişti. Bizzat Hüseyin Avni Paşa’nın emriyle ve kasten, amcası Sultan Üçüncü Selim Han’ın şehid edildiği daireye yerleştirildiler. Bunların asla tesâdüf değildi. Mesaj gayet açıktı. Sultan durumu anlamıştı
DARBE SONUCU KATLEDİLEN BİR PADİŞAH
Hainler 30 Mayıs 1876 Salı günü Veliat Murat Efendiyi tahta çıkardılar 1 Haziran günü Sultan Ortaköy’de Çırağan Sarayının yanında bulunan Fer’iye sarayına nakledildi. Burada çok sıkı denetime alındı Kendisine üç hizmetçi verildi Bunlar Cezâyirli Mustafa Pehlivan, Yozgatlı Mustafa Çavuş ve Boyabatlı Hacı Mehmetir.
Bu üçü, cinayet günü sabah erkenden Fahri Bey tarafından gizlice saraya sokulmuşlardı. Binbaşı Necib ve Binbaşı Ali Beyler de gelmişti. Reyhan ve Rakım Ağalar odanın kapısı önünde, kimsenin sokulmaması için nöbetçi bırakıldılar. Böylece katil heyeti sekiz kişi oldu. Bu altı kişi, sessizce Sultan Abdülaziz Han’ın odasının önüne geldiler ve içeri girdiler. Çok hızlı hareket eden kâtiller, Sultan Abdülaziz Han’ın üzerine atıldılar. Sultan oturduğu yerden hızla ayağa kalktı Bir mücadele yaşandı. Bu mücadelede padişah zaman zaman ellerinden kurtulmayı başardı. sarayın bir üst katına çıkaran seyyar merdivenin olduğu yere ulaşmayı başardı. Ancak oraya varınca şaşırıp kalmıştı . Çünkü merdiven yerinde yoktu. İhtiyat olsun diye komplocular onu kaldırmışlardı. Sonra durdu ve yüksek bir sesle haykırdı: ‘Burada merdiven vardı. Kim aldı?’ Bu soruyu tekrar tekrar sordu. Telaşla sarayın salonlarında dolaşmaya başlamıştı Adamlar da arkasından onu takip ediyorlardı Nihayet adamlar sultanın şiddetli mukavemetinden sonra onu bir köşede sıkıştırarak ele geçirdiler. Sonra sırt üstü yere yatırdılar. İkisi sağ koluna, ikisi sol koluna, ikisi sağ ayağına, ikisi sol ayağına oturdular. İçlerinden biri bir ustura ile iki elinin atardamarlarını kesti. Çok kan kaybedinceye kadar üzerinden inmediler. Sultan bu hal üzere ruhunu teslim etti. Sonra onu pencerelerden birinin perdesine sardılar. Girişte olan karakola götürdüler. Mithat Paşa da orada idi. Sultana karşı niyetlerinin kötü olduğu baştan belli idi. Orada yaşanan ilgin bir hadisede çok dikkat çekicidir Zira Sultan hal’ edildikten sonra münadileri mahallelere gönderip ‘Sultan Abdülaziz öldü. Sultan Murad onun yerine geçti’ diye bağırttırmıştı.
Sarayda bir feryat koptu ve kapılar kırıldı Sultan Abdülaziz Han, bir şilteye sarılarak çok hızlı bir şekilde karakola götürüldü. Bu acelenin asıl sebebi, padişahı katlettikleri sırada yaşanan boğuşma izlerini göstermemek ve muhtemel delilleri ortadan kaldırmaktı.
Sultan Abdülaziz Han’ın katli esnasında, sarayda bulunan şehzâdeler ve diğer saray erkânının kapılarına nöbetçiler dikilmiş, odalarından çıkmalarına asla müsaade edilmemişti.
Karakola nakledilen padişah hâlâ canlı idi. Muayene ve rapor için gelen doktorlardan bazıları padişahın vücudunu etraflıca incelemek istedikleri vakit, Hüseyin Avni Paşa:
“Bu, bir padişahın cesedidir. Onun için size her tarafını açıp gösteremem” demek suretiyle isteklerine mâni oldu.
Bu şekilde, incelenmeden tutulacak bir rapora imza atmayacağını bildiren Hekim Ömer Paşa’nın o anda rütbeleri sökülmüş ve askerlikten uzaklaştırılmıştı.
Doktorlara önce yüzü açılıp gösterildi cesedin Sultan Abdülaziz Han’a âit olduğu tesbit ettirildi.. Daha sonra sağ ve sol kolları açılarak gösterildi.. Sadece bunlara göre rapor yazılması istendi ve cesed ile beraber bir de makas getirilmişti. Bu kontrol esnasında, doktorlara: “İşte yaraları açan bu makastır. Sultan bu makasla kollarını kesmiştir!” denildi.
Doktorlar raporlarını söyle düzenlediler:
“Mezkûr makas kanlı olup, Hüdavendigâr-ı sâbıkın bâlâdaki zikrolunan cerihaları bununla icra etmiş olduğunu bize beyân ettiler” demek suretiyle, intihar veya katil hususunda kendi görüşleri değil kendilerine söylenenin böyle olduğunu ortaya koymuşlardı.
Hem muayene için izin verilmiyor, hem de işte kendini bu makasla kesti denilerek, daha o anda karar verilmiş oluyordu.
Raporu imzalayan doktorlardan üçü muayenede bulunmuş diğerleri ise, arkadaşlarının şahitliklerine binaen raporu imzalamıştı. Meşhur Doktor Marko Paşa ise cesede hiç elini sürmediğini daha sonra ifade etmiştir. Raporun ne için tutturulduğu bile meçhuldür. Eğer intiharı ispat içinse, doktorlar böyle bir şeyi raporda ifade etmemişlerdir. Bu rapor, sadece hiçbir şey yapılmadı denmemesi için acele ile yapılmış bir teşebbüstür.
Padişahın naaşi nede alelacele karakola nakledildi. Niçin olduğu yerde inceleme yapılmadı?
Hainler Sultanın yaralı kurtulması veya canlı kalması ihtimaline karşısında buna fırsat ve imkan vermemek ve başladıkları işi rahat bir şekilde bitirmek, zaman kazanmak ve padişahın vefatı kesinleştirmek için bu yola başvurmuşlardı. Çünkü Sultan sadece kan kaybıyla değil, katil pehlivanlarla yaptığı boğuşma sırasında da aldığı darbeler ve ardından kan kaybından vefat etmiştir. Naaşı yıkayan Sultanahmed Camii baş imamı Yıldız Mahkemesi’ndeki şahitliğinde, padişahın vücûdunda bilhassa kalp kısmında morluklar gördüğünü söylemişti
“Bu ceset sıradan birinin cesedi değildir” diyerek muayeneye mâni olması da bu işin bir tertip olduğunu gösteriyor Sultan Abdülaziz Han’ın cesedi mühim bir şahsiyetin cesediydi de niçin bir karakolun alt katına ve hem de alelade bir şilteye sarılarak kondu, niçin acele ile saraydan çıkarıldı, niçin yangından mal kaçırır gibi taşındı?
Bu nakil hâdisesindeki asıl maksat da, Sultan’a sarayda ilk yardım yapılmasına engel olmak, katillerini gizlemek, delilleri yok etmek ve katillerin kaçmasını kolaylaştırmaktı. Eğer ceset sarayda incelenmeye başlansa idi, bütün devlet erkânının yanında, ailesinin bütün ferdleri, feryatlar üzerine dışarıdan geleceklerle beraber, duruma şahit olacaklardı. Karakola gidilerek bu dikkatler tamamen bertaraf edilmiş ve kimse karakola alınmamıştır. Sadece katil komitesi ve doktorlar girebilmiştir.
Yine Hüseyin Avni Paşa’nın sabahın erken saatinde saraya gelmesi, Sultan’ın vefat edip etmediğine bile bakmadan Bu cesedi karakola nakledin” demesi cinayetin bir tertip olduğunu gösteriyor. Eğer Sultan intihar etmiş ise, onu kurtarmak için niçin kendisi hiçbir tıbbi veya insani yardım yapmamıştır. Sarayda doktor olmaması mümkün değilken doktor çağrılarak hiçbir müdahalenin yapılmaması olayın bir cinayet olduğunu bize göstermez mi ? Eğer Sultan intihar etmiş ise kendisine canlı olduğu halde müdahale yapılmaması ve o şekilde karakola nakledilmesi cinayete ortaklık değil midir ? Aklı selim bir kişi eğer olayın tertipçisi, planlayıcısı değilse niçin böyle bir şeye yeltensin ?
Olayın ele başlarından Mütercim Rüştü Paşa ifadesinde:“Naaşı karakola getirmişler ve getirdikleri zaman, hayat belirtileri mevcut imiş. Hekimler de karakola geldikleri zaman hayat belirtileri olduğunu tasdik etmişlerdi. O vakit bunu sordum. Fakat padişahın konuşmaya gücü olmadığı cevabını almıştım. Karakolda ne kadar yaşadığını bilemiyorum, zira ben sonradan gelmiştim ve bunu orada bulunan, vükela, vüzera ve ulemadan öğrenmiştik” olayı tüm açıklığıyla anlatmıştı
Sonuç olarak Koskoca devletin bir numaralı idarecisinin otopsi yapılmadan alelacele defnedilmesi, hâdisenin delilleri ve şahitleri ortadayken adlî bir tahkikat açılmaması, hâdisenin intihar değil, bir cinayet olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. 5. Murad’ın 93 günlük saltanatının ardından padişah olan Sultan 2. Abdülhamid, amcasının ölümünün “intihar” olmadığını, tam aksine plânlı bir “cinayet” olduğunu düşünüyordu. Hâdisenin karanlıkta kalan noktalarının ortaya çıkarılmasını arzu ediyor ve bunu amcasının ruhuna karşı bir vefa olarak telâkki ediyordu. Neticede Sultan Abdülaziz’in “intihar edip etmediğini” tespit etmek, şayet bir cinayet işlenmişse faillerini ve azmettirenleri ortaya çıkarmak için 27 Haziran 1881’de meşhur “Yıldız Mahkemesi” kuruldu. Yapılan derin tahkikatlar sonrasında, İngilizlerle işbirliği yapan bazı şahısların, Abdülaziz Han’ın katlinde rol oynadıkları ortaya çıktı. Aralarında Mithat Paşa’nın da bulunduğu dokuz sanık hakkında idam kararı verildi; ama Sultan 2. Abdülhamit insaflı davranarak bunların hiçbirini tatbik ettirmedi ve idam cezalarını müebbet hapse çevirdi.
***
Yeri gelmişken Osmanlı devlet adamı, iki kez sadrazamlık yapan Mithat Paşa’dan da bahsetmemek olmaz. , Tuna, Aydın ve Suriye Valisi, ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-i Esasi’yi hazırlayan kurulun başkanından.
Midhat Paşa padişah Abdülaziz döneminde savunduğu reform politikalarıyla tanınmış ve iki kez sadrazamlık yapmıştır. Valilikteki başarılarını sadrazamlığında gösterememiş, ilk sadaretinde Mısır’a dış borçlanma yetkisi veren fermanı yayınlayarak Mısır’ın İngiliz hâkimiyetine girmesine sebep olmuştur. Ayrıca açığı olan bütçeyi fazla vermiş gibi göstermesi, görevden alınmasına sebep olmuştur. 1876’da Abdülaziz’in tahttan indirilmesiyle sonuçlanan askeri darbe’nin liderlerinden biri olmuş, aynı yıl padişah V. Murat’ın tahttan indirilerek II. Abdülhamit’in tahta geçirilmesi olayında da belirleyici rol oynamıştır. Abdülhamit döneminde 2. sadareti başlamıştır. Abdülhamit’in 23 Aralık 1876’da ilan ettiği Kanun-u Esasinin mimarlarından biridir. Balkanlarda Rusya’nın kışkırtmalarıyla çıkan ayaklanmalar ve Rusya’nın savaş tehditleri karşısında, padişahın karşı görüşü ve Lord Salisbury’nin uyarılarına rağmen İngiltere’nin yardım edeceğine inanarak İmparatorluğu Rusya ile savaşa sürüklemiş ve bu savaş Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihindeki en büyük felaketlerden biri olan 93 Harbi olarak tarihe geçmiştir. Bu olaylardan kısa bir süre sonra Mithat Paşa Abdülhamit’in gözünden düşerek sürgüne gönderilmiş, 1881’de Abdülaziz’e suikast şüphesiyle Yıldız Sarayı’nda kurulan mahkeme tarafından idama mahkûm edilmiştir. Cezası Abdülhamit tarafından Taif’te hapis cezasına çevrilmiş ancak 3 yıl sonra muhafızları tarafından öldürülmüştür. Cinayetin II. Abdülhamit’in emriyle işlendiğinden şüphelenildiyse de kesinlikle kanıtlanamamıştır.
Mithat Paşa Tanzimat reformlarını gerçekleştiren kuşağın önde gelen temsilcilerinden biridir. Ancak Tanzimat’ın asıl lider kadrosunu oluşturan Mustafa Reşit, Âli ve Keçecizade Fuat Paşalarca fazla radikal ve istikrarsız bulunarak dışlanmış ve nispeten geç yaşta ön plana çıkma olanağı bulabilmiştir. 1860’larda Tuna ve Bağdat vilayetlerindeki başarılı reform çalışmaları Mithat Paşa’nın kariyerinin zirve noktası olarak görülür. 1870’lerdeki iki kısa sadrazamlığı siyasi çatışmaların ve büyüyen mali krizin gölgesinde kalmıştır. 1876 krizinde Mithat Paşanın bir Cumhuriyet rejimi tasarladığı iddia edilmiştir. Bu iddia Abdülhamit yıllarında paşanın zevaline yol açmış, ancak 1908 ve 1923’ten sonraki yıllarda yeniden kazandığı itibarın temelini oluşturmuştur.
Beşiktaşlılar dikkat; Dolmabahçe’de 1947’de inşa edilen İnönü Stadyumu 1951’de Demokrat Parti hükümetince Mithatpaşa Stadyumu olarak adlandırılmış, ancak 1973’te İnönü Stadyumu adı iade edilmiştir.
Çöküş başlıyor!
İttihatçılarla beraber Türk siyasi tarihinde bir darbeler dönemi de başlamış olur. Siyasi cinayetler, faili meçhul olaylar, entrikalar, suikastler birbirini izler. Yeni Türk siyaseti ittihatçılarla tamamen Batı güdümüne girmiştir, artık. İttihatçılar kendi aralarında bile birlik sağlayamazken, güya Osmanlı Devleti’nin birlik ve beraberliğini sağlayacaklardı. İngiliz taraftarı Manastır teşkilatı ile Alman taraftarı Selanik grubu arasındaki mücadele 31 Mart Vakası’na yansır. Avrupalılar Osmanlı mülkünü paylaşmada önlerinde en büyük engel olarak gördükleri II. Abdülhamit Han’ı Almancı grup eliyle de tasviye ederler.
II. Abdülhamid Han’ın etkisiz hale getirilmesiyle Balkanlar’daki çözülmede hızlanmıştır.
II. Abdülhamid’in siyaseti, Makedonya’da Hıristiyan azınlıkları, Bulgar ve Makedonyalılar ile Yunanlılar, Sırplar ve Romenler’i denge halinde tutmak; daha açık tabirle birleşmelerine ve tek cephe halinde Türkler’in ve Arnavutlar’ın karşısına çıkmalarına engel olmaktı. Esasen bu kavimler arasındaki düşmanlık pek şiddetli olduğu için, böyle bir siyaset gerçeklere dayanıyordu. Rusya, Balkanlılar’ı Makedonya’daki Türk idaresini yıkmak için kışkırttığı gibi, Berlin Anlaşması’nın uygulanması için de Bab-ı Âli’ye şiddetli baskılar yaparak Avrupa’da bu yolda kamuoyu oluşturuyordu. Abdülhamid Han bu baskılara karşı usta manevra ve politikalarla mukabelede bulunuyordu.
Padişah, saltanatının ilk bir buçuk yıllık dönemi içerisinde devlet idaresine karıştırılmadı. Ülkeyi Sadrazam Midhat Paşa ve arkadaşları idare etti. I. Meşrutiyet ilan edildi. Meclis, 93 Harbi de denilen savaşa sebebiyet verdi. Edirne Mütarekesine kadar dokuz ay sürdü. Gazi Osman Paşa’nın Plevne’de ve Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın doğu cephesindeki başarılarına rağmen, savaş, umumi bir bozgunla neticelendi. Bu bozgunda özellikle İttihatçı liderlerin benlik kavgaları önemli rol oynadı.
Ruslar ve Bulgarlar, binlerce Türk kadın ve çocuğu kestiler. Bir milyondan fazla Türk, Bulgaristan’dan İstanbul’a göç etti. Bu faciaları gören Abdülhamid Han, İngiliz Kraliçesi Victoria’ya çektiği telgraf ile, barışın yapılmasını sağladı. Mütarekeden on gün sonra da Meclis-i Mebusân’ı kapattı. Ardından imzalanan Ayastefanos Antlaşması, Türkiye için büyük kayıplara yol açar. Kars, Ardahan ve Batum Rusların eline geçer. Bulgaristan prensliği diye iç işlerinde bağımsız, dışta Türkiye’ye bağlı yeni bir devlet kurulur. Ruslar, Bulgaristan’ı tamamen Osmanlı Devletinden ayırma projelerini yapmışlardır.Halbuki 93 Harbi öncesi Bulgaristan’da Türk nüfusu çoğunlukta idi. Ruslar, bu yerleri işgal ettikçe halkı toptan kurşuna dizmek, süngülemek, camilere doldurup yakmak suretiyle Türk nüfusunu sistemli şekilde azalttılar. Abdülhamid Han, Ayastefanos Antlaşmasının hükümlerini hafifletmek için diplomatik yollara başvurarak İngiltere’nin desteğini aradı. İngiltere, Berlin’de bir konferans toplayarak Ayastefanos’un hükümlerini kaldırabileceğini, buna karşılık Rusya’nın Türkiye’den herhangi bir toprak isteğine engel olabilmek için, İngilizlerin Kıbrıs’a yerleşmesi gerektiğini bildirir. Padişah, bu isteği kabul etmez ve Bakanlar Kurulunda yaptığı bir konuşmada, Avrupa devletlerinin Türk’e hayat hakkı tanımayacağını, onların asıl maksadının, Türk Devletini Konya ve civarında küçük bir prenslik hâline indirmek olduğunu söyler. Bu sözleriyle o, kırk iki yıl sonraki Sevr Antlaşması’nı daha o zaman sezmiş bulunmaktadır. Fakat vekiller heyetinin ısrarı üzerine, Kıbrıs, İngiltere’ye bir nevi kiralanır. Ada, hukuken Türklere âit olacak, fakat İngilizler tarafından yönetilecek ve İngilizler, uygun bir tarihte çekileceklerdi. Böylece Berlin Antlaşması, imzalandı. Bu antlaşma, aslında Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmamıştır. Fakat Balkanlardaki Rus nüfuzunu önemli ölçüde kırıp bu statüyü Avrupalıların garantisi altına sokması bakımından önemlidir.
Berlin Antlaşmasının imzalanmasından sonra Sultan Abdülhamid’in saltanatındaki ikinci devre, yani devleti şahsî ve bizzat idaresi başladı. Bundan sonraki işlerde asıl sorumluluğu yüklenecek olan padişahtı.
Böylece, 93 Harbi sonunda Osmanlı İmparatorluğu ve onun idaresini bilfiil üzerine almış bulunan II. Abdülhamid Han, sanki bir yıkıntının altında kalmış gibiydi. Osmanlı Devleti, içeride ve dışarıda büyük meselelerle karşı karşıya idi. Ancak aklı, ilmi, zekâsı, fevkalade yüksek olan II. Abdülhamid Han, bunların üstesinden gelmeyi başarır. İdaresi altındaki Türkiye, Berlin Antlaşmasından II. Meşrutiyete kadar, 30 sene içinde herhangi bir toprak kaybına uğramaz.
Kırım Harbi sırasında yabancı devletlerden alınan büyük borçlar; bir kısım paşaların sınırsız harcamaları, Sultan Abdülaziz zamanında ordu ve donanmanın geliştirilmesini sağlamak için alınan borçlar ve Rusya’ya ödenecek savaş tazminatı devletin belini bükmüştür. Bundan böyle dış borçlar, devlet borcu olduğu için, bunlar ödenmedikçe, yabancı devletlerin elleri, Türkiye’de olacaktır. Bu sebeple padişah ilk iş olarak bu meseleye çare bulmaya çalışır. Yayınladığı bir kararname ile devletin bir çok tekel gelirlerini tek idare altında toplar ve buradan dış borçların düzenli taksitlerle ödenmesine karar verilir. Buna karşılık dış borcumuzun yarısı silinir. Osmanlı İmparatorluğu’nun borçlarını tasfiye için kurulan uluslararası kuruluş olan Düyunu Umumiye denilen idare, alacaklı devletlerin temsilcileriyle ortak idare edilmektedir. Padişah, böylece hem yabancı müdahalelerini önler, hem de devletin malî işlerine bir ölçüde düzen vermiş olur.
Berlin Antlaşmasıyla Teselya’ya sahip olan Yunanistan, Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlerini hızlandırır. Girit ve Yanya’da çete savaşlarını körükler. Bu arada Balkanlarda Yunan ordu birlikleri sınır ihlallerine başlamıştır. Bu olaylar üzerine Abdülhamid Han, Yunanistan’a askerî müdahalede bulunulmasına karar verir. Padişah, ayrıca, Batılı devletlerin ve Rusya’nın Yunanistan lehine harekete geçmesini istemediğinden, müdahalenin bir yıldırım harbi olmasını, sonucun süratle alınmasını ister. Bu emirle harekete geçen Müşir Ethem Paşa kumandasındaki Türk birlikleri, 24 saatte Termopil geçidini aşıp Atina’ya girer. Bütün Avrupa kumandanları bu olayla şaşkına dönerler. Çünkü Alman kurmayları, Osmanlı ordusu, Termopili altı ayda geçemez diye rapor vermişlerdir. Rusya, İngiltere ve Fransa’nın müracaatı üzerine, savaş o noktada durdurulur. Bu üç devlet; Türkiye, Yunanistan’dan çıkmadığı takdirde savaş ilan edeceklerini bildirirler. Böylelikle Yunanistan, Türkiye’ye büyük bir savaş tazminatı ödeyerek kurtulur. Ancak, bu üç devlet, Osmanlı’yı galip geldiği bir savaşta yenik duruma düşürmek için, Girit’e özerklik verilmesini kararlaştırırlar. Türk yurdu Girit, Osmanlı Devletine bağlı kalmakla birlikte, kendi kendini idare eder bir valilik olacaktır. Burası, ancak Abdülhamid Han tahttan indirildikten sonra Yunan toprağına dönüşür.
II. Abdülhamid Han, Yunan Savaşı hariç bütün dış meselelerini dâima diplomatik yollarla halletmeye çalışmıştır. Gerçi diplomatik yol, kesin sonuç vermeyen ve işleri sürüncemede bırakan bir yoldu. Ancak, Türkiye zayıf ânında, savaştan uzak kalmak ve dış istekleri sürüncemede bırakmaktan dâima kârlı çıkıyordu. Oysa, kesin zafer elde ettiği Yunan Harbinden bile maalesef ki bir kâr elde edememiştir.
İngilizlerin Arap milliyetçiliğini yaymak ve Arapların hakkı olduğunu iddia ederek, Mısır hidivini halife yapmak konusundaki gayretlerine, Abdülhamid Han, Panislamizm politikasıyla karşı koyar. O tarihlerde İngiltere, Rusya ve Fransa’nın idareleri altında, büyük Müslüman kitleleri bulunuyordu. İngiltere’nin, Türk idaresindeki Arap ülkelerine de göz dikmesi üzerine padişah, bu devletlerin Müslüman halklarını kendi nüfuzu altına almayı, bütün dünya Müslümanları ile İstanbul arasında güçlü bağlar kurmayı uygun gördüğü için dünyanın her tarafında, İslâm topluluklarının lideri durumunda bulunan büyük din adamlarıyla temasa geçer. Bunlara özel mektuplar gönderir. Rütbe ve nişanlar verir. Böylece, bu dinî liderlerin hepsi kendilerini İslam halifesinin mahallî memurları, temsilcileri olarak görmeye başlarlar. Ulu hakan Müslümanları Avrupalı ve Rus emperyalistlere karşı uyarmak üzere Çin’e kadar adamlar gönderir. Sonuçta öyle bir durum meydana gelir ki, Afrika’nın en uzak köşesindeki bir Müslüman cemaati bile hiç Türkçe bilmedikleri halde, camilerden çıkınca, ellerinde Türk bayrakları ile dolaşır hale gelmişlerdir.
Ayrıca İstanbul’da basılan binlerce kitap ve broşür, Rus idaresi altındaki Türk ülkelerine gönderilir, böylece her tarafta Türkler ortak bir kültür kaynağından beslenmeye başlarlar.
Sultan Abdülhamid Han’ın bu politikası sayesinde İstanbul, yeniden İslâm dünyasının kalbi durumuna gelir. Gelişmeleri yakından izleyen Rusya, İngiltere ve Fransa, ulu hakanın kendi Müslüman tebaaları arasındaki bu nüfuzundan çekinerek Osmanlıya karşı daha dikkatli hareket etmeye başlarlar.
Birçok gelirini Düyun-u Umumiye’ye bırakan devlet, memur ve asker maaşlarını zamanında ödeyememe, iki veya üç ayda bir ödeme yapma durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Ancak aynı devirde hayatın fevkalâde ucuz ve Osmanlı parasının kıymetli olması sayesinde, halk her şeye rağmen gündelik hayatında rahat olduğu için sıkıntı çeken hiç kimseye rastlanmaz. Bir aylık maaş, üç ay boyunca rahatlıkla yetmektedir.
Bu arada tarihin dönüm noktalarından birini oluşturacak bir olayda yavaş yavaş filizlenmektedir: Yahudilerin arz-ı mev’ud (vadedilen topraklar) üzerinde devlet kurma çalışmalarını hızlandırmaları! Yahudiler, İngilizlerin de desteğiyle bu gayenin gerçekleşmesi için Siyonist teşkilatlar kurup zengin gelir kaynakları temin etmeye başlamışlardır. Siyonist hareketlerin başına geçen Theodor Herzl, Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması için çalışmaktadır. Yahudiler, Filistin toprakları üzerinde tarımsal yerleşme merkezleri oluşturmaya başlamışlardır. Daha çabuk ve kesin bir yerleşme yapabilmek için Herzl, Sultan Abdülhamid’le görüşür ve ondan Filistin’de bir aristokratik cumhuriyet kurmak için izin ister. Buna karşılık Osmanlı Devletinin bütün borçlarını ödeyeceklerini bildirir. Bu isteğe karşı Abdülhamid Han, tarihimize altın harflerle geçen şu cevabı verir: “Ben, bir karış dahî olsa toprak satmam. Zîra bu vatan bana değil, milletime âittir. Milletim bu devleti kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanıyla mahsuldâr kılmıştır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz.”
Abdülhamid Han, ayrıca Yahudilerin el altından ve gizli faaliyetlerine karşı da harekete geçer. Filistin’in tamamını padişaha ait arazi ilan ederek satılmasını yasaklar. Bizzat şahsına bağlı bir orduyu Filistin’de görevlendirir. Kafkaslar ve Balkanlardaki bir kısım Müslümanları Filistin’e yerleştirir. Padişahın bu faaliyetleri üzerine Yahudiler, bütün güçlerini Abdülhamid Hanı tahttan indirme yoluna çevirirler. Ve mason yaptıkları yerli hainlerle işbirliği yaparak, bu niyetlerini gerçekleştirirler.
Günümüze kadar uzanan sıkıntılardan bir diğeri de yine aynı dönemde şekillenmeye başlıyordu. Berlin Antlaşması’na göre, Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde ıslahat yapılması öngörülmekteydi. Anlaşma maddesinin Ermeni özerkliğini doğuracağını ve ülke bütünlüğünü parçalayacağını gören, Abdülhamid Han bunu uygulamadan kaldırdı. Bu maddeyi uygulama taraftarı olan sadrazam ve devlet adamlarınıda görevden uzaklaştırır. Bunun üzerine, çeşitli Avrupa şehirlerinde ve Amerika’da yetiştirilmiş Ermeni ihtilalcileri, Türkiye’de ihtilal hazırlıklarına girişirler. Devletine bağlı Ermenileri terörle sindirerek kendilerine katılmaya zorlarlar. Böylece, İhtilalci Ermeniler tarafından, doğuda pek çok Ermeni vatandaşımız katledilir. Avrupa’da da bu katliamların Türkler tarafından yapıldığı izlenimini vermek için yoğun bir propaganda başlatılır. Ermeni ihtilalcileri tarafından Abdülhamid Han “Kızıl Sultan” ilan edilir. Bunların niyeti, Türkiye’de bir ihtilal hareketi uyandırdıktan sonra, Avrupa devletlerinin olaya müdahalesini sağlamaktır. Ancak giriştikleri pek çok teşebbüs, Abdülhamid Han tarafından, Avrupalıları ayağa kaldırmadan bastırılıp söndürülür. Ayrıca, Doğu Anadolu’da Hamidiye Alayları’nı kuran padişah, bölge aşiretlerini kendisine bağlar. Bölgenin Müslüman Kürt halkı ne Batının oyunlarına kurban olan Araplar gibi olup devletlerine isyan bayrağı dalgalandırırlar ne de diğer Müslüman olmayan topluluklar gibi Osmanlı’nın altını oyanlardan olurlar. Bundan böylede Müslüman Türk’ün ve Kürdün kaderi birdir artık. Bölgenin asayişi, bundan sonra yine batının entrikaları milletçe reddedildiği müddetçe kıyamete kadar kardeşçe olacaktır.
Bu kez Ermeniler de, padişahı ortadan kaldırmadıkça Ermenistan’ı kuramayacaklarını düşündüler. Avrupa’da meşhur bir teröristi para ile tutup, İstanbul’a getirirler. Cuma namazı için gittiği Yıldız Camiinde II. Abdülhamid Hanın arabasına bomba konulur. Ancak camiden çıktıktan sonra, padişahın bir dakikalık gecikmesi hayatını kurtarır.
Ülkenin bir baştan bir başa tam bir kargaşa içine düştüğü sırada, 31 Mart Vakası meydana gelir. İttihatçıların Selanik’ten İstanbul’a getirip yerleştirdikleri Avcı taburlarına mensup bir kısım asker ve halk ayaklanarak, İttihatçılara karşı harekete geçer. Padişah, yetkilerinin çoğunu Meclise devrettiği için inisiyatifini kaybetmiştir. Meclis, iş göremez haldedir. On gün kadar devam eden bu kargaşalıkta, İttihatçılar, Rumeli’nde ne kadar Sırp, Bulgar, Rum, Arnavut çetecisi varsa toplarlar. Bunların yanına pek az da olsa Türk askeri katılır. Üçüncü Ordu kumandanı Mahmut Şevket Paşa’nın emri altında İstanbul’a gelen bu çeteciler, devlet merkezine sokmak istemeyen kumandanlar, Padişaha müracaat ederler. Ancak kardeş kanı dökülmesini uygun bulmayan padişah, buna izin vermez. İsyanı yatıştırma bahanesiyle İstanbul’a giren İttihatçılar ve dağdan inmiş Balkan komitacıları, pek çok kan dökerler. Ayrıca, isyanın sorumlusu olarak da padişahı gösterip, onu tahttan indirmeye karar verirler. Fetva emîni Hacı Nuri Efendi, padişahın tahttan indirilmesi için hiç bir sebebin bulunmadığını söyleyince, söylediklerini yapacak birini bulup fetva yazdırırlar.
Nihayet olaylar sonunda dış düşmanlar emellerine ulaşabilmek ve Osmanlı Devletinin yıkılmasını sağlamak için, Sultan Abdülhamid Han’ın ortadan kaldırılması veya tahttan indirilmesi gerektiğinde birleşirler. Ancak bütün teşebbüs ve gayretlerine rağmen bunu başaramazlar. Binlerce yıllık bir tarih gösteriyor ki, Türk, dışarıdan yıkılamaz. Öyleyse yine tarihi entrikalar dönmeli ve Osmanlı Türklüğü içeriden parçalanmalıdırı. Tezgâhlar bu gaye ile dönmeye başlar.
1890 yılında İngilizlerin desteğiyle kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hedefi, Abdülhamid Han’ı tahttan indirmek ve meşrutiyeti ilan etmektir. Büyük paralarla Osmanlı devlet adamlarını satın almaya ve kısa sürede pek çok taraftar bulmaya başlarlar. Bu cemiyet, 1897’de padişahı tahttan indirmek için tertip içine girince, basılarak üyeleri yakalanır. Bunlar idama mahkûm edildilerse de, cezaları öldürmek istedikler padişah tarafından müebbet hapse çevrilir ve yurdun çeşitli yerlerine sürülürler. Ancak bunlar, Paris’e kaçarak faaliyetlerine oradan devam ederler. Ermeni, Yahudi ve Balkan komitecileriyle, yani padişahın aleyhinde olan herkesle işbirliğine başlarlar. Müslüman kanı dökmekten zevk alan Bulgar, Sırp, Yunan çeteleride, Abdülhamid Han’ı tahttan indirmek için, İttihat ve Terakki Cemiyetine kucak açarlar. Bunların ihanetleri o dereceydi ki, Ermenilerin düzenlettirdiği bombalı suikasttan padişah kurtulduğu zaman, şâir Tevfik Fikret, teröriste; “Ey şanlı avcı” diye seslenmekteydi.
Türkiye’de padişaha karşı olmak, âdeta aydın olmanın bir gereği gibi görülmeye başlanır. Sarıklı medrese hocalarından, setre pantolonlu Fransız taklitçilerine kadar herkes hakana muhaliftir. Nihayet bu yoğun propaganda, ordudaki genç subaylar arasında da yayılmaya başlar. Bazı subaylar çeteciliği bir siyasî hareket kolu olarak benimseyerek, Türk Devletine karşı komitacılığa, yani dağa çıkıp isyana başlarlar. Aralarında Enver, Niyazi gibi mâceracı kimselerin de bulunduğu bu subaylar grubu, kendilerine kuvvet sağlayabilmek için, Bulgar komitacılarıyla ortak hareket etmekteydiler. Selanik’te bulunan Osmanlı Üçüncü Ordusu, âsî bir ordu haline gelir.
Baskılar neticesinde II. Abdülhamid Han, II. Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kalır. Böylece saltanatının yaklaşık beş ay sürecek üçüncü ve son bölümü başlar. Abdülhamid Han’ın tahta çıktığı zamanda olduğu gibi, bu devrede de iktidar yetkileri tamamen elinden alınır. Bir yerde bu tarih, Osmanlı Devleti tarihinde, artık, Osmanlı hânedanının devre dışı bırakıldığı ve siyasî iktidarın ellerinden alındığı bir tarih olur.
İttihatçılar, silah zoru ile iktidara geldikleri için, yeni meclisin kurulmasında da çetecilik metodlarını kullanırlar. Meclisi kendi adamlarıyla doldururlarken, muhaliflerini de kiralık katillerle faili meçhul bir şekilde ortadan kaldırırlar. Ancak, bunların iktidarı sağlamlaşırken, devlet çatırdamaya başlar. Fırsattan istifade ilk olarak Türkiye’ye bağlı bir prenslik olan Bulgaristan, hemen bağımsızlığını ilan eder. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Türkiye’ye ait olan Bosna-Hersek’i topraklarına katar. Girit özerk idaresi, Türkiye’den ayrılır ve Yunanistan’la birleşir. Ermeni komitacıları, Adana ve çevresinde büyük bir isyan çıkarırlar.
Hınçakyan Komitesi Kilis Şubesi Başkanı Agop Basmaciyan’ın 9 Ocak 1913 tarihli Hatay Samandağı’nın Eriklikuyu köyündeki sözde Ermeni müfrezesine gönderdiği yazıda, ‘’...Türkiye’nin içine düştüğü bugünkü olağanüstü karışık durumu, Ermeni meselesinin siyasi gündemde yeniden söz konusu olması, zihinleri çok meşgul etmektedir. Biz Ermeniler, özellikle Hınçakyanlar, hazırlıklı ve uyanık bulunarak faaliyetlerimizi hızlandırmalıyız’’ sözleri dikkatleri çekmektedir. Basmaciyan’ın aynı gün Samandağı Yoğunoluk’taki müfrezeye gönderdiği yazıda ise ‘’Faal, becerikli ve sağlam öz yapılı arkadaşların katılmasıyla müfrezelerimizi çoğaltmalı ve takviye etmeliyiz. Kendinizi koruma konusundaki çalışmalarınız artmalı’’ denmektedir.
Bakanlar Kurulu yapmış olduğu bir değerlendirme kararında durumu şu şekilde belirtir: Savaş bölgelerine yakın yerlerde oturan Ermenilerin bir kısmının ordu harekatını zorlaştırdığı, erzak ve askeri malzeme nakliyatını güçleştirdiği, düşmanla işbirliği yaptığı ve birlikte hareket etme emelinde olduğu, ayrıca düşman saflarına katıldığı, yurtiçinde askeri kuvvetlere ve masum halka silahlı saldırılarda bulunduğu, düşmanın deniz kuvvetlerine malzeme sağladığı, müstahkem mevkileri düşmana gösterdiğinin tespit edildiği belirtilmiştir. Meclis tehcir kararı alır.
‘’Ermenilerden gönderilmesi gerekenlerin, gidecekleri yerlere rahat bir şekilde taşınmaları ve ulaştırılması ile yolculukları boyunca istirahatlerinin sağlanması, can ve mallarının korunması ve tespit edilen yerlere vardıklarında kesin olarak yerleştirilmelerine kadar göçmenler ödeneğinden iaşeleri sağlanacak, daha önce sahip oldukları mali ve ekonomik durumları oranında, kendilerine emlak ve arazi dağıtılacaktır. Muhtaç olanlara devlet tarafından evler inşaa edilecek, çiftçilere tohumluk, meslek sahiplerinden ihtiyacı olanlara alet ve edevat dağıtılacaktır. Ayrıldıkları yerlerde kalan eşya ve mallarının ya da bunların değerlerinin karşılığı kendilerine aynı şekilde verilecektir.
Van’ın Özalp ve Saray ilçelerinde Ermeniler tarafından bazı kadınların hamileyken karınlarının deşildiğini, bazılarının çocukları ile tandırda yakıldığı, genç kızların tecavüz edilip öldürüldüğü, erkeklerin ise kurşun ve süngü ile katledildiği gözler önündeydi.
Bu süreçte Yahudi Emmanuel Karasu, Ermeni Aram, Arnavut Toptanî ve Gürcü Ahmed Hikmet Paşa, Padişaha giderek; “Millet sizi istemiyor” dediler. Ancak Türk milleti adına söz söyleyen görülmüyordu.
Osmanlı Devletinin son parlak dönemini yaşatan bu büyük devlet ve siyaset adamı, devrinde dünyanın dört büyük gücünden biri olan ve yedi milyon küsur kilometrekareden fazla olan ülke toprağını, İttihatçılara teslim ederken: “Türkiye’yi on sene idare edebilirlerse, bir asır idare ettik diye sevinsinler” demiş ve muhtemel neticeyi daha o anda işaret etmiştir.
Nitekim bu tarihten itibaren ülkemiz, büyük felaketlerle karşı karşıya kaldı. 1911’de İtalyanlar, Trablusgarb’ı işgal etti. 1912’de Balkan Savaşı bozgunu olur. İki büyük kıta ile ilgimiz kesilir. Afrika’da, Rumeli’de binlerce kilometrekare vatan parçası elden gider. Bu sırada İttihatçılar, devlet içinde iktidarı bütünüyle ele geçirirler. Enver Bey, paşalığa terfi eder. Eski posta kâtibi Talat Bey, paşalıkla sadrazam olur. İstanbul muhafızı olan Albay Cemal Bey de paşa yapılır. Böylece Enver-Talat-Cemal adlarındaki paşalar, devlette tek söz sahibi olurlar.
Çete yöntemleri ile ve darbe mantığıyla hareket eden İttihatçılar, ne yazık ki büyük sultanın politikalarının ve Osmanlı Devleti’nin menfaatlerinin yanında yer alma yerine, Avrupalılar’ın maşası olarak Sultan’ı tahttan indirme aymazlığını gösterirler. Devlet idaresi nedir bilmeyen, devrin şartlarını kavrayamayan İttihatçılar, çıkardıkları Kiliseler Kanunu ile Balkan milletlerinin birliğine zemin hazırlayıp, ecdad yadigârı toprakların kan, zulüm ve gözyaşı içinde elimizden çıkmasına sebep olan Balkan Savaşları’na ortam hazırlarlar.
Balkan Faciası ile de kimsenin dört eski vilayet ve ilçemiz karşısında yenileceğimizi ummadığı bir savaşta, biz kırk gün içinde dört asırlık Rumelimiz’e ebediyen veda ederiz. Zira her askeri birlik, birbirine hasım ve ayrı bir partinin mensubu haline gelmiştir.
Bir ara Çatalca’ya kadar gelen düşmanlarımızı, onların kendi aralarındaki kavgadan yararlanarak ters yüz ederiz, ama... Ne var ki artık sınırımız Edirne’de noktalanmıştır. O güzelim saadet devrinden bize kala kala Tuna kıyılarının hayalleri, buruk ve hasret dolu Rumeli türküleri ve tek bir döşeğini ya da pekmez güğümünü sırtlamış ve kucaklamış, Trakya çamuru içinde ağlamayı bile unutmuş göçmen kafileleri kalmıştır.
Asker politikaya bulaşırsa böyle oluyordu. Aziziye Kahramanı Gazi Ahmed Muhtar Paşa sadarette askerlikte gösterdiği başarıyı gösteremiyordu. Devlet-i Âli’nin dışişleri bakanı Ermeni Noradungiyan Efendi... Basiretsiz bir adam ve Rusya’nın savaş olmayacağına dair verdiği sözlerle dış politika yürütmeğe çalışıyordu. Harbiye nazırı Nazım Paşa eğitimsiz ve disiplinsiz birlikleri ordu diye cephelere sürüyordu. İttihatçılar ise hükümeti devirip iktidarı ele geçirmenin hesapları içinde iç politikayı kızıştırıyorlar.
Yüksek öğrenim talebelerini kışkırtarak “savaş! savaş!” diye bağırtıp hükümet aleyhtarı gösteriler yaptırıyorlardı. Balkanlar’da olup biteni izleyemeyen hükümet, dört Balkan devletinin ittifakından habersizdi. Kısır politikalar ile birbirine düşmüş subayların komutasındaki acemi birlikleri cephelere sevkedildiğinde büyük facia başlamıştır. “İttihatçı ve Halaskâran” yani kurtarıcılar diye ikiye ayrılan ordu birlikleri, ayrı ayrı adlar ve çeteler halinde dağlara çıkıp birbirlerini kırarlarken, ecdat yadigârı Balkan şehirleri birer birer elden çıkmaya başlar. Evlad-ı Fatihanların torunları katliama tabi tutulurlar. Alperenlerin ve akıncıların mirası yağma edilir.
Esad Paşa, Şükrü Paşa gibi tecrübeli bazı eski komutanların küçük çaplı başarıları bozgunun önüne geçemez. Bulgarlar Edirne kapılarına dayanır. Şükrü Paşa eski Osmanlı payitahtı güzel Edirne’yi kahramanca savunur. Lojistik desteğin ulaşmaması, yiyecek sıkıntısının had safhaya varması direnişi yavaş yavaş kırar. Edirne’deki bütün otlar, kökler, hatta fareler gıda olarak tüketilir. İşte bu halde bile İttihatçılar küçük hesaplar peşindedirler.
Edirne kumandanı kahraman Şükrü Paşa’nın İttihatçı Talat Paşa’ya, attığı zılgıt aslında o günlerin özeti niteliğindedir.
“Seni hemen yarın Edirne’nin ortasında idam ettirmemi istemiyorsan, bugünden tezi yok, çek git buradan Talat bey oğlum! Sen ki eski dahiliye nazırısın, sen ki Edirne’ye vatanseverlik göstermek için er rütbesi ile gelmişsin! Ve sen ki, bana yardımcı olmak yerine orduyu ifsad ediyor, askere dövüşmemesini telkine çalışıyorsun!.. Çek git buradan! İttihat ve Terakki’yi yeniden iktidara getirmek için başka yerlerde çalış. Unutuyorsun ki ben politikacı değil, askerim. Ama sen ve arkadaşların, elimizde kalan şu son serhat şehrini de politika uğruna kaybettirmek istiyorsanız, o halde kazanmak istediğiniz nedir? Selimiye ki Rumeli’de cedlerimizin mührüdür. Sen bu mabedi dinamitleyip berhava etmemi söylüyorsun. Gözünü vatan ve ordu sevgisi değil, politika bürümüş. İktidar için orduya bile acımıyorsunuz. Sana Edirne kahramanı Şükrü Paşa olarak emrediyorum, hemen şimdi Edirne’yi terkedecek ve İstanbul’a gideceksin! Yoksa, istemeye istemeye seni, yani Îttihat Terakki’nin eski dahiliye nazırını asacak veya kurşuna dizdireceğim!..”
Şükrü Paşa bu serhat şehrini tüm güçlüklere rağmen 156 gün savunur. Çoğu kez askeri ile birlikte süpürge tohumu yemiş, İngiliz ve Fransız gazetecilerin “ele geçirilmez kahraman” dedikleri bir asker. Tüm imkanların tükendiği noktada teslim olur. Bulgar Kralı bu yiğit kumandana kılıcını iade ederek “sizi tanıdığım için ve sizin gibi cesur bir düşmanla savaştığım için şeref duydum!” diyecektir. Şükrü Paşa bilahare İstanbul’a döndüğünde ne yazık ki İttihatçı elebaşlarından aynı karşılığı ve teşekkürü göremeyecek, aksine Cemal bey tarafından bir arabaya atılarak halkın sevgi ve tezahüratlarından kaçırılacaktır.
Bu arada Ege Adaları Yunanlılar’ın eline geçer. Balkanlar Sırplar, Bulgarlar ve Karadağlılar arasında taksim edilir. Arnavutluk Osmanlı topraklarından koparılır. 550 yıllık Türk yurdu kırk günde elden çıkar. Edirne işgal edilir, Bulgarlar büyük bir kinle yağma ve katliam yaparlar. Müslümanların haremleri kirletilir. Müslüman kadınlar başlarına gelebilecek bu en korkunç saldırı karşısında sessizce intihar ederler. Mimar Koca Sinan’ın “ustalık eserim” dediği Selimiye’nin halıları Bulgar askerlerinin çamurlu ve kanlı çizmeleri altında ezilir. Müslüman Türk halkını elinde kala kala onuru kalmıştır. Bulgarlar aylardır açlık çeken halka ekmek dağıtmak için ilanlar yapar ama hiçbir müslüman gidip Bulgarlardan ekmek bile almaz.
Selanik’in işgali karşısında, buraya İttihatçılar tarafından sürgün edilmiş olan Abdülhamid Han gemiyle tekrar İstanbul’a getirilirken büyük bir üzüntüyle şu bedduayı yapar:
“Allah bu hallere sebep olanları Kahhar ism-i şerifiyle kahretsin! devleti batırdılar...”
Orduyu politika içine çekerek iktidar ve güç savaşı yapanlar koskoca devleti tarihe gömerler. İktidar hırsı gözlerini öyle bürümüştür ki, Balkan Savaşı’nın en ateşli günlerinde dahi yardım eli ulaştıracaklarına, hükümet darbesi yaparlar. İttihatçı subaylar yapılmakta olan bakanlar kurulu toplantısını basarlar. Silah seslerini duyarak dışarı çıkan Nazım Paşa, karşısında elinde silahı ile Enver Bey’i görünce şöyle der:
“Sen daha geçen gün bana siyasetle uğraşmayacağına dair şahsi ve askeri namusun üzerine söz vermemiş miydin?” Bana verdiğin söz bu muydu? Alçak herif!..”
Paşa daha fazla konuşamaz, tek kurşunla oracıkta öldürülür. İşte darbeci mantığı budur. Rakibi karşısında silahına davranmak, devlete silahla hakim olup, silahla yönetim sağlamaya çalışmak...
Fatura çok ağır olur. İmparatorluk kısa zamanda 1. Dünya savaşının eşiğine getirilir. 1914 yılında da bir oldu bittiye getirerek, Fransa, İngiltere ve Rusya’ya karşı, Almanya’nın safında I. Dünya Savaşı’na girerler. Osmanlı Devleti, dört yıllık savaş içinde, yedi cephede çarpışmıştı ve yüzbinlerce evladını kaybetmişti. Aslında Türk orduları, savaşlarda büyük başarılar gösterirler. Çanakkale ve Irak cephesinde müttefik kuvvetler bozguna uğratılır. Fakat Almanya, barış isteğiyle ittifaktan ayrılınca, Osmanlı Devleti de, bu kötü şartlar altında barış istemek zorunda kalır. Artık, Osmanlı Devleti bitmiştir.
İttihatçılar ise, I. Dünya Savaşı sonunda, ülkenin düşmana teslimi anlamına gelen Mondros Mütarekesi’ni imzaladıktan sonra, bir gece yarısı ülkeyi terk ederler. Tahta geçen Sultan Vahideddin’e ise, mevcut bulunmayan bir devletin hükümdarlığını yapmak kalır.
İSRAİL
NASIL MI KURULDU?
İngilizler ve Fransızlar Ortadoğu’yu işgal edince propagandaya başladılar. Araplara Türkler sizleri 500 yıl sömürdüler dediler. Şimdi de aynı söylemin hedefinde Kürtler var. Kürtler umarım Arapların yediği bu zokayı yutmazlar.
“Şu anda Türkler, gerekse Almanlar bizleri sadece para icin, zevk icin kendileri ile düşüp kalkan birer fahişe sanıyorlar.Bırakalım harbin sonuna kadar da öyle bilsinler..Harbin sonunda tarih,ellerinde silahı, tüfegi ve askeri bulunmayan bir milletin koca bir harbi nasıl kazandıgını görecek ve bütün dünya bize hayran kalacaktır..” der Sara Aaranson...
Birinci dünya savaşı esnasında kanal cephesinde savaşan ve ikinci meşrutiyet devrinin onemli uc paşasından biri olan Cemal Paşa’nın savaş doneminde yanına ve hatta yatağına kadar girebilmiş aslen musevi olan ve sadece musevilerin yaşayabilecegi bir ülke hayal eden,bu yüzden cihan harbinde ingilizlerin tarafını tutarak ingiliz istihbarat örgütüne calışan,güzelliği dillere destan casustan bahsedeceğiz bu kez.
Cihan harbi esnasında musevi kızları cephede savaşan subayların zaaflarından faydalanmayı iyi bilmiş ve bu sayede onların askeri planlarını gizlice calabilmiş ya da ağızlarından olası askeri harekatın bilgilerini alabilmişlerdi..
Sara’nın da görevi buydu..sadece diğer musevi casuslara gore biraz daha tehlikeliydi..Cemal paşa’nın planlarını calarak en kısa zamanda telgraf veya kendi casus şebekesi ile ingiliz komutanlara ulaştırması gerekiyordu..
İngiliz casus Sara kendisine ve güzelliğine oldukca güvenen bir kadın,bu sayede Cemal paşa’nın dahi aklını başından alabilmişti..
Bugünkü İsrail’ in kurulmasında ağabeyi aaron ve Lawrence ile anılan en büyük Nili kahramanlardan biridir.
Sara Aaranson, Osmanlı Yahudisi olarak Yafa şehri yakınlarında Yitron Yaakov’da yaşıyordu. Ağabeyi Aaron ile birlikte 1914 yılında NILI adındaki Yahudi casusluk örgütünü kurdular. Osmanlı ordusunun 1917 Gazze savaşlarında en hassas savaş planları SARA’nın casusluk örgütü tarafından elde edilip İngiltere’ye ulaştırıldı. Sara, casus güvercinin kanatları altına sakladığı belge yüzünden yakalandı, sorgulanırken intihar etti.
Sırları kendisi ile birlikte ortadan kayboldu. İngiliz gizli servis belgeleri açıklanırken Sara’nın fotoğrafı ve çalışmaları hakkında bilgiler de bulundu. -Çok sayıda Türk askerinin Filistin cephesinde ölümünden sorumlu Sara’nın hayat hikayesi ibretlerle dolu idi.
Hayatının baharında olmasına aldırmadan bakışlarını karşıya dikti. Kısa bir süre için durdu. ve yüzünde parlayan flaş ışıkları onun çehresini fotoğrafa yansıttı. Saçları kısa kesilmişti. Boynunu da örten beyaz gömleğinin çizgileri göbek hizasında giydiği manto ile tamamlanıyordu. Fotoğrafı çeken görevli portrenin alt kısmına FO Box 10521-Tallahassee FL-0521 yazısının üzerine rehmann P 156 yazmıştı.
Bu görüntü aslında FO olarak kodlanan İngiltere Dışişleri Bakanlığı Arşivindeki İstihbarat dosyaları içinde onunla ilgili çok gizli bilgilerin yer aldığı dosyanın içindeki kod numarası idi. Fotoğraftaki kadının ismi de SARA AARANSON olarak yazılmıştı. İngiltere’nin I. Dünya Savaşı esnasında Filistin askeri operasyonlarında çok önemli görevi yerine getiren kadın elemanı…
Bir başka ifade ile İngiltere hesabına çalışan Yahudi NİLİ casusluk örgütünün lideri idi. Düşman olarak görülen Türk askerinin kontrolündeki Arabistan topraklarının Filistin, Kudüs, Suriye bölümündeki olaylar ile ilgili bilgileri derlemekle görevli idi.
Herkesin bir hikayesi var sözlerindeki düşünceyi doğrularcasına onun hakkında bilinenlerde yakın zamana kadar bir sır olarak saklandı. Ailesi 1880’li yılların başlarında Romanya’dan göç ederek Osmanlı’ya bağlı Filistin topraklarının kuzeyindeki Akdeniz’e de yakın Zichron Yaakov’a yerleşmişti. Yerleşim esnasında Avrupa’nın en zengin Yahudi ailesi Rotschild’dan maddi yardım almışlardı.
Her ne kadar Osmanlı Padişahı Abdülhamit, Filistin ve Kudüs Sancağı yöresine Yahudi göçünü yasaklamış olmasına rağmen. Bahçeli ve taş yapı villayı andırır güzel bir evleri vardı. Kardeşi Aaron Filistin topraklarında yaşayan ünlü bir botanik uzmanı idi. Veya öyle görünüyordu. Çöl toprağında veya vadi aralarında sulak arazilerde tarım yapılması, bitki çeşitleri üzerine araştırmalar yapıyordu.
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşına girmesi ile birlikte şartlar birdenbire değişti. Çanakkale savaşı tam bir hesaplaşma idi, Osmanlı ile İngiltere arasında. İngiltere ve ona bağlı ANZAC güçleri Kilidbahir saldırılarında başarılı olamamışlardı. Ama şimdi hem İngiltere ve hem de müttefik konumdaki Fransa gözlerini Arabistan topraklarına çevirmişlerdi.
Osmanlı’nın zayıf karnı burada idi. Epeydir yöredeki Arap kabile reislerinin çoğu para ile satın alınmış, el altından Osmanlı’ya isyan etmeye hazır bir durumda idiler. Her ne kadar Osmanlı’nın Şam’dan Hicaz’a (Medineye) kadar uzanan demiryolu hattı bulunsa ve yüzyıllardan beri de bölgeyi yönetse de halkın reisleri ile bütünleşemediği için dış müdahale ve savaş ortamında işi bir hayli zordu. Osmanlı’nın yöredeki lojistik, haberleşme ve ulaşım imkanları da sınırlı idi.
Ama ne olursa olsun Türk askerleri büyük bedel ödense de Hicaz bölgesi ve Kudüs’ü korumakta idi. Cemal Paşa kumandasındaki Osmanlı IV. Ordusu, merkezi Şam’da konuşlanmış, Yemen’den Sina Yarımadası ve Filistin’e, Bağdat’a kadar geniş bir alana asker sevki yapıyordu. İngilizlerin Asya’dan Akdeniz’e ulaşan stratejik ulaşım merkezi Mısır ve Süveyş’e yapılacak başarılı bir saldırı ile düşmanın güç durumda kalacağı hesaplanıyordu.
Osmanlı’nın Süveyş kanal harekatı 1915 yılı Ocak ayı içinde başlamış, kanal üzerine seyyar köprü kurma ve karşıya geçme çalışması hezimetle sonuçlanmıştı. 24 Temmuz 1916 yılına gelindiğinde Osmanlı ordusu Sina yarımadasını boşaltarak Filistin’in güney ucundaki el-Ariş’e çekilmişti.
Çadır kamplar kurulmuş, Şam ve Halep’ten devamlı yardım alınıyordu. Osmanlı ordusu içinde Avusturyalı askerler de vardı. Önemli kumandanlık görevlerinde Almanlar da bulunuyordu. 1917 yılı içinde Osmanlı ordusu Gazze –Birüssebi hattını tutmaya karar verdi. İngilizlerin iki kez Gazze üzerine yürümesi durduruldu. Düşmana ağır kayıplar verdirildi.
Ancak 1917 yılı Eylül ayı içinde Gazze sahillerine yaklaşan İngiliz savaş gemileri ağır silahların takviyesi ile cepheyi takviye etti. Bu arada beklenmeyen olaylar gelişti. İngiliz askerleri Osmanlı ordusunun savunma hatlarının en zayıf yerlerinden yarma harekatı yaparak ilerlemeye başladı.
Gazze düştü, arkasından da Birüssebi tehlike altına girdi. Osmanlı’nın savaş planları yaşanan hezimet ile çökmüştü. Gazze yakınlarında Yahudi yerleşim yerlerinden havalanan güvercinlerden bir tanesi havada vuruldu. Yere düştüğünde kanatlarının altında bağlı olarak şifreli yazıların bulunduğu belgeler bulundu.
Osmanlı Teşkilatı Mahsusa casusları yakalanan güvercinlerin havalandığı yerde araştırmalar yaptılar. Ve çok şaşırdılar. Osmanlı ordu karargahına sık sık ziyarete gelen ve kendisini Türk dostu olarak gösteren orta yaşlı alımlı ve güzel bir Yahudi kadın Sara’nın marifeti ile casus güvercinler havaya salıveriliyordu.
Sara’yı kıskıvrak yakalayan Türk casusları daha da şaşırdılar. Kısa süre önce Osmanlı Ordu kumandanı Cemal Paşa, ile karargahta kahve içerek derin sohbetler yapan bu kadından başkası değildi. Ekim 1917 içinde Türk casuslar Sara’yı konuşturmak için tutukladılar. Mensup olduğu örgüt arkadaşlarının isimlerini vermesi isteniyordu. Sara’nın gözü döndü. Konuşmamak için yutkundu.
Ve yapabileceği tek şey vardı: Sırlarını açıklamadan hayatı ile ödemek. Bulunduğu hücrede birkaç el silah sesi duyuldu. Yahudi asıllı Sara, inandığı dava uğruna görevini yerine getirmiş, yakalandığında da sırlarını açıklayamadan hayatına son vermişti. Sara’nın soruşturmasına katılan Türk casuslardan Cevat Rıfat Bey, gördükleri ve duydukları karşısında şok oldu.
Osmanlı ordusu dıştan ve içten ihanetler içinde peş peşe yenilgiler almıştı. Ve 9 Aralık 1917 tarihinde Türk askerleri Kudüs cephesini de terk ederek daha kuzeye çekildiler. İngiliz kumandan General Allenbi, 11 Aralık günü yürüyerek Kudüs’e giriş yaptı. Türk ordusu Filistin cephesinde tarihinin en ağır yenilgilerinden birisini almıştı.
Sadece Gazze savaşları sonucunda asker kaynı 25.000 civarında idi. 10 bin asker de düşmana esir düşmüştü. General Allenbi ordusunun zafer kazanmasının sonuçları olarak 20’den fazla uçak, 20 milyon kurşun, 100 top, çok sayıda makineli tüfenk düşmanın eline geçmişti.
Osmanlı ordusu bozulurken birliğini terk eden askerlerin kaçmasına fırsat vermeden isyancı Arap ve karşı güçler tarafından sayısı belirsiz Türk askeri Arabistan çöllerinde, Filistin, Suriye topraklarında vahşice tuzağa düşürüldü, öldürüldü.
Gazze savaşlarının sonunda düşman taraf oldan İngiliz ordusu nasıl olmuştu da Osmanlı cephesini kolaylıkla yararak hedeflerine doğru ilerlemişti. Yıllar sonra İngiliz İstihbarat Örgütü belgelerinin bulunduğu F0 serisi dosyalar içinde Sara’nın dosyası aralandığı zaman acı gerçekler ortaya çıkıyordu.
Sara’nın emrinde çalışan çok sayıda kadın görev esnasında fahişelik de yaparak en gizli sırları elde etmişler, İngiliz general Allenbi’nin karargahına ulaştırmışlardı.
Bütün yaşananlar dikkate alındığında insan söylemeden edemiyor: Sara, Osmanlı ordu kumandanı Cemal Paşa ile karargahta sık sık görüşürken hangi ilişkilere girmişti! Ve neler elde etmişti!
Yaşananlar tarihin gündeminde bir sır olarak saklandı. Osmanlı askerlerinin yakaladığı casus güvercinlerin kanatları altında bulunan belgelerde hangi bilgilerin servisi yapılmıştı!
GEÇMİŞİ DEĞERLENDİRECEK
OLURSAK...
Birinci Dünya Harbinde ve sonrasında, Araplar ile Türkler arasındaki kopukluk Batı’nın, büyük parçaları kolay yutması için küçük parçalara bölme eğilimi midir? Bunu bir iç sorun ve çözümünü de Osmanlı Devleti içinde görme imkânımız yok muydu? 3 kıtada 600 yılın üzerinde adil bir yönetimi yerleştiren bir Osmanlı Devleti gerçekten iddia edildiği gibi içindeki ayak oyunlarıyla mı parçalandı? Yoksa Şairlerin Sultanı Necip Fazıl Kısakürek,“Ulu Hakan II. Abdülhâmid Hân’ın anlaşılacağı gündür ki, Tanzimat’tan bugüne kadar gelen bütün sahte inkılâpların ve yalancı kahramanların içyüzleri görülecek ve tarihimizin ölüm virajı, kurtuluş istikametiyle beraber aydınlığa kavuşacaktır.”sözüyle bunu mu ifade ediyordu?
Daha henüz I.Dünya Savaşı çıkmadan önce Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl paylaşılacağı konusunda büyük devletler; İngiltere, Fransa, Rusya gibi büyük devletler, evvela Osmanlı’yı nasıl parçalayacağız, sonra nasıl paylaşacağız? konusunda bir takım kararlara varmışlardı. Tarihte bu kararların bu anlaşmaların isimleri vardır.
Tam bu yıllarda bir devlet kurma temayülü ve çalışmaları içinde Yahudiler yani Siyonist teşkilatta, Filistin’de veya dünyanın herhangi bir yerinde arzuladıkları bir bölgede bir devlet kurma çalışmalarına başlamışlardır. İlk çalışmalar 1895 yıllarında BASEL de yapılmış olan Siyonizm Kongresinde alınmış bazı Siyonist kararlar vardır.
Bu kararlardan 22 maddenin mutlaka konuşulması ve anlaşılması gerekir. Türk gençliğinin bu 22 maddeyi anlaması lazım; Çünkü hem Türkiye’de hem de Türkiye dışında bu 22 madde hala yürürlüktedir.- Şimdi tabii harp başlar başlamaz iki kuruluş kuruluyor; bunlardan birisi 40 tane güzel Yahudi kızı Siyonistlerin emrinde çalışan İngiliz istihbaratına bağlı NİL teşkilatı altında bir istihbarat servisi kuruluyor. İkinci kuruluş ise SARA ARONSON adındaki kadın tarafından kuruluyor.
Ortadoğu’da yani I.dünya savaşında savaştığımız Süveyş kanalından tutun, Torosların yamacındaki dağlara kadar savaşlarda bu Yahudi teşkilat çok büyük bir rol oynamıştır. İddia ediyorum ki bu durum İmparatorluğun yıkılmasında en büyük nedendir. Çünkü orada Müslüman kardeşlerimizle de, Araplarla da bu anlaşmaların sağlanmasını bunlar sağlamışlardır. Böylece İngiliz ve Siyonist istihbaratlarının o bölgedeki Osmanlı ordularının yenik düşmesine vesile olmuşlardır. En son kalan Yıldırım kuvvetleri harekâtının başkanı olan Mustafa Kemal, orduyu Halep’e kadar getirmiş Halep’ten sonra da, bilindiği gibi Türkiye’ye gelmiştir. İmparatorluk o bölgede çökmüştür ve bu tarihte başlamış olan çalışmaların sonucunda 1948 yılında bilindiği gibi İsrail Devleti kurulmuştur.
Filistin’de çok kan aktı ve halen de akıyor. Hâlbuki ecdadımız, Sultan Selim Han’dan beri bu topraklarda 500 sene adaletle hükmetmiş ve insanların huzur içinde yaşamasına muvaffak olmuştu.
İngilizler I. Dünya Savaşı esnasında Fransızlar ile gizli anlaşmalar yapmış Osmanlı Devletini parçalara ayırmak istemişti. 1915 yılının Haziran ayında yapılan Sykes-Picot Anlaşması bunun bir delilidir. Aynı zamanda Kasım 1917’de Belford Deklârasyonu ile Filistin’de İsrail devletinin kurulması öngörülmüştü.
Bu amaçla İngilizler defalarca Filistin’e saldırdılar. 1. ve 2. Gazze Savaşlarında ağır yenilgi aldılar. Lâkin 31 Ekim 1917’de Bi’rüssebi’de Osmanlı Ordusunu yenmeyi başardılar. Bi’rüssebi’nin düşmesi ile birlikte Gazze her taraftan kuşatıldı ve teslim oldu. Bu savaşta Cephe Komutanı (Yıldırım Orduları Grubu) Alman Von Falkenhayn ve cephe komutanı Von Cress, 7. Ordu Komutanı General Fevzi (Çakmak) ve Bi’rüssebi’yi 3. Kolordu ve Komutanı Albay İsmet (İnönü) savunuyordu.
Başkomutanlık tarafından yenilgiden Von Cress sorumlu tutuldu. Fakat o da Albay İsmet’i suçluyordu. Evet, sorumluluk büyüktü zira 2. Gazze Savaşından sonraki beş aylık süre içinde tekrar saldırıya geçeceği bilinen İngilizlere karşı etkili bir savunma düzeni kurulamamıştı.
3. Gazze Savaşından sonra 9 Aralık 1917’de Kudüs düştü. General Allenby komutasındaki İngilizler şehre girdiler. Bu tarihte Kudüs, farklı dinlere mensup milletler tarafından 34. defa el değiştirmiş oluyordu.
Bu tarihten itibaren Şeria’da Temmuz 1918’e kadar savaşlar devam etti ve İngilizler Lut Gölü ile Akdeniz kıyısındaki Yafa arasındaki sınır boyunca durduruldular. 19 Eylül 1918 tarihine kadar İngilizler yığınak yaptılar. Osmanlı Ordusunda ise komuta kademesi değişmişti. Yıldırım Ordular Komutanlığına Mareşal Liman Von Sanders atandı. Emrindeki 8. 7. ve 4. Orduların komutanlığına da sırasıyla General Cevat (Çobanlı), General Mustafa Kemal ve General Cemal (Mersinli) atandı. Mustafa Kemal’in 7. Ordu Komutanlığına ikinci kez ataması yapılıyordu. Hasta olan General Fevzi’nin yerine 7 Ağustos 1918’de tekrar 7. Ordu’ya Komutan yapılmıştı. Emrinde Albay İsmet’in komuta ettiği 3. Kolordu (1. ve 11. Tümenler), General Ali Fuat (Cebesoy)’un 20. Kolordusu (26. ve 53. Tümenler) bulunmaktaydı.
İngiliz Generali Allenby’nin savaş raporuna göre 19 Eylül 1918’de başlayan İngiliz saldırısı çok hızlı gelişmiş 25 Eylül’de Şam’a girilmişti. General Liman Von Sanders ve Ordu Komutanları çok acele ile cepheyi terk etmişler başsız kalan üç ordu, sadece 57 bini esir olmak üzere ağır kayıplar vermişti. Komutanlar Adana’ya gelmişler bozgunun faturasını birbiri üzerine atıyorlardı. Karşılarındaki Allenby’nin komutasında toplam 67 bin asker mevcuduna karşı böyle büyük bir bozgun yaşanmıştı.
İngilizler saldırıya geçmeden önce bir Müslüman Hintli Çavuş, Türk kıt’alarına sığınmış, İngiliz hazırlıklarını haber vermişti. Fakat gerekli tedbirler alınmamış, sığınan askerin aldatmak için gönderildiğini zannetmişlerdi. Türk savaş tarihinde böyle bir bozgun hiç yaşanmamıştı. 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesine kadar geçen bu kısa süre içinde bütün Orta Doğudan ayrılmak zorunda kaldık. Suriye, Ürdün, Filistin ve Arabistan elden çıkmıştı.
Savaşın bu derece felâketle sonuçlanmasının bir sebebi de “ulus devlet” düşüncesi yatmaktaydı. Bazı komutanlara göre Türk askerinin ‘Arap çöllerinde ne işi var’dı? Bir an önce Toroslara çekilip ulus devlet kurulması için çalışmak gerekirdi.
Bu hamur çok su götürür, lâkin Filistin’den ayrılışımızın acıklı hikâyesi çok kısa olarak bu şekildedir. Neden ve nasıl böyle bir bozgun yaşanmış? Yeterince araştırılmamış olup tarihçilerin ilgisini beklemektedir. Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Gazetesinde Armageddon yani Filistin Savaşı ile ilgili olarak ilginç tespitlerde bulunmuştur. “Dedektif X” ismi ile, İstiklal Savaşı esnasında Nafia Vekili olan ve bu savaşta Yıldırım Orduları Levazım Reisi olan Merzifonlu Miralay Ömer Lütfi Bey’e dayanarak, M. Kemal’in iki generale “Enver Paşa’nın idaresi orduyu ve vatanı her yerde felakete sürüklüyor! Bu vaziyetten kurtulmak için tek çare İngilizlerle anlaşmaktır! Başka hiçbir çıkar yol kalmamıştır” diyerek İngiliz Komutan General Allenby ile anlaştığını söylemektedir. İddia vahimdir hem de tarihin örtülmeye ve gizlenmeye çalışılan bir bölümünü açığa çıkarmaktadır. Ne olmuştur da 7. Ordu Komutanı M. Kemal sağında ve solunda bulunan 8. Ve 4. Ordu’ya haber vermeden birdenbire Bisan istikametinde geri çekilmeye başlıyor?
İngiliz Kuvvetleri 42 gün süren harekât ile 550 km. ilerleyerek Kilis’e kadar geldiler. Günde 1.25 km hızla ilerleyen İngiliz Ordusu daha bir yıl önce Kut-ül Amare’de tarihlerinin en büyük bozgununu yaşamış değil miydi?
Önlerinde bir engel olmamasına rağmen Kilis önlerinde durmaları da ilginçtir. Çünkü bu sınıra ulaşır ulaşmaz Mondros Mütarekesi imzalanmış Filistin, Ürdün, Suriye, Lübnan Arabistan ve daha nice toprak parçası kaybedilmişti. Türklerin tarihinde bundan daha büyük bozgun yaşanmamıştır. Elbette bu bozgunun ardında “ihanet” olup olmadığı araştırılması zorunludur.
Resmi tarih belgelerinde Suriye’de yaşanan bozgundan hiç bahsedilmez. Sanki böyle bir olay hiç yaşanmamıştır. Buna mukabil Yahudiler ile Müslümanlar arasında yaşandığı ifade edilen son büyük savaş “Armageddon” tarih kitaplarında sık sık yer almaktadır. El- Megiddo veya Nablus Savaşları ki sonuçta çok büyük bir toprak parçası kaybedilmiştir incelenmeli başarısızlığa sebep olan komutanlar tarih önünde yargılanmalıdır. Aksi takdirde şanlı bir millet ve milyonlarla gazi ve şehit, hiç de layık olmadıkları bir yenilgiyi sahiplenmek durumunda kalmaktadır.
“Cemal Paşa 4.Kolordu kumandanlığına getirilerek Toroslardan Yemen çöllerine kadar uzanan Osmanlı Coğrafyasında “Askeri umumi Vali” unvanı ile bölgenin adeta hükümdarı olmuştur.” Bu görevlendirilmenin altında yatan sebepler nelerdir?
Cemal Paşa hem savaşın aleyhindeydi, hem de savaş olması durumunda Osmanlı Devleti’nin Almanlardan ziyade Fransızların ve İngiltere’nin safında yer tutmasını isteyen bir adamdı, Kuruçeşme’deki Enver Paşa’nın yalısında savaşa girdik lafını duyar duymaz o da kendi kendini bir nevi tayin etti ve oraya gitti. Bütün maksadı Süveyş’e gidip bölgenin kontrolünü ele geçirmek idi. Hedefleri buydu – ve inanın bana İttihatçılar son derece dürüst insanlardı; fakat arkalarındaki Siyonist teşkilat onları yanlış yollara sürükledi ve bu yüzden savaşı kaybettiğimizi söyleyebilirim. Farkına sonradan varıldı, Talat Paşa da vatan haini değildir. Enver Paşa’da, Cemal Paşa da; ama hatalarıyla Osmanlı İmparatorluğunu çökertmişlerdir bunu inkâr etmek doğru değildir. Vatanperver olmak vatanı kurtarmak için kâfi değildir.
“Mukaddesatı, hürmeti yıkmalı, hürmetle anılan kimseler hakkında rezilâne vak’alar uydurulmalı”
1897 yılında toplanan 1.Dünya Siyonizm Kongresi, Osmanlı Devleti’nin 1.Cihan Harbinde yenilmesinde ve yıkılmasında önemli rol oynamıştır.
İstihbarat servisleri zamanında Türk ordusunun aleyhinde çalışmışlardır ve ordunun içine karargâha kadar girmişlerdir. Topladıkları istihbarat sayesinde Osmanlı’nın yenilmesine sebeb olmuşlardır.
Bu protokolde (Siyon Protokolleri) aynen şu maddeler mevcuttur:
1. Gelecek nesilleri, ahlâka aykırı, telkinlerle ifsat etmeli, bozup yozlaştırmalı.
2. Aile hayatını yıkmalı.
3. İnsanlara aşağı sınıflarla tahakküm etmeli, azınlıkları kışkırtıp üste çıkarmalı.
4. Sanatı zayıflatarak, edebiyatı müstehcen ve şehevî hale sokmalı.
5. Mukaddesatı, hürmeti yıkmalı, hürmetle anılan kimseler hakkında rezilâne vak’alar uydurulmalı.
6. Hudutsuz bir lüks, baş döndürücü modalar icat etmeli, çılgınca sarfiyatı teşvik etmeli, herkesi borçlandırmalı.
7. Kalabalıkların vakitlerini, eğlencelerle, oyunlarla oyalamalı, herkes düşünmekten alıkonulmalı.
8. Müfrit (aşırı) nazariyelerle, halkın fikirleri zehirlenmeli, gürültü ve kargaşalıklar çıkarılmalı.
9. Umumi hoşnutsuzluklar meydana getirilmeli, içtimai (sosyal) sınıflar arasına kin ve itimatsızlık sokulmalı.
10. Aristokratlara müthiş vergiler koyarak, onlar bunaltılmalı.
11. Mal sahipleri ile işçilerin arasını bozmalı, grevler sabotajlar tertip ettirilmeli, düşmanlıklar yaygınlaştırılmalı.
12. Yüksek tabakanın manevî kuvvetini, her çareye başvurarak kırmalı.
13. Sanayinin, ziraatı ezmesine imkân verilmeli, böylece köylü sınıfı ortadan kaldırılmalı.
14. Saçma nazariyeleri ortaya atarak, halkı gayr-i kabili tatbik (yani uygulanması imkânsız) yollara sevk etmeli, boş hayallerle oyalamalı.
15. Hayat pahalılığını sürekli azdırmalı ve lüks tüketim yaygınlaştırılmalı.
16. Beynelmilel (uluslararası) meseleler ihdas ederek, milletler arasına kin ve nefret tohumları serpmeli, savaşlar çıkartılmalı.
17- Milletlerin mukaddesatını, tahsil ve terbiyeden mahrum kimselerin ellerine teslim ettirmeli, hainler iktidara taşınmalı.
18. Bütün hükümet şekillerini değiştirmeli, devlet sırlarını ifşa edip açığa çıkarmalı.
19. Meşru hükümet tarzlarından, gizli bir istibdada gitmeli, buna demokrasi kılıfı takılmalı
20. Siyasî, iktisadî buhranlar oluşturulmalı.
21. Millî istikrarı bozmalı, spekülasyonlara, enflasyonlara yol açmalı, altını mahdud ellerde toplamalı, muazzam sermayeleri felce uğratmalı.
22. Hükümetlerin ölümlerini hazırlamalı, insanlığı elem, ızdırab ve yoksulluk içine atmalı.
EN BÜYÜK GÜÇ GÖRÜNMEYEN GÜÇTÜR. SİYONİST GÜCÜ GÖRÜNMEYEN BİR GÜÇTÜR.
Bunların planları; NİL’den başlar Fırat’ta biter denilir. Yani bizim Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgeleri üzerinde birtakım emelleri söz konusudur. Bundan dolayı dış politikamızda bilgili, sabırlı ve tecrübeli olmamız gerekmektedir.
İHANETLER CEZASIZ KALMAZ!
Birinci Dünya Harbi’ni müteakip Müslümanlar arasına nifak ve düşmanlık sokan binlerce Müslüman’ın katline yol açanların çok feci bir şekilde öldürüldüklerini tarih yazmaktadır. Olayı üç cepheden de incelersek;
Birincisi Araplardan İhanet edenler; Osmanlı İmparatorluğu paylaşılmaya başlanmıştı. Fransızlar, Suriye ile Lübnan’ı istiyordu. Böylece Faysal ilk darbeyi yiyerek, Suriye’den uzaklaştırılmış, İngilizler kendisini Irak’a tayin etmişlerdi. Şerif El Hüseyin ise bir müddet Hicaz Krallığı’nda oturmuş, fakat kısa bir müddet sonra da İngilizler, Necef’te bulunan İbni Suud’u onun üzerine göndermiş ve İbni Suud Hicaz Kralı olmuştu. Şerif El Hüseyin canını zorla kurtarmış, sürgün cezası ile Kıbrıs’a gönderilmişti. Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal Bern’de zehirlenerek öldürülmüştü. Onun yerine geçen oğlu Gazi ise Irak’ta otomobil kazası düzenlenerek suikasta kurban gitmişti. Gazi’nin oğlu yani Faysal’ın torunu İkinci Faysal’ın ise Nuri El Said Paşa ile birlikte Irak İhtilali’nde nasıl parçalandığına tüm dünya şahid olmuştur. Bu İhtilalde Faysal’ın ailesine mensup herkes, çoluk-çocuk-kadın-erkek-genç-ihtiyar ayırt etmeksizin herkes öldürülmüştü.
İkincisi; İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerine gelince; Maalesef Osmanlı’yı harbe sokan ve binlerce Mehmedçiğin mezarını hazırlayan bu teşekkülün bütün ileri gelenleri peyderpey öldürülmüştür. Cemal Paşa, Talat ve Enver Paşa ile birlikte bir gece Alman Denizaltısı ile ikin Rusya’ya, oradan da Almanya’ya kaçmışlardı. Birkaç yıl gurbet elde dolaşan bu üç paşadan Talat Paşa Berlin’de bir Ermeni kurşunu ile yere serilirken, Cemal Paşa’da 1922’de Tiflis’te bir gece yarısı bir başka Ermeni komitacının kurşunu ile can vermişti. Enver paşa ile birlikte Rusya’da ve Afganistan’da uzun süre maceralı bir hayat süren Cemal Paşa’nın ölümünü müteakip Enver Paşa’da Bolşevik kurşunu ile öldürülmüştü.
Üçüncüsü ise; Türkleri arkadan vuran Museviler…Sara’nın feci bir şekilde intihar etmiş olduğunu kitabımda yazdım. Sara’nın intiharından sonra Kudüs düşmüş ve böylece Sara’nın iki kardeşi Aaron ve Alexi Filistin’e dönmüşlerdi. Aaron Londra’ya, yapılacak olan bir konferansa Musevilerin temsilcisi olarak giderken uçak düşmüş ve parçalanarak ölmüştü. Alexi, Filistin’e gelen Musevi göçmenlerinden bir grubu uzakta demirlemiş olan bir vapurdan Hayfa sahiline motorla getiriken, motor fırtınaya yakalanarak batmış ve 65 kişi ile birlikte kendisi de ölmüştür. Sara’nın annesi de Cemal Paşa tarafından Filistin’deki Musevilerin tahliyesi sırasında kendisini trenden atarak intihar etmiştir. İngiliz casusu Lawrance ise motorsiklet kazasında feci şekilde beyni parçalanarak can vermiştir.
Bir milletin kaderi ile oynayanların, bir milletin kaderini feci duruma sokanların, bir milleti toptan öldürmek isteyenlerin acı hatıralarıdır bunlar. Bir avuç insanın ihaneti ve bir avuç idarecinin hataları ile milyonlarca insanın nasıl öldüğünü, kahraman Mehmetçiğin Arap çöllerinde nasıl şehid edildiğini ve koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl yıkıldığını okurken acı duyacaksınız.
MİHMANDAR GENÇLİĞE SELAM OLSUN!
İNGİLTERÖR!
ABD’nin dünya politikasını kontrol eden İngiltere’dir. ABD’de önemli kararlar İngiliz diplomatların kararıyla alınır. Ve onların izni, haberi olmadan adım atmaları mümkün değildir.
“ABD’yi dünyada etkileyecek tek güçtür Londra. Ve Washington’un da dünyada danışacağı tek ülke İngiltere’dir.”
DÜN; Çanakkale’de GÜYA İngilizlerle Almanlar savaştı, ama biz öldük..
O kahramanca direnişin şehidlerini rahmetle anıyorum ama, sonuçta kirli bir savaşın kurbanları olduk.. Ölüm tarlalarına sürüldük karanlık siyasi pazarlıklar uğruna..
Biz şehidlerimizin ardından Fatiha okuyup hatimler indirmeyi seviyoruz..
Şiir okumayı da seviyoruz..
Öfkeli bildiriler yayınlamayı, sloganlar haykırmayı da..
Övgü ve sövgüyü de.. Ama keşke biraz da okumayı, araştırmayı ,düşünmeyi sevebilsek..
Neden yalan yazılmış tarihin üzerine birde , yalanlara ortak oluyoruz .
ÇANAKKALE SAVAŞI MİLLETİMİZİN BEYİN VE İMAN GÜCÜNÜ YOK ETMEK İÇİN BATILILARIN ORTAKLAŞA YAZDIKLARI BİR SENARYODUR!
Tarih, övgü ya da sövgü kitabı değildir.. Tarihten ders alınır.. Tarih, bir toplumun hafızası ve tecrübeler birikimidir. Tarihlerini kaybetmiş, abartılı övgü ya da sövgülere kurban etmiş toplumların gelecekleri karanlıktır..
KISIM KISIM OLDUK YA... Millet olma şuurunu yitirdik te aynı gözle gözmez olduk ya hakikatleri...
Muhafazakar olduklarını söyleyenler kınalı kuzu mektuplarını okuyup gözyaşlarına boğulurken, heyecan verici şiilerin coşkusu ile gözleri dolduğunda tarihin sis bulutları arasında yaşanan bir savaşın soğuk gerçeklerini fark edemiyorlar.. Çoğu kimse Liman Von Sanders’i farketmiyor misal...
Biz buradan ‘İngilizler, Çanakkale’yi geçerse hilafet merkezi düşer’ diye gayret-i diniye ile yükleniyorduk; karşıdan İngiliz ve Fransız gemilerinden çıkan Müslümanlar, Almanlara esir düşen halifeyi kurtarmak için yükleniyordu.. Çünkü onlara öyle söylenmişti..Kemalistler ise gözlerine Mustafa Kemal’i çok yaklaştırdıkları için arkasında görmeleri asıl gerekenleri bir türlü görmeyip, hak-batıl savaşının süregelen çatışma sahnelerini görmüyorlar, göremiyorlar.
Osmanlı bütün kuvvetlerini Çanakkale’ye sevk edince; Ruslar, Kars’tan girip ilerleyince; Allahuekber Dağları’nda askerlerimiz donup ölünce İngiliz, Filistin’den vurdu bizi.. Biz de Çanakkale’deki komutanları bu defa Filistin’e sevk edince, o canhıraş savaşların yaşandığı Çanakkale’den bir süre sonra İngilizler tek kurşun atmadan ellerini kollarını sallayarak geçtiler Şehr-i hilafete...
Yüzbinlerce Şehid vererek geçilemez kıldığımız Çanakkale, basit bir hamleyle geçilivermişti yani. Çanakkale’nin geçilmesiyle de Müslüman Türk Milleti neticede BASKICI ŞEKİLDE SÜRDÜRÜLEN DEVRİM ADI ALTINDAKİ YAPTIRIMLARLA hak-batıl mücadelesinde başka bir saf’a geçiverdi.
Birileri bir trajediden, bir imparatorluğun kaybı ile sonuçlanan bir yenilgiden, tarihin belli enstantanelerine sıkıştırılmış bir kahramanlık destanı da ürettiler..
Almancılık veya İttihat Terakkicilik ya da ölen kirli bir oyunun kurbanı olan “kınalı kuzular”.. Kendi geleceğimizi bu kurgunun dışında aramamız gerek.. Bu kurguda kazanan kimse olmadı. Sonuçta insanlık kaybetti. Kazananlar için bile bu zafer pahalıya maloldu..
Zafere bak…Çanakkale sadece o gün geçilemedi. Sonuçta bir imparatorluğu kaybettik..
Bu savaş, Batılı ülkelerin Osmanlı Devletini yıkmak, talan etmek,gençlerini yıkmak-yok etmek içindi; göremedik...Çünkü ülkeyi yöneten jönler bir nev-i artistik derdindeydiler. Ruhları ağalarınca mekteplerde okutularak cahil birakılmıştı.
***
1800’lerde, İngiltere öncülüğünde, uzun soluklu bir “sömürü plânı” hazırladı...
Bu plânın temel ekseni, Osmanlı şemsiyesi altında yaşayan etnik unsurları kışkırtıp, öte yandan İslâm dünyasını etkileyerek, Osmanlı Devleti’ni parçalamaktı.
Hilafetin gücü Osmanlıların elinden alınmalı, Müslümanlar, “dini lider”den mahrum edilmek suretiyle, dağılmaya mahküm edilmeliydi.
Böylece İslâm dünyasının elindeki zengin kaynaklar bölüşülecek, özellikle Ortadoğu’daki petrol yatakları yağmalanacaktı...
Bu proje, Ortadoğu’da bir “taşeron devlet” kurulmasını zaruri kılıyordu.
“İsrail Devleti” fikri işte böyle doğdu ve İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Belfour tarafından 1917’de açığa vuruldu: “Haşmetli İngiliz Kraliyet Hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için milli bir devlet kurulmasını memnuniyetle karşılıyor. Bu gayeye ulaşmayı kolaylaştırmak için en değerli mesailerini harcayacaktır”.
Artık İsrail, İslâm dünyasının içine kılıç gibi girecek, Araplar paramparça edilecekti... Bu amaca ulaşmak için önce Osmanlı Devleti parçalanmalı, hilâfetin birleştirici gücü ortadan kaldırılmalıydı. Bu fikir, Ortadoğu’dan pay kapmak isteyenlere cazip geldi: Avrupa, Amerika ve Rusya tarafından onaylandı.
Ardından sürekli savaşlarla bizi yıpratma sürecine soktular: 1877’de Rusya saldırdı(93 Harbi). Korkunç bir yenilgi aldık ve kitlesel göçlerle sarsıldık. Bu savaşın yaraları sarılmadan Yunanistan ayaklandı (1897). Dömeke’de Yunanistan’la savaşırken, Makedonya isyanı patladı (1902)...
1911’de Osmanlı mirasından Trablusgarp’ı (Libya) aparmak isteyen İtalya ile kapışmak zorunda kaldık. Trablus Savaşı bitmeden Balkanlar yeniden alevlendi: Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan, Karabağ ve Romanya’dan oluşan küçük çaplı bir Haçlı Ordusuyla (iki Balkan savaşı) savaştırıldık.
Yıpratma savaşları soluksuz 17 sene sürdü: İnsan, para ve silah kaynaklarımız tükendi. Şimdi sıra öldürücü yumruğu indirmeye gelmişti: “Hasta adam” damgasını vurdular ve işimizi külliyen bitirmek üzere, dünyanın en büyük donanmasını 700 bin asker eşliğinde Çanakkale’ye gönderdiler.
18 büyük zırhlı, 24 denizaltı, 13 torpido gemisi, 42 uçak, mayın tarama ve çıkartma gemilerinden oluşan Müttefik Kuvvetler, 506 topla günde ortalama 23 bin mermi gönderdi mevzilerimize. Bizim elimizde ise çoğu eski, demode 150 top vardı. Atılabilen mermi sayısı sadece 370’ti. Bu açığı kapatmak için bulunabilen tek yol ise, mevzilere soba boruları yerleştirilip top görüntüsü verilmesinden ibaretti...
Buna rağmen yendik. Ne var ki diğer cephelerde işler iyi gitmemiş, I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmıştık. İstanbul işgal edildi. Halifeyi alıp götürdüler. Bir süre sonra da hilafet kaldırıldı. Böylece İngiltere, meş’um projesinin en önemli sonucuna ulaştı: Artık “İslâm Halifesi” yoktu ve Müslümanlar bu birleştirici güçten mahrumdu. Yılların rüyası (Filistin’de Yahudi Devleti kurma) artık gerçekleştirilebilirdi.
İngiliz Hükümeti ile hükümetin içinde ve dışında yer alan Yahudi önderler, Sir Herry Finch isimli idealist bir avukatı Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulması göreviyle bölgeye gönderdiler...
Takip eden yıllarda ise kesif bir Yahudi propagandası başladı: Dünya ticaretinin büyük bir bölümünü kontrollerinde tutan, bu amaçla kâğıt para, faiz sistemi ve kredi sistemi oluşturan Yahudiler, “mağdur-mazlum” olarak gösteriliyor, her şey kullanılarak kamuoyu oluşturuluyordu.
Başta Musos Haim Montefiore isimli bir İtalyan Yahudisi olmak üzere, kimi zengin Yahudiler kesenin ağzını açmış, bazıları Yahudi göçünü teşvik amacıyla Filistin’e göç etmişti.
Bir yandan kitaplar yazılıyor, Filistin’in ziraata ne kadar elverişli olduğu vurgulanıyordu...
Bu arada İngiltere Hükümeti, Filistin’e göçecek her Yahudi’nin İngiliz konsolosluklarının himayesinde olacağını açıklamış, can ve mal emniyeti konusunda garanti vermişti.
Buna rağmen Yahudiler Filistin’e göç etmekte pek istekli davranmıyorlardı...
1860’larda Filistin’deki Yahudi nüfus altı bin civarında idi. Bu durumda Filistin’e Yahudi göçünü hızlandırmak gerekiyordu. Kesif bir propaganda kampanyası açıldı. Bu konuda başta din, tarih ve para olmak üzere her türlü teşvikten yararlanıldı…
“Arz-ı Mev’ud” (vaat edilmiş topraklar) sözü her türlü yayının lokomotif kavramı olarak vurgulandı…
Hatta meşhur Fransız İhtilâli (1789) bile bu amacın hizmetine verilmedi…
Bir Alman Yahudisi olan Hess, “Roma ve Kudüs” isimli kitabında, “Yahudi emellerinin gerçekleşeceği günün yaklaştığını, her ne bahasına olursa olsun Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulacağını, Fransız İhtilâli’nin de bu maksatla yapıldığını” söylüyor, böylece Yahudi gücünün sınırsızlığını vurguluyordu. Bu tür yayınlardan etkilenmemek mümkün değildi…
Çöl, “cennet” gibi takdim ediliyordu… Artık sıra “devlet” taleplerini tek çatı altında toplamaya gelmişti.
İlk Siyonist Kongre bu amaçla yapıldı (29 Ağustos 1897). İsviçre’nin Basel Kasabası’nda Dr. Theodor Herzl liderliğinde toplanan kongreye 200 varlıklı delege katıldı. Kongreden başkenti Kudüs olan bir Yahudi Devleti kurulması kararı çıktı.
İsrail’i kurmak isteyenler başlangıçta bir “cemaat” gibi çalışıyorlardı, ama güçlendikçe durum değişti ve devlet düzenine benzer bir hiyerarşik yapılanmaya gidildi.
Bankalar ve ticarî şirketler oluşturuldu. Çok sayıda gazete, dergi, kitap yayınlandı. Tiyatro oyunları sahnelendi. Sinema endüstrisine el atılıp önemli filmler yapıldı. Böylece sanatın her dalı, Yahudi propagandasının hizmetine verildi. Artık her şey Siyonizm’in emellerine hizmet ediyordu.
Siyonizm’in kontrolündeki hareket kısa sürede o kadar zenginleşti ki, Sultan II. Abdülhamid’e müracaat edip, son derece cazip bir teklif sundular. Buna göre;
1. Osmanlı Devleti’nin tüm borçları ödenecek;
2. Osmanlı Devleti’ne büyük malî yardımda bulunulacak;
3. Sultan Abdülhamid’in siyaseti Avrupa ve Amerika’da desteklenecek;
4. Osmanlı Devleti’nde inşa edilecek savaş üslerinin parası ödenecek;
5. Sultan Abdülhamid Han’a şahsı için büyük bir meblâğ verilecek;
6. Filistin’de uluslararası çapta kurulacak üniversiteye Türk öğrenci de alınacaktı.
Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’nın anılarına göre, Sultan Abdülhamid, bu teklif karşısında çok öfkelenmiş, yüksek sesle bağırarak: “Dünyanın bütün devletleri ayağıma gelse ve bütün hazinelerini kucağıma dökseler, size Siyonistlik adına bir karış yer vermem. Ecdadımızın ve milletimizin kanıyla elde edilen bir vatan, para ile satılamaz. Derhal burayı terk edin. Defolun!” demişti.
Hazin ki, 1909’da İkinci Meşrutiyet döneminde kurulan İttihad-Terakki Hükümeti’nde, üç Yahudi veya dönme bakan (maliye, ticaret ve ziraat ile nafia bakanlıkları) yer alacak, kurdun gövdeye girdiği böylece görülecekti…
Ardından İttihad-Terakki iktidarı, azınlıkların da toprak satın alabilecekleri yolunda bir kanun çıkaracaktı… Bu sayede Yahudiler, Filistin’de geniş topraklar satın alacak, hatta Sultan Abdülhamid’in kişisel arazisi bile yok pahasına Yahudilere satılacaktı.
Birinci Dünya Savaşı sürecinde İngiltere Filistin’i işgal etti. Askerî bir diktatörlük kurdu ve Filistin’e göç edecek her Yahudi’ye toprak sözü verdi. Ayrıca Yahudiler silah taşıyabileceklerdi. Oysa Arapların çakı taşıması bile yasaktı.
Öte yandan, “Kültür Dernekleri” adı altında, Yahudilerin organize hale gelmesini sağladı. Araplar ise dağınıktı.
Anlaşılacağı gibi, İngilizlerin Filistin’i işgal etmelerinin en önemli sebeplerinden biri, dünyanın değişik ülkelerinde dağınık olarak yaşayan Yahudileri Filistin’de toplamaktı.
Birinci Dünya Savaşı çıkarmalarının en büyük sebeplerinden biri ise (sebep-sonuç ilişkisine bakılırsa) Osmanlı Devleti’ni dağıtmak, hilafeti kaldırtmak, Müslümanlar arasında, istendiğinde kanatılabilecek bir “çıbanbaşı” bırakmaktı.
Gerisini biliyorsunuz!
FİLM BAŞLIYOR! İZLEMEYE HAZIR MISINIZ?
“Mahşer Çiçeği, Kınalı Kuzular”
BİNLERCE LİSELi VE ÇOCUK ASKERLERİ ŞEHİD ETTİLER. KATLEDİLEN, OKUYAN ÇOCUKLARLA MİLLETİN GELECEĞİ DE ÇALINMIŞTI YANİ.
HEM, ZATEN İNGİLİZLER İSTANBUL’DA DEĞİL MİYDİ?
PEKİ, BOĞAZDAKİ SAVAŞ NEYİN NESİYDİ?
Yedi denizin hakimi, toprakları üzerinde güneş batmayan imparatorluk” denilen ve devrin en güçlü imparatorluğu olan İngiltere ile birlikte Fransa’dır.
Yani devrin en büyük güçleri. Her iki devlet de 1. Dünya Savaşı’nı bir an önce bitirmek için ufacık bir karaya tüm güçleri ile yüklenmiş, bütün sömürgelerinden adeta insan yağdırmıştı.
Neden ? Zaten istanbuldaydılar ve İstanbul ve Boğazlar ellerindeydi.
BAKIN DİKKAT EDİN LÜTFEN : Bütün sömürgelerinden adeta insan yağdırmıştı.
Çünkü bütün sömürgelerinden insanları savaş bahanesi ile kıyımla azaltıyorlardı.
Çanakkale’ye 12 bini aşkın sadece Kosovalı savaşmaya geldi. Bir köyden 110 kişi gelmişti. 106’sı şehit oldu. 4 kişi kaldı. Onlar köye gitmeye utandılar. Önce birisi gidiyor. Halk soruyor, diğerleri nerde? Geride gelecekler, diyor. Aradan 10 gün geçiyor, ikincisi geliyor. Ona da soruyor halk: Gerisi nerede? “Geriden gelecekler, diyor. 15 gün sonra üçüncüsü, bir ay sonra dördüncüsü... Sonrası yok.
Hepsi Çanakkale toprağına düştü onların.
Bu savaş, bütün ayrıntılarıyla savaşın mimarı Winston Churchill tarafından 20 sene önce kaleme alınmıştır. Bu kişinin doktora tezi, Çanakkale Savaşı’nın adeta senaryosu gibidir.
Bu Savaş Almanlarla İngiliz-Fransızlar arasında başlamasına rağmen neredeyse bütün cepheler Osmanlı topraklarında açılmıştır. Tabiri caiz ise, kendi mahallelerinde kavgaya tutuşan iki serseri, komşunun bahçesine girerek orayı talan etmiş sonra da el koymaya çalışmıştır.
Bu Savaşın Osmanlının beyin gücünü bitirme üzerine kurgulanması, senaryonun ileriki yılları düşünerek yazılmış olduğunu gösteriyor. Özellikle bir başka tertip savaş olan 2. dünya savaşı ile de güya Hitlerin hışmından kaçırılan müderrisler bizim üniversitelerimize yerleştirilmiş olup, istiklal mahkemelerince yok edilen son dönem osmanlı müderrislerinin kökü tamamen kazındıktan sonra dönüştürülmüş beyinler akademisyen olarak ilim yuvalarımıza yerleştirilmişlerdir. Artık ülkemiz batıya gönüllü köpeklik yapacak kadrolara teslim edilmiştir.
***
Savaş öncesi hazırlıklara bakılırsa, Winston Churchill’in Çanakkale Boğazı’nı geçse bile kara savaşını planladığı anlaşılmaktadır. Zira, Kara Savaşları yoluyla Osmanlı’nı yetişmiş beyin gücü neredeyse tamamen bitirilmiştir. Öyle ki mühendislik fakülteleri, tıbbiye gibi okullar yıllarca mezun verememiştir. Bunun da ötesinde o dönemdeki bütün tarikat mensupları büyük bir iştiyakla gönüllü birlikler kurarak cepheye koşmuşlar ve bunun neticesinde de manevi dinamikler de yok olmuştur.
Winston Churchill’in sinsi planlarından birisi de sömürgelerden getirilenlerin de ölümleri üzerinedir. Zira Avustralya ve Yeni Zelanda’dan getirilen askerlerin de birçoğu ülkelerine dönememişler böylece İngilizler sömürgelerdeki muhtemel direnişlerinde önüne geçmişlerdir. Daha doğrusu, bir taşla iki kuş vurmak değil kuş katliamı yapmışlardır.
Müttefikimiz...Uğurlarına cihan harbine iştirak ettiğimiz Almanları da bir hatırlayalım isterseniz. 1.Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda Merhum Mehmet Akif görevi gereği Berlin’dedir. Akif, sabah kalkınca kaldığı otelin penceresinden gördüğü manzarayla sevinir. Evlerin pencerelerinden ve balkonlarından bayraklar sallanmaktadır. Almanlarla omuz omuza savaştığımızı düşünerek ‘’Galiba Kanal Cephesi’nde galip geldik’’ diye Almanların sevinçlerine sevinir. O sırada Kanal Cephesi’nde İngilizlerle çetin mücadeleler olmaktadır.
Mehmet Akif’in sevinci uzun sürmez. Hatta biraz sonra öğrendikleri karşısında dehşete kapılır. Meğer Kanal Cephesi’nde ordumuz ağır bir mağlubiyet yaşamış Kudüs düşmüştür. Bu bayrak asma sevincinin sebebini Almanlara sorduğunda aldığı cevap onu daha da dehşete düşürür. Almanlar; ‘’Bin yıldır Müslümanların elinde olan Kudüs, Hıristiyanların eline geçti. Bizim ordumuz yenilmiş ne önemi var ki?’’ demektedirler. Bu hadise ve benzeri hadiseler ayrıca açılan cephelerin neredeyse sadece Osmanlı topraklarında olması bu savaşın danışıklı dövüş olma ihtimalini dahi akıllara getirmiyor değil.
Bütün bu hadiseler gösteriyor ki Çanakkale savaşı, sadece Osmanlı Devletini fiziken yıkmaya değil aynı zamanda beyin gücünün ve manevi ruh gücünün bitirilmesine de yönelik bir savaştır.
Zira bu savaş sonunda; milletimizin beyin gücü, manevi gücü ve genç nüfusunu neredeyse tamamen bitirmişlerdir.
Ne hikmettir ki; Anadolu insanını tamamen yok etmek üzerine senaryo yazıp dünya sahnesinde vizyona sürenler, bir zaman sonra kendi aralarında bir daha kapışmışlar (2.Dünya Savaşı) birbirlerinin şehirlerini harabeye çevirmişler , altmış milyona yakın kendi insanlarını imha etmişlerdir.
Bundan dolayı, 2. Dünya Savaşı’na Çanakkale’deki mazlumların ahı sebep oldu dense yeridir. Şehitlerimizin ruhu şad ola.
***
Japon eğitim uzmanları eğitim sistemimizi incelemek üzere Türkiye’ye geldiklerinde, Hiroşima felaketi ile ilgili Başbakan Turgut Özal ile Japon diplomatlar arasında ilginç bir diyalog geçti. Birçok bürokratın da hazır bulunduğu bir ortamda raporlar sunuldu ve Japonlar sonucu şöyle açıkladı : “Sizin eğitim sisteminizde milli ruh yok!”
Bunun üzerine Turgut Özal şaşırdı ve “Nasıl yani?” diye sordu. Japonlar ise şöyle devam etti: “Biz Japonya’da okula başlayacak çocuklarımıza milli ruh şoklaması yaparız. Onları önce toplu halde hızlı trenlere bindirir; dev fabrikalarımızı, teknoloji merkezlerimizi gezdirir; ülkemizin gücünü gösteririz. Sonra da bu yavrularımızı alır; Hiroşima ve Nagasaki’ye götürür; orada atom bombası atılan ve yıllardır ot dahi bitmeyen alanları gösterir ve deriz ki: Eğer siz bilinçlenmez ve az önce gördüğünüz teknolojiye sahip olmak için çalışmazsanız sonunuz böyle olur.”
Bu sırada Türk bürokratlardan biri atıldı: “Ama bizim Hiroşima’mız yok ki!”
Japon uzmanın cevabı ise tokat gibiydi:
“Sizin Çanakkale’niz on Hiroşima eder!”
***
Yıl 1915;
Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu.
Bir gün önce şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde bir yumak gibi birbirine sarılmış tir, tir titriyorlardı.
Onlar, bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı.
Ancak, birden içlerinden biri avaz, avaz bir marş söylemeye başladı!.
Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı
Al sancağı teslim etti Allah’a ısmarladı.
Boş oturma çalış dedi. Hizmet eyle vatana
Sütüm sana helal olmaz, saldırmazsan düşmana
Biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz, avaz!.. Gözleri çakmak, çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı.
O an geldi. Birden yüzbaşı “Hücum!..”diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladı. Tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler.
İşte o an, bir makineli yavruları biçiverdi. Başak taneleri gibi dökülüverdiler. Hepsi sipere geri düştüler…
Yıl 2015;
Çanakkale Mahşeri’nde, hayatının baharını idrak eden nice civanmert genç “bir hilâl uğruna” kendini feda etmiştir. Çanakkale’ye gönüllü olarak iştirak eden başta İstanbul ve Çanakkale olmak üzere çevre illerdeki liseli, üniversiteli, medreseli gençlerle birlikte çeşitli gençlik cemiyetlerine mensup çocuklar da çarpışmışlardır. İlim öğrenme, tahsil yapma ve hatta oyun çağındaki gençlerimiz, okullarını ve ideallerini bir kenara bırakarak vatan müdafaasına koşmuşlar ve o tatlı canlarını, kınalı başlarını bu mübarek topraklara siper etmişlerdir. Seferberlik yıllarında, askerlik çağındaki bütün gençler gibi lise, üniversite ve medrese öğrencileri de silah altına alınmış ve “Gönüllü, Öğrenci veya Darülfünun taburları” adıyla çeşitli cephelerde çarpışmışlardır.
Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale’deki muhârebelerde yitirilen gençlerin sayısı ve hangi mektep ya da cemiyetten geldikleri, askerlik kayıtları Harbiye Nezareti’ne düzenli bir biçimde ulaşmadığı için, bugün hâlâ tam olarak bilinmemektedir. Savaşa gidenlerin ve şehitlerin kayıtları incelendiğinde, adı geçen illerde bulunan okullardaki, lise birinci sınıf haricinde kalan öğrencilerin pek çoğunun savaşa katıldıkları ve bunların büyük ekseriyetinin cepheden geri dönmeyi başaramadığı ve liselerin çoğunun iki yıl süre (1915-1916) ile öğrenci mezun edemediği kaynaklarda genel olarak zikredilmektedir. Sadece Çanakkale Cephesinde şehit olanların 10 binden fazlasının yüksek tahsilli, 70 bin kadarının da rüştiye mezunu olduğu dikkate alındığında vahametin boyutları daha iyi anlaşılmaktadır.
Bu genç bahadırların yazdıkları “Çanakkale Destanı” ve onların hiçbir şeyle ölçülemeyecek kadar ulvî olan ölümsüz kahramanlıkları hakkında söylenebilecek en anlamlı söz, herhalde Darülfünun müderrislerinden İsmail Hakkı Bey ile devrin güçlü kalemlerinden Şair Süleyman Nazif’in şu veciz cümlelerinde saklıdır: “Burada kanlarını akıtanlar hep bu tarih, bu namus ve fazilet için öldü; onların kan borcunu ödemek lazımdır. Şairler destanlarını yazsınlar, ressamlar levhalarını çizsinler, heykeltıraşlar âbidelerini ortaya koysunlar, muharrirler hikâyelerini yazsınlar, sağ kalanlar rahmet okusunlar.” “Bu bahâdırlık ve fazîlet önünde idrâkin, muhâkemenin, hissin, hayâlin titrediği andan beri, hiçbir şeyi imkânsız göremiyor, hiçbir iddiayı reddedemiyorum. Ölüme karşı, vakarlı bir alın ile gururlu bir göğüsten coşan marş ve tekbirle ilerlediler.”
ÇANAKKALE GEÇİLDİ,
HABERİNİZ OLSUN!
O gün orada bütün bu siyasi oyunların ötesinde, kahramanca direnen, savaşan Türk’ü, Kürd’ü, Arab’ı, Sudanlısı, Yemenlisi, Hindistanlısı, Senegallisi ile İslam milletinin fertlerini rahmet ve minnetle anıyorum
Hangi Türk ordusu.. Osmanlı ordusu, hiçbir zaman sadece Türklerden oluşmadı.. İslam ümmetinin ordusu idi o ve içinde bütün Müslüman unsurlar vardı. Çanakkale savaşında ise işin garib tarafı başımızda bir Alman generali olan Liman Von Sanders vardı.
Savaş, İttihat Terakki cuntasının ihaneti sonucu, Braslav ve Goben gemilerindeki askerlere fes, gemi gönderine Osmanlı bayrağı asarak bizim adımıza Almanların Rusya’ya saldırması ile başladı..
Yani savaşı başlatan taraf biz olmuş olduk. Bir oyunla saldırgan ülke konumuna düşürüldük..
Osmanlı’nın “Türklük ve vatan müdafası” diye bir derdi yoktu. “Cihad-ı fillah oluptur niyyetüm” derlerdi.. Namık Kemal, “Vatan yahud Silistre” kitabını yazınca, “Vatan” dediği için hapse atılmıştı.. 1900’lerin başında Osmanlı’da Türkleşme, İslamlaşma, Muasırlaşma tartışmaları başlamıştı bir yandan.
Bir yandan da Mehmet Akif milliyetçiliğe, ırkçılığa karşı çıkan şiirler yazıyordu:
“Hani milliyetin İslâm idi... Kavmiyet de ne!
Sımsıkı sarılıp dursaydın a milliyetine.
‘Arnavutluk’ ne demek, var mı şeriatta yeri?
Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri.
Arabın Türke, Lazın Çerkese yahut Kürd’e;
Acem’in Çinli’ye rüchanı mı varmış? Nerde..
Müslümanlıkta “anasır” mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i Kavmiyeti tel’in ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır ruh-ı nebi tefrikanın
Adı batsın onu İslâma sokan kaltabanın!..”
Hangi “Türklük davası”. İstiklal Marşı’nın şairi Arnavut ya hu. Tek bir Millet vardı, o da İslam milletiydi. Yeryüzü bize mescid kılınmıştı.. Allah’ın arzından bir parçasını diğer insanlardan koparıp almak ya da kendini bir toprak parçasına hapsetmek.
Arz Allah’ındı. Ve biz O’nun halifesi idik. Ulaşabildiğimiz her yerde O’nun rızasının gereğini yerine getirecektik. Çünki yeryüzü bize mescid kılınmıştı.. Bakmayın daha sonra “Hubbul vatan, minel iman” diye “milliyetçi bir din algısı”nın geliştirilmesine..
Asıl sormak istediğim soru şu: TÜRK ORDUSU TÜRKLERDEN OLUŞMUYORDU DA, İNGİLİZ ORDUSU İNGİLİZLER’DEN, FRANSIZ ORDUSU FRANSIZLAR’DAN MI OLUŞUYORDU?
Mehmet Akif “Çanakkale savaşı”nı anlatırken “Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” der.
Oysa Osmanlı aydını da kandırılmıştı, Mısırlı, Hindistanlı, Senagalli Müslümanlar da. İngilizler, Müslümanları Hindistan’dan ayrılmaya kandırıp ikna etmemiş, Pakistan ve Bengaldeş kurulmamıştı o zaman..
Avustralya ve Yeni Zellanda’daki İngilizler sağlam bir plan yapmışlardı.. Hindistan ve Mısır’da Cuma namazından sonra halka beyanname dağıtacaklar ve “Hilafet merkezi Almanlar tarafından işgal edildi. İngiltere halifeyi kurtarmak için seferberlik düzenledi” diye gönüllü toplayacaklardı..
İngiliz gemilerinde gelenler Müslüman gönüllülerdi aslında. Fransızlar da Senagal’de aynı kirli yalanı uydurdular. Oradan gelenler de Senagalli Müslümanlardı. Şimdi Anzak ayinlerinin yapıldığı topraklarda bizi bize kırdırdılar..
Şafak ayinleri kirli ve kanlı bir oyunun üzerine, gerçekleri gizlemek için örtülen “kutsal bir örtü” (!) sadece! Oysa orası bir hilal uğruna nice güneşlerin battığı yerdir.
Orada şafak ayini, değil, gece namazı kılmak gerekir..
Ah İngiliz ah! Hem “halifeyi kurtaracağım” diyeceksin, hem halifeyi Selanik’e Alatini efendinin evine süreceksin. Hindistanlı Müslümanlardan para toplatıp, onu yandaşlarına peşkeş çekeceksin.
O parayla İş Bankası’nı kurduracaksın, Osmanlı Bankası’nda işler çevireceksin.. Lozan’ı tezgahlayacaksın..
Bir yandan Arap düşmanı Türk milliyetçiliği örgütlerken, öte yandan, Türk düşmanı Arap milliyetçiliğini fonlayacaksın..
Kudüs’ü Yahudilere satarak, Müslümanlara yeni bir halife yutturmaya çalışacaksın.. Bir yandan da laik bir Türkiye icad etmek için onları batılılaştıracaksın.. İslam coğrafyasını 40 parçaya böleceksin..
Churchill, “Bir damla kan, bir damla petrol” diyordu da, gerçekten bütün bunlar petrol için mi idi, yoksa Müslümanlara duyulan kin ve nefretten mi kaynaklanıyordu?
3 yıl 2 ayda bir imparatorluk tasfiye edildi, sonunda teslim olduk ya hu! Mondros mütarekesi imzalandı.. 3 cephede birden çöktük, Allahuekber dağlarında, Filistin cephesinde ve sonunda Çanakkale’de..
Sahi şu fethin dışında kutlanan İstanbul’un kurtuluş hikayesi nedir? İngilizler iyi düşünmüşler, bir de yenilen bir millete zafer armağan etmediler mi! Ama isteyen kaybettiği bir savaşın belli cephelerdeki mevzi kazanımları ile övünmeye ve zaferini coşkuyla kutlamaya devam edebilir..
ÖLÜM...O KONUŞUNCA HERŞEY SUSAR!
Çanakkale Cephesi, sanki bir “ölüm değirmeni” gibiydi; haddi hesabı aşacak kadar insanı tüketmesine ve “Türk ordusunun çiçeğini” bitirecek ölçüde koskoca bir “eğitimli genç nesli” yutmasına rağmen doymak bilmiyordu.
O kadar ki, cephede meydana gelen boşlukları doldurmak için en yakın çevreden başlayarak 15 yaşın üstündeki eli silah tutan bütün gençlerin dahi Çanakkale’ye sevk edilmeleri alışılmış normal bir hadise haline gelmişti. 1914 yılında çıkan “Geçici Askerî Mükellefiyet Kanunu”na göre askerlikten tecilli tutulan sultanî ve idadî talebelerine, evvela Çanakkale, sonra da diğer cephelerde baş gösteren asker ihtiyacı sebebiyle zamanla silah altına alınma mecburiyeti doğacaktı.
Bu amaçla, Çanakkale Savaşı sırasında, İtilaf Devletlerinin kara çıkartmasına başlamalarıyla birlikte cephede takviye kuvvetlere ihtiyaç hâsıl olunca Sultan V. Mehmed Reşad, 14 Mayıs 1331 (27 Mayıs 1915) ’de bir irade yayınlayarak, yukarıda sözünü ettiğimiz Askerî Mükellefiyet Kanunu’nda değişiklik yapmak ve lise talebelerini de cepheye çağırmak zorunda kalmıştı. Sultan Reşad’ın iradesinden sonra Harbiye Nezareti de bir tebliğ yayınlayarak, 1314/1896 doğumluların (19 yaşındakilerin) henüz askerlik hizmetine çağrılmamışları ile 1315/1897 doğumlulardan (15 yaşındakilerden) harbe elverişli ve silah kullanmaya kabiliyetli olanların da kıtalara teslim olmalarını istemişti. Ekseriyeti 15 ila 19 yaşında olan bu yeni yetme gençlerin, vatanın kendilerinden beklediği yüce vazifeyi ifa etmek azim ve inancıyla cepheye gitmeleri anısına Anadolu’da yakılan meşhur, “Hey Onbeşli Onbeşli” adlı türküde de söz konusu durum çok dramatik bir dille anlatılmıştır. Çoğunun bıyıklarının bile terlemediği bu delikanlılar, kısa bir talimden sonra cepheye uğurlanmış ve “isimsiz kahramanlar” olarak cephenin cehennemî atmosferinde eriyip gitmişlerdi.
II. Meşrutiyet’ten sonra iktidara gelen İttihat ve Terakkiciler, halkın yanı sıra gençlerin ve çocukların da örgütlenip eğitilmesi ve disiplinize edilmesi için, Almanya ve Avrupa ülkelerini örnek alarak okullarda “Keşşaf” (İzcilik) teşkilatları kurmaya büyük önem vermişlerdi. İzcilik teşkilatları yanında, Avrupa’da görülen “Judendbund” örgütlenmeleri esas alınarak “Genç Derneği”, “Gürbüzler Derneği” gibi kuruluşlar da meydana getirilmişti. Bu dernekler vasıtasıyla, ülkedeki 9-10 yaşından askerlik çağına kadar olan tüm gençler örgütlendirilmiş ve geleceğin askerî güçleri olarak eğitilmişlerdi. Savaş hali zuhur ettiğinde, eğitimini tamamlamış harbe hazır neferler olarak “onbaşı” rütbesiyle askere alınıyorlardı. Bu anlamda, 9 ila 12 yaşları arasındaki “Gürbüzler” olarak teşkilatlanan çocuklar, savaşlarda büyük yararlılıklarda bulunmuşlardır. Teşkilatın kendilerine söylediklerini şevkle yerine getiren bu gençler, daha ziyade hastanelerdeki yaralıların mektuplarını yazmak ve birtakım yardım faaliyetlerine iştirak etmek gibi cephe gerisindeki işlerde kullanılmıştı. Bilhassa da, zaman zaman orduya maddî yardımda bulunmak veya harp gemisi ya da uçak satın almak amacıyla açılan umumî kampanyalara, rozet satarak ve para toplayarak çok aktif mânâda katkı sağlamışlardı.
Çanakkale Savaşı’na katılan çok sayıda çocuk, vatan savunmasındaki fedakâr hizmetleriyle destan niteliğinde kahramanlık şaheserleri sergileyerek, “Meçhul Çocuk Askerler” olarak Türk ve Dünya tarihinde emsalsiz bir mazhariyete kavuşmuştur.
“Vatan savunmasında erkekler ve kadınlar kadar çocuklar da çok önemli görevler üstlendi. Millî şuurla hareket eden Türk çocuklarının gösterdiği fedakârlıklar, çektiği çileler ve eziyetler bugün tam olarak bilinmemekte. Anadolu’nun hemen her köşesinde, özellikle işgâl gören yerlerde, çocuklar da destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergiledi. Vatan çocuğu, yeri geldi omzunda silahla cephede savaştı, yeri geldi istihbarat için haber taşıdı, yeri geldi askerine mermi götürdü.”
Çanakkale Harbi esnasında, cüsselerini fersahlarca aşacak ölçüde devasa hizmetlerde bulunan cefakâr meçhul izci topluluklarından biri de Balıkesir Sultânîsi İzcileri idi. O yıllarda Balıkesir’de yayınlanmış olan “Karesi” gazetesinden öğrendiğimize göre, babaları Balkan Savaşı’nda şehit düşen ve Edirne İdâdîsi’nden Balıkesir Sultânîsi’ne “leylî” (yatılı) olarak nakledilen 25 izci öğrencinin tamamı gönüllü olarak Çanakkale’ye gitmiş ve geri dönemeden şahâdete erişmişlerdi.
Hatta, bu yiğit izcileri cepheye uğurlama merasimine, onları yüreklendirip takdir etmek amacıyla iştirak edenler arasında İttihatçıların önde gelenlerinden Talat Paşa ile İsmail Canbulat Bey de yer almıştı. Bu meşhur sîmâların da içinde yer aldığı 25 izci çocuğun Balıkesir Lisesi merdivenlerinde, şanlı Türk bayrağının gölgesinde çektirdikleri hâtıra fotoğrafı, tarihimizi şerefle süsleyen aziz hatıralardan biri olarak kayıt altına alınmıştır.
Vatana Adanmış Meçhul Öğrenciler Ordusu, yani Balıkesir Lisesi’nden Çanakkale’ye gönüllü olarak gidenler sadece bu 25 izciden ibaret değildi. Gerek Karesi gazetesi gerekse Balıkesir Lisesi kayıtlarından anlaşıldığı üzere, 1914-1916 öğretim döneminde, 8-12. sınıflara kayıtlı bulunanlar ile mezun (100 civarındaki) talebelerin hemen hemen tamamı gönüllü şekilde cepheye intikal etmişti. Bunların çok azı harpten gâzi olarak dönmüş ve okul savaş yıllarından 1917-1918 öğretim dönemine kadar sınırlı sayıda mezun verebilmişti. Karesi gazetesinde yayınlanan, lisedeki muhâcir, kimsesiz ve fakir öğrencilerden askere gidenlere yapılan yardımla şu haber de, Balıkesir Sultânîsi’nin harbe iştirakini ispatlayan çarpıcı kayıtlardandır: “Sultânî mektebinde verilen müsâmereler hâsılatından münâsib mikdârının askere giden muhâcir ve kimsesiz fukarâ talebenin zarûrî ihtiyaçlarının tahvîline medâr olmak üzere tevzîi ve i’tâsı makâm-ı âlî-i mutasarrıfiyyece münâsib görülmüş olduğundan komisyon ma’rifetiyle talebe-i mûmâileyhimden otuz altısına 1930 kuruş verilmiştir.”
Balıkesir’den Çanakkale ve diğer cephelere sevk olunan öğrenciler sadece Balıkesir Lisesi öğrencileri ile sınırlı kalmamış; Balıkesir Erkek Muallim Mektebinden (şimdiki Necdet Bey Öğretmen Okulu) de büyük miktarda öğrenci harbe dâhil olmuştu.
***
GALATASARAY, KONYA VE İZMİR LİSELERİ 1915’TE TEK BİR MEZUN VEREMEDİ
Çanakkale ve İstiklal Savaşı’na katılan çok sayıda çocuk, vatan savunmasında destan niteliğinde kahramanlık örnekleri sergileyerek, “meçhul çocuk askerler” olarak Türk tarihinde yerini aldı.
Türk çocuklarının milli bir sorumluluk şuuru içinde gösterdikleri fedakarlıklar, çektiği çileler ve eziyetlerin tam olarak bilinmediğini UNUTMAYALIM.
“Antep savunmasında Kebapçı Said Ağa’nın oğlu küçük Mehmet, Şahin Bey’in oğlu Hayri, şehit Yolağası’nın oğlu Mehmed Ali gibi 11-12 yaşlarındaki çocukların özverisi göz yaşartıcı boyuttadır. Bu çocuklar Arslan Bey’in başında bulunduğu milis kuvvetlerinin içinde diğer Kuvayi Milliyeciler gibi silahlı olup yeri geldiğinde çatışmalara katıldılar ve çoğu zaman da istihbarat hizmetinde bulundular.
“Urfa’da 14 yaşındaki Bozan, Fransızlar kaçarken Kuvayi Milliye önünde harbe katıldı. Bu yavrunun kahramanlığını gören halk, Bozan için türkü bile yazdı. Sebeke dağından indim dereye/Atılıyor bombalar, bilmem nereye/Türk çeteleri dönmez geriye/Be yürü! yürü Bozan Yavrum yürü!/Vursun kırsın Fransızları, aslanım yürü!...”
Maraş savunması sırasında kendisine verilen köprü uçurma görevini yerine getiren Sarıca Köyü’nden 14 yaşındaki Ali ile milis kuvvetler arasında bir çok yeri dolaşmak suretiyle bilgi alışverişini sağlayan 10 yaşındaki Osmaniyeli Niyazi Aykan’ın da tarihe adını altın harflerle yazdırdığını da bilelim.
12 YAŞINDAKİ NEZAHAT ONBAŞI
Tabur Komutanı Binbaşı Halit Bey’in kızı 12 yaşındaki Nezahat onbaşının da, elinde silahı asker kıyafetiyl e çeşitli muharebelere katıldığınıbilmeliyiz.
“Ata binmesini ve silah kullanmasını çok iyi bilen bu kız çocuğu Milli Mücadele boyunca 70. Piyade Alayı’nın bir mensubu olarak tam bir asker gibi, cepheden cepheye koştu. Hatta bu Alaya, o bölgede ‘Kızlı Alay’ denmiştir.”
Çanakkale destanında bugünkü İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi eski adıyla Darul Fünun öğrencilerinin ise ayrı bir yeri var. 1915’te Darül Fünun 1. sınıfta öğrenim gören 2 bin 500 tıbbiyeli, okullarını bırakarak Çanakkele’ye koştu. İki tümen hâlinde Gelibolu’ya gelen gençler, bir Anzak baskını sonucu şehit oldular. Bu nedenle sonraki yıl açılışta siyaha boyanan Darul Fünun, 1921 yılında hiç mezun veremedi.
Çanakkale zaferi, Türk tarihindeki zaferler içinde en çok kan dökülerek, en çok şehit verilerek kazanılmış zaferlerin başında gelir. Evet Çanakkale zaferini düşmanın üstün silahlarına, çelik kalelerine karşı canımızı, kanımızı ortaya koyarak kazandık. Kendi iç denizimiz Marmara’ya bile güvenemeden, ikmalimizi karadan binbir zorlukla yaparak kazandık. Şehitlerimizle, gazilerimizle ve nice adsız kahramanlarımızla kazandık. Bir kuşağın gürbüz gençliğini orada gömerek kazandık.
Genelkurmay Başkanlığı kayıtlarına göre Çanakkale Savaşı’ndaki kayıp rakamlarımız. Zayiat Toplamı : 250.000
Bugün her yıl 18 Mart’ı törenlerle, gururla ama bin bir acıyla yüklü olarak kutlarız. Ama Gerçeği ve Doğrusu “Biz orada aslında 500.000 den fazla şehit verdik . Osmanlı Ordusunun Alman hayalleri uğruna verdiği Toplam Zayiatı:2,5 milyon kadardır.
Birinci Dünya Savaşının diğer cephelerinde olduğu gibi Çanakkale Savaşlarına da kardeşlerimiz Kürtler de katılmış ve şehit olmuştu.
Kürtlerin burada mücadele etmesi gayet mühimdir. Çünkü o dönemde Kürt tebaanın yoğun yaşadığı Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu Bölgesinde de hem Ermeni Olayları yaşanmakta hem de Doğu Cephesi ismi altında kıran kırana bir savaş yaşanmakta idi. Burada mücadele eden Kürt alayların büyük çoğunluğu Urfa yöresinden gönderilmişlerdi…
Bu alaylar Birinci Dünya Savaşı patlak verdiği zaman 3.Ordu’nun emrine girerek bölgede Rus ve ayrılıkçı Ermenilere karşı müthiş bir mücadele vermişlerdi. Tabii Osmanlı’nın etnik unsurlarının dünya savaşlarında ki kayıplarının sayısını ayrı ayrı bilmek zor hatta imkânsızdır. Sadece katıldıklarını söyleyebiliyoruz ancak Kürtler hakkında bazı tahminler mevcuttur. Dünya Savaşında Kürtlerin kayıplarının toplam sayısını 300.000 olarak tahmin etmektedir.
ÇANAKKALE SAVAŞLARI AYNEN YUNAN İŞGALİ GİBİ BİR PERDELEME SAVAŞIDIR.
Çanakkale Savaşları’nda geleceğin Türkiye’sini kuracak çok sayıda üniversiteli gencin kaybedildiği ifade edilir.
İşgal güçlerinin, İngiliz belgelerine ve Meclis tartışmalarına göre Çanakkale’ye gelişleri, Boğazları kontrol değil, Mısır’ın işgalini perdelemek içindir. Konu ile ilgili döneme ait detaylar aşağıda verilmektedir.
Başlamadan bir hakkın teslim edilmesi gerekmektedir.
“… Mustafa Kemal’in tümeni, iyi bir Türk ve iki zayıf Arap alayından mürekkepti. İngilizlerin taarruzu 25 Nisan (1915) Pazar günü başladı.
-“ I.Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin amacı, Hint yolundaki Mısır’ı almak, petrol yatakları üzerindeki Irak’la Mısır arasında bulunan Arabistan’ı almak, Anadolu’da da, Osmanlı’dan ayrılmış yeni bir Türk Devleti kurmaktı. Bu sahalardaki askeri hazırlıkları tamamlayabilmek için, Osmanlı ordusunu güney bölgelerinden uzakta oyalamak istiyordu.
Bu hareketle, aynı zamanda, Rusların doğudaki yükü hafifleyecek, Rusya, bütün gücünü batı cephesine sevk edecekti. Bu yer Çanakkale idi.
İngilizlerin endişesi, Ruslarınkinden büyüktü. Bütün düşünceleri Mısır Üzerine Türklerin yürüyüşlerine mâni olmaktı.
Bunun için buldukları çare, Boğazlar’a saldırmak ve Osmanlı’yı meşgul etmekti.
Binaenaleyh, Çanakkale’yi zorlama projesi menşe itibari ile İngiliz projesidir.
“İngilizlerin Çanakkale’yi zorlama fikrini ilk düşünen ve mevki-i tatbike koyan Bahriye Nâzırı Churchill olmuştur. Churchill’e göre, daha Türkiye’nin harbe girdiği andan itibaren Mısır tehdit edilmiş oluyordu.’
Çanakkale savaşı, düşman ordusunu cephenin uzağında bir yerde oyalama savaşı idi. Bu nedenle Çanakkale savaşı İngiltere’de görüş ayrılığına yol açtı.
Çanakkale’ye hücum fikri İngiliz kabinesinde müzakere edilince bahriyeliler aleyhte rey verdiler. Bu işi donanmanın tek başına yapamayacağını, Askerlerin de görev alması gerektiğini dile getirdiler.
Fakat Harbiye Nâzırı Lord Kitchener,
-“Çanakkale için ayıracak askerim yoktur Hepsi Garp cephesinde dövüşecekler Buraya asker yetiştiremiyorum. Binaenaleyh bu işi ya donanma ile yapmalıdır Veya büsbütün vazgeçmelidir,”cevabını verdi.
Ruslar Almanlara karşı harp ile meşgul iken Kafkasya’da Türklerin tehdidine maruz kalmışlardı. Bu tehdide göğüs germeleri için Alman cephesindeki kuvvetlerden mühim bir kısmını Kafkasya’ya nakletmeleri lazımdı. Buna mahal kalmaması için Rus hükümeti, İngiltere ve Fransa’nın müştereken Türklere karşı bir harekette bulunmasını rica etti.
Churchill de derhal bu hareketin Çanakkale üzerine olmasını teklif etti. Fikrini kabul ettirmek için Çanakkale seferinden elde edilebilecek faydaları şu şekilde tebarüz ettirdi:
1-Türkler, kuvvetlerini Çanakkale’ye yığarak, Mısır üzerine yürümekten vazgeçeceklerdir.
2. Kafkasya’da Ruslara karşı büyük bir hareket yapamayacaklar ve dolayıyla Ruslar bütün kuvvetleri ile Alman cephesinde harp etmeye imkân bulabileceklerdir.
“İngiliz bahriyesinde kök salan bir kanaate göre, gemilerin karalara taarruzundan çok şey beklenemez. Bu kanaat, asırların tecrübesinin mahsulü idi. Meşhur amiral Lord Nelson bu kanaati şu cümle ile formülleştirmişti:
-“İstihkâma taarruz eden gemici delidir.” İngiltere imparatorluğu Millî Müdafaa Meclisi, 1908’de Boğazlar’ın yalnız bahrî kuvvetlerle zorlanamayacağını teyit etmişti.’
1807’deki deney bunu doğrulamıştı, İngiliz donanması, Duckworth kumandası altında Boğaz’ı geçmeye muvaffak olduğu ve hatta İstanbul’a kadar geldiği halde, kara kuvvetine dayanamadığı için geri dönmek mecburiyetinde kalmıştı.
İngiltere, göz bebeği gibi sakındığı donanmasını, neticesi bilinmeyen bir teşebbüse feda etmek istemiyordu.
Churchill, 3 Kânunusani 1915’te şöyle çözüm buluyor: Çanakkale’yi modern zırhlılarla değil, 1908’den evvel inşa edilmiş eski tip zırhlılar ile zorlamak mümkündür.
Churchill bu işin üzerine o kadar düştü ki, nihayet Çanakkale Savaşı’nın yalnız donanma ile yapılmasına karar verildi. 19 15’te büyük bir İngiliz filosu Fransız filosunun da iltihakı ile Çanakkale’ye geldi.
Petrograd’daki İngiltere Elçisi’nin, Rus Hariciye Nâzırı Sazonov’a muhtırası: “Kraliyet hükümeti, yalnızca ortaklaşa bir işin yararı uğruna Çanakkale Savaşı’na girmiştir. İngiltere, bu harekâttan kendisi için doğrudan doğruya bir çıkar sağlamak kaygısında değildir, orada yerleşmek niyeti de yoktur…”
“…İngilizler, asıl olarak Osmanlı kuvvetlerinin Kanal’dan ve Kafkasya’dan çekilip, bütün gücünü Çanakkale’de toplaması ve İngiltere’nin en çok önem verdiği Süveyş Cephesi’nin rahatlaması amacıyla Çanakkale Savaşı’nı başlattı. İngiltere Elçisi de, “Saldırı kuvvetlerini zayıflatmak” için Çanakkale’de savaşı göze aldık demektedir.
Çanakkale’deki bu fedakârlıklar, tarafsız Balkan hükümetlerini müttefikler lehine çekmek için yapılmaktadır.
Çanakkale savaşına yalnız donanmanın katılması, bu savaşın bir oyalama savaşı olduğunun açık delilidir. Kara askeri olmadan, Osmanlı başkentine kadar olan güzergâhın, karadan ve denizden işgal edilmesi olanaksızdı.
Mart 1915’ten Ocak 1916’ya kadar, sömürgelerinden getirdikleri erlerle yaptıkları muharebeler sonunda, İngilizler ve Fransızlar aniden çekilme kararı alıyor ve Çanakkale Savaşı sona eriyor.
Savaş sonunda, Osmanlı’nın seferi gücünün yanında, üniversite öğrencilerinin büyük çoğunluğu şehit oluyordu.
Çanakkale harekâtı başladığı sırada Ruslar, Anadolu’nun kuzeydoğusunda taarruz hareketlerine girişerek 15 Şubat’ta Erzurum’u, Nisan’da da Batum ve Trabzon’u işgal ettikten başka, tahrik ettikleri Ermenilerin yardımıyla Van’a kadar ilerlemeye muvaffak oldular.
Büyük resme bakmadan, Birinci Dünya savaşını, nedenleri ve sonuçları ile doğru olarak anlamak pek mümkün değildir. Bu amaçla aşağıda, Sultan 2. Abdülhamid Han’ın İttihatçı liderlere yaptığı konuşmadan bir bölüm verilmektedir.
Sultan 2. Abdülhamid, İngiliz ve Siyonist işbirliği ile, ittihatçılar kullanılarak, 1909 yılında yaklaşık (31 Ağustos 1876- 27 Nisan 1909) 33 yıllık bir hükümdarlık sonunda tahtından indirilir. Ancak, Deha seviyesindeki akıllı hükümdarı, dönemin en sancılı sürecinde tahtından indirmekle yaptıkları büyük hatayı, Osmanlıyı parçalamak için kullanıldıklarını geçte olsa farkeder ve Sultan’a çözüm için (onu tahtından indiren ittihatçı liderler) akıl almaya giderler.
Sultanın konuşmasından bir bölümü İttihatçı LiderlerdenTalat Paşa’dan dinliyoruz;
-“Benden sonra bambaşka bir siyaset takip edilmiştir. Bosna-Hersek, Avusturya-Rusya meselesi olmaktan çıkarılmış, Osmanlı-Avusturya meselesi yapılmıştır.
-Girit, İngiltere-Rusya meselesi olmaktan çıkarılmış, Osmanlı-Yunan meselesi haline getirilmiştir.
-Asla affedilmez gaflet olarak Bulgar-Yunan kiliseleri arasındaki ihtilafı elinizle hallettiniz ve Balkan Ittifakı’na yol açtınız.…
-Mebusan Meclisi’nin karar hakkını, Türk ve Müslüman’dan gayrıların birleşmesine imkân verecek tehlikeli neticeye sahne kıldınız.
-Bütün bu hatalarla devletin istinat ettiği siyasi denge, mihver-i mecrasından çıkmış oldu…
-Eğer Balkan Harbi olmasaydı. Cihan Harbi çıkar mıydı?”
-“Bu harbi denizlerde hakim olan kazanır. Almanların doğal kaynakları sınırlıdır. Biz geniş hudutları müdafaada müşkülat çekeriz, çünkü bütün silah ve malzemelerimizi hariçten alırız.
-“1293 (1877-1878) Osmanlı-Rus Harbini ilk cephede idare eden Gazi Osman ve Gazi Muhtar Paşa’lardan dinlemişimdir. Eğer harp sahası bu kadar geniş olmasa idi, düşman hiçbir zaman İstanbul önlerine gelemezdi”, demişlerdir.
-Eğer bu harbe girmek zaruret oldu ise, hiç değilse dar cephelerde muharebe etmek ve uzak yerleri de mahalli halkın ekseriyeti teşkil ettiği kuvvetlerle müdafaa etmek tarzını tercih etmek şarttı…
-Fakat görülüyor ki bunu da temin ve tatbik etmek mümkün olmamıştır…
-Bunları, evvelinden derpiş etmiş olduğunuzu kabul etmek lazım. Aksi ise, neticeler öne yığıldığı zaman fikir sormanın ne manası var?”
Talat Paşa, bu nazik haşlama önünde susmuş, verecek cevap bulamamış.
-“Tatbik edilen kararlardan evvel hatırlansaydım, uzun tecrübelerim mahsulü belki söyleyeceklerim olurdu. Fakat şimdi hadiseler iyi kötü neticelerini vermek üzere… Allah mülk ü milletin hayrına olan himmetleri müzdad buyursun… “
“Ve ayağa kalkmış, kısa veda selamını vererek salonu terk etmiş.
İkimiz de ‘tecrübe’ denilen nesnenin fert hayatından çok devlet varlığındaki değerini geç anlamış olmanın kavrayışı içinde kederli, susup düşünmüştük.”
Bu noktada bir not düşmemiz gerekmektedir.
Japonlar ikinci dünya savaşında “ezilme” derecesinde yenilirler. Savaşan ordularını ve savaş araçlarını kaybetmelerine rağmen anlaşma masasına otururken ileri sürdükleri şart, Olmazsa olmazları, “Japon İmparatoru yerinde kalacaktır!”
Ve bu şart ne hikmetse galip devletlerce de kabul edilir.
Japonya halen bir İmparator başkanlığında, “Parlamenter demokrasi altında anayasal monarşi” ile yönetilmektedir. İngiltere, İsveç, Norveç, İspanya, Hollanda vb gelişmiş diğer ülkelerde olduğu gibi…
Peki, neden?
İttihatçı Talat Paşa yukarıda ne demiştir?
-“İkimiz de ‘tecrübe’ denilen nesnenin fert hayatından çok devlet varlığındaki değerini geç anlamış olmanın kavrayışı içinde kederli, susup düşünmüştük!”
Hadi bir soru daha yöneltelim; Ülkeyi işgal eden devletler, “Kurtuluş Savaşı’nda bize neden silah ve para verdiler?
ÇANAKKALE BİR ZAFERSE... HERSENE KUTLADIĞIMIZ BU ZAFER ETKİNLİKLERİNDE MÜTTEFİKİMİZ ALMANLAR NEDEN YER ALMAZLAR? ANZAKLAR DAHİ İŞTİRAK EDERLER DE BU ETKİNLİKLERE...ÖYLE YA, ÇANAKKALE’NİN BAŞ KOMUTANI AMİRAL LİMAN VON SANDERS DEĞİL MİYDİ?
Otto Liman Von Sanders 1915’te, Çanakkale Savaşlarında Osmanlı kuvvetlerini yöneten Alman Deniz generali(amiral). Çanakkale’yi savunan Osmanlı 5. Ordu Komutanı Mareşal Liman von Sanders Osmanlı Devleti’ndeki Alman Danışma Kurulu Başkanıydı. .
.. Bakanlık ve Genelkurmay Başkanlığı makamlarından sonra, cephe içerisindeki en yetkli komutandı. Bu yönden bakıldığında Çanakkale Savaşında Başkomutandı.. Miralay (Alay komutanı, albay) Mustafa Kemal ise O’nun emrine bağlı albaylardan sadece biriydi ve 19. ihtiyat (yedek) tümen komutanıydı. Liman paşa, Esad paşa ve Enver paşa ile sıkı bir iletişim halinde Çanakkale’de ki savaşlarımızı yönetmiştir.
O tarihlerde Osmanlı ordusu ve donanması içerisinde 40.000 e yakın Alman subayının görev aldığı bilinmektedir. Almanlarla bu derece içli dışlı olmamız ve 1. Dünya savaşında yanlış bir kararla Almanlarla müttefik olup, tamamen onların menfaatine uygun olarak savaşmamız, Talat, Enver ve Cemal paşa üçlüsünün gafleti yada ihanetidir. Otto Liman Von Sanders: 17 Şubat 1855 senesinde Pomeranya’da, Stolp şehrinde dünyâya geldi. 1913 senesinde Kasel’deki 22’nci Piyade Alayında Orgeneral iken Balkan Savaşlarında yıpranan Osmanlı ordularını ıslah etmek için Türkiye’ye gönderildi. Rusya, Osmanlı kuvvetlerine bir Alman generalinin gönderilmesini şiddetle protesto etti. Liman, askerî yönetimde yaptığı reformlar yüzünden Enver Paşa ile anlaşamadı.
1 Mart 1918’de Suriye ve Filistin’deki Dördüncü, Yedinci ve Sekizinci ordulardan meydana gelen Yıldırım Orduları grubunun başına getirilerek, İngilizlerin daha fazla ilerlemesini durdurdu. Ancak İngiliz generali Edmund Allenby, başarı göstererek bu cepheyi çökertti (Eylül 1918). Liman, Birinci Dünyâ Savaşı sona erip Mondros Mütârekesi imzâlanınca Almanya’ya döndü ve 22 Ağustos 1929 senesinde öldü. İngiliz Generali Hamilton, Liman’ın Gelibolu’daki başarısını Hâtırât’nda övmüştür.Türkiyede Beş Sene (Fünf Jahre in Türkei) ve Silahlanmış Millet adlı iki eseri vardır.
***
PARANTEZ ARASI...
Lehman ailesi Almanya’nın Bavyera eyaletine mensup Alman yahudisi olan geniş bir ailedir. Lehman Brothers Inc. merkezi ABD’nin New York kentinde bulunan bir ABD’li yatırım bankasıdır. Ağırlıklı olarak sabit faizli hisse senetleri ile çalışmaktadır. 2004 yılı itibarıyla dünya çapında yaklaşık 20.000 çalışanı vardır. Alman Yahudi asıllı bir aileden gelen Emmanuel, Mayer ve Henry Lehman kardeşler 1850 yılında yaşamış bulundukları Almanya’nın Bavyera eyaletindeki Rimpar kasabasından yola çıkarak ilk olarak Amerika’nın Montgomery, ardından Alabama’ya geldiler. Orada Lehman Brothers adını verdikleri firmayı kurdular. O dönemlerde Amerika’da iç savaş çıkınca da firmayı New York şehrine taşıyarak çalışmalarını sürdürdüler. Lehman kardeşlerin asıl soyadının Lehmann olduğu bilinmektedir.
Pamuk ticaretinden büyük paralar kazanan Lehman Brothers, Batı Afrikalı köle satın almak isteyen Güneyli plantasyon sahiplerine kredi veriyordu. Şirket, kısa sürede ülkenin en büyük firmalarından biri oldu. Lehman Ailesi’nin yönetimdeki kontrolü, şirketin 1969’da American Express ile birleşmesiyle sona erdi. 1977 yılında firmanın mirasçıları Kuhn, Loeb & Co. şirketi ile birleşince firma adını Lehman Brothers Kuhn Loeb & Co. olarak değiştirdi. 1984 yılında firma American Express tarafından satın alındı. 1988 yılında Shearson ve E.F. Hutton & Co. şirketleriyle birleştirildi. 1993 yılında American Express, bu şirketi tekrar Travelers Group’a sattı. 1994 yılında Travelers Group ile ayrılan Lehman Brothers, kendi başına bir şirket olarak Amerikan borsasına girdi. 2000’li yılların sonunda Lehman Brothers borsada başarılı bir çıkış yaparak piyasalarda yerini sağlamlaştırdı. Mayıs 2007’de Lehman Brothers, Amerika’nın ikinci büyük borsacısı ve en büyük emlak yatırımcısı Tishman Speyer ile anlaşarak 22 milyar dolarlık servet elde etti.
Lehman Brothers’ın kurucuları, Çanakkale Savaşı sırasında Osmanlı birliklerine komuta eden Alman general Otto Liman von Sanders ile akrabaydılar. Liman Sanders’in Lehman ailesiyle akrabalığını Amerikalı araştırmacı Martin Sieff’in kaleme aldığı “The Politically Incorrect Guide to the Middle East” adlı kitapta yer alıyordu. Kitabın 19’uncu sayfasında, “Mustafa Kemal, Amerikan Lehman Brothers şirketine sahip aile ile uzaktan akrabalığı bulunan, Yahudi kökenli, parlak bir Alman generali olan Otto Liman von Sanders’e danışıyordu” ifadesi kullanılıyor. Yazar Martin Sieff, bu iddiayla ilgili referans göstermese de, Lehman Brothers’ı kuran aile ile Prusyalı olan Otto Liman Von Sanders’in soylarının kesişmesi mümkün görünüyor.
Siegmund Kaznelson’un 1959 yılında kaleme aldığı Alman Kültüründe Yahudiler isimli kitabında ailenin geçmişini şöyle tanımlamaktadır; Otto Liman Von Sanders’in babası Yahudi asıllı Prusyalı bir asilzade ve toprak sahibiydi. Aile daha sonra hristiyan olmuş yahudi dönmesi bir ailedir. Soyadını karısından alan Liman Sanders’in ismi de, Lehman’ın telaffuzunu andırmaktadır.
Otto Liman Von Sanders Çanakkale ve Gelibolu cephesinin Birinci Ordu Komutanıydı ve aslında siyonistti. I. Dünya Savaşı’nda Gelibolu Yarımadasında 3. Kolordu ve Arıburnu Kuzey Grubu Komutanlığına atandı. 7 Nisan 1915’te Mareşal Liman Von Sanders’in komutasında 5. Ordu karargahı Gelibolu’da olmak üzere, emrinde 3. Kolordu (7. Tümen, 9. Tümen, 19. Tümen, Gelibolu Jandarma Taburu, Bursa Jandarma Taburu), 5. Tümen, 11. Tümen ve 15. Kolordu olmak üzere teşkilatlanmıştır.
Tarihçilerimizde günümüzde sabetayizmin artık güç kaybettiğini söylemekte ittifak etmişler. Ben ise tarihten bu yana ve aksine hala daha güçlü olduklarını iddia ediyorum.
***
İSRAİL ORDUSU ÇANAKKALE’DE KURULDU!
Çanakkale’yi geçmek isteyenlerin amacının İstanbul’u Müslümanlardan geri almak olduğundan şüphe yok. ‘Çanakkale geçilmedi’ ama İstanbul işgal edildi öyle mi?
Bir başka ilginçlik ise İstanbul’un kurtuluşunun hiç kutlanmamış olması.
İngilizler İstanbul’u işgal etmediler mi? Ettiler. Peki, İstanbul’a nasıl ulaştılar ve biz İstanbul’u İngilizlerden nasıl geri aldık? Savaşmadan aldığımıza göre neyin karşılığında?
Bu kısmını burada bırakalım. Siyonistlerin Çanakkale Savaşında Osmanlıya karşı savaştığını, üzerinden bir asır geçmesine rağmen Mavi Marmara hadisesinden sonra, Murat Bardakçı’nın kaleme aldığı yazıdan öğrenmiştim.
Bardakçı’nın “Siyonistlerle ilk çatışmamız Çanakkale’de oldu” başlıklı yazısında, Siyonistlerin Çanakkale Savaşı ile ilişkisini ve de İsrail’in kuruluşu ile bu savaşın nasıl bir ilişkisi olduğuna anlatıyordu.
Sion Katır Birliği Komutanı’nın “Çanakkale Savaşı’nda Siyonistler” adlı eserinin kapağında, Çanakkale Savaşı’nda hatıra fotoğrafı olarak çekilen ve ellerinde bugünkü İsrail’in bayrağı olan askerlere ait bir resim yer alıyor.
“Çanakkale Savaşı’nda Siyonistler” eseri, İrlandalı Yarbay J. H. Patterson’un hatıralarından oluşuyor. Yarbay Patterson, Gelibolu Harekâtında Zion Mule Corps (ZMC) / Sion Katır Birliği Komutanı olarak görev yapmış bir subay.
Patterson, bir Yahudi ve Siyonist değil ancak Müslümanlardan nefret eden, İstanbul’un geri alınması gerektiğine inanan Yahudilere hayran bir kişi. Hatırat, Gelibolu Harekâtı’nda Zion Mule Corps (ZMC / Sion Katır Birliği) komutanı olarak görev yapan İrlandalı Yarbay J. H. Patterson’un o dönemle ilgili anıları…
Habertürk Gazetesi yazarı tarihçi Murat Bardakçı; “Tarih boyunca -Yahudilerle aramızda- hiçbir mesele çıkmadığından bahsediliyor.
Oysa Yahudiler, 2 bin sene aradan sonra ilk savaşlarını Çanakkale’de bize karşı yaptılar. Yahudi dünyası ile aramızda tarih boyunca hiçbir silâhlı karşılaşma olmadığını yazıp söyleyenlere hatırlatmak istedim...” dediği yazısına şöyle devam ediyordu:
“Biz Yahudiler ile ilk defa geçen hafta değil, bundan 95 sene önce karşı karşıya gelmiş, hatta savaşmıştık! Hem de nerede? Çanakkale Cephesi’nde...
***
Mehmetçik kan ve ateş içerisinde vatanını savunurken, karşısındaki müttefik güçler arasında tuhaf bir birlik de vardı: Siyon Katır Bölüğü!
Bölüklerin kuruculuğunu Joseph Trumpeldor ve Ze’ev Jabotinsky adında iki Rus Yahudi’si yaptı. Filistin’e gitmiş, Cemal Paşa tarafından kovulunca Mısır’a geçmişler ve hızlı birer Siyonist olmuşlardı. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine İngilizler’e, bir Yahudi askerî birliği teşkil edip, birliğin Türkler’e karşı savaşmasını teklif ettiler. Teklifleri önce geri çevrildi, sonra kabul edildi. 1915 Mart’ında kurulan ve Yarbay John Patterson’un kumandasına verilen birlik, 17 Nisan’da gemilerle Çanakkale’ye gönderildi.
İngilizler, Siyon Katır Bölüğü’nü 1916 Mayıs’ının sonunda Çanakkale’den Filistin’e gönderip General Allenby’nin emrine verdiler. Birliğin adı “Yahudi Lejyonu” oldu, dünyanın dört bir tarafından Yahudi gönüllüler topladı ve Allenby’nin yine bize karşı başlattığı harekâta katıldılar.
Çanakkale’deki Yahudi Katır Bölüğü, talihin garip bir cilvesiydi. Yahudiler, Roma ordularının Milâttan Sonra 70’te Kudüs’ü yerle bir etmeleri üzerine, bir orduya sahip olamamışlardı. Çanakkale’ye gönderilen birlik, askerlerinin sayısının az olmasına rağmen, aradan geçen yaklaşık 2 bin sene boyunca kurulan ilk Yahudi ordusu idi ve Yahudiler, 2 bin sene aradan sonra ilk savaşlarını bize karşı yapıyorlardı.”
Bardakçı’nın yazısında yer alan bilgilerin tümü gerçek ve daha fazlası; dünya ordularını yakından tanıyan, Güney Afrika’daki Boer Savaşı’ndan Çanakkale Savaşı’na kadar çok sayıda savaşa katılmış olan, savaşı bir zevk ve romantizm olarak görebilecek kadar gözü dönmüş bir yarbay olan Patterson’ın kitabında yer alıyor.
İstanbul’un düşürülmesini ‘tarihin akışını yeniden değiştirecek destansı bir olay’ olarak düşleyen ve işgalin bu yüzden yapıldığını belirten yazar, 1947’de ölür. Kendisinden altı hafta sonra ölen karısı ile birlikte yakılır ve külleri Filistin topraklarına serpilir.
* * *
Çanakkale Savaşı’na katılan “Siyonistler” ise, bugünkü İsrail Ordusu’nun temelini oluştururlar. Cephede Osmanlı’ya karşı savaşan “Siyon Katır Bölüğü” askerlerinin arasında ilginç isimlere rastlıyoruz. Bunlardan biri, İsrail’in ilk başbakanı olacak olan David Ben Gurion, 1967’deki 6 Gün Savaşı sırasında İsrail Başbakanı olan Levy Eskhol, yine İsrail Cumhurbaşkanlarından Yitzhak Ben Zvi de vardır.
Korkaklıklarıyla da ünlü Siyonist Yahudilerin, Çanakkale’de korkuyu yendiklerini düşünmemek imkânsızlaşıyor.
Korkuyu yenen ve Filistin’i ele geçirme özgüvenine erişen Siyonistlerin, Çanakkale Savaşı’nda örgütlenmesini sağlayan Ze’ev Jabotinsky bu gerçeği; “Savaşmak açısından Gelibolu’ya gidiş, Siyonizm’e yepyeni ufuklar açmıştır” şeklinde itiraf ettiğini görmekteyiz.
Yine Ze’ev Jabotinsky’in bir başka itirafı da, Mete Tuncoku’nun Türk Tarih Kurumu’ndan çıkan “Çanakkale 1915 Buzdağının Altı” kitabında şu şekilde yer alır: “Eğer biz 2 Kasım 1917’de Balfour Bildirisi ile Filistin’de yurt edinme sözü aldıksa, buna ulaşan yol Gelibolu’dan geçmiştir.”
Son iki yüzyılın siyaset tarihi gözden geçirildiğinde görülecektir ki, Mısır’dan Trabzon’a uzanan hinterlantta ‘Büyük Siyonist İmparatorluğu’ kurmanın adımlarının ilmek ilmek dokunduğunu görürüz. Bugün, Uzungöl’de dağları santim santim dolaşanların bu amacın oyuncuları olduğunu, küresel ve yerel ölçekte tohumları ele geçirerek, yaşamımızı da ele geçirme gayretlerinin buna matuf bir girişim olduğunu göz ardı etmemek gerek.
Bugün dünyanın en büyük servetine sahip aile imparatorluğunu kuran büyükbaba ‘Mayer Amschel Rothschild’in, Osmanlı’nın dağılmasıyla, Filistin topraklarının en verimli yerlerinin Siyonist Yahudilerin eline geçmesini sağlamak için 2 milyon Sterlinlik bir fon tahsis ettiğini, bugün olduğu üzere kontrolü altındaki İngiliz Hükümeti’ne baskı uygulayarak, Balfour Deklerasyonu’nu yayınlattığını, bununla da yetinmeyip Hitleri finanse ederek, zehirli gaz sağlandığını ve bu sayede Filistin topraklarına gitmek istemeyen fakir ve gariban Yahudilerin katledilmesinin teşvik edildiğini de hatırdan çıkarmamak gerekiyor.
Osmanlı’nın hiçbir savaşını övmeyen resmi tarih kitaplarımızın, Mustafa Kemal’in de katıldığı -destansı- Çanakkale Savaşı’nı övmesi anlaşılabilir bir şey. Fakat Afrikalı Müslümanlardan Avustralyalı Anzaklar’a kadar bu savaşa katılan herkesi tek tek zikreden, hatta aralıksız bir şekilde ‘Arapları arkamızdan vurdular’ tezini işleyen resmi tarih kitaplarının Siyonistlerden tek kelimeyle bile olsa bahsetmemesi basit bir hata olmaz. Bu resmi tarih söyleminde rejim kadar bazı çevrelerinde ne kadar etkin olduğunun en açık göstergesi…
Bu durum hem yüzyıllar boyu besleyip sonra da gözünü oydurmak, hem de bir toplumun bilinçaltını yönetmenin en iyi örneği bu olmalı.
Bunlar ve daha fazlası, yakın tarih hatıraları ve araştırma eserlerinde okunmayı bekliyor. Bilmenin yolunun okumaktan geçtiği malum. Lakin bilmek yetmiyor, önlem almak da gerek... Her bireyin kendi başına alabilecek önlemleri var. Mesela, bunlara ait ürünleri tüketmemek bile önemli önlemlerden biri.
***
Modern İsrail Ordusu’nun temeli kabul edilen birliğin komutanının gözüyle bir döneme şahitlik eden hatıra, Çanakkale Savaşı’nın farklı bir yönünü ortaya çıkarıyor. Özellikle Seddülbahir cephesiyle ilgili savaşın dehşetine dair çok çarpıcı tespitler yapan Patterson’un, komuta ettiği askerlerden “Siyonistler” olarak bahsetmesi, Çanakkale Savaşı’na katılan birliğinin asıl davasının ne olduğunu açıkça belirtiyor.
ZMC, Mart 1915 sonunda Gelibolu Cephesi’ne gitmek üzere İskenderiye’den ayrılırken yapılan törende, Başhaham La Pergola Komutan Yarbay Patterson’u Yahudilerin çıkış efsanesini yeniden yaşatacak, İsrailoğulları’nı Mısır’dan Filistin’e ulaştıracak II. Musa olarak ilan etmişti!
Patterson, Gelibolu’dan sonra Filistin’de de İngiliz ordusundaki Yahudi birliklerini yönetmişti. Bu birliklerin içerisinde ileride İsrail’in ilk başbakanı olacak olan David Ben Gurion, 1967’de Araplarla yapılan 6 Gün Savaşı sırasında İsrail Başbakanı olan Levy Eskhol, yine İsrail Cumhurbaşkanlarından Yitzhak Ben Zvi de görev almıştır. Yine bu birliklerdeki birçok Yahudi asker, İngiliz mandası döneminde Araplara ve İngiliz yönetimine karşı çarpışan Haganah adlı paramiliter örgütün çekirdeğini oluşturmuştur.
Dönemin Siyonist liderlerinin çoğu ile tanışıklığı olan Patterson’un, en yakın dostlarından birisi de şimdiki İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun babası Cornell Üniversitesi Tarih Profesörlerinden Ben Zion Netanyahu idi...
***
Herzl ve arkadaşları, Filistin’de bir Yahudi Devleti kurmak için kolları sıvadıklarında, karşılarında çözülmesi gereken en önemli problem, Filistin’in Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde bulunuyor olmasıydı. Kutsal Topraklar, Osmanlı’dan “kurtarılmadıkça” bir Yahudi Devleti kurulamazdı. Bunun için Herzl, bilindiği gibi Osmanlı Sultanı Abdülhamid’le defalarca görüştü ve Kutsal Topraklar’ın Yahudilere bırakılmasını istedi. Bunun karşılığında, başta Rothschild olmak üzere kendisini destekleyen Avrupalı Yahudi finansörlerin yardımıyla, Osmanlı’nın ekonomik açmazını düzeltmeyi vaad etti. Herzl’in anılarında da belirttiğine göre, Abdülhamid tüm bunları reddetti ve Herzl’i son derece sert bir cevapla tersledi. Abdülhamid’in verdiği bu tutarlı cevap, bir anda verilmiş bir karara dayanmıyordu. Osmanlı Sultanı, uzun bir süredir Siyonist hareketi izliyordu ve hareketin Devlet-i Ali için taşıdığı tehlikenin farkındaydı.
Basel’de toplanan 1. Dünya Siyonist Kongresine ise gözlemci olarak Ahmet Tevfik Paşa yollanmıştı. Ahmet Tevfik Paşa Bab-ı Ali’ye yolladığı raporunda Yahudilerin Filistin’de büyük bir devlet kurmayı tasarladıklarını yazmıştı. Filistin’e yerleşen Siyonistlerin yayılma ve genişleme siyaseti güdeceğine, Hariciye Nezaretinin dikkatini çeken Ahmet Tevfik Paşa Kongre’deki Yahudi konuşmacıların sözlerinde temkinli olduklarını, Yahudi milletinin hayati meselelerinden bahsederek ana amaçlarını gizlediklerini kaydediyordu.
Ama Abdülhamid’in izlediği bu temkinli politikaya rağmen, Herzl’in başını çektiği Siyonist hareket kendisine İstanbul’da ilginç destekler buldu. Osmanlı başkenti “crypto jewish” dönme yahudilerle doluydu. Cavit Bey, Nuri Bey gibi saray görevlileri Herzl için lobi yaptılar. Herzl’e destek olan Abdülhamid’in sekreteri İzzet Bey ise masondu hemde sabetayistti. İzzet Bey aynı zamanda Herzl’den rüşvet de almıştı. İşte Sultan Abdülhamitide Selanikten gelen hareket ordusu tahttan indirmişti. Bu ordunun başını çekenler kuşkusuz mason ve sabetayisttiler. Bundan sonraki süreçte Siyonistlerle İttihat Terakki üyeleri masaya oturdular. İttihat Terakkinin siyonistlerle olan bundan sonraki ilişkisini inceleyelim.
Çanakkale olmasaydı, bolşevik ihtilali olmazdı. Bolşevik ihtilal olmasaydı, çarlık Rusyası devam etseydi, Sovyetlerin Komünizmi terk etmesiyle elde dilen Türki Cumhuriyetlerin bağımsızlığı olmazdı. Dolayısyla Çanakkale Zaferi 70 yıl sonra bile Türkler için müspet neticeler vermeye devam ediyor.
Çanakkale cephesindeki direniş, İngilizlerin boğazlardan Rusya’ya yardım götürmesinin önünü kesti. Böylece lojistik ve silah desteği kesilen kısa bir süre sonra savaştan çekilmek zorunda kaldı. Devrimin oluşabilmesi için en önemli nedenlerden birisi de Rusyanın savaşta yenilerek çarın devrilmesiydi. Çanakkaledeki direniş Rusların ingilizler ile bağını koparınca rusya savaştan çekildi.
Bolşevikler, Osmanlıya karşı savaşan Rus Çarına karşı müslümanlar ile ittifak oldular. Bu ittifakın en önemlilerinden biriside İttihatçıların kurduğu Yeşil Ordu Cemiyetidir. Bu cemiyet Rus çarının devrilip Komünist devrimin oluşabilmesi için destek verdiler. Böylece çar devrilecek Rusya’da Osmanlı topraklarından geri çekilecekti.
***
Osmanlı hükümeti, Yahudiler’in Filistin’de oradan oraya göçmesine, seyahat etmesine, Arap çapulculara karşı kendilerini savunacak güvenlik birimleri oluşturmalarına izin vermiyordu. Bunun üzerine, bazıları, gizliden gizliye silah edinmeye ve İngilizler lehine casusluk yapmaya başladı. Aaron Aaronson adlı bir Yahudi’nin yönetiminde kurulan NILI adlı istihbarat örgütü hiç durmadan İngilizler’e bilgi kaçırıyordu. Fakat, Osmanlı yöneticilerinin bu duruma karşı takındığı tavır da sert oldu; bir çok Yahudi yakalandı, veya Mısır’a göçe zorlandı.
Çünkü, artık Osmanlı, bütün Yahudiler’e casus muamelesi yapmaya başlamıştı. Telaviv Yahudiler’den arındırıldı. İngilizler de bu Yahudiler için Mısır’da çadır kamplar oluşturdular. Özellikle ABD bandıralı USS. Tennessee gibi içinde orkestra bulunan gemiler, bu Yahudileri İskenderiye’ye taşıyordu. 1914 yılının Aralık ayında, İskenderiye’de dörtte üçü Rus Yahudisi olan yaklaşık 11.000 göçmen toplanmıştı. Bunlardan Mısır Yahudi Topluluğu ve İngiliz askeri yetkilileri tarafından korunup kollanan 1200 tanesi, Mısır İçişleri Bakanlığı Mülteciler Masası Şefi Mr. Hornblower tarafından Gabbari ve Mafruza kamplarına yerleştirilmişti. Bu mülteciler, kendilerine verilen bir kimlik kartı sayesinde, günde üç öğün yemek yiyebiliyorlar ve kamp içinde çalışabiliyorlardı. 3 Mart 1915 akşamı, 8 kişilik bir Yahudi komitesi, Gabbari kampında, bir akaryakıt firmasının temsilcisi olan Mordehay Margolin’in odasında toplandı. Bu Yahudi mültecilerin durumu görülmeye başlandı.
***
Zion Katır Birliklerininde komutanı İngiliz general Alexander Godley siyonist askerlere şu sözleri tekrarlıyordu; Tanrının seçilmiş evlatları vaad edilen topraklarımıza dönüşümüz yakındır.”
Jabotinsky ve Joseph Trumpeldor , o sıralarda Siyonist liderler yahudileri Filistinde bir devlet kurmak için örgütlüyorlardı. Revizyonist siyonist Zeev Jabotinsky İsrail devletinin kurulmasını Osmanlı devleti’nin parçalanmasına bağlamaktadır. Bu yüzden Yahudi birliklerini İngiliz birliklerine kaydırmak istedi. Bu birlik, 2000 yıldan bu yana, Yahudi tarihinin “bir savaşa katılan ilk askeri birliği” olma şöhretini kazanacaktı. Zeev Vladimir Jabotinsky, İsrail Devleti’nin kurulmasında önemli bir rol oynayan militan Siyonist Revizyonist hareketin kurucusudur. 1903’te hem yazılarıyla, hem de çok etkileyici konuşmalarıyla Filistin’de bir Yahudi ulusal devletinin kurulması yolunda Siyonist görüşler savunmaya başladı. Bu düşüncesi onu, Siyonist hareketin amaçları için, savaşta artık İtilaf Güçleri (İngiltere-Fransa- Rusya) yanında yer alması gerektiğine inanıyordu.
Jabotinsky, 1917 yılında yayınladığı (Turkey and the War ) Türkiye ve Savaş adlı kitabında, I. Dünya Savaşı’nın çıkış nedeninin, İtilaf devletlerinin iddia ettiği gibi Alman militarizmi değil, Şark Meselesi olduğunu ileri sürecekti. Savaşın Osmanlı Asyası’nı paylaşmaktaki ahenk yoksulluğundan çıktığını söyleyen Jabotinsky’ye göre Almanya, tüm Osmanlı’yı himayeye almak bahanesiyle Şark’ın zenginliklerine sahip çıkmak istiyordu. Jabotinsky’ye göre, Osmanlı artık bölünmeli ve milli devletlerin kurulmasına izin verilmeliydi. Bu düşünceler ve Siyonizm davası, onda Osmanlı’ya karşı savaşma fikrini doğurmuştu. Jabotinsky de bu savaşı yüksek sesle öneren ilk kişiydi.
***
Vladimir Jabotinsky der ki;
“Filistin Yahudilere ait olmalıdır. Etnik bakımdan temiz bir Yahudi devletinin yaratılması amacıyla gerekli yöntemlerin uygulanması, herzaman zorunlu ve gùncel olacaktır. Araplar , şimdi bile, onlan ne yapacağımızı ve onlardan ne istedigimizi biliyorlar. Durmadan oldu bittiler yaratmak ve Araplara bizim topraklanmızdan çekilerek çöle dönmeleri gerektigini söylemeliyiz.”
Jabotinsky’nin İskenderiye’ye gittiğinde tanıştığı adam, Rus yahudisi ve siyonist Joseph Trumpeldor adında biriydi. Kendisine orduda tekrar görev verilmesine rağmen Trumpeldor Rusya’da rahat değildi; Filistin’e yerleşerek toprakla uğraşmayı istiyordu. 1914’te Filistin’e geldi ve burada, kendisi gibi göçmüş Rus Yahudiler arasında siyasi faaliyetlere girişti. Jabotinsky ile Trumpeldor, ilk kez Aralık 1914’te, Mısır’da Cabbari mülteci kampında karşılaştıklarında aynı idealleri paylaşıyorlardı.
Trumpeldor, mültecilerden bir lejyon oluşturup bu birliği Türkler’e karşı İngiliz Güçleri’nin hizmetine sunmayı ve bunun karşılığında da İsrail’i kurmakta İngilizler’den yardım almayı savunuyordu. O da, yapılan savaşa katılmazlarsa, Filistin’i Türkler’den koparmak ve İsrail yaratmak için bir fırsat daha olamayacağına inanıyordu. Trumpeldor ve Jabotinsky, İskenderiye’deki bu mülteci kalabalığından yararlandı. 1000 kişilik bir liste hazırlayıp bir dilekçeyle Mısır’daki İngiliz güçlerinin komutanı General Sir John Maxwell’e başvurdular.
Generel Maxwell, bu gönüllülerden diğer Türk cephelerinde kullanılacak bir katır ulaştırma birliği kurulması söylüyordu. Bu birliğin adı da Yahudi Mülteci Katır Birliğiydi. Jabotinsky ve komite üyeleri bu teklifi derhal reddettiler. Trumpeldor, bu birliğin Sion yolunu açacağı’na kalpten inanıyor ve sadece Yahudiler’den kurulu böyle bir birliğin, İsrail’i özgürlüğüne kavuşturacak gücün başlangıcı olacağını iddia ediyordu.
Tam bu noktada, sahneye Yarbay John Henry Patterson adlı bir İngiliz subayı girdi. Paterson İrlandalı Protestan bir babadan doğmuş siyonist fikirlere sahip askerdi. Kraliyet istihkamcılarından olan bu demiryolu mühendisiydi. General Maxwell Patterson’u Kahire’ye çağırdı. Onun Eski Ahit ve diğer dini kitapları okumuş, tarihi Yahudi kahramanları hakkında bilgi sahibi bir adam olduğunu biliyordu. Patterson Yahudiler’e de çok sempati duyuyordu. Bu nedenle kısa zamanda Jabotinsky ve Siyonizm destekçisi olmuştu.
19 Mart günü, Mafruza kampında göçmenlere hitaben yapılan bir toplantıda, Patterson; savaşta ileri hatlara cephane ve malzeme taşıyan bir kişinin, ileri hatta düşmana kurşun sıkan kişi kadar cesur olması gerektiğini vurgularken, onlara eşlik eden Gen. Alexander Godley de, Bugün İngiliz halkı, Yahudilerle bir akit (anlaşma) imzalamıştır dedi.Böylece, Yahudi Katır Bölüğü, Mısır’da, 23 Mart 1915’te, Yarbay Patterson yönetiminde göreve başladı. Trumpeldor, birlikteki 2. komutandı.
İkisi, Kahire’den Yahudi mültecilerin yaşadığı İskenderiye’ye gittiler ve Rue Sesostris 14 numarada bir karargah kurdular. 31 Mart’ta, Yahudi toplumunun önde gelenleri, özellikle de Hahambaşı Prof. Raphael de la Pergola’nın yardımlarıyla Gabbari’de gönüllü kaydettiler. İlk 500 kişiye yemin ettiren Hahambaşı Pergola, yaptığı konuşmada Patterson’u, İsrail’in Mısır’dan Vadedilmiş Ülke’ye ulaşmasını sağlayacak ikinci bir Musa olarak nitelendiriyordu.
Başlangıçta bu birliğe karşı olan Jabotinsky ise, Roma, Paris ve Londra’ya giderek İtilaf Güçleri’nin içinde tam teşkilatlanmış bir Yahudi lejyonu kurulmasına destek vermeleri için birtakım devlet adamlarıyla görüşmeler yapmaya başladı. Ama, görünürde böyle bir iş için umut yoktu. Tam bu sırada, İskenderiye’deki Rus konsolosu Petrov, Mısır ve İngiliz yetkililerini uyararak, Rus Yahudileri’nin Rusya’ya geri gönderilmelerini ve Rus ordusunda kullanılmasını istedi.
Hahambaşı Pergola, Jabotinsky ve Yahudi banker Edgar Suarez’in de yardımıyla, ilişkilerini kullanarak bu konunun rafa kaldırılmasını sağladı.Bu yeni birlik, Mısır Seferi Gücü’nün bir birliği olarak tasarlandı. Birlik, 737 adam, 5 İngiliz ve 8 Yahudi subaydan oluşacaktı. 20 at ve 750 yük katırı, eyer ve yük sandıkları, her biri 4 galon su alan bidonlar İskenderiye’de temin edildi.Yahudi subaylar, İngilizler’den yüzde 40 daha az ücret alacaktı. Birlik, her biri iki subaylı 4 takıma, her takım, bir çavuş yönetiminde 4 bölüğe, her bölük de başlarında birer onbaşı olan alt birimlere ayrıldı. Emirler İngilizce ve İbranice verilecekti. Hahambaşı da onursal din görevlisi olarak nitelendi. Subayların ve askerlerin birçoğu yüksek okul okumuş ya da öğretmenlik, avukatlık yapmış profesyonel insanlardı. Sıhhiye ekibinin başına getirilen Dr. Meshulam Levontin de bunlardan biriydi.
Yahudi Katır Bölüğü, 562 adamla 17 Nisan 1915 günü Anglo-Egyptian ve Hymettus gemileriyle Gelibolu’ya doğru yola çıkmış ve 25 Nisan 1915 günü de yarımadaya ayak basmıştı. Hepsinin yakasında da sarı renkli Davut yıldızı motifli birlik arması işliydi. Birlik ikiye bölünmüştü; yarısı ünlü 29. Tümen’le birlikte Seddülbahir’e, diğer yarısı da Anzak Kolordusu’yla birlikte Arıburnu’na çıkarılmıştı.
Ancak, bu ikinci grup, görünürde nedensiz, Mısır’a geri gönderildi. Hamilton’un bir mektubunda belirttiğine göre, bu tasarrufun nedeni, Anzac askerlerinin, Katır Birliği mensuplarını Türk zannederek” vurmalarıydı. Diğer grup ise, savaş boyunca Seddülbahir’deki tek ulaştırma birliği oldu ve yoğun ateş ve inanılmaz güç şartlar altında, ön cephelere su, cephane, yiyecek ve diğer ihtiyaçların ulaştırılması görevi yaptı.
Savaşta aynı ölçüde şöhret kazanan İngiliz ve Hint güçlerinin yanı sıra Yahudi Mülteci Katır Bölüğü (Zion Katır Bölüğü olarak bilinir), Suriye ve Filistin’deki mülteci Yahudiler’den kısa sürede teşkil edilmişti. Ağırlıklı olarak Rusya kökenli bu insanlar Mısır’a güvende olmak için gelmişlerdi. Albay Patterson, bunlar arasından 750 katırla 500 adam seçmekle görevlendirildi. Emirler kısmen İbrani, kısmen de İngiliz dilinde veriliyordu. Bu adamlar, 1915’te Süveyş Kanalı’ndaki savaşta Türkler’den ele geçirilen tüfeklerle silahlandırılmışlardı. Bu birlik, büyük bir olasılıkla, İsa’dan sonra 70’de Kudüs’ün düşüşü sırasında, Titus’un idaresindeki Roma ordusuna karşı savaşan Yahudi güçlerinden sonra savaşmış ilk Yahudi birliğiydi.
Birlikte, kimi zaman sonu herkesin önünde kamçıyla cezalandırmaya varan ciddi disiplinsizlik olayları görülüyordu. Ayrıca, Yahudi idealistlerle birlikte Mısır’daki mülteci kampının zor şartlarından kurtulmak için birliğe yazılmış olanlar arasında çatışmalar oluyordu.
Gelibolu savaşı sona erdiğinde, birlik 8 üyesi kaybetmiş, 25’i de yaralanmıştı. Katır kaybı ise 47 idi. 1915’in Haziran ayında Patterson, adam toplama, bir üs kurma ve iki birlik daha oluşturması için İskenderiye’ye gönderildi ama Gelibolu’daki birlik için Kahire’den sadece 150 kişilik bir takviye alabildi. Zion Katır Bölüğü’nün görevine, bir destek birliği olarak 26 Mayıs 1916’da son verildi.
Jabotinsky, özetle “Savaşmak amacıyla Gelibolu’ya gidiş, Siyonizm’e yepyeni ufuklar açmıştır. Eğer biz 2 Kasım 1917’de Balfour Deklerasyonu ile Filistin’de yurt edinme konusunda söz aldıysak, buna ulaşan yol Gelibolu’dan geçmiştir.” demiştir.
***
ESAD & VEHİB PAŞA
Bu arada Çanakkale Boğazı’nın kilidi sayılan Conkbayırı’nı düşman kuvvetleriyle çarpışan Korgeneral Mehmet Esat Bülkat Paşa, Çanakkale’deki hizmetlerine ödül olarak 15 Eylül 1915’de Tümgeneralliğe yükseltilmişti. Goltz Paşanın Bağdat Komutanlığı’na gitmesi üzerine 3 Kasım 1915’de 1. Ordu Komutanlığına atandı. Arıburnu ve Anafartalardaki Kuzey Grubu Komutanlığı’na 3.Kolordu Komutanı Esat Paşa görevlendirildi. Esat Paşa, İtilaf Kuvvetlerinin Çanakkale Boğazını geçerek İstanbul’a gelmesini önleyen üç önemli kumandandan biri olarak tarif edilmektedir. Prof. Dr. Yalçın Küçük’e göre Selanik Yanya doğumlu Esat ve Vehib Paşalar sabetayist asıllıdırlar. Selanikli akraba bağları ve cumhuriyetin ilk yıllarındaki konumları bu iki paşanın sabetayist olabileceği tezini güçlendirmektedir. Nitekim Esat Bülkat Paşa aile çevresinden Celal Bülkat tarafından Necdet Kent ile akrabadır.
Necdet Kent Temmuz 2007 itibariyle Coca Cola’nın CEO’su görevine atanan Muhtar Kent’in babasıdır. Necdet Kent, Kent savaştan sonra Türkiye’nin New York Başkonsolosu olarak görev yaptı ve bunu takiben Yeni Delhi, Stokholm ve Varşova’da büyükelçilik görevlerinde bulundu. 1941 - 1944 arasında Türkiye’nin Marsilya Başkonsolosu idi. II. Dünya Savaşı sırasında birçok Yahudi’ye Türk pasaportu vererek hayatlarını kurtardı. Nazi işgali altındaki Fransa’da geçirdiği bu yıllardaki kahramanlıklar Alman toplama kamplarına giden treni durdurmakla sınırlı değildi. Aynı zamanda güney Fransa’da yaşayan veya oraya kaçan, geçerli Türk pasaportu olmayan birçok Yahudi’ye Türk kimliği sağladı. Artık emekli bir diplomat olan Kent’e, 15 Mayıs 2001 tarihinde, İsrail’den gelen ve üzerinde “Bir can kurtarmak dünyayı kurtarmak gibidir” yazan özel bir madalya ile beraber Türkiye’nin en yüksek şeref madalyalarından birisi olan Üstün Hizmet Madalyası verildi. Ayrıca, yazar Ayşe Kulin’in yazdığı ve II. Dünya Savaşı sırasında Yahudiler’in çektiği Nazi zulmünü anlatan “Nefes Nefese” adlı romanda geçen “T.C. Marsilya Başkonsolosu Nazım Kender” karakteri de Necdet Kent’i temsil eder.
Çanakkale’nin diğer komutanı ise Mehmet Vehib (Kaçı) Paşa, Esat Paşa’nın küçük kardeşidir. Esat ve Vehib Paşa, bir dönem milletvekilliği yapmış Kazım Taşkent’in amcalarıdır. Taşkent Almanya’da yüksek kimya öğrenimini yapmış 1926’da Alpullu Şeker Fabrikası’nın kuruluşunda önemli görevler üstlendi. 1944’de ise Doğan Sigorta Şirketi’ni ve Yapı Kredi Bankasını kurmuştur.
1912 Balkan savaşlarında Vehib ve Esat Paşa kardeşler doğdukları Yanya şehrine komutan atandılar. Balkan savaşında Yanya şehrini Kolordu komutanı olan Esat Paşa ve Müstehkem Mevki komutanı Kaymakam Vehib bey savundu. Bu iki kardeş 482 yıldır Osmanlı hakimiyetinde olan bu şehri Yunanlılara teslim ettiler. Esir düştülersede barış görüşmelerinden 9 ay sonra serbest bırakıldılar.
Vehib ve Esat kardeşler Çanakkalede savaşındada aynı cepheye düştüler. Savaş sırasında Vehib Paşa tuğgeneralliğe getirilerek Kafkasya’daki 3.Ordu Komutanlığına getirildi. Yaptığı taarruzlar bir neticeye varmadığı gibi Ruslar’ın Doğu Anadoluyu işgaline neden oldu. Savaşın sonuna doğru Vehib Paşa Şark Orduları komutanlığına getirildi daha sonra 1. Ordu Komutanlığına atandı. Mondros savaşından sonra Batumda petrol yolsuzluğuna karışmaktan dolayı Divanı Harp’te yargılanarak 4 ay hapis cezası aldı fakat hapis yatmadı bir gecede apar topar kaçırıldı.
Vehib Paşa milli mücadeleyede karşıydı. Fakat ne hikmetse milli mücadeleden sonra akrabaları yakınları cumhuriyette söz sahibi oldular ve sermayelerini büyüttüler.
Çanakkale’deki ünlü söz, (ölmek var dönmek yok) Esat Paşa tarafından söylenmiştir.
***
SABETAYİZM VE İNGİLİZ PROTESTANLIĞI
İngilizlerin dini Püritenizmdir. Yani diğer bir tabirle “İngiliz Yahudiliği”dir.
İngiltere Protestanlığın kök saldığı ülkelerden birisidir. Doğrudan Tevrata bağlı olarak Protestan hristiyanlığın bilakis ingiliz protestanlığı (Püritenizm) inancında İsrailoğullarını sevmek, korumak, Tanrının İsrailoğullarına verdiği seçilmişliği kabul etmek ilahi bir emir ve inanıştır. Bu nedenledir ki 1948’de İsrail devletinid e İngiltere kurmuştur. Ve bugünde İsrail devletinin en ateşli destekçisi en ateşli savunuculuğunu en güçlü dünya ülkelerinden İngiltere ve Amerika yapmaktadır.
Bu iki protestan ülke İsrail’in amili bekçisi durumundadır. İngiltere’nin ve Amerika’nın bu tutumu Tevratta Yeşaya bölümünde yazan kehanetede birebir uymaktadır;
“Yabancılar senin surlarını onaracak, Kralları sana hizmet edecek, Çünkü sana kulluk etmeyen ulus yada krallık yok olacak. Uluslar ve krallar bir anne gibi seni emzirecekler. (Tevrat-Yeşaya Bap. 60 / 10.12.16)
1844’de İngiltere’de, John Thomas tarafından Christadelphians (Kristadelfiyan, Mesihte Kardeşler) adıyla yeni bir Protestan mezhebi kuruldu. Mezhep, açıkça Yahudilerin Kutsal Topraklar’a dönmesi gerektiğini savunuyordu. Daha sonra Yahudilere destek de sağladı, Siyonizmin öncülerinden Hibbat Zion hareketine yardımda bulundu.
19. yüzyılda doğan bazı Protestan mezhepleri, Yahudilerin Kutsal Kitap’taki kehanete uygun olarak Kutsal Topraklar’a dönmeleri gerektiği düşüncesini, teolojilerinin temeli haline getirdiler. 1830’da İngiltere’de John N. Darby tarafından kurulan ‘Plymouth Brethren’ (Plymouth Kardeşliği) mezhebi, tüm Kutsal Kitap kehanetlerinin, Yahudilerin Kutsal Topraklar’a dönmesi üzerine kurulduğu doktrinini kabul etti. Buna göre, İsa Mesih’in ikinci gelişinin ardından, İsa ve ona bağlanan Yahudiler, Kudüs’ten tüm milletleri yöneteceklerdi. Çoğu Köktenci Protestan kilisesi, bu düşünceyi kabul etti ve bugüne dek korudu.
İşte Protestanları, Siyonist yapan düşünce budur. Protestanlık’taki bu Siyonist etki birçok grubu kapsamıştır. Hıristiyan Siyonizmi, çok sayıda Protestan devlet adamını da etkilemiştir. Protestanlar, Eski Ahit (Tevrat)’a bağlanırken, Mesih inancını ve Yahudilerin dünyayı yönetme hakkına sahip olduklarını da kabul etmişlerdi, Hıristiyan Siyonistler, yani Yahudilerin Kutsal Topraklar’a dönüş projesine gönülden destek veren Protestanlar, tarihte başka hiçbir örneği olmayan bir şey yapıyorlardı. Bir dinin bağlıları, büyük bir arzu ve heyecanla bir başka dinin bağlılarının isteklerini yerine getiriyordu. İşte Püriten (Protestan) gelenekten gelen bu Yahudi sempatizanı etki, 20. yüzyıla gelinirken Hıristiyan Siyonizmi’ni doğurdu.
Sabetay Sevi olayı bile, Yahudilerin Siyon’a dönmesi gerektiğini savunan İngiliz Protestanlarını bu düşüncelerinden alıkoymadı. Çünkü onlar yoğun bir Eski Ahit (Tevrat) eğitiminden geçmişlerdi ve Filistin’i Yahudilere ait bir toprak olarak görme isteklerinden vazgeçmiyorlardı. Böylece 18. yüzyılda bir tür Yahudi olmayan Siyonizm (non-Jewish Zionism) İngilizler arasında yerleşik hale geldi. Bu bakış açısı, bugün Ortadoğu’da yaşanan trajedide de büyük rol oynamaktadır.
Sabetay Sevi’de yahudileri sürgünden geri toplayacak, Süleyman Tapınağını yeniden inşa edecek ve İsrail’in krallığını ilan edecektir. Sabetay Sevinin 18 emrinden birisinde de şöyle söylemektedir; Kesin imanla, Sabatay Sevi’nin hakiki Mesih olduğuna ve dünyanın dört bir yanına dağılmış İsrail’in sürgünlerini toplayacağına inanırım.
İşte Sabetayizm ile İngiliz Protestanlığının ortak noktası, Yahudilere Filistinde bir devlet kurmaktır. Sabetayizmin ve Protestanlığın ortak noktası Yahudileri sürgünden Filistinde toplamak, Süleyman Tapınağını yeniden inşa etmek ve Yahudilerin başında olduğu bir İsrail Krallığı kurmaktır.
Burada Protestanlık, Sabetayizm, Siyonizm ve Masonluğun buluştukları ortak nokta bir kere hepsinin kaynağı (Tevrat)’tır. İkincisi hepside Süleyman Tapınağının yeniden inşa edilmesini istemektedirler, üçüncüsü hepside Kudüste mesih krallığı yani İsrail Krallığının kurulmasını istemektedirler. Yani özetleyecek olursak Birinci Dünya Savaşında savaşan İngiltere’nin, Dünya masonluğunun merkezi Fransa’nın, Osmanlı Devletinin müttefiki Protestan Almanya’nın ve Osmanlının İttihat Terakkiye bağlı mason ve sabetayist komutanların hepsi aynı zihniyete aynı düşüncelere ve aynı amaca sahiptirler.
Çanakkale ve Gelibolu cephesindeki mason ve sabetayist komutanların, İttihat Terakkiyi kuran mason ve sabetaycıların amaçları doğrultusunda Filistinde bir Yahudi devleti kurulmasını istemiyorlar mıydı ? Sabetayistler eğer müslüman oldularsa gizli siyonist olduklarının garantisini verebilir misiniz ?
Peki Çanakkale, Gelibolu, Kafkas, Yemen ve Filistin cephesini savunan İttihat Terakkinin mason ve sabetayist komutanları Filistinde bir Yahudi devleti kurulmasını istemiyorlar mıydı ? Jabotinsky’nin dediği gibi Filistinde bir yahudi devletinin kurulabilmesi için Osmanlının yıkılması gerekiyordu.
Peki İttihat Terakki Birinci Dünya Savaşına Osmanlı devletini bilinçli ve planlı bir şekilde sokarak yıkılmasına çanak tutmadılar mı? İttihat Terakki savaşı bilerek kasıtlı planmış bir şekilde kaybetmiş olamazlar mı ?
Ve diğer savaşlar ? Bu savaşların hepsinin bir amacı vardı. Ortadoğu petrolleri ve Filistinde İsrail devletinin kurulmasıydı.
İngilizlere protestan inancının vermiş olduğu inanış nedeniyledir ki püritenist ahlak ve inanış doğrultusunda Hristiyan Siyonistlerde diyebiliriz.
Çanakkalenin ve Gelibolunun İngiliz ve Osmanlı devletinin komutanları da İsrail (yahudi) kavminden olup siyonisttiler. Düşman iki ülkenin komutanlarıda siyonistti. Osmanlıyı birinci dünya savaşına sokan İttihat Terakki Cemiyetini kuranlar mason ve sabetayisttiler. İttihat Terakki’nin daha kuruluş aşamasında hangi sınıfın çıkarlarını koruduğuda bilinmemektedir. İttihat Terakki’nin sınıfsal etnik kökeni konusunda derli toplu bir araştırmada bulunmamaktadır. Selanik’in güçlü adamlarından Rahmi Bey, yine Selanikli Talat Bey, Cavit, Mithat Şükrü ve Emanuel Karasu gibileri İttihat Terakkinin politikalarının gerçek sahipleridir.
Osmanlı Devleti’nin müslüman elitinin, elinde sermaye biriken Yahudi ve Sabetaycılarla ittifak içinde olduğua bilinmektedir. Sonra Çanakkale ve Gelibolu savaşlarında cepheye komutan olanlarda hep Selanikliydiler. Daha da açacak olursak Çanakkale savaşları Osmanlı ordusunun başındaki Selanikliler, Alman birliklerin başında Yahudi asıllı siyonist komutanlar ve İngilizler ve Siyon Katır Birlikleri arasında geçmiştir.
Peki I.Dünya savaşında İngilizlerin amacı Çanakkale üzerinden İstanbulu işgal etmek miydi yoksa Osmanlı Devletinin Ortadoğu petrolleri ile bağını kopararak ve Filistinde bir Yahudi Devleti kurmak mıydı ?
Peki Çanakkale ve Geliboludaki şehitleremize ilahi saldırı emrini vererek Türk askerleri ateşin üzerine sürenler hangi amaç için ve hangi tarafın galip gelmesini istedikleri için bu emri verdiler ?
Kasıtlı bir şekilde planlanmış bir Türk-Müslüman kırımından bahsedebilir miyiz..?
TİYATRO İZLİYORUZ...
OYUNCULARI VE SAHNESİ BİZDEN...
OYUNUN METNİ VE YÖNETMENİ BAŞKALARI!
Yüzyıllardır bu coğrafyada denge unsuru konumundaki Osmanlı’nın torunları, sahneye konulacak oyunun figüranları olarak “Lozan tiyatrosu”na davet edilir.
Görüşmeler esnasında Fransız Klemenso, Kur’an-ı Kerim’i havaya kaldırarak:
“Bakınız bu görüşmelerde aylardan beri bir adım dahi atamıyoruz. Bunun sebebi açıktır. Eğer bu kitaba bağlı olacaksanız, biz size bağımsızlık vermeyiz. Çünkü bu kitap siz Müslümanlara; Hıristiyan ve Yahudilerle dost olmamayı emrediyor. Bu kitaba uymaya devam ederseniz, düşmanlığı sürdüreceksiniz demektir. Bu şartlarda da sizinle barış yapmamız mümkün olmaz” der ve görüşmeleri kilitler.
İddialara göre, İsmet Paşa (İnönü) ile Lozan’a giden siyonist doktrinci Haim Nahum, müzakerelerin çıkmaza girdiğini görünce, Türk heyeti adına “Hilafet’in kaldırılarak, İslâm’la olan bağlardan yeni kurulacak devletin koparılacağı” garantisini verir.
Ancak, verilen bu teminatlar sonucu bir anlaşmaya varılabilir. Nitekim, Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra, 3 Mart 1924 tarihinde Meclis’te alelacele görüşülerek kabul edilen kanunlar, yeni siyasi yapılanmanın istikametini göstermesi açısından önemli ipuçları veriyordu.
Aynı gün çıkarılan”Hilafet”in kaldırılmasıyla ilgili kanunla, yeni devletin İslâm dünyası ile bağlarını koparacak, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile de medreselerin kapatılması sağlanacaktı.
Haim Nahum’un, “Biz Türk milletini bağımsızlığa kavuşturduk, ama manen yıktık. Bir daha ayağa kalkamazlar” deme cüretinin altında yatan gerçekler neydi acaba? Belki de bu sorunun cevabı yaşadığımız olayların içerisinde gizlidir.
Ve ilginç bir anektod. İngiliz Devlet eski Başkanı Wilson Churchill, 1932 yılında Avam Kamarası’da yaptığı konuşmada milletine ve temsilcilerine şu beyanatı vermektedir: “Türkleri güç ve ağırlık olarak yüz grama çıkarmamalı, elli grama ise hiç düşürmemeliyiz. Onları biraz kuruyunca sulamak, biraz yeşerince de budamak icap eder. Ellerindeki Kur’an-ı Kerim’i alamazsak, Türkleri yenmemiz mümkün değil. Öyleyse şimdiden Türkiye’ye karşı dinsizlik silahlarını çevirerek, en hassas imanlı kalplerinden vurmaya hazır olmalıyız.”
1932’de Ezan’ın Türkçeleştirilmesi, Kur’an’ın Arapça olarak okunmasının yasaklanması, başörtüsünün okullarda sorun haline getirilmesi, “Kur’an’ı kapa, kadını aç” felsefesinin ayyuka çıkarılması, Sünnî-Alevî kesimin mezhep kavgasına sürüklenmek istenmesi, Güneydoğu’da kardeşi kardeşe kırdırma politikası... Evet, bunlar Müslüman coğrafyada, sırası geldikçe sahnelenen senaryoların bazı bölümleri.
Ve Basel’de alınan kararların 3. maddesi hâlâ uygulanma aşamasında... Gerek ülkemizde ve gerekse yanıbaşımızdaki “Ortadoğu”da yaşanan sıcak olaylar, geleceğe dair çok önemli ipuçları veriyor.
Siyonistlerin “Arz-ı Mev’ûd”hayalleri için kasıp kavurduğu İslâm dünyası her gün farklı bir felaketle sarsılıyor.
Dörtbin yıllık geçmişi bulunan Yahudi kavmi, Dünyanın tek hükümet tarafından yönetilmesini Kral Hammurabi zamanından beri içinde taşıyor. Yaklaşık yüzyirmi yıl önce Filistin’de yeni bir Yahudi Devleti kurmak için oluşturulan Siyonizm akımı; “Arz-ı Mev’ûd”a ulaşmak için bütün yolları deniyor. Siyonizmin isim babası Theodor Herzl(1860-1904) 1897’de Basel’de topladığı “Dünya Siyonist Kongresi”yle “Büyük İsrail”e ilk adım atarken, bu oluşumun eylem babası Chaim Weizmann(1874-1952) Filistin topraklarında “büyük işgal”in önünü açıyor.
Yeni Küresel Sistem”de hiçbir temsil yetkisi tanınmayan Müslümanlar; artık başta siyonist İsrail ve Amerika olmak üzere, Batı’nın topyekün “Dönüşüm Projesi”nin hedefi konumundadır
Ortadoğuda ve diğer Müslüman coğrafyadaki ülkeler ve halklar, özgürlüklerini kazandıklarını sanırlarken, sahip oldukları en büyük birlik olan İslam Birliği yıkılmıştır çünkü. Ve İslam Birliği’ni yıkarsan, ortaya birbiriyle uzaktan yakından alakası olmayan, birbirini önemsemeyen 57 tane İslam ülkesi ve iki milyarlık bir Müslüman nüfusu çıkar.
Yüzyılın en büyük olayı olan Hilafet’in ilgası, bugün hala tartışma konusu ne yazık ki... Ne yazık ki diyorum çünkü, bunu tartışanlar gayrimüslimlerden ziyade Müslümanlar. İçinde bulunduğu çağa öylesine ayak uydurmuş Müslümanlar var ki, dünya üzerindeki bütün Müslümanların ve Müslüman devletlerin birleşmedikçe, durmadan şikayet edip, yakınıp durdukları bu sistemin ortadan kalkmayacağını hala idrak edebilmeye muvaffak olamıyorlar.
Bakmayın siz sürekli yok ‘’sistem kötü, sömürü düzeni, siyonist sistem, kapitalist düzen...’’ falan filan dediklerine, bu adamlar bizzat o şikayet ettikleri sistemin ekmeğini yiyen modern kölelerden başka bir şey değillerdir.
Bu gibi adamlar, Kur’an’daki ‘’Bölünmeyin!’’ emrini yalnızca ‘’mezheplere bölünmeyin!’’ olarak algılarlar çünkü. Ona karşı savaştığını söylediği sistemin kurduğu ulus devlet düzenine o kadar alışmış, o kadar benimsemiştir ki; İslam Birliği denince aklına ilk gelen şey acaba ulus devletlerine ne olacağıdır. Diğer bir taraftan 57 tane İslam ülkesiyle bir arada olamayacaklarına, bu kadar büyük bir coğrafyadaki ülkelerin hepsinin birlikte idare edilemeyeceğine inanır.
Fakat 25 milyon kilometrekare toprağa direkt olarak, dünyanın kalan tüm diğer coğrafyalarına da gönderdiği mektuplarla, elçilerle ve birliklerle, hiçbir teknolojik alet olmaksızın 600 yıl hükmeden bir devleti akıllarına dahi getirmezler. Şu anki teknolojik aletleri, iletişim ve ulaşım araçları hesaba katılınca bu işin ehil ellerde çok daha iyi bir şekilde yapılabileceği fikri, ne yazık ki bu gibi kafası Edirne ile Kars arasına sıkışmış olan insanların aklı almaz.
Osmanlı’nın nasıl yıkıldığını, hangi amaç doğrultusunda yıkıldığını ve bize doksan senedir bağımsızlığımızı kazandığımız martavalının aslında ne olduğunun farkına varmalıyız.. Bu yazıda bilhassa Lozan’ı ve sonrasını konuşacaz inşallah. Zira üzerinde bulunduğumuz konunun asıl kilit noktası İsviçre’dedir. Lozan’da..
MACERA BAŞLIYOR;
MUASIRLAŞMA MACERASI!
1922, İsviçre, Lozan..
I. Dünya Savaşı, 1914’de başlamış ve 1918’de sona ermişti. Geçen dört sene içinde başta İngiltere ve Fransa olmak üzere batılılar, Osmanlı coğrafyasını tamamıyla işgal etmişlerdi. Balkanlar, Arap Yarımadası, Afrika, Kıbrıs, Kafkaslar...
Plan ise yüzyıl öncesinden belliydi; yeryüzünde kendilerine engel olan son imparatorluğu ortadan kaldırarak, yeni yüzyılın düzenini ulus devletler şeklinde kurmak. Bu yüzden işgallerin tamamı, ulus devletlerin kurulmasıyla sonuçlanmıştır.
Savaş 1918’de bitmişti. Fakat payitaht İstanbul tam da savaşın bittiği tarihte işgal edildi. Onlar bir yeri işgal ettiklerinde, arkalarında kendileri için çalışacak bir sistem, bir cunta kurmadıkça asla orayı terk etmezler. Önce işgal ederler, bir süre kalırlar, bu süre içinde eski sistemi tasfiye eder ve kendileri için çalışacak bir yeni cunta kurarlar, ardından da çekilirler. Halka ve dünyaya bölgede yenildiklerini ve bu yüzden çekildiklerini duyururlar. Çünkü yenilirlerse, kazananlar bağımsız olmuş demektir. Böyle düşünmelerini, buna inanmalarını sağlarlar. Ve onlar, bu insanlar kendilerini özgür sanırlarken yaptıklarını, işgal sırasında dahi yapamazlar.
İngilizler 1918’de girdikleri İstanbul’dan 1923’de çekildiler. Bu beş sene içinde bir tane savaş söz konusu değildir. Tabi bir de şunu unutursak tarihe ayıp ederiz; İngilizler gemilerle İstanbul’a vardıklarında, ellerinde bayraklarla onları karşılamaya gelen bir grup vardı. Bu grup ‘’dostlarımız bizi kurtarmak için geldi’’ diye limanda bayrak sallayarak, alkışlarla karşıladılar İngiliz gemilerini. Grubun ismi mi? Ha yabancı değil, bizim Jön Türkler..
Tam beş yıllık bu süre içerisinde İngilizler Osmanlı Devleti’nin bütün üst düzey bürokratlarını ve askerlerini tutukladılar. Tabi o kadar zaman boyunca boğaz manzarası izleyip, adam tutuklamakla uğraşmadılar. Elbette ki bir sistem kurma arayışındaydılar.
1922 yılında, yeni kurulacak olan Türkiye Devleti’nin sınırları ve kuruluş şartlarının anlaşmaya bağlanması için Lozan’da toplanıldı. Henüz o tarihe kadar ne Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, ne halifelik kaldırılmış, ne de Osmanlı Devleti yıkılmış idi.
Yani şöyle bir düşünün, İstanbul neden savaş bittikten sonra işgal edildi?
İstanbul’da hala almak istedikleri ne vardı? Tüm yeraltı kaynaklarını haritalarla belirlemiş ve buna göre işgal yapmışlardı.
Bize kalan toprak parçasında ise petrol falan yoktu.
İyi de ne vardı?
Neden savaş bittikten sonra tam beş sene kaldılar İstanbul’da?
İstedikleri şey çok açıktı; hilafeti yıkmak. Yıkmak için geldikleri birliği yıkmak, tarihe gömmek.
Bunun yanındaki tüm maddeler, şartlar ve anlaşmalar hep ikinci üçüncü plandadır. Boğazlar, yeni kurulacak devletin sınırları, tazminatlar falan filan.. Lozan’ın toplanmasının asıl amacı hilafeti resmen yıkmaktır. Dönemin İngiltere dış işleri bakanı Lord Curzon ‘un önderliğinde toplanan Lozan Konferansı, dünyada yeni bir çağın başlamasının tescilidir. Çünkü Curzon, hilafeti yıkmadıkları takdirde kurulacak devleti tanımayacaklarını söylemiştir.
Şimdi ben buradan bağımsızlıklarını kazandıklarını söyleyen, buna inananlara sesleniyorum;
Hangi bağımsızlık?
Bu adamların istedikleri her şartı kabul ettikten sonra, kuracağın devlet bağımsız mı oluyor, yoksa kukla mı? Ama henüz durun. Daha konuşacağımız çok şey var.
Şimdi size, aslında olayı daha yazının ortasında çözebileceğiniz bir kilit nokta söyleyeyim. Keza bu kilit nokta, her şeyin ama her şeyin açıklaması;
20 Kasım 1922 yılında başladı Lozan Konferansı.
24 Temmuz 1923 tarihinde sonlandı.
Türkiye Devleti 23 Ağustos 1923’de Lozan’ı kabul etti.
Fakat;
Henüz hilafet yıkılmamıştı.
Bununla beraber, konferansa katılan devletlerden;
İtalya 12 Mart 1924’de,
Japonya 15 Mayıs 1924’de,
İngiltere 16 Temmuz 1924’de,
Fransa 6 Ağustos 1924’de anlaşmayı kabul etmiş ve
Cemiyet-i Akvam’da da Eylül 1924’den itibaren resmen duyurulmuştur.
Şimdi elinize bir takvim alın ve dikkatinizi buraya verin;
Hilafet’in ilgası 3 Mart 1924’tür.
Yani yeni kurulan Türk devleti, hilafeti ilga etmedikçe, hiçbir devlet tarafından tanınmış değildir. 3 Mart 1924 tarihinde Hilafet’i resmen kaldırdıktan sonra, tanınmalar arka arkaya gelmiştir. Çünkü Lozan Anlaşmasının asıl toplanış amacı ve birinci şartı olan Hilafet’in ilgası, söz verildiği gibi vuku bulmuştur. Hilafetin ilgasından yaklaşık yedi ay sonra batılılar Türkiye’yi resmen tanımaya başlamışlardır.
Konferansın Hilafet ile ilgili asıl ana maddeleri şöyledir;
Hilafet ortadan kaldırılacak,
Halife ve ailesi sürgün edilecek,
Halife ve ailesinin tüm mal varlığına el konulacak,
Türkiye, Hilafet’i desteklemek için yapılacak her türlü ayaklanmayı durduracak,
Türkiye İslam dini ile ilişkilerini tamamıyla kesecek,
Türkiye’nin yeni anayasası seküler (laik) ilkelere dayanacak ve İslami yasalara dayanan bir anayasa olmayacaktır.
Bunlar Lozan Konferansı’nın toplanmasındaki ana amaçlardı. Elbette bunun yanında bir sürü teferruat da yapıldı. Mesela; ‘’Türkiye Devleti’nin ilk on yılında eğitimi, ekonomisi ve hukuku İngiltere ve Fransa başta olmak üzere batılı devletler tarafından denetlenecektir.’’ gibi maddeler de var.
Lozan’ı ve Hilafet’in ilgasını bir de İngiliz ve Fransız arşivlerinden ve tarihçilerinden dinleyin.. O arşivlerde nelerin gizli olduğunu görün, çünkü bizim arşivlerimize hala bazı yasaklar nedeniyle erişemiyoruz. Ve Lozan’da ne dehşet verici olayların döndüğünü bizzat İngiliz arşivlerinden okuyun.
Şimdi gelin bu maddeler yürürlüğe girmiş mi birlikte bakalım;
Meclis 23 Ağustos 1923’de Lozan Anlaşması’nı kabul etti.
29 Ekim 1923’de cumhuriyet ilan edildi.
3 Mart 1924’de Hilafet ilga edildi.
Aynı gün Osmanlı Hanedanı’nın yurt dışına çıkarılması kararlaştırıldı.
Aynı gün Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlüğe sokuldu.
Aynı gün Şeri’ye ve Evkaf Bakanlığı kaldırıldı ve yerine Diyanet İşleri Başkanlığı getirildi.
Hilafetin ilgasından sonra batılı devletler Türkiye’yi tanımaya başladı.
Hilafetin ilgasının ardından 20 Nisan 1924’de anayasa yürürlüğe girdi.
Buraya kadar çok açık ki, Lozan’ın ilk şartları birebir uygulanmış. Hem de bire bir. En önemli kısım olan Hilafet’in ilgası ve Halife ve hanedanın toptan sürgün edilmesi tamamlanmış. Mallarına el konulduğunu da söylemeye sanırım gerek yok. Zira hanedan üyeleri gittikleri ülkelerde kapıcılık ve bulaşıkçılık yapacak kadar, hatta ve hatta son Sultan Vahdettin Han’ın parasızlıktan alamadığı ilaçlarının reçetesi, ölü bulunduğu yatağın yastığının altından çıkacak kadar; hatta ve hatta borçlarından dolayı cenazesine bile haciz gelecek kadar beş parasız ve çaresiz bırakıldılar.
Hani Son Osmanlı’da demiştim ya; ‘’Her darbeden sonra gelen bir yağma vardır.’’ diye, bir de koca bir devlet yıkıldığında yapılan yağmayı varın siz düşünün, siz tasavvur edin...
Hatta bu konuda bir de Paşaların hatıratlarına göz atarsak çok daha iyi olur. Keza Lozan iki dönemden oluşur. Birinci dönem 20 Kasım 1922’de başladı ve 4 Şubat 1923’de kesildi. Çünkü başta İngiltere ve Fransa ‘’hilafet kalkmadıkça sizinle hiçbir anlaşma imzalayamayız’’ tavrı içerisindeydi. Bunun üzerine Lozan heyeti Türkiye’ye döndü.
Tam da bu noktadan itibaren İsmet İnönü, Mustafa Kemal, Ali Fethi, Tevfik Rüştü ve meclisin önde gelenleri hilafet ve İslam aleyhinde söylemlere başladılar.
Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir’e şöyle der;
‘’Mustafa Kemal, bana hilafetin kalkması konusundaki fikrini İzmir’de söyledi. Ben sizin haberiniz var sanıyordum?’’
Rauf Orbay ise ‘’Hatıraları ve Söyleyemedikleri İle Rauf Orbay’’ kitabında şöyle der;
‘’İsmet Paşa, anlaşıldığına göre Lozan’da İngilizlerle bir nevi ara buluculuk rolü oynayan İstanbul Hahambaşısı Haim Nahum’un telkinleriyle, hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip, derhal atılması lüzumu fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu.’’
Harp Hatıralarım’da Ali İhsan Sabis şöyle der;
‘’Hatta iddiaya göre Haim Nahum’a bir de yazılı taahhüt veriliyor. Ve akabinde yorgun olduğu ileri sürülerek ordu terhis ediliyor.’’
Kazım Karabekir, İsmet İnönü’yle arasında geçen bir konuşmayı şöyle naklediyor;
‘’Macarlar ve Bulgarlar bizimle aynı safta savaşmalarına rağmen bağımsızlıklarına dokunulmamıştı. Bunun sebebi de doğrudan doğruya Müslüman olmamalarıydı. Biz kendi kudretimiz ile kurtulsak da Müslüman kaldıkça, sömürgeci devletlerin ve bu arada da İngilizlerin daima aleyhimize olacaklarını anlattı. Böylece bu değişimin ilhamının Lozan’dan ve itilaf devletlerinden geldiği açıklık kazanmış oluyordu. Ali Fethi, Tevfik Rüştü, Mahmut Esad Beyler ile, Mustafa Kemal Paşa’nın Lozan’ın ikinci döneminden itibaren başlayan İslam aleyhtarı söylemlerinin gerçek adresinin gerçek adresini tespit etmiş bulunuyordum.’’
Hatta gelin geriye götüreyim sizi biraz..
Yıl 1909.
31 Mart Vakıası sonrası.
Dönemin İttihat ve Terakki’cilerinden olan Filozof Rıza Tevfik, cemiyetin diğer ileri gelenleriyle birlikte darbeyi kutlamak için İngiliz sefaretine giderler. Fakat çok soğuk karşılanırlar ve yüzlerine doğru dürüst bakılmaz. Bunun nedenini ise şöyle anlatır;
‘’Dostum Rıza Tevfik Bey.. Biz Jön Türkleri teşvik ettik. Onlardan büyük neticeler bekliyorduk. İhtilal olacak; istibdat ile Sultan da, bahusus temsil ettiği hilafet müessesesi de alaşağı edilecekti. Fakat yanıldık. Beklediğimiz neticeyi alamadık. Zira ihtilal yaptınız, gerçi Kanun-i Esasi geldi, fakat Sultan da ve hele hilafet müessesesi de yerinde baki... ‘’
Rıza Tevfik; ‘’İngiltere Devlet-i Fahimesini, Hilafet müessesesi bu derece şiddetle neden alakadar ediyor?’’
Nicholson; ‘’Ha.. Dostum Rıza Tevfik Bey.. Biz Mısır’da, bilhassa Hindistan’da, İslam kitlelerini idaremiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık, muvaffak olamadık. Halbuki Sultan..? Yılda bir defa bir ‘’Selam-ı Şahane’’, bir de ‘’Hafız Osman Hattı Kur’an-ı Kerim’’ gönderiyor, bütün İslam ümmetini, hudutsuz bir hürmet duygusu içinde elinde tutuyor..
İşte biz ihtilalden ve siz Jön Türkler’den, ihtilal sonunda Sultanların da, Hilafet’in de, yani bir Selam-ı Şahane ve bir Hafız Osman Kur’an’ı ile kitleleri avucunda tutan kuvvetin de devrilmesini bekledik. İşte bu sebeple soğuk bir ademi kabul gördünüz..’’
Yani hedeflerini 13-15 yıl sonra tamamen gerçekleştirdiklerini de bir kez daha görüyoruz; 31 Mart Vakıası ile Sultan Abdülhamid’in devrilmesinin ardında kimlerin olduğunu da; bu darbeleri kimlerin yaptığını da; Kanun-i Esasi’yi ve Meşrutiyeti kimlerin ilan ettiğini de..
Rıza Tevfik hakkında biraz daha konuşmak gerek, diğer yazılarda inşallah..
Bir solcu, hatta Marksist olan Kemal Tahir de şöyle bir saptama yapmıştır ki, hep çok hoşuma gitmiştir;
‘’Bir politikacı için en müthiş ceza, devletinin kendi elinde batmasıdır ve bunun hiçbir özrü yoktur. İmparatorluğu elimize geçirdiğimizde sınırları Kongo’yu, Sudan’ı, Eritre’yi, Somali’yi, Tunus’u, Fas’ı, Libya’yı, Kıbrıs’ı içine alıyordu. Bu koca imparatorluk bizim elimizde ölmüştü. Suç ne kadar büyükse, çekilecek cezanın da o kadar büyük olması gerekir. Tarihin örneğini yazmadığı Kurtlar Boğuşmasına girip, yenik düştük! Kurtlukta, düşeni yemek kanundur!
Hakeza Britanya Kralı V. George; ‘’Lozan tasarısı yürürlüğe girdikten sonra dünyada yeni bir çağ açılacaktır’’ derken, neyi ve nasıl bir çağı kastediyordu sizce?
Devam edelim.
İlk şartlar birebir yerine getirilmişti. Sırada ise bu işi sağlam bir zemine oturtmak için yapılacak destekleyici adımlar kalmıştı. Bu elbetteki biraz zaman alacaktı çünkü, halk hilafet ve saltanat için savaşmış ve her ev bu uğurda ya bir şehit, ya da bir gazi vermişti. Fakat tam da bu yüzden ‘’10 yıl İngiliz ve Fransız denetimi’’ şartı vardı masada.
Şimdi de gelin yine hep beraber o şartlar gerçekleştirilmiş mi ona bakalım.
El ele tutuşun, kalkıyoruz;
Hukuk ve Ekonomi Alanı ;
8 Nisan 1924’da, İslam hukuku mahkemeleri olan Şeri’ye Mahkemeleri kaldırıldı.
17 Şubat 1926’da İsviçre Medeni Kanunu kabul edildi.
22 Nisan 1926’da İsviçre Borçlar Kanunu kabul edildi.
1 Mart 1926’da İtalya Ceza Kanunu kabul edildi.
4 Ekim 1926’da Mecelle kaldırıldı.
1927 yılında İsviçre Hukuk Mahkemesi Usulü Kanunu kabul edildi.
4 Nisan 1929’da Almanya Ceza Mahkemeleri Usulü Kanunu kabul edildi.
1926 yılında Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden derlenerek Kara Ticareti Kanunu kabul edildi.
1929’da yine birden fazla ülkeden derlenerek Deniz Ticareti Kanunu kabul edildi.
Aynı yıl Fransa İdare Hukuku Kanunu kabul edildi.
9 Haziran 1932’de İsviçre İcra ve İflas Kanunu kabul edildi.
Eğitim Alanı;
1926’da Medreseler kapatıldı.
2 Mart 1926’da Maarif Teşkilatı hakkında çıkarılan kanunla Din Eğitimi kaldırıldı.
1 Kasım 1928’de Latin Alfabesi kabul edildi.
12 Temmuz 1932 Dil Devrimi yapıldı.
Dini ve Toplumsal Alan;
13 Aralık 1925’de Tekke, Zaviye ve Türbeler kapatıldı.
25 Kasım 1925’de Şapka ve Kıyafet inkılabı kanunlaştırıldı.
1925’de takvim değişikliği ile hafta sonu tatili Perşembe-Cuma’dan; Cumartesi-Pazar’a alındı.
1928’de ‘’Devlet’in dini İslam’dır’’ maddesi çıkarıldı ve laiklik kabul edildi.
22 Ocak 1932’de ezan Türkçeleştirildi.
10 yıl boyunca İngiliz ve Fransız denetimi altında olunacağı anlaşmasının sağlaması için, bu on yıl içerisindeki tüm inkılaplara bakmamız yeterli aslında. Ve size ilginç bir kilit nokta daha söyleyeyim;
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, inkılaplar tam ‘’10 yıl sürmüştür’’. Yani 1933 yılına kadar.
Anlaşma metninde ‘’denetim’’ adıyla kibarlık yapıldığına bakmayın. Basbayağı da ‘’ülke bizim direktiflerimiz doğrultusunda yönetilecek’’ demektir bu. Bizim istediğimiz yasaları alacak, istemediklerimizi kaldıracaksınız demektir.
Yani resmen, bize ne yapmamız ve nasıl yapmamız gerektiği dikte edildi. Bizi özümüzden böyle kopardılar, böyle asimile ettiler. Kendilerine benzettiler. Çünkü eğer kendilerine benzersek düşman değil, dost olurduk. Karşılarında İslam için savaşan Müslümanlar değil; batılılaşmak, batılılar gibi giyinmek, onlar gibi konuşmak, müzik dinlemek, dans etmek, kısacası tamamıyla onlar gibi olmak isteyen, özünden koparılmış insanlar olurdu.
Yani Lozan’ın bütün şartları bir bir yerine getirilmiştir. Bu şartlar yerine getirilmeye başladıktan sonra da zaten tanınmalar başlamıştır. Fakat bu arada çok önemli birkaç ayrıntıyı da konuşalım. Atlarsak çok büyük hata yaparız.
Lozan’a giden heyette bulunan İsmet İnönü, Dr. Rıza Nur ve Hasan Saka’nın yanına Mustafa Kemal bir delege daha eklemiştir; Haim Nahum. Ya da Lozan’dan sonra üstün hizmet gerekçesi ile verilen unvanıyla ‘’Haim Nahum Efendi’’.
Bazı bidon kafalılar var ki, şunu kabul ederler; ‘’Bu adam şeytanın ta kendisidir....’’
Fakat o adamın Lozan’a neden gönderildiğini, kim tarafından gönderildiğini asla sorgulamazlar. İşte bunlar at gözlüklü ve kafadan bacaklılardır.
Haim Nahum; ‘’Siz Türklerin bağımsızlığını tanıyın. Ben size onların manevi kuvveti olan İslam ve Halifelikten vazgeçeceklerini, bunu ayaklar altına alacaklarını garanti ediyorum’’ demiştir ve bunu hepiniz de duymuşsunuzdur.
Lozan’dan sonra ise Lord Curzon meclise geldiğinde ‘’Türklerin bağımsızlığını neden tanıdın?’’ diye sorulan sorulara; ‘’Biz onların asıl kuvvetleri olan İslam ve Hilafet’i yıktık. İşte bundan sonra asla bir daha kendilerine gelemeyecekler, onların manevi yönlerini öldürdük.’’ der. Hakeza Curzon’un bu sözünün gerçekleşmesini beklemişler ve Hilafet yıkılana kadar Türkiye’yi tanımamışlardır.
Peki hala bu ülkenin insanları, nasıl oluyor da ısrarla bağımsızlıklarını kazandıklarına inanabiliyor?
Aslında onun sebebi de çok basit. Eğitim sistemi öyle bir düzen üzerine, öyle bir temel üzerine oturtuldu ki, yedi yaşlarından itibaren aslında Osmanlı zamanında bizlerin köle olduğuna, cumhuriyetin gelip bizleri özgürlüğe ve refaha kavuşturduğuna inandırıldı insanlar. Çünkü yeni devleti kuranlar, eski devleti yıkanlarla aynı kişilerdi; İttihat ve Terakkiciler.
Okul kitaplarındaki tarihte birdenbire ortadan kaybolan İttihat ve Terakkiciler, cumhuriyetin kurucu kadrosunun tamamını oluşturuyordu. Peki neden bugüne kadar ne okulda, ne başka bir yerde bize bu cumhuriyeti kuranların İttihatçılar olduğu asla söylenmedi? Neden bu mevzu bahis bile edilmedi? Şunu düşünmek yeterli değil mi aslında?
Bir parantez açıp, konuyu hafiften değiştirelim şimdi.
Hintli Müslümanlar, Halife ve Hilafet için bugünkü parayla trilyonlar tutarında bir yardım toplamış ve bunu Hilafet’in merkezi olan Türkiye topraklarına göndermişlerdi. Size kendinizin araştırmasını tavsiye edeceğim bir soru sormak istiyorum; ‘’Bu para nereye gitti?’’ Ya da Kılıçdaroğluna sorun.
‘’Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın bu toprak bir devrin battığı yerdir!’’ diye bir söz var ya hani Çanakkale’de, ben bu sözü hala anlayamamışımdır. Gerçi bu söz bir de Lozan’a yakışır. Zira koskoca bir devir Lozan’da batmış ve yepyeni bir dünya düzeni Lozan’da ortaya çıkmıştır. Her neyse ama. Size asıl meselenin ne olduğuna dair bir başka örnek göstereyim;
Burası Bursa; Osman Gazi Hazretleri’nin türbesi. Türbe önünde gördüğünüz anıt ise cumhuriyetin ilanından sonra dikilmiştir. Üzerinde de şu yazar;
‘’Burada yatan askerlerin şehit düştükleri muharebe öyle bir zaferle nihayet bulmuştur ki, neticesinde Bursa ikinci defa fethedilmiş ve kadim Osmanlı Devleti son bularak, yerine Cumhuriyet Hükümetimiz teessüs etmiştir. Bu şehitler, bu eserlerin abide-i mefharetidir.’’
Bu savaşa Osmanlı’yı sokan İttihat ve Terakki’nin amacı, başından beri seküler, batılı bir ulus devlet kurmaktı. Ve bunu ‘’işte sonunda Osmanlı’yı yıkıp yerine cumhuriyeti kurduk!’’ mealini taşıyan bir anıtla herkese ilan ettiler. Tabi hepsi o değil. Bu anıtta iki tane çok ama çok önemli sembolizm mevcut.
Onlardan birincisi şudur;
İslamiyet’in ve Osmanlı’nın sembolü olan hilale bir ok saplanmış. Üzerine yorum yapmaya, konuşmaya gerek var mı? ‘’İslamiyet bizim okumuz ve mermimiz ile yıkıldı, biz kazandık!’’ demenin sembolik yolunu kullanmışlar. İttihat ve Terakki’nin bir Yahudi-Mason cemiyeti olduğunu hatırlarsak, neden sembolizm yaptıklarını anlamakta hiç zorlanmayız.
Tabi ikinci önemli sembolizm de şudur ki;
Anıtın hemen yanındaki yapı; ‘’Osman Gazi’nin türbesi’’dir. Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi..
Yani abideyi öyle bir yere diktiler ki, ‘’Sen kurdun, biz yıktık!’’ dediler. Fatih’in, Kanuni’nin mezarının başına dikmediler bu yüzden bu abideyi, geldiler Osmanlı’nın kurucusu olan Osman Gazi’nin mezarının önüne diktiler.
***
Ad ve soyad kanunu gereğince Arapça kökenli isimler bile yasaklandı. İslam ile alakalı olan her şeye, tıpkı Lozan’da İngilizlerin dediği gibi savaş açıldı.
Duvarlardaki, binalardaki Osmanlı armaları dahi kazındı. Kitaplarda, dergilerde, radyoda ve kısaca her yerde Osmanlı saltanatından ve Hilafet’ten bahsetmek yasaklandı.
Lozan, gerçekten de bir devrin batırıldığı yerdir. 600 yıllık bir imparatorluk ve 1400 yıllık Hilafet Lozan’da yıkılmıştır. Yeni Dünya Düzeni Lozan’da başlatılmıştır. Sevr Projesi, Lozan’da onaylanmış ve yürürlüğe konmuştur.
Osmanlı yıkıldıktan ve Hilafet kaldırıldıktan sonra dünyanın ve bilhassa Ortadoğu’nun durumu ortada.. Osmanlı bu topraklardan çekildi çekileli asla kan durmadı. Çünkü bu kapitalist devletlerin önünde durabilecek hiçbir güç kalmadı.
Ulus devletler düzeni kurulurken, bunu kuran ülkelerin hepsinde önlerindeki yüzyılın barış, huzur ve refah içinde geçeceği fikri vardı. Buna inandırılmışlardı. Dünyadaki bütün sorunun aslında ırklarla alakalı olduğunu; eğer her ırk, her millet kendi ulus devletini kurarsa bütün sorunun çözüleceğini düşünüyorlardı.
Fakat aradan birkaç on yıl geçti ve düşündüklerinin, kendilerine birileri tarafından düşündürülen bu şeylerin koca bir yalan olduğunu tecrübe ettiler. En kötüsü de bizler hala ediyoruz. Bu cumhuriyeti halkın kendi kendisini yönettiği yönetim şekli diye bizlere okuttular ve inandırdılar, fakat yapılan hiçbir devrimde, alınan hiçbir kararda halk yoktu. ‘’Hilafet hakkında tek başımıza karar veremeyiz’’ diyenler ve bunu diyenleri savunanlar, hiç kimseye sormadan Hilafet’i kaldırdılar. Madem Hilafet hakkında tek başımıza karar veremiyorduk, nasıl oldu da tek başımıza kaldırdık bunu?
İngiliz yazar P.H. Graves’in şu sözü bu konuyu aslında çok iyi açıklar;
‘’Türk cumhuriyetçileri, Müslüman uyrukları olan herhangi bir gayrimüslim devlet için her zaman güçlükler çıkaracak bir kurumu ortadan kaldırmakla Britanya İmparatorluğuna olağanüstü bir iyilik yapmıştır.’’
Fakat gelin görün ki, gerek okullarda gerekse politikacılarda, kısaca tüm Türkiye’de, Hilafet’in ilgasının sebebi olarak ‘’çağdaşlaşma’’ diye ucube bir adres gösterilir.
Çocuklarımıza ‘’Çağdaşlaşmanın önündeki en büyük engel kaldırıldı’’ diye mide bulandırıcı şeyler öğretirler okullarda. Hiç kimse bu olaya ‘’Lozan’da İngiltere ve Fransa böyle istediği için, bunu dayattıkları için’’ diyemez.
Ve cumhuriyet kurulduğu gün yani 29 Ekim’den itibaren, İslam ile alakalı her ama her şey gericilik ile yan yana anılmıştır. İngilizler bize önce Hilafet’i yıktırmış, sonra da karşı gelen halkı gerici diye yaftalarsınız diye akıl vermiştir. Ve birdenbire yeryüzündeki her şey, o günden itibaren tamamen ters yüz olmuştur. Doğrular yanlış, yalanlar gerçek, dürüstler yalancı, yalancılar dürüst...
Hilafet’i yıkmakla da kalmayıp, İslam coğrafyasında öyle oyunlar oynadılar ki, bu konuda işlerini şansa bırakmadılar. Türkiye’de aşırı milliyetçilerin hepsini sağcı, Arabistan yarımadasında da aşırı milliyetçilerin hepsini solcu yaptılar. Olur da yarın bir gün bunlar birleşmeye karar verirler diye, aralarına her türlü ideolojik ayrılığı soktular. Türkiye’nin doğusunu tamamen Şafii mezhebine mensuplarla doldururken, batısını da Hanefilerle doldurdular.
Suriye’ye Şii bir yönetim atayarak, Irak’ı yani petrol kuyularını, iki Şii devlet İran ve Suriye arasında bıraktılar. Böylelikle de Türkiye ve Arap Yarımadasının arasına Şii bir koridor çekmiş oldular. Türkiye’de Türk milliyetçiliği propagandası yapan Haim Nahum, oradan Mısır’a gitti ve Cemal Abdül Nasır’a danışman olarak Mısır başta olmak üzere Arabistan’da Arap milliyetçiliği propagandası yaptı.
İş bugüne ve dünyada oynanan oyunları çözme çabasına gelince, Baron Rotschild’in şu sözünü her yerde kullanırlar; ‘’Bana bir ülkenin para basma yetkisini verin, o ülkedeki kanun koyucuları bile takmam.’’
Fakat ölesiye savunduğu bu cumhuriyetin parasını bir zamanlar İngiliz ve Fransızların bastığından bile haberi yoktur. Para basmak için İngilizlere 88 bin İngiliz altını ödendi yıllarca. Ama dünya üzerinde olan komplolara, sömürü düzenlerine o kadar kaptırmıştır ki kendisini, yanı başındaki hatta burnunun dibindeki komploları, sömürü düzenleri göremez. Komployu hep uzakta arar. Kendi tarihinde neler olduğunu bilmez. Hayatında bir kez dahi olsa, şu cumhuriyeti kuran adamların bir tanesinin bile hatıratını okumamıştır. Fakat okumuş adamdan daha fazla ahkam keser.
Bizleri, tıpkı diğer tüm uluslar gibi bir ‘’Kurtuluş Savaşı’’na inandırdılar. Gidin biraz araştırın, Ortadoğu’da ve diğer coğrafyalarda şuan ne kadar sömürge toplum varsa, hepsinin birer kurtuluş savaşı var. Her birinin tarihinde kazandıkları bir kurtuluş savaşı var. İyi de bu sömürü düzeni ne öyleyse?
Neden tüm bu ülkeler, uluslar bir numaralı sömürge ülkeler dünyadaki?
1918’den sonra Türk ordusunun savaştığı tek ordu Yunan ordusudur. Şöyle bir hafızanızı yoklayın; Yunanlılar ile yapılan Sakarya Savaşından başka, -tabi bir de palavra olan I. ve II. İnönü Savaşlarını da sayın- İngiliz veya Fransızlarla yaptığımız bir savaş adı biliyor musunuz? Halbuki İstanbul’u işgal eden İngilizlerdi, fakat İngilizlerle hiç savaşmadık. Neden?
I. Dünya Savaşında savaştığımız ülkeleri, bizlere Kurtuluş Savaşında savaştık diye yıllarca anlattılar. I. Dünya Savaşı 1918’de bitti ve ondan sonra ne İngilizler, ne Fransızlar, ne İtalyanlar, ne de Ruslar hiçbir savaşa girmedi. Savaşsız, harpsiz, darpsiz geldiler İstanbul’a girdiler ve 5 sene sonra Lozan imzalanınca çekildiler.
Fransız ve İtalyan kuvvetleri de Suriye ve Irak sınırları çizilirken, olası bir Türk askeri yardımını engellemek amacıyla tam olarak sınır bölgelerinde nöbet tuttular.
Neden Antep, Maraş ve Urfa’daydı bu adamlar hiç mi düşünmediniz? Gerçi eğitim sistemi bunu düşünmenizin önüne inanılmaz büyük bir engel çekiyor orası da ayrı bir mesele. Lakin Sütçü İmam olayları gibi münferit olaylar dışında neden buralarda bir askeri harekatın olmadığını, neden orduların savaşından hiç söz edilmediğini düşünecek kadar beyne sahibizdir diye umut ediyorum.
Yunanistan savaş tazminatı ödemeyi kabul ediyor; fakat Türkiye bu hakkından feragat ediyor!
Lozan imza edildikten sonra, gerek İstanbul’daki İngilizler, gerekse sınırlarımızda nöbet tutan Fransız ve İtalyanlar kendileri çekilip gitmişlerdir. Suriye’nin Fransa sömürgesine girdiğini düşünürsek, neden sınırda onların olduğunu anlarız. Hakeza, Lozan’ı zahmet edip okursanız, bu anlaşmanın sürekli olarak bizimle Yunanlar arasında maddelerden ibaret olduğunu anlarsınız. Eğer biz savaşta İngilizleri, Fransızları, İtalyanları, Rusları yendiysek neden bu devletlerle alakalı bir tane madde yok Lozan’da?
İsmet İnönü Lozan Görüşmelerinde. Henüz şapka Türkiye’ye gelmemiş ve başında kalpakla Lozan’a gitmişken, bu kafadaki şapka ne ola ki..?
Öyle yalanlar döndürdüler ki o günlerde, bütün dünyayı bir yalanın peşinde sürüklediler. Örneğin Hindistanlı Müslümanlara ‘’Almanlar Hilafet’e karşı savaş açtı, Osmanlı Halife’si cihad ilan etti, sizi bekler’’ deyip, Çanakkale’de Hindistanlı Müslümanları yanımızda savaşan Almanların üzerine saldırttıklarını kaçınız duydu bugüne kadar?
Duymazsınız. Duyamazsınız. Anlatmazlar. Bilmenizi istemezler. Çanakkale’de kazandığımız zaferde bile ne oyunlar altında kaldık. Kardeşi kardeşe kırdırdılar, kimsenin haberi olmadı.
Dünya üzerindeki işgal ve sömürü düzeni elbet ortadan kalkar, ama önce kafaların işgalden kurtulması lazım. Önce beyinlerimizin sömürü düzeninin bir ürünü olmaktan kurtulması lazım. Dünyaya, bu adamların yüz yıl önce kurdukları düzen çerçevesinden bakarsanız, hala ve hala bu adamların kurdukları ulus devletlerin refah getireceğine inanırsınız. Vatan algınız Edirne ile Kars arasına sıkışır. Kurtarıldığınıza inanırsınız. Kapitalizme, emperyalizme karşı savaş kazandığınıza inanırsınız.
‘’Buna inanmanın ne sakıncası var, bırak inansınlar?’’ derseniz eğer, inanmanın sakıncası yok tabi. İnsanlar istedikleri şeylere inanabilirler. Fakat buna inanan insanların %90’ı, bununla birlikte gelen sistemi savunurlar. İşte olayın kilit noktası da budur. Bu teze inananlar, bu tezle gelen sistemin savunucuları ve koruyucuları olurlar. Ve seni özgürlüğüne kavuşturduğunu düşündüğün sistem için her şeyi yaparsın.
İşte tam da bu yüzden, bu sistemin yürümesi için ‘’Atatürk devrimlerini korumak’’ adı altında her on yılda bir darbe yapıldı. Ama kimse ‘’Türkiye Hilafet için yapılan her türlü ayaklanmayı bastıracak’’ maddesi gereğince bu darbelerin ve yağmaların yapıldığını aklına bile getirmedi. Kimse bu ülke ve bölgedeki laikliğin yani İslam’ın devletlerden ayrı tutuluşunun koruyuculuğunu bizzat batının yaptığını düşünmek istemedi. Hatta darbelerden sonra duydukları ‘’Bizim çocuklar işi halletmiş’’ gibi ifadeler bile onları ‘’Ama laiklik tehlikedeydi’’ demekten alıkoyamadı.
Bu topraklara öyle zehirli tohumlar attılar ki, Türkü Kürdü, Müslümanı gayrimüslimi, hatta bir cemaati diğer cemaatini sevmez oldu. Kafalardaki kavramlarla oynadılar. İnanç sistemlerini alt üst ettiler, böylece aynı şeye inanan insanlar dahi birbirlerine düşman olabildi. İkisi de Müslüman olduğunu söylerken, birisi şeriatı; diğeri tamamıyla zıt şekilde laikliği savundu.
Din derslerinin zorunlu olması, toplumu ayrıştırdığı gerekçesiyle tartışıldı ve kaldırıldı yıllarca. Yani dini açıdan bir ayrıştırıcılığa asla izin verilmediği gösterilmiş oldu. Fakat milliyet ayrıştırıcılığı ise sorunsuz oldu hep. Türk Kürt diye bir ayrım her zaman yapıldı. İşte ulus devlet sisteminin bir çürük noktası da buydu. Müslümana sormak lazım bir de bunu, sen ne zamandır din değil de ırk bakımından insanlara bakar oldun diye.
***
Birinci dünya savaşı yıllarına geri dönüyoruz ve Çanakkale Savaşı ile ilgili bir çok olay duymuşuzdur.
İşte o tarih kitaplarında bile yer almayan garip olaylardan birisi ülkemiz üzerinde oynanan büyük oyunların stratejisinin değişmesine neden olmuştur. Bu olay Norfolk Alayı ve başlarına gelen olay, o garip olayların en büyüğüdür. Bu birlik bir bulut tarafından öldürülüyor ve birçoğunun cesedine ulaşılamıyordu. Savaşta yaklaşık 7000 İngiliz askerinin ne cesedine ne de bir parçasına rastlanılıyordu. BBC devlet televizyonu “All The King’s Man” (Kralın Bütün Adamları) diye bir film çekmesi ve bu filmde Sandringham taburunun hikayesini anlatıyor olması ve Sandringham taburunun Norfolk Alayında yer alması ise düşündürücüdür. Çanakkale’de savaşa metafizik bir gücün karıştığını anlayan İngilizler, izleyecekleri politikayı değiştiriyorlardı. Amaç aynıydı tabii.
Bu bulut olayını araştırırken Kur’an-ı Kerim’deki bir ayet dikkatimi çekti. Bakara Suresi - 210. Ayet,
“Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah’ın ve meleklerinin gelmesini mi beklerler? Halbuki iş bitirilmiştir. (Allah nizamı artık değişmez.) Bütün işler yalnızca Allah’a döndürülür.”
Allah’ın bu ayette buluttan oluşan gölgeler içerisindeki meleklerden bahsediyor olması ve Komutan Hamilton’un İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener’e çektiği telgrafta bir bulutun gelip Norfolk Alayını götürmesinden bahsediyor olması manidar.
Şimdi bu bulut olayı için hurafe diyenler olacaktır tabi. Hurafe yada değil ama bu siyonistlerinin politikasını değiştirecek bir şeyler olmuş sonuçta. Hurafedir diyen de dinden çıkmaz. Yanlış anlaşılmasın, ben savaşta askerlerimiz ve komutanlarımız hiç savaşmadı, biz savaşı yalnızca meleklerle kazandık demiyorum. Kahraman ecdadımız kanının son damlasına kadar düşmanla çarpışmış, öleceğini bile bile emirleri uygulamışlardır. Allah hepsinin mekanını cennet eylesin.
Norfalk Alayının komutanı Hamilton’un Çanakkale Savaşı ile ilgili sözleri ise “Çanakkale geçilmez. Çünkü Türklerin atacak barutu bile yoktu. Biz orada gökten inen güçleri gördük.”
Churchill İngiltere’ye döndüğünde ve başarısızlığın nedeni sorulduğunda ise kızgın bir şekilde “Biz orada Türklerle savaşmadık, Tanrıyla savaştık. Doğal olarak yenildik.” Bu sözlerinden sonra konuşmasına devam eden Churchill büyük havuzun içine birkaç balık attırır ve balıkların yakalanmasını emreder. Balıkların yakalanması mümkün değildi. Bunun üzerine Churchill, “İşte balıkları yakalayamadınız. Çünkü balık suda iken yakalanamaz. Sudaki balıklar Türklerdir, su da onların dini. Türkleri dinlerinden uzaklaştıramadıkça onları yenemeyiz.” der ve eline bir kova alarak, havuzun suyunu dışarı boşaltır ve ekler “Biz Türkleri suda yakalamaya çalışarak hata yaptık ama ben onları suda yakalamaya çalışmayacağım. Her gün bir kova suyu bu havuzdan alacağım, nitekim su bittiğinde ise Türkler ölecektir.”
Churchill devletine yanlış bir strateji izlediğini belirterek 1880 yılında İngiliz Başbakanı Gladstone’un Lordlar kamarasında ortaya attığı teorinin izlenmesi gerektiğini söylemiştir. Peki Gladstone’un sözleri neydi?
“-Şu elimdeki kitabı görüyor musunuz? Bu, Müslümanların kitabı Kur’an’dır. Bu kitabı Müslümanların elinden, dilinden ve gönlünden almadıkça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp etmeli, Kuran’ı ortadan kaldırmalıyız. Veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız.”
Churchill o dönemde Siyonizmin dünyadaki merkezi konumunda bulunan İngiltere’yi ikna ederek, müslümanları ve özellikle de Türkleri Kur’an’dan soğutma stratejisini izlemesini sağlamıştı.
İngiltere 1920 yılına kadar Siyonizmin merkezi ve dünya hakimiyetini elinde bulunduruyordu ancak 1.Dünya savaşı sonunda Amerika Birleşik Devletleri verdiği kararlarla dünyada tek otorite olduğunu belirterek Siyonizmin merkezi oluyor ve dünya hakimiyetini eline alıyordu. Dünya hakimiyetinin kimin elinde olduğunu merak ediyorsanız uluslararası para biriminin hangi ülkeye ait olduğuna bakmanız yeterlidir.
Dünyayı yöneten Siyonist oluşum kararını vermişti. Türkiye’nin dini ile tüm bağlantısı koparılacaktı. İlk adım Lozan ile atılmıştı. Lozan antlaşmasını kısaca özetlemek gerekirse, bir kısım çevreler tarafından “zafer” olarak gösterilen bu antlaşma günümüzde yaşadığımız tüm sorunların temelidir. Barzani ve tayfası tarafından kurulması hedeflenen Kürdistan devleti veya kıçı kırık yunanlarla yaşadığımız adalar sorunu veyahut kıbrıs meselesinin temelinde hep bu antlaşma vardır.
Lozan çok iyi bir antlaşma olsaydı ek 17 maddesi gizlenmezdi. Bilinen maddi kayıplarına değinecek olursak, 12 ada İtalyanlar’a İmroz Bozcaada ve Tavşanlı adaları dışındaki bütün Ege adaları Yunanistan’a 1571’den beri Türklere ait olan Kıbrıs İngiltere’ye verildi.
1920-1922 arasında Yunanistan’a karşı verilen İstiklal Harbi’nin galibi olarak Yunanistan’dan tek kuruş savaş tazminatı alınamadı
Belki de bugünkü en büyük sorunumuz olan terör meselesinin hiç olmayacağı Misak-ı Mili sınırları içindeki Musul-Kerkük ve Süleymaniye İngilizler’e Hatay Fransızlara bırakılması.
Lozan Antlaşması sonunda gazeteciler Lord Curzon’a “Arap ülkeleri işgal altındayken Türklere neden bağımsızlık verildi?” soruna Lord Curzon’un cevabı,
“İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz ki bu hilafet ve İslam’dır”
Bu açıklamadan sonra Lord Curzon’un sözleri pek anlaşılmamıştır ancak sonrasında alınan kararlar Lord Curzon’un ne kadar haklı olduğunu kanıtlar nitelikteydi.
***
HİLAFET KALKAR NİHAYET!
Günümüzde İslam aleminin neredeyse hepsi Atatürk’e söver. Bunun sebebi ise hilafetin kaldırılmasıdır. Çünkü hilafetin kaldırılmasıyla İslam alemi başsız kalmıştır. Ancak hilafetin kaldırılmasıyla Atatürk’ün pek bir alakası yoktur. Hilafetin kaldırılmasında 2 ana aktör vardır. Bunlar İsmet İnönü ve Hahambaşı Haim Naum’dur.
Belgesiz konuşmayız. Kanıt isteyen arkadaşlar Dr. Rıza Nur’un “Hayat ve Hatıratım” eserine bakabilir. Lozan görüşmelerine katılanlardan olan Dr. Rıza Nur, “Hayat ve Hatıratım” adlı eserinde onların müdahalelerinden şöyle söz ediyor:
“Bir müddettir İstanbul eski hahambaşı Naum (Haim Naum) bizim otelde (Lozan görüşmeleri esnasında kaldıkları otelde) görülmeğe başladı. Baktım bir gün İsmet’le (İsmet İnönü’yle) görüşüyor. Ne yapmış, kimi vasıta yapmış bilmem. İsmet’e yanaşmış. Yaman yahudi!.. Artık İsmet’ten ayrılmıyor. Yemek zamanını biliyor ya, asansörün yanında bekliyor (yemek zamanını bildiği için tam o vakitte asansörün yanında bekliyor). Derhal İsmet’in koltuğuna giriyor, belinden yakalıyor. O da onun. İsmet’i lüzumu yokken holde dolaştırıyor. Sonra yemek salonunda, İsmet’le şakalaşıyor, gülüyor. Anlaşılıyor ki, herkese: “İsmet benim samimi, teklifsiz arkadaşımdır” diye göstermek istiyor ve gösteriyor. Nihayet bütün yahudi sırnaşıklığı (yapışkanlığı) ile yanaştı. İsmet’in yakasını bırakmıyor. Şimdi odasından da çıkmıyor. İsmet bunu müşavir tayin etti. Yevmiye vermeye de başlamış. Bana da söylemiyor. Heyet-i murahhasa çiftliktir, kullanıyor (görüşme heyetini, bu heyet için tahsis edilen parayı adeta kendi çiftliği gibi kullanıyor). Ne diye kandırdı bilmem, bu sadedil (saf, kolay aldanabilen) İsmet, Yahudinin dolabına girdi. Derken hahambaşını soframıza da aldı. Bu vakte kadar sesimi çıkarmamıştım.
İsmet’e dedim ki: “Bu yahudi de başımıza nereden çıktı? Senin böyle bir yahudi ile laubali görüşmen haysiyetini ve Türk milletinin, heyetinin haysiyetini kırar. Bu kadar yüz verme! Hiç olmazsa herkesin içinde yüz verme!” Bana kızdı.
Herif derken azdıkça azdı. Heyetten şuna buna herkesin içinde kumanda ediyor. Benim önüme geçip önümde yürüyor. İhtimal İsmet benim sözlerimi ona söyledi. Fakat ben durur muyum? Zaten yahudileri hiç sevmem. Hahama önüme geçtiği vakit hakaret ettim ve kolundan tutup arkama çektim. “Bir daha burada yürü!” dedim....
İsmet’e tekrar dedim: “Bu bir yahudidir. Yahudiler çok adi şeylerdir. Bunun kim bilir ne fena işleri vardır? Bundan bir hayır bekleme! Onun tanıdığı muhit yahudi sarraf alemidir...
Hahambaşı İsmet’e bütün İngiliz ve Fransız ricalini tanıdığını, hepsi ahbabı olduğunu, işleri istediği gibi yaptıracağını söylüyormuş. Tabii İngiliz, Fransız ve İtalyan delegelerine de İsmet’in avucunda olduğunu söylüyordu... Lozan muhitinde dolaşıyor, herkese: “İsmet teklifsiz ahbabımdır, sözümden dışarı çıkmaz” diyormuş..”
Lozan görüşmelerine katılan Türk heyetinin başında İsmet Paşa (sonraki adıyla İsmet İnönü) bulunuyordu. Bu heyetin içinde yer alan Dr. Rıza Nur’un hatıralarında geçen ve yukarıda verdiğimiz ifadeler yahudilerin cumhuriyetin kuruluşu aşamasında ne gibi lobi faaliyetleri yürüttüklerini, ne tür dolaplar çevirdiklerini anlamak için çok önemli ipuçları içermektedir. Onlar Lozan görüşmeleri esnasında çevirdikleri bu dolapları sonraki dönemlerde de çevirmekten geri kalmamışlardır. Bu dolapları çevirirken de özellikle kendilerinin zamanın güçlü devletlerinin yöneticileriyle olan irtibatlarını, bağlarını kullanıyorlardı.
Hahambaşı Haim Naum’un Lozan görüşmeleri esnasında yürüttüğü lobi faaliyetleri bu kadardan ibaret değildi. İngilizlerin dayatmalarının Türk heyetine kabul ettirilmesinde onun önemli rolü olduğu çeşitli tarihi kaynaklarda yer alan bilgilerden anlaşılıyor. Bunun da ötesinde hilafetin kaldırılması Türk tarafına Lozan görüşmeleri esnasında kabul ettirilmişti ve bunda da Haim Naum’un önemli rolü olmuştu. Şimdi bu konudaki bilgileri gözden geçirelim:
Lozan görüşmeleri esnasında Türkiye’de başvekil (başbakan) olan Rauf Orbay’ın belirttiğine göre hahambaşı Haim Naum İngilizler adına İsmet Paşa ile görüşmüş ve gizli pazarlıklarla halifeliğin kaldırılmasını kabul ettirmişti. Rauf Orbay bu konuyla ilgili olarak Feridun Kandemir’e şunları söylemişti: “İsmet Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan’da İngilizlerle bir çeşit gizli arabuluculuk rolü oynayan İstanbul Yahudi Hahambaşı Haim Naum Efendi’nin telkinleriyle, hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip, derhal kaldırılması fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu.”
İsmet İnönü’nün Lozan görüşmelerinde sarhoş olduğunu belirten bazı kaynaklarda var ki bu durumun ne kadar vahim olduğunun bir diğer göstergesi. John Grew “bir amerikan elçisinin hâtıraları” adlı kitabında böyle bir olaydan bahsediyor.
Hilafetin kaldırılmasıyla çok büyük bir adım atan Siyonistler planlarına tam hızıyla devam ediyorlardı ancak planlarını kendileri uygularsa halkın tepkisini çeker ve geri teperdi bunun içinse içeriden birisini kullanacaklardı. İlk akla gelen isim Atatürk’tü. Evet Atatürk pek dindar bir insan değildi şimdi doğruya doğru konuşalım. Yok Peygamber Efendimizin kabrini yıktırmaktan kurtarmış falan diyorsunuz iyi hoş da o telgrafın yollandığı tarihte öyle bir devlet yok. Yanımızda anlatıyorsunuz, sosyal medyada paylaşıyorsunuz sesimizi çıkarmıyoruz ancak yurtdışında falan anlatmaya kalkmayın rezil olursunuz sonra da Atatürk’ün tüm başarılarını hurafe zannederler. Kısaca Peygamber Efendimizin kabrini yıkılmaktan kurtardı hurafesine kısaca bir göz atalım yoksa bana yobaz, Atatürk düşmanı diye küfredeceğinizden adım gibi eminim.
İddia şudur:
“Hz. Muhammed’in mezarını yıkıp, yerini değiştirmek isteyen zamanın Suud kralına Atatürk’ün kendi el yazısı ve imzasıyla çektigi telgraf:
” Suud kralının dikkatine !! Tarafımıza ulaşan haberlere göre Allah’ın sevgili ve özel kulu, elçisi peygamber efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın kabrini yıkıp yerini degiştirecekmişsin. O mezarın tek taşına dokunursan Kurtuluş Savaşı’nı bırakır ordularımla aşağı inerim.”
26 Haziran 1919 MUSTAFA KEMAL ATATÜRK (Cumhurbaşkanlığı Atatürk Özel Arşivi)”
Prof. Nevzat Yalçıntaş’a ait olduğu söylenen yazıda ise 1926 yılında olduğu yazıyor. Hadi 1926 yılını referans alalım;
Öncelikle yazının başında Atatürk’ün kendi el yazısı ile çektiği telgraftan bahsediliyor ama telgraf ile mektup birbirine karıştırılmış sanırım. Çünkü mektup el ile yazılır, telgraf mors alfabesiyle çekilir. Yani yazı baştan ofsayt.
Mustafa kemal Atatürk imzalı (!) telgrafta imza olduğunu bilmiyordum :) gönderilen telgrafın yılını 1926 olarak alsak bile Mustafa Kemal Paşa 1934 yılında soyadı kanununu çıkarıyordu. 1934 yılında da Atatürk soyadını almıştır.
Yazıda Suudi kralından bahsediliyor ama o tarihte ne suudi devleti ne de suudi kralı vardı. Arabistan hala ingiliz işgali altındaydı. Yazıda bahsi geçen Suudi krallığı 1932 yılında kuruluyor.
Yazıda “O mezarın tek taşına dokunursan Kurtuluş Savaşı’nı bırakır ordularımla aşağı inerim.” cümlesi geçiyor ancak 1926 yılında kurtuluş savaşı mı vardı? 1923 yılında imzalanan Lozan ile kurtuluş savaşı bitmişti.
Son olarak, Derdinizi anlatacak kadar diplomasi bilginiz varsa hiçbir uluslararası telgraf veya belgede “ordularımla aşağı inerim, ağzını burnunu kırarım” gibi yazışmalar olmaz
Sonuç olarak bu tür yazıları bir araştırın sonra paylaşın.
Evet Atatürk’ün pek dindar bir insan olmadığını söylemiştim. Tabi ki Atatürk’ün dinine olan bağlılığı kimseyi ilgilendirmez. Bu Allah ile Atatürk arasındadır. Atatürk bir şeyh yada evliya da olsa benim Atatürk’e olan duygularımda bir değişme olmaz.
Genelde bana sorulan “Atatürk dinsiz miydi?” sorusuna “Atatürk’ün dine olan bakışı senide beni de ilgilendirmez.” diye cevap verirdim ama bu yazıda biraz ucundan Atatürk’ün dine olan bakışına göz atalım. Öncelikle Atatürk’ün çok büyük bir din ilmi olduğundan bahsetmekte yarar var. Öyle ki günümüzde Şeyh yada islam alimi diye geçinen birçok kişiyi çekirdek niyetine yiyecek düzeyde dini bilgisi vardı. Tabi bilmek ayrıdır uygulamak apayrıdır. Atatürk’ün dine karşı bir düşmanlığı yoktu ancak çok büyük bir arap düşmanlığı mevcuttu ve Arap düşmanlığının ucu bazı zamanlarda İslam’a da dayanıyordu. Sebebi ise Filistin Cephesinde başına gelenlerdir. Bunu ben değil Türkiye’de tarih denilince akla gelen en büyük isimlerden Murat Bardakçı ve İlber Oltaylı katıldıkları bir programda birbirlerini destekleyerek açıklıyorlardı.
Atatürk’ün inkılaplarında da bunu görmekteyiz. Mesela Harf inkılabıyla Arap harfleri kaldırılmıştır. Harf inkılabının zararı çok büyüktü. Bir gecede tüm alimler cahil oldular. Nasıl cahil oldular diye soracak olursanız, okuma yazma bilmeyen bir adama ne denir?
Şapka ve kıyafet devrimi ile de Arap kıyafeti olan takke ve sarığın giyilmesi yasaklanarak, şapka takılması zorunlu hale getirilmiştir. Ancak sarık peygamber efendimizin bir giysisi olduğundan giyilmesi sünnetti ve bunu bilen halk ise sarığı terk etmeyi istemiyordu. Sırf sarık giyiyor diye binlerce insan asılmıştır ve yalan yanlış bilgilerle de vatan haini ilan edildiler halbuki asılanların çoğu kurtuluş savaşında vatanı müdafaa eden taraftaydılar.
***
Sarığın ne olduğunu anlamadan yargılamak yanlış olur. Öncelikle Peygamber Efendimizin bir sünnetidir. Diğer bir özelliği ise kefendir yani ben ölürsem kefenim başımdadır, beni kefenime sarıp gömün anlamı da taşımaktadır. Şimdi yanlış anlaşılmasın, ben sarıklılardan hain çıkmadı demiyorum. Çıktı tabi ki hem de ne hainler çıktı ama bu durum, bir kaç çürük elma çıktı diye tüm çiftliği yangına vermeye benzer.
Peki şapka giymeyenin asıldığı dönemde şapka fiyatları ne kadardı. Hiç düşündünüz mü?
Rıfat Börekçi, kuruma gönderdiği genelgede kendi görevlilerinin de şapka almaları gerektiğini, şapka fiyatlarının, memur maaşlarına oranla pahalı olduğu gerekçesiyle memurlarına 50’şer lira “şapka avansı” verileceğini bildirdi. Şapka fiyatları yükseldiği için bu avans 80 liraya çıkarıldı.
Kaynak : Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Diyanet Işleri Başkanlığı Katoloğu, 051.V41. 8.67.20, (6.11.1926).
Şimdi bu parayı günümüze göre hesap edelim. 1926 yılında ekmeğin fiyatı 16 kuruş ve biz bunu düz hesap olarak 20 kuruş yapalım.
1 lira = 100 kuruş ve ekmeğin fiyatı 20 kuruş olduğuna göre 1 liraya 5 ekmek alınıyordu.
Şapka avansı 80 lira olduğuna göre şapkanın fiyatı en az 80 lira. Yani o dönemde 1 şapkaya ödenecek parayla 80 x 5 = 400 ekmek alınıyordu.
Günümüze göre uyarlayacak olursak, günümüzde ekmeğin fiyatı 50 kuruş ve o dönemde bir şapkayla 400 ekmek alındığına göre bir şapkanın günümüze göre hesabı 200 TL. Neredeyse bir takım elbise parası.
Ya şapka takacaksın yada öleceksin. Durum böyle olunca herkes şapkaya hücum ediyordu ve şapkanın satışı işi de günümüzde eşarp satarak yolunu bulan bir yahudi olan Vakko’ya ihale edilmişti. Vakko değil 80 lira 500 liraya da satsa millet almak zorundaydı çünkü ucunda ölüm vardı. Fransa’dan 2 frank’a aldığı şapkaları ülkemizde 120 Frank’a satıyordu. O dönemde işleri o kadar iyiydi ki, kendi hatıratında “sattığımız şapkaların çoğu bayan şapkasıydı ama millet alıyordu. Cumartesi günleri dükkânımızın önünde kuyruk bile oluyordu” demişti.
Saltanatın kaldırılması var ki, tam bir İngiliz ve siyonist oyunudur. Lozan’ın kabul edilmesinin en büyük etkenlerinden birisidir.
İngilizler, Fransızlar vs. Lozan’ı onaylamasalardı veya biz kabul etmeseydik Türkiye Devleti nasıl kurulacaktı?
Bunu hiç düşündünüz mü?
Türkiye Cumhuriyeti ortada yoktu, Osmanlıyı da kendi ellerimizle yıkmıştık.
Lozan kabul edilmeseydi Tayvan gibi korsan bir devlet olacaktık.
Bunun içindir ki anlaşmaya mecburduk.
İngilizler bize saltanatı kaldırtmakla bu tuzağı hazırlamışlardı.
Ya kabul edersin ya da korsan devlet olursun!
Anladınız mı saltanatın kaldırılması olayının arkasındaki oyunu ?
İttihat ve Terakki, saltanatı kaldırarak ile bu büyük millete büyük bir ihanette bulundular. Şimdi Lozan’ın 58. Maddesine bir göz atalım isterseniz,
58. Maddeden pek bir şey anlayamadığınızı ben de biliyorum. O yüzden günümüz Türkçesi ile tercüme edeyim.
Bir yandan Türkiye ve öte yandan (Yunanistan dışında) öteki Bağıtlı (sözleşmeli) Devletler, bu Devletlerle (tüzem kişileri de kapsamak üzere) uyruklarının, 1 Ağustos 1914 tarihiyle İşbu Andlaşmanın yürürlüğe giriş tarihi arasındaki süre boyunca uğramış oldukları, gerek savaş eylemleri, gerekse zoralım, haciz, dilediği gibi kullanma ve el koyma tedbirlerinden doğan kayıp ve zararlardan dolayı her türlü parasal istemde bulunma hakkında karşılıklı olarak vazgeçerler.
Bununla birlikte, yukarıdaki hüküm, İşbu Andlaşmanın II ncü Bölümünde (Ekonomik hükümleri) öngören hükümlere halel getirmeyecektir.
Türkiye, Almanya ile yapılmış 28 Haziran 1919 tarihli Barış Andlaşmasının 259 ncu Maddesinin birinci fıkrası ve Avusturya ile yapılmış 10 Eylül 1919 tarihli Barış Andlaşması 210 ncu Maddesinin birinci fikrası uyarınca, Almanya ile Avusturya’nın geçirmiş [transfer etmiş] oldukları altın paralar üzerindeki her türlü haktan, (Yunanistan dışında) öteki Bağıtlı (sözleşmeli) Devletler yararına vazgeçer.
Sürüme [tedavüle] çıkarılan birinci tertip Türk kâğıt paralarına ilişkin olarak, gerek 20 Haziran 1331 (3 Temmuz 1915) tarihli sözleşme, gerekse söz konusu kâğıt paraların arkasında yazılı metin uyarınca, Osmanlı Devlet Borcu Meclisine yükletilmiş bütün ödeme yükümleri geçersiz sayılmıştır.
Bunun gibi, Türkiye, Osmanlı Hükümetince İngiltere’ye ısmarlanmış ve İngiliz Hükümetince 1914 de el konmuş olan savaş gemileri için ödenmiş bulunan paranın geri verilmesini İngiliz Hükümetinden ya da İngiliz uyruklarından istememeği kabul eder ve bu yüzden her türlü istemde bulunmaktan vazgeçer.
***
Yani Türkiye, Osmanlı hükümetince İngiltere’ye ısmarlanmış olup, Britanya hükümetince 1914 yılında haksız ve hukuksuz bir şekilde el konulan savaş gemileri için ödenmiş bulunan paranın geri verilmesini, ne Britanya hükümetinden, nede onun uyruklarından istemeyi kabul ve bu konuda her türlü isteklerden vazgeçer.
Eğer yalnızca Büyük Britanya’dan alacaklarımızın peşine düşseydik bu devlet, bu millet bu kadar eziyet çekmezdi. Çünkü Büyük Britanya’dan alacağımız para günümüzün bütçe açığını kapatacak düzeydeydi. Ama ne yapıldı? Saltanat kaldırıldı ve bize de yalnızca koşulları kabul etmek düştü. Bunun tek sorumlusu İttihat ve Terakki partisi ve uzantılarıdır. Tarihimizle ilgili size tek diyeceğim
“Okuduğunuz hiçbir şeye inanmayın. Çünkü tarihimizi yazanlar masonlardır.”
Saltanatın kaldırılmasının arkasındaki süreci özetleyecek olursak,
1897 Yılında Theodor Herzl önderliğine Siyon kongresi yapılır ve para karşılığında Osmanlı Devletinden Filistin’de bir miktar toprak istenmesi kararı çıkar. Herzl’in bu toplantıdan sonraki açıklamasına dikkat!!
“Ben İsrail devletini kurdum ve 50 sene sonra ayağa kalkacaktır. Şimdi nasıl olacağına bakacağız.” Theodor Herzl
Evet Theodor Herzl’in dediği doğruydu, dünyayı yöneten şer güçleri için İsrail diye bir devlet vardı. Tek sorun ise bu dünyayı tek bir merkezden yönetecek olan devletin kurulmasını engelleyen güçlerdi.
Theodor Herzl 1897 yılında kurduğu devletin dünya tarafından kabul edilişini göremedi, 1904 yılında geberdi. Aynı Thedor’u İsrail parasında bile görmek mümkün.
Siyon kongresinde alınan kararı uygulamak için Rothschild ailesinin temsilcisi vasfıyla İstanbul’a gelen Theodor Herzl, karşısında hiç beklemediği biriyle karşılaşır. Bu kişi Abdulhamit’tir.
”Ecdadımın kanla aldığı toprakları benden parayla geriye almak mı istiyorsun? Bu topraklar kanla alındı, kanla verilir.” diyerek huzurundan kovar. Bunun üzerine Theodor Herzl tekrar dünyayı yöneten siyonistlere giderek Abdulhamit Han hakkındaki raporunu verir. Raporda “Bu padişah bildiğimiz liderlerden değil. Oluşumumuz hakkında birçok şey biliyor. Sorun teşkil ediyor, icabına bakılmalı.” Bunun üzerine de Abdulhamit’i tahttan indirme kararı alınır.
Alınan kararı uygulamak için seçilen taşeron, Yahudilerin yoğunluklu yaşadığı Selanik’ten Emanuel Karasso’dan başkası değildi. Tabi Abdulhamit için karalama kampanyalarının da ardı arkası kesilmiyordu. Öyle ki Mehmet Akif Ersoy bile Safahat adlı eserinde Abdulhamit aleyhtarlığı yapıyordu.
31 Mart vakasından önce 21 Temmuz 1905’te Yıldız Camisinde cuma selamlığında çıktıktan sonra arabasına doğru ilerlerken şeyhülislam Abdülhamit’in önünü keserek bir kaç konu hakkında görüşüne başvuruyordu. Tam o sırada çok büyük bir patlama oluyor ve ortalık kan gölüne dönüveriyordu. Bu patlama olayı ermenilere ihale edilmişti ve başarısızlıkla sonuçlandı.
31 Mart vakası için Emanuel Karasso’ya italyan bankalarından 400,000 liralık altın verilmiş ve bu altınları 31 Mart vakası için kullanmıştı. Abdulhamit tahttan indirilmesine sebep olacak olan “Hareket Ordusu” adı altında toplanmış bir kaç bin kişilik ayak takımının kanını döktürmemiştir. Ayaklarına kapanan ve “İzin ver, onları sarayın en küçük birliği ile karşılayıp darmadağın edeyim. Zincire vurup huzuruna getireyim” diyen Tahsin Paşa’ya cevaben, “Hayır. Paşa, ben nefsim için bir damla müslüman kanının akmasına razı değilim” demiştir.
Abdulhamit’e siyonistler tarafından atılan bir çok iftira var. Onlardan bir kaçına göz atalım ve Cumhuriyet tarihinde siyonistlerin nasıl oyunlar oynadıklarına devam edelim.
Kızıl Sultan sözü fransa’da bir tarihçi tarafından “le sultan rouge” olarak ortaya çıkmış sonrasında bizim içimizdeki hainler topluluğu İttihat ve Terakki tarafından Kızıl Sultan olarak kullanılmıştır. Dikkat edin Fransızlar diyorum Ermeniler ile bağlantısı var diyorum. Kafanızda bir şeyler oluşmuştur artık. Doğu Anadolu’da Ermeniler kudurunca, isyanı bastırmak için ordu göndererek isyanı kanlı bastırdığı için bu lakap takılmıştır. Kızıl Sultan diyenlere soruyorum “Öldürmeyecekti de ne yapacaktı? Sizin gibi 30.000 kişinin katilini 7 yıldızlı otel konforunda bir yere mi yerleştirecekti?” Evet, isyanı kanlı bastırdığı için böylesine tepki gösterenlerle Apo’yu idamdan kurtaranların aynı kişiler olması tesadüf olmasa gerek.
Abdulhamit demek, istihbarat için İngiltere’de Portsmouth ve Drogheda United kulüplerine kurmaktır.
Abdulhamit, Japonya’ya 100 küsür yıl öncesinde robot göndererek günümüzün mekatronik alanında dünyanın 1 numarası olarak kabul edilen Japonya’nın bu alana yönelmesine ilham kaynağı olmuştur.
Ulu Hakan Abdulhamit tarafından gönderilen Alamet isimli Robotun özellikleri ise şöyleydi.
“Semâzen şeklinde, normal bir insan boyuna yakın, saatli bir robot. Kaideye oturtulmuş gövdesi; saat başı semâ ediyor, bu esnada kollarını açıyor, gümüş levhalardan yapılmış etekleri açılıyor ve aynı anda ezan okuyor. Tüm bunları yaparken yarım metre yürüyor, hem dönüyor ve ezan bitince de tekrar yarım metre geri giderek yerine dönüyor; kollarını ve eteklerini indiriyor. Robotun tamamı gümüş ve altın kaplamadan yapılmıştı. Robotun arka kısmında kurma yeri mevcuttu ve yedi günde bir kuruluyordu.”
Kız çocukları okutulmazdı yalanı da en çok söylenen yalanlardan birisidir. Abdulhamit zamanında kız çocuklarının okuması için Abdullatif Subhi Paşa’ya kız sanat okulu konusunda tereddüt yaşarken tüm desteğiyle arkasında olduğunu söylemiş ve açılmasını sağlamıştır.
Abdulhamit demek bilime destek demektir. 1885 yılında Fransız bilim adamı Pasteur’ün kuduz aşısı üzerine araştırma yaptığını öğrenen Abdulhamit, Pasteur’ü ülkemize davet etmiştir çünkü kendi devleti bile destekte bulunmuyordu Pasteur’e. Ancak Ulu Hakan’ın davetine ihtiyar olduğu gerekçesiyle kibarca olumsuz cevap verir bunun üzerine Pasteur’e bu sefer de “Size 3 kişiyi göndersem eğitebilir misiniz?” teklifinde bulunuyor ve teklifi kabul edilince de yanına Zoeros Paşa, Hüseyin Hüsnü ve Hüseyin Remzi Bey’i çağırtarak Pasteur’e vermeleri üzere Mecidiye Nişanı ve Fransa’da insanların yararına bir aşı hayırnamesi açması için 800 lira para göndermiştir. İşte o parayla Pasteur bir enstitü kurar ve bilim için bir çok adımın atılmasına vesile olur.
Ne hikmetse bizim 90 yıldır bulamadığımız petrol kuyuları 100 yıl önce tespit etmiş. Acaba bizim bir türlü bulamamamızın arkasında Lozan’daki gizli ek 17 madde olabilir mi?
Masonların Abdulhamit düşmanlığı ise sınır tanımıyor. Zaten Abdulhamit’i kendilerinin indirdiklerini açıkladılar. Abdulhamit konusunda bu kadar derinmesine girmemin sebebi ise, İsrail’in ilk Cumhurbaşkanı Chaim Weizmann’ın açıklamalarıdır. Açıklaması şöyle,
“Biz yahudiler 20.yüzyılda Orta doğu’da yıkılmaz denen devleti yıkıp 2 tane devlet kurduk.
Onlara öyle güzel sistem inşa ettik ki Türkler bize Filistin’i vermeyen Abdülhamit’e en az 200 sene daha söverler! “
Konuştuğum bir çok siyonist ve mason Orta Doğu’da 2 devlet kurduk bunlar Türkiye ve İsrail’dir diyorlar ve bir çok delil ile sözlerini destekliyorlar. Şimdi cennet ülkemizi İsrail mi kurdu? diye bir başlarsak bitiremeyiz. Biz konumuza geri dönelim.
Emanuel Karasso görevini başarı ile tamamlayarak Abdülhamit’i tahttan indiriyordu.
Abdülhamit’i indirenlerden hiçbirinin Türk olmaması gariptir. Emanuel Karasso (Yahudi), Aram Efendi (Ermeni), Esat Toptani Paşa (Arnavut), Arif Hikmet Paşa (Gürcü).
Abdülhamit Han hatıratlarında der ki: Tahttan uzaklaştırılmam, servetime el konulması ve bir çok eza cefaya uğramam bir yana, bu iki vatan haininin karşıma çıkarak seni tahttan indirdik demeleri beni kahretmiştir.
Abdülhamit Han çok ileri görüşlü bir liderdi. Bir dünya savaşının çıkacağını adı gibi biliyor ve tüm planlarını ona göre yapıyordu ama ne var ki içimizdeki dönme ve hainler yüzünden 30 yıllık tüm birikim yok olmuştu. Abdülhamit Han kendi hatıratında şöyle anlatıyor;
“Kırk yıldır büyük devletlerin birbirleriyle kapışmasını bekledim. Bütün ümidim oydu ve Osmanlının bahtını buna bağlı görürdüm. O beklediğim gün geldi. Heyhat ki ben tahttan uzaklaştırılmış, ülkemi idare edenler de akıldan ve basiretten uzaklaşmışlardı. Kırk yıl beklediğim büyük fırsat, bir daha ele geçmemek üzere Osmanlının elinden çıktı gitti.
Otuz bu kadar yıl tahttan uzaklaşmamak için çalışmışsam, bunun içindi!. Saltanatım günlerinde bazı büyük devletlere tavizler vermişsem, bunun içindi. Donanmayı Halice kapamış, talime dahi çıkarmamışsam bunun içindi. Girid’i İngilizlere kaptırmamak için Yunan muharebesini göze almışsam, bunun içindi.. Velhasıl otuz bu kadar yıl ne yapmışsam, ne etmişsem, doğrusu da yanlışı da yalnız bunun içindi!
Bu sırrı kırk yıl içimde sakladım. Ahfadıma (gelecek kuşaklar) beni tanımaları için anlatacağım. En güvendiğim Sadrazamlarıma bile açmadım. Çünkü sınayarak öğrendim ki, iki kişinin bildiği bir şey sır olmaktan çıkıyor. Oysa, bunun yabancı devletlerce bilinmemesi, duyulmaması gerekliydi. Osmanlılar, ancak böyle bir fırsatı zamanında ve basiretle kullandıkları takdirde’ kurtulacaklar, yeniden büyük devlet olacaklardı.
Bu kanaate nereden ve nasıl ulaştığımı anlatabilmekliğim için tahta çıktığım günlerde dünyayı ve memleketi nasıl bulduğumu bilmek lazımdır. Ben bu kanaate o günlerde de ulaşmış değilim; Rus muharebesini kaybettikten ve bu muharebe içinde büyük devletlerin bize bakışlarını yakından gördükten sonra edindim. Tek başına yaşayacak ve direnecek gücümüz yoktu. Bizi parçalamakta birleşmiş düşmanlarımız kendi aralarında parçalanırlarsa ve biz de bu parçalardan birinin vaz geçemiyeceği kuvvet olabilirsek, yeniden dünya için söz sahibi olabilirdik.
Büyük devletler arasındaki rekabetin eninde sonunda onları çatışmaya götüreceği gözler önündeydi. Öyleyse Osmanlı Devleti de böyle bir çatışmaya kadar parçalanma tehlikelerinden uzak yaşamalı ve çatışma günü ağırlığını ortaya koymalıydı, İşte benim 33 yıl süren siyasetimin sırrı...”
Necip Fazıl Kısakürek’in de dediği gibi “Abdülhamit’i anlamak, her şeyi anlamak olacaktır.”
Abdülhamit tahttan indirildikten sonra tahta Vahdettin geçiyordu. Masonlar ve işgalciler rahat durmuyor, ortalığı karıştırıyorlardı. Vahdettin veya Vahideddin yada Vahidüddin ismi zerre miktar umrumda değil ama tek diyebileceğim Osmanlı Devleti’nin en bahtsız padişahıdır. Ülke işgal altındadır ve rahat hareket edemiyordur. Zaten etrafı hainlerle çevrilidir. Kesinlikle vatan haini değildir. Şimdi çok hızlı bir şekilde özet geçerek hain olmadığını delilleri ile anlatmaya çalışacağım.
Ülkesinin düşman işgali altında olmasından ötürü rahat hareket edemeyen Vahdettin, güvenini kazanmış ve vatanını düşman işgalinden kurtarmak için canını tehlikeye atmaya çekinmeyecek birisinin kendisinin yerine orduyu yönetebileceğini düşünerek araştırmaya başlıyordu. Ve aradığı kişiyi bulmuştu. Mustafa Kemal.
Bu karar Fevzi Çakmak ile Vahdettin’in görüşmesinden de bunu görmekteyiz.
“Çakmak Paşa, eşi Fitnat Hanım`a, “Fitnat. Öyle birşey biliyorum ki ortaya çıkıp söylememe bugüne kadar ki tutumumuz ve davranışlarımız müsait değil. Mecburum, bu sırrı kendimle beraber mezara götürmeğe.”
“Mütareke senesinde, bir Cuma selamlığından sonra Sultan Vahdettin beni huzuruna kabul etti. Paşa, dedi. Durumu görüyorsunuz. Bu işler anca Anadolu`da teşkilatlanarak kurtarılabilir. Bana Anadolu`da teşkilat kuracak, memleketi şu karanlık durumdan kurtarabilecek Paşaların bir listesini yapıp getirin.”
Ertesi Cuma, yine selamlıktan sonra huzuruna girip hazırladığım listeyi verdim. Dikkatle okuduktan sonra, bir müddet sustu. Sonra yarı kapalı gözleriyle ağır ağır, tane tane konuşmaya başladı:
“Paşa, Mustafa Kemal Paşa hırsız mıdır?” “Haşa Padişahım.
“ “Bir namussuzluğu, ahlaksızlığı var mıdır?” “Haşa Padişahım.”
“Beceriksiz ve kabiliyetsiz midir?” “Hayır efendim. O hepimizden bilgili, kabiliyetli ve dinamiktir.”
“O halde bu listeye niçin onun adını yazmadınız?..”
Hiç düşünmeden cevap verdim:
“Padişahım, Mustafa Kemal Paşa yenilik, bilhassa öteden beri Cumhuriyet taraftarıdır.”
Padişah elindeki kağıdı atar gibi masanın üzerine bıraktı... Ayağa kalkıp pencereye döndü. Limanda demirli İtilaf devletleri (İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan) gemilerini göstererek:
“Paşa, Paşa... Bu gemileri görmek kanıma dokunuyor. Bu memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun... Kendine selamla birlikte tebliğ ediniz, haftaya Cuma günü Mustafa Kemal Paşa`yı göreceğim”
Pek bilinmez ama Vahdettin ile Mustafa Kemal Atatürk’ün tanışması 1917 yılındadır.
Mustafa Kemal ile görüşerek bu görevi kabul edip edemeyeceğini sordu ve evet cevabını alınca da yemin ettirdi.
“Padişah’ın iradesine sunulan 21 maddelik özel talimatta bana verilen yetkiler doğrultusunda...” falan filan öyle devam ediyor.
Geçen günlerde bu konu hakkında bir kitapta bu bilgilere de rastlamıştık. Vahdettin’in sırdaşı olan Avni Paşa’nın Hatıralarında bu bilgiler geçiyordu.
Rauf Orbay anlatıyor:
“Bu arada Mustafa Kemal, Padişah tarafından sık fasılalarla ve hemen hemen her Cuma selamlığından sonra kabul ediliyor, kararlarımız istikametinde telkinlere devam ediyordu. Vahdettin’in kumandanlar arasında, veliahdlığı günlerinde beraberinde yaptığı Almanya seyahatinin müsbet intibaları sebebiyle de en yakından tanıdığı ve şahsına itimad ettiği Mustafa Kemal’di.”
Rauf Orbay’ın bahsettiği Cuma selamlıkları, 16 Mayıs’a kadar devam etmiş, 15 Mayıs’ta Vahdettin’le görüşen Mustafa Kemal, ertesi gün de Cumadan sonra yeniden padişah tarafından kabul edilmiş ve görüşme sonrasında da vedalaşıyorlardı.
3 tane şahit var. Fevzi Çakmak, Avni Paşa ve Rauf Orbay.
Neyse 16 Mayıs’ta görüşmeler bitiyor ve Atatürk, Vahdettin’in emri ile Samsun’a gönderiliyordu. Bize tarih kitaplarında hep yıkık dökük bir gemiyle gizlice gittiği yazar ama bu bilgiler tamamen yalandır. İstanbul’da o kadar donanma varken bırak gemiyi, yüzerek bile gitmeye kalksan yakalarlar. Atatürk’ün Vahdettin’in emriyle gittiğinin bir çok delili var. Bunlara bakalım,
İNGİLİZ VİZESİ
Atatürk Samsun’a inmiş ve rütbesi itibari ile kendinden çok çok üstün ve Kurtuluş Savaşının liderlerinden olan Cumhuriyetimizin kurucularından Kazım Karabekir ile görüşüyor ve emri altına alıyordu. Şimdi biraz düşünelim, Atatürk rüyasında bile zor görebileceği ve rüyasında görse bile hazır ola duracağı birisini nasıl olur da emri altına alıyordu? Demek ki 15. kolordu komutanından daha büyük bir rütbeye sahip birisinin bir fermanını yanında taşıyordu. O ferman da gönderen kişiye ait olmalıydı. Peki gönderen kişi kimdi?
Üstelik Atatürk’ün böyle bir düşüncesi de yoktur o dönemde. Atatürk’le olan bağları sayesinde Vahdettin, O’nu Samsun’a göndermeye ikna etmiştir. Atatürk’ten önce Kazım Karabekir 19 Nisan 1919 yılında Trabzon’a giderek milli mücadeleyi başlatıyordu. Vahdettin milli mücadelenin yalnızca cephedeki zaferle değil, siyasi ve stratejik başarıyla da olacağını bildiğinden Mustafa Kemal’i ikna ederek Samsun’a göndermiştir.
Atatürk’ü Samsun’a gitmeye ikna etmeye çalışılırken, Atatürk’ün o dönemdeki amacını anlamak için Atatürk’ün cephe arkadaşı ve Cumhuriyetimizin kurucularından Kazım Karabekir’in yazısına bir bakalım,
“Evvela, şunu belirtelim ki , veliahdlığı zamanında beri tanıdığı M.Kemal Paşa’ya itimad etmek ve işgal kuvvetlerini aldatıp, gözlerini boyayacak sun’i bir memuriyet ihdas eylemek suretiyle onu Anadolu’ya bizzat Sultan Vahideddin göndermiştir. Üstelik M.Kemal Paşa bu sırada Anadolu’ya gitmeyi değil, kabineye girmeyi düşünüyor ve bunun için çalışıyordu”
11 Nisan’da Vahdettin İstanbul Meclisini kapatıyor ve 23 Nisan’da ise Ankara Meclisi kuruluyordu, resmen birbirlerinin yapacaklarını biliyorlardı. Eğer Vahdettin İstanbul Meclisini kapatmasa Ankara Meclisi korsan bir meclis olarak kabul edilecekti. Danışıklı dövüş gibi her şey planlı bir şekilde uygulanmıştı. Vahdettin’in ingilizlerle iyi geçinmesinin sebebi ise siyasettir. Ne yani “Ben Mustafa Kemal diye ileri görüşlü birini görevlendirdim. Anadolu’da mücadeleyi yönetecek.” diye bir beyanda bulunmasını mı bekliyordunuz? Bunu anlayamayan adamlara değil mahalle muhtarlığını, age of ve empire total war gibi oyunlarda ülke bile teslim edilmez.
Atatürk’ün Vahdettin’e yazdığı mektup var. Eğer Vahdettin hain olsaydı Atatürk öyle över miydi?
Atatürk’ün idam kararı Vahdettin tarafından değil, damat ferit paşa tarafından çıkarılan idam fermanının altına “yakalandığında yeniden yargılanması” şartını koyarak imza atmış ve sonrasında idam fermanını iptal etmiştir.
“Vahdettin İngilizlerle antlaşma yapmış da o yüzden vatan hainiymiş.” Peynir gemisi lafla yürümez canım kardeşim! Eğer bir iddian varsa belgeleriyle ortaya koy yoksa da sus. Milletimizin en sevmediğim yanı, böyle asılsız iddialara itibar etmesidir. Ne İngilizlerin devlet arşivinde ne de bizim arşivimizde böyle bir belge bulunmamakta.
Vahdettin Milli Mücadeleyi destekleseydi gönderilmezdi diyenler, Atatürk’ün silah arkadaşı Şahzade Osman Fuad Efendi ve Fehime Sultan neden gönderildi diye sormazlar mı adama?
Mesele destek veya köstek meselesi değil. Mesele bu ülkede yaşayan insanların aklına tekrar Osmanlı’nın gelmemesidir. Maazallah sonra tekrar geniş düşünmeye başlarlar ve büyük israil projesi önünde engeller oluşur.
Vahdettin kaçmamıştır, gitmek zorunda bırakılmıştır. Zaten 1 Kasım 1922 yılında saltanat kaldırılıyor. İstanbul ise düşman işgali altındadır. Yani halifelikten başka bir vasfı yok. Lozan’da da Hilafet’in kaldırılacağının sözünün verildiğini duyan bir Halife neden dursun ki? Zaten amaç idam etmek.
16 Kasım günü, yani saltanatın kaldırılışından 15 gün sonra, TBMM’de Vahdeddin’i vatan haini olarak kabul eden “Hıyanet-i Vataniye kanunu” kabul edilir. Yani yakalanırsa öldürülecekti.
17 Kasımda Vahdettin bir İngiliz zırhlısı ile ülkeyi terk ediyordu. Şimdi diyeceksiniz ki, ee İngilizlerle işbirliği yapmadı diyorsun ama bir ingiliz zırhlısı ile ayrıldığını söylüyorsun. Yok mu bir gariplik?
Ben de diyorum ki, evet doğru. Bir ingiliz zırhlısı ile ayrıldı ama o dönemde seyahat etmek için itilaf gemilerine binmek zorunluluğu vardı. İşte araştırmadan konuşmanızın sebebi budur. İkincisi birçok delegemiz de konferanslara ve görüşmelere İngiliz gemileriyle gitti buna ne diyeceksiniz?
Üçüncüsü İngiltere’ye de değil, İtalya’ya gitti ve masraflarını Mısır Prensi karşıladı. Geride bıraktığı serveti görmek istiyorsanız Topkapı sarayına gidip bakabilirsiniz. Yalnızca Kaşıkçı elmasını alsa, bir ömür krallar gibi yaşardı.
Sultan Vahideddin Han Ülkeden ayrılmak üzereyken son kez bir sigara yaktı ve saraydan bir görevli çağırtıp şöyle bir emir verdi:
‘’Evladım bu çakmağı ve kül tablasını saraya götür bunlar milletimin malıdır’’
Vahdettin’in, Başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi’ye söylediği şu sözlerle noktalayalım: “Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum; taht-ı saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim! Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malumat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu hakayıkı (hakikatleri) yazar.”
Vahdettin hakkında araştırma yapmak isteyen arkadaşlara önerim, Turgut Özakman’ın “Vahidettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele “ gibi belli bir ideolojiyle yazılmış saçma sapan kitapları değil de Murat Bardakçı’nın “Şahbaba” gibi tarafsızca yazılmış kitapları okumanızı öneririm. Ben bu iki kitabı da okuduğumu belirteyim.
Cennet Vatanımız 29 Ekim 1923 yılında ilan edilip tarih sahnesindeki yerini alıyordu. Ancak Lord Curzon’un da dediği gibi kurulacak bir Türk devletinin din ile bir alakasının olmaması gerekiyordu çünkü Lozan’da antlaşma bu yöndeydi.
Cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki uygulamalar da Lord Curzon’un ne kadar haklı olduğunu doğruluyordu. Öyle derinlemesine olmadan en kısa şekilde bu uygulamaları size aktarmaya çalışacağım.
Öncelikle istiklal mahkemelerinden bahsetmek istiyorum. Sizi suçlayanla, yargılayanın aynı insan olmasını ister misiniz? Eğer suçlayanla yargılayan aynı kişi ise bu mahkeme göstermeliktir değil mi? İşte İstiklal Mahkemelerindeki sistem böyle işlemektedir. Avukat yok, temyize gitme yolu yok. Hakim ne derse o olur. İstiklal Mahkemelerinin başında Kel Ali diye bir katil vardı. Kel Ali’yi aşağılamak için söylemiyorum, bildiğin lakabı Kel Ali yani.
Kel Ali, Halit Paşa’nın katiliydi. Halit Paşa 9 Şubat 1925’te Meclis koridorunda, İstiklal Mahkemelerinin zalim reisi Kel Ali tarafından vurulup 13 Şubat’ta vefat etti. Şehit Halit Paşa,öyle fedakar bir paşaydı ki, Mudanya’dan, Kocaeli’ne, Kars’a, Artvin’den Gümüşhane’ye, Erzurum’dan İzmir’e, Tunceli’den İstanbul’a, Yemen’den Trablusgarp’a, cephe cephe koşuşturmuş bir komutandı Halit Paşa.
Kel Ali ve İstiklal Mahkemelerinin hakimleri kendilerinden başka kimseyi otorite olarak kabul etmiyordu. Öyle ki, Cumhuriyetimizin kurucularından Kazım Karabekir’in dokunulmazlığını dahi dikkate almayıp tutukluyordu. Daha da ileri giderek Kazım Karabekir’i savunuyor diye İsmet Paşayı da tutukluyorlardı.
Kazım Karabekir’in idam edileceğini duyan subaylarımız mahkeme salonunu dolduruyorlardı. Kel Ali ve mahkemeye verilen mesaj şuydu, “Eğer 0.0001 mg erkeklik taşıyorsanız, idam kararını verirsiniz. İdam kararını verin de görün bakalım, taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalıyor mu?”
Durumun ciddiyetini görenler hemen haberi Mustafa Kemal’e ulaştırıyorlar. Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle Kazım Karabekir ve İsmet İnönü’nün beraatine karar veriliyordu.
***
Allahu Ekber
Bir diğer uygulama ise camilerin satılmasıdır. Bu uygulama Yılmaz Özdil’in yazısında da gündeme gelmişti.
1- Açık arttırma usulu satılan camiler
2- Gazete ilanı ile satılan camiiler
Siyonistlerin kendi planlarını uygulaması için içeriden birisini kullanacaklarını söylemiştim ve ilk olarak Atatürk ile görüştüklerini ancak kontrol edilecek birisinin olmadığını anlayınca da bu sefer başka birisini aramaya başladılar. Lozan görüşmelerinde verdiği tavizlerden dolayı İsmet İnönü’yü çok seven bu siyonistler kararlarını vermişlerdi. Kullanılacak isim İsmet İnönü’ydü.
Siyonistlerin İnönü aracılığı ile bir çok tartışmalı karara imza atması Atatürk’ün canını sıkıyor ve Niyon konferansı ise bardağı taşıran son damla oluyordu. Atatürk, İsmet İnönü’yü başbakanlıktan alarak yerine Celal Bayar’ı getirtmiştir.
İsmet İnönü’yü başbakanlıktan alan Atatürk siyonistlere de savaş açmıştı. Atatürk mason muydu sorusunun cevabı Cemal Granda Atatürk’ün Uşağı idim adlı hatıratında yer alıyordu;
‘Bir zamanlar ben de mason olmuştum. Bir gün bir arkadaşım beni alıp Beyoğlu’ndaki Mason cemiyetine götürdü. Daha ne olduğunu bile anlayamadan kendimi cemiyetin içinde buldum. Mermer merdivenlerden büyük bir salona indik. Orada yüzlerini göremediğim bir takım kişiler vardı. Bizi buyur edip oturttular, kahveler sundular, hal hatır sordular. Orada fazla kalmadık, tekrar merdivenlerle daha da aşağı indik. Bir öncekinden daha geniş salonda bulduk kendimizi. Salonda büyük bir kalabalık toplanmış, kılıçlı bir tören yapılıyordu. Bu işleri daha önceden bildiğini anladığım arkadaşım beni kolumdan tutmuş, durmadan ne yapmam gerektiğini anlatıyordu. Kılıçların arasından geçip kutsal bir kitaba el bastık. Bütün bunlar olup bittikten sonra dışarı çıktık. İçeride çok sıkılmıştım. Bu olaydan sonra bir daha ne o binaya gittim, ne de oradakilerle karşılaştım. Şimdi gitsem, arasam o binayı belki de bulamam. İşte benim masonluğum bundan ibaret…’
İnternette bunun gibi bir çok tanınmış kişinin nizam duruşuyla verdiği görüntülere rastlamak mümkün. Neyse konumuza geri dönelim, Atatürk siyonistlere karşı mücadelesinde mason localarını kapatma kararı alıyordu. Zeynel Besim’in Sun adlı Masonun Dün ve Bugün dergisinde (Sayı: 10) yayınlanan hatırasında Atatürk’ün Masonluk etrafında koparılan tartışmalar üzerine ‘Kapatalım da kurtulalım’ dediğine rastlıyoruz. Ancak mason localarını kapatamadan mason locaları kendi kendilerini belirsiz bir zamana kadar kapatıyordu.
Atatürk siyonistleri çıldırtacak kararı ise 1937 yılında açıklamıştır. Orta Doğu’da kurulacak bir yahudi devletine karşı olduklarını açıklamış ve el sürülemeyeceğini belirtmiştir.
“Orta Doğu’da bir Yahudi devleti kurulacakmış. Kanımız pahasına karşı çıkarız. Böyle bir şeye asla müsade etmeyiz.”
(Hakimiyet-i Milliye Gazetesi - Atatürk’ün kendi gazetesidir)
“Filistin’e el sürülemez!
Kemal Paşa Avrupa’ya ihtar ediyor
“Türkler mukaddes topraklarda, yabancı hâkimiyetine tahammül etmeyeceklerdir! “
“...Arapların arasında mevcut olan karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimse bizim kadar bilemez. Biz, vakıa birkaç sene Araplardan uzak kaldık, fakat şimdi kendimize kâfi derecede güvenip ve kudretimizi bildiğimiz için İslâmiyet’in mukaddes yerlerinin, Musevilerin ve Hıristiyanların nüfuzu altına girmesine mâni olacağız. Binaenaleyh şunu söylemek istiyoruz ki, buraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına müsaade etmeyeceğiz...”
Daha ortada İsrail devleti yokken Atatürk ileri görüşlülüğü ile olacakları gördüğü için siyonistlere ihtar çekiyordu. Şimdi soruyorum size, “Atatürk Selanik gibi yahudilerin yoğunlukla yaşadığı bir yerde doğmuş ve büyümüş olan Atatürk, kurulacak olan bir siyonist devletin sınırlarını bilmeyecek bir adam mıydı?”
Bugün BOP diye ortalığı ayağa kaldıranlar, ‘’Ortadoğu’yu parçalayacaklar, yeni devletler çıkaracaklar’’ diyenler, yüzyıl öncesinin dünya düzeni projesi olan Sevr’i kabullenmişler, hatta onu koruyorlar da haberleri yok. Çünkü okulda kendilerine Sevr’in Anadolu’yu parçalama projesi olduğu, bizim de Kurtuluş Savaşı adı verilen bir savaşta tüm batılıları yendiğimiz öğretildi.
Halbuki Sevr, yüzyıl öncesinin ‘’Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’’ idi. Sevr sonucunda Suriye, Irak, Libya, Mısır, İsrail, Ürdün, Yemen, Suudi Arabistan gibi ülkeleri doğurdu. Bir devletten 50 devlet çıkaran projenin adıydı Sevr. Ve bizler İngiliz ve Fransızlarla yalnızca savaşın ilk senesinde Çanakkale Boğazı’nda, ve devamında da 1918’e kadar sürekli olarak Ortadoğu topraklarımızda savaştık. 1918’den sonra savaştığımız tek devlet Yunanistandır. Bugünkü Türkiye topraklarında diğer devletlerle tek bir savaş söz konusu olmadı. Lozan’dan sonra hepsi çekilip gitti.
Yarın bir gün Kürdistan’ın kurulduğunu düşünün.
Batılılar geldi, Kürdistan adında bir devlet kurdular. Bunun için başkent Ankara’ya geldiler ve sınır bölgelerimize asker yerleştirdiler. Ve bizlerin de bundan sonra; ‘’İşte kurtulduk, bağımsızlığımızı ilan ettik’’ diye naralar attığımızı düşünün. Toprak kaybettik, ama tamamen heterojen bir Türk ulus devletimiz oldu. Yalnızca Türklere ait, yalnızca Türklerin olduğu.. Bunu her sene kutladığımızı düşünün.
İşte bundan yüzyıl önce bizim İstanbul’a bakış açımız ne ise; Kudüs’e, Halep’e, Bağdat’a, Şam’a, Mekke’ye, Medine’ye de oydu. Yani biz komple bir vatan idik, bir millet idik. Lakin bugün, Edirne’den Kars’a kadar olduğumuza ve gerisinin bizi alakadar etmediğine inanıyoruz. Bu da demek oluyor ki, İngilizler bu topraklarımızı işgal ettikten sonra, kafalarımızı da işgal etmişler. Kendi kurdukları sisteme göre düşünen insanlar yetiştirmişler.
Ve BOP denilen proje gerçekleştirilirse, aradan birkaç on yıl geçtikten sonra o projeyi ve o proje ile gelen sistemi destekleyen bir nesil yetiştirecekler. Ve aslında olduğundan daha kötü senaryolar yazılacak, çizilecek. Aslında Türkiye’nin tamamen yok olacağı, elimizde birkaç şehir bırakılacağı gibi masa başında maddeler uydurulacak ve biz de Kürdistan topraklarını kaybettiğimize üzülmeyi akıl edemeyip, elimizde tuttuğumuzu sandığımız topraklarımız için deliler gibi sevineceğiz.
BOP ile çizilen haritaya bakan kardeşim, bu haritaya bak, buna karşı önlemini al. Fakat, amma ve lakin; BOP’ta çizilen bu haritada kaybettiğimiz toprak yüz ölçümünün, Lozan’da masada Misak-ı Milli’den verdiğimiz yüz ölçümünden küçük olduğunu da unutma.
Yani biz Lozan’daki masada bıraktığımız topraklar daha büyük, ama bugün BOP’a karşı olduğunu haykıranlar, dün kaybettiğimiz ve hukuksal olarak hala bizim olan topraklarımız hakkında tek kelime etmiyor. Neden? Çünkü onlar, bir kahramanın gelip bütün kapitalist devletleri yenerek bizi özgürlüğümüze kavuşturduğuna inanıyorlar da ondan..
Toprakları bir an için boş verip, önce beyinlerimizi işgalden kurtarmamız lazım. Çağın şartları diye dayatılan ucube kalıplardan sıyrılıp, ‘’Bu herkesin herkesi sömürdüğü çağda, kendilerinin belirledikleri düşünce sistemine göre düşünmeyi reddediyorum!’’ diyerek çağ dışı düşünmemiz lazım. Çağ üstü düşünmemiz lazım. Çağ üstü düşünmemiz lazım ki, bu çağı değiştirebilelim. Yeni bir çağ ideali kurmamız lazım ki, içinde bulunduğumuz çağdan kurtulabilelim. Kendi çağımızı, yeni dünya düzenimizi kendimiz kurmak istiyorsak, önce beyinlerimizi onların kalıplarından sıyırmamız şart.
İsrail devletini kuran Theodor Herzl toprak sınırlarını nasıl açıklıyor;
“Kuzey sınırlarımız Kapadokya’daki (Orta Anadolu) dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı’na; sloganımız Davud ve Süleyman’ın Filistin’i olacaktır.” (The Complete Diaries of Theodor Herzl, Theodor Herzl, cilt 2, sf.711)
Peki Tevrat’ta nasıl geçiyor bu sınırlar,
“Ayak tabanınızın bastığı her yer sizin olacak. Sınırınız çölden Lübnan’dan ırmaktan, Fırat Irmağı’ndan Garp Denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak, Allah’ınız Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak basacağınız bütün diyar üzerine koyacaktır.” (Tekvin Bölümü, 12/25)
Kurulacak devletin sınırları
Yeterince açık değil mi? Atatürk’ün ölüm kararı alınarak öldürülüyor. Ve yerine siyonistlerin oyuncak gibi kullandığı İsmet İnönü geçiyordu. Şimdi bana İsmet İnönü’yü savunanlara bir kaç sorum olacak.
1) İsmet İnönü Atatürk’ün cenazesine neden katılmamıştı?
2) Atatürk’ün ölümünün hemen ardından, Atatürk’ün heykelini neden satmıştır?
3) Paramızdan Atatürk’ün resmini çıkartıp neden kendi resmini koymuştur?
4 ) Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz çekik gözlü ve güzel gülüşüyle insanın kalbine huzur veren Atatürk’ün manevi kızı ve yasal varisi olan Ülkü Adatepe hanımefendi ve ailesine neden baskı uygulamıştır?
5) Atatürk’ün canımız kanımız pahasına bile olsa kurdurtmayız dediği İsrail devletini neden yangından mal kaçırırcasına tanımıştır?
İnönü’nün marifetleri bunlarla sınırlı değil. Eğer hala Amerika’nın bir müttefiki ise bunun en büyük sebebi İnönü’dür. Yıl 1947 ve ABD ile Türkiye Cumhuriyeti arasında bir yardım antlaşması imzalanıyor. ( ABD’nin müttefiki = sömürgesi ve ABD’nin yardımı = boynuna vurulan zincir)
Truman Doktrini!
“Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı, her Türk candan alkışlamalıdır.” diyor İnönü.
Yani ABD bizi savunmada ve ekonomide hamimizdir. Kabul etmediğimiz manda ve himayenin aynısı ama sadece daha kibar tarzda adlandırılmış hali.
Bunu 2 madde ile ispatlayabilirim.
Truman Doktrini 2. Madde “Türkiye Hükümeti, yaptığımız yardımı, tahsis edilmiş bulunduğu gayeler adına kullanacaktır.”
Ve can alıcı 4. Madde; “Türkiye Hükümeti, Birleşik Devletler Hükümeti’nin onayı olmadan hiçbir madde ve bilginin mülkiyet ve zilliyetini devredemeyeceği gibi, aynı onay olmadan Türk Hükümetinin söylenilen gayeden başka bir gayede bu yardımı kullanmasına Birleşik Devletler Hükümeti müsaade etmeyecektir.”
Yani bizim iznimiz olmadan bir kurşun bile sıkamaz ve bir ekmek bile alamaz. Eeee ne farkımız kaldı bir sömürge devletinden.
Bir de Johnson mektubu var ki hiç sormayın.. Mektup şöyle;
“Türkiye ile aramızda mevcut askeri yardımın veriliş maksatlarından başka maksatlarda kullanılması için hükümetinizin Birleşik Devletler’in onayını alması gerekmektedir. Hükümetiniz bu şartı anlamış olduğunu muhtelif vesilerle Birleşik Devletler’e bildirmiştir. Mevcut şartlar altında Birleşik Amerika’nın, Türkiye’nin Kıbrıs’a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından sağlanmış askeri malzemenin kullanılmasına izin vermeyeceğini bütün samiyetimle bildiririm.”
Peki nerede karşılaştık bu maddelerle?
1974 yılında vatanperver 2 lider olan Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan, EOKA darbesiyle rumlar adadaki Türkleri bebekleri dahil katlederken adaya müdahale kararı aldılar ve kıbrıs barış harekatı başladı. Ancak yine sahneye İnönü çıkacak ve hükümeti dağıtacaktı. Eğer o zaman İnönü sahneye çıkmasa bugün kıbrıs sorunu falan da olmayacaktı.
1984 yılında PKK Eruh baskını yapacak ve ABD “Benim iznim olmadan PKK’yı vuramazsın.” diyecekti.
İşte “Milli Şef” denilen İnönü’nün o imzasıyla beraber bağımsızlığımız ABD’ye geçti.
“Truman doktrini çerçevesinde ABD’den aldığımızın 69 milyon $ askeri yardım ile elde edilen askeri techizatın bakımı için ABD’ye her yıl 400 milyon $ bakım ve ithalat parası harcaması yaparak ne kadar zarara uğradığımız bir anlaşma yaptığımızı biliyor musunuz?
İsmet İnönü Atatürk’ün bazı inkılaplarını da kendine göre kullanmıştır. Onlardan birisi ise harf inkilabıdır. İşte İnönü’nün ağzından harf inkilabının kullanılma amacı,
‘’Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.”
Soruyorum size, kaç kişi okuyabiliyor İstiklal Marşımızın orjinal halini? Peki bundan 5 asır önce yaşamış Shakespeare’in eserlerini ilkokul mezunu ingiliz çocukları bile okuyabiliyorken, çok değil daha üstünden bir asır bile geçmemesine rağmen İstiklal Marşımızı üniversite mezunları da dahil olmak üzere neredeyse kimsenin okuyamıyor olması garip değil mi?
Harf inkilabının bir diğer sonucu da çocuklarımızın kelime hazinelerinin çok düşük olmasıdır. Şöyle ki;
Önce araştırmanın sonucunu verelim:
ABD 71.681
Almanya 70.400
Japonya 44.224
İtalya 31.762
Fransa 30.193
S. Arabistan 13.579
Türkiye 7.260…
Bu rakamlar ne?
İlköğretim okullarında okutulan ders kitaplarının içerdiği kelime ve kavram sayısı…
Araştırmayı yapan: Ankara üniversitesi TÖMER Dil Öğretim Merkezi…
İlkokulu bitiren bir Amerikan çocuğu 70 bin kelime öğreniyor…
Aynı yaştaki bir Türk çocuğu ise 7.000 kelime…
Sonra da bizden neden Steve Jobslar ve Thomas Edisonlar çıkmıyor diye soruluyor. Sen gidip ilkokulda çocukların zekalarını köreltirsen tabi ki çıkmaz. Bunun Atatürk’ün harf inkılabıyla da pek alakası olmayabilir ancak kasıtlı bir uygulama olduğu kesin. İnönü döneminde eğitim alanında pek çok değişiklik olduğu bilinmekte.
İnönü döneminde din düşmanlığı da had safhaya ulaştı. Yalnızca Şükrü Saraçoğlu’nun sözü ile özetlemek mümkün.
“Din zehirdir. Türkiye’den dini tamamen atabilmek için bize 30 sene daha lazım.”
İnönü döneminde halkçılık ilkesi de pek dikkate alınmıyor. Tandoğan meydanına adını veren Nevzat Tandoğan 3 Mayıs 1944 yılında huzuruna çıkarılan Osman Yüksel Serdengeçti’ye,
“Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek.” diyerek anadolu insanını ne kadar hor ve aşağılık gördüklerini bir kez daha gözler önüne seriyordu.
1946 yılında ülkemiz çok partili sisteme geçiyordu ama bu geçişi İnönü babasının hayrına yaptı zannetmeyin. Elinden gelse kıyamete kadar iktidarda olurdu ancak İtalya’da Mussolini’nin ve Almanya’da Hitler’in başına gelenlerden sonra “siz cumhuriyet rejimiyle yönetiliyorsunuz ancak hala tek partisiniz” gibi demokrasiye geçişin yapılmasına yönelik uyarılar alan İnönü çok partili döneme izin vermiştir.
1950 yılında yapılan seçimlerde DP ezici bir üstünlükle iktidarı ele alıyordu ve Celal Bayar Cumhurbaşkanlığına geçerek başbakanlığa Adnan Menderes’i atadı. Menderes ilk icraat olarak halkın en şikayetçi olduğu konu olan türkçe ezan konusuna çözüm olarak ezanların türkçe okunması zorunluluğunu kaldırtıyor.
Yalnızca ezanların Türkçe okunma zorunluluğunu kaldırtarak masonların yeterince nefretini kazanmıştı Adnan Menderes.
Adnan Menderes tehlikeli sularda yüzüyordu. Zaten ABD’nin bir sömürgesi olmuş, sırtını illuminati piramidine dayamışsın (BKZ Truman Doktrini) daha niye ülkeni kurtarmaya çalışıyorsun ki değil mi? Bak İnönü’ye ne kadar rahat.
Evet Adnan Menderes içerideki ABD mandacılarını da karşısına alarak Ruslarla antlaşma yapmaya gidiyordu. Amacı ülkesini Truman Doktrininden kurtarmaktı ama olmadı. Bir darbeyle ülkemiz tekrar geriye gidiyordu.
Ezanların Türkçe okunması zorunluluğunu kaldırmasıyla masonların büyük tepkisini çeken rahmetli Adnan Menderes’in darbeyle indirilmesinin 2 sebebi vardır. İlki tekrar ezanların arapça okunmasını sağlamak ikincisi ise Osmanlı hanedanlığının ülkemize tekrar dönmesini sağlamasıdır.
Olay şöyledir; 1950 yılında iktidara gelen Menderes ilk seyahatlerinden birini Fransa’ya yapar ve Fransa’ya gitmeden önce de Fransa’da yaşayan Osmanlı hanedanlığına mensup kişilerin durumunu büyükelçiden ister ancak hiçbir bilgisi olmadığını görünce “24 saat içinde ya rapor getir ya da istifanı!” diyerek azarlar.
Raporu eline alan Menderes yıkılmıştı. Fransa Kralı Fransuva’nın yardım istediği Kanuni Sultan Süleyman’ın torunu Fransa ordusunun bulaşıklarını yıkıyordu. Dünyaya hükmetmiş ve tarihin belirleyici ülkelerden biri olmuş Osmanlı Devletinin yönetici ailesi 3.sınıf otel odalarında sefalet içinde yaşadığını gören Menderes doğruca Çankaya’ya Celal Bayar’ın yanına çıkarak “Osmanlı hanımlarını bulaşık yıkarken gördüm. Onların Türkiye’ye dönmeleri için af kanunu çıkaracağım” der. Bunun üzerine de Celal Bayar,
“Adnan bey sus, bu konuyu bir daha başka yerde açma, malum gazeteler tahrikiyle silahlı kuvvetlerin içindeki cunta Türkiye’de ihtilal yapar” der ve Adnan Menderes de cebinden istifa mektubunu çıkararak odadan çıkar.
İstifa mektubunda bunlar yazmaktaydı;
“Cumhurbaşkanlığı makamına, Analarının ve babalarının Fransa’da hizmetçilik yaptığı bir ülkenin Başbakanı olmaktan utanç duyuyorum,istifamın kabulünü arz ederim. İmza: Adnan Menderes”
Celal Bayar, Adnan Menderes’i yalnızca bayanların ülkemize dönmeleri hususunda af kanununu kabul edebileceğini belirterek istifasından geri dönmeye ikna etmiştir.
16 Haziran 1952 yılında yalnızca kadın üyelerin ülkeye dönmeleri için af kanunu çıkarılmış ve Adnan Menderes’in idam fermanı masonlarca çıkarılmıştır. 27 Mayıs darbesiyle ordu yönetime el koyuyor ve ülke yönetiminde bulunanları yargılıyordu. Tabi en başta Adnan Menderes vardı.
İdamından hemen önce Adnan Menderes’in hazin fotoğrafları hafızalarımızda travmatik yerini almıştır. Bu görüntü bize Sultan Abdulaziz’in ölmeden önceki son görüntüsünü hatırlattı.
Her iki liderin de masonlarca öldürüldüğünün kanıtıdır bu görüntüler. Sultan Abdülaziz sözde intihar etmiş. Önce sağ bileğini sonra da sol bileğini kesmiş. Hay Allah’ım ya böyle birşey tıbben de mümkün değil. Öyle bi devletiz ki, kendi başbakanımızı asıyor ancak 30.000 kişinin katilini de şehit analarının ödediği vergilerle besliyoruz.
Celal Bayar’ın torunu Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali Adnan Menderes’in idamını şöyle anlatıyor,
“Menderes’in idamı ertesi gün oluyor... Cellatları Üsküdar’da bir meyhaneden getiriliyor, ayılsınlar diye kahve veriyorlar... İdam öncesi Menderes:”İstirham ediyorum, yapmayın” demesine rağmen prostat muayenesi yapılıyor. Menderes’in boynuna geçirilen ilmiğin arkaya getirilmesi lazım, ama boynunun yan tarafına getirildiği için çok acı çekiyor ve çırpınarak can veriyor. Bu çırpınmalar sırasında ayakkabıları fırlıyor. Ayakkabıların fırlamasının sebebi de çok kilo kaybetmiş olması. Ayrıca vücudunda sigara izleri bulunuyor.”
Tabi Merhum Adnan Menderes, Osmanlı hanedanlık üyelerinin tekrar yurda dönmelerini sağlamıştı ancak aile üyeleri döndüklerinde bıraktıkları servetten geriye pek bir şey bulamadılar. Ne tesadüf ki aynı dönemde yahudiler çok büyük bir servet elde ediyorlardı. Onlardan birisi de Bernar Nahum’dur. Bernar Nahum, Lozan’ın kaldırılmasında baş aktör olan Hain Naum’un oğludur. BEKO’nun da kurucularından birisidir Bernar Nahum. BEKO`nun BE`si Bernar`dan, KO`su Koç’tan gelir ama hep arkaplanda kalmıştır.
Merhum Adnan Menderes’in idamından sonra başka hiçbir liderimiz siyonistlerin ülkemizde bu kadar rahat hareket etmesine müdahalede bulunamamıştır ta ki Turgut Özal’a kadar.
Turgut Özal’a her zaman dua ederim. Özellikle de 163. Madde’den dolayı. Nüfusunun %99’ı müslüman olan bir ülkede birkaç kişi toplanıp Allah’dan bahsetti zaman 5 yıldan yargılanıyordu. Birçok tanıdığımda bu maddeden dolayı birkaç senesini mapus damlarında çürüttü.
163’üncü madde:
“Devletin sosyal ve ekonomik veya siyasi veya hukuki düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla, dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek (...) propaganda yapan veya telkinde bulunan kimse, beş yıldan on yıla kadar hapisle cezalandırılır”
Turgut Özal’in CFR ile olan ilişkilerinden söz edilir ve hep suçlanır. Turgut Özal’i suçlayanların bir çoğu Truman Doktrininden haberi bile yoktur. Turgut Özal’in Siyonistlerle yaptığı birçok antlaşma hep Truman Doktrininin etkisini azaltması yönündeydi.
Turgut Özal döneminde Adnan Menderes döneminde olduğu gibi ülkede büyük bir kalkınma olmuştu. Yurtdışı gezilerine de yanında en az bir Türk iş adamını götürerek, sıkı ilişkilerin ekonomiye yansımasını sağladı.
Bu ilişkilerden rahatsız olmuşlar vardı ki Turgut Özal’a 1988 de uyarı mahiyetinde bir saldırı olmuştu.
Bizim siyasi kurt bu uyarının üzerine çalışmalarına daha hazla ağırlık vermeye başladı. Özellikle de Sovyet Rusya’nın dağılmasıyla da Kafkas pazarını neredeyse tekelimize almıştık. Bir çok alanda yenilikler yapılıyordu. Turgut Özal’in bir hedefi vardı, “Türk - İslam Birliğini” kurmaktı. İlk olarak Türk devletlerini birleştirmek ardında da bunu Orta Doğu’daki arap ülkeleriyle tamamlayıp bu birliği kurmayı planlıyordu ancak önünde büyük bir engel vardı. Terör sorunu! 1.Körfez savaşı sonrasında Kerkük ve Musul’a girilmesi konusunda Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay ile görüşmesinin hemen ardından, süresinin dolmasına daha varken Necip Torumtay görevinden kendi isteğiyle emekliye ayrılıyordu.
Turgut Özal kafasına koymuştu bir kere terör bitecekti. Kuzey Irak’a giderek Barzani ile görüşmüş ve “Musul ve Kerkük bizimdir. Bunu dünya biliyor, alacağız” demişti ve 10 gün sonra öldürülüyordu.
Turgut Özal ölümünden hemen önce de Türk devletlerine bir gezi yapmıştı. Kim bilir belki de Türk birliği için anlaşmıştı ancak ne yazık ki projesini tamamlamasına izin vermediler.
Turgut Özal öldüğü gün bir çok aksilik yaşanmıştı. Mesela Hacettepe daha yakından GATA’ya götürülmüştür. Ölümünden sonra kanı hastanede bulunurken, ne hikmetse tam alınmaya gidildiğinde sakar bir hemşire kanı düşürmüştür.
Oyun düşündüğünüzden çok daha büyük.
ERMENİ OLAYLARINDAN DA BAHSEDELİM AZICIK
Fransa’nın sözde Ermeni soykırımını tanıdığı şu günlerde biraz arşivleri karıştırmanın yerinde olacağını düşündüm. Kırım var mıydı, yok muydu bunun üzerinde durmayacağım ama Ermenilerin konu ile ilgili görüşlerini aktarmak istiyorum..
Ermeniler 1915 olaylarından Osmanlı müslümanlarını değil İttihat Terakki’yi kuran Dönme Yahudileri sorumlu tutmaktadırlar. Nitekim birçok Ermeni aydın ve liderin görüşleri bu yöndedir. Ermenistanın en eski şairi Gabudikyan’ın 2006 yılında Milliyet gazetesine vermiş olduğu bir röportaj esnasında aynı cemaatten olan Arşak Sarkisyan Talat Paşa, Jön Türkler ve soykırım için şunları söylemektedir; “Talat Paşa, Yahudiydi. Türklerle Ermenilerin arasını bozdular. Türkler soykırım yapmazlardı. Ama Jöntürklerin hepsi Yahudi idi.”
Ermeni cemaatinin Newyork’daki lideri Vahan Cardashian, 1920 tarihli The Providence ve The Miami Metropolis gazetesine vermiş olduğu demeçlerde Ermenilere yapılan kırımdan Türkleri değil, Yahudileri yani (Dönmeleri) sorumlu tutuyordu. 1915 olaylarında İttihat Terakki içindeki Dönmeler’in rolünü, Ermeni cemaatinin sözcüsü Cardashian 1920’de gündeme getirmişti. Bugünde Erivan 1915’deki olaylardan Sabetayistleri sorumlu tutmaktadır.
Amerikalı Araştırmacı Christopher Jon Bjerknes kaleme almış olduğu (The Jewish Genocide of Armenian Christians) isimli kitabında Ermeni kırımını yapanların Sabetaycılar (Dönmeler) olduklarını detaylı bilgiler vererek anlatmaktadır.
Ermeni tarihçi Raymond Kevorkian’da (Ermeni Soykırımı) adlı kitabında 1915 olaylarını organize eden (Young Turks) Genç Türklerin Yahudi dönmesi olduklarını ve Ermenilere karşı soykırımı planlayanların Selanikli Dönmeler olduğunu bildirmektedir.
19. yüzyıl ortalarına doğru yani Bu tarih aynı zamanda Yahudilerin ve Hıristiyanların Türkiye’deki iç savaş tarihidir. Bedirhan bir defada 40 bin Süryani’yi katletmiştir peki ama neden? Bunu Kürtlüğe mi yoksa İbraniyeliğe mi bağlayacağız ? 19. yüzyılın ortasından beri bu ülkedeki iç savaşları ve kırımları eninde sonunda Yahudilerin Hıristiyanları tasfiyesi olarak ortaya koyuyorum.
Ermenilere yapılanlar’ın çoğunu biz Türkler yapmadık. Bunlar içimizdeki İbrani asıllıların yaptıkları bir iştir. Daha detaylı olarak söyleyecek olursak Ermeniler’e karşı yapılan eylemlerin faili içimizdeki Sabetayistlerdir. Bu genel olarak son 150 yıldır Türkiye’de bir Hristiyan, Yahudi savaşları olduğunu, biz Türklerin de bu savaşlarda sadece figüran olduğunu söylüyorum. Yalnız eksik olan bir ayrıntı var. İbrani asıllılar bu olaylar yaşanırken çok önemli mevkilerdeydi. Bu tatsız olayları bunlar yaptılar. Bu söylediklerim Erivan’da kabul görüyor. Erivan’ın resmi görüşüne göre de bu işleri Türkler değil, içerideki İbrani asıllılar yaptı. Söylediklerim çok yankı yarattı. Buna seviniyorum.
Amerikanın Ermeni Çocukları adlı kitabın yazarı Michael Bobelian’in belirttiğine göre Ermeniler, Ermenilere yapılan bu planlı soykırımdan Talat Paşa, Enver Paşa, Bahaddin Şakir, Cemal Azmi Paşa, Ahmet Cemal Paşa’yı sorumlu tutmaktadır.
Sabetaycı bir kökten geldiğini açıklayarak Museviliğe geri dönen Araştırmacı Yazar Ilgaz Zorlu’da bir röportajında Ermeni olayları hakkında şunları söylüyordu: Sabetaycılar önemli bir tarihi hata yaptılar. 1915 Ermeni olaylarında Nazım’ın ve Cavit’in çok ciddi rolleri vardı. Bu olayı onlar planlamıştı. Çünkü Ermeniler Yahudiler karşısındaki en büyük siyasi güçtü.
Ermeniler ve Dünya’daki Ermeni Cemaatlerinin sözcüleri ve tarihçiler, 1915’de Ermeniler’e yapılanlardan Yahudi Dönmelerini suçlu bulurken, Türkiye’de ise Ahmet İnsel, Baskın Oran, Radikal ve Taraf gazetesi ise Türk toplumunu özür dileme kampanyasına çektiler. Prof. Dr. Ahmet İnsel, Yalçın Küçük’ün Sabetayizm çalışmalarından çok endişelenmiş ve Radikal Gazetesinde “durdurun bu adamı” demişti. Lakin İnsel’in dediği gibide oldu. İsrail’e, Sabetayizme Judaizm’e dokunan cezalandırılmalıydı. Ulusalcı bir çizgisi olan Yalçın Küçük’ü susturmak için Ergenekon ile alakalı olduğu iddası ile hapise gönderildi. Aslında Yalçın Küçük Ergenekon ile alakalı olduğundan değil, Sabetayizm hakkındaki çalışmalarından dolayı cezalandırıldı. Keza Soner Yalçın’da öyleydi. Bu ülkede İsrail’den daha güçlü bir İsrail var. Yalçın Hoca’ya göre Ermenilerden Özür Propagandasını başlatan aktörlerden Prof. Dr. Ahmet İnsel’de, İzmirli Baskın Oran’da Sabetayist asıllıdır. Teknik anlamda incelediğimizde İnsel’in akrabaları Dönmelere ait Bülbülderesi mezarlığındadır. Anlaşılacağı üzere bu propagandayı başlatanlar ve dikkatleri İbranilerin üzerinde dağıtanlarda yine İbraniler.. Asala’nın suikast sonucu öldürdüğü Türk diplomatlarda Ben-i İsrail kavmindendi. Yoksa bu basit bir tesadüfmüydü..?
Ermeniler Sabetayizm konusunu bizim tarihçilerimizden daha iyi bilmektedirler. Bugün dünyanın bir çok yerinde Ermeni cemaatleri Yahudilerin Ermeni kırımındaki rolünü, İttihatçıların Yahudi Dönmesi olduklarını ve Ermenileri tasfiye edenlerinde bu Siyonistler olduğu propagandasını yapmaktadırlar.
Hatta internette (The Jewish Role in the Armenian Genocide) yazdığınızda göreceksiniz ki Ermeni araştırmacıların sitelerinde ve yayınladıkları videolarında Ermeni Kırımını yapanların Yahudiler olduğu propagandası yapılmaktadır.
Peki Ermeniler 1915 olayları için sorumlu olarak neden Osmanlı Devleti demezlerde Yahudiler derler ? Bu olaylardan neden bir ırkı sorumlu tutmaktadırlar ? Amerikan Yahudi Lobileri ve İsrail, Ermeni soykırımını desteklemekte ve Türkiye’ye karşı Ermeni lobisinin yanında yer almaktadır. Ermeni lobisi soykırımın arkasında Siyonistlerin olduğunu söylemesine rağmen ikiyüzlü bir politika izleyerek Yahudi lobisi ile el ele vermiş durumdadır. Lakin bunun bir sebebi vardır. Ermeniler içinde Protestan olan lobiler İsrail’in yanında yer alırken, Katolik ve Ortodoks olan Ermeniler ise 1915 olaylarına ve İsrail’e karşı tavır almaktadırlar.
Osmanlıya sadakatli kalan Ermeniler, Ortodoks Ermenilerdi, Protestan Ermeniler ise Amerikanın ve Fransanın safında Osmanlıya karşı yer almışlardır. Hatta Ermeniler içindeki Katolik-Ortodoks gruplar ile, Protestan Ermeniler arasındaki çekişme 100 yıl öncesine kadar dayanmaktadır. 1860 yılında Protestan bir Ermeni cenazesinde yaşanan bir hadisede buna en açık örnektir.
1915 Ermeni olaylarına alternatif bir tarih açısıyla bakmamız gerekiyor. Bu konuda iki zümreye ayrılmış bir kesim var. Birincisi Neo liberaller, Taraf, Radikal gazetesi 1915 Ermeni olaylarının organizatörleri olan İbraniler üzerindeki tüm dikkatleri dağıtmaktadırlar. Onlara göre Kırımı İttihat Terakki yapmıştı, tarihin bu suçunu toplum olarak bizler kabullenmeliyiz. Fakat bu zümre 1915 olaylarının ucu Sabetayizme dokunduğunda konuşmuyorlar gündeme bile getirmiyorlar. Lakin Sabetayizm konusunda konuştuğunuz zaman bu zümre tarafından hemen antisemitist olarak damgalanıyorsunuz..Diğer zümre ise Atatürkçü Laik kesimler..Onlarda 1915 Ermeni olaylarına karşı çıkarak İbraniler üzerindeki dikkatleri dağıtıyorlar. Hatta onlara göre 1915 olaylarında Ermeniler Yahudilerede zarar vermişti..İşte bu iki zümrede İttihat Terakkinin Sabetaycı yapısını ve 1915 olaylarını planlayanların Sabetaycılar olduğu gerçeğini kabullenmemektedirler. Ama Ermeniler bu gerçeği 90 yıl önce kabullenmişler ve bugün bile vurguluyorlar. İslamcı görünen tarihçilerimize gelecek olursak onlar Sabetaycılık konusuna bu iki zümreden daha Fransız kalmışlardır.. Çünkü İsrail İçimizdeki İsrail’dir.
YAHUDİLERİN BÜYÜK SIRRI
Yerli otomobil yapma, yerli uçak yapma gayretlerimiz tam hız sürüyor. Batı’nın 100 yıl önce icat ettiği çağımızın en temel aletlerini-araçlarını bugün yapmaya çalışıyoruz. ‘Büyük bir devlet olma’ hayalimizde sanayi ürünlerini millileştirmenin önemli olduğunu düşünüyoruz.
Büyük olma hırsımızı takdir etmekle birlikte bu işte ciddi terslikler olduğunu düşünüyorum. Nedense herşeyin millisini yapma gayretimiz bir atasözünü hatırlatıyor: “bana balık verme, balık tutmayı öğret”.
Devletin yapay çabalarıyla milli araba, milli silah veya uçak yapma gibi çabalar meselenin özünün anlaşılmaması anlamına geliyor. Burada balık tutmak tüm bu teknolojiyi üreten insan gücü demektir. Yani milli uçak üretmek yerine tüm çabanızı üretken, çalışkan ve donanımlı bir nesil yetiştirmeye odaklarsanız o insan gücü size milli bir uçaktan daha fazlasını üretir. Aksi takdirde yapay çabalarla arkası gelmeyen ve etkili olmayan başarılar ile kendinizi kandırırsınız.
Nesil yetiştirme çabasının merkezinde ise bekleneceği üzere okullar vardır. Yani iyi ilkokul, iyi ortaokul, nitelikli lise ve standartların üzerinde üniversiteler kurmayı başarırsanız, o okullardan mezun olanlar her alanda sizi yukarılara taşır, işte o zaman gerçekten büyük olursunuz.
Türkiye örneğine baktığımız zaman, neden mehter takımı gibi yerimizde saydığımızı kolayca anlayabilirsiniz. Güney Kore ve Çin gibi son dönemin yükselen yıldızlarına baktığımızda ilkokul ve lise düzeylerinde dünyanın en başarılı okullarını kurmayı başardıklarını görüyoruz. Aynı şekilde bu ülkelerin Harvard, Oxford gibi dünyanın elit üniversiteleri arasında üniversiteleri olduğunu da görüyoruz. Başka bir deyişle, Güney Kore’nin başarılı firmaları Samsung’un Hyundai’nin vs. başarısının arkasında çok iyi ilkokullar, ortaokullar, liseler ve üniversiteler var.
YAHUDİ ÖRNEĞİ
Yahudilerin dünya siyasetine ve sosyal hayatına olan etkisi malum. Nüfusları çok ama çok az olmasına rağmen Yahudiler tüm dünyanın en etkili topluluğu sayılıyor.
Tüm dünyadaki toplam Yahudi sayısı İstanbul’un nüfusundan bile daha azdır: 14 milyon. Toplam nüfusu 320 milyon civarında olan ABD’de Yahudilerin toplam nüfusu 5 milyonun biraz üzerindedir. Ancak hem ABD’de hem de dünya genelinde Yahudi nüfusun sektörlerdeki temsil oranı ve etkisi nüfuslarının çok ötesindedir.
Örneğin ABD’de kültür, finans, eğitim, eğlence ve basın gibi sektörlerde Yahudi azınlığın etkisinin % 50’nin çok üzerinde olduğu söylenir.
Bu başarı akla geldiğinde çoğu kez komplo teorileri devreye girer ve Yahudilerin gizli konseylerinden, örtülü operasyonlarından, herkesin satın almış olmalarından vs. bahsedilir. Komplolar hayatın bir parçası, bu nedenle komploları hiçbir zaman yok saymam. Ancak insanlara ‘Tanrı rolü’ yüklenmesinden de hiç hoşlanmam. Eğer ortada bir azınlığın başarısı var ise onun ilmi yöntemler ve yaklaşımlar ile çalışılması gerekir.
Meseleye soğukkanlı ve nesnel baktığımızda Yahudi azınlıkların başarısında ilk etkenin dayanışma gücü olduğunu görebiliyoruz. Azınlık olmanın verdiği motivasyon ile, aralarında en yüksek dayanışma olan gruplarından birinin de Yahudi azınlıklar olduğunu görebiliyoruz. Bizim burada odaklanacağımız husus ise başarılarındaki ikinci etken, yani eğitim.
Sadece İsrail örneğine baktığımızda dahi İsrail nüfusunun dünyanın en eğitimli insanlarından oluştuğunu görebiliyoruz. 2012 OECD raporlarına göre İsrail “dünyanın en eğitimli ikinci ülkesi idi”. Buna göre İsrail nüfusunun % 45’i üniversite ve dengi okullardan mezun idi. Rapora göre dünyanın en eğitimli ülkesi Kanada, sonra İsrail, ardından Japonya geliyor. Sırasıyla diğer ülkeler şunlar: ABD, Yeni Zelanda, Güney Kore, Norveç, İngiltere, Avustralya ve Finlandiya.
Üniversite mezunlarının oranı 2014 yılında % 46’ya çıktı. 2014 verilerine göre İsrail hala dünyanın eğitimli ilk dört ulusu arasında yer alıyor.
Tahmin edilebileceği üzere listenin zirvelerinde bir tane bile Müslüman ülke yok. Türkiye’de nüfusun % 50’den fazlası hala ilkokul mezunu veya okula hiç gitmemiş insanlardan oluşuyor. Bizde üniversite mezunlarının oranı % 15’i bile bulmuyor. Diğer Müslüman ülkelerde durum daha bir vahim.
İsrail gibi 1948 yılında kurulmuş, nispeten genç ve bugüne kadar hep savaş-çatışma ortamında büyümüş bir devletin eğitime ne kadar çok önem verdiğini bu rakamlardan anlayabiliyoruz.
ABD’DE YAHUDİ İNSAN GÜCÜ
Bundan daha büyük bir başarı ise ABD Yahudileri tarafından başarılmış durumda. Yahudilerin Amerikan nüfusuna oranı % 2 civarında olmasına rağmen eğitim kurumlarındaki oran çok yukarılara çıkıyor. Daha da önemlisi ABD’nin en iyi üniversitelerinde Yahudi öğrencilerin toplam içindeki oranı % 20’ye, bazen % 33’e kadar çıkabiliyor. Bu da bize gösteriyor ki yeni nesil Yahudiler arasında üniversite ve dengi okul mezunlarının oranı % 90’ı buluyor, belki de geçiyor.
Geçtiğimiz günlerde Hillel adlı bir Yahudi kampüs örgütü ABD üniversitelerinde Yahudi öğrencilerin durumu üzerine rapor yayımladı. Bu rapordaki veriler oldukça çarpıcıydı.
Rapora göre ABD üniversitelerinde Yahudi öğrencilerin en kalabalık olduğu yer Florida Üniversitesi’ymiş. Üniversitenin 25 bin öğrencisinden 6 bin kadarı Yahudi imiş. Yani Florida Üniversitesi’nde her 5 öğrenciden biri Yahudi.
Bu oran Barnards Üniversitesi’nde % 33. Birçok üniversitede benzeri oranalrı görmek mümkün.
En önemlisi Ivy League üniversiteleri olarak bilinen ABD’nin en prestijli üniversitelerinde Yahudiler nüfuslarının çok ötesinde temsil ediliyorlar. Örneğin her Amerikalının hayallerini süsleyen Yale Üniversitesi’nde öğrencilerin % 27’si Yahudi. Üniversitenin 5,477 lisans öğrencisi varken bunun 1,500 kadarı Yahudi imiş.
Bir diğer prestijli üniversite olan Harward’da ise oran % 25. Yani her 4 Harvard öğrencisinden biri Yahudi. Cornell ve Columbia’da oran daha düşük çıksa da Yahudi öğrenci sayısı bu üniversitelerin çok daha üzerinde.
New York Üniversitesi’nde Yahudi öğrenci sayısı % 28, Boston Üniversitesi’nde % 28,5. (Detaylı bir lise için yazının sonundaki eke bakın lütfen)
Benim tespitlerime göre ABD’nin en iyi ilk 60 üniversitesinde Yahudi öğrenci oranı % 25’in altında değil.
Bu üniversitelere ek olarak ABD’de bir de Yahudi-üniversitesi olarak bilinen Brandeis, Yeshiva gibi onlarca üniversite de var.
SONUÇ
Bunları neden anlatıyorum?
Bunları anlatma nedenim Yahudiler hakkındaki efsanelere yenilerini eklemek veya bir komplo teorisi daha üretmek değil.
Yahudiler, gerek İsrail’de gerekse diğer ülkelerde eğitime çok önem veriyorlar. Güçlerinin en önemli kaynaklarından biri buradan geliyor.
Evet doğrudur, her işte birbirlerini tutuyorlar, destekliyorlar. Ancak destekledikleri dindaşları ya Harvard mezunu ya da California Üniversitesi mezunu. Yani niteliksiz bir dayanışmadan değil, toplumun geri kalanından daha eğitimli insanlar arasında bir yardımlaşmadan bahsediyoruz.
Bu verilere baktığımız zaman Harvard, Yale gibi dünyanın en iyi üniversitelerinin bir yönüyle Yahudilerin öz üniversiteleri olduğunu söylemek gerekir. Gerek hoca sayısı, gerek öğrenci sayısı itibariyle bu kadar güçlü eğitim kurumlarında temsil ediliyorsanız orası sizindir.
Buradan çıkarılacak sonuç ise doğruyu tespit edip, hakkı teslim etmektir; başarıdan payına düşeni almak, kendine çeki düzen vermektir...
Başarının anahtarı eğitimdir. Yükselmek, güçlenmek isteyen bir Türkiye’nin üç ihtiyacı vardır: Eğitim, eğitim, eğitim.
EK:
YAHUDİ ÖĞRENCİ NÜFUSU ÇOKLUĞUNA GÖRE ABD’DEKİ 30 ÖZEL ÜNİVERSİTE (2014)
New York University (New York City)
Boston University (Boston, MA)
Yeshiva University (New York, NY)
Columbia University (New York City)
George Washington University (Washington, DC)
Cornell University (Ithaca, NY)
University of Pennsylvania (Philadelphia, PA)
Syracuse University (Syracuse, NY)
Tulane University (New Orleans, LA)
Emory University (Atlanta, GA)
University of Southern California (Los Angeles, CA)
Brandeis University (Waltham, MA)
Harvard University (Cambridge, MA)
University of Miami (Coral Gables, FL)
American University (Washington, DC)
Northwestern University (Evanston, IL)
Yale University (New Haven, CT)
Washington University (St. Louis, MO)
University of Hartford (Hartford, CT)
Hofstra University (Hempstead, NY)
Tufts University (Medford, MA)
Long Island University, Brooklyn Campus (New York City)
Vanderbilt University (Nashville, TN)
Northeastern University (Boston, MA)
Brown University (Providence, RI)
University of Rochester (Rochester, NY)
Drexel University (Philadelphia, PA)
University of Chicago (Chicago, IL)
Oberlin College (Oberlin, OH)
DePaul University (Chicago, IL)
YAHUDİ ÖĞRENCİ NÜFUSU ÇOKLUĞUNA GÖRE ABD’DEKİ 30 DEVLET ÜNİVERSİTESİ (2014)
University of Florida (Gainesville, FL)
Rutgers University (New Brunswick, NJ)
University of Central Florida (Orlando, FL)
University of Maryland (College Park, MD)
Pennsylvania State University (University Park, PA)
University of Michigan (Ann Arbor, MI)
Indiana University (Bloomington, IN)
Queens College (Flushing, NY)
University of Wisconsin (Madison, WI)
University of Texas (Austin, TX)
California State University (Northridge, CA)
Arizona State University (Tempe, AZ)
University at Albany (Albany, NY)
McGill University (Montreal, QC)
CUNY, Brooklyn College (Brooklyn, NY)
Binghamton University (Binghamton, NY)
Florida International University (Ventura, FL)
University of Illinois at Urbana-Champaign (Champaign, IL)
University of Arizona (Tucson, AZ)
Florida State University (Tallahassee, FL)
Ohio State University (Columbus, OH)
York University (Toronto, ON)
University of Western Ontario (London, ON)
Michigan State University (East Lansing, MI)
University of California, Santa Barbara (Santa Barbara, CA)
University of California, Los Angeles (Los Angeles, CA)
University of South Florida (Tampa, FL)
University of California, Santa Cruz (Santa Cruz, CA)
University of California, Davis (Davis, CA)
University of Massachusetts, Amherst (Amherst, MA)
EN ÜST 25 OKULDA YAHUDİ LİSANS ÖĞRENCİLERİNİN TOPLAMA ORANI (2014)
JTS List College: 200 Jewish Students, 100%
Yeshiva University: 3080 Jewish Students, 96%
American Jewish University: 110 Jewish Students, 92%
Brandeis University: 1750 Jewish Students, 50%
Muhlenberg College: 750 Jewish Students, 35%
University of Hartford: 1,500 Jewish Students, 33%
Barnard College: 770 Jewish Students, 33%
Sarah Lawrence College: 400 Jewish Students, 33%
Tulane University: 2250 Jewish Students, 32%
Columbia University: 3,000 Jewish Students, 30%
Emory University: 2,100 Jewish Students, 30%
Goucher College: 450 Jewish Students, 30%
George Washington University: 3,000 Jewish Students, 29%
Oberlin College: 850 Jewish Students, 29%
New York University: 6,000 Jewish Students, 28%
Boston University: 4,500 Jewish Students, 28%
Yale University: 1,500 Jewish Students, 27%
CUNY, Brooklyn College: 3,500 Jewish Students, 27%
University at Albany: 3,500 Jewish Students, 27%
Queens College: 4,012 Jewish Students, 26%
University of Pennsylvania: 2,500 Jewish Students, 25%
Harvard University: 1,675 Jewish Students, 25%
Washington University: 1,500 Jewish Students, 25%
Tufts University: 1,250 Jewish Students, 25%
Wesleyan University: 680 Jewish Students, 25%
BİTTİ Mİ?
BU DAVA BİTMEZ...
FEHMİ DEMİRBAĞ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder