5 Mayıs 2016 Perşembe

LÜTFEN SAĞLIKLI BİR HAYAT İÇİN 


İNSAN ETİ TÜKETİN

Önce ateşi alevlendiriyorlar, 
sonra da itfaiyecilik oyunu oynuyorlar! 

EZCÜMLE; BATININ ALÇAKLIĞINI HER FIRSATTA ANLATMAYA ÇALIŞIYORUM. ADAMLARIN LAĞIMLARI ALABİLDİĞİNCE TAŞTI. İNSANLIĞIMIZI YİTİRMEK İSTEMİYORSAK BATININ BÜTÜN DEĞERLERİNDEN UZAKLAŞALIM.

“Batı, katliam yapma istidâdına sahiptir. Size neleri hatırlatayım ki? Amerikan kızılderililerinin imhâ edilmesini mi? Esir ticaretini mi? Hiroşima’yı mı? Auschwitz’i mi? Hıristiyan batı uygarlığı budur!.. Biliyor musunuz ki; dünyadaki zenginliklerin yüzde 80’i, nüfusun yüzde 20’si tarafından kontrol edilmekte ve tüketilmektedir? Yılda 40 milyon kişi ölmektedir ki, bu da gün başına bir Hiroşima demektir. Önce ateşi alevlendiriyorlar, sonra da itfaiyecilik oyunu oynuyorlar! Hâlâ haçlı seferleri devrini yaşamaktayız...” (Roger Graudy)

‘DÜNYAYI SÜBYANCI SATANİST SAPKIN BİR ÇETE YÖNETİYOR’
Büyük bir cesaret örneği sergileyen Avustralyalı kadın muhabir Fiona Barrett, Sidney'de geçtiğimiz aylarda düzenlediği basın toplantısıyla, küresel sistemin hâkimi durumundaki kişilerin sapkınlıklarını ifşa etti. Kendisinin de eski bir satanist ritüel kurbanı ve uluslararası VIP sübyancı halkasının parçası olduğunu açıklayan gazeteci Fiona, satanist çocuk tecavüzü şebekesinin ve uluslararası çocuk ticaretinin varlığını ifşa etmekle kalmadı; pek çok işadamı, siyasetçi ve bürokratın da ismini verdi.
KAÇIRILAN ÇOCUKLARA TECEVÜZ EDİYORLAR
Gazeteci Fiona, çocuk kesme ve minik çocuklara tecavüz fiillerine karışan bu hannas, eski ve yeni devlet başkanları, başbakan, bakan, işadamı, tanınmış aktörler, ünlü kişiler, tanınmış hâkimler, meşhur politikacılar ve papazlardan oluşuyor. Aynen ABD ve İngiltere'de olduğu gibi, bu şebekenin Avustralya'da da tüm kilit kuruluş ve organizasyonların başında yer aldığını söyledi. Bu beyanlar dünya çapında kaçırılan çocukların ne amaçlı pazarlandığı ve kullanıldığı da netleştiriyor.
SÜBYANCILAR HIZLA YAYILIYOR
Fiona, Avustralya'nın bir ‘sübyancı cenneti' olduğunu iddia ediyor ve ekliyor: Üvey ailem, bizzat beni Sidney merkezli uluslararası bir çocuk kaçakçısı sübyancı halkasına teslim etti. Bazı kurbanlar sokaktan kaçırılan çocuklar, bazıları doğum belgesi bile alınmadan sırf bu iş için büyütülmekte, bazıları da nesiller boyu süregelen istismar sisteminden gelmektedir. Bu sonuncular, gelecekte sistemin failleri ve idarecileri olmaları umularak eğitilmektedir.
SİNDİRİP SABREDEBİLECEKSENİZ OKUMAYA DEVAM EDİN
Haberi yayınlayan düşünce kuruluşu editörü,” girişten sonra şunları kaydediyor: “Buradan sonra anlatılanları sindirmek ciddi oranda olgunluk gerektirmektedir. Ancak dünyada gerçekten neler olup bittiğine alaka duyuyorsanız okumaya devam edin.” Fiona, satanist ritüel, tecavüz, işkence ve katletme dahil her şeyi gördü ve şunu söylüyor: “Tanık olduğum ve deneyimlediğim suçları ifşa ettiğim için görmekte olduğum muamele, bizzat yaşadığım orijinal istismarlardan çok daha kötü.” Gerçekten dayanabilecek bir güce sahipseniz devam edin. Zira hem tercümeyi yapan arkadaşım, hem de bunu kaleme alırken ben dayanamadım. Tashihleri yapmak için bir kez daha dönüp bakmaya yüreğim dayanmadı.
‘BENİ DAHA İKİ YAŞINDA İSTİSMAR ETTİLER'
Avustralyalı gazeteci Fiona, iki yaşı gibi erken bir yaşta istismara uğramaya başladığını söylüyor. O sahnelerin hiç birinin gözünün önünden gitmediğinden söz ediyor. Sonraları, hâlâ daha küçük bir kız çocuğuyken VIP partilerine bırakıldığını, meşhur politikacı, aktör ve ünlülerin kokain içmesinin izlettirildiğini, tecavüz edildiğini, diğerlerinin cinsel ilişkilerinin izlettirildiğini, sonra bir havuzda boğulmaya çalışıldığını hatırlıyor. Sadece tecavüz edilip istismara uğraması değil, aynı zamanda kişilik çözülmesi yoluyla kopuş sağlamak amacıyla sığır elektroşoku gibi işkence formunda satanist ritüellere de maruz kalmış. Bu sübyancı çetenin nasıl en üst seviyelere çıktığını, Canberra'daki Parlamento Binası'nda bile sefahat âlemler düzenlediklerini anlatıyor.
İŞTE O SAPIKLARDAN BAZILARI
Fiona Barrett, kendisine cinsel istismar ve işkencede bulunanların bir bölümünün ismini tek tek veriyor. Ancak biz, bütün pisliğin adı açıklanan sınırlı sayıda kişinin ismini vererek çözülemeyeceğini, bildiğimizden, kişilerin isimlerinden ziyade unvanlarını vermekle yetinmeyi yeğliyoruz.
Bunlar eski bir ABD başkanı, dünyanın en ünlü televizyonunun patronu, Avustralya eski Başbakanları, CIA Ajanları, Evangelist ve Katolik papazlar, çok bilinen Hollywood aktörleri, Yahudiliği ile gurur duyduğunu söyleyen bir aktör, ünlü sporcular, eski bir Avustralya işçi partisi başkanı, çok zengin işadamları, çeşitli nüfuzlu kimseler…
‘DÜNYAYI SAPKINLARIN YURDUNA ÇEVİRMEK İÇİN UĞRAŞIYORLAR'
Dünyada çok sayıda nüfuzlu sübyancının bulunduğunu ileri süren Barret, bunların güçleri ve dokunulmazlığı sayesinde korunduklarını ve kimsenin ses çıkaramadığını söylüyor. Dünyayı sübyancı, homoseksüel sapıkların yurduna çevirmek için çabaladıklarını kaydeden gazeteci Barrett, batıda sapıkların önünün açıldığını, televizyon, radyo, gazete, müzik, siyaset, ekonomi ve hukuk dünyasında öne çıkarıldığını kaydediyor.
SAPIKLIKLAR CEMİYETİ: SKULLS AND BONES
Kendisinin uğradığı cinsel saldırı resim ve görüntülerinin Bohemian Grove'da çekildiğini belirten Barrett, gizli amaçlar ve yöntemler için 1880'lerde Kaliforniya'da kurulmuş, üyeleri, törenleri, ritüelleri ve yaptıkları çok gizli tutulan bir cemiyet olan Skulls and Bones gibi pek çok cemiyetin bulunduğunu da aktarıyor. Bir seferinde, pembe balon şeklinde bir odada olduğunu ve tecavüze uğradığını aktaran gazeteci mağdur ve ifşaatçı Fiona Barrett, diğer bir sefer de “Pofuduk Ayı Pikniği” diye adlandırılan, çocukların hayvanlar gibi avlanıp tecavüz edildiği çocuk tecavüz avı partisine katılmak zorunda kalmış.
CİZVİT VE KATOLİK PAPAZLAR DA AYİNDE
Satanist sübyancı şebekesini ve Bathurst'daki korkunç ritüeli ifşa eden Fiona Barrett, 1985'te Avustralya Bathurst'taki Satanik Ritüel'e şahit olduğunu anlattı. Fiona, bazı Avustralyalı ünlüler, yerel polisler ve Katolik cizvit okulu St. Stanislaus'dan rahiplerle birlikte gerçek bir Satanist ayinine katıldığını anlattı. Bu ayini “Baal”, “Lusifer”, “Satan”, “Sabahın oğlu” ve diğer mahlasları terennümle anılan ünlülerin yönettiğini ifşa ediyor ve satanik tanrılarına tapınıldığını belirtiyor.
‘HAMİLE KADIN ÖLDÜRÜLDÜ'
Fiona, bilahare bir dairenin ortasındaki hamile bir kadının seramonik bir şekilde öldürülüşüne tanıklık ediyor. Sonrasında, doğmamış bebeği çıkarıp, bir bıçakla parçalara ayırıp, altın bir tabağa konup, bir çeşit Kara komünyon-şarap ekmek ayini yaptıklarına tanık oluyor. (Fiona, bu noktada Katolik Kilisesi komünyonunun daha eski olan bu satanik komünyona dayandığından bahsediyor.
HİPNOZLA ROBOTLAŞTIRILAN ÇOCUKLAR
Bundan sonra, hipnotize edilerek robotlaşmış bazı çocukların öne çıktığını, bunların tahminen zihin kontrolü altında ya da tamamıyla sersemletilmiş olduğunu bildiriyor. Bruce Spence, bir samurai kılıcıyla öne çıkıp her bir çocuğun kafasını uçuruyor. Sonra tüm bunlardan cinsel olarak tahrik olmuş satanist güruh kanlı bir taşkınlığa başlıyor. Hepsi birden kudurmuş gibi, kadının ve çocuğun adrenalinli kanını içiyor. Satanistler insan kanındaki adrenaline bağımlı olup bununla kafayı bulurlar. Son olarak Beazley, onu da koparılmış kafalardan bir ısırık almaya zorluyor…
‘NİÇİN SATANİST SÜBYANCI ŞEBEKESİ DİYORUZ?'
Dünyada yaygınlaştırılmaya çalışılan satanizmin, sübyancılığın da yaygınlaşmasına yol açtığı kaydediliyor. Fiona, mülakatta, kendisine tecavüz edenlerden bazılarının “sıradan” sübyancılar olduğunu, bazılarının ise satanizm denilen sapkınlığa mensup, karanlık tipler olduğundan söz ediyor. Bunların sadece tecavüz etmediğini; aynı zamanda işkence, kurban etme, ölü sevicilik ve yamyamlık gibi her türlü ahlaksızlığı ve melaneti işlediklerini gözler önüne seriyor.
SATANİST HİYERARŞİ VE YENİDÜNYA DÜZENİ PİRAMİDİ
Fiona, satanist hiyerarşi piramidinin nasıl işlediğini şöyle anlatıyor: “En alt düzeyde sokak çeteleri var. Sonra organize suç örgütleri ve mafya, sonra “elit klüp”e alınanlar, sonra bunların üstünde “sıradan” sübyancılar, en üstte de tam anlamıyla satanist olan “VIP elitler” var.”
En üste sadece kan bağı olanların çıkabildiğini söyleyen Fiona, bu iblislerin 13 kadarının illüminati soyundan geldiklerini söylüyor. Bu soylar ‘yarı tanrı' olarak kutsanıyorlar. Bunların aşağısında 300 kadar, büyük ihtimalle saf kana, yani “kraliyet” veya reptilian DNA'sına sahip olmadıkları için asla en üst rütbeye ulaşamayanlar yer alıyor
Fiona, “OTO, free masonlar, scientology tarikatı mensupları, Katolik Kilisesi, CIA, Avustralya Askeriyesi ve diğer pek çokları aynı satanist şebekenin dallarıdır. Bu şebeke uluslararası çocuk kaçakçılığı halkasının ve yenidünya düzeninin tam kalbinde yer almaktadır” diyor.
DÜNYA SATANİST BİR SAPKIN MEZHEP TARAFINDAN YÖNETİLİYOR
İnanılması güç olsa da dünyayı, üyeleri ABD ve İngiltere başta olmak üzere çeşitli ülkeleri mesken edinmiş güç merkezlerinin en üst düzeylerini işgal etmiş satanist sapkın, aşağılık azınlık güruh yönetiyor. Bunlar insan değil, insan suretine bürünmüş iblisten de aşağı sapıklar. Bakmasını bilmek şartıyla; yüz, alın ve gözlerine baktığınızda bu hannası hemen tanımak mümkün.
Bunlar birbirlerine suç bağıyla bağlılar. Gıdaları savaş, silah, terör, iftira, tecavüz, katliam, soykırım yani kan. Bunlar bir gruba değil insanlığa düşmanlar. Bizler gayet iyi bilsek de Fiona, bunların insan, çocuk ve kadın hakları savunucusu göründüklerini, kadınları feministleştirme ve sapkınlığı artırmak için çalıştıklarını, politika başta olmak üzere istihbarat, sinema, medya, müzik, tıp, moda gibi alanları işgal ettiklerine dikkati çekiyor.
‘HATALI HAFIZA VAKFI' İLE İKNA AYARI
Satanistler, kurbanların ortaya çıkıp hikâyelerini anlatmasını engellemek amacıyla “Hatalı Hafıza Vakfı” adında sahte bir organizasyon kurmuşlar. Biri çıkıp olup biteni aktarırsa, kamuoyunu anlatılanların gerçek olmadığına ikna için uğraşıyorlar. Gerçek bir hikâyeden uyarlanan Spotlight filmini izleyenler, bu alçaklığın küçücük bir bölümünü görebilirler. Ama biz yine de, kimsenin filmi bile olsa bunları izlemesini asla tasvip etmiyoruz.
Netice itibariyle diyoruz ki, bu sapkınlık geçmişte de vardı. Ancak bu kadar yaygın yahut modern ifade biçimiyle küreselleşmemişti. Bu zulümden, biz Müslümanlar da mes'ulüz. Zira biz İslam'ı kendi hayatımızda yaşamadığımız gibi mübarek mesajını da dünyaya aktarmayı beceremiyoruz. Çünkü bilmiyoruz. İçimizdeki bazıları çıkmış, Hz Âdem ve Hz. Havva ile meşgul. İçimizden çıkmış, bu yapılarla irtibatlı bir yapı, mahremleri kaydetti, ifşa etti. Çeşitli kademelerdeki zaafları olan kimseleri tuzağa düşürmek için fahişeler temin etti, kameraya aldı. Devletin sırlarını sattı, Müslümanları birbirine düşürdü. Aileleri param parça etti. Devleti ele geçirme adına yapmadıkları kalmadı. Sadece onlar mı, bugün o seviyede olmaya veya erişemese de İslam'ı kendi cemaatinden ibaret sanan, İslam'ı yozlaştırmak için çabalayan sayısız odak türedi. Sonra insan sormadan edemiyor, dünyaya İslam'ı kendi bile anlamamış bu kitleler mi tebliğ edecek?
Ama ümitsizlik yok. Bizim görevimiz kimseyi Müslüman etmek ve dünyayı kurtarmak değil, İslam'ı öğrenmek, yaşamak ve anlatmak. Gerisi Allah'ın bileceği şeydir.



"UYGAR BATININ YAMYAMLIK TARİHİ"

LÜTFEN SAĞLIKLI BİR HAYAT İÇİN 
İNSAN ETİ TÜKETİN

E920 ve E921 kodlu katkı maddelerine insan kılı karıştırdıkları biliniyordu. Şimdi ise insan cesedinden ilaç üretilip piyasaya sürüldü. İşte insanî değerlerden yoksun, materyalist, kapitalist batıl değerlerin insanın kanını donduran yamyamlıkları.
Günde bir elma doktoru uzak tutar derler. Tarih, birçok garip tıbbi ilaçlarla dolu ancak ceset tıbbi alanı kadar azı dehşet vericidir. Kadim zamanlardan modern zamanlara kadar birçok doktor, insan organlarından yapılma karışımları, insan yağından merhemleri ve mumyalanmış cesetler parçalarının tozlarını birçok hastalığın tedavisi ve sağlıklı bir yaşam için önermişlerdi. Şimdi yemeğinizi bir kenara koyup hasta ve ölmek üzere olanların boğazlarından aşağı gönderilen ya da üzerlerine sürülen farklı yamyamsı tedavileri okuyun.

Beyin ölümü gerçeklemiş vericilerden alınan organ nakilleri, kendi bedenlerinden üretilmiş dokuları alıncaya kadar yanık kurbanları için kullanılan eğreti kadavra derileri ve doku için kullanılan kadavra kemiğine ek olarak, modern tıp ceset dokularını yaşayanlara yardım için kullanıyor. Modern kan naklinin öncüsü deneylerin kadavra kanının toplanması ve naklini içermesi sürpriz değil. Fakat kadim zamanlarından modern zamanlara, saygın doktorlar dahil birçok kişi insan dokusunun ölülerden yaşayanlara aktarılabilecek hayati özellikler taşıdığına inanıyordu. Özellikle 17’nci yüzyıl Avrupa’sı, doktorlar ve kimyagerlerin insan eti ve kemiğinden yapılma tentürler üretmek için tüm enerjilerini verdiği ceset tıbbi olaylarıyla doludur. Aşağıda listelenenler bazı kültürlerdeki ayinsel ya da sembolik yamyamlığın unsurları değil bilakis önde gelen doktorlar ile tıp tarihçilerinin bilimsel deva olarak kaydettiği iddialı ilaçlardır:

MUMYA TOZU
12’nci yüzyıldan 17’nci yüzyıla kadar herhangi bir Avrupa eczanesinin kokulu tuzları arasında mumya tozu da bulunurdu. Mumya, Orta Çağlar’ın sağlık gıdasıydı. Baş ağrısından, mide ülserlerine kadar her şeyi tedavi edeceği garanti edilirdi. Mumya tozundan yapılan alçılar, sıklıkla tümörlerin üzerine sürülürdü. Ayrıca sadece mumyalardan istifade edenler insanlar da değildi. Hasta şahinlerin de mumya tozuyla iyileşeceği düşünülürdü. Mumya talebi fazlasıyla arzı aşmıştı zira kimse piramit-şeklinde bir kayaya gidip kazamıyordu. Ancak biri ölüleri mezarından çıkarıp kurutabilir, daha sonra öğütüp “mumya tozu” olarak satabilirdi. Muhtemelen kimse de farkı anlayamıştır.

Mumya tozu ile ilgili özellikle ilginç olan ise bu reçetenin tamamıyla yanlış anlamadan doğmuş bir heves olmadır. Kızıl Deniz’de doğal olarak çıkan katran; katarakt, cüzam, gut, dizanteri, pıhtılaşma, nefes darlığı ve eklem iltihabı gibi her tür hastalığa kadim zamanlarda önerilen bir tedaviydi. Balmumu anlamına gelen Farsça kelime, “mumia”, genelde katranı tanımlamak için kullanılırdı. “Mumya” kelimesi de buradan türetilmiştir. Mumia kelimesi aynı zamanda (katran olmayan) başka bir madde anlamına daha gelirdi. Bu madde de mumyalamada kullanılırdı. Eczaneler, doğal katran bulamayınca, öğütülmüş mumyalardan elde edilen yalancı katran (o da mumia) satıyorlardı. Nihayetinde geleneksel bilgi, mumyalamakta kullanılan o maddeyi değil mumyanın kendisinin tıbbi özellikler taşıdığına inanmaya başladı. Tıbbi tedavilerde, “mumia” ve “mumya” kelimeleri eş anlamlı hale geldi.

BALLI ADAM
70-80 yaşlarında gönüllü bir adam bulun. Banyo yaptırın ve sadece balla besleyin. Öldükten sonra (genelde bir ay içinde) onu balla dolu bir tabutun içine koyun. Yüz yıl bekleyin daha sonra açın. Ballı adam karışımının, kırık ve yaralı organları tedavi ettiğine dair reçete Li Shih-chen’in 1597’de yayınlanan Çin Madde Tıbbı’nda yer alır.
KRALIN DAMLALARI
Öğütülmüş insan kafatası özünden elde edilen karışım, kraliyet onayı sayesinde popüler hale gelmiş. İngiltere Kralı II Charles, Fransa’daki sürgünü sırasında kimyaya duyduğu aşırı ilgi nedeniyle Londra Gresham Koleji’ndeki ünlü cerrah ve profesör Jonathan Goddard’dan 6 bin puanda bu tedavinin lisansını satın alır. Daha önce “Goddard Damlaları” olarak bilinen her derde deva ilaç, Charles II’nin kendi üretip satmasıyla “Kralın Damlaları” diye anılmaya başları. Bu iksirde sağlık ve uzun hayatı sağladığı düşünülen anahtar içerik kafatası olmasına rağmen, büyük ihtimal kuvvetli etkilerinin sürmesini sağlayan içindeki afyondu. Başka birçok doktor da kafatasından ilaçlar üretti. Bunlar arasında şiddet sonucu ölen bir adamın kafatasıyla sarayı tedavi eden Sör Kenelm Digby ve felç için en iyi tedavinin biraz çikolata karıştırılmış insan kafatası olduğunu düşünen Thomas Wilis sayılabilir.
CİĞER VE KAN
Eski Roma’da, insan ciğeri ve kanının sara hastalığının güçlü tedavileri olduğu düşünülürdü. En iyi sonuç, ciğer taze ve sağlıklı, güçlü ve cesur birinden geliyorsa alınırdı. Eğer saradan muzdaripseniz, kolezyum etrafında takılmalısınız. Zira sağlıklı, güçlü ve cesur gladyatörlerden birinin karnına her an bir kılıç saplanabilirdi. Gerçekten de ölümcül darbelerden sonra yerdeki gladyatörün kolundan kan içen insanlar bulunurdu ve kan daha sıcakken karışım stantlarında satılırdı.

DAMITILMIŞ BEYİN
17’nci yüzyılda çiğ ciğerden ziyade damıtılmış beyinler sara tedavisi için öneriliyordu. İngiliz doktor John French ve Alman kimyager Johann Schroeder, gri-madde tedavileri için reçeteleri vardı. Ancak French’in daha az iştah açıcıydı. French, şiddet sonucu ölmüş genç bir adamın beynini lapa olarak ezilmesini ve damıtılmadan önce şarap ve at dışkısında yarım sene bekletilmesini öneriyordu. Schoreder ise daha çiçeksi bir tentürü salık veriyordu: 1,5 kg insan beyni, zambak, lavanta ve tatlı Yunan şarabında demlendiriliyordu. Ancak Schroeder, bütün bir cesedi alıp parçalara ayırarak damıtmadan önce ezdiği daha dehşet verici damıtmalar uygulamış olabilir.

ÖLEN ADAMIN TERİ
17’nci yüzyıl İngiliz doktoru Georger Thomson, teri dahil insan bedeninin hiçbir parçasının beyhude olmadığına inanıyordu. Thomson basur için önerdiği tedavi ise ölen bir adamın teriydi. Eğer bölgenizde asılan kişi terleyecek kadar düşünceli değil ise, har zaman ölü bir adamın elini, oranıza sürebilirdiniz. Aynı şekilde asılmış bir adamın elinin kistlere ve siğillere deva olduğuna inanılırdı. Hatta 19’ncu yüzyılda dahi meydanlardaki asılmaların ardından insanların kistlerine ölülerin ellerini sürdüğüne dair kayıtlar bulunur.

İNSAN YAĞINDAN MERHEMLER
Eklem ile kemik ağrısı, kas krampları ve sinir hasarları için hayvan yağı, kan, ilik ve birayla karıştırılmış insan yağı öneriliyordu. Avrupa’nın bazı bölgelerinde idam edilmiş suçlular ile ölen düşman askerleri laboratuvarlara taşınıyordu. Burada cesetler kaynatılıp yağları çıkarılıyordu. Hollanda’daki cellatlar bazen cerrah-idamcı görevini yürütüyordu. Önce kişiye ilmiği geçiriyor ertesi gün cesetten elde edilen merhemi satıyordu. Amerikan Eczacılık Dergisi’nin Kasım 1992 tarihli sayısında, “Cellat Merhemi” ya da “Zavallı Günahkarın Yağı”nın Hollandalılar arasında çıkıkları ve zayıflığın tedavisinde rağbet gördüğünü öne sürdü.

ŞİMDİ İSE TAİ BAO KAPSÜLLERİ
Yamyam tıbbı, tamamen geçmişe ait olmayabilir. Kaskatı: İnsan Kadavracılarının Tuhaf Hayatları adlı kitabında Mary Roach, sadece cesetleri değil öğütülmüş plasenta ve kürtaj ceninleri içeren Tai Bao Kapsülleri adı verilen bir tedavinin kaydından bahseder. Bu hapların, canlılık, astım tedavisi ve cilt güzelliğini artırdığı söylenir. Öğütülmüş ceninin bir tedavi olarak kullanılıp kullanılmadığını öğrenmek için Roach, arkadaşları vasıtasıyla Shenzen Halk Hastanesi’ndeki bu kapsüllerin cenin dokusu içerdiğini öne süren doktorlara ulaşmayı başarmış. Ancak başka bir doktor (bu arada cenin dokusunun yenmesinin sağlık yararına inanan biridir), haberlerin abartılığına inandığını söylemiş. Yine de bu kapsüllere dair haberler yok değil. Güney Kore gümrüğü yetkililerinin içinde öğütülmüş insan dokusu bulunan Çin’den gelen haplara el koymasının ardından, Çin Sağlık Bakanlığı konuyla ilgili bir araştırma başlattı. Bu ay başında Güney Kore gümrüğü, geçen senE bu tarz 17 bin 500 hapa el konulduğunu açıkladı.

VE YAMYAMLIK
Yamyamlık insanlık tarihinin en eski ve karanlık günahlarından biridir. Kutsal kitaplarda lanetlenerek helak edilen Ad ve Semud kavimlerinin günahlarından biri insan eti yemeleridir.
(Bu iki kavimle ilgili şöyle bir ilginçlik var. Eski kayıp uygarlıklar olarak Atlantis ve Mu anlatılır. Dikkatinizi çekti mi: Ad+land+is, Se-MU-d)

Yamyamlığın Afrika veya Avustralya yerlilerine mahsus bir durum olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Gerçek yamyamlar Avrupa'dadır. Afrika, Okyanusya adaları, Uzakdoğu ve Amerika’daki yerli kültürlerindeki yamyamlıkla ilgili çok şey anlatılır ama Avrupa’daki yamyamlığa nedense pek değinilmez.

Oysa Ortaçağ ve koloni döneminde insan eti satılan pazarların resimleri günümüze kadar kalmıştır. Birinci Haçlı seferi sırasında, o büyük insan kitlesi yolculuk sırasında yamyamlık yapmıştır. Anadolu’da ele geçirilen kalelerin halklarının nasıl yendiği anlatılır.

Bu sözler bana değil, geçen yıl çıkan "Mumyalar, Yamyamlar ve Vampirler" adlı kitabıyla Avrupa ve Amerika'da hararetli tartışmalara sebep olan Durham Üniversitesi hocalarından Richard Sugg'a ait. Dr. Sugg'a göre Avrupa'da kökeni epey eskilere dayanan bir yamyamlık, yani insan eti, kanı, yağı, kemiği vs. tüketme geleneği vardır ve bu âdet öyle Ortaçağ'a mahsus da değildir. Bizim güya "Aydınlanma dönemi" dediğimiz 18. yüzyılda dahi bu gelenek geçerlidir. Dahası, sadece fakir kulübelerinin yer sofralarında değil, muhteşem sarayların şaşaalı yemek masalarında da kafatası tozu veya mumya parçalarına rastlayabilirdiniz. "Geo" dergisi geçen sayılarından birinde bu çarpıcı dosyanın kapağını nasılsa açtı ve yamyamlığın "Avrupa'nın karanlık sırrı" olduğunu ifşa etti. Ancak Türkiye'de kimsenin böylesine önemli bir dosyayı görmemesi de ilginçti. Hem de Avrupa'nın bizi katliam yapmakla, barbarlıkla suçladığı bir zamanda gelen bu sessizlik hayret ve ibret vericiydi.
Öyle ya, yamyamlığı suçlama konusu yaparak hep sınırlarının dışına taşımış olan Avrupa, bu bilgiler ışığında bakıldığında yamyamlığın dünyada en uzun süre yaşadığı kıta haline geliyordu. Böyle bir kıtadaki Aydınlanma'nın biraz kanlı olması, onun pazarlanmasını zorlaştıracaktı ister istemez. Bu yüzden hem Sugg'un kitabını, hem de "Geo"nun haberini gündeme getirmenin tam zamanı diye düşündüm.



Beyazları bir kazanda pişiren Afrikalı yamyamlar imajı, Batı karikatüründe en sık tekrar edilen temalardandır.


Avrupa'nın 16. yüzyıldan itibaren kendisi dışındaki dünyayı şeytan olarak görmeye başladığını, böylece onların her türlü aşağılanma ve köleleştirilmeyi hak ettiği yolunda bir zulüm ideolojisi geliştirdiğini biliyoruz. Böylece kıtalarında bal gibi yaşayan yamyamlığı kendi ahlakî ve coğrafi sınırlarının dışındaki kıtalardaki barbarlığın simgesi olarak sunmuşlardı. İnsan eti yiyenler sapkınlardı. Hemcinsini yiyenler ancak 'yabaniler' olabilirdi. Uygar toplumda bu düşünülemezdi. Ancak bu görüşün geçersizliği açık. 19. yüzyıl Danimarka'sında bile başı kesilen mahkûmların altında ellerinde kaplarla bekleşen insanlar görmeniz mümkündü. Özellikle gençse başı kesilen mahkûmdan akacak taze kanın sara hastalığına iyi geldiğine inanılırdı. Bu geleneğin çok eski bir geçmişi var. Bir yandan Keltlerde kurban edilen bir insanın kanının kutsal bir kâsede toplanıp içilmesi geleneği vardı ve bu, Hıristiyanlıktan sonra Aşa-i Rabbani ayinine dönüşmüştü, yani ekmeği şaraba batırıp yeme geleneğine. Keltler bu kanın insanı iyileştirdiğine inanırlardı. Keza Roma'da cesetleri arenaya serilen güçlü gladyatörlerin vücutlarından alınan kanı hastalara içirilirdi.

İşin şaşırtıcı tarafı, bu uygulama, 19. yüzyıl ortalarına kadar devam etmiş. Hatta idam edilen mahkûmun kanını içen kişinin ağzını sildiği mendil dahi elden ele dolaştırılarak şifa umulmuştu.



Mezar açma, 'tıbbi yamyamlığın" en yaygın biçimlerindendi.


Hatta 15. yüzyılda Papa VIII. İnnocent ölüm döşeğindeyken kendisine kandırılarak öldürülen 3 geç kurbanın kanı içirilerek iyileştirilmesi umulmuş. Ancak bu tedavi işe yaramamış ve Papa 25 Temmuz'da hayatını kaybetmiş. Onu bu yolda yalnız bırakmayan başka papaların olduğunu da biliyoruz.

Fakat bu uygulamanın sadece papazlar ve halk arasında değil, anlı şanlı saraylarda da geçerli olması dikkat çekici. Şu Kanuni'nin "Sen ki Fransa Kralı Françesko'sun" diye hitap ettiği I. François, yanında ufak bir mumya parçası taşırmış. Bu arada Bilimsel Devrim'in filozofu olarak selamlanan Francis Bacon da mumya parçasının kanı durdurmaya yarayışlı bir ilaç olduğuna inanırmış!

Bu arada İngiltere Kralı II. Charles'a ölüm döşeğinde bol bol kafatası tozu içirmişler, çünkü acılarını dindirdiğine inanıyorlarmış. Zaten İngiltere'de Stuart hanedanının özel merak konusudur "ceset tıbbı". Bu arada Danimarka Kralı IV. Christian'ı unutursak haksızlık etmiş oluruz.

Velhasıl modern Avrupa'da 200 yıl boyunca zengin olsun, fakir olsun, tahsilli veya cahil hiç fark etmez, herkesin az veya çok düzenli olarak yamyamlık yaptığını yazıyor Richard Sugg. Tabii insan yağının da şifa kaynağı olduğuna inanılıyor, vücuda merhem olarak sürülüyor veya yakı olarak yapıştırılıyordu.

Şu halde gerçek yamyamlar kimlerdi? Yabani ve ilkel denilenler mi, yoksa bu işi kitabi olarak yapan eğitilmiş Avrupalı seçkinler mi?

Özellikle genç insanların idamı bu tür şifa bekleyen hastalar için umut kapısıydı. Ünlü tıp adamı Paracelsus'un öğrencisi kimyacı Johann Schroeder, ölü bedenin nasıl bir hayat iksiri haline getirilebileceğini şu sözlerle ifade eder:

"Cinayet sırasında ölmüş 24 yaşında esmer birinin kadavrası bir gece ay ışığında bekletilmelidir. Böylece kokusuz, tütsülenmiş bir et gibi olur."

Neden esmer tenliler tercih ediliyor derseniz, o zamanlar koyu derililerin daha sağlıklı olduklarına inanılırmış da ondan.

Orange hanedanından William'ın taht üzerindeki taleplerini destekleyen bir Protestan gürûhunun, Cumhuriyetçi Parti Başkanı John De Witt'i önce öldürdükleri, sonra da pişirip yedikleri gerçeğini unutmak ne mümkün; Bu arada John De Witt, filozof Spinoza'nın arkadaşı ve koruyucusudur!

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, tarihte hemcinsinin et ve kanına (yağ ve kemiğine de) bu denli iştahla yaklaşmış olan Avrupa, her zaman olduğu gibi yamyamlığı (ve barbarlığı) kendi dışındaki kıtalara postalamayı bilmiş ve kanlı tarihini karanlığa gömmeyi, kendisini Aydınlanma kıtası olarak sunmayı başarmıştır. Ancak artık bu karanlık taraf da "aydınlanmakta", hatta "kızarmaktadır". Richard Sugg'un dediği gibi, çoğunlukla Ortaçağ usulü bir tedavi kılığında sunularak meşru gösterilmeye çalışılan "tıbbi yamyamlık", tam da modern İngiltere tarihinin sosyal ve bilimsel devrimlerinin zirveye çıktığı bir zamanda gerçekleşmişti. Demek ki, Aydınlanma'nın karanlık yanının da aydınlatılmaya ihtiyacı bulunuyor.

HER ZAMAN BİR MAZERETİ VARDIR, BATININ

Yamyamlık tarihin karanlık çağlarında kalmış bir günah değildir. Mesela II. Dünya Savaşı’nda Avrupa yoğun olarak yamyamlık görülüyordu. Zira savaş vardı ve insanlar tarım yapamıyor, yemek bulamıyordu. Ukrayna’da yenilen binlerce insandan bahsedilir. (Thomas Harris’in meşhur yamyam seri katil karakteri Hannibal Lecter da Litvanya kökenlidir ve yamyamlığı İkinci Dünya savaşı sırasında, o dönem başlar.)
1900’lü yıllarda ilk çeyreğinde Hong Kong’da yaşanan bir kriz sırasında insan eti pazarları kurulmuştu.

En bilinen seri katillerden Albert Fish’in öldürüp yediği bir çocuğun ailesine gönderdiği mektuba bakalım:

“Çok sevgili Bayan Budd,

1894’te bir arkadaşım Steamer Tacoma gemisinde denizci olarak denize açılmıştı. San Francisko’dan Hong Kong’a gitmek üzere yola çıkmışlardı. limana varınca iki arkadaşı ile karaya çıkmışlar ve çok içip sarhoş olmuşlar. döndükleri zaman geminin limandan ayrıldığını görmüşler.
Bu sırada orada kıtlık hüküm sürmekteymiş. etin kilosu 2-6 dolar arasındaymış. çok fakir olanlar arasında açlık sıkıntısı o kadar büyükmüş ki diğerlerinin açlıktan ölmesini önlemek amacıyla 12 yaşından küçük tüm çocuklar, et olarak pazarlanmaları için kasaplara satılıyorlarmış. herhangi bir kasaba gidip pirzola, biftek, kuşbaşı isteyebilirmişsiniz. çıplak bir çocuk vücudunun bir kısmı önünüze getirilir ve istediğiniz parçaları kestirebilirmişsiniz. bir kızın veya oğlanın kalça kısmı, en lezzetli bölümmüş ve dana kotlet olarak satılan en pahalı etmiş.

John orada çok uzun kalmış ve insan etine karşı bir düşkünlüğü oluşmuş. New York’a dönünce biri 7 diğeri 11 yaşında iki oğlan çocuğu çalmış. onları evine götürüp soymuş ve bir dolaba kapamış. sonra tüm giysilerini yakmış. her gün etlerinin iyi ve yumuşak olması için onlara işkence yapıp dövmüş…”

Albert Fish’in incil’de en sevdiği bölüm şu:
"Onlara oğullarının, kızlarının etini yedireceğim. Canlarına susamış düşmanları onları kuşattığında sıkıntıdan birbirlerini yiyecekler." (Yeremya 19:9)




Pek bilinmeyen bir yamyamlık olayı İsviçre’de… 1815 yılında Endonezya’da bilinen tarihin en büyük volkan patlaması olur. Binlerce insanın öldüğü o patlamanın etkisi sadece o bölgede kalmaz. Atmosferi kapatan toz nedeniyle hava soğur, yaz yaşanmaz, Avrupa’da kıtlık olur. İşte o dönem İsviçre’de yaygın yamyamlık yaşanır.
Sadece yamyamlık değil, kan içme de Hrıstiyanlık’ta batıl inançlarla uygulanmıştır. Katolik ayinindeki İsa’nın eti ve kanı uygulaması ne yazık ki batıl inançlarda uygulamalara geçmiştir. Mesela bir papa hastayken üç gencin kanını içmiş. (VIII. İnnocent)
Tarihin en acımasız seri katillerinden Elizabeth Bathory de, bakire kızların kanlarıyla yıkanarak sonsuz gençlik ve ölümsüz olacağına inanmıştı.
Eski Mısır uygarlığının Avrupa’da moda olduğu zamanlarda ise bazı partilerde şifa ve güçler verdiğine inanıldığı için mumya parçaları yenilir veya su içinde eriterek içilirdi.
Eski Amerika uygarlıkları Aztekler ve Mayalar’da da yamyamlık ve kan tutkusu var. Aztekler çok gaddardı: yendikleri düşmanlarının binlercesini kurban ederler, bazı organları yeni, kanları içilirdi.
Mayalar ise yakın zamana kadar barışcıl bir uygarlık olarak biliniyordu ama sonradan Mayaların yer altında cehennem benzeri kurban odaları yaptığı öğrenilirdi. Buralarda insanların kanı akıtılırdı.



Bugün bile yamyamlığı gizli olarak sürdüren tarikatlar var. Solucanlarla ilgili bir deney anlatılır: bir solucan labirentten geçer. O solucan kesilip diğer solucanlara yedirilince, o solucanlar labirentten geçen solucanın öğrendiği doğru yolu aynen geçer. Bu deneyin benzerleri farelerle yapılmış. Yani et hafıza ve başka şeyler taşıyor. Bu nedenle eski ilkel kültürlerde ölüler veya düşmanların yenilmesi açlıktan ziyade başka anlamlar taşıyordu: gücü, yeteneği, ruhu yemek gibi…

Yediğimiz şeyler bizi belirler: örneğin yaratıcılıkla tuz, patates gibi yiyeceklerin veya çay gibi içeceklerin alakası vardır. Hiç unutmadığım bir şey okumuştum (ne yazık ki tam yeri hatırlayamıyorum) Almanya’nın küçük bir bölgesinden çok şair çıkıyormuş, bunun nedeni araştırıldığında o bölgenin tuzunun buna neden olduğu anlaşılmış. Yine aynı şekilde İrlanda, Almanya ve Rusya’dan bir anda büyük yazarların çıkışının patatesin Avrupa’ya gelişi ve bu ülkelerde aşırı tüketilmeye başlamasıyla bir tesadüf değildir.
Ek bilgi: Türklerin domuz eti yememesi İslam ile başlamamıştır. Göçebe oldukları için Türkler koyun ve at eti yerlerdi, kısa ayaklı domuzlar göçebeliğe uygun değildir.

***
Haçlı Seferlerinin en büyük özelliklerinden biri de tarihin en büyük organize yamyamlığıdır. Bizzat Hıristiyan din adamları tarafından teşvik edilen insan eti yeme çılgınlığı Haçlı kaynaklarında en ince detayına kadar yazılıdır. Fransa Enstitüsü üyelerinden Funck Brentano, 1934’te yayınladığı Les Croisades (Haçlılar) isimli eserinde din adına ne canavarlıklar işlendiğini açık bir dille yazar. Haçlı kaynaklarından yaptığı alıntıları, kitabın 24. sayfasında şöyle anlatır:

“İlk Haçlı seferinde Hıristiyan din adamı Pierre L’Ermite komutasındaki öncü birlikleri İznik civarında ele geçirdikleri çocukları pişirmek üzere parçalıyorlar veya kazığa geçirerek ateşte kızartıyorlardı.”
Aynı eserin 57. sayfasında ise Fransız Milli Destanı Chanson d’Antioche‘dan şu alıntıları yapmaktadır:
“Antakya önlerinde açlıktan şikayet eden Haçlılara, Hıristiyan Din adamı Pierre L’Ermite şu tavsiyede bulunur: ‘Açlığınızın sebebi korkaklığınızdır. Türk cesedlerini toplayın. Tuzlayarak pişirilirse daha lezzetli olur.’ Haçlılar dediğini yaparlar. Sur üzerindeki Türkler, bu inanılmaz vahşet karşısında gözyaşı dökerler.”
Yine aynı eserin 76. sayfasında Haçlıların bunu alışkanlık haline getirdikleri yazılıdır: “Halep’in Maarra kasabasında şehit düşmüş Türk askerlerini doğrayıp etlerini kızartarak yemişlerdir.”

“Açlık öylesine bir hal almıştı ki, askerler kasaba civarındaki bataklıkta 15 gündür bekleyen Türk cesetlerini büyük bir iştahla yediler. Susuzluklarını giderebilmek için at ve eşeklerin damarlarını kesip kanlarını ve idrarlarını içtiler. Bazıları lağımlara kuşaklarını ve paçavralarını daldırıp bunlarda toplanan suyu emerlerdi. Kimi de arkadaşının idrarını avuçlarına doldurarak içerdi.”

Avrupa tarihine bakıldığında insan eti yemenin oldukça yaygın olduğu görülür. Max Kemmerich, Haçlılardan çok daha önceleri İngilizlerin insan eti yediklerini St. Hiernymus’tan nakletmektedir.

Huuu! KOMŞU, Duydun mu,
BATI BİZE Medeniyet GETİRECEKMİŞ?!

Önce bir hikaye ile başlayalım mevzumuza:

"Annesini kaybeden bir aslan yavrusu koyunların arasına girmiş.  Koyunların sütünü emerek büyümüş. Zamanla kendini koyun zannetmiş. Bir gün koyunlardan birisi aslana şöyle demiş ..:

"Sen bizim cinsimizden değilsin. Biz  koyunuz, sen aslansın. Sen bu dağların kralısın. Son zamanlarda bu dağlarda çakalların, ayıların sesleri fazla yükselmeye başladı, bizi rahatsız ediyorlar. Bir kükresen de bizi bunlardan kurtarsan." demiş. Fakat aslan bunu kabul etmeyerek, "Ben de sizin gibi koyunum." demiş. Koyunun günlerce ısrarına rağmen aslan, aslan olduğunu bir türlü kabul etmemiş.

Nihayet bir gün koyun, aslanı alıp bir su birikintisine götürmüş. "İkimizin de sudaki akislerinize iyice bakalım. Senin yelelerin var, benim yok. Söyle bakalım ikimizde Koyun muyuz?" diye sormuş. Aslan "Hayır değiliz." demiş. Sonra koyun, "Senin,  pençelerin var, bizim yok. Senin dişlerinle bizim bir değil dişlerimiz. Hatta senin sesinle bizim seslerimiz bile farklı. İstersen bir ben meleyeyim, bir de sen kükre." Heybetli  dehşetiyle kükremiş.  Koyun cılız bir sesle melemiş. Aslanın kükremesini duyan çakallar yuvalarına, tilkiler deliklerine, ayılar aslanın inlerine kaçışmışlar. "

Sonra da hikâyemiz ile ne kastettiğimize gelelim:

Fransızlar Türkleri pişirme işinde ortak hareket ediyorlardı.
”Haçlı ordusunun bir askeri:
“Öldürülen Müslümanlar piramit şeklinde yığıldı.
O zamana dek böyle bir katliam yapılmamıştı.” derken,
Bizans imparatoru Alexios’un kızı Anna Komnena şunu söyler:
“Barbar Fransızların en büyük eğlencelerinden biri de Müslüman çocuklarını kızartmak ve yemekti.”
Antakya ve Maarra’da Fransızların Soykırım ve Yamyamlıkları..
“Burası vahşi hayvanların kol gezdiği bir çayırlık mı
Yoksa benim evim mi, doğduğum yer mi, bilmiyorum”
Yukarıdaki mısra, Orta çağ Suriyesi’nin büyük şehirlerinden Maarratu’n-Nûman şehrinde yaşanan barbarlığa atıf yapan ve yine bu şehrin sakinlerinden olan bir ozana aittir.
Haçlılar, I.Haçlı seferi sırasında Antakya’yı işgal etmiş ve bu şehrin Müslüman ahalisini katliama tabi tutmuşlardı.
Ancak bundan daha da iğrenci haçlıların Antakya kuşatması devam ederken yaptıkları yamyam lıktı.
Antakya kuşatması uzun sürmüştü.
Bu süre zarfında şehre dışarıdan bir yardım ulaştırılamamıştı. Bu sırada haçlıların da erzak stokları boşalmıştı.
Durum, haçlılar için kötüleşiyordu.
Böyle giderse değil Antakya önünde kalmak; hayatta dahi kalamayacaklardı.
Erzaksız bir ordunun savaşması imkansızdı.
Ancak bunun için pratik ve bir o kadar da iğrenç bir çözüm buldular.
Tarihin gördüğü en büyük vahşet hadiselerinden biri olan bu olayı, o sırada Antakya önündeki haçlı ordusunda bulunan ve olayın görgü tanığı olan haçlı ozanı Richard le Pelerin şöyle anlatır:
“Asaletli Pierre L’ermite, otağının önünde oturuyordu.
Kral Tafur ve adamları çıkageldiler.
Bunlar yüz kişiden çoktular ve açlıktan şişmiştiler.
Kral, keşiş Pierre’e:
“Tanrı adına bize yol göster, zira açlıktan mahvolmaktayız.” Dedi.
Pierre şöyle cevapladı:
“Korkak olduğunuz için!
Haydi şurada yatan ölmüş Türkleri toplayınız.
Tuzlar ve pişirirseniz pekala yenir onlar.”
Bunun üzerine on bin haçlı toplandı.
Türk ölülerinin derileri yüzüldü, bağırsakları çıkartıldı.
Etleri haşlama ve kebap yapıldı.
Adamlarımız bu etleri doyasıya yediler, ama ekmeksiz olarak. Bunu gören zincire vurulmuş Türkler çok korktular, et kokusundan duvarlara dayandılar.
Yirmi bin putperest (Türkleri kastediyor) bu manzarayı seyretti; ağlamadık Türk kalmadı! (…)
Adamlarımız kendi aralarında konuşuyorlardı:
“Şu Türk eti, zeytinyağlı domuz sırtı ve jambondan daha iyidir!” Ortalıkta Türk ölüsü kalmayınca, mezarlıklara varıp Türk ölülerini çıkardılar.
Onlardan bir tepe yaptılar.
Bağırsaklarını çıkarıp Asi Nehri’ne attılar;
etlerin derilerini asıp rüzgarda kuruttular!”
Suriye’deki Sur şehrinin Katolik metropoliti olan Guillaume de haçlı yamyamlığını şöyle anlatmıştır:
“Bohemond (Bu adam haçlı liderlerinden olup, işgalden sonra Antakya kontu olacaktı) birkaç Türk getirilmesini istedi ve bunları hemen öldürttü.
Büyük bir ateş yaktırarak etleri şişlere geçirtti ve pişirtti.
Sonra da bütün akrabalarını çağırarak onları Türkleri yemek üzere kurdurduğu sofralara davet etti.
Bunun manası kendisine sorulunca da:
“Bugün buradaki Türklerin etlerinin başta komutan ve prensler olmak üzere orduya ikram edileceğinin bilinmesi içindir.” dedi.”
Haçlı tarihçilerinden Charles Mills ise şunu nakleder: “Bohemond getirttiği Müslüman Türkleri boğazlattı ve ateşte kızarttı.
Seyredenlere dönüp buraya iştahını tatmin etmek için geldiğini haykırdı.”
Bizzat sefere katılmış olan bir haçlının yazdığı Anonim Gesta Francorum adlı tarihte de “Müslümanların etini yiyen Fransızlar”dan bahsedilmiştir.
Antakya’daki camilerin yakılmasına ve Müslüman katliamına tanık olan Papaz Lemoine şöyle der:
“Fransız askerleri şehre girince sokaklarda gördükleri ihtiyarları ve çocukları parçalıyorlardı.
Ancak ilk gün herkes öldürülemedi.
Ertesi gün bizimkiler, şehirde sağ kalan 10.000 Türk’ü kestiler!”
Brentano da şunu söyler:
“Fransızlar, şehir civarındaki bataklıklarda iki haftadır yatan Türk cesetlerini iştahla yemekteydiler.”
O gün esir düşen ve teslim olan her Müslüman katledildi.
Bir papaz, vicdani hislerden tamamen yoksun şekilde: “Müslüman kadınlarına gelince; onlara karınlarına birer kılıç sokulmaktan başka bir fenalık yapılmadı.” demiştir.
Yamyamlık, Orta çağ Avrupa’sı için yeni ve marjinal bir olgu değildi.
En ufak bir sıkıntıda dahi Hristiyan Avrupalılar, yamyamlığa başvurabiliyorlardı.
Haçlı seferlerinden bir süre önce Fransa’da meydana gelen kıtlıkta da bir sürü yamyamlık vakası olmuştu.
Bir adam çocukları kandırarak götürüp onları yemişti.
Bir adamın evinden de, o adamın yediği insanların kafataslarından oluşan bir koleksiyon çıkmıştı.
Haçlıların Ortadoğu’da yaptıkları yamyamlık, papalığa “mecburiyetten bu işin yapıldığı” şeklinde aktarılsa da; bu barbarlık mecburiyetin çok ötesinde adeta bir ziyafet, hatta ritüel şeklini almıştı.
Haçlı lideri Bohemond, akrabalarını “Türk ziyafeti”ne çağırırken;
Tafurlar adı verilen haçlı topluluğu da ortalıkta Türk eti yemek istediklerini haykırarak dolaşmaktaydı.
Vahşet bununla bitmedi.
Haçlılar Antakya’dan sonra Suriye’nin en mühim şehirlerinden olan Maarratu’n-Numan şehrini kuşattılar ve işgal ettiler.
İslam kaynağı İbnü’l-Esir bu işgalle ilgili olarak:
“Müslümanlar üç gün boyunca kılıçtan geçirildiler.
Burada yüz binden fazla Müslüman öldürüldü ve kadın ve çocuklar da esir alındı.” demektedir.
Buradaki katliama tanık olan Raoul de Cean şöyle der:
“Bizim Fransızlar, Maarra’da esir alınan Müslümanları kazanlarda pişirdiler ve çocuklarını da şişe geçirip kızarttılar.” Brentano’nun nakli de ilginçtir:
“Fransızlar Müslüman Arapları ve Türkleri ikiye kesip güya yuttukları altınları arıyorlardı.
Diğer bir grup ise Müslümanları parça parça kesip pişiriyordu.” Bir başka haçlı kaynağı da “Adamlarımız Türklerin butlarından parçalar koparıp kızartıyorlar, ama daha tam pişmeden vahşi ağızlarıyla silip süpürüyorlardı.” demiştir.
Haçlı tarihçisi Albertus ise:
“Adamlarımız Türkleri, hatta köpekleri yiyorlardı” demek suretiyle Müslüman eti yemenin, bir köpeği yemekten daha normal olduğunu belirtmiştir.
Willermus ise:
“Fransızlar Türkleri pişirme işinde ortak hareket ediyorlardı.” demektedir.
Haçlı ordusunun bir askeri:
“Öldürülen Müslümanlar piramit şeklinde yığıldı.
O zamana dek böyle bir katliam yapılmamıştı.” derken,
Bizans imparatoru Alexios’un kızı Anna Komnena şunu söyler: “Barbar Fransızların en büyük eğlencelerinden biri de Müslüman çocuklarını kızartmak ve yemekti.”
Thomas Fuller:
“Bağışlanmak için cümle dahi kuramayacak kadar küçük Müslüman Türk çocukları ve bir savaşçının her daim affedebileceği zayıf kadınlar bile boğazlandı.” demektedir. Michaud, Müslümanların ateş üzerinde zorla yürütüldüğünü belirtir.
Keşiş Robert Maarra yamyamlığı için şunu söylemiştir: “Adamlarımız çatılarda yürüyorlar ve sanki yavruları çalınmış dişi yaban aslanı gibi saldırıp, yiyip, içiyorlardı.
Yılların ağırlığı altında ezilmiş ihtiyarları ve küçük çocukları parçalayıp yiyorlardı.
Para bulmak için Müslümanların karınlarını deştiler.
Kan, akarsular gibi yollardan aktı, her yerde cesetler vardı.” Foucher: “Müslüman katliamında Ermeniler ve Yunanlılar Fransız haçlılarına yardım ediyordu.” ifadesini kullanmıştır.
Aix Başpiskoposu da: “Adamlarımız ölülerini yiyerek dahi Müslümanlar ve Türklerle savaşmış oldular.” diyerek memnuniyetini dile getirmiştir.
Haçlıların ve bilhassa Fransızların yaptıkları Antakya ve Maarra katliamları, Kudüs katliamı için bir prova gibiydi.
Bu bilinçsiz ve barbar kalabalık, İslam dünyasında huzurun ve ruhaniyetin sembolü olan ve Müslümanlar tarafından “Daru’s-Selam”(Huzurun ve barışın yeri) olarak adlandırılan Kudüs’e ilerlemek ve burayı işgal etmek için her yolu mubah görüyordu.
Bu haçlı ordularında en baskın unsur da Fransız unsuruydu. Zira haçlı seferi çağrısı Fransa’da yapılmış, ordular buradan yola çıkmış ve en büyük katılım da buradan olmuştu.
(Antakya ve Maarra katliamının faillerinden olan Normanlar ise Viking soyundan gelen vahşi bir kavimdi.)
Fransızların bu hareketleri tarihin dahi yüzünü kızartacak kadar iğrençti.

***

1800'lü yıllar.
Basık atmosfer Londra'nın makus talihidir... Puslu bir karamsarlığı vardır. ... Önce Londra insanının gündelik yaşamına bir göz atmak istiyorum. Ki, kendi insanını dahi ezen, ona zulmeden zihniyetin iddasının nasılda dünyayı düzenlemek olup ta, dünyayı talan etme hikâyesinin başlangıcını ifade etmek istiyorum.

Senelik banyolarını Mayıs ayında yapan, insanların çoğunun Haziran'da evlendiği, Londra'dayız. Haziran'da hala çok kötü kokmuyorlardı. Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler düğün alanında vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.

Banyolar, sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temizlenmek için ilk suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Sırayla diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar sonra da bebekler yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde  bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizce'deki 'banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın'  deyimi buradan gelmektedir.

Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında ise tahta bulunmuyordu. Yağmur yağdığında çatıya yerleşmiş bulunan fareler, böcekler, kediler, köpekler çatıdan kayarak aşağıya düşüyorlardı. Kedi-köpek yağıyor terimleri vardır İngilizlerin. İşte bu tabir bu sefilliklerinden kaynaklanıyordu. İngiliz usülü cibinlikli yatakların sebebi de buydu.
Bütün şehrin zemini topraktı. Yalnızca zenginlerin yaşadığı yerlerin altına zemin olarak ahşap döşenirdi. Yine kışın bu zemin ıslandığında evin içinde kayıp düşmeler oluyordu. Bunu engellemek için yere saman serpiyorlardı. Bir zaman geliyordu ki samanın yoğunluğundan kapılar kapanmıyordu. Bunu önlemek için eşik olarak kapının dibine tahta çakmaya başladılar; thresh hold'du bunun adı: saman tutan!
Yemeklerini sürekli ateş üstünde duran büyük kazana attıkları sebzelerle elde ediyorlardı. Onun için yemekleri lapadan farksızdı. Sürekli kazana bir şeyler ilave ettiklerinden bulaşık sorunları yoktu.

Bazen domuz eti buluyorlar, o zaman çok seviniyorlardı. Eve Ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı.

Birisinin eve domuz eti getirmesi Zenginlik işaretiydi. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı. Buna 'yağ çiğnemek' (yağ çiğnemek) adı veriliyordu. Parası olanlar kalay kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu. Asidiyüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda  zehirlenmelerine ölüme yol açıyordu.

Domatesler buna sık sık sebep olduğu için yaklaşık 400 yıl boyunca zehirli olduğu düşünülmüştü. İnsanın çoğu kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı. Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu. Ekmekler o kadar bayat, sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu.

Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için, içinde kurtlar küfler oluşuyordu. Kurtlu küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında 'Tabak ağzı' (açma ağız)  denen hastalık ortaya çıkıyordu. Ekmek itibara göre bölüşülüyordu.. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı.

Bira, viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç, gün suursuz vaziyette tutabiliyordu. Diğer insanlar bu durumdaki insanların öldüğü düşüncesiyle cenaze işini hallediyorlardı. Bir süre sonra bu insanların mezarlıktan gelen bağırtıları onları tedbir almaya yöneltti. Tabutlar açıldığında tabutun içi tırnak izleriyle dolu oluyordu. Çözüm olarak bu durumdaki insanların ellerine ipler bağlandı. İpin ucu da bir çana. Cenaze gecesi bir kişi mezarlıkta nöbete durmaya başladılar. Mezarlık vardiyesine başlamışlardı.
Bir süre sonra kendinden geçmiş insanlar mutfak masasına yatırılıyor başında uyanma nöbetine duruyorlardı.
Eski yaşam alanlarında mezarlara yer kalmayınca eski mezardaki kemikler kemik evi adı verilen yerlerde toplanmaya başlamıştır.

Rahibelerin ellerinden başka yerlerini yıkamaları yasaktı. Kastilya Kraliçesi İsabella 50 yılı aşkın hayatında toplasan 12 kez yıkanmıştı. Paris'te ki Versay sarayının pisliğinden de bahsetmek gerekir. E hadi onu da siz araştırın. Parfümü, yüksek ökçeli ayakkabıları, şemsiyeyi...

Kirlilik adeti Amerika'ya da bulaşmış, Pensilvanya, Virginia eyaletlerinde 'banyo yapmayı yasaklayan' , 'ya da belirli kısıtlamalar getiren' yasa çıkarılmıştı. Philadelphia'da kanunla "Bir ay içinde birden fazla banyo" yapan insanlar cezaevine gönderiliyordu.

Kısaca sıradan insanın sefil bir hayata, cehalete mahkum edildiği  bir toplumdan bahsediyoruz  Londra artık üretim araçlarını özel mülkiyeti haline getiren az sayıda insan ile  toplumun geri kalanını ücretli işçi durumuna soktuğu kapitalizm isimli bir düzen kurmaktadır.

Kapitalizm, mülk sahibi sınıf olan şehirli sermaye sahiplerinin, ekonomik açıdan epeyce palazlandıktan sonra egemenliğini siyasal bir güçle taçlandırmasıdır.
İngiliz zengin sınıfı deniz aşırı coğrafyaları sömürgeleştirmekle,  talan etmekle kalmayıp kendi ülkesinin işçi sınıfının da kanını iliklerine dek emmiştir.
"Üzerinde güneş batmayan" İngiliz imparatorluğu hummalı bır sekilde korkunç bir emek  sömürüsü ile inşa edilmistir. Hindistan'da ve uzak doğuda, Amerika kıtasında, Avustralya kıtasında, Afrika'da ve özellikle İslam coğrafyasında İngiliz başta olmak üzere bütün batılı ulusların kanlı ellerinin izlerini bulmaktayız.   Avrupa'da en kıymetli bakanlık Sömürge Bakanlıklarıydı.

1900'lü yılların başlarında İngiltere'nin batı yakası ihtişamıyla göz kamaştırırken, doğu yakasında  çok sayıda insan uçuruma itilmektedir. Onları umut ile oyalayıp, süslü cümlelerle geçiştirip karın tokluğuna zenginliklerine zenginlik katmışlardır.

Düşünün, Londra Metrosu yapılırken güneş yüzü görmeden orda doğup, yaşayıp, orda ölen insanlar olmuştur. Kâr hırsıyla gözü dönen burjuvazi kendileri için ölümüne çalışan bu kalabalıkları ayrıca aşağılamaktaydı.

Doğu yakasında yaşamaya çalışan işçilerin durumu çok kötüdür. İnsanların en temel barınma haklarından  yoksundurlar. Kiralık ev yoktur, kiralık odalar, daha doğrusu izbeler vardır.

Bütün gün çalışan insanların kazançlarının en büyük bölümü haftalığı üç şilin olan bu odalara verilmektedir. Bu evlerde tuvalet, ısınma gibi olanaklar zaten bulunmamaktadır.

İnsanlar bu ahıra benzeyen evlerde uzun yıllar kalırlar . Çoğu zaman ömürlerini de buralarda tamamlarlar.

Domuz ahırlarına benzeyen yerlerde yaşayan bu insanları İngiliz hanımefendi beyefendileri onları pis, kaba bulup, hakir görmektedirler.  Yoğun sömürü koşullarından madenlerde çok yüksek sıcaklıklarda her yaştan kadın erkek yanyana bir lokma ekmek için çalışmak zorunda kalırlar. Kadın erkek ilşkilerinde muazzam bir yozlaşma başlar. Kendini içkiye verip avunmaya, teselli bulmaya çalışan kalabalıklar iş kazalarının, sefaletin getirdiği şartlarda düşkünler evlerine sığınmaya çalışırlar.

Kapitalistlerin kâr hırsı uğruna yaşamlar anlamsız ve eziyet verici bir hale dönüşür. Ölüm bu insanlar için kurtuluşun adresidir. Ölmeyi beceremeyipm intihara kalkışanlar ayrıca hapsi boylarlar.

Yaşamın onu anı hapishaneye çevrilir. Yaşamanın kahredici Bir yük A.Ş. anlamsız Bir eziyet Haline geldiği,, bu durumdan ölerek kurtulmak isteyenlerin sayısı artmaktadır.

Adalet, Hukuk Yasalar , Sermayenin çıkarına işlemektedir. İşçilerin hayatları birileri tarafından gasp edilmiş, yaşama haklarına tecavüz edilmiş ölme özgürlükleri ellerinden alınmıştır. Londra sokaklarında parklar evsizler için yapılmadığından oralarda dinlenmeleri bile yasaktır. İşçi sınıfının cezalandırılması için adalet mekanizması çok hızlı çalışır. Meşhur İngiliz yargıçlarının peruklarını bilirsiniz. Yıkanmayan, dolayısıyla tepelerinde dolaşan bitler saygınlıklarını azaltmasın diyedir o perukların marifeti.
Yoksul insanların barındığı sığınakların ismi çivi'dir. Onların en çok yedikleri yemekte ekşimiş yulaf ezmesidir. Çivi'lerde kalmak isteyenler ya taş kırmak durumundadırlar ya da hastaneler başta olmak üzere değişik yerlerde temizlik hizmeti yapmak zorundadırlar. Yedikleri yulaf ekmeğinin, yattıkları yatağın bedelini ödemeden oralarda barınamazlar.
Tabi Dünya sathında çıkardıkları savaşlara asker olarak katılmak İngiliz halkının ekmek yiyebilmesi adına da umuttu.

İşte bu tablo karşısında uygar çağdaş adı verilen bu dünyanın, İnsanlığın yararına olup olmadığını sormak gerekir. Uygarlık denen bu büyük dolandırıcılığın, yapay parlaklığın etkisini matah bir şey zanneden dönemin bir kısım Osmanlı aydınları  bizim insancıl düzenimizi yıkmak pahasına bilerek ya da bilmeyerek onların ekmeğine yağ sürmüşlerdir.

Oysa insanlığın düşmanı değildir makineler, teknoloji, üretim araçları.  Bunların  epey çoğalttığı nimetlerin paylaşımını adaletsizce yapan zihniyetlerdir.

Hadi şimdi de satarbucks kahvemizi yudumlayalım.

Peki bu UNUTULUR MU?

Lütfen Sonuna Kadar Okuyun okutturun Ettik.

Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlere, esir düştü askerimiz 150 bin. Bu askerlerden Bir Kısmı da Mısır'ın İskenderiye şehri yakınlarında Bulunan Seydibesir usare Kampı'na hapsedildi. KAMPIN tam adı, 'Seydibesir Kuveysna Osmani Useray-I Harbiye Kampı' IDI.

Bu kampta, 1918'de Filistin Cephesinde esir 16. Tümen'in 48. Alayı'na Bağlı Osmanlı Askerleri Tutuluyordu.12 Haziran 1920'ye Kadar Iki yıl Boyunca düşen Her türlü işkence, eziyet, ağır hakaretler Ettik aşağılamaya Maruz kaldılar.İnsanlık dışı muamelenin nedeni imkb Ermeniler idi ...

Kamptaki, Türkçe bilen Ermeni tercümanların Yalan yanlış çevirileri kampların İngiliz komutanları kışkırtmaları NEDENİYLE, Azılı Türk Düşmanı Haline gelmişlerdi Ettik. Savaş bitmişti.Ancak, İngilizlerin beyinlerine Kamptaki ağır KOŞULLAR NEDENİYLE ölenler dışındaki askerleri Teslim etmek, İngilizlerin, Gelmiyordu.Çünkü işine olasi Yeni Bir Savasta, askerlerin Yeniden karşılarına çıkabilecekleri Bu, Ermeniler Tarafından, işlenmişti.

Çözüm Toplu katliamdı ... Askerlerimiz, Mikrop kırma bahanesiyle, süngü zoruyla Sterilizatör havuzlarına sokuldu.Ancak; Suya normalin çok uzerinde 'krizol' maddesi katılmıştı ..

Mehmetçik, suya daha ayağını soktuğunda, aşırı krizol maddesi NEDENİYLE haşlanıyordu. Ancak, İngiliz Askerleri, dipçik darbeleri ile askerlerimizin havuzdan çıkmalarına Topçu Alay Komutanı vermiyorlardı. Mehmetçikler, Bellerine Kadar gelen suya başlarını sokmak istemediler. Ancak, Bu kez İngilizler havaya (başlarının Üzerine) ateş Etmeye başladı.Askerlerimiz, ölmemek İçin, çömelerek başlarını suya soktular.Ancak, başını Sudan kaldıran artık göremiyordu.Çünkü gözleri yanmıştı ...

Dışarı çıkanların halini gören Sıradaki askerlerimizin direnişleri de fayda etmedi 15 000 (15 bin) askerimiz kör oldu.Bu vahşet, 25 Mayıs 1921 Tarihinde TBMM Ve. 'De görüşüldü.Milletvekilleri Faik A.Ş. Şeref Beyler Bir önerge vererek, Mısır'da esirlerin Krizol banyosuna sokularak, 15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildigini, BUNUN faili Olan İngiliz doktor, Garnizon Komutanı cezalandırılması icin, TBMM 'askerlerin nin teşebbüse geçmesini istediler Ettik.

Ancak, yeni mahalle Dağıtımı dağıtımı Kurulan Devletin bin türlü derdi Vardı. Rejim alrhtarı diye nitelendirilen İnsanların istiklal mahkemelerinde infazları gerekmekteydi, misal. Ağır sorunlarla uğraşan TBMM 'de bu hesap sorma işi nnutuldu gitti.Ama ONLAR unutmuyorlar ... Kendi ihanetlerini bile soykırım ambalajına sarıp, dünya kamuoyuna Sunuyorlar.

En üzücü olanı da Malum birilerinin, Bu karalama kampanyalarına çanak tutması ... ERMELİLER soykırım yapıldı diye Dünyayı ayağa Kaldiriyor. BİZİM TARİHİMİZDEN Haberimiz YOK. !!!


KAOS NASIL ÜRETİLİR?

Günlerden Bir Gün yolu Bir Köye düşmüş Şeytanın.
Keyfi yerinde olan şeytan sırtını Bir ağaca dayamış A.Ş. buzağısı kazığa Bağlı Olan ineğini Sagan genç Bir kadını Uzaktan izlemiş.
Şeytan kadını epeyce izledikten sonra yerinden kalkıp kazığa Bağlı buzağının ipini biraz gevşetmiş.
Buzağı bu az ötede annesinin sütünün kovaya sağılmasını aç karnına izlemeye daha Fazla dayanamamış debelenmiş boynundaki IP Çözülmüş Ettik.

Koşarak annesini emmeye giden buzağı süt kovasını devirmiş.

Sağdığı süt ziyan olunca sinirlenen genç kadın eline geçirdiği odunu buzağıya vurunca yavru yere yığılmış.

Yavrusuna saldırılan inek kayıtsız kalamayıp Bir tekmede kadını yere SERIP Öldürmüş.

Uzaktan geçmekte Olan kadının kayın pederi, ineğin'gelinini öldürdüğünü Gorup ineği tüfekle vurmuş.

Silah sesini duyan koca, Karısını yerde cansız yatar babasını da elinde tüfekle görünce silahını çekip babasını Öldürmüş.

Kısa Bir Süre Sonra Gerçeği öğrenen genç adam, bu kadar acıya dayanamayıp intihar etmiş.

Bütün bu Olayları Bir kenardan izleyen şeytan;

Demis "BU DE BANA YÜKLERLER ipini GEVŞETMEKTEN BAŞKA BEN NE YAPTIM ŞİMDİ buzağının, felaketi".

Bir Başka hikaye daha ...
Köyün Birinde Bir Yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan Bir beyaz atı varmış ki, Için ihtiyara vadilere Büyük at Kral bu Bir servet Teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. "Ayşe, değil Benim icin de Sadece Bir'in, bir dost insan dostunu satar mı At.?" demiş. Yok da sabah kalkmışlar ki Bir. Köylü ihtiyarın Başına toplanmis: ".. Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi Krala satsaydın, Sonuna Kadar beyler gibi yaşardın simdi ne paran var, ne de atin ömrünün" demişler.

Ihtiyar: "Karar vermek Için acele etmeyin" demiş. "Sadece kayıp at" Deyin, "Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi Sizin yorumunuz Karar, Verdiğiniz Ettik. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa Bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz Bir Başlangıç. Arkasının nasıl gelecegini kimse bilemez. "

Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmiş Bir Gece ansızın dönmüş de Ettik. Meğer çalınmamış, Daglara gitmiş. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören Köylüler toplanıp ithiyara Gidip özür dilemişler. "Babalık" demişler, "Sen çıktın haklı. Atının kaybolması Bir talihsizlik Değil adeta Bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir, sürün var da."

demiş ihtiyar "gen Için vermek acele Karar Ediyorsunuz". "Sadece Atin geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece sadece sadece sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz."
Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ancak içlerinden "Bu ihtiyar sahiden saf" diye geçirmişler. , Vahşi atları terbiye Etmeye Çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş Bir hafta geçmeden ayağını kırmış Ettik. Evin geçimini sağlayan oğul şimdi uzun zaman Yatakta kalacakmış. Köylüler geni gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun Süre kullanamayacak. Oysa sana Bakacak başkası da yok. Simdi eskisinden daha fakir, daha zavallı OLACAKSIN" demişler. Ihtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş.

"O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi Sizin Verdiğiniz karar. Ama acaba ne Kadar doğru. Hayat böyle küçük Parçalar Halinde gelir A.Ş. ondan sonra Neler olacagını asla bilemezsiniz"

Birkac hafta Sonra Düşmanlar hanedanlığa çok Büyük Bir ordu ile saldırmış. ümitle kral oğlu Bir eli silah tutan bütün, Gençleri askere gönderme emrini vermiş. Köye gelen görevliler, ihtiyarın, Gençleri almışlar oğlu Dışında bütün, askere bacaklı kırık. Sarmış matem koyu. Çünkü Savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, ya ya öleceğini giden Gençlerin hala silahlarla dolaştığı hala Silahlarla dolaştığı da esir düşeceğini herkes biliyormuş.

Köylüler gen gelmişler ihtiyara. "Gen haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında yer almaktadır. Oysa bizimkiler, belki asla Köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik Değil, şansmış meğer ..."

"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacagını kimseler bilemez. Bilinen Bir Tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama Bunların çoğu yerin epey cogu yerin epey Hangisinin talih, Hangisinin şanssızlık oldugunu sadece sadece sadece sadece Allah biliyor."

.. "Acele karar vermeyin Hayatın Küçük Bir dilimine bakıp Tamamı Hakkında karar vermekten kaçının Karar; ... Mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur Buna Rağmen akıl, insanı daima Karara zorlar Oysa gezi asla sona ermez verdiniz Aklın durması halidir Karar Bir. biterken yenisi baslar. Bir kapı kapanırken, başkası Açılır. Bir Hedefe ulaşırsınız Ettik daha YÜKSEK Bir hedefin hemen oracıkta oldugunu gorursunuz yol. "


BEN ŞİMDİ NE istedim yaaa demek?

BİR KURMAĞA kermit HİKAYESİ ALIR misiniz?

Bilim adamları, kaynamaya Yakın sıcaklıktaki Bir kova suyun icine Bir kurbağa bırakıyorlar. Kurbağa, ani Bir refleksle kendini kovanın disina atıyor.

Kardiyo bilim adamları, kalp kurbağayı bu sefer, Oda sıcaklığındaki suyla dolu Olan CARDIO kovanın icine bırakıyorlar. Kurbağa, keyif icinde öylece duruyor suyun icinde.

Bilim adamları, suyun sıcaklığını çok yavaş Bir biçimde artırmaya başlıyorlar. Kurbağada çıt yok. Kurbağa memnun ...

Ama su yavaş da olsa, ısınmaya devam ediyor. Diğer Bir deyişle, kurbağanın "suyu Isınıyor ..." Suyun sıcaklığı kademe kademe arttıkça kurbağanın keyfinde Bir degisiklik olmuyor; ancak, biraz sersemler gibi oluyor.

Derken, bu sersemlik hali, daha artıyor ... Ve kurbağa, Kendi sersemliği icinde daha derinlere doğru yol alırken, kovanın Içinden disariya atlayarak Kendisini bu cendereden kurtaracak gücü de gittikçe kaybediyor ... Gore Gore ... sessiz sedasız Ve göz Ve .. . Bizim kurbağa kaynar hale gelecek suyun icinde haşlanıp gidiyor ...

Bilim adamları düşünüyorlar: - ?! Peki niçin böyle oldu .. Çünkü, diyorlar, kurbağanın Hayatına yönelen tehditleri algılayan içgüdüsel ayarları, çevresindeki "ani" değişimlere Göre kodlanmıştır ... Kademe kademe yavaş yavaş OLUŞAN değişikliklere Göre Değil A.Ş. ..

Ancak ... Deney sırasında bazi kurbağaların, yavaş yavaş ısınmaya devam eden su beligbli Bir sıcaklığa erişince zıplayıp, hayatlarını kurtardıkları da gözlemleniyor. Ama kurbağaların çok Büyük Bir Kısmı "değişim" i algılayamadıkları Için haşlanarak oluyorlar ..

Bilim adamları, bu deneyden kalkarak, önemli Diğer Diğer sonuçlara ulaşıyorlar:

- Durum biz insanlar Için de pek Farklı Değildir. Hayatımızda ani Değişimler Olmadan ya da ciddi A.Ş. ani Bir tehdit Ortaya çıkmadan pek harekete geçmeyiz.

- Tek tek insanlardan OLUŞAN insan topluluklarında, yani toplum, yani Ülke, yani devletlerde de durum aynen böyle. Suyumuz ısınmasını yavaş yavaş sürdürüyorsa, yerimizden kımıldamaya yanaşmayız!

- Sıradan A.Ş. Rahat ortamımızın Bize doğru yansıttığı güven aldatmacasına tembelce sığınırız!. Bu rahatlık ortamının Isısı Sürekli Olarak artsa bile böyle ...

- Cardio bu Dünyevi VEYA uhrevi kişisel hayatımızda da tavrı sürdürme eğilimindeyizdir. Dünya HAYATININ cazibesi bizi uyuşturuyor, ahireti yani sonumuzu düşünmemizi engelliyor.

- Toplumsal hayatımızda da. Kendimizi koruma içgüdümüz, gerek kişisel Alanda Toplumsal ARENADA Ettik gerekse "suyumuz yavaş yavaş ısınmakta devam ediyorsa ..." tehlikeleri algılayamaz Bir uyuşukluğa dönüşür.

SONUÇ olarak, Gösterilen Gösterilen Ve ne Kendimizi Ettik ne de ülkemizi savunamaz Bir hale geliriz. Sonra, haşlanıp, gideriz bu dünyadan ...


ÇOCUKLUĞUNU YAŞAYAMAMIŞ Büyüklere BİR MASAL DAHA:

TİLKİ İLE TAVUKLARIN HİKAYESİ

Abd'de bir askeri okulda ders Olarak anlatılan Horoz Tilki Hikayesini A.Ş. dillendirelim bu kez.


"Dershanede hocayı beklerken ışıklar kapanmış Bir çizgi film gösterilmeye başlanmış Ettik.
... Filmin adı "Küçük Tavuk". Bir Var Kümes. Kümeste Bir çok tavuk ile genç ziyaretinde küçük Horozlar, bir de kümesin Yaşlı Büyük horozu Bulunuyor Ettik. Kümesin Etrafında da Bir tilki dolaşıyor. Yaşlı Büyük horoz Ettik, tilki içeri girmesin diye kümesin kapısını sıkı sıkıya kapatmış, tavukları Dışarı bırakmıyor. Tabii Dışarı çıkamadıkları İçin Doğru dürüst yemlenemeyen tavuklar da zayıf küçük tavuklar Ettik. Yaşlı Ettik Büyük horoz imkb Dışarı bırakmadığı tavuklara ölmeyecek Kadar mısır tanesi dağıtarak yaşamalarını sağlıyor.

Kümese giremeyen tilki Eklendi Eklendi bunun Üzerine kümesin tellerinde Küçük Bir delik açarak küçük ziyaretinde genç Bir horoza sesleniyor ziyaretinde ona biraz mısır veriyor. Mısırı yiyen küçük horoz Genç Ettik onu gün gelip tilkiden mısır aliyor. Bir Süre Sonra tilki küçük ziyaretinde genç horoza Tek Başına yiyebileceğinden Fazla mısır verince genç horoz hem kendisi yiyor hem de Diğer tavuklara mısır dağıtıyor. Böylece yavaş yavaş Yaşlı ziyaretinde Büyük horozun kümesteki gücü kırılıyor. Horozun etrafındaki tavuklar azalmaya başlıyorlar. Artık Popüler Olan genç Ettik artık irileşen horozun Etrafında imkb tavuklar toplanıyor.Bu aşamada tilki kümesin kapısının Önüne mısır bırakıyor. Kümeste Bir tartışma çıkıyor. Kapıyı açalım mı açmayalım mı diye. Sonunda korkarak Kapıyı açıyorlar kafalarını Dışarı uzatıp yemlenip hemen geri çekiyorlar Ettik. Bir Süre böyle devam ediyor. HİÇBİR ŞEY olmuyor. Kümesteki tavuklar rahatlıyor. Korkuları azalıyor. Nihayet Bir Gece tilki kümesin önündeki avluya mısır döküyor. Artık korkusuz Olan tavuklar genç Ettik artık Güçlü horozun öncülüğünde Dışarı çıkıyor Rahat Rahat yemleniyorlar Ettik. tavuk semiriyor Kümesteki ONUN. Tilki Bir Süre Sonra gece kümesin Kapısından Kendi mağarasına Kadar mısır tanelerini döküyor. Sabah kümesten çıkan ziyaretinde korkusuzca yemlenen tavuklar yemlene yemlene mağaraya Kadar gidiyorlar. Sonra mağaraya giriyorlar. Onlari içeride Bekleyen tilki bütün, kümes mağaraya girince mağaranın kapısını kapatıyor. "
Çizgi Film Burada Bitmiş. Işıklar yanmış. Bu acısını hocası kürsüye çıkarak, "İşte Üçüncü Dünya ülkeleri'ndeki böyle yönetilir" diyerek derse Başlamış Ve.

***
Sorular:
1-Kümes NERESİ?,
2-Yaşlı Horozlar Kimler?
3-Genç horoz KİM, şu anda Neler yapıyor?
4-En önemlisi tilki KİM?

Buna Göre icinde bulunduğumuz Durumu sorgular isek Binlerce yorum yapıldığı Ortaya çıkar.


Unutmayalım Ulusların dostları yok sadece sadece sadece sadece çıkarları Vardır.

Tarihte Müslümanlara Yapılan Vahşet ve Katliamlar


Batı ülkelerinin tarihinde, vahşet, yamyamlık, katliam, soykırım, işkence, tecavüz, yağmalama, sömürme adeta sıradan eylemlerdir.
Burada sıralamaya çalıştığımız bazı bilgi ve belgeleri aktaran şahitler bu anlatılanların, yapılan vahşetin küçük bir kısmı olduğunu ifade etmişlerdir.
Hazret-i Allah bu vahşilere fırsat vermesin! Bizleri şerlerinden muhafaza eylesin!

Târihte İslâm’ın nezâfetini, şefkat ve adâletini gösteren pek çok misâller bulunduğu gibi; insanlıktan çıkmış olan küfür ehlinin gaddarlık, zulüm ve vahşetini sergileyen pek çok örnekler de mevcuttur. Haçlı seferleri’nden günümüze kadar süregelen haçlı barbarlığı ve yahudi ve hıristiyanların kendi dinlerinden olmayanlara, husûsiyetle müslümanlara yaptıkları zulüm ve katliamlar bunun en açık delilleridir.

Asırlar boyunca müslümanlara her türlü vahşet ve barbarlığı uygulayan, sonra da utanmadan bu vahşet ve barbarlığı müslümanlara atfetmeye kalkışan küffar devletleri; târih boyunca ortaya attıkları çirkin yalan ve iftirâlarını bugün de çeşitli yollarla sürdürmekte; cehâlet, zulüm ve vahşetle dolu olan karanlık geçmişlerine bakmadan; İslâm’ı terör dini, müslümanları da terörist gibi göstermeye cür’et etmektedirler.

Haçlı Vahşetini Patrik ve Râhipler Körüklemişti:

Haçlı seferleri’nde barbar hıristiyanların zulüm ve katliâmda had safhaya ulaşması, tamâmen seferleri başlatan Papa II. Urban’ın ve kilisede çığırtkanlık yapan adamlarının kışkırtma ve tahriklerinden ileri geliyordu. Çünkü kilisede türlü mel’anetler işleyen râhip ve papazlar, zâten câhil oldukları için hıristiyanlığa inanan şuursuz ve anlayışsız halkı; müslümanları öldürdükleri taktirde günahlarından arınacaklarını, endüljansa sâhip olacaklarını, Kutsal ruh’u ve İsâ’yı hoşnut kılacaklarını ve buna benzer asılsız safsataları telkin ederek azdırmaya, kin ve nefretlerini uyandırıp müslümanları topyekün ortadan kaldırmaya teşvik ediyorlardı.

Allah-u Teâlâ küffârın müslümanlara karşı gönüllerinde besledikleri kin ve nefretin büyüklüğüne dikkati çekerek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:

“Onlar size fenalık etmekten aslâ geri kalmazlar, size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür! Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz.” (Âl-i imrân: 118)

Bu Âyet-i kerime küfre ve kâfirlere meyledenler için bir ihtardır. Yâni size bu ilâhî hükümleri hatırlatıyoruz ki, onlardan her zaman uzak durun ve tehlikelerinden sakınmak için dâimâ uyanık bulunun. Onlara bu gözle bakma istidâdını kaybedenler bu tehlikeyi idrakten de mahrum kalmışlardır. Bu ilâhî hüküm hatırdan çıkarılmamalı, bugün ellerine fırsat geçse yine aynı şeyi yapacakları unutulmamalıdır.

Haçlı seferleri’nin kışkırtıcılığını üstlenen Papa II. Urban, arka plânda tamâmen siyâsî menfaatler elde etmeyi arzuladığı hâlde, “Kutsal savaş” nidâlarıyla hıristiyan halkı galeyâna getirip müslümanların üzerine salarken, onları kışkırtmak için her türlü yalan ve hîleye başvuruyor, uydurduğu asılsız iğvâlarla gönüllerindeki kin ve nefret hislerini canlandırıp harekete geçirmeye çalışıyordu:
“Lânetlenmiş bir millet (yani biz Türkler)  hıristiyan beldelerini kasıp kavurdu, ateş ve zulüm yağdırdı. Bu alçaklıkların intikamını, Tanrı’nın kahramanlıkta diğer milletlerden üstün kıldığı (!) sizlerden başka kim alabilir? Vazifelerin en önemlisi mukaddes Kudüs’ü kurtarmak, mukaddes yerleri istilâ eden pis milletten kutsal yerleri geri almaktır.”
“Tanrı, İsa’ya tapanların yardımına koşmaya ve topraklarından uzaklarda, o lânetli ırkı kökünden kazımaya, ister şövalye, ister halktan olsun, ister zengin ister yoksul olsun, herkesi sık sık dâvet etmeniz için, İsa’nın bayrağını taşıyan sizleri benim ağzımdan teşvik etmektedir.”


Haçlı seferlerinde hıristiyan çapulcu sürüsüne önderlik edenlerden Saint Bernard ise, etrafında topladığı kuru kalabalığa şöyle diyordu:

“Kendisini düşmanlarına karşı savunmayanları cezâlandıracağını bildirmeye ulu Tanrı beni görevlendirmiştir. Hemen silâha sarılın; savaşta hepinizi mukaddes bir hınç canlandırsın ve hıristiyanlık âlemi, elçinin ‘Kılıcını kana batırmayana yazıklar olsun!’ sözleriyle çınlasın...”

Bu asâletsiz papaz takımı, bu gibi sözlerle, etraflarındaki câhillere her ne kadar kendilerinin ilâhî bir vazife gördüklerini ispatlamaya çalışmışlarsa da, aralarındaki insaf ve vicdan sâhibi bâzı papazları dahi kandıramamışlardır.

Nitekim bölge halkına her türlü vahşeti, katli ve dayanılmaz işkenceyi revâ gören, insanlıktan zerre kadar nasip alamamış bu barbar haçlı sürüsünün çirkin katliamlarından tiksinen L. Pierre Anquetil adlı râhip, yazdığı eserde: “Sâdece dinî hislerle hareket eden pek az haçlı vardı” derken; yine yapılan çirkin işlere tahammül edemeyen İngiliz târihçi Thomas Fuller’de; “Şeytanın aşağılık hizmetkârlarının Allah’ın askeri hâline geldiklerini görmek çok hazin bir şeydi!..” diyerek, haçlı gürûhunun katliamlarından duyduğu utanç ve nefreti dile getirmişti.

Vahşet ve yamyamlık duygularını müslümanların etleriyle ve kanlarıyla bastırmak için yola koyulan haçlı gürûhu, iddiâ edildiği gibi soylu ve asil (!) askerlerden değil, aksine tamâmen dengesi bozuk, çürük-çarık, seviyesiz mahlûklardan ibâret olan “suçlular, bulaşıcı hastalık taşıyanlar, günahkârlar, dinsizler, kutsal şeylere karşı saygısız hırsız ve haydutlar, kâtiller, kendi ana veya babasını öldürenler, yalancı tanıklıktan suçlu olanlar, zinâ işleyen erkekler, vatan hâinleri, korsanlar, fâhişe tüccarları, ayyaşlar, tâlih oyuncuları, ikiyüzlü keşişler, genelevde yaşamak için kocalarını terk eden kadınlar ve gerçek eşlerini bırakıp yerine başkalarını alan erkekler”den meydana geliyordu.
Haçlıları temsil makâmında bulunmasına rağmen râhip Fleury de haçlı seferlerine katılan hıristiyan süvârileri hakkında; “Haçlı seferi, borca boğulmuş kimselere borçlarından kurtulmak için, mücrimlerin ve mahkûmların cezâ çekmemeleri için, kilise nizamlarına uymamaktan disiplin cezalarına çarptırılmış ruhbanın affedilmeleri için, manastırın ağır hayatına dayanamayan rahiplerin manastırı terk edebilmeleri için, hayat kadınlarına mesleklerini daha serbestçe icrâ imkânı bulabilmeleri için fırsatlar ve kolaylıklar bahşediyordu. Bunlar gözönüne alınarak, haçlı gürûhunun ne gibi insanlardan oluştuğu düşünülsün!” demekten kendini alamıyordu.

Haçlılar’ın Katlettikleri Türkler’in Etlerini Kızartıp Yemeleri:


Fransız Akademisi üyelerinden Funck Bretano’nun ifâdesine göre; vahşî hayvan sürülerinden farksız olan haçlı gürûhu 1096 yılında Anadolu topraklarına saldırdıklarında, İznik civârında yakaladıkları müslüman çocukları parçalamışlar, etlerini şişlere geçirip ateşte kızartmışlar ve henüz pişmeden çiğ çiğ yutmuşlardı. Antakya’ya ulaştıklarında ise, başlarındaki kan içi papaz Pierre I’Ermit’in ısrârıyla, yerlerde yatan şehid Türkler’in cesedlerini birer birer toplamışlar, etlerini kemiklerinden ayırmışlar; sonra da tuzlamış, pişirmiş ve karınlarını bununla doyurmuşlardı. Onlar kızarttıkları müslüman etleriyle iştahlarını (!) tatmin ederken, ölenlerin zincire vurulmuş olan yakınları da surlardan büyük bir acı ve çâresizlik içinde, gözyaşları dökerek olup biteni seyrediyorlardı.
Brentano eserinde devamla, Fransızlar’ın millî destan (!) olarak kabul ettikleri “Chanson d’Antioche”den şu tüyler ürpertici satırları nakleder:

“Antakya önlerinde açlıktan şikâyet eden haçlılara, hıristiyan din adamı (!) Pierre I’Ermit şu tavsiyede bulunur: ‘Açlığınızın sebebi korkaklığınızdır. Türk cesedlerini toplayın! Tuzlayarak pişirilirse daha lezzetli olur!..” Bunun üzerine haçlılar onun dediğini yaptılar.”

Bugün kendilerini medenî olarak tanıtmaya çalışan ve müslüman devletlere kendilerince medeniyet dersi vermeye kalkışan batılı ülkelerin nasıl bir dinî ve millî geçmişe sâhip olduklarını, soylarının ve köklerinin nasıl bir asla dayandığını bu gibi “Millî Destan”larından açıkça görmek mümkündür. Bugün ellerine fırsat geçse, yine aynı şeyleri yapacaklarında şüphe yoktur. (Avrupa dillerinin ilk yazılı eserleri arasındaki bu gibi birçok destan, Türkler aleyhindeki söz ve iftiralarla doludur.)

Gözlerini kan ve vahşet bürümüş olan haçlı gürûhu yalnız bu kadarıyla kalmamışlar, Antakya’ya saldırdıklarında yaklaşık on bin Türk’ü boğazlayarak, bölgedeki bütün câmileri yakmışlardı. Nitekim hâdiseyi bizzat gözleriyle gören papaz Lemoine yapılan yağma ve katliamdan bahsederken; “Bizimkiler sokakları dolaşıyor, rastladıkları çocuklarla ihtiyarları paramparça ediyorlardı. Ancak o gün herkes boğazlanamadı. Ertesi gün bizimkiler geri kalanları kestiler.” demişti.

Hıristiyan târihçilerinden Ch. Mills ise, Fransa kralı I. Philippe’nin torunu olan Bohémond’un mide bulandırıcı bir gaddarlığından söz ederek:
“Antakya’da Bohémond, birkaç Türk esirini boğazlattı; herkesin gözü önünde kızarttı. Sonra seyredenlere seslenerek, iştahını tatmin etmek için geldiğini söyledi.” diyordu.

Kana susamış olan azgın haçlı sürüsü, Halep’in Maarra kasabasını ele geçirdikten sonra baş gösteren açlıkta da; on beş gün boyunca bataklıkta kalmış olan binlerce müslümanın çürümüş ve kokmuş cesedlerini birer birer parçalamış, sonra da oturup tuzlayarak büyük bir iştahla yutmuşlardı.

Haçlı gürûhunun elebaşıları 1099 milâdî yılında papaya gönderdikleri mektupta, Maarra’da hüküm süren kıtlıkta, karınlarını öldürdükleri müslümanların etlerini yiyerek doyurduklarını açık açık söylemekten çekinmiyorlardı.
Nitekim Fransız târihçilerinden Rudolf of Caen de, onların bu iğrenç fiillerinden behsederek şöyle diyordu: “Askerlerimiz Maarra’da dinsizlerin (müslümanların) yetişkinlerini yemek kazanlarında kaynar suyla haşladılar; çocukları şişlere geçirerek öldürdüler ve sonra da ızgarada pişirip yediler.”
Birinci Haçlı seferi’nin meydana geldiği 1099 yılında, Frank kumandanı Raymond Maaratü’n-Nu’man şehrini işgâl etmiş ve bu esnâda yüz binden fazla müslümanı hunharca ve acımasızca katletmişti. Aralarında her türlü pislik ve necislik yaygın olduğu için, bu esnâda haçlılar arasında şiddetli bir kıtlık ve salgın başgöstermişti. Frank ordusunda bulunan ve yaşananlara şâhid olan bir hıristiyanın ifâdesine göre, insanlıkla hiçbir alâkaları bulunmayan bu barbar sürüsü, açlıklarını yerde yatan kokmuş müslümanların etini yiyerek bastırmaya çalışmışlardı:

“Öylesine kıtlık vardı ki, adamlarımız bir süre önce öldürdükleri kimselerin butlarından parçalar kopartıp ateşte kızartıyor ve daha tam pişmeden vahşi ağızlarıyla eti silip süpürüyorlardı.”


Haçlıların İğrenç İcraatları:

Haçlıların barbarlık ve azgınlıkları, tiksindirici iş ve icraatları yalnız bunlarla sınırlı değildi. Funck Brentano’nun zikrettiği şu mide bulandırıcı sahneler, hayvan sürüsünden farksız olan bu medeniyetsiz gürûhun, insanların değil, hayvanların bile yapamayacağı çirkinlikte işlere bulaştıklarını göstermektedir:
“Bizimkiler susuzluklarını giderebilmek için at ve eşeklerin damarlarını kesip kanlarını ve idrarlarını içtiler. Bazıları lâğımlara kuşaklarını ve paçavralarını daldırıp, bunlarda toplanan suyu emerlerdi. Kimi de arkadaşının idrarını avuçlarına doldurarak içerdi.”

Kudüs’te Sel Olup Akan Müslüman Kanı:

Kudüs’ü istilâ eden vahşî haçlı sürüleri 1096 yılında yetmiş bin müslümanı kılıçtan geçirmişler, yaptıkları bu büyük katliam yetmezmiş gibi, Hazret-i Ömer Câmii’ne sığınan on bin müslüman’ı da boğazlayarak şehid etmişlerdi. Müslümanların kısa bir süre önce huzur ve güven içinde yaşadıkları topraklar, haçlı sürülerinin işgâlinden sonra âdetâ bir mezbahaya dönmüştü.

Birinci Haçlı seferi’nde müslümanların katledilmesine öncülük eden Godefroy de Bouillon, etrâfındaki cânîlere müslümanların etini pişirmelerini tavsiye eden Papa II. Urban’a yazdığı mektupta, Kudüs topraklarını müslümanların kanlarıyla sulamaktan ve kendince “İsâ’nın rûhunu hoşnut etme”yi başarmaktan (!) duyduğu vahşî sevinci, akılları donduran bir üslûpla şöyle bildiriyordu:

“Kudüs’te bulunan bütün Müslümanları katlettik, malûmunuz olsun ki, Süleyman mâbedinde atlarımızın diz kapaklarına kadar Müslüman kanına batmış olarak yüzüyoruz!.”
 


Üç gün boyunca Kudüs sokaklarını remen kana boyayan, bütün Kudüs’ü parçalanmış müslüman cesedleriyle dolduran, en kanlı cânîlere dahî parmak ısırtan bu eşi-benzeri görülmemiş vahşet, başka bir kaynakta şöyle târif ediliyordu:

“Haçlılar şehri istilâ ederken, Kudüs’te öldürülen Müslümanların kanının ayak bileği hizâsına çıktığı söyleniyordu.”
Öldürülenlerin çoğu  kadın ve çocuktu!..

Gaddarlığın ve vahşetin çığırından çıktığı; insanlık târihinin bir benzerine rastlamadığı, başlı başına bir barbarlık numûnesi olan Kudüs katliâmı başka bir eserde şu sözlerle anlatıyordu: “Katliâm korkunçtu!.. Öldürülenlerin kanları sokaklarda akıyor, atıyla gezenlerin üzerine sıçrıyordu. Akşam karanlığında haçlılar, sevinçten haykırarak kiliseye geldiler ve kana bulanmış ellerini âyin için uzattılar.”

İlk Haçlı seferi’ne bizzat iştirak etmiş bir şövalyenin, daha sonra kaleme aldığı hâtıralarında bizzat görgü şâhidi olarak aktardığı şu mâlumat da en az yukarıdaki kadar tüyler ürperticidir: “Böyle bir katliâmı o güne kadar hiç kimse ne duymuş, ne de görmüştü! Ölüler piramitler şeklinde yığınlar hâline getirilerek yakıldı. Sayılarının ne olduğunu Tanrı bilir.”

Diğer yandan el-Bara şehrinde, büyük-küçük, kadın-erkek demeden bütün şehir ahâlisi kılıçtan geçirilmiş; Hayfa’da ise şehri savunan müslüman askerler ve ahâli, kendileri için emin bir yer olduğu söylenerek, dikili bir haç etrafında toplanmış ve ardından hepsi merhametsizce doğranmıştır. Trablus’taki katliâmı ise, ismi bilinmeyen şövalye: “Adamlarımız onları dağıttı ve birçoğunu öldürdü. Şehirde içeceğimiz suların bulunduğu su tankları bile kan ile kirlenmişti.” diye anlatacaktı.

Haçlılar, Kudüs’te işlerini bitirdiklerinde şehir tamamen insan cesetleriyle dolmuştu. Ortaçağ tarihçilerinden Fulcherius Carnotensis, gerçekleşen katliâmın dehşetinden şöyle söz ediyordu: “Şövalye ve askerlerimiz, öldürdükleri insanların midelerini deşip, bağırsaklarının içlerini boşalttılar ve sağken yuttukları altınları aldılar. Bütün evlere giren askerlerimiz, bir kişinin bile sağ kalmasına izin vermediler. Hattâ bebeklerin ve yalvaran kadınların bile!..” Ünlü Arap târihçisi Ebu’l-Fidâ ise “el-Bidâye ve’n-Nihâye” adlı eserinin ilgili kısmında; “Öldürülenlerin büyük bir kısmı Müslümanların ileri gelenleri, âlimleri ve mukaddes mekâna mücâvir olan âbid ve zâhidleriydi.” demekteydi.

Kan ve ete doymayan insan kasaplarının katliâmı, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin bir türlü bitmek tükenmek bilmiyordu. Bunun en büyük örneklerinden biri, Üçüncü Haçlı seferi’ni başlatan İngiliz kralı Aslan Yürekli (!) Richard’ın, bağışlayacağına söz verdiği üç bin müslüman esiri hunharca katletmesiyle ortaya çıkıyordu.

Nitekim “Histoire des Croisades” adını taşıyan dönemin en önemli târih kaynağının yazarı olan Ch. Mills, milletinin başında bulunan bu kana susamış canavarın, insanlığa sığmayacak kadar çirkin olan bu tavrını: “Kanlı Richard, silâhsız ve savunmasız düşmanlarının boğazlanarak denize atılmalarını emretmiş, ancak hunharlıktan daha aşağılık bir tamah hırsıyla hareket ederek, büyük fidye vererek kendilerini kurtarmak imkânına sahip kimseleri bu âkıbetten uzak tutmuştu.” diyerek kınamıştı.

Oysa Üçüncü Haçlı seferi’nden sonra Selâhaddin Eyyûbi Hazretleri’nin, büyük bir yenilgiye uğrattığı hıristiyan ordusundan tek bir esiri bile öldürmeye insâfı ve vicdânı elvermemişti. Onları katletmek şöyle dursun, çoğunu tek kuruş bile fidye ödemeden salıvermişti.

Bizans imparatoru Alexis Komnen’in kızı Anna, “Alexis Comnen’in Hayatı” adlı kitabında “Barbarlar” diye târif ettiği haçlıların sergiledikleri vahşetten söz ederken: “En büyük eğlencelerinden biri rastladıkları Müslüman çocukları öldürmek, kızartmak ve yemekti.” diyor; Fuller de bu çocukların çok küçük yaşlarda olduklarına dikkati çekerek; “Boğazlanmamaları için yalvarmasını bile bilmeyen, henüz konuşmaya başlamamış çocuklar, zayıflıkları, kahraman bir savaşçının darbeleri karşısında umumiyetle bağışlanma sebebi olan kadınlar bile boğazlandı.” diyordu.

Alman Tarihçi L. Heeren kendisi de bir hıristiyan olmasına rağmen, insanlık târihi boyunca haçlıların yaptığı çirkin katliâmların bir benzerine rastlanmadığını ifâde ederek: “Bunlar Moğollar veya dinsiz kavimlerin taşkınlıklarıyla meydana gelmiyor, onlardan daha da barbar olan hıristiyanlarca yapılıyordu!” demişti.

Haçlılar’ın Kudüs’e ulaştıklarında yaptıkları katliam ve mezâlimi, Tyre Başpiskoposu William ise “Historia Rerum in Partihus Transmarins Gestarum” adlı eserinde bütün ayrıntılarıyla tasvir ederek şöyle diyordu:
“Karşılaştıkları her düşmanı, hiçbir ayrıma tabi tutmaksızın yere serdiler. Her taraf kan gölüne dönmüştü, her yerde parçalanmış kafa kümeleri vardı. Katledilenlerin cesedlerini çiğnemeden bir yerden bir yere yürümek imkânsızdı. Komutanlar, zaten değişik yolları zorluyarak şehrin hemen hemen merkezine yaklaşmışlar ve ilerledikçe târif etmek için kelimelerin âciz kaldığı bir katliam yapmışlardı. Arkalarında, düşman kanına susamış ve kendilerini yıkıma adamış bir insan topluluğunun öncüsü?”

“Katledilen çok sayıdaki insan manzarasına, nefret duymaksızın bakmak imkansızdı; her yerde cesed parçaları kol geziyordu. Zemin maktullerin kanlarıyla doluydu. O, sadece kafası gövdesinden ayrılmış ve kötürüm edilen organların, bunlara bakan herkesin tiksintisini uyandıracak şekilde, her tarafa dağılmış cesedler manzarası değildi. Bunlara bakmak, gâliplere, katillerin kendisine bile korkunç geliyordu. Kafadan ayaklara damlayan kanlar, onlarla karşılaşan herkesi dehşete boğuyordu. Sadece Mâbed’in duvarlarında yaklaşık on bin müslümanın yok edildiği bildirilmiştir. İlaveten, şehrin her köşesinde, caddelerde ve mahallelerde uzanan cesetlerin sayısının da bundan az olmadığı tahmin edilmektedir.”

“Askerlerin geri kalanları, ölümden kurtulmak için dar girişlere ve ara yollara saklanmaları muhtemel hayatta kalan sefilleri aramak için şehirde aramadık yer bırakmadılar. Bunlar halkın gözü önünde sürüklenerek koyun gibi boğazlandılar. Bazıları çeteler halinde evlere girerek aile reislerine, bunların eşlerine, çocuklarına ve aile fertlerine her türlü işkenceyi revâ görmüşlerdir. Bu kurbanlar, sefil bir şekilde ölmeleri için ya kılıçtan geçiriliyor ya da yüksek bir yerden kafa üstü yere atılıyordu. Her yağmacı yağmaladığı evin, eşyâlarıyla birlikte dâimî sahibi oluyordu. Çünkü şehrin zaptedilmesinden önce haçlılar, şehri güç kullanarak ele geçirdikten sonra kim tecâvüz yoluyla kendi nâmına birşey kazanırsa, onun mülkiyet hakkına sahip olacağı konusunda anlaşmışlardı. Bunun sonucunda, haçlılar şehri didik didik aradılar ve insanları pervâsızca katlettiler.” Böyle bir zulüm, böyle bir vahşet târih boyunca görülmemişti!


Endülüs’teki Müslümanların Hıristiyanlar Tarafından Hunharca Katledilişi:

Müslümanların Endülüs’te büyük bir medeniyet kurmalarını hazmedemeyen İspanyol kilisesi, hâkimiyetleri altında bulunan Endülüs’lü müslümanlara hıristiyan olmaları veyâ bölgeyi terketmeleri yönünde baskı yapmaya başlamış; kısa bir müddet sonra Engizisyon mahkemeleri aracılığıyla, bölgedeki müslüman halka uygulanan baskı, yapılan işkence ve şiddet son haddine varmıştı.

Gustave le Bon, İspanya’daki hıristiyanların müslümanlara yaptıkları barbarlık ve zulmün vahşet ve soykırım seviyesine ulaştığını “Civilasition des Arabes” adlı eserinde şöyle anlatır:

“Zafer kazanan hıristiyanların mağlûp Müslümanlar’a karşı icrâ ettikleri her çeşit zulüm ve katliamların hikâyelerini titremeden okumak mümkün değildir! Onları zorla vaftiz ettirdiler. Kutsal (!) Engizisyon mahkemelerine teslim ederek kabil olduğu kadar diri diri yakılmalarını sağladılar. Bu işleri kestirmeden halletmek için de Tuleytule başrahibi hıristiyanlığı kabul etmeyen bütün Araplar’ın kılıçtan geçirilmelerini emretti. Dominiken tarikatı papazı daha da kestirme hareket etti. Kadın ve çocuklar dâhil, ne kadar müslüman varsa kafalarının uçurulması emrini verdi. İspanya’nın yüksek tabakasını, aydınlarını ve sanâyicilerini teşkil eden üç milyon Arap ya öldürüldü, ya da yarımadadan dışarı atıldı. Sekiz asırdan beri Avrupa’nın üzerine ışık saçan parlak medeniyetleri ebediyyen söndü. Bu korkunç katliamlar yanında, ‘Saint Barteleni Gecesi’ (Protestanların katolikler tarafından katledilme gecesi) basit bir arbede gibi kalır. Şunu da itiraf etmek gerekir ki, en vahşî istilâcılar arasında bile, bu derece korkunç katliamlarda bulunan tek bir kimse gösterilemez!”
Bu onların, küfürleri nedeniyle kalplerinin kaskatı oluşundan, gönüllerinde merhametten eser dahî bulunmayışından ileri geliyordu.


Kazıklı Voyvoda’nın Uyguladığı Katliam ve Vahşet:


Macarlar’ın ‘Drakul’, yani şeytan, Ulahlar’ın ‘Çpelpuç’, yani cellâd, Türkler’in de “Kazıklı Voyvoda” diye isimlendirdiği, ölümünden asırlar sonra filmlere konu olan III. Vlad Tepeş, Fâtih Sultan Mehmed Han döneminde Eflâk voyvodalığına tâyin edilen, ancak kendi halkına uyguladığı görülmemiş işkenceler ve pâdişâha karşı yeltendiği isyan nedeniyle alaşağı edilen zâlim ve gaddar bir kimseydi. Hattâ bu sebeple, dönemin târihçilerinden Tursun Bey “Târîh-i Ebu’l-Feth” adlı eserinde onu “Keferenin Haccac’ı” diye isimlendirmişti.
Kazıklı Voyvoda’nın en sevdiği cezâ yöntemi kazık işkencesiydi. Yemek yerken, kazıklara oturtulmuş insanların çığlıklar içinde can çekişmesini seyrederdi. Hayvanları da kazığa oturtur, öldüttüğü annelerin kızartılmış etlerini çocuklarına zorla yedirirdi. Bazen de annelerin göğüslerini kestirip yerine çocukların başlarını diktirir; insanları doğrayarak çömlek içinde pişirtirdi.

Onun binlerce insanı nasıl acımasızca katlettiğini dönemin papalık elçisi Modrusa şöyle târif etmekteydi:
“Kimilerini arabanın tekerlekleri altında kemiklerini kırdırarak öldürttü, kimilerinin bağırsaklarına varıncaya kadar derilerini yüzdürttü; kimilerini ya kazıklara geçirtti, ya da kor hâlindeki kömürlerin üzerine yatırttı, kimilerinin ise başlarını, göbeklerini, göğüslerini deldirtti; kazıklara otutarak, kazığın ağızlarından çıkmasını sağladı. Böylece, hiçbir işkence yöntemini ihmâl etmedi. Annelerin göğüslerine kazıklar saplayıp, bebeklerini bu kazıkların üzerine attırdı.”

Vahşet ve gaddarlıkta sınır tanımayan Kazıklı Voyvada’nın en büyük düşmanı, himâyeleri altında yaşadığı Türkler’di. Bu hıncını tatmin için bir defâsında kazıklara vurulmuş ve işkenceler içinde can vermekte olan Türkler’in karşısına geçerek, onlara baka baka saray halkıyla birlikte büyük bir iştahla yemek yemişti. Eline Türk esir geçtiğinde ayaklarındaki derinin yüzülmesini ve meydana çıkan kırmızı etlerin tuz ile oğuşturulmasını, sonra da elem ve azabın daha da artması için keçilere yalattırılmasını emrederdi. Fâtih Sultan Mehmed tarafından kendisine gönderilen Osmanlı elçileri, sarıklarını başlarından çıkarıp önünde eğilmeyi kabul etmeyince, sarıklarını üçer çivi ile başlarına çiviletmişti.

“Bir gün Türk elçileri geldi. Voyvada’nın huzuruna çıkınca onu kendi geleneklerine uygun şekilde selâmladılar. Sarıklarını çıkarmamışlardı. Drakula sordu: ‘Büyük bir prensin huzurundasınız, niçin böyle davranıyorsunuz?’ Osmanlı elçileri dediler ki: ‘Bizim ülkemizde gelenek bu şekildedir!’ Bunun üzerine Drakula, ‘Ben de geleneğinizi pekiştireceğim!’ diyerek, elçilerin sarıklarının kafalarına çivilerle, bir daha çıkarılamayacak şekilde çakılmasını emretti. Ardından da ‘Şimdi gidin pâdişahınıza söyleyin, sizin geleneklerinize boyun eğmem!’ dedi. Ancak kafalarına sarıkları çivilenmiş elçiler, hayatlarını kaybettiklerinden mesajı ulaştıramadılar.”

Drakula’nın korkunç işkenceleri yalnız Müslüman Türkler’le sınırlı kalmıyordu. Kendi halkından gömleği çok kısa ve pantolonu dar bir köylünün karısını, kocasını ortalıkta böyle dolaştırdığı için önce kazığa geçirtti, sonra da adamı yeni bir kadınla evlendirip, yeni kadına da kocasına iyi bakmazsa adamın eski karısının durumuna düşeceğini tenbihledi. Voyvoda’nın zulmünden korkan zavallı kadın, herhangi bir sebeple Drakula’nın öfkesini üstüne çekmemek için, ömrü boyunca saçını süpürge ederek kocasına baktı. Evli bir kadın evlilik dışı bir ilişki kurarsa, ya tenâsül uzvunu kestirir, ya da diri diri derisini yüzdürür; sonra da derisi yüzülmüş vücüdu ve deriyi ayrı ayrı şehirlerin ana meydanlarında halka teşhir ettirirdi. Aynı cezâyı bekâretini koruyamayan kızlara ve namuslarına sahip çıkmayan dullara da tatbik ettirirdi.

Târih boyunca yaşamış en zâlim ve gaddar hükümdarlardan biri olan Kazıklı Voyvoda’nın yaptığı zulümler haddi aşmış, işlediği korkunç cinâyetler artık mide bulandırıcı bir hâl almıştı. Sefilliğine bakmadan Osmanlı Devleti’ne başkaldırmaya kalkışan acımasız voyvodanın defteri, çok geçmeden cihan hükümdârı Fâtih Sultan Mehmed Hân tarafından dürüldü ve yaktığı fitne ve katliam ateşi bir daha alevlenmemek üzere söndü.

Pâdişah’ın kudretli pençesiyle köşeye kıstırılan Kazıklı’nın saltanat ve iktidârı tamâmen dağılmakla kalmadı, binbir güçlükle kaçıp sığındığı Macaristan’da kıskıvrak yakalanarak başı gövdesinden ayrıldı.


Yahudilerin Filistin’de Yaptıkları Soykırım ve Vahşet:


“Haçlı Seferlerinden asırlar sonra Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesiyle beraber, bölge ikinci bir şedit/kanlı barbarlık ve soykırım dalgasıyla daha karşılaşacaktı: “Siyonist Vahşet”... Osmanlı’nın bıraktığı boşluğu sonuna kadar değerlendiren Siyonistler, İngilizlerin de desteğini arkalarına alarak Filistin’de bir Yahudi Devleti kurabilmek için siyasî arenada sarfedilen mücadeleler kadar Yahudi göçmenlerin Filistin’e yerleşmelerini, toprak sâhibi olmalarını ve nüfus bakımından çoğunluğu ele geçirmelerini de oldukça önemsiyorlardı. Göçmenlere daha fazla yer açabilmek için ne kadar fazla Filistinli katledilirse kâr düşüncesiyle hareket eden Siyonistler, Kudüs ve Filistin’i kana bulamaya şu parolayla ahdetmişlerdi: ‘Vatansız bir halk için halksız bir vatan!’  

Kendilerine gönderilen Peygamberleri dahi fütursuzca katleden, yeryüzünün en bozguncu ve lânetlik kavmi olan Yahudiler, Filistinlileri yok ederken (aynen haçlı papazlarının yaptığı gibi) muharref Tevrat’ın şu hâlis barbarlık tavsiyelerini düstur ediniyorlardı: ‘Rabbin Musa’ya emretmiş olduğu gibi bütün erkekleri öldürdüler, kadınları esir aldılar, bütün şehirleri yaktılar... Bütün erkek çocukları ve bir erkekle karı koca hayatı yaşamış bütün kadınları öldürün. Fakat bütün bâkireleri kendinize saklayın!’

Avrupa’da soykırıma mâruz kalan yahudiler, bu defa aynı yöntemle kendileri Filistin’de soykırımın daniskasına girişmekte bir mahzur görmeyeceklerdi. Bu cümleden olarak, 1900’lerin başında Filistin’deki yahudi nüfus yüzde 10’un altındayken, programlı çalışmalar netîcesinde, 1920’lerde 100 bine, 1930’larda 232 bine, 1947’de de 630 bine çıkaracaklardı.

Bu faaliyetler başlangıçta sözde gâyet mâsumâne yöntemlerle icrâ edilirken 1930’lu yıllardan îtibaren İngiliz mandasının da teşvikiyle yerini tamamen terörist metodlara ve toplu katliamlara bırakacaktı. Haganah, Irgun ve Stern gibi Siyonist terör örgütleri, İsrail’in kuruluş sürecinde eylemlerde bulunup, her türlü insanlık dışı yola müracaat etmekten çekinmeyeceklerdi. Soykırımın en âlâsını irtikap ederek Filistin köylerini boşaltıyor, Yahudi göçmenlere yeni yerleşim alanları açıyorlardı. Misâlen, 1947-1948 arasında 500’den fazla kent, kasaba ve köye kanlı baskınlar tertipleyip haritadan silerek, 950 bin olan Filistinli sayısını 138 bine düşürmenin üstesinden gelmeyi becermişlerdi. Terörün amacı apaçık ortadaydı; ya öldürüp yok etmek, ya tedhiş hareketleriyle kaçırtmak ya da hiçbiri olmazsa köleleştirerek yaşamaya mahkûm etmek. Tel Aviv Belediye Başkanlarından General Shlomo Lahat, günümüze uzanan çizgide değişmeyen bahis konusu ‘Siyonist taktiği’ şöyle sloganlaştırmıştı: ‘Filistinliler bu topraklarda köle olarak yaşamayı kabul edinceye kadar katliamı sürdürmeliyiz!..’

Nitekim dediklerini de yaptılar; 1 Ocak 1948’de Filistin’de 600 bin Yahudi, bunun iki misli Arap yaşarken; 1 Ocak 1950’de Arapların sayısını soykırım ve tehcirle 150 bine indirmeye muvaffak oldular. İsrail’in kuruluşundan Arap-İsrail Savaşı’na değin yurtlarından sürülen Filistinli mültecilerin sayısı 5 milyona ulaşacaktı. Kısacası Filistin, şirretlikte sınır tanımayan Siyonistlerin eliyle, koca bir kan gölüne, kabristana ve ıssızlığa dönüşen talihsiz bir diyar haline getirilecekti. Ve Filistin’i Müslüman’dan arındırma faaliyetleri zincirleme bir surette kesintisiz olarak toplu gösterime sunulan birbirinden kanlı katliamlarla idame edecekti: Kral Davut katliamı, Deir Yasin katliamı, Saf Saf Köyü katliamı, Kibya Köyü katliamı...

Hele Eylül 1982’deki ‘Sabra ve Şatila Katliamı’, Haçlı Seferleri esnasındaki emsâllerini hiç de aratmayacak türde, dünyayı insanlığından utandıracak ve kanını kelimenin tam anlamıyla donduracak çaptaydı ve emri veren de Savunma Bakanı hüviyetiyle ‘Beyrut Kasabı’, ‘Buldozer’ nâmıyla müsemmâ, Haganah’ın azılılarından Ariel Şaron idi. İsrail’in Lübnan’ı işgâli sırasında, Filistinli mültecilerin yaşadığı kamplar kuşatılmış ve kundaktaki bebeklerden eli silahsız hareket eden binlerce masum insana dek (çoğu çocuk 2500 kişi) hunharca kurşuna dizilmişlerdi. Sokaklar haçlı seferlerini andırırcasına üst üste yığılan cesetlerle dolmuş ve kan kokusu tahammül edilmez bir hâl almıştı.

Bu ve bundan sonraki katliamların en baş fâillerinden olan Ariel Şaron’un aşağıdaki sözlerinin haçlı seferlerine komuta eden kan içici canavarlardan hiçbir farkı yoktu: ‘Yemin ederim ki; eğer ben sıradan bir İsrail vatandaşı olsaydım, gördüğüm her Filistinli’yi yakardım, acı çekerek ölmesini sağlardım. Refah’ta 750 Filistinli’yi öldürmüştüm. Arap kızlarına tecavüz etmelerini sağlayarak askerlerimi cesaretlendirmeye çalışıyordum. Filistinli kadınlar yahudilerin ancak kölesi olabilir. Biz onlara istediğimizi yapabiliriz. Kimse bize ne yapmamız gerektiğini söyleyemez. Ama biz herkese ne yapacağını söyleriz!..’ Şaron ve diğer Siyonist teröristler, kanlı eylemlerinde daima, İsrail’in kurucusu Ben Gurion’un şu doktrini istikâmetinde hareket ediyorlardı: ‘Kadın ve çocuklar dâhil savunmasız, mâsum insanları acımasızca vurmak gerekir.’

Şaron ve avânelerinin insanlıktan zerrece nasibini almamış menhûs anlayışı İsrail’in Filistin’lilere bakışı ve muamelesinde de kendisini belli etmiştir. İsrail’in gözünde, kendisine karşı direnen Filistin’liler ya ahmak bir vahşî ya da varlık olarak ciddiye alınmayacak kemiyetten öte bir anlam ifâde etmemiştir. Zirâ yasalara göre, ancak yahudinin tam vatandaşlık hakkı mevcuttur ve muhâcereti hiçbir sûrette tahdîde tâbî değildir. Vatanı gasp edilen toprakların gerçek sâhibi Filistin’lilere ise, ‘daha az gelişmiş’ olduklarından ötürü yahudilerden daha az ve basit haklar tanınmıştır.

Buraya kadar zikrini ettiğimiz gerçekleri, istisnaî bir vicdan ehli hakikatperest ve ‘onlardan birisi’ olarak İsrailli muhalif yazar İsrael Şamir’in şu muhteşem itiraf tespitleri adeta taçlandırmaktadır: ‘Yahudi ordumuz sivilleri öldürüyor, evleri yıkıyor, milyonları açlığa mahkûm ediyor ve Filistin köylerini ablukaya alıyor; işlediğimiz suçlar Çeçenistan ve Afganistan’daki Rus zulmünü, Vietnam’daki Amerikan zulmünü, Bosna’daki Sırp zulmünü geçti. Alman Nazilerinin sevmediğimiz yanı nedir; ırkçılıkları mı? Bizim ırkçılığımız daha az ve daha az zehirsiz değil! Biz ırkçılığa başkası öyle olduğunda karşıyız. Biz ölüm mangalarına ve gizli operasyonlara bize karşı yapıldığı sürece karşıyız. Kendi kâtillerimiz, yahudi özel kuvvetleri bizim övünç kaynağımız. Yahudi devleti, yasal olarak cinayet mangaları bulunduran, katliam politikası güden, Ortaçağ işkenceleri uygulayan dünyadaki tek yerdir!..’

İsrail bildik terörist taktik ve usûlleri, şiddeti ve toplu kıyım ölçeği daha da büyütülmüş bir vaziyette bugün de bütün hızıyla sürdürmektedir. Geride bıraktığımız yıl İsrail, güyâ terörle mücadele yalanını kalkan yaparak Filistin topraklarını yine kana ve jenoside boğmaya muvaffak oldu. Binlerce insan tanklardan ve uçaklardan atılan tonlarca bombanın altınca can verdi ve feryad ü figanları yere göğe sığmadı. Bu defa ki katliamların tarihteki emsâllerinden tek farkı, telekomünikasyon imkânlarının altın çağında yaşayan sözüm ona medenî dünyanın gözü önünde canlı yayın eşliğinde yapılmasıydı. Yüz binlerce Filistinlinin hayatı ve geleceği, sınıfta kalması bir kez daha tescillenen yahudi medeniyetinin insafsızlık ve azgınlığı altında mükerreren karardı. hıristiyanlar bahis konusu olduğunda kıyametler kopartan ve hümanizm edebiyatında mangalda kül bırakmayan sözde çağdaş Batı her zamanki alışkanlığıyla bunlara da sağır sultan kesilmeyi tercih etmişti.

Tüm dünyanın kahredici duyarsızlığı sayesinde Siyonist vahşet ve soykırım olanca şirretliğiyle maalesef rutinleşmiş ve kanıksanmış bir hâlde devam etmektedir. Dünya kamuoyu, Bosna ve Kosova’da patlak veren Sırp katliamına gösterdiği duyarlı ve caydırıcı tepkiyi, Filistin’de yıllardır süre giden İsrail barbarlığına karşı aynı ölçüde göstermekten imtinâ etmemelidir. İslâm Dünyası’nın göbeğindeki bu zulüm ve fitne odağının etkisiz hâle getirilmesi Müslümanların ve tüm medenî dünyanın insanlık ve boyun borcudur. Şaron ve hempalarının tıpkı Miloşeviç gibi savaş suçlusu sıfatıyla yargılanmaması; daha da mühimi Batı ve işbirlikçisi İsrail’e, tarihten bugüne irtikap ettikleri katliamların hesabının sorulmaması insanlık âlemi için en âlâ bir kara leke ve ayıp olarak yeter de artar bile. Şurası katî bir gerçek ki, haçlılar ve Siyonistler, Kudüs ve Filistin’de hep terör estirdiler, kan ve gözyaşına doymak bilmediler; o hâlde bölgenin aradığı ideal barış ve saâdeti, geçmişte olduğu gibi bugün de, yine İslâm’ın insancıl, âdil, müsâmahakâr ve kuşatıcı inanç ve yönetim anlayışı hakiki mânâda tesis edebilecektir.


Bitmeyen Vahşet, Amerika’da Yerli Soykırımı:


“1492’de Hispaniola diye adlandırdığı adalara ayak bastığında, ilk kez gördükleri beyaz insanları dostça karşılayan yerlileri, Colon şöyle tanımlayacaktır: ‘Hemcinslerini kendileri kadar seviyorlar. Sevimli ve yumuşak bir konuşma tarzları var. Hep gülümsüyorlar.’ Las Casas da Colon’a katılarak, bu dünya cennetinin sakinleri hakkında şunları söyler: ‘Ne hırs, ne gurur, ne küfür, ne de adlarını bile bilmedikleri başka birçok kötü huydan haberleri var.’

Sömürgeci, art niyetli, ihtiyatlı, silâhlı ve köpeklidir. Yalnızca Amerika’nın değil, köpeklerle insan avlama yönteminin de Colon tarafından keşfedildiği söylenir. .... yerlilerle savaşırken aldıkları yaralarla ün kazanan Becerillo, oğlu Leoncillo, Amadis, Calisto, Amigo... adlı köpeklerden övgüyle sözedilir. ... İnsanları parçalatmak üzere köpek yetiştiren sömürgecilerle yerliler arasındaki anlayış farkı, farklı uygarlıkların yokedilmesine yol açan unsurlardandır.

Colon gerçek niyetini şu sözcüklerle açığa vuracaktır: ‘Dünyada varolan en değerli şey altındır. Ona sahip olan, her istediğini yapar. Ruhları cennete bile koyar.’

Toribio de Benavente Motolinia, yerlilerin sinekler gibi ölmesine yol açan koşulları ... olarak sunsa da, şunları eklemekten kendini alamayacaktır: ‘Böylesine bir felaketin nedeni sorulacak olursa, bunun açgözlülük olduğunu, kasaya bir kaç altın külçesi daha atma hırsı olduğunu söylerim.’

... tüm Avrupa’ya, yılda ortalama iki yüz elli ton gümüş ve beş buçuk ton altın, köle işgücünün madenlerde yokolması sayılmazsa, neredeyse karşılıksız akmaya başlayacaktır.
... Kendilerine hıristiyan diyen bu insanlar, onları izliyen, sakin ve savunmasız yerlilerin karşısında, birden içlerine şeytan girmiş gibi kılıçlarına sarılır ve nedensizce, bir köy halkını yokederler. Kadın ve çocukların ırzına geçmek, bebekleri analarının kucağından alıp, onların gözleri önünde köpeklere parçalattırmak ya da bacaklarından tutup kayalara vurarak öldürmek, dil, burun, meme, kol, bacak kesmek, insanları canlı canlı yakmak ya da aç bırakarak ölüme göndermek yaygın sömürge eğlencelerindendir. Zevk için öldürülmedikleri zaman da, yerlilerin içinde bulundukları zorla çalıştırılma koşulları öylesine tüketicidir ki, kadın ve erkeklerin üremeye yönelik etkinlikleri sıfırlanmış, nüfus çoğalmaz olmuştur. Tek tük rastlanan hamileliklerde, analar, ümitsizlikten, çocuklarını düşürmek için her yönteme başvurur, bunu yapamazlarsa bebekleri boğarlar. Kaldı ki, sütten kesilmiş olduklarından, onları öldürmeseler bile, çocuklarının yaşaması yine de mümkün değildir. .... yetişkin yerlilerin çoğu, beyazların eline düşmektense, kurtuluşu kendilerini öldürmekte bulurlar.

Ne var ki, Las Casas’ın örneklerini verdiği bu akıl almaz gaddarlığı, yoketme tutkusunu, sömürgecilerin bu et ve kan sarhoşluğunu yalnızca para hırsıyla açıklamak mümkün değildir. Avrupa’nın toplam nüfusunun aşağı yukarı elli milyon ... İngiltere’nin dört milyon olduğu bir dönemde, 1500’den 1650’ye, Meksika’nın yerli nüfusunu yirmi beş milyondan bir milyona, yeni kıtanın yerli nüfusunu seksen milyondan 10 milyona indirerek, yüz elli yılda insanlığın hemen hemen beşte birini ... ortadan kaldıran felâketin nedenleri daha derinde yatar”


Bütün Avrupa En Az İspanyollar Kadar Soykırımcıdır:


“‘İsponyollar’ dönemin diğer Avrupalılarından ‘ne daha az ne de daha çok insandılar ve ne daha az ne de daha çok insancıldılar.’ Bu görüşü savunanlar için, İngilizlerin ve sonra Amerikalıların davranışları özel bir ilgi konusudur.

... İspanyolların kanlı yağmalarında yalnız olmadığı -Avrupa soyundan gelen başkalarının da mizacen aynı ölçüde soykırıma yatkın oldukları- yönündeki daha ciddi iddia, göreceğimiz gibi, hem daha güvenilir hem de daha doğrudur.”

“...on altıncı yüzyılın ikinci yarısında ... İngilizler de İrlandalıları etkisiz hale getirmekle uğraşıyordu. ...İngiliz toplumu, insanlarının üçte birinin ölmeyecek kadar geçimlik sınırında yaşadığı bir toplumdu ve burada sağlık ve hıfzısıhha koşulları öyle dehşet verici bir durumdaydı ki bir kişinin otuzlu yaşlarının ortalarına dek yaşaması çok nadir görülüyordu. ... on altıncı yüzyılın son yıllarında Essex Vilayet mahkemeleri, cadılıkla ilgili 1500’den fazla suça ilişkin 650 civarında davayı karara bağlamıştı. Yine de Britanya halkı kendisini yeryüzünün en uygar toplumu olarak görüyordu ve çok geçmeden Oliver Cromwell Tanrı’nın İngiliz olduğunu ilan ettiğinde tasvipkâr bir şekilde kafa sallayacaktı. Bundan dolayı bu döneme ait İngiliz risalelerinin ve resmi kayıtlarının, ‘vahşi İrlandalılar’ı ... Kısacası İrlandalılar ‘akıl almaz hayvanlar’dı.”

Kuzey Amerika’da İngiliz ve Amerikan Vahşeti:

“İngilizler, Kızılderililer’in kampına üşüşerek hareket eden her şeyi kesip biçtiler. ...diğerleri yatakların altına girdiler, diğer bir kısmı ise ‘büyük bir cesaretle saldırıya karşılık verdiler .... Mason daha sonra kendisinin, ‘Onları yakmalıyız’ diye bağırdığını ve ardından da ‘bir meşale yakarak .... Manzara tüyler ürperticiydi ... alevlerin arasında ölenlerin ve Mason’un kan damlayan kılıcından kaçıp yatakların altında büzülenlerin çoğu kadınlar, çocuklar ve güçsüz yaşlı adamlardı.

... Bundan sonra sağ kalan Pequotlar da yakalanarak hemen hemen tamamen yok edildiler. Diğer köyler bulunup yakıldı. Küçük savaşçı grupları kıstırılarak öldürüldü. Açlıktan ölmek üzere olan kadın ve çocuk gruplarının yerleri tespit edilerek yakalandılar ve köle olarak satıldılar. Tabii eğer şanslılarsa. Diğerlerinin elleri ve ayakları bağlanarak limanın hemen gerisinden okyanusa atıldılar.

... John Mason, kasaplığının onuruna Connecticut silahlı kuvvetleri tümgeneralliği makamına terfi etti.” 

“Kızılderili avı o dönemde New England’da popüler bir spor olmuştu. Yaygın nakaratı söylersek, ‘bizimkilerden yalnız bir kayıpla’ denerek yüzlerce Kızılderilinin öldürülmesine ilişkin rapor üstüne rapor geliyordu. Yine, ‘keşif kolumuzca, Dedham yakınlarındaki ormanlarda, hemen hemen açlıktan ölü vaziyette dolaşırken toplanan çoğu kadın ve çocuk, 26 kadar Kızılderili’nin yakalandığı’ şeklindeki ifadeler de aynı ölçüde yaygındı. Şüphesiz bütün bunlar ‘Tanrının iradesi’ idi, der bu olayları nakleden İngiliz...”

Her şey İngiliz saldırılarıyla başlayıp kılıç ve tüfekle bitmiş ve Büyük Dağılma denilen olayla bölgenin tamamında zirveye ulaşmıştır. ... batı Abenaki halkının ... yok etme oranı %98. ... Mahicanların %92’si, Mohawkların %75’i, doğu Abenakilerin %78’i, Maliseet-Passamaquoddy halkının %67’si yok edilmişti. Vesaire vesaire.

... Avrupalıların, Amerikan yerlilerine yönelik düşmanlıklarında ayrımsız olarak kadın ve çocukları öldürme alışkanlıkları gaddarlıktan fazla bir şey, düpedüz ve kasıtlı bir soykırımdır. Çünkü, kadın ve çocukları öldürülen bir halk yaşayamaz.”

“Korunmak için bir çukura saklanan 30-40 kadar kadın vardı; bunlar altı yaşlarında küçük bir kız çocuğunu ince bir dala bağlanmış beyaz bir bayrakla dışarı gönderdiler; ancak çocuk henüz bir iki adım atmadan, askerler tarafından vuruldu. Bu kadınların hepsi de, ... sonradan öldürüldü. ... Gördüğüm her ölünün kafa derisi yüzülmüştü. Doğmamış çocuğu karnı yarılarak çıkarılan bir kadın gördüm. ... Bunların tamamına yakınının, erkek, kadın ve çocuk, kafa derileri yüzülmüştü. Edep yerleri kesilip çıkarılan bir kadın gördüm. Cesetler korkunç bir şekilde doğranmıştı.

... Çatışmadan sonraki günün sabahı bir hendek içinde gizlenen Kızılderililer arasında küçük bir çocuk gördüm, hala sağdı. 3. Alaydan bir binbaşı tabancasını çıkarıp bir darbede çocuğun kafasını patlattı.”

Alıntılar yaptığımız yazar en yokedici savaş yıllarından örnekler vererek; meselâ, atom bombası atılan Japonya’nın 1940-1950 yılları arasında nüfusunun % 14 arttığını söylüyor ve Amerika kıtasında yapılan bilinçli ve korkunç soykırımın boyutlarına dikkat çekiyor.

Bu insanlar bu kadar vahşi, bu kadar gözlerini kan bürümüş, bu kadar gaddardır. Bu gaddarlıklarından hiçbir şey de kaybetmiş değillerdir.


Avrupa Kültürü mü Üstün, Kızılderili Kültürü mü?


“Kızılderililer’in yaşam tarzlarına -özellikle de dönemin İngiliz sosyal ilişkilerinde yokluğuyla dikkat çeken barışseverlik, cömertlik, güvenilirlik ve eşitliğe duyulan- hayranlık, çok az İngiliz gözlemci tarafından da olsa, önceleri Verginia’nın yerli halkının belagatla övülmelerine neden oldu. Kalemleriyle konuşanlar bazen şüphe çekerler, ancak gözleriyle görenler böyle değildir. Ve bütün 17. yüzyılla birlikte 18 ve 19. yüzyıllarda, koloniciler arasında kendi rızasıyla yaşayan hemen hemen hiçbir Kızılderili yokken, Kızılderililerle birlikte yaşamaya koşan beyazların çokluğunun sık sık söz edilen bir sorun olması manidardır. İngilizlerin Kuzey Amerika’ya kalıcı olarak yerleşmesinden bir buçuk asır sonra, Benjamin Franklin sızlanarak daha önceki bir çok yorumcuya iştirak ediyordu: ‘Bir Kızılderili çocuk bizim aramızda yetiştirildiği, dilimizi öğrenerek adetlerimize alıştırıldığı zaman bile, akrabalarını görmeye gidip de onlarla bir Kızılderili sohbeti yapınca, artık onu geri dönmeye ikna etmek mümkün değildir. (Ama) gerek kadın gerekse erkek olsun beyazlar küçük yaşta Kızılderililer tarafında esir alınarak onların arasında yaşadığı zaman, dostları onları fidyeyle kurtarmasına ve İngilizlerin arasında kalmaları için akla gelebilecek her türlü müşfikliği göstermelerine rağmen, kısa zamanda bizim yaşam biçimimiz ve doğal olarak onu destekleyen endişe ve acılarımızdan tiksiniyor ve ilk fırsatta yine ormana kaçıyorlar; artık onları ıslah etmek mümkün olmuyor.’

Tek sorun, Kızılderililer arasında büyüyen çocuklar değildi. Yetişkin erkek ve kadınlar da Batı kültürüne sırtlarını döndüler. Bu durum, J. Hector St. John de Crevecoeur’un feryadının nedeniydi: ‘Binlerce Avrupalı, Kızılderili oldu ve elimizde bu yerlilerden birinin bile Avrupalı olmayı seçtiğini gösteren tek bir örnek yok.’”

Halbuki Amerikan filimlerinde daima barbar, vahşi Kızılderili tasviri yapılır. Gerçek ise bunun tam tersidir.


Köle Ticareti:

Köle ticareti ve kölelerin ucuz iş gücü olarak kullanılması o kadar kârlı bir işti ki 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan zaman içerisinde, özellikle İngiliz, Portekizli, İspanyol, Danimarkalı-Norveçli, Fransız ve Hollandalı köle tacirleri tarafından, Afrika kıtasından 12-13.5 milyon arasında Afrikalı zorla kaçırılarak Amerika’ya köle olarak götürüldü. Bunların %25’i ağır koşullar sebebiyle ilk 18 ay içerisinde öldü. Yolculuktaki kötü koşullara dayanamayarak ölenler %12.5 - %50 arasında tahmin edilmektedir. Bütün Afrika nüfusunun 40-70 milyon arasında tahmin edildiği bir devirde bu rakamın ifade ettiği korkunç boyut daha iyi anlaşılacaktır. Afrikalılar özellikle ABD’de 1950’lere kadar kanunen hala ikinci sınıf insan muamelesi görmekte idi. Bugün bu kanuni kısıtlamalar kalkmış olsa da fiili durum devam etmektedir. Daha geçtiğimiz günlerde bir hükümet danışmanı zenci çocuklarının kürtajla alınmasını tavsiye etmiştir. Kentlerin varoşları işsiz güçsüz zencilerle doludur. Amerika’da yaşanan kasırga felaketinde bu durum bütün çıplaklığı ile dünyanın önüne serilmiştir. Bunların medeniyeti sadece kendileri içindir. Bunlara göre kendilerinden olmayanların yaşama hakkı yoktur.


Engizisyon Vahşeti:


“Hücrelerin içinde oraya buraya dağılmış işkence takımları vardır. Uçları demir kancalarla takviye edilen birkaç kuyruklu yılan kamçılar, mahkumların etlerini kemiklerinden ayırmak ve sabırsız aç köpeklere iştah açıcı bir ziyafet sunmak için kullanılan aletlerdir. Bir yanda, mahkumların çıplak vücutlarına dökmek için, içinde kurşun kaynatılan demir kazanlar bulunur. diğer tarafta, üzerinde masum insanların bedenlerine geçirilecek şişlerin kızdırıldığı kömür yığınları durur.

İçinde sürekli işkence ateşlerinin yandığı bu ölüm hücreleri alevlerin ve korların bütün sıcaklığına rağmen soğuk bir rutubet yüklüdür. Mahkûmların çıplak bedenlerinden oluk oluk akan kanlara doyan zindan duvarları sürekli soğuk soğuk terlerler.

... Bunların yanında, iç yüzeyleri sivri kancalarla örülmüş metal başlıklar bulunur. Mahkumların başına geçirilerek bir mengene gibi yavaş yavaş sıkıştırılan başlıklarla acının giderek yükselen miktarı mahkuma damla damla tattırılır. Bir süre sonra mahkumun başından sızan kanlarla birlikte yavaş yavaş çatlayan kemiklerin sesleri duyulur. Diğer bir tarafta, kadın mahkumların göğüslerini sökmek için kullanılan demirden burgulu kancalar vardır. Yanısıra, dili kökünden koparmak için yapılmış kerpetenler, dişleri parçalamak için kullanılan demir çekiçler bulunur.

İşkence odalarının bir diğer demirbaşı da, daraltılıp açılabilen, içi küçük sivri çivilerle doldurulmuş kızgın demir ayakkabılardır. Mahkumun ayaklarına giydirilerek sıkıştırılan ayakkabılar ayakları, bir avuç parçalanmış et ve kemir ufağı haline getirir.

... Zindanlarda, insanı ikiye, üçe katlamak ve sırtından başlayarak tüm kemiklerini kırmak için kullanılan aletler de vardır. Bunların yanısıra, mahkumları üzerine gererek işkence etmek için kullanılan ‘Andreaus Haçı’ bulunur.

... İşkence sırasında mutlaka bir doktor mahkuma nezaret eder ve hemen ölmemesini sağlar. Mahkumun ölüme yaklaştığı her an doktor işkenceye müdahale eder ve mahkumu kendine getirmeye çalışarak aynı acıları tekrar çekmesini sağlar. Mahkumun inleyip bağırmaması için de ağzına demir bir haç tıkanır.”

Hiç şüpheniz olmasın aynı zihniyet devam ediyor. Amerikan filmlerine dikkat ederseniz vampirli, kurt adamlı, şeytanlı saçma sapan birçok korku filminde hıristiyanlık propagandası vardır. Bu kötü varlıklardan kurtulmak için iyi insanların haç ile bu kötü varlıkları öldürmesi beklenir.

Bu tür sapkın küfür inanışları Batı toplumunun vahşet ve insanlık dışı uygulamalarının tarihi altyapısını yansıtan bazı örneklerdir.

Zaten Amerikan filim endüstrisi bilinçli ve kontrollü bir şekilde psikolojik harp silahı olarak kullanılmaktadır. Hedefteki kitleler terörist, gaddar gösterilir, hıristiyanlık propagandası yapılır. Doğruyu eğri, yanlışı doğru gösterirler. Kendi kusurlarını örtmekte çok mahirdirler. Böylece dünya kamuoyunu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirirler. Hatta harplere zemin hazırlarlar.


Fransızların Cezayir Soykırımı:

Fransızlar Cezayir’de 1830 ile 1962 yılları arasında 1 milyon Cezayirli’yi öldürdüler. Bu süre içinde her türlü işkence, kültürel soykırım, tecavüz yöntemleri uygulandı. Cezayirliler tıp deneylerinde kobay olarak kullanıldı. Fransızlar 8.000 köyü yok ettiler, Cezayirli köylü nüfusun yarısı (1.8 milyon Cezayirli) Fransızların kullandıkları napalm bombalarının etkisiyle yok edilen evlerini ve verimsizleşen topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. 2.5 milyon Cezayirli’yi toplama kampı şeklindeki bölgelerde tecrit ettiler. Birçok Cezayirli korkunç işkenceler altında hayatını kaybetti.

Avrupa’nın Diğer İnsanlık Suçları:

Hemen her Avrupa ülkesinin tarihinde böyle karanlık bir uygulama vardır. Norveç’te daha 1977’lere kadar Taterlara (göçerlere) karşı biyolojik kısırlaştırma uygulanması, Grönland sakini Eskimoların yerlerinden kovulması, İngilizlerin Avustralya yerlilerini katletmesi, -ki 1970’e kadar taplam 100 bin yerli çocuğu zorla ailelerinden alınarak beyaz ailelere işgücü olarak verildi, Almanların 2. Dünya savaşı’nda yaptığı soykırımlar, diğer Avrupa ülkelerinin Alman mülteci sivillere uyguladığı katliamlar, Belçikalıların Afrika’daki katliamları vs. vs. Velhasıl bütün Avrupa’nın tarih defteri soykırımla doludur.

ABD’nin Atom Bombası:


Atom bombasını icat eden Amerika Japonya’yı teslim almakta zorlanınca tereddüt etmeden bu bombayı bu ülkenin iki şehrinde kullanmıştır. Yüzbinlerce sivil hayatını kaybetmiştir.


ABD’nin Vietnam Katliamı:


Şimdi ortaya çıkan tarihi belgeler göstermektedir ki, ABD Vietnam savaşı’na da aynı Irak savaşı’nda olduğu gibi bir yalan uydurarak başlamıştır. Bu savaş kendisine çok pahalıya mal olmuştur, ancak o kadar çok Vietnamlı öldü, Amerikan bombaları ülkeyi öyle yerle bir etti ki, ülkede hala savaşın izleri yaşanmaktadır. Amerika bu ülkeye o kadar çok bomba atmıştır ki, savaş artığı metalleri toplayıp satmak hâlâ bir geçim yolu olarak devam etmektedir.


Yakın Tarihte Türk ve Müslümanlara Yapılan Soykırımlar:


Osmanlı’nın çöküşü yıllarında Balkanlar’da, Girit’te, Kırım’da, Kafkaslar’da yaşanan katliamlar hâlâ belleklerde.


Birinci Cihan harbi ve devamında İngilizler’in, Fransızlar’ın, İtalyanlar’ın, Ruslar’ın, Ermeniler’in, Bulgarlar’ın, Sırplar’ın yaptığı müslüman katliam ve soykırımları, zulüm ve işkenceleri unutulmamıştır.


“Yunanlılar 1919’da İzmir bölgesini işgal edip Orta Anadolu’ya doğru girdikleri zaman, büyük çapta bir katliamı tamamladılar. 25 Haziran 1919’daki Aydın katliamı, cinayetler zincirinden bir tanesiydi. Yunan askerleri önce, kasabanın Türk mahallesini yoğun bir topçu bombardımanına tabi tuttular. Kaçmaya çalışan Türkler, Yunan askerleri veya yardımcı sivil kuvvetler tarafından vurulup öldürüldü. Ondan sonra, Yunan ordusu mahalleye girdi ve yıkıma devam etti. Bazı Türk aileleri, evleri ateşe verilerek diri diri yakıldı. Diğerleri sokaklarda öldürüldü. Bir bina içerisine saklanmış olan dört kadın, tahta kazıklara bağlanarak katledildiler. O gün yaklaşık onbin Türk zalimce katledildi.”

Ve daha dün Kıbrıs’ta yaptıkları katliamlar unutulmadı. “1970’lere gelinceye kadar yüzlerce Kıbrıs Türk’ü, vahşi Yunan’ın silahlarıyla can verdi. Rumlar, silahsız gençlerden dağlarda sürülerini otlatan çobanlara, çaresiz yaşlılardan küçücük çocuklara kadar rastladıkları her Türk’ü, içlerindeki vahşet ateşiyle katlettiler.”

Akabinde Bulgaristan’da, daha sonra Bosna-Hersek’te, arkasından Azerbeycan’da, Çeçenistan’da, Filistin’de yaşanan vahşet ve katliamlar hâlâ yüreklerde.

Özellikle Bosna-Hersek’te yaşananlar medeni(!) Avrupa’nın soykırım ve vahşet geçmişinin hâlâ devam ettiğinin en bariz göstergesiydi. 500 yıl önce Amerika yerlilerinin hamilelerinin karınlarını deşen Avrupalı soykırımcılar aynı şeyi 10 yıl önce Avrupa’nın göbeğinde yaptılar. Köprünün altından çok sular aktı amma Avrupa’sı, Amerika’sı genlerindeki vahşetten zerrece bir şey kaybetmediler. Bosna’da yüzbinlerce insan sadece müslüman oldukları için vahşice katledildi. Bütün Avrupa seyretti, ellerini ovuşturdu.

Hep aynı vahşetle, Birinci Haçlı seferindeki katliamlardan bin yıl sonra dün Bosna’da, bugün Irak’ta, yarın İran ve daha hangi İslâm coğrafyasında bu vahşet devam edecek!

İşte Irak! Suriye! Amerikan vahşeti gün be gün ortaya çıkıyor. Ki bunlar ancak haberimiz olanlar.

İşte bu medeniler(!)in gerçek yüzü budur: Vahşet, soykırım, işkence, tecavüz, yağmalama, sömürme!..


Zulüm ve Vahşet Devirlerinde Mazlumların Sığınağı Osmanlı’ydı!


Hıristiyan Batı âleminde din baskısı ve mezhep çatışmasının hüküm ferma olduğu zorbalık ve barbarlık dönemlerinde, değişik din ve mezhebe mensup pek çok millet için yegâne sığınak ve iltica cenneti Osmanlı ülkesiydi. Felix Valyi bu hakikate işaret eden şu görüşleriyle tarihe kayıt düşmektedir:

“Müslüman yönetimin hoşgörüsü konusunda en mühim tanıklık, takibe uğrayan hıristiyanlar’ın ve diğer mezhep mensuplarının kendi dinlerini serbestçe icra edebildikleri Müslüman topraklarını iltica edişleridir. 15. asır sonlarında takibata uğrayan İspanya musevileri büyük bir topluluk olarak Türkiye’ye iltica etmiştir. Macaristan Tiransilvanya’nın Kalvenistleri, Transilvanya’nın Unitarienleri, fanatik Harsburg Hanedanının eline düşmektense Türklere gitmeyi tercih etmişlerdir. 17 asırda Silazya’nın Protestanları ümit dolu gözlerle Türkiye’ye bakmışlardır; din hürriyeti elde edebilmek için müslüman idaresine memnuniyetle gireceklerdir. 1736 yılında Rus Devlet Kilisesince takibe uğrayan “Old Believers”mezhebine mensup Kazaklar, hıristiyan kardeşlerinin kendilerine tanımadığı hoşgörüyü Türkiye’de bulmuşlardı

İnsanlık, Adâlet ve Merhamet İslâm’dadır;
Vahşet, Zulüm ve Gaddarlık Küffâr’dadır!



Haçlı Batı Devletleri’nin ve bugünkü ABD’nin tarihi, vahşet, katliam, işkence ve soykırımlarla dolu olduğu gibi; müslümanların tarihi, adâlet, merhamet, medeniyet örnekleriyle doludur. İslâm hükümdarları her işte olduğu gibi bu hususta da bütün dünyaya şerefli birer numune olarak tarihteki yerlerini almışlardır.

Amerikan başkanı Bush, Irak’ı işgal etmeden önce; “Biz Irak’a demokrasi getireceğiz!” demişti. Bunun bu sözü bir yüz karasıdır. Medeniyetleri (!) zulüm ve barbarlığa dayanan küffâr âlemi vahşetin ismini “Demokrasi” koydular. Hâlbuki insanlık, hak, hukuk, nedeniyet, ahlâk ve fazilet, nezâfet ve adâlet yalnız İslâm’dadır. Onların “Demokrasi” dedikleri şey ise vahşet, zulüm ve gaddarlıktır. Onların demokrasisi budur.

Müslümanlar târih boyunca yaptıkları savaşlarda kâfir esirleri daima serbest bırakırlardı; fakat kâfirler işkence yaparlar ve öldürürlerdi. Zîrâ vahşet küfürdedir, merhamet ise İslâm’dadır.

Adâlet ve nezâfet İslâm dininin özünde vârolan hasletlerden olduğu için, müslüman hükümdarlar gerek hazerde gerekse seferde İslâm’ın öngördüğü adâlet ve hakkâniyet hükümlerine bağlılıklarını korumuşlar, kâfirlere muâmele husûsunda kendilerine çizilen hudut ve ruhsatın hiçbir zaman dışına çıkmamışlardır. Bu seçkin sultanlar her hususta İslâm’ın emir ve hükümlerine riâyet ettikleri gibi, İslâm topraklarında yaşayan gayr-i müslimler karşısında da bu çizgide yürümüşler; onlara ahkâm-ı ilâhî’nin verdiği ruhsat nisbetinde birtakım haklar vermişlerdir.

Müslüman bir hükümdârın zimmeti altına giren ve İslâm Devleti’nin himâye ve hâkimiyetini kabul eden gayr-i müslimlere “Zımmî” adı verilir. Bu gibi kimselere İslâm’ın boyunduruğu altına girmeyi kabullendikleri taktirde, hak ve hürriyetlerini tescil eden bir ahidnâme yazılır ve o andan itibâren zımmîlik hükmü uygulanır. Bu haklar İslâm dininin esasları mûcibince verildiği için, onların can ve mallarına tecâvüze kalkışan bir kimse ilâhî hudutları aşmış, Allah ve Resul’ünün verdiği ahdi bozmuş sayılır.

Nitekim Fâtih Sultan Mehmed Hân İstanbul’u savaşarak fethettiği halde, şehirdeki papaz ve hahamların kendisine itaat ve teslimiyet göstermeleri üzerine, burada yaşayan patriğe ve diğer gayr-i müslimlere kiliselerinde serbestçe ibâdet edebilmelerini sağlayan, canlarını ve mallarını koruyan ve garanti altına alan yazılı bir belge vermiştir.

Temeli İslâm esaslarına dayanan bir devlet içinde yaşayan zımmîlerle, devletin asıl tebaası olan müslümanlar arasında, dinî emirlerin getirdiği hükümler hususunda birtakım farklar vardır. Meselâ müslümanlar itikadları gereği üzerlerine farz olan zekâtla mükellef oldukları halde, gayr-i müslimlerin imân etmedikleri için buna dâir herhangi bir mükellefiyetleri yoktur. Onlar gelir ve kazançlarına göre farklılık gösteren ve senede bir defa ödenmesi gereken “Cizye” vergisini verirler. Şu kadar var ki; fakirler, işsizler, din adamları, yaşlılar ve hastalar bu vergiden de muaftırlar. Müslümanlarla birlikte cihâda katılmaları düşünülemeyeceği için, askerlik yapmak gibi bir mecburiyetleri yoktur. Küfürlerini yaymaları İslâm’a taban tabana zıt bir durum olduğu için, çan çalma ve yeni ibâdethâne açma gibi bir hakları da yoktur. Her zımmî inancını eski kiliselerden birinde yapmaya mecburdur. Bu ve benzeri hususlar dışında diğer içtimâî ve hukukî mevzularda, zımmîler kendi dinlerinin öngördüğü hukukî hükümlere tâbî tutulur.

İslâm vatanında ikâmet eden gayr-i müslimler Arap ülkelerinden herhangi birine girebilirler, ancak zarûret olmadıkça Mescid-i Harâm’a giremezler; müslümanların giydiği kılık ve kıyâfetlerle dolaşma hakkına sâhip değildirler. Canları, malları, nâmus ve inançları güvence altındadır, herhangi bir müslüman tarafından tâcize uğratılmazlar; kendi irâde ve istekleri dışında İslâm’ı kabule zorlanmazlar. Bununla birlikte adâlet husûsunda müslümanlardan farklı bir muâmeleye tâbî tutulmazlar, müslümanların yararlandıkları haklardan onlar da yararlanırlar.


Hazret-i Ömer'in Kudüs’te Yaşayan Zımmîlere Tanıdığı Haklar:

Hulefâ-i râşidîn’in ikincisi olan Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- Ebû Ubeyde bin el-Cerrâh -radiyallâhu anh- komutasındaki İslâm ordusu ile, Kudüs halkına; “Ya müslüman olursunuz, ya da İslâm devletinin zimmeti altına girip cizye ödemeyi kabul edersiniz!”diye haber gönderince, bölge halkının İslâm ordusunun azâmetinden korkarak kaleden dışarı çıkıp; “Halîfe Hazretleri teşrif ederlerse, cizyeyi kabul eder ve sulh yoluyla kaleyi teslim ederiz!” demeleri üzerine Kudüs, Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- ve Hazret-i Ali -kerremallâhu vechehû- Efendimiz’in eliyle İslâm topraklarına dâhil edilmişti.

Kudüs’ün müslümanların hâkimiyeti altına girmesinden sonra Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- öncelikle Resulullah Aleyhisselâm’ın târif ettiği yeri bularak, Mescid-i Aksâ’nın yerini ve mihrâbını tespit etmiştir. Burada Cumâ namazını kıldıktan sonra, yanında bulunan bâzı sahâbelerle birlikte, biri Kudüs’te yaşayan tüm halka ve diğeri de yalnız hıristiyanlara olmak üzere iki ayrı ahidnâme vermiştir.

1 - Kudüs Halkına Verilen Emannâme:


Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- Efendimiz Kudüs’ü sulh yoluyla fethettiği zaman, tamâmen Şer’î hükümler gereğince bölgede yaşayan halka inanç ve ibâdet hakkı tanımış; bunu te’yid ve tasdik etmek için Hazret-i Abdullah -radiyallâhu anh-, Hazret-i Osman bin Affân -radiyallâhu anh-, Hazret-i Sa’îd bin Zeyd -radiyallâhu anh- ve Abdurrahman bin Avf -radiyallâhu anh-in şâhidliğinde, orada hazır bulunan diğer sahâbelerin nezâretinde bir ahidnâme yazmıştır.
Adâletiyle meşhur olan Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-, umum Kudüs halkına verdiği bu ahidnâmede verdiği hakları şöyle açıklamıştır:

“Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla,

Bu sözleşme, Mü’minlerin emîri ve Allah’ın kulu Ömer tarafından İlya (Kudüs) halkına verilmiş bir emândır. Onların canlarına, mallarına, kiliselerine, haçlarına, yerleşik ve göçebe olan bütün ferdlerine verilmiş bir te’mînattır. Onların kiliseleri mesken yapılmayacak ve yıkılmayacak ve kısmen dahî olsa işgâl edilmeyecektir. İçindeki kutsal eşyâya dokunulmayacaktır. Mallarına el sürülmeyecektir. Kimse dinî inançlarından dolayı zorlanmayacak, kendilerine aslâ zarar gelmeyecek ve yurtlarına yahudiler iskân olunmayacaktır. Buna karşılık onlar da cizye vereceklerdir. Bunlardan kim yurdunu terk etmek isterse, gideceği yere kadar mal ve can emniyeti sağlanacaktır. Yurdunda kalmak isteyenler ise güvende olacaklardır ve cizye vereceklerdir. İsteyen Rumlar’la gidecek ve isteyen de toprağına dönecektir. Hasat elde edinceye kadar onlardan bir şey istenmeyecektir.

Bu, Allah’ın Resûl’ünün, halîfelerinin ve mü’minlerin Kudüs halkına verdiği emân ahdidir, vermekle mükellef oldukları cizyeyi ödedikleri müddetçe geçerlidir.

Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- tarafından kûfî hat ile kaleme alınan bu ferman Osmanlı pâdişahları’nın verdikleri ahidnâmelere kaynak teşkil etmiş; nitekim Fâtih Sultan Mehmed Hân, dönemin Kudüs patriği tarafından huzûruna getirilen bu fermânın bir kopyasını çıkarttırıp, verdiği ahidnâmeyi burada zikredilen esaslara göre vermişti.


2 - Kudüs Çevresinde Yaşayan Hıristiyan Halka Verilen Ahidnâme:

Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- Kudüs topraklarında ikâmet eden hıristiyan halka; İslâm’ın öngördüğü can, mal, inanç ve ibâdet gibi haklarını temin için verdiği diğer ahidnâmesinde ise şöyle buyurmuştu:

“Hamd olsun O Allah’a ki, bizi İslâm dini ile aziz etti, îman ile şereflendirdi. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine bizi rahmetine nâil kıldı, dalâletten kurtardı. Dağınık iken onun sayesinde bir araya getirdi, kalplerimizi birbirine ısındırdı. Düşmanlarımıza karşı muzaffer kıldı, memleketler ihsân etti. Bizi sevişen kardeşler hâline getirdi. Ey Allah’ın kulları! Bu nimetlerden dolayı Allah’a hamd ve senâ ediniz!

Bu, Ömer İbnü’l-Hattâb’ın Kudüs-ü şerîf’deki Zeytûn Dağı’nda, İsevî milletinin patriği Safranbos’a verdiği ve bütün re’âyâ ile papaz ve patrikleri ihtivâ edecek şekilde tanzim olunan yazılı ahidnâmesidir.

Bütün papazlar nerede ve hangi şartlarda olurlarsa olsunlar, biz müslümanlar tarafından emâna sahiptirler. Bütün gayr-i müslimler, zimmet akdinin hükümlerine riâyet ettikleri müddetçe emânları geçerlidir. Biz mü’minler ve bizden sonra gelecek olanlar onları korumakla mükellefiz. İtaat ve bağlılıkları devâm ettikçe bu da devâm edecektir.

Verilen bu emniyet ve emân ahdi kendileri için geçerli olduğu kadar; kiliseleri, manastırları, dışarıda ve içeride bulunan bütün ziyâret mahalli olan kutsal mekânları için geçerlidir.
Bu mukaddes mekânları şunlardır: Kamâme kilisesi; İsâ Aleyhisselâm’ın doğum yeri olan Beytüllahm’deki büyük kilise; kıble yönüne, kuzeye ve batıya açılan üç kapılı mağara.

Kudüs’te bulunan hıristiyanların dışındaki hıristiyan cemaatleri, yani Habeş hıristiyanları, ziyâret için gelenler, Kıbtîler, Süryânîler, Ermenîler, Yâkubîler, Mârûnîler ve benzeri tâifeler, tamamen adı geçen patrik’e tabidirler; patrik bunların öncüsüdür.

Zirâ bu sayılan patrik ve papazlara, Peygamber Aleyhisselâm mübârek mührü ile emân vermiş ve korunmalarını istemiştir. Biz mü’minler de, onlara iyi davranan Peygamber Aleyhisselâm’ın hürmetine onlara iyi davranacağız.

İş bu patrik ve papazlar, cizye ve benzeri mükellefiyyetlerden, denizde de, karada da mu’âf sayılacaklar; bunların Kamâme kilisesi’ne ve diğer mukaddes mekânlara girişlerinden dolayı kendilerinden bir şey alınmayacaktır. Ancak, hıristiyanların ellerinde bulunan Kamâme kilisesi’ne gelen ziyâretçiler, Patrik olana on birde üç (11/3) dirhem vereceklerdir.

Bütün mü’minler erkek olsun kadın olsun; sultan, hâkim veya vâli olsun, zengin olsun fakir olsun, mutlakâ bu emirlerimizi muhâfaza edeceklerdir.

Hıristiyan reislerine bu mersûm (resmî belge); sahâbe-i kirâm’dan Abdullah, Osmân bin Affân, Sa’îd bin Zeyd, Abdurrahmân bin Avf ve diğer sahâbe kardeşlerimizin huzûrunda verilmiştir.

Bu yazılı fermanda açıkladığımız emirler muhâfaza edilsin, onlara riâyet edilsin ve ellerinde kalsın!

Mü’minlerden kim bu fermânımızı okur da, şimdi veyâ kıyâmete kadar ona muhâlefet ederse, Allah’ın ahdini bozmuş ve Habîb’ine isyân etmiş olur.” (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, “Kilise Defterleri”, Kamâme Defteri, nr.: 8)

ve Selâhaddin Eyyûbî:


Selâhaddin Eyyûbî Kudüs’ü işgâl eden ve binlerce müslümanı vahşîce ve acımasızca katleden haçlı ordusunu, büyük bir azâmet ve kudretle İslâm topraklarından atmayı başarmış; şehid edilen müslümanların intikâmını alarak Kudüs sahrasını haçlı kanıyla sulamıştı. Yenilgiyi kibirlerine yediremeyip Kudüs’ü yeniden işgâl etmeye kalkışan üçüncü haçlı gürûhunu da Akka önlerinde bozguna uğratan Selâhaddin Eyyûbî’nin karşısında, hırsitiyanlarda artık kımıldamaya mecâl kalmamıştı.
Nihâyet haçlılar, Kudüs’ten ümitlerini tamâmen keserek Sultan’dan emân istemek zorunda kaldılar. Şehri ele geçirmek için daha önce binlerce müslümanın kanını dökmüş olmalarına rağmen, Selâhaddîn Eyyûbî onların bu teklifini kabul etti ve 28 Ağustos 1192’de onlara, Kudüs içinde silâhsız dolaşma ve ibâdetlerini rahatça yapma imkânı tanıyan yazılı bir ahidnâme verdi.
Selâhaddin Eyyûbî, zımmîlik hükmü nedeniyle tahrip etmekten vazgeçtiği Kamâme kilisesi’nde hıristiyanlarla yaptığı sulh andlaşmasında, Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-in daha önce vermiş olduğu ahidnâmeye dayanarak onlara şu hakları vermişti:

“Kamâme kilisesi Ömer’in fermânı mûcibince hıristiyanların elinde kalacak, üzerindeki patrik dâiresi Mescid hâline getirilecek, Kamâme kilisesi’ndeki hıristiyan âyinleri müslümanlara haber verilerek açılacak, diğer günlerde kapıları kapalı tutulacak ve müslüman bevvâb (kapı görevlisi) görev yapacaktır.”

Kamâme kilisesi’nin üzerindeki mescide çevirilen patrik dâiresi, günümüzde “Selâhaddîn Mescidi” diye anılan yerdir.

Kudüs’ü haçlı istilâsından kurtaran Selâhaddin Eyyûbî, haçlı ordusunun başında bulunan Kral Richard’ın hasta olduğunu öğrenince ona kendi hekimini göndermiş ve vücûdundaki ateş ve harâretin dinmesi için karla tedâvi edilmesini tavsiye etmişti.
Haçlılar küfürlerini icrâ ederek ortalığı zulüm ve vahşete boğarken, o İslâm dînininin adâlet ve nezâfetini sergileyerek onlara büyük bir insanlık dersi vermiş; o güne kadar insanlıktan nasip alamayan kral gördüğü bu muhteşem muâmele karşısında; “Ben insanlığı Selâhaddin’den öğrendim!” demişti.

Alparslan ve Romenos Diogenes:

Sultan Alparslan 26 Ağustos 1071 târihinde, Malazgirt Meydan Muhârebesi’nde o zamâna kadar benzeri görülmemiş bir zaferle Bizans ordusunu yenilgiye uğratıp, İslâm medeniyetine Anadolu’nun kapılarını sonuna kadar açtıktan sonra, esir alınmış olan imparatorun derhâl huzûruna getirilmesini emretmişti. İmparator zincirlenmiş bir hâlde Sultân’ın huzûruna getirilince, Alparslan savaştan önce savurduğu tehdit ve hezeyanlar sebebiyle imparatora duyduğu öfkeyi yenemeyerek, önce ona üç-dört kırbaç darbesi vurdu, sonra da ayağıyla iterek; “Halife’nin elçilerini sana gönderen, onlara seninle anlaşma yapmaları ve istenilenleri kabul ettirmeleri için izin ve yetki veren ben değil miydim? Ben sana elçi göndermedim mi? Sen ise buna râzı olmadın! Seni hangi sebep bunu reddetmeye sevketti?” diye sordu. Bunun üzerine imparator: “Ey Sultan! Çok sayıda asker toplayıp hazırlandım, ama zaferi yine sen kazandın. Bana istediğini yap, fakat ne olur beni azarlama!” deyince Sultan Alparslan hemen sustu ve sâkinleşti.

Muzaffer hâkan, imparatorun acziyetini görünce daha fazla üzerine gitmeyerek, ona; “Eğer ben senin eline düşseydim bana ne yapardın?” şeklinde bir soru yöneltti. İmparator ise Sultân’ın bu sorusuna pervâsızca; “Herhâlde çok kötü şeyler yapardım!..”cevâbını verdi. Sultan bunun üzerine: “Hakikaten doğru söyledin! Eğer bundan başka bir şey söylemiş olsaydın senin yalancı olduğuna inanırdım! Bu adam akıllı ve yiğit bir kişi olduğundan öldürülmemesi gerekir!” buyurdu ve: “Peki benim sana ne yapacağımı sanıyorsun?” diyerek ikinci bir soru sordu. İmparator; “Şu üç şeyden birini yapardın: Birincisi; beni öldürmek, ikincisi; üzerine yürüyüp ele geçirdiğin ülkelerde beni teşhîr etmek... Üçüncüsünü zikretmeye gerek dahî yoktur, zira sen bunu yapmazsın!” deyince Sultan Alparslan: “Söyle bakalım, o nedir?” dedi. İmparator Sultân’ın ısrârı üzerine: “Beni bağışlaman ve beni, Bizans ülkesinde senin bir kulun ve hizmetçin olarak, memleketime geri göndermendir!” karşılığını verdi.
İmparatorun bu sözleri üzerine, cihangir Sultan Alparslan: “Şunu iyi bil ki, ben de senin hakkında bunun dışında bir şey düşünmedim!” dedi ve imparatorun hemen serbest bırakılmasını emretti. Yaşadıklarına bir türlü inanamayan imparator, Selçuklu Sultânı’nın eşine ender rastlanan sabrı ve merhameti karşısında: “Şunu çok iyi anlıyorum ki, hâlâ hayatımı bağışlayabildiğine göre sen, Bizans ülkesine elbette benden daha lâyıksın! Bizans ülkesinin hazinesini sarfettim, imparator olduğumdan beri topladığım askerler ve yaptığım savaşlar için, Bizans halkından milyonlarca kese altın topladım, bu suretle de onları yoksullaştırdım. Eğer durum böyle olmasaydı, istediğin kadar, hatta istediğinden daha fazla miktarda fidyeyi sana verirdim!” diyerek, Sultân’a duyduğu hayranlık ve minnettarlığı açıkça dile getirdi.


Osman Gâzî’nin Orhan Gâzî’ye Öğüdü:

Osmanlı pâdişahlarının ilâhî hükümlere riâyeti ve gerek müslüman halka, gerekse himâyelerine sığınan zımmîlere gösterdikleri iyilik ve adâleti, devletin kurucusu ve ilk hükümdârı olan Osman Gâzî’nin, yerine geçecek olan oğlu Orhan Gâzî’ye verdiği öğütle devletin temel esaslarından biri hâlini almıştı.
Târih boyunca iman ve adâlet bakımından eşine-benzerine rastlanmayan bir devletin kurucusu ve bu devletin şanlı hükümdarlarının atası olan Osman Gâzî, oğluna bu temel gâyeyi emânet bırakarak şöyle demişti:

“Benden sonra saltanat makamına geçeceksin! Bu makâmın rükün ve gereklerinden olan ‘et-Ta’zîm li-emri’llâh ve’ş-şefkatü ‘alâ halkı’llâh’: ‘Allah’ın emirlerine tâzim ve mahlûkâtına şefkat göster!’ rehberini başının üstünde tutacak ve İ’lâ-yı Kelimetullâh hayırlı netîcesini taleb ve tahkîk ederek Allah yolunda cihâd ve gazâya çokça gayret edeceksin!”

Onun bu öğüdünü kendilerine rehber edinen Osmanlı pâdişahları, saltanatları süresince kendilerine emânet edilen müslümanlara ve zimmet hükmü taşıyan gayrimüslim halka dâimâ merhamet ve adâletle muâmele etmişlerdi.


Orhan Gâzî ve Samandra Tekfuru:

Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında zulüm ve vahşet husûsunda, kâfirlerde yalnız müslümanlara karşı değil, kendi aralarında dahî merhametten eser görünmüyordu. Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükseliş devirlerine ait bazı kayıtlarda, küffârın Müslüman Türkler karşısında kendi adamlarını dahî yüzüstü bıraktıklarına, hattâ sırf zevklerini tatmin için kendi dinlerinden olan hükümdarları, Osmanlı hükümdarlarına katlettirmek için telkinde bulunduklarına rastlanır.

Nitekim Osman Gâzî, vefâtına yaklaşıp da oğlu Orhan Gâzî’ye vasiyetini bildirdiği sırada, yoldaşlarından Konur Alp ve Abdurrahman Gâzî Bolu ve Mudurnu beldelerini fethetmek üzere idiler. Büyük bir kudretle önce Samandra tekfurunun üzerine yürüyüp, kısa bir zamanda Hisar’ı kuşattılar ve tekfuru kaleden çıkarıp esir aldılar. Ardından Aydos tekfuruna; “Gelin bu tekfuru alın, hisarınızı bize verin!” diye haber gönderdiler.

Gâzîlerin bu teklifini haber alan Aydos tekfuru ise, kendi din ve milletinden olmasına rağmen tekfura hiç mi hiç sâhip çıkmayıp, yapılan teklifi umursamadığı gibi, bir de onu öldürtmeye tahrik için alaylı bir üslûpla; “Varın başını kesin, etini pişirin yiyin!”tavsiyesini içeren tuhaf bir mektup yolladı. Bu durum karşısında korkup büyük bir dehşete kapılan tekfur, gâzîlere bir kez de can havliyle: “Beni İstanbul’a gönderin, oraya satın!” diye yalvardı. Onlar da Orhan Gâzî’ye hemen bir elçi ile haber yollayıp; “Bu tekfuru öldürelim mi, yoksa satalım mı?” diye sordular. Orhan Gâzî, kendi dindaşlarının bile resmen ortada bıraktığı tekfura, kendi adamlarından göremediği merhameti göstererek, gâzîlere; “Satın, gâzîlere harçlık olsun!” karşılığını verdi. Bunun üzerine derhâl İstanbul tekfuruna adam iletildi. Ancak Aydos tekfuru gibi, aynı şekilde İstanbul tekfuru da ona hiç sâhip çıkmadı, hattâ yapılan tekliften rahatsız bile olup, Orhan Gâzî’ye büyük bir hışımla; “Biz ne adam satarız, ne de adam alırız!” diye haber yolladı.

Netice itibariyle Sultan Orhan, insanlıktan zerre kadar nasip alamamış olan bu küfür elebaşlarına muhâlefet ederek, bu tekfuru yine öldürtmeyip, fidye karşılığında İznik tekfurunun yanına gönderdi.

Orhan Gâzî’nin büyük oğlu Süleyman Paşa’nın öncülüğünde, içinde hıristiyanların yaşadığı Taraklı, Göynük ve Mudurnu beldeleri fethedilince, burada yaşayan hıristiyan halk Osmanoğulları’ndan gördükleri şefkat ve kılı kırk yarar adâlet karşısında:“N’olaydı, öte zamandan beri bunlar bize beğ olalardı!” demekten kendilerini alamamışlar; hattâ birçokları da onların inançlarında gördükleri ismet ve iffetin tesiriyle, kendi bâtıl dinlerini bırakıp müslüman olmuşlardı.

Fâtih Sultan Mehmed’in Rum Patriği’ne ve İstanbul’daki Hıristiyan Zımmîlere Tanıdığı Haklar:


Fâtih Sultan Mehmed Hân ve ordusu 29 Mayıs 1453 Salı sabahı Topkapı surlarından İstanbul’a girdiği sırada, Bizanslılar’ı müthiş bir şaşkınlık ve perişanlık sarmıştı. Asker-sivil bütün halk sağa-sola koşuşuyor ve ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Halktan ve askerlerden Haliç’teki gemilere kaçıp saklananlar, hattâ intihar edenler bile vardı. Bu arada halkın büyük bir kısmı, kurtuluşun en büyük kiliseye sığınmakla gerçekleşeceğine inandığı için Ayasofya’ya doluşmuştu. (Halk arasındaki bir bâtıl efsaneye göre Türkler ancak Konstantin sütununa kadar ilerleyebilecek, Ayasofya’ya inecek meleğin vereceği kılıçla Türkler kovulacaktı.)

Pâdişah’tan başka herkesin yaya yürüdüğü muhteşem Türk alayı, büyük bir azâmetle ilerleye ilerleye şehrin içlerine kadar gelmişti. Fâtih Sultan Mehmed Han Türk askerlerinin kale burçlarından ve şehrin her tarafından göklere yükselen tekbîr ve ezân sesleri arasında nihâyet Ayasofya önlerine geldi.

Ayasofya’ya gelince atından inen pâdişah, burada büyük bir kalabalığın toplanmış olduğunu gördü. İçeridekiler mâbedin sımsıkı kapanan kapılarını, tüm çabalara rağmen açmaya yanaşmayınca, Osmanlı askerleri kapıları kırarak içeri girdiklerinde; Fâtih Sultan Mehmed kadın-erkek, çoluk-çocuk her sınıftan insanın, kilisenin içine sımsıkı doluşmuş olduğunu gördü. Kalabalıktan âdetâ iğne atılsa yere düşmüyordu.

Muzaffer Türk pâdişâhını karşılarında gören ortodokslar ve başlarındaki papazlar, hemen ağlayarak korku içinde yerlere kapandılar. O zaman, büyük bir kumandan olduğu kadar, zımmîler hakkındaki ilâhî hükme riâyetkâr da bir mü’min olan yüce pâdişah, kalabalığın önünde duran eski rum patriğinin şahsında, karşısında eğilmiş olan hıristiyan halka;

“Ayağa kalk! Ben Sultan Mehmed; sana ve emsâllerine ve bütün halka söylüyorum ki; bu günden itibâren artık ne hayâtınız ve ne de hürriyetiniz husûsunda benim gazâbımdan korkmayınız!” diye hitapta bulundu.

Sonra da, can ve mal korkusu taşıyan hıristiyan halkın hayâtına dokunulmaması için; aralarında Cenevizliler’in de bulunduğu bütün sanat ve ticâret erbâbı ile halkın, can ve mal yönünden emîn oldukları gibi, din ve inanç yönünden de hür olduklarını ilân eden bir ahidnâme yazdırdı.


Galata’daki Hıristiyanlara Verilen Ahidnâme:



Fâtih Sultan Mehmed Hân İstanbul’un fethinden sonra Galata ve çevresinde yaşayan Ceneviz’li hıristiyan tebaanın, huzûruna elçiler göndererek buyruğu ve itaati altına girdiklerini bildirmeleri üzerine, artık zimmeti altında bulunmaları ve Şer’î hükme göre “Zımmî” hükmü taşımaları nedeniyle, bölgede yaşayan tüm hıristiyan halka İslâm’ın emir- leri doğrultusunda can, mal, inanç ve ibâdet emniyeti sağlayan bir ahidnâme yollamıştı.

Kostantîniyye’nin yüce Fâtih’i, Galata’da yaşayan Ceneviz’li hıristiyanların şahsında, İstanbul’da ikâmet eden tüm gayr-i müslim tebayı, can ve malları, din ve ibâdetleri husûsunda teminat ve garanti altına alan bu “Ahdinâme”sinde şöyle buyurmuştu:


“Ben ulu pâdişâh ve ulu şehinşâh, Sultan Mehmed bin Sultan Murâd Hân’ım;
Yemîn ederim ki, yeri ve göğü yaradan Perverdigâr hakkı için ve Hazret-i Resûl Aleyhissalâtü Vesselâm’ın pâk ve münevver, tertemiz rûhu için ve yedi mushaf hakkı için ve yüz yirmi dört bin peygamberler hakkı için ve dedem rûhu için ve babam rûhu için ve benim bâşım için ve oğullarımın bâşı için ve kuşandığım kılıç hakkı için; şimdiki hâlde Galata’nın halkı ve soyluları atebe-i ulyâma (ulu huzûruma) gelip, elçileri Bâyilân ve falan ve filân, cevapla zikrolunan kalenin anahtarını gönderip, bana kul olmağa itaat ve teslimiyyet göstermişler. Kendilerinin âyinleri ve erkânları ne veçhile icrâ olagelirse, yine o üslûp üzere âdetlerini ve erkânlarını yerine getireler. Ben dahî üzerlerine askerimle varıp, kalelerini yıkıp harâb etmeyeyim.

Buyurdum ki; kendileri ve malları ve rızıkları ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bi’l-cümle metâ’ları ve kadınları ve oğulları ve kulları ve câriyeleri kendilerinin ellerinde dura, mütecâviz olmayayım ve onları üşendirmeyeyim. Onlar dahî rençberlik edeler, diğer memleketlerim gibi denizden ve karadan sefer edeler, kimse mâni’ ve engel olmaya; muâf ve selâmet üzere olalar ve ben dahî üzerlerine şer’î haracı koyayım, yıl be yıl edâ edeler başkaları gibi ve ben dahî, bunların üzerlerinden şerefli gözetimimi esirgemeyip bunları kayırayım; diğer memleketlerim gibi. Ve kiliseler ellerinde ola ve okuyalar âyinlerince, amma çan ve nâkus çalmayalar ve kiliselerini mescid etmeyeyim, bunlar dahî yeni kiliseler yapmayalar. Ve Cenevîz bezirgânları karadan rençberlik edip geleler ve gideler, gümrükleri âdet üzere vereler; onlara kimse müdâhale etmeye. Ve buyurdum ki; ellerine doğancı ve kul konmaya ve buyurdum ki; (onlardan) yeniçeriliğe oğlan almayayım ve bir kâfiri rızâsı olmadan müslümân etmeyeler. Ve kendileri arasında her kimi seçerlerse, iş ve ihtiyaçları için kethüdâ atayalar ve zikrolunan kale halkı ve bezirgânları angaryadan muâf ve selâmet üzere olalar. Şöyle bileler, alâmet-i şerîfeme îtimad kılalar.

Bu ahdinâme ile Fâtih Sultan Mehmed Hân, onlara İslâm dininin öngördüğü din ve vicdan hürriyetini tanımıştı. Ancak bu ahidnâme onların küfürlerini hoş görmek, ya da onlara dinlerini yayma imkânı vermek gibi bir mânâ taşımadığı için, sözkonusu fermanda yeni kiliseler açmalarını ve çan çalmalarını da kesin bir ifâdeyle yasaklamıştı.
Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın İslâm’ın emir ve hükümleri doğrultusunda, zımmîlere yalnızca can, mal, inanç ve ibâdet hürriyeti tanıyan bu ahidnâmesini “küfrü hoşgörü”ye delil getirmeye kalkışanlar, onun bu sözleri hakkında acabâ ne diyorlar?


Fâtih ‘in Bosna’daki Hıristiyanlara Verdiği Hak ve Hürriyetler:



Fâtih Sultan Mehmed Hân başlarındaki râhiplerin şahsında Bosna’daki hıristiyan halka da, İslâm’ın zımmîlere tanıdığı haklar çerçevesinde can, mal, inanç ve ibâdet serbestliği tanımış ve çıkardığı ahidnâmeyi onlara zimmeti altına girdikleri, emrine itaat ettikleri ve boyun eğdikleri için verdiğini açıklamıştı:

“Ben ki Sultan Mehmed Hân’ım. Cümle avâm ve havâss’a ma’lûm ola ki, bu fermân-ı hümâyûna, Bosna râhiblerine çokça inâyetüm ortaya çıkıp buyurdum ki; kitaplarına ve kiliselerine kimse mâni’ ve engel olmayıp, ihtiyâtsız memleketimde duranlar ve kaçıp gidenler dahî emn ve emânla duranlara geçip, benim has memleketimin korkusuz sâkini olup, kiliselerinde yerleşmiş olalar. Ve yüce Hazret’imden ve vezîrlerimden ve reâyâmdan ve cümle memleketim halkından kimse kitaplara müdâhale ve taarruz etmeyip incitmeyeler. Kendilerine ve cânlarına ve mâllarına ve kiliselerine ve dahî dışarıdan has memleketimize adam getirirler ise, en ağır yemîni ederim ki, yeri ve göğü Yaradan Perverdigâr hakkı için ve yedi mushaf hakkı için ve ulu Peygamber’imiz hakkı için ve yüz yirmi dört bin peygamberler hakkı için ve kuşandığım kılıç hakkı için, bu yazılanlara bir ferd muhâlefet eylemeye. Mâdem ki bunlar benim emrime itaatkâr ve boyun eğmiş olalar. Şöyle bilesiniz.


Fâtih ve Hıristiyan Mimar:



Evliyâ Çelebi’nin “Seyahatnâme”sinde yazılı olduğuna göre; Fâtih Sultan Mehmed Hân İstanbul’un fethinden sonra, şehrin içinde inşâ ettirdiği bir câminin içine yerleştirilmesi gereken iki büyük mermer sütun işini, târih kaynaklarında “Sinân-ı Atîk”lâkabıyla tanınan rum asıllı hıristiyan mimara teslim etmişti. Ancak hıristiyan mimar, Fâtih’in sıkı sıkı tenbihlemesine rağmen, bu sütunları emir buyurulan boydan üçer arşın kısa tuttu. Bir gün vezirleriyle birlikte câmiyi dolaşmaya gelen Fatih, sütunların boylarının göze batacak bir tarzda kısa kesilmiş olduğunu görünce, buna fevkalâde sinirlenerek derhâl mimarın elinin kesilmesini emretti.

Aradan bir müddet geçtikten sonra, rum mimar pâdişâhın verdiği cezâyı içine sindiremeyerek, sakat olan kolunu Üsküdar’daki mahkemede vazife gören, İstanbul’un ilk resmî kadısı Hızır Çelebi’ye gösterip pâdişahtan dâvâcı olduğunu söyledi. Hızır Bey de pâdişâhın hareketinin Şer’-i şerîf’e uygun olmadığını söyleyip, kendisini hasmı ile yüzleşmek üzere derhâl mahkemeye dâvet etti. Duruşma odasına gâyet sâde ve gösterişsiz bir elbise ile gelen Fâtih, her zaman âdeti olduğu üzere baş köşeye yönelip oturmak istediği an, Hızır Bey pâdişâha sert ve gür bir sesle: “Oturma beğim! Geç şuraya, hasmınla berâber ayakta dur!..” diye hitâb etti. Pâdişah da derhâl toparlanarak, sanıklara mahsus olan yere geçip hasmı ile birlikte ayakta bekledi.

Mahkemenin sonunda Hızır Çelebi, pâdişâhın Şer’-i şerîf’e muhâlif bir iş işlediğine ve hasmına verdiği zarârın telâfisi için kısas uygulanıp, pâdişâhın da elinin kesilmesine hükmetti. Olup biteni hayretler içerisinde izleyen rum mimar, mahkemenin verdiği bu ciddî karar karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Kendisine bir haksızlık da yapılmış olsa, koskoca pâdişâhın elinin kesilmesini içine sindiremeyip, hükümdarla kul arasında bir fark gözetmeyen bu kılı kırk yarar adâlet karşısında, şikâyetini geri alıp dâvâsından vazgeçti.

Şu kadar var ki Hızır Çelebi, mimarın kısastan vazgeçmesini yeterli görmeyip, hakkın telâfi edilebilmesi için Fâtih’i günde on altın tazminâta mahkûm etti. Pâdişah ise kısastan vazgeçtiği için, mimara ödemesi gereken bu tazminâtı kendi isteğiyle yirmi altına çıkardı ve ayrıca mimara bir de ev bağışladı. Pâdişahla mimar arasında görülen mahkeme böylelikle sonuçlandı.

Dâvâ bittikten sonra Fatih, elbisesinin içine gizlediği topuzu havaya kaldırıp kadıya göstererek; “Eğer Allah’ın hükmünü uygulamayıp, sırf pâdişâh olduğum için hakkımda başka türlü hükmetseydin, bil ki bununla senin başını ezerdim!” dedi. Fakat pâdişah da biliyordu ki, aslında Hızır Bey bunu yapmayacak kadar hükmünde âdil bir kimseydi. Nitekim pâdişâhın bu tavrı karşısında Hızır Bey de, beline daha önce saklamış olduğu hançere parmağıyla işâret ederek; “Eğer sen de pâdişâhım, sırf pâdişah olduğun için benim hükmümü reddetseydin, ben de seni bununla delik-deşik ederdim!” cevâbını verdi.(Evliyâ Çelebi “Seyahatnâme”sinden naklen.)


Fatih Sultan Mehmed’in, Huzûruna Gelip Emân Dileyen Kudüs Patriği’ne Verdiği Ahidnâme:

Resulullah Aleyhisselâm’ın diliyle müjdelenmiş ve övülmüş bir pâdişah olan Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethinden sonra Galata ve çevresinde yaşayan hıristiyan halka ferdî ve dinî haklarını temin eden bir ahidnâme verdiği gibi; Resulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek elleriyle yazılıp mühürlenmiş olan âhidnâme nüshası ile, Hz. Ömer -radiyallâhu anh-in kûfî hatla yazılmış olan emânnâmesi ve Selâhaddîn Eyyûbî Hazretleri’nin ahidnâmesi ile Huzûr-u hümâyûn’una gelen Kudüs patriği Etnasios’a da, getirdiği fermanlarda yazılı bulunan hak ve yetkileri yeniden tasdik ve tanzim eden bir ahidnâme belgesi vermişti.

Fâtih Sultan Mehmed Hân, üzerinde “Fatih Sultan Mehmed Hân Hazretleri’nin Hatt-ı Hümâyûn’ları ile sadaka ve ihsan buyurdukları Emr-i âlî-şân’dır” yazılı olan bu ahidnâmesinde, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-in ve eski İslâm sultanlarından Selâhaddîn Eyyûbî’nin verdikleri ahidnâmeler gereğince, Kudüs’te ikâmet eden hıristiyanlara aynı hakları kendisinin de verdiğini ilân etmişti:

“Mûcibince amel oluna!
Her kim sa’âdetli hatt-ı hümâyûnu fesh ederse, Allah’ın la’netine uğrasın!

Allah-u Te’âlâ’nın izniyle, Hazret-i Resûl hürmetiyle Kostantîniyye makâmı feth olundukda, etrâf ve çevreden şâhlar ve krallar âsitâne-i sa`âdetime (sarayıma) elçiler gelip, feth-i fütûhu arz edip, bu kerre Kudüs-ü şerîf’de olan rumların patriği Etnasiyûs namlı râhip dahî rızâsıyla gelip, âsitâne-i sa`âdetime yüz sürüp ve Hazret-i Resûl-i Ekrem Hazretleri’nin -sallallahu aleyhi ve sellem- mübârek eliyle ve pençesiyle imzâlı olan Hatt-ı hümâyûn’ları ve Hazret-i Ömer bin Hattâb Hazretleri’nin -radiyallâhu Te`âlâ anh- verdiği kûfî hatt ile ve geçmiş sultanlardan (verilen) Hatt-ı hümâyûn’ları ibrâz edip ve ricâ eyledi. O minvâl üzere Kudüs-ü şerif içerisi ve dışarısında namazların ve ziyaretlerin evvelki gibi Hazret-i Resûl-i Ekrem Hazretleri’nin -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve Hazret-i Ömer bin Hattâb Hazretleri’nin -radiyallahu Te`âlâ anh- ve geçmiş sultanlardan sadaka ve ihsân olunan Hatt-ı hümâyûn’ları mûcibince zapt ve tasarruf eyleyeler.

İmdi, evvelce fermân ve sadaka olunup, aynıyla içeride olan Kamâme ile bütün namazgâhları ve ziyâretleriyle ve Gürcî manastırı olan Mâr Yâkub ve Kudüs-ü şerîf taşrasında olan manastırlar ve kiliseler ve Hazret-i İsâ Hazretleri’nin doğduğu Beytü’l-lahm, büyük kilise ve mağara ve kilisede olan üç kapı anahtarlarıyla kuzey ve kıble ve batı tarafından içinde olan bütün hıristiyan milletinin Kudüs-ü şerîf patrikleri, yamakları bu vergi üzere eşyâları bâc ve harâcdan ve sâir örfî tekliflerden, evvelce sadaka ve ihsân ve fermân olunanı, aynıyla hepsinden mu`âf ve selâmet üzere olmak için ricâ eyledikleri için, imdi evvelce Hazret-i Resûl-i Ekrem Hazretleri’nin -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve Hazret-i Ömer bin Hattâb Hazretleri’nin -radiyallâhu Te`âlâ anh- ve eski sultanlardan sadaka ve ihsân ve fermân olunan Hatt-ı hümâyûn’ları mûcibince, cenâb-ı celâletim dahi sadaka ve ihsân ve fermânım olmuşdur.

Tasarrufumda ve hükmümde olan memleketler, gerekse deryadan ve karadan vaktin hâkimi olanlar, Kudüs-ü şerîf patriği ve ruhbanlarına dâir zikrolunanlara himâye ve sıyânet ve başka bir kimse rencide eylemeyeler.
Ve eğer Hazret-i Resûl-i Ekrem Hazretleri’nin -sallallâhu aleyhi ve sellem- sadaka ve ihsân olunan mübârek pençesiyle imzalı olan Hatt’ı ve Hazret-i Ömer bin Hattâb Hazretleri’nin -radiyallâhu Te`âlâ anh- verdiği Kufi ile hattı ve selâtîn-i mâziyeden sadaka ve ihsan olunan hatt-ı hümâyûnları ve el-ân sadaka ve ihsan olun hatt-ı hümâyûn-ı sa`âdet-makrûnı ve fermân-ı âlî-şânı alub bundan sonra gelen halifeler ve vüzerây-ı izâmdan ve ulemâdan ve ehl-i örfden ve kapu kullardan ve sâir Ümmet-i Muhammed’den akçe içün veyahud hâtır içün feshini murâd ederler ise, Allah’ın ve Hazret-i Resûl’ün hışmına uğrasın!
Şöyle bileler, alâmet-i şerife i`timâd ve inkıyâd (teslimiyyet) kılalar. Sekiz yüz altmış iki senesinde, Şevvâli’l-Mükerrem ayının ortalarında makâm-ı Kostantîniyye’de kaydedildi, -sene: 862-.” (Başbakanlık Osmanlı Arşivi, “Kilise Defterleri”, Kamâme Defteri, nr.: 8)

Fâtih’in Eşsiz Adâlet ve Merhameti:



Osmanlı pâdişahları emirleri altındaki müslümanlara ve himâyeleri altında bulunan zımmî halka, târihte eşi benzeri görülmemiş bir adâletle muâmele etmişler; onları kendilerine teslim edilmiş birer emânet gibi görerek, İslâm’ın her iki zümreyle ilgili hükmünü de lâyıkıyla yerine getirmeye gayret sarfetmişlerdir.
Dikkat ederseniz Fâtih Sultan Hazretleri o kadar akıllı bir insandı ki, kendi parasıyla iki adam tuttu; birisi yollara kireç döküyordu, birisi kömür döküyordu. Halkın sağlığını korumak için bu şekilde tedbir alırdı. Yine adam tutup, gece kimse görmeden fakirlerin evlerine yiyecek-içecek bıraktırıyordu.

Fâtih Sultan Mehmed Hân büyük bir adâlet ve merhamet örneği olan ve bugün dahî hayranlık ve takdirle karşılanan bu hükmünde şöyle diyordu:

“Ben ki, İstanbul fâtihi abd-i âciz Fâtih Sultan Mehmed, bizâtihî alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde bulunan ve hudûdu ma’lûm olan yüz otuz altı bâb dükkânımı aşağıdaki şartlar muvâcehesinde sahih olarak vakfeylerim:
Şöyle ki; Bu gayr-i menkullerimden elde olunacak nemâlarla İstanbul’un her sokağına ikişer kişi ta’yîn eyledim. Bunlar ki; ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu hâlde, günün belli saatlerinde bu sokakları gezeler. Bu sokaklara tükürenlerin tükrükleri üzerine bu tozu dökeler ki, yevmiye 20’şer akçe alsınlar. Ayrıca on cerrâh, on tabîb ve üç de yara sarıcı ta’yîn ve nasb eyledim. Bunlar ki, ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar, istisnâsız her kapıyı vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar; var ise şifası, ya da mümkün ise şifâyâb olalar. Değil ise kendilerinden hiç bir karşılık beklemeden, Dârü’l-aceze’ye kaldırarak orada salâh bulduralar.

Ma’azallah herhangi bir gıdâ mâddesi buhrânı da vâki’ olabilir. Böyle bir hâl karşısında bırakmış olduğum yüz silâh ehl-i erbâba verile; bunlar ki, vahşî hayvanâtın yumurtada veyâ yavruda olmadığı sıralarda balkanlara çıkıp avlanalar ki, zinhâr hastalarımızı gıdâsız bırakmayalar.

Ayrıca külliyyemde binâ ve inşâ eylediğim imârethânede şehid ve şühedânın mahremleri ve İstanbul şehri fukarâsı yemek yiyeler. Ancak yemek yemeye veya almaya bizâtihî kendileri gelmeyip, yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden, kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.”
Osmanlı padişahların gerek müslüman, gerekse gayr-i müslim halka yaptıkları iyilikler, adâlet ve merhametle muâmele etme husûsunda gösterdikleri fazilet ve meziyetler bu kadar ileri idi. Küffâr, küfrünün ve dalâletinin icraat ve icâbâtını yaparak, işgâl ettiği İslâm beldelerini zulüm, adâvet, kan ve vahşetle doldururken; onlar fethettikleri küfür bel- delerinde halka adâlet gösterirler ve müslüman-kâfir ayırdetmeden beşeriyet için ne lâzım gelirse düşünüp temin ederlerdi.

Sultan İkinci Bayezid’in, Osmanlı Topraklarına Sığınan Yahudileri Himâyesi:


Sultan İkinci Bâyezid Han döneminde, Endülüs’teki müslümanların idâresi altında huzur ve adâlet içinde yaşayan yahudiler, İspanya’lı ve Portekiz’li hıristiyanların bölgeyi gaddarlık ve zorbalıkla ele geçirmeleri üzerine katliâma ve sürgüne mâruz kalmışlardı. 1492 yılında Gırnata (Granada) bölgesinde hüküm süren son İslâm hânedânı yıkılarak müslümanlara karşı korkunç bir katliam başlatılırken; hıristiyanlığı kabul etmeyen yahudiler de bölgeyi terke zorlanmışlardı.

Yaşadıkları topraklardan kovulan yahudiler hiçbir ülke tarafından kabul edilmeyince, nihâî çâreyi Osmanlı Devleti’nin himâyesine sığınmakta buldular. Yeryüzündeki hiçbir devletin kabul etmediği, aksine şiddetle reddedip geri çevirdiği yahudileri yalnız İkinci Bayezid Han kabul edip yerleşmelerine izin verdi. Kemâl Reis haçlı katliâmından kurtardığı Müslümanlar’la birlikte, pâdişâhın himâyesine sığınan yahudileri de gemisiyle taşıyıp kısa zamanda Osmanlı ülkesine getirdi.

Sultan İkinci Bayezid’in, sırf zımmîlikleri nedeniyle yahudileri Osmanlı topraklarına kabul etmesi küffâr üzerinde o kadar büyük bir tesir yapmıştır ki, birçokları hâdisenin üzerinden asırlar geçtiği hâlde Osmanlı’nın bu iyiliğini unutamamışlardır. Nitekim;“Ortaçağlarda hıristiyan İspanya ve İtalya’nın Musevî göçmenlerine Türk cennetini açan ‘Barbar’ dediğimiz Türk değil de kimdir?” diyen Ernest Jackh, ısrarla görmezden gelinen Osmanlı adâletine bu hâdiseyi örnek göstermişti.

On altıncı asırda yaşamış olan Portekiz’li Samuel Usgue ise, “İsrail Musibetlerinin Tesellisi”adlı kitabında, hıristiyanlar tarafından yapılan zulüm karşısında Türkler’in yahudilere açmış olduğu kapıyı; “Firavun tehlikesine karşı Kızıl deniz’in bir mucize eseri olarak yahudilere açılışına benzer bir kapı” olarak değerlendirmişti. 

Avram Galanti ise; “Avrupa’da hıristiyan’ın yahudiye karşı yaptığı muâmele, tıpkı bir kartalın avına karşı yaptığı muâmeleye benzerken, Türkiye’de yaşayan yahudi cemaatleri bağlarının ve asma çadırlarının gölgesi altında, Sultanların mübârek topraklarında şen güneşte, bolluk içinde, rahatlıkla yaşayarak inkişâf ederler.” diyerek, iki medeniyet arasındaki derin uçuruma dikkati çekmiştir.

Nitekim Cyrus Hamlin’in 1893 yılında söylemiş olduğu şu söz, Osmanlı Devleti ile diğer devletler arasındaki adâlet farkını açıkça gözler önüne sermektedir:

“Avrupa’nın bizzat hıristiyan kanı döktüğü ve inançları değişik olanlara vahşice zulümler yapmaktan zevk duyduğu bir devirde, Osmanlı Devleti engizisyonun bulunmadığı yegâne memleket oldu. Hıristiyanlar tarafından her yerden kovulan, tard ve takip edilen yahudilerin sığınak bulabildiği tek memleket de barbar (!)Türkiye olmuştur.”


Yavuz Sultan Selim Hân:


Yavuz Sultan Selîm Han Rumeli topraklarında hıristiyan nüfusun artmasından rahatsızlık duyarak, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemâlî Efendi’ye: “Bütün dünyâyı fethetmek mi, yoksa milletleri İslâm’a getirmek mi daha makbuldür?” diye sormuş, bunlara müslüman olmalarının teklif edilmesini, aksi taktirde buralardan kovulup başka bölgelere yerleştirilmesini emir buyurmuştu.

Şu kadar var ki Şeyhülislâm Efendi, Allah-u Teâlâ’nın;

“Dinde zorlama yoktur, iman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır.” (Bakara: 256)


Hükm-ü ilâhî’sine aykırı olan bu teklifi şiddetle reddedip, pâdişâha İslâm’ın reâyâ ve zımmîler hakkındaki emirlerini hatırlatarak; “Mâdem ki onlar râiyyetliği kabul etmişler; dîn-i İslâm’a göre onların can, mâl ve ırzlarını kendi can, mâl ve ırzlarımız gibi korumağa mükellefiz. Bu yolda onları cebretmek Şer’-i şerîf’e muhâlifdir!” demiş ve pâdişâhı bu fikrinden geri çevirmiştir.

Buradan da anlaşılıyor ki, onların küffâra din ve inanç serbestliği tanımaları, onlara meylettiklerinden veyâ küfürlerini hoş gördüklerinden değil; aksine dîn-i İslâm’ın, gayr-i müslimlerin İslâm dinini kabûle zorlanmasını uygun bulmamasından, irâdesini hayra ve şerre sarfetme husûsunda herkesi serbest kılmasından ileri gelmekteydi. Zîrâ İslâm dinini kabul etmek için dil ile ikrar, kalp ile tasdik şarttır. Bu gibi kimseler dilleriyle İslâm’ı kabule zorlansalar dahî, kalp ile tasdikin gerçekleşmeyeceği muhakkaktır.
Osmanlı’nın kendi topraklarında yaşayan zımmîlere verdiği bu haklar, vicdan sâhibi bazı hıristiyanlar tarafından dâimâ hürmet ve takdirle karşılanmış; aradan asırlar geçtiği hâlde bâzı hıristiyanlar, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi’nin kendilerine gösterdiği müsâmahayı unutmamışlardır.

Nitekim eski politikacılardan M. Sadi Koçaş, 1954-1955’li yıllarda Bükreş’teki bir elçilikte, Yugoslavya Büyükelçiliği mensuplarından birisinin 15-20 kadar yabancı diplomatın bulunduğu bir toplantıda;
“Biz Sırplar mevcûdiyetimizi Zenbilli Ali Efendi’ye borçluyuz! Bazı Sırplar Pâdişâh’a yaranmak için Sırbistan’ı tamâmen İslâm’laştırmasını telkin etmek istemişlerdi. Zenbilli Ali Efendi bu hususta fikri sorulduğu zaman: ‘Hâşâ Sultân’ım! İslâm Dini’nde böyle şey olmaz. Herkes isterse Müslümanlığı kabul eder. Birkaç kişinin tavassutu ile zorla bir kavim ihtidâ ettirilmez. Bu dîn-i İslâm’a aykırıdır!’ demiş ve böyle bir icraata mânî olmuştu. İşte bu yüzden biz Sırplar varlığımızı ona borçluyuz!..” dediğini nakletmiştir.
Osmanlılar Balkan yarımadasındaki hıristiyanlara bu derece şefkat ve adâletle muâmele ederken, Sırp cânîlerinin ise Osmanlı’dan arta kalan bir avuç müslümanın Balkanlar’daki varlığına tahammül edemip, Yugoslavya ve Bosna’da çirkin katliamlar yapmaları, bu vahşi gürûhun aradan asırlar da geçse barbar “haçlı” zihniyetlerinden bir şey kaybetmediklerini göstermektedir.
Osmanlı’nın gösterdiği adâlete bakın, onların gösterdiği adâvete bakın!..


Yavuz Sultan Selîm Hân’ın Kudüs’ün Fethinden Sonra Verdiği Emannâme:


Yavuz Sultan Selîm Han 1517 mîlâdî yılında Kudüs’ü fethedince, bölgede yaşayan gayr-i müslimlere daha önce Resulullah Aleyhisselâm, Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-, Selâhaddin Eyyûbî ve Fâtih Sultan Mehmed tarafından verilmiş olan ahidnâmelere benzer bir ahidnâme vermişti. Bu ahidnâme; bir taraftan gayr-i müslimlerin can, mal, din, dil ve ibâdet gibi hususlarda güvencelerini sağlarken; diğer taraftan da onları bunların dışında başka haklar iddiâ ederek ortaya çıkmaktan menediyor, böylelikle bir bakıma haddi tecâvüze yeltenmelerini de önlüyordu.

Dönemin Kudüs kadısı Muhammed tarafından kayda geçirilen bu ahidnâme; 1517 yılında Kudüs’e girdikten sonra Beytül-Makdis önlerine gelen Yavuz Sultan Selîm Hân’a, Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- ve Selâhaddin Eyyûbî Hazretleri’nin âhidnamelerini getirerek, kiliselerinde diledikleri gibi ibâdet ve âyin yapma hakkı isteyen, Kudüs ermeni patriği Serkiz ve yanındaki râhiplere verilmişti.

Yavuz Sultan Selîm Han bölgede ayrı faaliyetlerde bulunan Kudüs ermeni patriği Serkiz’e ve rum asıllı patrik Atalye’ye verdiği her iki ahidnâmede de, hıristiyan tebaaya tanıdığı hakları şöyle beyân ediyordu:
“Emr-i şerîfim mûcibince, her kim bir başka şekle giderse ve bozarsa, Allah-u Teâlâ’nın kılıcına uğrasın!..

Allah-u Teâlâ ve Resûl’ünün yardımıyla, Kudüs-ü şerîf’e gelip Saferü’l-Hayr ayının 25. gününde kapı feth olunup, ermeni tâ’ifesine patrik olan Serkiz nâmlı râhip, bütün ruhbân ile berâber reâyâ ve berâyâ gelip, bağış ve nimetlerimden ricâ ve temennî kılmışlardır. Evvelki şartları olup, ellerinde olan kilise ve manastır ve sâir ziyâretleri ve içeride ve dışarıda bulunan kilise ve ma’bedhâneleri, önceden zapt ve tasarruf edegeldikleri minvâl üzere, ermeni tâ’ifesine patrik olanlar zapt ve tasarruf eyleyeler.

Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- Hazretleri’nin olan ahidnâme-i hümâyûn ve merhûm melik Selâhaddîn zamânından beri verilen şerefli emirler mûcibince zapt ve tasarruflarında olan Kamâme ve Beytü’l-lahm mağarası ve kuzey tarafındaki kapı ve büyük kiliseleri, Mar-Ya’kub ve Deyr’üz-Zeytûn ve Habsü’l-Mesîh ve Nablûs ve kiliselerine tâbi’ milletlerinden olan Habeş ve Kıbtî ve Süryanî milletleri, Mar Ya’kub kiliselerinde mekân tutmuş olan ermeni patrikleri tarafından zapt ve tasarruf olunup, başka milletlerden bundan sonra bir ferd müdâhele etdirilmemek bâbında, bu sa’âdetli nişân-ı hümâyûn’umu verdim.

Buyurdum ki; mûcibince amel olunup, zikrolunan büyük kiliseleri Mar Yâkub’da yerleşik bulunan ermeni patrikleri, içeride ve taşrada vâki’ olan kiliseleri ve manastırlar ve sâir ziyâretgâhları ve kendilerine tâbi’ milletleri ve yamakları olan Habeş ve Kıbtî ve Süryâni milletleri, âyinleri üzere zapt ve tasarruf eyleyip, vâki’ olan işlerine ve azl ve nasb ve sâir vakıflarına bağlı hususlarına ve metropolid ve piskopôs ve ruhbân ve papaz ve yamaklarının ve sâir ermeni tâisesi patriklerinin zabt ve tasarruflarında olan kilise ve manastır ve ma’bed ve sâir ziyaretlerinin ve kendilerine tâbi’ hem-milletlerine ve yamaklarına başka milletlerden bundan sonra bir ferd müdâhele eylemeyip ve Kamâme ortasında bulunan türbesi ve Kudüs-ü şerîf taşrasında Meryem ana kabri ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın doğduğu Beytüllahm mağarası ve güney tarafında olan kapının anahtarı ve içeride Kamâme kapısında iki şamdan ve kandilleri ve türbe kapısında ve içerisinde olan kandilleri ve yaktıkları mum ve buhurları ve Kamâme içinde âyinleri üzere mum ateşi aydınlığında kendilerine tâbi’ olan hem-milletleriyle türbe dâhiline girip ve çevresinde dolaşmaları ve kapı içerisinin aşağı ve yukarısı ve iki penceresi ve içeride olan ma’bed ve ziyâretleri ve su kuyusu ve Kamâme havlusunda bulunan Mar Yuhanna kilisesi ve taşrasında Mar-Yâkub yakınında bulunan Mesih zindanı ve sâir manastırları ve kabirlikleri ve mezarları ve Beytüllahm mağarası yakınında olan odaları ve misâfirhâneleri ve bağ ve bağçe ve zeytinlikleri ve bilcümle zikrolunan kilise ve manastır ve ma’bed ve ziyâretgâhları ve kendilerine tâbi’ hem-milletleri ve sâir emlâk ve eski imâretleri tayin olunduğu üzere ermeni tâifesi ve patrikleri zapt ve tasarruf eyleyip ve kiliselerine ziyârete gelen Ermeni taifesi zemzem tabir olunur su üzerine ve panayırlarına ve sâir ma’bed ve ziyâretlerine vardıklarında, örf ehli tâifesinden ve başkası bundan sonra bir ferd girip ve taarruz eylemeyip, bu günden sonra açıklanan cihet üzere, verilen saâdetli Nişân-ı hümâyûn’um mûcibince amel olunup, başka milletten bir ferdi müdâhele ettirmeyip, ol bâbda evlâd ve atalarımdan veyâhud büyük vezirlerimden ve sâlihlerden ve kadılardan ve beğlerbeği ve sancak beği ve mîr-i mîrân ve voyvodaları ve beytülmâl ve adamları ve subaşıları ve zeâmet ve tımar erbâbı ve mâl mutasarrıfları ve diğer kapım kullarından ve gayrıdan hâsıl olan konmuş ve kalkmış ve büyükden hiçbir ferd veyâ ferdlerden kim olursa olsun, hangi tarafta olursa olsun ve hangi sebeble olursa olsun girip ve taarruz kılmayıp bozmayalar ve değiştirmeyeler. Her kim müdâhale ve taarruz eder ve bozar ve değiştirirse, Melikü’l-Mu’în olan Allah’ın katında mücrîmlerden ve âsî sayılanlardan sayılalar!

Şöyle bileler, hükmümdeki tuğramı görenler gerçek ve içindekileri doğru bilip alâmet-i şerife (tuğraya) i’timâd kılalar.



Sultan İkinci Selim’in Kıbrıs’ta Yaşayan Hıristiyan Azınlığa Tanıdığı Haklar:

Sultan İkinci Selim Hân Kıbrıs’ın fethinden sonra gönderdiği “Hatt-ı hümâyûn”da, adada ikâmet eden hıristiyanlara apaçık bir emân ve emniyet vererek; ada beylerbeyine, kadısına ve defterdârına, bölgede yaşayan gayr-i müslimlerin her türlü haklarının gözetilmesini emir buyurmuştu:

“Kıbrıs beylerbeyi’ne ve kadısına ve defterdârına hüküm ki;

Kıbrıs adası, arslanca dövüşen ordularım tarafından yeni alınmış bir diyar olduğundan, yerli ve fakir halkı harb icâbı maddî ve mânevî zarâra uğramış olup, bu yüzden ızdırap çekmektedir. Onlara adâletle ve şefkatle muâmele edesiniz. Rahatlık içinde yaşasınlar ve iş ve güçlerine sahip olup kazançlarına baksınlar. Az zamanda kalkınarak, refah ve saâdete ermeleri için, mahkemelerde ve vergi tahsîlinde; ve’l-hâsıl her türlü devlet işlerinde onları gözetesiniz! Onlar bize Allah’ın bir emânetidir. Devletin şânına onları korumak ve himâye etmek yaraşır. Her biri ırzından ve malından ve canından emin olarak gönül rahatlığı içinde yaşasın. Benim adâletim bunu icâb ettirir. Bu emrimin yerine getirilmesi için, her biriniz uyanık ve dikkatli olasınız. Aksini duyarsam, beyan olunan özrünüzün kabul olma ihtimali yoktur. Ona göre gaflet eylemeyesiniz!”

Zîrâ İslâm ahkâmına ve Şer’î hukûka sıkı sıkıya bağlı olan Osmanlı Hânedânı, ilâhî hükme her hususta büyük bir titizlikle riâyet ettiği gibi, zımmîlerin haklarını temin husûsunda da hakkıyla riâyet ederdi. Hiçbir gayr-i müslimin din ve inanç husûsunda zorlanmasına müsaade etmezken, bu müsâmahayı fırsat bilerek herhangi bir kâfirin küfrünü yaymasına da fırsat vermezdi.

Üçüncü Murad’dan İkinci Süleyman’a Uzanan Değişmez Osmanlı Adâleti:



Osman Gâzî’nin oğlu Orhan Gâzî’ye yaptığı “Âlemi adâletle şenlendir!” vasiyeti kendisinden sonra gelen pâdişahlar tarafından harfiyyen yerine getirilmiş; Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibâren âleme nizam veren Osmanlı adâleti, daha sonraki asırlarda da dünyâya huzur ve saâdet getirmişti.

Yazdığı kitaplarda çoğu zaman Türkler’e asılsız iftirâlar atan ve ağır ithamlarda bulunan ermeni yazar Pastırmacıyan, Osmanlı pâdişahlarının her dönemde gayr-i müslimlere kendi ülkelerinde dahî göremedikleri bir adâletle muâmele edip, onları asırlar boyunca dünyânın neresinde olursa olsun himâye ettiklerini itirâfa mecbur kalmış; hıristiyanların onlardan gördüğü iyilik ve adâleti târihleri boyunca hiçbir milletten görmediklerini açıkça vurgulamıştır:

“Büyük sultanlar’ın döneminde, hıristiyan tebaanın kısıtlı haklarına hemen riâyet edilmiş ve mahkemelerce adâlet oldukça tarafsız bir şekilde tevzî olunmuştur. Ermeniler, onların nezdinde çok kere müessir bir himâye görmüşlerdir. Romen tarihçi İorga ortodoks oldukları için zulme uğrayan Eflâk ermenileri lehinde Sultan Üçüncü Murad’ın enerjik şekilde müdâhalede bulunduğunu yazar. İkinci Süleyman devrinde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hıristiyan köylünün durumunun, aynı devirde Avrupa’daki serflerin durumundan daha kötü olmaması muhtemeldir.”


İkinci Mahmud’un Kıbrıs’ta Haksızlığa Uğrayan Zımmîlere Yazdığı Hüküm:

Sultan İkinci Mahmud Han Kıbrıs’ta mâlî yönden asılsız ithamlara uğrayan bâzı râhiplerin haklarına gereği gibi riâyet edilmesi ve yapılan haksızlığın tamâmen giderilmesi için gönderdiği hükümde şöyle buyurmuştu:

“Lefkoşa kadısına hüküm ki;

Emr-i şerîfim vâsıl olunca ma’lûm ola ki, İstanbul ve havâlisinde rum patriği ile pâyitahtta ikâmet etmekte olan metropolitan tâifesi yüce katıma mühürlü bir arz-u hâl ile mürâcaat edip, şimdiki hâlde patriğin nezâretinde olan manastırlardan Kıbrıs’ta Lefkoşa kazâsında bulunan ve Kikko yâhud nâm-ı diğer Meryem Ana manastırı’na vekil ta’yîn edilen Gumenûs Niyufitûs namlı râhib ve manastırdaki diğer râhibler hâriçten müdâhale edilmeksizin kanûnî arâzîlerine diledikleri gibi sâhib iken, müslümanlardan ve piskoposlardan ve sâir yerlerde bulunan kimseler tarafından mal celbi bahânesiyle dâvâ edildikleri ma’lûm olmuşdur. Bu hâle derhâl nihâyet verip, rencîde edilmemelerini sağlayasın. ..

Halbuki hazînemiz evrâkında mahfûz bulunan psikopos mukâtaası defterlerine yeniden nazar edilecek olursa, İstanbul rûm patriği vekilinin ve adamlarının Şer’-i şerîf’le ilgili dâvâlarının Dîvân-ı hümâyûn’da görüleceğine dâir berat verilmiş idi. Bu berâtta zikrolunan şartlar muvâcehesinde hareket etmelerini te’min için bu fermânı çıkardım.

Şimdiden sonra râhib ve adamlarının bu şekilde rencîde edilmemeleri husûsunda dikkat ve ihtimam gösteresin. Şöyle bilesin, alâmet-i şerîfeme (tuğrama) i’timâd kılasın!”


Çanakkale Savaşı’nda Türkler’in Küffâra Verdikleri Târihî İnsanlık Dersi:



Türk ordusu Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Irak ve Çanakkale cephelerinde İngilizler’le kıran kırana çarpışmıştı. Savaş başlamadan önce Bâbıâlî’de hukuk müşâvirliği yapmış olan Kont Ostrolog şunları anlatmıştır:

“İngilizlerin Kültür Amare yenilgisini tâkip eden günlerde, Londra’da büyük bir harp meclisi toplandı. Doğu müsteşarı olmam dolayısuyla toplantıda ben de bulundum.

Başbakan Lloy George şöyle dedi:
‘- Efendiler, ben bir şeyi anlayamıyorum! Bizim medenî milletlerin orduları savaşta barbarlığa yaklaşıyor, barbar saydığımız Türk orduları ise savaşta medenîleşiyor. Irak kumandanımız bildiriyor ki; Türkler esirlerimizin istirahatini fevkalâde temin ediyorlarmış, yaralılarımızı imkânları nisbetinde tedâvi ediyor ve şefkat gösteriyorlarmış. İşte bu davranışlarının sebebini bir türlü anlayamıyorum!..’

Daha sonra savaş bakanı söz alarak şunları söyledi:
‘- Ben bu vaziyeti çok merak ettim. Çünkü şöyle bir hâdise yaşandı: Bir müddet önce Çanakkale’de bir çarpışma sırasında esir verdiğimiz iki subay ve beş altı yaralı askerimiz, Türkler tarafından tedâvi edildiler. Bu tedâvinin yapıldığı yere yakın bir koğuşta da, yaraları iyileşmeye yüz tutmuş Almanlar vardı. Bu Alman askerler, tedâvi edilenlerin İngiliz olduğunu anlar anlamaz hemen saldırmışlar. Türk doktorlar ve yardımcıları bunları durduramamış. Ancak bu durumu gören Türk yaralıları, Almanlar’ın üzerine yürüyüp onları durdurmuşlar. Biz Türkler’in can evini yakmak ve yıkmak isterken, onların gösterdiği insanlığa hayret ettim.’

Savaş bakanının bu sözleri üzerine, bir başka bakan söz alarak şöyle konuştu: ‘Bu meseleyi hallederse Kont halleder!..’
‘- Efendim bu mesele basittir. Biz Avrupa’lılar savaş sırasında Türkler kadar medenî olamıyoruz. Bu doğrudur. Ancak doğrunun çok önemli bir sebebi vardır: Biz Avrupa’lılar, savaşanlar arasında bir savaş hukuku olduğunu iki asır önce düşündük. Bu güne kadar da bu savaş hukukunu geliştirmeye ve yerleştirmeye çalışıyoruz. Müslümanlık ise on üç asır evvel bu hakkı çok yüksek bir şekilde kanunlaştırdı. Türkler bin seneden beri bu dinî kanunun hükümleriyle ahlâklanmışlardır.’”

Bu sözler İslâm’ın nezâfet, merhamet ve adâletini; küffârın gaddarlık, zulüm ve vahşetini gözler önüne seren apaçık birer delildir. Onlar İslâm’ın adâlet ve nezâfetini bünyelerine sindirmeye ve kendilerine mâletmeye çalılşırken, İslâm’ı bırakıp küfre ve kâfirlere meyledenlere ne yazık! Bu gibi kimseler sûretâ İslâm görünürler, hâlbuki gönüllerinde imândan eser yoktur.


Bugün Dünya Osmanlı’nın Gerisinde;


Sicilyalı Türkolog Dr. Giovani Pampanini, bugün için de geçerli olan şu orijinal tahlili yapmıştır: “Barış ve adâlet içinde birlikte yaşamak konusunda bugün dünya Osmanlı’nın çok gerisindedir.” (Türkiye gazetesi, 16 Haziran 1993.)

Türk devleti Demo-grasi’dir.

Ünlü Fransız düşünür Voltaire, Osmanlı’nın aleyhindeki art niyet ve su-i ihtiyar ürünü tarihi iftira ve çarpıtmalardan bahsederken gerçeği şu şekilde itiraf etmektedir:

“Ulusların mal ve canlarıyla topyekün padişahın kölesi sayıldığı iddia ediliyor. Böyle bir idare kendiliğinden çökerdi. Türkler, hür ve bağımsızdırlar. Aralarında hiçbir sınıf farkı yoktur. Sultanlar istibdatçı değildir. Bütün tarihçilerimiz, Türk İmparatorluğunu istibdâda dayanan bir devlet olarak göstermekle bizi çok aldatmışlardır. Türk devleti Demo-grasi’dir. Sultanlar devlet işlerinde keyiflerine göre hareket edemezler. Vergileri artıramazlar ve hazinenin parasına dokunamazlar... Hiçbir hıristiyan devleti, kendi topraklarında Türkler’in bir câmiisi bulunmasına müsaade etmez, oysa Türkler bütün rumların kiliseleri olmasına müsaade ederler!”

XI.yüzyıl Arap müellifi İbn Hassul der ki:


“Bütün kavimler arasında şecaat bakımından Türkler’den üstün, büyük hedeflere ulaşmak için onlardan daha dirayetli hiçbir millet yoktur. Allah onları arslan sınıfında yarattı.”


Türkler “Saklı İnci”ye Benzerler



Tarih-i mübarekşah’tan:
“Yabancı bir ülkeye giden bir garibi fenâ bir âkıbet bekler. Bunun aksine Türkler, Müslüman bir ülkeye ulaştıkları zaman orada saygı ve takdir görürler. Bir emir ve orduya kumandan olurlar. Âdem Peygamber’den bu yana, para ile satın alınan esirlerin Sultan olduğu hiçbir yerde görülmemiştir. Türkler müstesnâ!.. Türkler, denizin derinliğinde, midye kabuğu içinde saklı inciye benzerler. Değerinin takdir edilebilmesi için denizi bırakarak, kralların tâcını, gelinlerin kulağını süslemesi gerekir.”

Osmanlı Savaşların Ağır Yükü’ne Rağmen Hıristiyanlara Dokunmamıştı

“Muvazzaf olsun, ihtiyat olsun, bütün askerlik yükü yalnız ve yalnız Müslüman halkın omuzlarındadır. Gerçi hıristiyanlar hazineye küçük ve önemsiz bir bedel ödemektedirler. Ama bu, onların askere gitmemekle elde ettikleri avantajlara oranla bir hiçtir. Askerlik bedeli adamakıllı yüklü olsa bile yine de Müslüman tebaanın zavallı omuzlarındaki muazzam yükün altında, düştüğü yoksulluğu hiçbir zaman dengeleyemez. Şurası iyice bilinmeli ki, Müslüman nüfüsun hıristiyanlara nisbetle hızla azalmasının, buna karşılık hıristiyan nüfusun gittikçe artmasının gerçek sebebi budur. İmparatorluğun üretici olmayan tüm unsurlarını müslümanlar oluşturuyorlar!”



fehmi demirbağ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder