ABD'nin Gizli Tarihi
Coğrafi Keşifler
Tahrif edilmiş Tevrat'ı ezbere bilecek kadar dindar bir Yahudi olan ve en büyük düşü Kudüs'teki Süleyman tapınağını inşa etmek olan Kolomb, hayatının en büyük kararını verip yola çıkarken macera peşinde mi koşuyordu? Klasik anlatımlarda sıkça rastlanan para ve şöhret hırsı, bu denli sofu bir Yahudi'nin böyle bir yolculuğa niçin çıktığını açıklamak için yeterli sayılabilir mi?
Kuşkusuz hayır! Kolomb'un "kutsal" (!) ve "Siyonist" amaçları, çeşitli Yahudi kaynaklarında vurgulanıyor. David M. Eichhom, şöyle diyor:
"Kolomb, gerçekte Yeni Dünya için ayrılıyordu. Aslında bu yeni dünyanın varlığını önceki Vikingli kâşiflerin araştırmalarından biliyordu. Asıl gizli amacı, güçlü Yahudi dostları için bir yer bulmaktı."
Amerikan "The New Republic" dergisinin yazdığına göre, Yahudi tarihçi Simon Wiesenthal da Kolomb'un İspanyadan sürülen Yahudilere yeni bir yurt açmak için yola çıktığına inanır. Buna göre Kolomb'un amaçlarının başında Osmanlı (yani İslam) karşıtı bir cephe oluşturma ve Kudüs'teki Kutsal Süleyman Tapınağı'nı inşa etmek için "finansman" bulma özlemi geliyordu.
Tüm bunlar, Kolomb'un yolculuğunda önemli bir metafizik boyut olduğunu göstermektedir. Örneğin "Encylopaedia Judaice" (Yahudi Ansiklopedisi), Kolomb'dan söz ederken onun yola çıkarken ilginç bir Yahudi ritüelini uyguladığını bildiriyor: Kolomb, bütün hazırlıklar tamam olmasına rağmen, görünür hiçbir neden olmamasına rağmen tam 1 gün beklemiştir. Judaica, Kolomb'un yola çıkmaktan uzak durduğu günün Yahudi takvimine göre Av ayının 9'u olduğuna dikkat çekiyor. Süleyman Tapınağı'nın yıkıldığı gün olan bu tarihi bugün Yahudiler, oruç tutarak tapınağın yıkılışının yasını tutarlar.[1]
Kuşkusuz hayır! Kolomb'un "kutsal" (!) ve "Siyonist" amaçları, çeşitli Yahudi kaynaklarında vurgulanıyor. David M. Eichhom, şöyle diyor:
"Kolomb, gerçekte Yeni Dünya için ayrılıyordu. Aslında bu yeni dünyanın varlığını önceki Vikingli kâşiflerin araştırmalarından biliyordu. Asıl gizli amacı, güçlü Yahudi dostları için bir yer bulmaktı."
Amerikan "The New Republic" dergisinin yazdığına göre, Yahudi tarihçi Simon Wiesenthal da Kolomb'un İspanyadan sürülen Yahudilere yeni bir yurt açmak için yola çıktığına inanır. Buna göre Kolomb'un amaçlarının başında Osmanlı (yani İslam) karşıtı bir cephe oluşturma ve Kudüs'teki Kutsal Süleyman Tapınağı'nı inşa etmek için "finansman" bulma özlemi geliyordu.
Tüm bunlar, Kolomb'un yolculuğunda önemli bir metafizik boyut olduğunu göstermektedir. Örneğin "Encylopaedia Judaice" (Yahudi Ansiklopedisi), Kolomb'dan söz ederken onun yola çıkarken ilginç bir Yahudi ritüelini uyguladığını bildiriyor: Kolomb, bütün hazırlıklar tamam olmasına rağmen, görünür hiçbir neden olmamasına rağmen tam 1 gün beklemiştir. Judaica, Kolomb'un yola çıkmaktan uzak durduğu günün Yahudi takvimine göre Av ayının 9'u olduğuna dikkat çekiyor. Süleyman Tapınağı'nın yıkıldığı gün olan bu tarihi bugün Yahudiler, oruç tutarak tapınağın yıkılışının yasını tutarlar.[1]
Masonluğun Amerika'ya Girişi
Bugünkü ABD'nin temelleri, Kuzey Amerika'daki ilk kolonilerin öncüsü olan Püritenler tarafından atıldı. Püritenler, sahip oldukları "Yahudi Hayranlığı"nı böylece Amerikan kültürünün merkezine yerleştirdiler. Kuşkusuz bu durum, eskiden beridir bir "dünya hâkimiyeti"nin yollarını gözleyen Yahudi önde gelenleri için büyük bir avantajdı.
ABD, "sosyolojik" olarak, kendileriyle ittifak halindeki bir medeniyet olarak gelişiyordu. Ancak bu "sosyolojik" durumla yetinmediler ve Amerika'yı kontrol altında tutmalarına yardım edecek bazı mekanizmaları da Eski Dünya'dan Yeni Dünya'ya taşıdılar. Bunların başında, Avrupa'da Katolik Kilisesi'ne karşı Yahudilikle tarihsel bir ittifak kurmuş olan mason örgütü geliyordu. Masonluk, Yeni Dünya'ya tamamen Yahudilerin eliyle taşındı. "Yahudi Ansiklopedisi" Judaica, "Freemasonary" (Masonluk) başlığı altında bu konuyla ilgili önemli bilgiler veriyor:
Koloni Amerikası'nda Masonluğun kurucuları arasında çok sayıda Yahudi ismi göze çarpıyor. Gerçekte, Masonluğu Amerika'ya ilk kez getirenler de Yahudiler olmuştu. İlk kez 1658'de New Port, Rhode Island'da oluşan Mason locası durumundaki örgütün kuruluşu, o bölgede yaşayan bir Yahudi'nin, Mordecai Campanall'ın sayesinde olmuştu. 1734'de Georgia Savannah'ta kurulan locanın kurucuları arasında da dört tane Yahudi bulunuyordu. Bir başka Yahudi Moses Michael Hays, İskoç ritini Amerika'ya sokan kişi oldu, 1768'de de tüm Kuzey Amerika Masonluğunun genel gözetleyicisi (inspector general) seçildi. 1769'da Hays New York'ta "King David Lodge" (Kral Davud Locası)'yi kurdu. Bu locayı 1780'de New Port'a da taşıdı.
1788-1792 yılları arasında Massachusetts Büyük Locası'nın Büyük Üstadlığı'nı yürüttü. Rhode Island Büyük Locası'nı kuranların başında bir diğer Yahudi Moses Seixas geliyordu. 1802-1809 yılları boyunca bu locanın "üstad-ı muhterem"i oldu. Moses Hays ile aynı dönemde faaliyet gösteren bir diğer Yahudi Solomon Bush, Pennsylvania Masonluğunun genel gözetleyicisi oldu. 1781'de Pennsylvania'da kurulan ve Amerikan Masonluğu'nun tarihinde önemli yeri olan "Sublime Lodge of Perfection"adlı locanın içinde de Yahudiler son derece etkin konumdaydılar.
Eski dönem Amerika Masonluğunun önemli isimleri arasındaki diğer Yahudiler şöyle: Charleston'daki King Solomon's Lodge'un kurucularından Isaac da Costa, 1781'de Virginia bölgesinde genel gözetleyici seçilen Abraham Forst ve aynı görevi önce Maryland sonra da Charleston'da yürüten Joseph Mayers. 1793'te Charleston, South Carolina'daki büyük sinagogun açılış töreni, Mason localarındaki ritüellere uygun olarak yapılmıştı. Yahudi isimleri daha sonraki dönemlerde de Amerikan localarında dikkat çekti... B'nai B'rith tarafından da benimsenmiş olan gizlilik, ketumiyet gibi özellikler ve pek çok ritüelin masonik çalışmalardan etkilendiğine kuşku yoktur. B'nai B'rith Yahudi toplumunun içinde masonluğun bir benzeri olma amacı taşımıştır.
Yahudilerin eliyle Masonluğun Amerika'ya girmesi, oldukça anlamlı bir gelişmeydi: Yahudi önde gelenleri, Avrupa'da masonlukla kurmuş oldukları ittifakı aynen Yeni Dünya'ya da taşıyorlardı. Ancak bir farkla; bu ittifak, Avrupa'da en başta Katolik Kilisesi olmak üzere bir takım ortak düşmanlara karşı uzun bir savaşa girişmişti. Oysa Amerika'da böyle bir düşman yoktu. (Tek muhtemel düşman olan Kızılderililer de daha önce gibi Tevrat'ın gösterdiği yöntemlerle soykırıma uğratılıyordu). Bu nedenle İttifak, Amerika'da, Avrupa'nın aksine "düzen yıkma" işiyle uğraşmadı. Aksine, buradaki düzen doğrudan Yahudiler ve onların tarihsel müttefiki olan Masonluk tarafından kuruldu.[1]
ABD, "sosyolojik" olarak, kendileriyle ittifak halindeki bir medeniyet olarak gelişiyordu. Ancak bu "sosyolojik" durumla yetinmediler ve Amerika'yı kontrol altında tutmalarına yardım edecek bazı mekanizmaları da Eski Dünya'dan Yeni Dünya'ya taşıdılar. Bunların başında, Avrupa'da Katolik Kilisesi'ne karşı Yahudilikle tarihsel bir ittifak kurmuş olan mason örgütü geliyordu. Masonluk, Yeni Dünya'ya tamamen Yahudilerin eliyle taşındı. "Yahudi Ansiklopedisi" Judaica, "Freemasonary" (Masonluk) başlığı altında bu konuyla ilgili önemli bilgiler veriyor:
Koloni Amerikası'nda Masonluğun kurucuları arasında çok sayıda Yahudi ismi göze çarpıyor. Gerçekte, Masonluğu Amerika'ya ilk kez getirenler de Yahudiler olmuştu. İlk kez 1658'de New Port, Rhode Island'da oluşan Mason locası durumundaki örgütün kuruluşu, o bölgede yaşayan bir Yahudi'nin, Mordecai Campanall'ın sayesinde olmuştu. 1734'de Georgia Savannah'ta kurulan locanın kurucuları arasında da dört tane Yahudi bulunuyordu. Bir başka Yahudi Moses Michael Hays, İskoç ritini Amerika'ya sokan kişi oldu, 1768'de de tüm Kuzey Amerika Masonluğunun genel gözetleyicisi (inspector general) seçildi. 1769'da Hays New York'ta "King David Lodge" (Kral Davud Locası)'yi kurdu. Bu locayı 1780'de New Port'a da taşıdı.
1788-1792 yılları arasında Massachusetts Büyük Locası'nın Büyük Üstadlığı'nı yürüttü. Rhode Island Büyük Locası'nı kuranların başında bir diğer Yahudi Moses Seixas geliyordu. 1802-1809 yılları boyunca bu locanın "üstad-ı muhterem"i oldu. Moses Hays ile aynı dönemde faaliyet gösteren bir diğer Yahudi Solomon Bush, Pennsylvania Masonluğunun genel gözetleyicisi oldu. 1781'de Pennsylvania'da kurulan ve Amerikan Masonluğu'nun tarihinde önemli yeri olan "Sublime Lodge of Perfection"adlı locanın içinde de Yahudiler son derece etkin konumdaydılar.
Eski dönem Amerika Masonluğunun önemli isimleri arasındaki diğer Yahudiler şöyle: Charleston'daki King Solomon's Lodge'un kurucularından Isaac da Costa, 1781'de Virginia bölgesinde genel gözetleyici seçilen Abraham Forst ve aynı görevi önce Maryland sonra da Charleston'da yürüten Joseph Mayers. 1793'te Charleston, South Carolina'daki büyük sinagogun açılış töreni, Mason localarındaki ritüellere uygun olarak yapılmıştı. Yahudi isimleri daha sonraki dönemlerde de Amerikan localarında dikkat çekti... B'nai B'rith tarafından da benimsenmiş olan gizlilik, ketumiyet gibi özellikler ve pek çok ritüelin masonik çalışmalardan etkilendiğine kuşku yoktur. B'nai B'rith Yahudi toplumunun içinde masonluğun bir benzeri olma amacı taşımıştır.
Yahudilerin eliyle Masonluğun Amerika'ya girmesi, oldukça anlamlı bir gelişmeydi: Yahudi önde gelenleri, Avrupa'da masonlukla kurmuş oldukları ittifakı aynen Yeni Dünya'ya da taşıyorlardı. Ancak bir farkla; bu ittifak, Avrupa'da en başta Katolik Kilisesi olmak üzere bir takım ortak düşmanlara karşı uzun bir savaşa girişmişti. Oysa Amerika'da böyle bir düşman yoktu. (Tek muhtemel düşman olan Kızılderililer de daha önce gibi Tevrat'ın gösterdiği yöntemlerle soykırıma uğratılıyordu). Bu nedenle İttifak, Amerika'da, Avrupa'nın aksine "düzen yıkma" işiyle uğraşmadı. Aksine, buradaki düzen doğrudan Yahudiler ve onların tarihsel müttefiki olan Masonluk tarafından kuruldu.[1]
ABD, Dünyanın İlk Masonik ve Kabalistik Cumhuriyeti
Yahudi önde gelenlerinin Amerika'da Masonluğu yayma yönünde giriştikleri hummalı faaliyetin ardından, ABD, "dünyanın ilk Masonik Cumhuriyeti" olarak tarih sahnesine çıktı. Amerikalı tarihçi Robert Hieronimus, "America's Secret Destiny" (Amerika'nın Gizli Kaderi) adlı kitabında, bu ülkenin kuruluşunun ardındaki masonik etkenle ilgili bazı ilginç bilgiler veriyor:
Günümüz tarihçileri, 17. ve 18. yüzyılları akıl ve Aydınlanma çağı olarak kabul ederler ve bu dönemdeki tüm zihinsel faaliyetlerin 'evrenin bilimsel yasalarını ispata' harcandığını söylerler. Oysa ki, ABD'nin kurucuları, bunların yanında, mistisizm, okültizm ve illüminizm üzerine yoğunlaşmışlardı. Astroloji, simya ve Kabala ile derinden ilgilenmişlerdi.
ABD'nin kurucularının Yahudi mistisizminin kaynağı olan Kabala ile ilgilenmeleri oldukça ilginçtir. Ancak ABD kurucuları Kabalacı birer Yahudi olmadıklarına göre, anlaşılan odur ki, Kabala'dan ilham almak için ille de Kabalacı bir Yahudi olmak gerekmemektedir. Kabala'ya ve Kabalacılara bağlı olan Yahudilerin dışında bazı örgütler de vardı. Bu örgütlerin başında ise masonluk geliyordu... Bu durumda ABD'nin kurucularının nasıl olup da Kabala ile ilgilendiği sorusunun cevabı aydınlanıyor. Çünkü Amerika'yı kuranların hemen hepsi Masondular. Hem de oldukça "üstad" masonlar... Bunun yanı sıra çoğu aynı zamanda Masonluğun Yeniçağ'daki ikinci bir versiyonu olan Gül-Haç örgütüne üyeydi. Aralarında bir diğer Masonik örgüt olan İlluminati'ye bağlı olanlar bile vardı.Robert Hieronimus yazdığına göre, esoterik tarihçiler ABD'nin kurucuları arasında 50'ye yakın Mason sayıyorlar... ABD'nin 4 kurucusu-Washington, Jefferson, Franklin ve Adams-Gül-Haç tarikatının üyesiydi. Bu kurucuların üçü-Jefferson, Franklin ve Adams-aynı zamanda İlluminati tarikatına da üyeydiler. George Washington ve bağımsızlık savaşının Fransız destekçisi olan General Lafayette, yalnızca yakın arkadaşlar değil, aynı zamanda aynı locanın üyesiydiler. Bağımsızlık savaşına komuta ederken, Washington, düzenli olarak askeri localarda yapılan toplantılara da katılıyordu. Washington Bağımsız Büyük Loca'nın (Independent Grand Lodge) Büyük Üstadlığı'na seçildi. Bu loca, 1805 yılında onun anısına Alexandria Washington Locası adını aldı.
Esoterik tarihçiler, Bağımsızlık Bildirgesi'ni imzalayan 56 kişiden 50'sinin mason olduğunu da bildiriyorlar. Bunun yanı sıra, Amerikan ordusundaki subayların büyük çoğunluğunun Mason olduğu ve askeri localarda toplandığı biliniyor. Kendisi de bir Mason olan General Lafayette, Washington'un "Mason olmayan subaylarına hiçbir zaman içinden gelerek emir vermediğini, zaten neredeyse tüm yakın askeri çevresinin onun mistik bir bağ ile bağlanmış biraderleri olduğunu" yazmıştır.
ABD'nin bir diğer kurucusu Benjamin Franklin de Washington'dan pek farklı değildir. Masonik tarihçiler, Benjamin Franklin'i döneminin en büyük Amerikalı Masonu olarak kabul ederler. Franklin kendi gizli derneğini de kurmuştu: "Leather Apron Club" (Deri Önlük Kulübü). Organizasyonun adı bile olaydaki Masonik etkiyi gösteriyor, çünkü o sıralar Masonik önlükler deriden yapılıyordu.Franklin, siyasi bir ittifak oluşturmak amacıyla 1776'da Fransa'ya geldikten hemen sonra, Fransız mason localarıyla bağlantı kurdu. 1778 yılında Voltaire'in "Nine Sisters" (Dokuz Kız kardeşler) adlı locadaki tekris töreninde Franklin de bulunuyordu. Ertesi yıl bu locanın üstatlığına seçildi. Bunun yanında iki Fransız locasıyla daha ilişki kurdu: Saint Jean de Jerusalem (Kudüslü Aziz Jean) ve Loge des Bons Amis (İyi Dostlar Locası). Fransızlarla kurduğu ilişkiyi, Amerikan-Fransız ittifakının kurulmasında kullandı. İki taraf arasındaki diplomasi ve gizli görüşmeler, Masonik protokole uygun olarak yürütülüyordu.ABD'nin kuruluşuna imza atan bir diğer isim de Thomas Jefferson'dı. Onun bağlantıları da incelediğimiz diğer biraderlerini aratmayacak niteliktedir. 1960 yılında yayınlanan "Masonic Bible", Jefferson'ın 'aktif bir mason olduğuna kuşku olmadığını' bildirir... Bunun yanında 'Gül-Haç uzmanı' Dr. Spencer Lewis, Jefferson'ın Gül-Haç olduğuna dair önemli deliller sunar. Dr. Lewis, Jefferson'ın yazdığı bir kağıtta 'garip bazı işaretler' bulduğunu, bu işaretlerin de eski gizli ve kutsal Gül-Haç metinlerinde yer alan bir şifre türü olduğunu açıklamıştır.
Masonlukla bu denli özdeşleşmiş olan ABD kurucularının Yahudilerle olan ilişkileri de ilgi çekicidir. Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda Washington'un yanında çok sayıda Yahudi yer almıştır. Yahudiler kendileri için bir tür "Vaat edilmiş Toprak" olarak gördükleri ABD'nin bağımsızlığına özellikle finansal yönden büyük destek verirler. İki ünlü Yahudi banker, Hayim Solomon ve Robert Morris, Washington'un ordularını finanse eder. Ayrıca Hayim Solomon "büyük bir mason"dur. Savaş sonrası da karşılıklı muhabbet sürer. Washington, 1781'de Newport'u ziyaret ettiğinde Yahudiler tarafından "Kral Davud Locası"nda yapılan Masonik törenle karşılanır.
Evet, ABD dünyanın ilk Masonik ve de Kabalistik cumhuriyeti olarak doğmuştur.Püriten mirası üzerinde, Masonlar ve Yahudiler eliyle kurulmasının en doğal sonucudur bu. Bu ikili ittifak, bu büyük başarısını dosta-düşmana duyurmaktan da çekinmemiştir. Ancak bu duyurma, Kabala'nın ve Masonluğun geleneksel yöntemi, yani sembolizm yoluyla yapılmıştır. ABD Büyük Mührü'ne bakmak, bu mesajı algılamak için yeterlidir.[1]
Günümüz tarihçileri, 17. ve 18. yüzyılları akıl ve Aydınlanma çağı olarak kabul ederler ve bu dönemdeki tüm zihinsel faaliyetlerin 'evrenin bilimsel yasalarını ispata' harcandığını söylerler. Oysa ki, ABD'nin kurucuları, bunların yanında, mistisizm, okültizm ve illüminizm üzerine yoğunlaşmışlardı. Astroloji, simya ve Kabala ile derinden ilgilenmişlerdi.
ABD'nin kurucularının Yahudi mistisizminin kaynağı olan Kabala ile ilgilenmeleri oldukça ilginçtir. Ancak ABD kurucuları Kabalacı birer Yahudi olmadıklarına göre, anlaşılan odur ki, Kabala'dan ilham almak için ille de Kabalacı bir Yahudi olmak gerekmemektedir. Kabala'ya ve Kabalacılara bağlı olan Yahudilerin dışında bazı örgütler de vardı. Bu örgütlerin başında ise masonluk geliyordu... Bu durumda ABD'nin kurucularının nasıl olup da Kabala ile ilgilendiği sorusunun cevabı aydınlanıyor. Çünkü Amerika'yı kuranların hemen hepsi Masondular. Hem de oldukça "üstad" masonlar... Bunun yanı sıra çoğu aynı zamanda Masonluğun Yeniçağ'daki ikinci bir versiyonu olan Gül-Haç örgütüne üyeydi. Aralarında bir diğer Masonik örgüt olan İlluminati'ye bağlı olanlar bile vardı.Robert Hieronimus yazdığına göre, esoterik tarihçiler ABD'nin kurucuları arasında 50'ye yakın Mason sayıyorlar... ABD'nin 4 kurucusu-Washington, Jefferson, Franklin ve Adams-Gül-Haç tarikatının üyesiydi. Bu kurucuların üçü-Jefferson, Franklin ve Adams-aynı zamanda İlluminati tarikatına da üyeydiler. George Washington ve bağımsızlık savaşının Fransız destekçisi olan General Lafayette, yalnızca yakın arkadaşlar değil, aynı zamanda aynı locanın üyesiydiler. Bağımsızlık savaşına komuta ederken, Washington, düzenli olarak askeri localarda yapılan toplantılara da katılıyordu. Washington Bağımsız Büyük Loca'nın (Independent Grand Lodge) Büyük Üstadlığı'na seçildi. Bu loca, 1805 yılında onun anısına Alexandria Washington Locası adını aldı.
Esoterik tarihçiler, Bağımsızlık Bildirgesi'ni imzalayan 56 kişiden 50'sinin mason olduğunu da bildiriyorlar. Bunun yanı sıra, Amerikan ordusundaki subayların büyük çoğunluğunun Mason olduğu ve askeri localarda toplandığı biliniyor. Kendisi de bir Mason olan General Lafayette, Washington'un "Mason olmayan subaylarına hiçbir zaman içinden gelerek emir vermediğini, zaten neredeyse tüm yakın askeri çevresinin onun mistik bir bağ ile bağlanmış biraderleri olduğunu" yazmıştır.
ABD'nin bir diğer kurucusu Benjamin Franklin de Washington'dan pek farklı değildir. Masonik tarihçiler, Benjamin Franklin'i döneminin en büyük Amerikalı Masonu olarak kabul ederler. Franklin kendi gizli derneğini de kurmuştu: "Leather Apron Club" (Deri Önlük Kulübü). Organizasyonun adı bile olaydaki Masonik etkiyi gösteriyor, çünkü o sıralar Masonik önlükler deriden yapılıyordu.Franklin, siyasi bir ittifak oluşturmak amacıyla 1776'da Fransa'ya geldikten hemen sonra, Fransız mason localarıyla bağlantı kurdu. 1778 yılında Voltaire'in "Nine Sisters" (Dokuz Kız kardeşler) adlı locadaki tekris töreninde Franklin de bulunuyordu. Ertesi yıl bu locanın üstatlığına seçildi. Bunun yanında iki Fransız locasıyla daha ilişki kurdu: Saint Jean de Jerusalem (Kudüslü Aziz Jean) ve Loge des Bons Amis (İyi Dostlar Locası). Fransızlarla kurduğu ilişkiyi, Amerikan-Fransız ittifakının kurulmasında kullandı. İki taraf arasındaki diplomasi ve gizli görüşmeler, Masonik protokole uygun olarak yürütülüyordu.ABD'nin kuruluşuna imza atan bir diğer isim de Thomas Jefferson'dı. Onun bağlantıları da incelediğimiz diğer biraderlerini aratmayacak niteliktedir. 1960 yılında yayınlanan "Masonic Bible", Jefferson'ın 'aktif bir mason olduğuna kuşku olmadığını' bildirir... Bunun yanında 'Gül-Haç uzmanı' Dr. Spencer Lewis, Jefferson'ın Gül-Haç olduğuna dair önemli deliller sunar. Dr. Lewis, Jefferson'ın yazdığı bir kağıtta 'garip bazı işaretler' bulduğunu, bu işaretlerin de eski gizli ve kutsal Gül-Haç metinlerinde yer alan bir şifre türü olduğunu açıklamıştır.
Masonlukla bu denli özdeşleşmiş olan ABD kurucularının Yahudilerle olan ilişkileri de ilgi çekicidir. Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda Washington'un yanında çok sayıda Yahudi yer almıştır. Yahudiler kendileri için bir tür "Vaat edilmiş Toprak" olarak gördükleri ABD'nin bağımsızlığına özellikle finansal yönden büyük destek verirler. İki ünlü Yahudi banker, Hayim Solomon ve Robert Morris, Washington'un ordularını finanse eder. Ayrıca Hayim Solomon "büyük bir mason"dur. Savaş sonrası da karşılıklı muhabbet sürer. Washington, 1781'de Newport'u ziyaret ettiğinde Yahudiler tarafından "Kral Davud Locası"nda yapılan Masonik törenle karşılanır.
Evet, ABD dünyanın ilk Masonik ve de Kabalistik cumhuriyeti olarak doğmuştur.Püriten mirası üzerinde, Masonlar ve Yahudiler eliyle kurulmasının en doğal sonucudur bu. Bu ikili ittifak, bu büyük başarısını dosta-düşmana duyurmaktan da çekinmemiştir. Ancak bu duyurma, Kabala'nın ve Masonluğun geleneksel yöntemi, yani sembolizm yoluyla yapılmıştır. ABD Büyük Mührü'ne bakmak, bu mesajı algılamak için yeterlidir.[1]
İngiliz-Amerikan Irkçılığı ve Yahudi Öğretisi
Avrupa, modern çağın başlangıcına dek ırkçılık kavramıyla tanışık değildi. Ortaçağ'da Katolik Kilisesinin kurduğu toplum modeli ırkçılıktan tümüyle uzaktı. İnsanlar kendilerini şu ya da bu ırkın üyesi değil, Hıristiyan dininin bağlıları olarak kabul ediyorlardı. Hıristiyan olmayan toplumları da ırk yönünden aşağı görmek gibi düşünceleri yoktu. Hatta, 590-604 yılları arasında Papa Gregory (Gregory The Great) Yahudilere her türlü baskı yapılmasını yasaklamıştı ve bu kural yüzyıllarca devam ettirildi. 11. yüzyılda Yahudilere karşı sert bir tutum başlamıştır ama bu bir ırkçılıktan çok, Yahudilerin "İsa'nın katilleri" olarak görülmesinden, yani dini nedenlerdendir.Bu arada dikkat edilmesi gereken bir başka nokta, Katolik Kilisesi'nin, Kolomb ve adamlarının öne sürdüğü "Amerikan yerlilerinin bir tür hayvan olduğu" şeklindeki düşünceye karşı çıkmış olmasıdır. Amerika'yı Yahudilik adına keşfe çıkan Kabalacı Kolomb, Yahudi öğretisindeki ırkçılık düşüncesini Amerikan yerlilerine uygulamaktan çekinmezken, Katolik kilisesi buna tepki göstermiş ve bu insanlara da dinin anlatılması gerektiğini bildirmişti. Bunun en ünlü örneği, Chiapas piskoposu Bartolome de Las Casas'ın, Kolomb ile birlikte Yeni Dünya'ya ayak basan kolonicilerin "yerliler bir tür hayvandır" iddiasına karşılık, yerlilerin "gerçek birer insan" olduğunu savunmuş olmasıdır. Bu nedenle Las Casas "yerlilerin havarisi" olarak anılmaya başlamıştı. Las Casas'ın yerlileri savunan düşünceleri, daha sonra bir başka rahip Domingo de Soto tarafından da savunulacak ve Soto, "imanı kılıçla kabul ettirmek, onu iğrenç hale getirmektir." diyecekti.
Aynı şekilde, Dominiken rahip Fray Antonio Montesinos da 1511 yılında San-Domingo kilisesinde sömürgeci conquistadorların uygulamalarını lanetlemiş ve "masum bir halka uyguladığınız vahşet nedeniyle hepiniz ölümcül bir günah içindesiniz." diyerek onları suçlamıştı. Daha sonra, 1537'de, Papa III. Paul de, yayınladığı "Sublimis Deus" adlı fermanında sömürgeci vahşetini lanetlemiş, Kızılderililerin "gerçek insanlar" (veros homines) olduklarını, onları köle düzeyine indirgemek küstahlığını gösterenlere rağmen, iman sahibi olma yeteneğine haiz insanlar olduklarını ilan etmişti.
Ancak Katolik kilisesinin kurduğu Avrupa düzeni önce Protestanlık, sonra da Aydınlanma ile yıkıldı. Kurulan yeni düzen, beraberinde ideolojileri doğurdu. Bu ideolojilerin en önemlilerinden biriyse ırkçılık saplantısıydı. Irkçılık, ilk olarak Protestan ideolojisiyle birlikte yeşerecek zemin buldu. Luther'in öğretisinin ırkçılığın gelişimine önemli bir zemin hazırladığı kabul edilir. Yeni Dünya'da ırkçılığın en önemli temsilcileri ise başta Püritenler olmak üzere Protestan İngiliz kolonicileridir. Burada doğan ırkçılık, Anglo-Sakson (İngiliz ve Amerikan) ırkçılığını oluşturmuştur. İngilizce konuşan ırkların diğerlerinden üstün olduğunu savunan bu öğreti, birazdan inceleyeceğimiz gibi emperyalizme de güç vermiştir.Amerikalı sosyolog Thomas F. Gossett, Race: "The History of an Idea in America" (Irk: Amerika'daki Bir Düşüncenin Tarihi) adlı kitabında, Anglo-Sakson ırkçılığındaki Protestan ve özellikle de Püriten etkisinin önemine dikkat çekiyor. Gossett'e göre, ırkçı düşüncenin gelişiminde önemli rol oynayan isimlerin başında Amerikalı Protestan din adamı Josiah Strong gelmektedir. Strong, Sosyal Darwinizm'le Protestan öğretisini birleştirerek, Anglo-Sakson ırkının üstün bir ırk olduğunu ve "Kızılderililer'i Tanrı'nın izniyle yok etme hakkına" sahip olduklarını öne sürmüştür. Thomas Gossett, bu üstün ırk safsatasının kaynağının şöyle analiz eder:
Beyaz olmayan ırkların, Tanrı'nın isteğine uygun olarak yok edilmesi düşüncesi, kuşkusuz Josiah Strong'un kendi başına geliştirdiği bir düşünce değildir. 'Tanrı, kendi halkına yer açmak için, diğerlerinin yok edilmesini istedi' cümlesi, Püriten din adamlarınca söylenmiştir. Bir başka Püriten, "Tanrı, aralarında hastalık yayarak Massachusetts'deki Kızılderililer'in sayılarını 30 binden 300'e indirmemizi istedi." demişti. Benjamin Franklin, daha sonra aynı düşünceyi savunacak ve otobiyografisine şöyle yazacaktı: 'Yerlilere içirdiğimiz rom içkisi Tanrı'nın bu pislikleri (Kızılderililer'i) yeryüzünden kaldırmak için yaptığı planın bir parçasıydı'. İngiliz kolonicileri, biyoloji kuralları (Sosyal Darwinizm) ile ispatlanmaya çalışılmadan çok daha önce de kendilerinin seçilmiş halk olduğuna inanıyorlardı. Püritenler, Tanrı'yla aralarındaki ilişkinin, İsrailoğulları ile Tanrı arasındaki ilişki gibi olduğunu düşünüyorlardı. Amerikan bağımsızlığının ardından, 'Amerikalı İsrailoğulları' başlıklı bir dini konuşma yapan Ezra Stiles aynı düşünceyi vurgulamıştı. İki yıl sonra Thomas Jefferson, Amerikan Büyük Mührü'ne İsrailoğulları'nın kurtuluşu ile ilgili bir tasvir yerleştirmeyi teklif etti. 1787'de Timoty Dwight, Amerikalılardan "seçilmiş ırk" olarak söz etmeye başladı.
Açıkça görüldüğü gibi, Anglo-Sakson ırkçılığı, tahrif edilmiş Tevrat'taki Yahudi öğretisinde yer alan "seçilmiş ırk" safsatasının, Amerikalı ve İngilizlere uyarlanması ile kendine dayanak buluyordu. Diğer bir deyişle İngilizce konuşan halkların ırkçılık akımı, açık bir "Yahudileşme"ydi. (Gossett'in üstte sözünü ettiği Kızılderili katliamındaki Yahudi etkisini daha ayrıntılı olarak incelemiştik.)1805 yılında Thomas Jefferson'ın "Tanrı, İsrailoğulları'na tarih boyunca nasıl rehberlik ettiyse, Amerika'nın kurucularına da öyle rehberlik etmiştir" demişti. ("İsrailoğulları"na bu denli düşkün olan Jefferson, incelediğimiz gibi bir Gül-Haç ve masondu). Gossett, bu üstün ırk inancının 19. yüzyılın ırkçı havasıyla daha da güçlendiğini anlatıyor ve "1840'larla birlikte, seçilmiş ırk düşüncesi, 'Anglo-Sakson ırkı'nın üstün özelliklerinin belirlenmeye başlamasıyla daha da güçlendi" diyor. Öyle ki 1846'da, Senatör Thomas Hart Benkon, bu "üstün ırk"ın Pasifik sahillerine kadar tüm Amerika'yı ele geçireceğini, daha sonra da Asya'yı kolonileştirmeye başlayacağını müjdelemişti. Gossett'in anlattığına göre, 19. yüzyıl boyunca Amerikalı ve İngiliz Protestan din adamları, sosyal Darwinizm'le, Eski Ahit'in (tahrif edilmiş Tevrat) ırkçı öğretilerini birbiriyle kaynaştırıp, Anglo-Sakson üstünlüğünü kanıtlamaya çalıştılar.[1]
Aynı şekilde, Dominiken rahip Fray Antonio Montesinos da 1511 yılında San-Domingo kilisesinde sömürgeci conquistadorların uygulamalarını lanetlemiş ve "masum bir halka uyguladığınız vahşet nedeniyle hepiniz ölümcül bir günah içindesiniz." diyerek onları suçlamıştı. Daha sonra, 1537'de, Papa III. Paul de, yayınladığı "Sublimis Deus" adlı fermanında sömürgeci vahşetini lanetlemiş, Kızılderililerin "gerçek insanlar" (veros homines) olduklarını, onları köle düzeyine indirgemek küstahlığını gösterenlere rağmen, iman sahibi olma yeteneğine haiz insanlar olduklarını ilan etmişti.
Ancak Katolik kilisesinin kurduğu Avrupa düzeni önce Protestanlık, sonra da Aydınlanma ile yıkıldı. Kurulan yeni düzen, beraberinde ideolojileri doğurdu. Bu ideolojilerin en önemlilerinden biriyse ırkçılık saplantısıydı. Irkçılık, ilk olarak Protestan ideolojisiyle birlikte yeşerecek zemin buldu. Luther'in öğretisinin ırkçılığın gelişimine önemli bir zemin hazırladığı kabul edilir. Yeni Dünya'da ırkçılığın en önemli temsilcileri ise başta Püritenler olmak üzere Protestan İngiliz kolonicileridir. Burada doğan ırkçılık, Anglo-Sakson (İngiliz ve Amerikan) ırkçılığını oluşturmuştur. İngilizce konuşan ırkların diğerlerinden üstün olduğunu savunan bu öğreti, birazdan inceleyeceğimiz gibi emperyalizme de güç vermiştir.Amerikalı sosyolog Thomas F. Gossett, Race: "The History of an Idea in America" (Irk: Amerika'daki Bir Düşüncenin Tarihi) adlı kitabında, Anglo-Sakson ırkçılığındaki Protestan ve özellikle de Püriten etkisinin önemine dikkat çekiyor. Gossett'e göre, ırkçı düşüncenin gelişiminde önemli rol oynayan isimlerin başında Amerikalı Protestan din adamı Josiah Strong gelmektedir. Strong, Sosyal Darwinizm'le Protestan öğretisini birleştirerek, Anglo-Sakson ırkının üstün bir ırk olduğunu ve "Kızılderililer'i Tanrı'nın izniyle yok etme hakkına" sahip olduklarını öne sürmüştür. Thomas Gossett, bu üstün ırk safsatasının kaynağının şöyle analiz eder:
Beyaz olmayan ırkların, Tanrı'nın isteğine uygun olarak yok edilmesi düşüncesi, kuşkusuz Josiah Strong'un kendi başına geliştirdiği bir düşünce değildir. 'Tanrı, kendi halkına yer açmak için, diğerlerinin yok edilmesini istedi' cümlesi, Püriten din adamlarınca söylenmiştir. Bir başka Püriten, "Tanrı, aralarında hastalık yayarak Massachusetts'deki Kızılderililer'in sayılarını 30 binden 300'e indirmemizi istedi." demişti. Benjamin Franklin, daha sonra aynı düşünceyi savunacak ve otobiyografisine şöyle yazacaktı: 'Yerlilere içirdiğimiz rom içkisi Tanrı'nın bu pislikleri (Kızılderililer'i) yeryüzünden kaldırmak için yaptığı planın bir parçasıydı'. İngiliz kolonicileri, biyoloji kuralları (Sosyal Darwinizm) ile ispatlanmaya çalışılmadan çok daha önce de kendilerinin seçilmiş halk olduğuna inanıyorlardı. Püritenler, Tanrı'yla aralarındaki ilişkinin, İsrailoğulları ile Tanrı arasındaki ilişki gibi olduğunu düşünüyorlardı. Amerikan bağımsızlığının ardından, 'Amerikalı İsrailoğulları' başlıklı bir dini konuşma yapan Ezra Stiles aynı düşünceyi vurgulamıştı. İki yıl sonra Thomas Jefferson, Amerikan Büyük Mührü'ne İsrailoğulları'nın kurtuluşu ile ilgili bir tasvir yerleştirmeyi teklif etti. 1787'de Timoty Dwight, Amerikalılardan "seçilmiş ırk" olarak söz etmeye başladı.
Açıkça görüldüğü gibi, Anglo-Sakson ırkçılığı, tahrif edilmiş Tevrat'taki Yahudi öğretisinde yer alan "seçilmiş ırk" safsatasının, Amerikalı ve İngilizlere uyarlanması ile kendine dayanak buluyordu. Diğer bir deyişle İngilizce konuşan halkların ırkçılık akımı, açık bir "Yahudileşme"ydi. (Gossett'in üstte sözünü ettiği Kızılderili katliamındaki Yahudi etkisini daha ayrıntılı olarak incelemiştik.)1805 yılında Thomas Jefferson'ın "Tanrı, İsrailoğulları'na tarih boyunca nasıl rehberlik ettiyse, Amerika'nın kurucularına da öyle rehberlik etmiştir" demişti. ("İsrailoğulları"na bu denli düşkün olan Jefferson, incelediğimiz gibi bir Gül-Haç ve masondu). Gossett, bu üstün ırk inancının 19. yüzyılın ırkçı havasıyla daha da güçlendiğini anlatıyor ve "1840'larla birlikte, seçilmiş ırk düşüncesi, 'Anglo-Sakson ırkı'nın üstün özelliklerinin belirlenmeye başlamasıyla daha da güçlendi" diyor. Öyle ki 1846'da, Senatör Thomas Hart Benkon, bu "üstün ırk"ın Pasifik sahillerine kadar tüm Amerika'yı ele geçireceğini, daha sonra da Asya'yı kolonileştirmeye başlayacağını müjdelemişti. Gossett'in anlattığına göre, 19. yüzyıl boyunca Amerikalı ve İngiliz Protestan din adamları, sosyal Darwinizm'le, Eski Ahit'in (tahrif edilmiş Tevrat) ırkçı öğretilerini birbiriyle kaynaştırıp, Anglo-Sakson üstünlüğünü kanıtlamaya çalıştılar.[1]
"Bizler de Yahudi'yiz; Yeryüzü Bizim Olmalı!"
Amerikalı sosyolog Thomas Gossett, ırkçılığın kökenlerini incelediği kitabında, Anglo-Sakson ırkçılarının kendilerini Yahudilerle özdeşleştirmelerini anlatırken, bir de bu düşünceye bağlı olarak geliştirilen ilginç bir teoriyi anlatıyor. İngiliz din adamı John Wilson tarafından geliştirilen teori, Anglo-Saksonlar'ın-yani Amerikalı ve İngilizlerin-kendilerini Yahudilerle özdeşleştirme çabalarına, somut ve organik bir temel oluşturma denemesinden ibaretti. "Anglo-İsrail" hareketini başlatan bu teoriyle, Anglo-Saksonlar, aslında kendilerinin de "Yahudi" olduğunu ispatlamaya (!) uğraşıyorlardı:
Anglo-İsrail hareketi, 1837'de İngiltere'de başladı. John Wilson adlı 'nonconformist' (bağımsız Protestan) bir rahip, Eski Ahit'te anlatılan ve Jacob'un (Hz. Yakup), oğlu Joseph'e (Hz. Yusuf) ebediyen zaferle dolu bir kader vaat ettiği hikayeyi değişik bir biçimde yorumladı: Wilson, Joseph'in zaferle müjdelenmiş soyunun İngilizler olduğunu öne sürdü. Ona göre, İngilizler, açıkça Joseph'in soyundan geliyorlardı. Şöyle ki; İsrailoğulları'nın on kabilesi, Asurlular tarafından MÖ 8. yüzyılda İsrail'den sürülmüşlerdi. Daha sonra bu kabileler kaybolmuş ve sonları tarihin derinliklerine gömülmüştü. Ama, Wilson'a göre, İsrail'in 'On Kayıp Kabile'si artık bulunmuştu: Bu 'kayıp' Yahudiler, İngiltere'nin Anglo-Saksonları'ydı... Gerçi İngilizlerin fiziksel özelliklerinin Yahudilere uymadığı şeklinde bir itiraz gelebilirdi ama Wilson ve öğrencileri buna karşı da ustaca bir açıklama getiriyorlardı: Yahudiler orijinal olarak aslında aynı İngilizler gibi sarışın insanlar olmalıydılar. Çünkü Kutsal Kitap, David'in (Hz. Davud) 'kızıl saçlı' olduğunu söylüyordu! Kısacası, Anglo-Saksonlar da gerçek birer Yahudi'ydiler; yani Tanrı'nın seçilmiş ırkındandılar...
İngiliz ırkçılarının ortaya attığı bu teori hızla benimsendi. Kısa süre sonra İngiltere'de "Anglo-Israel Association" (Anglo-İsrail Birliği) kuruldu. Daha sonra British-Israel Association (Britanya-İsrail Birliği) adını alan örgüt, ülke içinde pek çok sempatizan topladı. Örgüt, 1890'dan 1915'e kadar yayınlanan Our Race, Its Origin and Its Destiny (Irkımız, Kökeni ve Geleceği) adlı bir haftalık gazete çıkardı. Gazetede, İngilizce konuşan halkların da "Yahudi" olduğuyla ilgili "delil"ler sunuluyor, Eski Ahit'ten seçilmiş ırk düşüncesini destekleyen pasajlar aktarılıyordu. Gazetenin yazarları, tahrif edilmiş Tevrat ayetlerine dayanarak, İngiltere ve Amerika'nın geleceğiyle ilgili tahminler de yapıyorlardı. Anglo-İsrail hareketi, 1870'lerde Amerika'ya da sıçradı. 1884 yılında, İngiliz Anglo-İsrail hareketinin misyonerlerinden olan Edward Hine adlı bir rahip Amerika'ya yollandı ve büyük bir propaganda kampanyası açtı. Böylece, "bizler de Yahudi'yiz" sloganı Amerikan ırkçılarının da ağzında gezmeye başladı. (Anglo-İsrail hareketi bugün de hem İngiltere'de hem de Amerika'da bazı dini gruplar tarafından sürdürülmektedir.)
Kuşkusuz ne İngilizler ne de Amerikalılar, "seçilmiş ırk" değillerdi. Anglo-İsrail hareketinin ve benzeri "Yahudileşme" akımlarının asıl etkisi de zaten içinde bulundukları toplumları "seçilmiş ırk" olduklarına inandırmak olmadı. Önemli olan bu "Yahudileşme" hareketlerinin, İngiliz ve Amerikalıların toplumsal bilinci üzerindeki etkisidir. Çünkü bu toplumlarda, söz konusu "Yahudileşme" hareketlerinin sonucunda, Yahudilere karşı duyulan olağandışı sempati ve "Yahudilerin Filistin'e dönme hakkı"na olan inanç daha da güçlendi.İngiltere ve Amerika'daki bu toplumsal etki, bu iki ülkenin Yahudilerin Vaat Edilmiş Topraklar'a dönme çabası olan Siyonizm'i neden büyük bir istekle desteklediklerini de açıklar. Yahudileri "seçilmiş halk"olarak görme alışkanlığına sahip bu iki ülkeden pek çok kişi, 20. yüzyılda Siyonizm'e büyük destek vererek "Hıristiyan Siyonistler" sıfatını kazanmıştır.[1]
Anglo-İsrail hareketi, 1837'de İngiltere'de başladı. John Wilson adlı 'nonconformist' (bağımsız Protestan) bir rahip, Eski Ahit'te anlatılan ve Jacob'un (Hz. Yakup), oğlu Joseph'e (Hz. Yusuf) ebediyen zaferle dolu bir kader vaat ettiği hikayeyi değişik bir biçimde yorumladı: Wilson, Joseph'in zaferle müjdelenmiş soyunun İngilizler olduğunu öne sürdü. Ona göre, İngilizler, açıkça Joseph'in soyundan geliyorlardı. Şöyle ki; İsrailoğulları'nın on kabilesi, Asurlular tarafından MÖ 8. yüzyılda İsrail'den sürülmüşlerdi. Daha sonra bu kabileler kaybolmuş ve sonları tarihin derinliklerine gömülmüştü. Ama, Wilson'a göre, İsrail'in 'On Kayıp Kabile'si artık bulunmuştu: Bu 'kayıp' Yahudiler, İngiltere'nin Anglo-Saksonları'ydı... Gerçi İngilizlerin fiziksel özelliklerinin Yahudilere uymadığı şeklinde bir itiraz gelebilirdi ama Wilson ve öğrencileri buna karşı da ustaca bir açıklama getiriyorlardı: Yahudiler orijinal olarak aslında aynı İngilizler gibi sarışın insanlar olmalıydılar. Çünkü Kutsal Kitap, David'in (Hz. Davud) 'kızıl saçlı' olduğunu söylüyordu! Kısacası, Anglo-Saksonlar da gerçek birer Yahudi'ydiler; yani Tanrı'nın seçilmiş ırkındandılar...
İngiliz ırkçılarının ortaya attığı bu teori hızla benimsendi. Kısa süre sonra İngiltere'de "Anglo-Israel Association" (Anglo-İsrail Birliği) kuruldu. Daha sonra British-Israel Association (Britanya-İsrail Birliği) adını alan örgüt, ülke içinde pek çok sempatizan topladı. Örgüt, 1890'dan 1915'e kadar yayınlanan Our Race, Its Origin and Its Destiny (Irkımız, Kökeni ve Geleceği) adlı bir haftalık gazete çıkardı. Gazetede, İngilizce konuşan halkların da "Yahudi" olduğuyla ilgili "delil"ler sunuluyor, Eski Ahit'ten seçilmiş ırk düşüncesini destekleyen pasajlar aktarılıyordu. Gazetenin yazarları, tahrif edilmiş Tevrat ayetlerine dayanarak, İngiltere ve Amerika'nın geleceğiyle ilgili tahminler de yapıyorlardı. Anglo-İsrail hareketi, 1870'lerde Amerika'ya da sıçradı. 1884 yılında, İngiliz Anglo-İsrail hareketinin misyonerlerinden olan Edward Hine adlı bir rahip Amerika'ya yollandı ve büyük bir propaganda kampanyası açtı. Böylece, "bizler de Yahudi'yiz" sloganı Amerikan ırkçılarının da ağzında gezmeye başladı. (Anglo-İsrail hareketi bugün de hem İngiltere'de hem de Amerika'da bazı dini gruplar tarafından sürdürülmektedir.)
Kuşkusuz ne İngilizler ne de Amerikalılar, "seçilmiş ırk" değillerdi. Anglo-İsrail hareketinin ve benzeri "Yahudileşme" akımlarının asıl etkisi de zaten içinde bulundukları toplumları "seçilmiş ırk" olduklarına inandırmak olmadı. Önemli olan bu "Yahudileşme" hareketlerinin, İngiliz ve Amerikalıların toplumsal bilinci üzerindeki etkisidir. Çünkü bu toplumlarda, söz konusu "Yahudileşme" hareketlerinin sonucunda, Yahudilere karşı duyulan olağandışı sempati ve "Yahudilerin Filistin'e dönme hakkı"na olan inanç daha da güçlendi.İngiltere ve Amerika'daki bu toplumsal etki, bu iki ülkenin Yahudilerin Vaat Edilmiş Topraklar'a dönme çabası olan Siyonizm'i neden büyük bir istekle desteklediklerini de açıklar. Yahudileri "seçilmiş halk"olarak görme alışkanlığına sahip bu iki ülkeden pek çok kişi, 20. yüzyılda Siyonizm'e büyük destek vererek "Hıristiyan Siyonistler" sıfatını kazanmıştır.[1]
CFR'nin Kuruluşu ve Başkan Wilson'un Akıl Babaları
20. yüzyılın başına gelindiğinde, Amerika'daki pek çok entelektüel, yayılmacı politikayı benimsemişti. Ancak Amerikalıların bir bölümü, Püriten-Yahudi geleneğinden kaynaklanan yayılmacı politikaya karşı çıkıyor ve Amerika'nın da-dünyanın hemen hemen bütün diğer ülkeleri gibi-asıl olarak kendi sorunlarıyla uğraşması gerektiğini, başka toplumların içişlerine karışmak gibi bir "misyon" ya da hak sahibi olmadığını söylüyorlardı. Bu görüşü savunanlar "isolationist" (izolasyoncu), Amerikan yayılmacılığını savunanlar ise "internationalist" (uluslararasıcı) olarak tanımlandı. "İzolasyoncu"larla, "uluslararasıcı"lar arasında on yıllarca süren tartışma, 1917 yılında ikinci grubun zaferiyle sonuçlandı. Bu tarih, Amerikan emperyalizminin resmen doğduğu tarih olarak da kabul edilebilir. O yıl, Başkan Woodrow Wilson, her ne kadar seçim öncesinde Amerika'yı savaşa sokmayacağını vaat etmiş olsa da, Amerika'nın 1. Dünya Savaşı'na girmesi gerektiği ile ilgili olarak Kongre'ye çok önemli bir mesaj yolladı. Ve o tarihten sonra da Amerikan yayılmacılığı ülke dış politikasının asıl amacı haline geldi.
Bugün Amerika'da izolasyoncu görüşü savunmaya devam edenlerin çoğu, Wilson'u, Amerika'yı normal bir devlet olmaktan çıkarıp, "dünyanın başına bela" haline getiren adam olarak görürler. Ancak gerçekte bu kritik politika değişikliğini yapan irade, Başkan Wilson'dan çok, onu manipüle eden bir grup elittir.
Bu "elitlerin" adresini aramaya kalktığımızda ise, kaçınılmaz bir biçimde, ABD emperyalizminin "nüvesi" olan CFR, yani "Council on Foreign Relations" (Dış İlişkiler Konseyi) ile karşılaşırız. CFR'nin öyküsü, I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından toplanan Paris Barış Konferansı'na uzanır. Konferansa' katılan delegeler, 30 Mayıs 1919'da Paris'te Hotel Majestic'te uluslararası bir grup kurmak amacıyla toplandılar; böylece uluslararası ilişkilerde hükümetlerine tavsiyede bulunacaklardı. Bu toplantıda oluşturulan organizasyona Institute of International Affairs (Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) adı verildi. 5 Haziran 1919'daki bir toplantıda ise bunun tek bir organizasyon değil, birbiriyle yardımlaşan ayrı kuruluşlar olarak düzenlenmesine karar verildi. Sonuçta merkezi New York'ta olan ve Amerikan dış politikasıyla ilgilenecek olan "Council on Foreign Relations"(CFR) kuruldu. Londra'da da "Royal Institute of International Affairs" (RIIA) oluşturuldu. Bu, aynı zamanda Chatham House olarak da biliniyordu ve görevi İngiliz hükümetinin dış politikasını belirlemekti. Yan kuruluşu olan "The Institute of Pacific Relations" (Pasifik İlişkiler Enstitüsü) sadece Uzakdoğu ilişkilerini düzenlemek için kurulmuştu. Enstitünün benzerleri Paris ve Hamburg'da da oluşturuldu. Hamburg kolu "Institut für Auswartige Politik", Paris kolu da "Centre d'Etudes de Politiques Etrangeres" olarak biliniyordu. Kısacası, bir anda, Batı'nın büyük güçlerinin dış politikalarını yönlendirecek yeni kurumlar oluşturulmuştu.
Dikkat edilmesi gereken, dünyanın lider ülkelerinin dış politikalarını yönlendirmek amacını güden bu kuruluşların kimler tarafından kurulduğu ve finanse edildiğiydi. Finansörler ikiye ayrılabilirdi. "Avrupa yakası"ndakilerin en büyük temsilcisi, ünlü Yahudi finans hanedanı Rothschildlar'dı. Amerika'da ise birden fazla finansör vardı.[1]
Bugün Amerika'da izolasyoncu görüşü savunmaya devam edenlerin çoğu, Wilson'u, Amerika'yı normal bir devlet olmaktan çıkarıp, "dünyanın başına bela" haline getiren adam olarak görürler. Ancak gerçekte bu kritik politika değişikliğini yapan irade, Başkan Wilson'dan çok, onu manipüle eden bir grup elittir.
Bu "elitlerin" adresini aramaya kalktığımızda ise, kaçınılmaz bir biçimde, ABD emperyalizminin "nüvesi" olan CFR, yani "Council on Foreign Relations" (Dış İlişkiler Konseyi) ile karşılaşırız. CFR'nin öyküsü, I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından toplanan Paris Barış Konferansı'na uzanır. Konferansa' katılan delegeler, 30 Mayıs 1919'da Paris'te Hotel Majestic'te uluslararası bir grup kurmak amacıyla toplandılar; böylece uluslararası ilişkilerde hükümetlerine tavsiyede bulunacaklardı. Bu toplantıda oluşturulan organizasyona Institute of International Affairs (Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) adı verildi. 5 Haziran 1919'daki bir toplantıda ise bunun tek bir organizasyon değil, birbiriyle yardımlaşan ayrı kuruluşlar olarak düzenlenmesine karar verildi. Sonuçta merkezi New York'ta olan ve Amerikan dış politikasıyla ilgilenecek olan "Council on Foreign Relations"(CFR) kuruldu. Londra'da da "Royal Institute of International Affairs" (RIIA) oluşturuldu. Bu, aynı zamanda Chatham House olarak da biliniyordu ve görevi İngiliz hükümetinin dış politikasını belirlemekti. Yan kuruluşu olan "The Institute of Pacific Relations" (Pasifik İlişkiler Enstitüsü) sadece Uzakdoğu ilişkilerini düzenlemek için kurulmuştu. Enstitünün benzerleri Paris ve Hamburg'da da oluşturuldu. Hamburg kolu "Institut für Auswartige Politik", Paris kolu da "Centre d'Etudes de Politiques Etrangeres" olarak biliniyordu. Kısacası, bir anda, Batı'nın büyük güçlerinin dış politikalarını yönlendirecek yeni kurumlar oluşturulmuştu.
Dikkat edilmesi gereken, dünyanın lider ülkelerinin dış politikalarını yönlendirmek amacını güden bu kuruluşların kimler tarafından kurulduğu ve finanse edildiğiydi. Finansörler ikiye ayrılabilirdi. "Avrupa yakası"ndakilerin en büyük temsilcisi, ünlü Yahudi finans hanedanı Rothschildlar'dı. Amerika'da ise birden fazla finansör vardı.[1]
Albay House ve Başkan Wilson
Wilson politikalarından söz eden ve "perde arkasını" arayan kaynakların hemen hepsi, Wilson'un özel danışmanı Albay Edward Mendell House üzerinde çokça dururlar. Çünkü rütbesinden çok daha büyük bir güce sahip olan House, CFR'nin önde gelen kurucularından birisidir ve Wilson üzerinde de büyük bir etkiye sahiptir. Amerikalı siyasi tarihçi Dan Sommot'a göre, "House, Wilson'un çoğu iç ve özellikle de dış politikalarını üretmiş, kabine üyelerinin seçiminde büyük rol oynamış ve Wilson'un Dışişleri Bakanlığını büyük bir ustalıkla yönetmiştir." Mouse'nin Başkan üzerindeki olağanüstü etkisi, Britannica'nın İngilizce baskısında da şöyle vurgulanıyor.House, kabinede herhangi bir görev almayı reddetmesine rağmen, Wilson'un 'sessiz partneri' konumuna geldi. Kabine ve Kongre üyeleri üzerindeki kişisel etkisi, Wilson'un politikalarını denetlemesini sağladı. Özellikle dış politika konularında çok etkiliydi ve yakın ilişkiler kurduğu Avrupalı liderle birlikte Amerikan dış politikasını koordine etme şansı buldu.
Böyle bir tablo karşısında, doğal olarak, "Mouse'nin gücü nereden geliyordu?" diye sormak gerekiyor. Bu noktada, House'nin çok yakın ilişki içinde olduğu bazı New York bankerlerini adlarını öğreniyoruz. Dan Smoot, AlbayHouse'un; Paul ve Felix Warburg, Otto H. Kahn, Henry Morgenthau, Jacob ve Mortimer Schiff, Herbert Lehman gibi büyük finansörlerle yakın ilişki içinde olduğunu, hatta bir anlamda onların Washington'daki temsilciliklerini yaptığını yazar.Mouse'nin büyük gücü arkasındaki bu sermaye desteğine dayanıyordu. Amerikalı yazar George Sylvester, 1932 yılında yazdığı ve House-Wilson ilişkini konu alan The Strangest Friendship in History; Woodrow Wilson and Col. House (Tarihteki En İlginç Dostluk: Wilson ve House) adlı kitabında şöyle yazıyordu:
"Schiff, Warburg, Kahn, Rockefeller gibi dev finansörler, House'a çok güveniyorlardı. House, bu finansörler ile Beyaz Saray arasındaki aracıydı."
İşte bu noktada çok ilginç bir şeyle karşılaşıyoruz. Çünkü, bu büyük bankerlerin çok önemli bir ortak özelliği vardı: İstisnasız hepsi yahudiydi! Encyclopaedia Judaica, söz konusu bankerlerle ilgili önemli bazı bilgiler veriyor:
Paul Warburg; Hamburg doğumlu bir Alman Yahudisi, sonradan ABD'ye göç ediyor, büyük bankerlerin arasına giriyor. Yahudi bankerlerin geleneksel tavrına uygun olarak, bir başka Yahudi banker ailenin kızıyla, Kuhn, Loeb şirketinin sahibi Solomon Loeb'in kızı Nina Loeb ile evleniyor. Serveti gittikçe büyüyor. "Bilinçli" bir Yahudi; sayısız Yahudi örgütüne finansal destek sağlıyor. Paul Warburg, ayrıca bir de "bir dünya hükümeti ister istemez kurulacak; tek sorun bu sonuca güzellikle mi yoksa zorla mı ulaşılacağıdır" şeklindeki ünlü sözüyle de tanınıyor.
Felix Warburg ise en az kardeşi Paul kadar "bilinçli". O da "ırk-içi" evlilik yaparak, Jacob Schiff'in kızı Frieda ile evleniyor. Pek çok Yahudi örgütüne destek veriyor. Filistin'e yapılan Yahudi göçünü ve Siyonist hareketi destekliyor. Filistin'deki Yahudi göçmenlere ve Kudüs İbrani Üniversitesine büyük destek veriyor. Siyonist lider ve ilk İsrail devlet başkanı Chaim Weizmann ile işbirliği içinde.
Jacob Schiff, belki de sözkonusu Yahudi bankerler içinde en önemlisi. Almanya kökenli ünlü bir haham ailesinin soyundan geliyor. Babası Moses, Rothschildlar'ın ortağı. Diğerleri gibi o da "ırk-içi" evlilik yapıyor ve Solomon Loeb'in diğer kızıyla evleniyor. Antisemit politikaları nedeniyle düşman olduğu Çar'ın devrilmesi için elinden geleni yapıyor; 1904-1905 Rusya-Japonya savaşında Japonlara 200 milyon dolar veriyor. Rus Yahudilerini silah ve para yönünden desteklerken, Kerensky hükümetine yardım ediyor. (Ayrıca Schiff'in Bolşeviklere de büyük yardım yaptığı da biliniyor.)
"Yahudi olan hiçbir şey kalbime yabancı değildir" sözüyle tanınıyor. Tüm dünyadaki Yahudi organizasyonlarına para yardımı yapıyor. Talmud ve Tevrat eğitimini finanse ediyor. Amerikan başkanlarına Yahudiler lehinde hareket etmeleri için lobi yapıyor. Özellikle de 1917 yılından sonra, Filistin'de bir Yahudi devleti kurulması çabasının güçlü destekçileri arasına giriyor. Mortimer Schiff ise onun kardeşi ve her zaman ağabeyinin yolunu izliyor.Herbert H. Lehman; Amerikalı Yahudi banker, politikacı ve devlet adamı. Lehman Brothers şirketi ile kısa sürede büyük servet elde ediyor. Sayısız Yahudi organizasyonunu finansal yönden destekliyor. Daha sonraki dönemde "Roosevelt'in sağ kolu" oluyor. İsrail'in kuruluşuna destek veriyor; Filistin'e Yahudi göçünü destekliyor. Dış politikada "internationalist"(yayılmacı) görüşü savunuyor ve İsrail Devleti'ne yapılan Amerikan desteğinin başlıca organizatörlerinden oluyor.
Otto Kahn ise Almanya kökenli Yahudi Kahn ailesinin Amerika'daki temsilcisi, büyük bir banker. O da "içerden" evleniyor; Yahudi Kuhn, Loeb şirketinin ortaklarından Abraham Wolff'un kızıyla nikahlanıyor. 30 yaşındayken ABD'nin en önde gelen bir-iki bankeri arasına giriyor. Pek çok Yahudi organizasyonunu finanse ediyor.
Henry Morgenthau: Morgenthaular, Alman kökenli bir Yahudi ailesi. Henry Morgenthau, Yahudi ailenin Amerika'daki diplomat ve finansör üyesi. 1912-1916 yılları arasında Osmanlı'da Amerikan Büyükelçiliği yapıyor. (Morgenthau, bu yıllardan sonra, sözde Ermeni Soykırımı'nı konu edinen ve Osmanlı'yı soykırım uygulamakla suçlayan bir kitap da yazıyor.)
Morgenthau da bilinçli bir Yahudi; Wilson tarafından Polonya Yahudilerinin durumunu incelemekle görevli komisyonun başına atanıyor. Uluslararası Siyonist örgüt B'nai B'rith'in yönetim kurulunda çalışıyor.Kısacası, Başkan Wilson üzerinde büyük etkiye sahip olan Albay House, sözkonusu Yahudi bankerlerin, ya da "Yahudi önde gelenleri"nin adamıydı. Dolayısıyla House'nin Wilson'a yaptığı telkinlerin, gerçekte bu Yahudi liderlerin amaçları doğrultusunda olduğunu anlamak pek zor değildir. Bir başka deyişle, Wilson'un gerçek akıl hocaları, devrin önde gelen Yahudileridir.Dan Smoot, Mouse'nin Wilson'a yaptığı telkinlerden söz ederken, onu "Amerika'nın tüm dünya üzerinde 'demokrasi'yi korumak gibi kutsal misyonu olduğuna" ikna ettiğini yazıyor. Mouse'nin telkinleri, Amerika'nın resmi olarak 121 yıldır süren "izolasyoncu" geleneğinin kesin bir sona erişi ve Amerikan yayılmacılığının resmen onaylanmasıyla sonuçlanmıştı. Wilson'un Almanya'ya karşı savaşa girmesindeki en büyük etken ise, yine Albay Mouse'dir; Yahudi önde gelenlerinin Washington'daki adamı...
House'nin ilginç bir başka icraatı ise, Başkan Wilson'a bir yandan da Siyonizm lehinde lobi yapmasıydı. Yahudi yazar Joshua B. Stein, o yıllarda İngiltere'de Siyonizm'in en önemli savunucularından olan Josiah Wedgwood'un, Başkan Wilson'la görüşerek, ona uzun uzun Siyonizm'in önemi ve bu işi için gereken Amerikan desteği konusunda telkinde bulunduğunu bildiriyor. Wedgwood'u Başkan'la tanıştıran ve görüşmeleri ayarlayan kişi ise kahramanımız Edward House!... Mouse'nin bir başka ilginç ilişkisi ise Siyonizm'e resmi İngiliz desteği anlamına gelen Balfour Deklarasyonu'nu yazan kişiyle, yani bir Hıristiyan Siyonist olan Lord Balfour'la çok yakın bir dostluk kurmuş olmasıydı.[1]
Böyle bir tablo karşısında, doğal olarak, "Mouse'nin gücü nereden geliyordu?" diye sormak gerekiyor. Bu noktada, House'nin çok yakın ilişki içinde olduğu bazı New York bankerlerini adlarını öğreniyoruz. Dan Smoot, AlbayHouse'un; Paul ve Felix Warburg, Otto H. Kahn, Henry Morgenthau, Jacob ve Mortimer Schiff, Herbert Lehman gibi büyük finansörlerle yakın ilişki içinde olduğunu, hatta bir anlamda onların Washington'daki temsilciliklerini yaptığını yazar.Mouse'nin büyük gücü arkasındaki bu sermaye desteğine dayanıyordu. Amerikalı yazar George Sylvester, 1932 yılında yazdığı ve House-Wilson ilişkini konu alan The Strangest Friendship in History; Woodrow Wilson and Col. House (Tarihteki En İlginç Dostluk: Wilson ve House) adlı kitabında şöyle yazıyordu:
"Schiff, Warburg, Kahn, Rockefeller gibi dev finansörler, House'a çok güveniyorlardı. House, bu finansörler ile Beyaz Saray arasındaki aracıydı."
İşte bu noktada çok ilginç bir şeyle karşılaşıyoruz. Çünkü, bu büyük bankerlerin çok önemli bir ortak özelliği vardı: İstisnasız hepsi yahudiydi! Encyclopaedia Judaica, söz konusu bankerlerle ilgili önemli bazı bilgiler veriyor:
Paul Warburg; Hamburg doğumlu bir Alman Yahudisi, sonradan ABD'ye göç ediyor, büyük bankerlerin arasına giriyor. Yahudi bankerlerin geleneksel tavrına uygun olarak, bir başka Yahudi banker ailenin kızıyla, Kuhn, Loeb şirketinin sahibi Solomon Loeb'in kızı Nina Loeb ile evleniyor. Serveti gittikçe büyüyor. "Bilinçli" bir Yahudi; sayısız Yahudi örgütüne finansal destek sağlıyor. Paul Warburg, ayrıca bir de "bir dünya hükümeti ister istemez kurulacak; tek sorun bu sonuca güzellikle mi yoksa zorla mı ulaşılacağıdır" şeklindeki ünlü sözüyle de tanınıyor.
Felix Warburg ise en az kardeşi Paul kadar "bilinçli". O da "ırk-içi" evlilik yaparak, Jacob Schiff'in kızı Frieda ile evleniyor. Pek çok Yahudi örgütüne destek veriyor. Filistin'e yapılan Yahudi göçünü ve Siyonist hareketi destekliyor. Filistin'deki Yahudi göçmenlere ve Kudüs İbrani Üniversitesine büyük destek veriyor. Siyonist lider ve ilk İsrail devlet başkanı Chaim Weizmann ile işbirliği içinde.
Jacob Schiff, belki de sözkonusu Yahudi bankerler içinde en önemlisi. Almanya kökenli ünlü bir haham ailesinin soyundan geliyor. Babası Moses, Rothschildlar'ın ortağı. Diğerleri gibi o da "ırk-içi" evlilik yapıyor ve Solomon Loeb'in diğer kızıyla evleniyor. Antisemit politikaları nedeniyle düşman olduğu Çar'ın devrilmesi için elinden geleni yapıyor; 1904-1905 Rusya-Japonya savaşında Japonlara 200 milyon dolar veriyor. Rus Yahudilerini silah ve para yönünden desteklerken, Kerensky hükümetine yardım ediyor. (Ayrıca Schiff'in Bolşeviklere de büyük yardım yaptığı da biliniyor.)
"Yahudi olan hiçbir şey kalbime yabancı değildir" sözüyle tanınıyor. Tüm dünyadaki Yahudi organizasyonlarına para yardımı yapıyor. Talmud ve Tevrat eğitimini finanse ediyor. Amerikan başkanlarına Yahudiler lehinde hareket etmeleri için lobi yapıyor. Özellikle de 1917 yılından sonra, Filistin'de bir Yahudi devleti kurulması çabasının güçlü destekçileri arasına giriyor. Mortimer Schiff ise onun kardeşi ve her zaman ağabeyinin yolunu izliyor.Herbert H. Lehman; Amerikalı Yahudi banker, politikacı ve devlet adamı. Lehman Brothers şirketi ile kısa sürede büyük servet elde ediyor. Sayısız Yahudi organizasyonunu finansal yönden destekliyor. Daha sonraki dönemde "Roosevelt'in sağ kolu" oluyor. İsrail'in kuruluşuna destek veriyor; Filistin'e Yahudi göçünü destekliyor. Dış politikada "internationalist"(yayılmacı) görüşü savunuyor ve İsrail Devleti'ne yapılan Amerikan desteğinin başlıca organizatörlerinden oluyor.
Otto Kahn ise Almanya kökenli Yahudi Kahn ailesinin Amerika'daki temsilcisi, büyük bir banker. O da "içerden" evleniyor; Yahudi Kuhn, Loeb şirketinin ortaklarından Abraham Wolff'un kızıyla nikahlanıyor. 30 yaşındayken ABD'nin en önde gelen bir-iki bankeri arasına giriyor. Pek çok Yahudi organizasyonunu finanse ediyor.
Henry Morgenthau: Morgenthaular, Alman kökenli bir Yahudi ailesi. Henry Morgenthau, Yahudi ailenin Amerika'daki diplomat ve finansör üyesi. 1912-1916 yılları arasında Osmanlı'da Amerikan Büyükelçiliği yapıyor. (Morgenthau, bu yıllardan sonra, sözde Ermeni Soykırımı'nı konu edinen ve Osmanlı'yı soykırım uygulamakla suçlayan bir kitap da yazıyor.)
Morgenthau da bilinçli bir Yahudi; Wilson tarafından Polonya Yahudilerinin durumunu incelemekle görevli komisyonun başına atanıyor. Uluslararası Siyonist örgüt B'nai B'rith'in yönetim kurulunda çalışıyor.Kısacası, Başkan Wilson üzerinde büyük etkiye sahip olan Albay House, sözkonusu Yahudi bankerlerin, ya da "Yahudi önde gelenleri"nin adamıydı. Dolayısıyla House'nin Wilson'a yaptığı telkinlerin, gerçekte bu Yahudi liderlerin amaçları doğrultusunda olduğunu anlamak pek zor değildir. Bir başka deyişle, Wilson'un gerçek akıl hocaları, devrin önde gelen Yahudileridir.Dan Smoot, Mouse'nin Wilson'a yaptığı telkinlerden söz ederken, onu "Amerika'nın tüm dünya üzerinde 'demokrasi'yi korumak gibi kutsal misyonu olduğuna" ikna ettiğini yazıyor. Mouse'nin telkinleri, Amerika'nın resmi olarak 121 yıldır süren "izolasyoncu" geleneğinin kesin bir sona erişi ve Amerikan yayılmacılığının resmen onaylanmasıyla sonuçlanmıştı. Wilson'un Almanya'ya karşı savaşa girmesindeki en büyük etken ise, yine Albay Mouse'dir; Yahudi önde gelenlerinin Washington'daki adamı...
House'nin ilginç bir başka icraatı ise, Başkan Wilson'a bir yandan da Siyonizm lehinde lobi yapmasıydı. Yahudi yazar Joshua B. Stein, o yıllarda İngiltere'de Siyonizm'in en önemli savunucularından olan Josiah Wedgwood'un, Başkan Wilson'la görüşerek, ona uzun uzun Siyonizm'in önemi ve bu işi için gereken Amerikan desteği konusunda telkinde bulunduğunu bildiriyor. Wedgwood'u Başkan'la tanıştıran ve görüşmeleri ayarlayan kişi ise kahramanımız Edward House!... Mouse'nin bir başka ilginç ilişkisi ise Siyonizm'e resmi İngiliz desteği anlamına gelen Balfour Deklarasyonu'nu yazan kişiyle, yani bir Hıristiyan Siyonist olan Lord Balfour'la çok yakın bir dostluk kurmuş olmasıydı.[1]
JFK Suikasti (1963)
Başkan John F. Kennedy suikasti, gelmiş-geçmiş en ünlü ve en kuşku uyandıran komplo olarak tartışılmaya devam etmektedir. JFK cinâyetinde kesin bir sonuca ulaşmak, muhtemelen hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Ancak suikasti kuşatan karanlık düğümler ve sonraki örtbas etmeler, yakın tarihteki gizli bir elin etkisini açıkça göstermektedir.
22 Kasım 1963 tarihinde Başkan Kennedy, bir otomobil konvoyuyla Dallas'ta gezmektedir. Öğleden sonra 12:30'da arabası Dealey Meydanı'nda köşeyi dönerken yavaşladığında, bir yaylım ateşi başlamış ve başkan, başka yaralıların yanı sıra, başından öldürücü bir yara almıştır. Derhal en yakın hastaneye götürülmüş; fakat çok geçmeden ölmüştür. Ardından, cesedi otopsi yapılmak üzere Birleşik Devletler Deniz Kuvvetleri Bethesda Hastanesi'ne götürülmüştür.
O günün ilerleyen saatlerinde Dealey Meydanı'ndaki bir bina olan Teksas Okul Kitapları Deposu'nda çalışan Lee Harwey Oswald'ın Dallaslı bir polis memuruna ateş açtığı açık bir şekilde görülmüş ve sonunda aralarında "Başkanı öldürecektin, öyle mi?" sözlerini bağıran memurun da bulunduğu bir grup polis tarafından Teksas Sineması'nda yakalanmıştır. Oswald, Deniz Kuvvetleri'nde çalışmış, ardından Sovyetler Birliği'ne iltica etmiş, fakat Birleşik Devletler'e geri dönmüştür. Ünlü "Ben yalnızca kullanıldım."cümlesini söylediği iki gün boyunca sorgulandıktan sonra, oswald, en yakın hapishaneye nakledilirken, bir gece kulübü sahibi ve mafya gangsteri olan Jack Ruby tarafından vurularak öldürülmüştür.
Kennedy'nin yerine başkan olan başkan yardımcısı Lyndon Johnson, suikasti araştırmak üzere Warren Komisyonu'nu görevlendirmiştir. 10 aylık bir araştırmadan sonra Komisyon, Oswald'ın Teksas Okul Kitapları Deposu'nun 6. katındaki "keskin nişancı yuvası"ndan Kennedy'ye 3 el ateş ederek vurduğu kanısını içeren raporunu sunmuştur. Rapora göre Oswald, 3. kişilerle işbirliği yapmamış, tek başına hareket etmiştir.
"Yalnız Silahşör" kuramı, resmi açıklamaların çoğu yönü hakkında kuşku uyandıran bir yığın anlamlı kanıtla çürütülmüştür. Birçok komplo kuramcısı, en muhtemel senaryonun CIA, Castro karşıtları ve mafyadan oluşan bir grubun JFK'ye suikast yapmak için bir araya geldiğini ve ardından da hükümetle hukuk icra daireleri içindeki bağlantılarını kullanarak olayı örtbas ettiklerini tartışmaktadır. Bununla birlikte son yıllarda baş suçlunun olayı etkin bir şekilde sahneleyip sonra da paçayı sıyıran Lyndon Johnson olduğu hakkında görüş birliğine varılmaya başlanmıştır.[2]
22 Kasım 1963 tarihinde Başkan Kennedy, bir otomobil konvoyuyla Dallas'ta gezmektedir. Öğleden sonra 12:30'da arabası Dealey Meydanı'nda köşeyi dönerken yavaşladığında, bir yaylım ateşi başlamış ve başkan, başka yaralıların yanı sıra, başından öldürücü bir yara almıştır. Derhal en yakın hastaneye götürülmüş; fakat çok geçmeden ölmüştür. Ardından, cesedi otopsi yapılmak üzere Birleşik Devletler Deniz Kuvvetleri Bethesda Hastanesi'ne götürülmüştür.
O günün ilerleyen saatlerinde Dealey Meydanı'ndaki bir bina olan Teksas Okul Kitapları Deposu'nda çalışan Lee Harwey Oswald'ın Dallaslı bir polis memuruna ateş açtığı açık bir şekilde görülmüş ve sonunda aralarında "Başkanı öldürecektin, öyle mi?" sözlerini bağıran memurun da bulunduğu bir grup polis tarafından Teksas Sineması'nda yakalanmıştır. Oswald, Deniz Kuvvetleri'nde çalışmış, ardından Sovyetler Birliği'ne iltica etmiş, fakat Birleşik Devletler'e geri dönmüştür. Ünlü "Ben yalnızca kullanıldım."cümlesini söylediği iki gün boyunca sorgulandıktan sonra, oswald, en yakın hapishaneye nakledilirken, bir gece kulübü sahibi ve mafya gangsteri olan Jack Ruby tarafından vurularak öldürülmüştür.
Kennedy'nin yerine başkan olan başkan yardımcısı Lyndon Johnson, suikasti araştırmak üzere Warren Komisyonu'nu görevlendirmiştir. 10 aylık bir araştırmadan sonra Komisyon, Oswald'ın Teksas Okul Kitapları Deposu'nun 6. katındaki "keskin nişancı yuvası"ndan Kennedy'ye 3 el ateş ederek vurduğu kanısını içeren raporunu sunmuştur. Rapora göre Oswald, 3. kişilerle işbirliği yapmamış, tek başına hareket etmiştir.
"Yalnız Silahşör" kuramı, resmi açıklamaların çoğu yönü hakkında kuşku uyandıran bir yığın anlamlı kanıtla çürütülmüştür. Birçok komplo kuramcısı, en muhtemel senaryonun CIA, Castro karşıtları ve mafyadan oluşan bir grubun JFK'ye suikast yapmak için bir araya geldiğini ve ardından da hükümetle hukuk icra daireleri içindeki bağlantılarını kullanarak olayı örtbas ettiklerini tartışmaktadır. Bununla birlikte son yıllarda baş suçlunun olayı etkin bir şekilde sahneleyip sonra da paçayı sıyıran Lyndon Johnson olduğu hakkında görüş birliğine varılmaya başlanmıştır.[2]
Kaynaklar
[1] Aytekin Gezici, "Dünyayı Yöneten Gizli Örgütler", Tutku Yayınevi, Ankara 2013.
[2] Joel Levy, "Gizli Tarih", İthaki Yayınları, İstanbul 2007, s. 75-76, 79.
[2] Joel Levy, "Gizli Tarih", İthaki Yayınları, İstanbul 2007, s. 75-76, 79.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder