EŞEKLİK BİZ DE KALSIN!
Bu anlatacağım hikayede canlılara hiçbir zarar verilmemiştir. Gerçek olay ve kişilerle de bir alakası yoktur.
Hikayemizin konu olduğu yer, Çanakkale’de denizin dalgalarının kıyıyı canhıraş bir şekilde rahatsız ettiği bir küçük köydür. Tarihin en önem arzettiği Truva’nın hemen dibinde. Truva’nın hikayesi malum. Truva'yı savaşla fethedemeyeceklerini anlayan Akhalılar bir hile hazırlarlar. Devasa bir tahta atı Truvalılar’ a hediye olarak sunduktan sonra, savaşı artık bırakıp evlerine dönecekleri izlenimini yaratırlar. Ama gemileriyle uzaklaşıp Bozcaada'nın arkasında beklemeye koyulurlar. Truvalılar hediyenin tanrılara adandığını düşünerek kabul ederler. Savaşın yorgunluğu ve kutlamalarda içilen şarabın etkisiyle herkes uyuduğunda tahta ata gizlenen Akha askerleri atın içinden çıkarak, diğer askerlerin içeri girmesini sağlar, kaleyi ele geçirir ve kenti yağmalarlar.
Çanakkale deyince de Türk-İslam tarihinin en önemli savaşlarından birinin yaşandığı o bölgeyi hatıra getirmemek ne mümkün? Hani “Allah ve Resulu bir konuda hüküm buyurduğu zaman, mümin kadın ve erkeğe o konuda ancak itaat düşer” düsturunu unuttuğumuzda…Hani “Ne zaman ki iyiliği emredip, kötülükten sakındırmaktan vazgeçerseniz, Allah başınıza içinizden kötüleri musallat eder de iyililerin dahi duası kabul olmaz” sünnetullahı gerçekleştiğinde…Hani “Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin, onlar ancak birbirlerinin dostlarıdır” gerçeğini es geçtiğimizde…Hani “ Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin, dininizi değiştirmedikçe asla onlardan olamazsınız” uyarısını unuttuğumuzda…Vatan toprakları bir bir elimizden çıktığında…Son darbeyi vurmak üzere başta İngiliz olmak üzere yedi düvelin namahremimize uzandığında…Okul çocuklarıyla…15 yaşında ki tüyü bitmemişlerle karşı durmaya çalıştığımız, destanlar yazdığımız Çanakkale’de…
Şimdilerde sahillerinde anadan üryanların dolaştığı…İngilizleşmiş nesilleriyle kadehlerin tokuşturulduğu…hala topraklarından şuhedanın fışkırdığı…
Sahilin hemen dibinde küçük bir çiftlikte geçiyor hikayemiz. Biraz ötede yeralan Atabayırı köyün sınırları içerisinde yer alıyor çiftlik. Çiftliğin sahibi bölgenin önemli zenginlerinden Kemal Ağa. Çiftliği düşünce engelli küçük oğlu için yapmış. Onun tedavisi için, rehabilitasyonu için düzenlemiş. Doktor “hasta tabiatla haşir-neşir olsun” diyesiymiş. Şehirde, betonların içinde çocuk huzur bulamazmış.
Bir yandan da Kemal Ağa’nın niyeti eğer Ankara’dan, yukarılardan birilerini ayarlayabilirse kocaman bir otel yapmakmış. “Turizm demek döviz demektir. Döviz demek ülkeye kazanç sağlamak demektir” gibi düşüncelerini yetkililerle paylaşmaya devam ediyormuş. Buranın sit alanı olarak ilan edilmesine ise anlam veremiyormuş.
“Eski günler geride kaldı. Artık savaş yok. Sürekli Çanakkale edebiyatı yaparak dostlarımızı üzmeyelim. Batıyla yakınlaşmak zorundayız” diyerek düşüncelerinin haklılığını ortaya koymaya çalışıyormuş.
Hikayemizin konusu ne Kemal Ağa, ne engelli oğlu ne de turizm sektörü. Hikayemiz çiftlikte geçiyor, doğru. Çiftlikteki hayvanlarla ilgili ancak.
İştah açan çimlerin cazibesi otlakta yayılan hayvanların dikkatini yalnızca işkembe faaliyetine meylettirmişti. Bir yandan da adeta çimenlerin tadını almak için ziyadesiyle gevişte getiriyorlardı. Çenesi düşük inek dikkatlerini dağıtmasa bu keyif asırlarca sürsün isterlerdi.
Bir kaç inek, bir öküz, yaşlıca bir at, bir başka ihtiyar olarak eşek, biraz saftirik koyun, huysuz birkaç keçi, birkaç kovan dolusu arı… Tavuk, horoz, ördek, kaz, hindi derken bir kümes dolusu hayvan. Bir de yine yaşlıca bir köpek…
Kemal Ağanın hasta oğlu elindeki yemleri rastgele kümes hayvanlarına savururken diğer hayvanlarda bir arada otlanmalarına devam etmektedirler.
At bir yandan yerdeki otları ağzında kalan birkaç dişiyle kopartmaya çalışırken bir yandan da sızlanmaktadır.
“Ah be! Dünyaya yarış atı olarak gelmek vardı. Baksana insanlar bile tarladan topladıkları buğdayların en kıymetleri yerini yarış atlarına yedirip kendileri un diye en lüzumsuz yerini yemekteler.”
“Ne yani hayatın haram olan kumara malzeme olarak mı geçeydi?” diye sözünü keser, inek. “Kadere kurşun işlemezmiş. Şikayet edip durma. Allah’ın kıymetli sessiz kullarındanmışsın ki mevlam seni bu otlaklara layık gördü.” Diye de sözünü sürdürdü. “Ya biz ne yapalım. Bize bile bu azgın insanoğlu yemlerimize kemik tozu katarak deli dana hastalığına yakalanmamıza sebep oluyorlar. Hem Anadolu’nun yerli ineği mi kaldı? Her taraf Hollanda inekleriyle doldu.”
“Hatun siyasi konulara girme” diye sözünü kesti ineğin, otlağın tek öküzü. “6284 sayılı yasa otlakta reis’in otoritesini bitirdi.
“Sen şimdi siyaset yapmadın mı?” diyerek inek öfkeli bir möölemeyle susturmaya çalıştı kocasını.
Yavaş yavaş otlakta homurdanmalar artmaya başlamıştı. Her hayvan uluorta konuşmaya başladılar.
At sebep olduğu tartışmayı sakinleştirmek için araya girmeye çalıştı. “Arkadaşlar sakin olalım lütfen!” Tabiri caizse çıngar kopmuştu bir kez. Artık bu tartışma ne şekilde biterdi, belirsizlik harareti artırıyordu.
Öküz öfkeyle bağırdı: “Bana bak hatun…Şu kırma halinle beni tenkit etme. Benim nasıl asil bir soydan geldiği mi bilmiyor musun? Benim büyük büyük babam kim bilmiyor musun?” Cevap beklemeden konuşmasını, bağırtısını artırmaya başladı. “Ben asil bir soydan geliyorum. Fatih Sultan Mehmet gemileri karadan yürütürken, o gemileri halatlarla çeken baş öküzün soyundan geliyorum.”
“Irkçılık yapma” diyerek, bir nevi aile faciasının önüne geçmek için At devreye girdi. “Hamasetin anlamı yok, öküz efendi. Benim de dedem Fatih’in surlardan içeri girerken bindiği at’tır. Huzur içinde geçinip giderken şu otlağın tadını kaçırmayın, ırkçılk yaparak. Hem İstanbul’un fethini iyi düşündünüz mü? Bakın Fatih, Akşemsettin, Ulubatlı Hasan, Macar Urban bir araya gelip hünerleriyle Fetih konusunda uzlaşmasalardı İstanbul’un fethi mümkün olabilir miydi?”
Konuşmanın seyri bütün hayvanların bir araya gelmelerine sebep oldu. Herkes tartışmada söz haklarını kullanmak istiyordu.
Eşek bir yandan anırmaya başladı: ” Yıllardır insanlara yapmadığımız hizmet kalmadı. Ne vefalarını gördük? Bakın nüfusumuz nasıl da azalıyor? Neslimiz tehlikede!”
Keçiler, koyunlar birlikte melediler: “ Hakimiyetimiz domuzlara verdiler, ah şu zalim insanlar!”
Bir anda hayvanların veryansınlarının ortak noktası “insanlar” olmuştu. Tavuklar başta olmak üzere bütün kümes hayvanları gıdaklamaya, gaklamaya başladılar: “Genetiğimizle oynuyorlar. Gdo lu yemlerle besliyorlar. Antibiyotikli, hormonlu ürünlerle beslenmek istemiyoruz.”
Arılar bile tartışmaya dahil oldular. ”Bizi bile sahtekarlığa yönlendiriyorlar. Sahte bal yüzünden güvenirliliğimiz azaldı. Biz yok olursak bütün dünya yok olur, bütün bunun bile farkında değil bu cahil insanlık!”
Çok konuşmaktan acıkmışlardı. Konuşmaya ara vermek durumunda kaldılar. Son sözler eşeğin çenesinden döküldü: “Yine de…” dedi az ötedeki engelli insan yavrusunu göstererek. “ Biz üzerimize düşen hayvanlığı layıkıyla yerine getirelim. Baksanıza şu insan yavrusuna. Ne kadar da masum ve çaresiz. Biz üzerimize düşeni yapalım. Belki bir gün eskiden olduğu gibi merhametli, adil insanlar yetişir yine bu topraklarda… Eşeklik biz de kalsın!”
Hikayemizin konu olduğu yer, Çanakkale’de denizin dalgalarının kıyıyı canhıraş bir şekilde rahatsız ettiği bir küçük köydür. Tarihin en önem arzettiği Truva’nın hemen dibinde. Truva’nın hikayesi malum. Truva'yı savaşla fethedemeyeceklerini anlayan Akhalılar bir hile hazırlarlar. Devasa bir tahta atı Truvalılar’ a hediye olarak sunduktan sonra, savaşı artık bırakıp evlerine dönecekleri izlenimini yaratırlar. Ama gemileriyle uzaklaşıp Bozcaada'nın arkasında beklemeye koyulurlar. Truvalılar hediyenin tanrılara adandığını düşünerek kabul ederler. Savaşın yorgunluğu ve kutlamalarda içilen şarabın etkisiyle herkes uyuduğunda tahta ata gizlenen Akha askerleri atın içinden çıkarak, diğer askerlerin içeri girmesini sağlar, kaleyi ele geçirir ve kenti yağmalarlar.
Çanakkale deyince de Türk-İslam tarihinin en önemli savaşlarından birinin yaşandığı o bölgeyi hatıra getirmemek ne mümkün? Hani “Allah ve Resulu bir konuda hüküm buyurduğu zaman, mümin kadın ve erkeğe o konuda ancak itaat düşer” düsturunu unuttuğumuzda…Hani “Ne zaman ki iyiliği emredip, kötülükten sakındırmaktan vazgeçerseniz, Allah başınıza içinizden kötüleri musallat eder de iyililerin dahi duası kabul olmaz” sünnetullahı gerçekleştiğinde…Hani “Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin, onlar ancak birbirlerinin dostlarıdır” gerçeğini es geçtiğimizde…Hani “ Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin, dininizi değiştirmedikçe asla onlardan olamazsınız” uyarısını unuttuğumuzda…Vatan toprakları bir bir elimizden çıktığında…Son darbeyi vurmak üzere başta İngiliz olmak üzere yedi düvelin namahremimize uzandığında…Okul çocuklarıyla…15 yaşında ki tüyü bitmemişlerle karşı durmaya çalıştığımız, destanlar yazdığımız Çanakkale’de…
Şimdilerde sahillerinde anadan üryanların dolaştığı…İngilizleşmiş nesilleriyle kadehlerin tokuşturulduğu…hala topraklarından şuhedanın fışkırdığı…
Sahilin hemen dibinde küçük bir çiftlikte geçiyor hikayemiz. Biraz ötede yeralan Atabayırı köyün sınırları içerisinde yer alıyor çiftlik. Çiftliğin sahibi bölgenin önemli zenginlerinden Kemal Ağa. Çiftliği düşünce engelli küçük oğlu için yapmış. Onun tedavisi için, rehabilitasyonu için düzenlemiş. Doktor “hasta tabiatla haşir-neşir olsun” diyesiymiş. Şehirde, betonların içinde çocuk huzur bulamazmış.
Bir yandan da Kemal Ağa’nın niyeti eğer Ankara’dan, yukarılardan birilerini ayarlayabilirse kocaman bir otel yapmakmış. “Turizm demek döviz demektir. Döviz demek ülkeye kazanç sağlamak demektir” gibi düşüncelerini yetkililerle paylaşmaya devam ediyormuş. Buranın sit alanı olarak ilan edilmesine ise anlam veremiyormuş.
“Eski günler geride kaldı. Artık savaş yok. Sürekli Çanakkale edebiyatı yaparak dostlarımızı üzmeyelim. Batıyla yakınlaşmak zorundayız” diyerek düşüncelerinin haklılığını ortaya koymaya çalışıyormuş.
Hikayemizin konusu ne Kemal Ağa, ne engelli oğlu ne de turizm sektörü. Hikayemiz çiftlikte geçiyor, doğru. Çiftlikteki hayvanlarla ilgili ancak.
İştah açan çimlerin cazibesi otlakta yayılan hayvanların dikkatini yalnızca işkembe faaliyetine meylettirmişti. Bir yandan da adeta çimenlerin tadını almak için ziyadesiyle gevişte getiriyorlardı. Çenesi düşük inek dikkatlerini dağıtmasa bu keyif asırlarca sürsün isterlerdi.
Bir kaç inek, bir öküz, yaşlıca bir at, bir başka ihtiyar olarak eşek, biraz saftirik koyun, huysuz birkaç keçi, birkaç kovan dolusu arı… Tavuk, horoz, ördek, kaz, hindi derken bir kümes dolusu hayvan. Bir de yine yaşlıca bir köpek…
Kemal Ağanın hasta oğlu elindeki yemleri rastgele kümes hayvanlarına savururken diğer hayvanlarda bir arada otlanmalarına devam etmektedirler.
At bir yandan yerdeki otları ağzında kalan birkaç dişiyle kopartmaya çalışırken bir yandan da sızlanmaktadır.
“Ah be! Dünyaya yarış atı olarak gelmek vardı. Baksana insanlar bile tarladan topladıkları buğdayların en kıymetleri yerini yarış atlarına yedirip kendileri un diye en lüzumsuz yerini yemekteler.”
“Ne yani hayatın haram olan kumara malzeme olarak mı geçeydi?” diye sözünü keser, inek. “Kadere kurşun işlemezmiş. Şikayet edip durma. Allah’ın kıymetli sessiz kullarındanmışsın ki mevlam seni bu otlaklara layık gördü.” Diye de sözünü sürdürdü. “Ya biz ne yapalım. Bize bile bu azgın insanoğlu yemlerimize kemik tozu katarak deli dana hastalığına yakalanmamıza sebep oluyorlar. Hem Anadolu’nun yerli ineği mi kaldı? Her taraf Hollanda inekleriyle doldu.”
“Hatun siyasi konulara girme” diye sözünü kesti ineğin, otlağın tek öküzü. “6284 sayılı yasa otlakta reis’in otoritesini bitirdi.
“Sen şimdi siyaset yapmadın mı?” diyerek inek öfkeli bir möölemeyle susturmaya çalıştı kocasını.
Yavaş yavaş otlakta homurdanmalar artmaya başlamıştı. Her hayvan uluorta konuşmaya başladılar.
At sebep olduğu tartışmayı sakinleştirmek için araya girmeye çalıştı. “Arkadaşlar sakin olalım lütfen!” Tabiri caizse çıngar kopmuştu bir kez. Artık bu tartışma ne şekilde biterdi, belirsizlik harareti artırıyordu.
Öküz öfkeyle bağırdı: “Bana bak hatun…Şu kırma halinle beni tenkit etme. Benim nasıl asil bir soydan geldiği mi bilmiyor musun? Benim büyük büyük babam kim bilmiyor musun?” Cevap beklemeden konuşmasını, bağırtısını artırmaya başladı. “Ben asil bir soydan geliyorum. Fatih Sultan Mehmet gemileri karadan yürütürken, o gemileri halatlarla çeken baş öküzün soyundan geliyorum.”
“Irkçılık yapma” diyerek, bir nevi aile faciasının önüne geçmek için At devreye girdi. “Hamasetin anlamı yok, öküz efendi. Benim de dedem Fatih’in surlardan içeri girerken bindiği at’tır. Huzur içinde geçinip giderken şu otlağın tadını kaçırmayın, ırkçılk yaparak. Hem İstanbul’un fethini iyi düşündünüz mü? Bakın Fatih, Akşemsettin, Ulubatlı Hasan, Macar Urban bir araya gelip hünerleriyle Fetih konusunda uzlaşmasalardı İstanbul’un fethi mümkün olabilir miydi?”
Konuşmanın seyri bütün hayvanların bir araya gelmelerine sebep oldu. Herkes tartışmada söz haklarını kullanmak istiyordu.
Eşek bir yandan anırmaya başladı: ” Yıllardır insanlara yapmadığımız hizmet kalmadı. Ne vefalarını gördük? Bakın nüfusumuz nasıl da azalıyor? Neslimiz tehlikede!”
Keçiler, koyunlar birlikte melediler: “ Hakimiyetimiz domuzlara verdiler, ah şu zalim insanlar!”
Bir anda hayvanların veryansınlarının ortak noktası “insanlar” olmuştu. Tavuklar başta olmak üzere bütün kümes hayvanları gıdaklamaya, gaklamaya başladılar: “Genetiğimizle oynuyorlar. Gdo lu yemlerle besliyorlar. Antibiyotikli, hormonlu ürünlerle beslenmek istemiyoruz.”
Arılar bile tartışmaya dahil oldular. ”Bizi bile sahtekarlığa yönlendiriyorlar. Sahte bal yüzünden güvenirliliğimiz azaldı. Biz yok olursak bütün dünya yok olur, bütün bunun bile farkında değil bu cahil insanlık!”
Çok konuşmaktan acıkmışlardı. Konuşmaya ara vermek durumunda kaldılar. Son sözler eşeğin çenesinden döküldü: “Yine de…” dedi az ötedeki engelli insan yavrusunu göstererek. “ Biz üzerimize düşen hayvanlığı layıkıyla yerine getirelim. Baksanıza şu insan yavrusuna. Ne kadar da masum ve çaresiz. Biz üzerimize düşeni yapalım. Belki bir gün eskiden olduğu gibi merhametli, adil insanlar yetişir yine bu topraklarda… Eşeklik biz de kalsın!”
FEHMİ DEMİRBAĞ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder