7 Eylül 2019 Cumartesi

İSTANBUL HİKAYELERİ
Mondros Mütarekesinin hemen ardından 13 Kasım 1918 günü itilaf devletleri donanması İstanbul önlerine gelerek Haydarpaşa’ya demirledi. 15 Kasımdan itibaren ise itilaf devletleri karaya asker çıkartarak müstahkem mevkilerini işgal etmeye ve şehre yerleşmeye başladı. Böylece İstanbul’un 5 yıl sürecek olan işgal yılları başlamış oldu.
“Doğu Sorunu” veya diğer bir ifade ile “Şark Meselesi” olarak adlandırılan ve Türkleri önce Balkanlardan, daha sonra da Anadolu’dan çıkarmayı hedefleyen politika, 20. yüzyılın başlarından itibaren çok yönlü olarak uygulamaya konulmuştur.20. yüzyıl başlarındaki görüntüsü ile, emperyalist devletlerin “Hasta Adam” olarak vasıflandırdıkları Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu topraklar, ele geçirilmesi gereken hedefler arasında bulunuyordu. Bu hedefi ele geçirmek ve Ortadoğu’daki hammadde kaynaklarına sahip olmak amacıyla pek çok gizli ve açık görüşmelerde bulunan ve antlaşmalar yapan Avrupa’nın emperyalist devletleri, İstanbul şehrinin paylaşılması konusunda bir türlü fikir birliğine varamamışlardır.
Nihayetinde işgal güçleri İstanbul’a asker çıkarmaya başladıktan sonra şehirde bulunan başta sivil ve askeri okullar olmak üzere kamu binalarına ve Türklere ait binalara el koymaya başladılar. El konulacak binaların taksimi içinse “Müttefikler Arası Elkoyma Komisyonu” adıyla bir komisyon oluşturdular.
Şehrin denetimini eline alan işgal güçleri kısa süre içerisinde polis,sağlık, gıda, cezaevi, sansür, telgraf denetimi, levazım, pasaport, donanma, ordu komisyonları kurarak İstanbul hükümetinin şehirdeki otoritesine son verdiler. İşgal güçleri şehrin en işlek caddelerinde askeri kıtalar ile gövde gösterisi yaparak Müslümanlar’ın geleceğe ait ümitlerini yıkmak için büyük çaba sarfettiler. Halka ve asker sivil devlet erkanına psikolojik baskı yapmaktan geri durmadılar.
Sivil halk ise günlük yaşantısında kendi ülkesinde ikinci sınıf vatandaş gibi muamele görmekteydi. Örneğin bir vatandaş tren veya vapur için birinci mevkide bilet almış olsa bile birinci mevkide gitmek hakkı her zaman için işgal gücü askerlerinindi. Halk kendi şehrinde esir muamelesi görmeye başlamıştı. Beşiktaş’tan Üsküdar’a geçmek için işgal kuvveti pasaport bürosundan vize almak zorunluluğu getirilmişti. İstanbullular kendi şehirlerinde bir yerden bir yere giderken pasaport ile gitmek zorunda kalmaya başladılar.
İşgal yıllarında en büyük ızdırabı, İstanbul’un Türk halkı çekti. Çünkü şımarık, terbiyesiz, çalımından geçilmeyen işgal ordusu ve onları alkışlayıp arka çıkan Rum, Ermeni ve Yahudi azınlığın yaptıkları, asırlardır onurlu, hür ve efendi olarak yaşayan Türkler’in izzetini zedeledi. İşgalcilerin Türklere uygun gördükleri, hakaretler, tecavüzler, sebepli sebepsiz, gelişi güzel tutuklamalar, her mânada alçakça hareketlerdi. Kadınlara, kızlara laf atmalar, sarkıntılık yapmalar olağandı. Yanında kocası ve kardeşinin karşı gelmesi durumunda onlar da gözaltına alınıyor ve cezalandırılıyordu.
1. Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan işgal yılları İstanbul’da hayati sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. İstanbul halkı temel ihtiyaç maddelerini bile temin edemez duruma gelmiştir. İstanbul bu süreçte uzun yıllar etkisini sürdürecek büyük bir sosyal ve ahlaki çözülme yaşamıştır. İstanbul’a gelen Beyaz Rus göçmenler,( Tarih tekerrür mü ediyor ne? Dönemin Nataşaları mı desek ne?) Müslüman ahalinin adeta kültürel genetik yapısını kökünden değiştirmiştir. Şehirde kısa sürede uyuşturucu, kumar, fuhuş, zührevi ve diğer salgın hastalıklar baş göstermiştir. Aile kurumu da bu ortamdan büyük ölçüde etkilenmiştir. Pek çok aile parçalanmış, savaşta eşlerini kaybeden kadınlar dul kalmış ve bu büyük aile kriziyle kadınlar ve çocuklar suistimale açık hale gelmiştir. Toplumda yaşanan ahlaki sorunlar şehrin asayişine de yansımıştır. İstanbul, hırsızlık, gasp, tecavüz ve cinayet gibi ağır suçların her an işlendiği bir şehir haline gelmiştir.
Osmanlı Devleti’nde sosyal hayata asırlar boyunca geleneksel bir anlayış hâkim olmuştur. Buna uygun olarak kadın erkek ilişkileri, aile içi yaşam, ev mimarisi, giyim-kuşam ile toplum hayatının diğer alanları dinî ve geleneksel kurallarla düzenlenmiştir. Bu yapı, çeşitli tarih ve evrelerde bazı değişimler yaşamıştır. İstanbul’un fethi ile Osmanlı farklı din ve mezhepteki gayrimüslim topluluklarla birlikte yaşama tecrübesini pekiştirirken, Lale Devri’nden itibaren saray ve elit çevreler Batı’da olup biteni yakından takip etmeye başlamıştır. Sosyal hayata dair üst tabakanın benimsediği bu anlayış topluma da yansımıştır. Söz konusu toplumsal değişimlere Tanzimat ve Meşrutiyet yeni halkalar eklemiş ve sonrasında da kurulacak devletin baskılarına rağmen gerçekleşemeyen Batılılaşma bir devlet politikası haline gelmiştir.
Sosyal değişimler genel itibarıyla doğal sürecinde kademeli olarak gerçekleşmekle birlikte, 20. yüzyılın başında ortaya çıkan büyük savaşlar ve akabinde yaşanan işgaller Türk milletinde ani sosyal değişimlere neden olmuştur. Örneğin, mağlup olunan Birinci Dünya Savaşı sonrasında, İstanbul’da başlayan işgal, beraberinde sosyal ve ahlaki çöküntüyü de getirmiştir. Tabu olan pek çok şey, işgal müddetince alenen yapılan rutinler halini almıştır. Bu meyanda İstanbul’a gelen Rus kadınlarının yanı sıra, dönemin getirdiği zorluklar nedeniyle ahaliden fuhuşa sürüklenen kadınlar bile olmuştur. İşgal güçlerinin baskısı altındaki yönetim, bunlarla mücadele etmek yerine ancak kontrol altında tutmaya çalışmıştır. Nitekim yaşanan bu sosyal ve ahlaki çözülme dönemin romanlarına, gazete ve mecmualarındaki yazılara da yansımıştır. İngiliz İstanbul’a geçmesin diye memleketin bütün okumuş evlatlarının katledildiği Çanakkale savaşı zafer diye tanımlamak ancak anlatımlarımız için bir züğürt teselli olmuştur.
İşgalin başlamasıyla birlikte sahil boyunca Rum, Ermeni ve Yahudiler büyük sevinç gösterileri yapmışlardır. Azınlıklar boğaz ve adalarda, pencerelerinden yerlere kadar sarkan büyüklükte işgal devletleri bayrakları asmış, dükkan ve binalarını yine bu bayraklarla süslemiş ve rıhtımda düşmanı bayraklarla selamlamışlardır
“Zito (yaşasın) Venizelos” diye bağırarak “hora” tepmişler, Rumca gazeteler Yunan Başbakanı Venizelos’u azizler mertebesine yükseltirken, Rumlar kiliselerde işgali “kutsamışlardır” İşgalci Fransız askerleri masum halka ekmek dağıtmakta olan Osmanlı askerlerine bile saldırmışlardı. Açlıktan kayın ağacı tohumu bile yemek zorunda kalan halk “Alman Fıstığı” adını verdiği bu tohumla sakız gibi oyalanmıştır. Bu süreçte sosyal hayatta kadınların vazifeleri, hareket tarzları, erkek gibi davranmaları ve süslenmeleri önemli tartışma konuları olmuştur. “…Bugün düşman kapıdayken “vatanın ahlaklı, milliyetperver, vatanperver kadını” saçıyla başıyla uğraşmaz” dedikten sonra, erkeklerin de savaş dönemi olması itibarıyla kadınlarla ilgilenmesini uygun görmemiştir bir kısım aydınlar. Kadınların kıyafetleri ve süslenmesi üzerinden süren tartışmalar “aile” konusundan ayrı bir şekilde devam etmemiştir. Bu tartışmaların merkezine aile ve eşler arasındaki problemler de oturmuştur. Cepheye giden subay ve askerler yıllarca eşinden ve ailesinden ayrı kalmıştı. Bu ayrı kalış ilk olarak karşılıklı güvensizliğe ve beraberinde bazı ailevi sorunların da doğmasına neden olmuştu. Bilindiği üzere savaş yıllarında bazı ülkelerde kadınlar “sadakatsizlik” suçlamasına maruz kalmış olup bu durum “askerlerin kâbusu” olarak tanımlanmıştır. Evinden uzak kalan erkeğin, dizinin dibinde olmayan hanımından şüphelenmesi ve onu sadakatsizlikle veya ihanetle suçlaması artık sıradanlaşmıştı. Bu yüzden dönemin gazete ve dergileri bu konuda uyarılarda bulunmuştur. Çünkü kadınlar artık sadece evlerinde oturup savaşın bitmesini beklemiyor, kamusal alan dâhil her tarafta varlık gösteriyor ve savaşın kazanılması için cephe gerisinde de görev alıyorlardı.
Vatan için çalışan kadınların dışında kalan ve zevk için evin dışında bir yaşama alanı oluşturan, sokağa yönelen kadınlar ise basında eleştirilmiştir. En çok uzak durulması gereken kadın modeli ise Fransız eğitimi almış ve alafranga tahsil görmüş Türk kadını olarak işaret edilmiştir. Savaş yıllarında Alman dostluğu göklere çıkarıldığından, entellektüeller arasında bir Almanca öğrenme hastalığı, mütareke devrinde İngilizce ve Fransızca öğrenme bağımlılığına dönüşmüştür. Savaş yıllarında yaptıkları stoklarla kısa sürede büyük kârlar elde eden yeni türedi harp zenginleri, çocuklarına İngiliz veya Fransız mürebbiyeler tutarak bu lisanları öğretme gayreti içine girmişlerdir. Azınlık okullarına her türlü yardım yapılırken, Rumların Ayasofya’yı yeniden Hristiyan mabedine dönüştürme yolundaki taleplerine de işgalcilerin olumlu baktıkları yönündeki haberler her tarafta yayılmakta idi. Gerçi kimi haberler abartılmakla beraber, işgalciler azınlıkları korumaya ve kollamaya devam etmişlerdir. Savaş ve mütareke yıllarında sosyal değişimi ele alan çalışmalarda kadın ve çocukların durumu ya atlanmış veya çok kısa ele alınmıştır. Oysa toplumun genelini etkileyen felaketler, çocuk ve kadınları daha fazla mağdur etmiştir. Bunun en açık örneklerini sokakta dilenen, istismar edilen çocuklarda ve karın tokluğuna çalışmak zorunda kalan veya fuhuşa itilen kadınlarda görmek mümkündür.
Mütareke ve işgal dönemi, İstanbul’da yetim sayısının en üst seviyeye çıktığı yıllardır. Bu dönemde yaklaşık 10.000 ila 15.000 arasında yetim bulunduğu tahmin edilmektedir. Bunların ekseriyeti Türk yetimleri idi. Bu yetimlerin çok az bir kısmı farklı milletlere ait yetimhanelerde barınıyorlardı. Yetimhanelere sığınabilmişlerin dışında, sokaklarda başıboş dolaşan, dilencilik ve hamallık yapan çok sayıda aç ve yarı çıplak erkek ve kız çocukları vardı. Nitekim yabancı seyyahlar da mütareke yıllarında Galata ve Pera’nın aç çocuklarla dolduğunu nakletmektedir.
Mütareke yıllarında çeşitli iş kollarında çalışan çocuklar da vardı. Çalışma saatleri 9-10 saati buluyordu ve çocukların ücretleri ise normal işçilerin yaklaşık üçte biri kadardı. Çocukların çalıştıkları işletmelerin sosyal hizmetleri yok denecek kadar azdı. Bu yıllarda sadece ayakkabıcılık sektöründe yaklaşık 2.500 erkek çocuk çalışmaktaydı. Bu çocuklar arasında 7 yaşında olanlar bile vardı. Çalıştıkları yerler sağlıksızdı ve kullanılabilecek temiz tuvaletleri bile yoktu. Bu işyerlerinde çalışan çocuklar genel itibariyle kötü beslenmenin sonucu olarak cılızdı. Çocuklar iş yapabilecekleri tüm fabrikalarda çalıştırılmıştır. 6-7 yaşındaki kız çocukları nakış gergeflerinde kanaviçe işler veya ajur yaparlardı. Çalışma ortamı ve havası çok kötü olan sigara fabrikalarında bile çocuklar çalışmaktaydı. Havalandırması nerdeyse olmayan sigara fabrikalarında tütün tozu havayı doldurmakta, bu da çocuklarda çeşitli hastalıkların ortaya çıkmasına neden olmaktaydı.
Kimsesiz ve maddi imkânı olmayan çocuklar çalışmak veya dilenmek zorunda kalırken, diğer çocuklar okula gitmek istese de gidemiyorlardı. Çünkü işgallerle birlikte öğretmenler ve eğitim de baskı altına alınmıştı. Siyasi gerekçelerle bazı öğretmenlerin azledilmiş olması öğretmen yetersizliğine neden olmuştur. İşgal, zaten yetersiz olan eğitim kurumlarını çalışamaz hale getirmiş, mali sıkıntı çeken hükümet de okulları açamamış, tatilleri aylarca uzatmak zorunda kalmıştır. Dolayısıyla eğitim de işgallerle birlikte aksamıştır.
İstanbul’da olup eşini kaybetmiş dul kadınlarla birlikte Anadolu’dan İstanbul’a sığınan çok sayıda da dul vardı. Bu dullar arasında eşi şehit olup eline bir miktar para geçenler olmakla birlikte, eşi resmi kayıtlarda kayıp olarak görünen ve devletten herhangi bir maaş alamayan çok sayıda kadın da vardı. Bu dullar camilere, imarethane ve medreselere sığınmışlardır. Bunlardan bazıları da çok zor şartlar altında kendi evlerinde yaşam mücadelesi vermiştir. Evlerde yaşayan dulların %50’ye yakını çok kötü şartlarda barınıyordu. Kendileri ve çocuklarının sağlıkları bozuktu. Türk dulları ve çocukların yaklaşık %60’ı hasta idi. Diğer azınlıklara göre en az okula giden ve en çok çalışan çocuklar Türk dullarına aitti.
Yoksullukla pençeleşen şehirde kadınlar çok düşük fiyatlara veya karın tokluğuna çeşitli iş kollarında çalışmaktaydı. Bunlar arasında günlük 1 liraya çalışanlar bile vardı ve bu iş sürekli değildi. Bazıları ise aylık ortalama sadece 4-6 lira kazanmaktaydı. Bu da bir evin temel ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak bir miktardı.
Bu zor şartlar altında karınlarını doyurmak için çalışan kadınlar, ahlaki problemlerle de karşılaşmışlardır. Kadınların artık neredeyse tüm iş kollarında çalışmak zorunda kalması cinsiyetlerin de birbirine karışmasına neden olmuştur. Erkek işlerinin de kadınlar tarafından yapılır hale gelmesiyle basında cinsiyetler arasındaki sınırın çizilmesi konusu gündeme gelmiştir.
Oldum olası İstanbul’a her milletin bakış açısı farklı olmakla birlikte, Osmanlının adaletli yönetiminde herkes burada kendini güvende hissetmiştir. Türk ve Müslüman ahali İstanbul’u başları sıkıştığında sığınacakları payitahtları olarak görürken, Rumlar için burası kadim dini bir merkezdi. Ermeniler için ise İstanbul güvenli bir yuvaydı. Müttefik güçleri de işgalleri müddetince İstanbul’un kapılarını tüm mültecilere açmıştı. Bu yüzden yurt dışından ve ülke içinden çok sayıda mülteci İstanbul’a akın etmiştir. Mütareke yıllarında farklı milletlere mensup sığınmacılardan bazıları şunlardı: Ruslar, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Gürcüler, Ukraynalılar, Tatarlar, Kalmuklar, Polonyalılar, Letonyalılar, Litvanyalılar, İsveçliler, Almanlar, İtalyanlar ve az sayıda da Finlandiyalılar.
Meydana gelen kozmopolit yapı kültürel etkileşimi ve buna bağlı olarak önemli değişimleri beraberinde getirmiştir. İstanbul sokakları farklı din, dil, kültür ve ahlak değerlerine sahip unsurların bir arada yaşadığı, kargaşanın hüküm sürdüğü bir hale gelmişti. Bu durum her ne kadar kültürel zenginlik veya çeşitlilik gibi görünse de esasında önemli sosyal ve ahlaki kırılmaların zeminini oluşturmuştur. Zira gıda ve barınma problemlerine ek olarak birbiriyle ilişkisi olmayan birçok ailenin aynı ortamda yaşamaları ahlak dışı davranışlara zemin hazırlamıştır. Mütareke döneminde gelen göçmen ve sığınmacılar arasında 1917 Ekim Devrimi sonrası Rusya’dan kaçan ve sayıları on binleri bulan Beyaz Ruslar da yer almıştır. Bu göçmenler gelirken ülkelerindeki ahlak ve kültür anlayışlarını da İstanbul’a taşımışlardır. Göçmenler nüfus dengesini alt üst ederken, Ruslar ise sosyal çöküntüye ve ahlaki değerlerin alt üst olmasına neden olmuştur. Örneğin, Osmanlı toplumu “pavyon” ve “gece kulübü” gibi mekânları bu göçmenlerden öğrenmiştir. Bolşevikler Ekim 1917’de Çarlık rejimini yıktıktan sonra Rusya’da büyük bir iktidar mücadelesi başlamıştır. Kızıl Ordu’ya karşı savaşan General Pavel Wrangel yenilince binlerce asker ve sivil Fransa’nın desteğiyle Kırım’dan hareketle İstanbul’a gelmiştir. 1920 yılının ilk yarısından itibaren gelmeye başlayan Ruslarla ilgili olarak gazetelerde de haberler yer almıştır. Rusya’dan gelen göçmenler hükümetin karşı çıkmasına rağmen işgal güçlerinin kararıyla İstanbul sokaklarına yayılmışlardır. Rusların gelişigüzel şehre dağılması ve Müslüman mahallelerine de yerleşmeleri şehirde rahatsızlık uyandırmıştır. Gelen Beyaz Ruslar arasında zengin olup lokanta, konser, bar, kabare ve kumarhane açıp çalıştıranlar da olmuştur. Çoğu Rus Yahudileri tarafından işletilen bu mekânlarda, Müslüman halk Ruslara özgü eğlence hayatına alışmıştır. Ayrıca Rus kadınları fuhuş hayatında da vesikalı ve vesikasız olarak yoğun bir şekilde yer almıştır. Devrin polis kayıtlarına göre vesikalı çalışan yabancı uyruklu kadınlardan sayıları en fazla olan Rus kızlarıdır.
Ruslar’la birlikte Beyoğlu yeni bir görünüm kazanmıştı. Lokanta, konser, bar, kabare ve kumarhane işi kısa sürede Ruslar’ın eline geçmişti. Çoğunluğu Rus Yahudiler ve Rum’lar tarafından işletilen bu yerler işgal altında bulunan Osmanlı halkına farklı bir yaşam tarzı sunmuştur. Bunda en önemli etken, Rus göçmenleri ve işgal devletlerinin askerleri olmuştur. Ekonomik sıkıntılar geçim derdine düşmüş halkı, kumar gibi para gerektiren oyunlardan uzak tutsa da, polis kayıtlanna geçen kumar vakalarına da rastlanmaktadır.
Mütareke İstanbulu’nda göze çarpan diğer bir husus barların açılmasıdır. İstanbul’un alemcileri Galata’nın izbe meyhanelerinden barlara terfi ediyorlardı. Meyhaneler iki kategoriye ayrılabilirdi; bunlar, özellikle biranın ve diğer alkollü içkilerin sunulduğu birahaneler veya yemek ve içki servisi yapılan kafelerdi. Kentin her mahallesinde birahaneler mevcuttu. Bunlann büyük bir bölümü, kalitesiz dansların yapıldığı ve fahişelerin mesleklerini icra ettikleri, kötü şöhretli yerlerdi. Bu tür birahaneler, çoğunlukla galata ve Pera’ daydı. Bu bölgedeki barlara, genellikle Müttefik askerleri ve denizciler devamlı gitmekteydi. Pera ve Galata’daki barlarda çalışan kızların pek çoğu tescilli ve meşhur genelevlerden gelmekteydiler.
Ayrıca, Kadıköy ve Moda’daki bazı lokantalarda, çoğunluğu Rus olan garson kızlar çalışmaktaydı. Bu kızlardan bir kısmı, fahişe olarak kayıtlı idi. Suriçi bölgesinde ve Boğaziçi köylerindeki birahaneler nisbeten dğerlerine oranla daha temizdi. Buralarda, çoğu zaman orkestra vardı; saygın kişiler buralara devam ederlerdi. Bütün uluslara ait birahaneler bulunmakla birlikte Rum birahaneleri çoğunluktaydı. Çoğunluğunun içki satma ruhsatına sahip olduğu görülmektedir.
İşgal kuvvetleri ve göçmenler sayesinde İstanbul’ da sosyal yaşamda önemli değişiklikler yaşanmaktaydı. “Milli moda” ile “Rus modası” kaynaşıyordu. Çarşaf demode olurken Batı giysilerinden fark edilemeyecek oranda değişime uğruyordu. Sonrasında Cumhuriyet Türkiye’si ise, İstanbul hanımlarını kılık-kıyafet ve şapka devrimine hazır bulacaktı. İstanbul yoksulluğuna karşın kendine özgü estetik değerleri oluşturmakta gecikmedi, göçmen Rus kadınlarının üzerlerinde ne öylece kaçtıklarından pislikten sefaletten bitlenen saçlarını kökünden kazıyarak; ne buldularsa başlarına geçirmeleri İstanbul’da “Rus saçı” adıyla yeni bir modayı başlatmalarına sebep oldu. Peruk hayatın bir parçası oluyordu.
Dersaadet hanımefendileri bu zavallı göçmenlerin rengarenk örtülerini de taklit ediyorlardı. Pera sosyetesinde, göz kamaştıran kadınlar vardı. Bunlardan biri, Madam Siniossoglon; güzelliği ile herkesi büyülemekteydi. Şehrin en zengin Rum ailelerinden birine mensuptu. Yeni çıkan incecik ipek çorapları ilk giyen kadın o oldu. Çorapları o kadar inceydi ki önceleri elçilikteki tüm kadınlar, çorap giymiş olduğundan kuşku duyuyor, içgüdüsel olarak bacaklarını eteklerinin içine ya da oturdukları koltukların altına saklıyorIardı. İpek çorap adeta yeni bir çağ açmıştı. Eskiden bacaklan örtrmek için giyilirken artık bacakları soymak için giyiliyordu denilerek bir yenilik tasvir ediliyordu.
Diğer bir gelişme, Mütareke ile birlikte önceden İstanbulluIarın gözde mesire yerleri olan boğaz, yerini Adalar’a bırakmıştı. İstanbullu denize girmeye başlamıştı. Yüzyıllardır deniz yerine mesire alanlarını tercih eden İstanbul halkı, plaj modasını Rus göçmenlerden görmüştür. Tarihi çınarları ve memba sularıyla meşhur Florya’ya, Fülürye kuşunu dinlemeye giden İstanbullular artık deniz banyosu için Fülürye sahillerine gitmeye başlamıştır. Bu arada “Fülürye” Rus şivesi ile Florya’ya dönüşmüştür. Yarı çıplak Rus kadınlarının denize girdiği ve kumlara uzandığı mekânlara giden Türk halkı için giderek haremlik kalkmış, mesire yerlerinde açıktan içki satılmaya başlanmış ve bazı Türk kadınları da Ruslar gibi denize girmeye başlamıştır. Daha önceden fazlaca görülmeyen bu durum, o dönem için ahlaka ters tavırlar olarak tanımlanmıştır. Mahremlik giderek kalkıyor; Türk kadınları için de açılma devri başlıyordu. Rus ihtilalinin İstanbul’a getirdiği Beyaz Rusların Çarlık Rusyası’nın en medenileri (!) olduğunu ve İstanbul’a medeniyetin ilk zehrini onların aşıladığını vurgulamak sanırım doğru olacaktır. Ayrıca savaşın yıkıcı etkisinden kurtulabilen ailelerin, Beyaz Rusların kollarına düştüğünü ve orada eriyip bittiğinide görmezden gelemeyiz.
Türkiye’de ilk modern ruh sağlığı hastanesini kuran Mazhar Osman da İstanbul’da yaşanan ahlaki çöküntüyü Rus göçmenlere bağlamaktadır. Osman bu durumu, “Umumi Harp bitti. Mütareke oldu, düşman orduları çekirge gibi İstanbul sokaklarına yayıldı, otomobil içinde sarhoş Amerika bahriyelileri kucaklarında zilzurna sarhoş Rum dilberleri Beyoğlu’nun büyük caddelerinde resmigeçit yapıyorlardı, barlarda İngiliz neferleri viski ile zilzurna sarhoş olduktan sonra rastgelene saldırıyorlardı… İstanbul Bizans döneminde bile görmediği sefahat hayatını sürüyordu. Lokanta ve barlarda hizmet eden birbirinden güzel Rus prensesleri, kontesleri bu sarhoş alayının büsbütün çıldırtmıştı. İçki bu aşkı doyurmuyordu; beyaz toz, kokain... aldı yürüdü. Morfinmanlar sokakları dolduruyordu. İstanbul’un mahalle kahvelerine kadar sarışın Rus dilberleri beyaz tozla yayıldı. Kokain ile halkıın aklı, tombala ile parası çalınıyor, tımarhanelere kokainmanlar, eteromanlar, morfinmanlar doluyordu. İstanbul Allahlık’tı; her hükümet karışıyordu; hiçbir hükümet birşey yapamıyordu. Halk kütlesi elden gidiyordu Topla, tüfekle, tayyare ile bomba ile dünyanın kırk küsur milleti İstanbul’u ezememişti; İstanbul kokaine, fuhşa esir oldu. Çar ordularına altı yüz sene karşı duran İstanbul, Rus orospularına mağlup olmuştu….”
Şehirde fuhşun yaygınlaşmasının bir diğer sebebi savaş şartlarında ortaya çıkan yeni zenginlerdir. Daha önce zikredildiği üzere mütareke dönemi servet ve sefaletin aynı anda yaşandığı yıllar olmuştur. İşgal askerleri tarafından harcanan para da sefalet hayatını beslemiştir. Bu yeni zenginlerin eğlence düşkünlüğü, alkol, kumar, kadın ticareti, kokain gibi kötü alışkanlıkları yaygınlaştırmıştır. Toplum her fırsatta ve her mekânda artık bu işlerle iştigal eder hale gelmiştir. En basit sinema salonlarında bile Rus varyeteleri gösteriler yapmaktaydı. Bu gösterilerde ince ten elbisesi giyerek akrobasi hareketleri yapan Rus bayanlarına halk yoğun ilgi göstermekteydi. Bu hileli giyim, dans eden kişiyi çıplakmış gibi göstermekteydi. Bu durum toplumdan çok büyük tepki almamaktaydı. Bu tür faaliyetler sinema gibi çok sıradan yerlerde devam ederken fuhşun yapıldığı mekânlar da hızla artmış, burada çalışanların sayısı binleri bulmuştur. Barların yanın da çok az olmakla birlik de bilardonun oynandığı da görülmektedir . Yeni doğmakta olan sinema yaygınlaşmakta özellikle Fransız filmleri oldukça ilgi görmekteydi. Mayıs 1921 ‘de İstanbul’da, yaklaşık 32 daimi ve 12 geçici sinema salonu vardı. Sinemalarda genel ahlaki yapıya ters filmler gösterilmesi bu döneme rastlamaktadır. Her ne kadar sinemaların bazılarının sahibi yerli girişimciler ise de kahir ekseriyetinin sahipleri yabancılarla azınlıklardı. Buralarda gösterilen filmler Fransız, İtalyan ve Amerikan filmleriydi. Bu durumdan İtilaf güçleri oldukça memnundu; çünkü bu filmler kendi ülkelerine aitti ve bir yönüyle propaganda aracı olarak kullanılıyordu. Bu filmlerden bazıları Amerika ve İngiltere’de gösterimine izin verilmeyen müstehcen, niteliksiz, ahlaksız filmlerdi ve her yaştan kişinin seyretmesine izin veriliyordu
İstanbul’un bu sosyal ve ahlaki çöküş sürecine tanıklık eden dönemin bir kısım yazar ve devlet adamları eser ve raporlarında başta fuhuş olmak üzere diğer kötü alışkanlıkları işlemişlerdir. Bunlardan biri olan Yakup Kadri, Sodom Gomore’yi, İstanbul’un bu durumunu gözlemleyerek yazmıştır. Roman adını, ahlaksızlıkları nedeniyle helak edilen Lût kavminin yaşadığı Sodom ve Gomore şehirlerinden almıştır.
Mütareke yıllarından sonra cumhuriyetin kurucuları bu kötü tabloyu miras olarak devralmışlar ve toplumda var olan bu marazları kontrol altına almaya çalışmışlardır. Ancak çürüme başlamıştır. Bir de alalacele yapılan kültürel boyutlu devrimler ile Türk toplumu geçmişinden iyice uzaklaşır olmuştur. Cumhuriyet rejiminin halk sağlığı ve nüfustan başka odaklandıkları bir diğer konu da aile ve aile ahlakının korunması olmuştur. Nüfus artarken ahlaklı çocuk yetiştirmenin ailenin asli vazifesi olduğu üzerinde durulmuştur. Bu açıdan eşlerin birlikteliğini tehlikeye düşürecek her türlü durum toplumsal tehdit olarak algılanmıştır. Bu açıdan fuhuş, zührevi hastalıklar ve alkol bağımlılığı üzerinde önemle durulmuştur. Çözüm olarak umumhaneler, pansiyonlar, buluşma yerleri adı altında mekânlar oluşturulmuştur. Bunların denetlenmesi için İstanbul Polis Umum Müdürlüğü’nde ahlak zabıtası kurulmuş ve sıhhî heyet oluşturulmuştur. Böylece hayat kadınları kontrol altına alınmış ve zührevi hastalıkların önü alınmaya çalışılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı Türk insanını ve ekonomik varlığını bitirme noktasına getirmiştir. İşgal dönemi başkent İstanbul’un en zorlu yılları olmuştur. Başta padişah olmak üzere Türk milletine fiziki ve psikolojik olarak büyük baskılar yapılmış ve şehir adeta tarumar edilmiştir. Onlarca gemi, dev toplara sahip denizaltı ve binlerce askerle yapılan işgaller hiç sona ermeyecekmiş gibi algılanmış, ülkenin sadece maddî varlığı değil ahlaki değerleri de tahrip edilmiştir.
İşgal kuvvetleri ve gayrimüslimler kendi inanç ve ahlak düşüncelerine göre bir şehir inşa etmek için kolları sıvamış, alkol, kumar, esrar-eroin, fuhuş, müstehcen filmler başta olmak üzere bu alışkanlıkları şehrin her yerinde açıktan yapılır hale getirmişlerdir. Yine şehre kalabalık gruplar halinde gelen mülteciler ise şehrin tam anlamıyla ahlaki bir buhranın içine girmesine neden olmuşlardır. Özellikle Rusya’dan gelen General Pavel Wrangel’in ordusu ve binlerce sivil göçmen şehrin demografik, ekonomik, sosyal ve ahlaki yapısında derin yaralar açmıştır. Bu gelişmeler başkenti tezatlar şehri haline getirmiş; kentte sefalet ve zenginliğin aynı anda yaşanmasına neden olmuştur. Hayat pahalılığı ve işsizlikten muzdarip, sefalet içinde karnını doyurmak zorunda olan binlerce kadın ve çocuk, işgalcilerin ve savaş zenginlerinin istismarına açık bir vaziyet almıştır.
İmkânsızlıktan dolayı şehrin kanalizasyon sistemi çökmüş, belediye hizmetleri aksadığından çöpler ve hayvan leşlerinin ötesinde bazen insan cesetleri sokaklarda günlerce kalmış, zararlı haşereler evleri istila etmiş; bütün bunlar da salgın hastalıkların yayılmasına neden olmuştur. Şehrin aşırı kalabalık bir nüfusu barındırması, beraberinde temel ihtiyaç maddelerinin azalmasına ve çeşitli sıkıntılara sebep oluyordu. Kömür kıtlığı vapur ve tren seferlerini aksattığı gibi, sık sık elektrik ve su kesintisi de uygulanıyordu. Gıda maddelerindeki sıkıntı 1919 Şubatından itibaren Amerika’dan un vs gelmesi ile büyük ölçüde azalmıştır. Şehrin 1919 yılında sağlık problemlerine bakıldığında başta tifüs, tifo, difteri ve gripten ölümler çok olmakla beraber, en fazla ölüm oranı bebeklerde görülmekte idi. 1920 yılında şehirde veremden ölenlerin sayısında da artış gözlemlenmiştir.
Şehrin ana inşa maddesi olan ahşaptan evlerde yangınların çıkması ve bunları söndürecek donanıma sahip olunamamasından dolayı bazen koca mahallelerin yok olmasından dolayı İstanbul’un yaklaşık üçte biri harap olmuştur. Fuhuş kaynaklı zührevi hastalıklar sıradanlaşmış, başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun diğer şehirlerinde de görülen bu hastalıklara bakan Emraz-ı Zühreviye hastaneleri açılmak zorunda kalınmıştır. İşgalin bir diğer boyutu da, Türklerin sosyo-ekonomik açıdan durumlarının daha da kötüye gitmesi şeklinde belirginleşmişti. İşgal döneminde Atina Bankası, İstanbul’daki yerli Rumlara kredi açarak Türklerin mülklerini yüksek fiyatlar teklif ederek almaları talimatını verdi. Gayrimüslimlere ve dünya kamuoyuna medeniyet getirme sözü veren işgalciler şehre korku, kargaşa ve kaostan başka bir şey getirmediği gibi onların keyfi davranışları güvenliği de zaafa uğratmıştır. Buna ek olarak İstanbul, karnı aç olan insanların hırsızlık ve gasp yaptığı, ahlaki değerleri dejenere olanların tecavüzlerde bulunduğu ve bağımlılık yapan madde kullananların da cinayet gibi çok ağır suçlar işlediği bir şehir haline gelmiştir. Tüm bu gelişmeler başta İstanbul olmak üzere Osmanlı şehirlerinde, günümüzü bile etkileyecek şekilde büyük bir sosyal çöküntüye neden olmuştur. Daha önceden bilinmeyen veya belli bölgelerde olup da yaygınlık kazanmayan, Türk toplumunun ahlaki değerlerine ters alışkanlıklar sıradanlaşmış ve gündelik hayatın dokusuna sinmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla işgalciler ülkeyi terk etse de etkisi onlarca yıl süren ve bugün bile kökleşmiş yaşam algısına sebep olmuş toplumsal çöküntünün mimarları olmuşlardır.
İşgal İstanbul’un Türk halkında büyük umutsuzluklar doğurmuştur. Zira uzun bir süre devam eden işgal neredeyse halk tarafından kanıksanır hale gelmiştir. İstanbul limanına geminin biri yanaşıyor biri gidiyordu. Bu gemilerle yapılan asker ve mühimmat sevkıyatı, İstanbul halkında işgalin uzun bir müddet devam edeceği düşüncesini doğurmuştur. Bunları gören halk da derin bir sessizlik içine giriyordu. İşgal halkın psikolojisi üzerinde çok mühim etkiler bırakmıştır. Başta, hürriyetine düşkün olan bir millet ilk defa esarete düşüyordu. Esaret psikolojisi yaşıyordu. Efendisi oldukları azınlıklar karşısında bile ses çıkartamıyorlardı. Dün kendilerine her türlü serbestiyeti verdikleri azınlıklar, kendilerine fırsat geçtiğinde tam tersi bir uygulama yapmışlardır. Dün efendisi olan azınlıkların işgalle kendilerine efendilik taslamaları psikolojik açıdan halkı derinden sarsmıştır. Asayişin sağlanamaması şehirde giderek büyüyen bir düzensizlik meydana getirmiş, yolsuzluklar, gasp, cinayet, hırsızlık İstanbul halkının psikolojisi üzerinde büyük etki bırakmış, halk dışarı çıkmaya korkar hale gelmiştir. Artık Türkler kendi ülkesinde parya durumuna düşmenin verdiği psikoloji ile işgalle yatıp işgalle kalkmaya başlamıştır. İşgal, İstanbul’un Türk halkında o gün ve ondan sonraki zaman diliminde bile hiçbir şekilde unutulmamış, işgal dönemi ve işgal sonrası basında işgale dair çıkan yazılar, buhranlı dönemin hiçbir şekilde unutulmadığını göstermektedir.
İstanbul’u işgal eden İngilizler, Müslümanların ahlakını bozmak, karakterini yok etmek için her çeşit ifsat komitesini faaliyete geçirmişlerdi. İşte bunlardan birisi Avrupa’dan büyük çapta beyin uyuşturan alkollü içkileri İstanbul’a getirmeleridir. Böylece Müslüman milletimizin havai, nefisperest olanlarını kendilerine çekmeyi planlıyorlardı. Buna karşılık, onların idaresindeki İstanbul Hükümeti ise ahlak zabıtası gibi bazı tedbirleri içeren bazı kanunlar yaptı ise de etkili olmadı. Çünki hükûmetin o günlerdeki iradesi te’sirsizdi. Çıkarttığı kanunlar ve ahlâk zabıtası bunun önüne geçemiyordu. İşte tam o sıralarda ehl-i hamiyet ve ünlü din âlimlerinden müteşekkil bazı zatlar Hilal-i Ahdar cemiyetini kurdular. Cemiyetin oluşumunda Mehmet Akif ile Bediiüzzaman’ında katkıları fevkalede olmuştur. Yani bugünkü manada bildiğimiz, Yeşilay’ın!
18 Mart 1920 gününde YEŞİLAY Cemiyeti’nin kuruluş günüydü. Genel Kurul’da zamanın Şeyh-ül İslâmı Hayderîzade İbrahim Efendi ve Darül Hikmet-il İslâmiye azasından o zamanki ismiyle Said-i Nürsi’ de vardı. Said-i Nursi Efendi, dikkati çeken üyelerden biri idi. İlk gün toplantıda fazla bir konuşma olmadı. Yeni seçilenler oldu... O günki buhranlar içinde memleketin çok seçkin şahsiyetleri vardı. Sonra Said-i Nursi Efendi genel merkeze seçildi. Âheste ve ağır tonla konuşan ve konuştuğu zamanda, düşünen bir adam olan üstad Yeşilay’ın elli beş yıl evvelki zabıt defterinde şöyle buyurmaktadır: “Şeriatta hüküm var. Hekimlerce de beyan edilen, hikmettir. İçki, kumar; bunlar sakınılması gereken büyük günahlardandır. Kötülüklerle mücadele için en ziyade matbuât meselesine ehemmiyet verelim” demiştir.” Yani medya ve yolları ile karşı duralım.
Bediüzzaman 1800’lü yılların sonlarında Van’da Tahir Paşa Konağında kalırken;Tahir Paşabir gazetenin haberini Bediüzzaman’a gösterir.Gazetenin haberi şu idi:William Ewart Gladstone Kur’an’ı eline alarak ingiliz Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada:” Bu Kur’an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, ya bu Kur’an’ı susturup ortadan kaldırmalıyız.. Veyahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” der.Bu haberi okuyan Bediüzzaman ta o tarihte İngiliz siyasetçilerinin Müslümanlar için tertipledikleri oyunları bilmiş ve İngiliz siyaseti ile mücadelesini ta o zamandan başlatmıştır. Öyle ki kendisi zaman zaman “İngilizlerden neden bu kadar nefret ediyorsun “sorularına muhatap kalmıştır.
Osmanlı aydını çareler arıyordu. Biryandan teşkilatlanıp mücadele arayışına kalkışan Osmanlı münevverlerine karşında başka türlü teşkilatlanmalar göze çarpıyordu: Rum çeteleri!
İngiliz İstihbarat Subayı John G. Bennett başta Daşnak Ermeni Komitesinin ya da başka bir deyişle çetesinin mensupları olmak üzere İstanbul’un bilumum şöhretli ayak takımını Sirkecide’ki bir mahzende toplamıştı. Herkes Bennett’in kendilerine vereceği talimatlara odaklanmıştı. Bennett ise zafer kazanmış komutan edasıyla mağrur bir şekilde konuşmasını sürdürüyordu:
“Baylar! Yapmış olduğunuz faaliyetlerde sizlere olan desteğimizi biliyorsunuz. Sizlerden bir ricam olacak ki, işte buna dikkat edip ciddi pozisyon almalısınız. Türklerin ne zaman içinde bulunacakları duruma itiraz edecekleri hiç belli olmaz. Yer yerde olsa Anadolu’da direniş hareketleri başgöstermiştir. Morallerini bozmak ve yılgınlıklarını artırmak için çok hassas davranmamız ve stratejik olmamız gerekir. Özellikle Türk milletinin kanaat önderlerinin çocuklarına musallat olmanızı isteyeceğim. Onlara kadın ile, alkol ile, esrar ile yaklaşınız. Onları ayarttığınız da bize karşı duran bu lider insanları kendi ateşleriyle oyalayabiliriz. Misal, Mehmet Akif isimli kişiyi düşününüz. Yazmış olduğu şiirleyiyle toptan-tüfekten daha etkili olan bu kişi zaten cepheden cepheye koşturduğu için ailesine yeterince vakit ayıramamakta. Çanakkale şehitlerine ithafen yazdığı şiirin etkisi malum. Bir oğlu var, adı Emin...”
Sonra kalabalığın içindeki genç rum çetecilerden en gözü karalardan biri olan Hrisantos’a çevirir bakışlarını.
“Sen, Hrisantos...Emin’in peşine sen takıl. Allem kallem aklına gir. Anla işte! İşinizi size ben öğretecek değilim!”
(Karga karga gak dedi adlı kitabımdan)
Murat Fehmi Demirbağ
GELECEĞE MEKTUP
Seni Allah’ın selamıyla selamlıyorum torunum,
Sen bu satırları yaklaşık 21900 gün sonrası okuduğunda...
23 eylül 2014 tarihinde yazıyorum bu satırları sana, 2071 yılında okuman için. (Cidden bu tarihte yazıldı bu satırlar.)Yani 15 Temmuz’a daha çok var. Yani ihanet şebekesinin...paralel yapının...dabbenin darbe teşebbüsüne kalkışacağı günlere çok var. Ancak sayılı gün tez geçer. Uzun süredir devletin büyüklerini şer organizasyonlara karşı uyarmaya devam ediyorum. Kimseler dedeni ciddi almıyor oğlum. Bir Halık bilsin...Bir de sen bil ki, deden vatan hainleriyle, gaflet delalet ve ihanet içinde olanlarla hiçbir vakit yol tutmadı. İstiyor ki sizler de bağımsız bir vatanda hürriyet içinde yaşayasınız. Bizim karakterimiz bellidir oğlum; biz hiç bir vakit esaret altında yaşamaya tahammüllü insanlar değiliz. Yalnızca Rabbimizin önünde eğiliriz.
Sen ki henüz doğmuş değilsin. Kim bilir, nasıl bir yakın gelecekte hangi şartlar altında gözlerini açacaksın dünyaya? Sen doğduğunda ben hayatta olacak mıyım kim bilir?
Fakirlik ve cehaletin egemen olduğu günlerden uzanıyorum sana.
Savaşların, sürgünlerin, ahlaki çöküntünün hakim olduğu bir dünya gündeminin arasına sıkışarak sesleniyorum.
Doğanın fauna ve florasının...habitatının talan edildiği günlerden...
Yaklaşık 1000 yıl önce İlay-ı Kelimetullah sancağını dönemin süper gücü Bizans’a karşı bu topraklara diken sultan Alparslan hazretlerinin bir torunu olarak kaleme alıyorum satırlarımı.
Şu an için bu topraklarda yaşayan nüfusun yaklaşık 50 milyonunun tarih olacağı günlere yazıyorum. Her insan ecel şerbetini içer birgün. Şu an yaşayan yaşı 40 üzeri insanların ekserisi bu dünyadan çoktan göçmüş olacak. O günler geldiğinde üzerlerinde rüzgarlarla dalgalanan nice otlar yeşerecek.
Dünyayı nasıl bir gelecek bekliyor bilemiyorum. Hangi sancak, hangi bayrak altında yaşayacağız onu da bilemiyorum. Duam Allah’ın rızasını arzulayan insanların hakim olduğu bir dünya.
Günümüz gençliğinin durumu içler acısı. Ensest sapıklık, çocuk pornosu, uyuşturucu başta olmak üzere bilumum günahın her türlüsü toplumsal dokumuzu perişan etmekte. Din bezirganları insanları Allah ile aldatmaktalar. Çok ta cahiliz oğlum. Toplumda kitap okuyan da yok, okuduğunu anlayan da az...
Yöneticilerimiz ise ülke nüfusunu şehirlere yığmaktalar. Beton kafalı, naylon yürekli adamlar olduk biz büyükler; sizlerin geleceklerini çalmaktayız.
İlim, kültür, sanat, edebiyat ve ahlak üzerine kafa yoran Allah’ın kulu yok denecek kadar az. Din görevlileri bile suskunlar bu durum karşısında.
Üniversitelerimizin durumu içler acısı. Bir de paralıları çıktı ki ortaya; yalan rüzgarı tenimizi savurmakta.
Sağlık sektörü denilen tıp terörüne karşı teyakkuzda olun!
Aile dokumuz perişan...
Tarım ve hayvancılık politıkamız, enerji politikamız, sanayileşmemiz, endüstriyel alt yapımız, bilgi ve bilişim donanımımız yok, yok, yok!
Karamsar olmanız adına yazmıyorum bütün bunları.
Bu gerçeklerle yüzleşmeye hazır olun ve siz siz olun lüzumsuz mevzularla gün tüketmeyin.
Unutmayın, sizler de torunları olacak gelecek nesilsiniz!
Biz dedelerinizi örnek almayın; ibret alın!
Devletinizin düşmanı olmayın. Ama mevcut sistemi de Allah’ın rızasına uygun olması için çatır çatır eleştirin. Yıkıcı değil yapıcı eylemler üretin.
Ahlak tek refleksiniz olsun!
Biz 2071 yolunda çocuk ve gençlik politikaları da oluşturamadık. Çocuklarımızı batının gümrüksüz ithal kavramlarıyla büyütüyoruz.
Siz, çizgi filmler yapın, kendi değerlerimizi rol model bazında informal olarak gelecek nesle aktarmak için.
Mutlaka da kitabımız Kuran’la ilişki kurun. Onu okuyun ve anlamaya çalışın.
Kişileri ve olayları konuşmayın. Nedenlere odaklanın.
Sorgulayın!
Aklınızı kiraya vermeyin. Tek liderin etrafında bütünleşin; Allah’ ın Resulunun!
Irkçılıktan uzak durun! Unutmayın, Müminler kardeştir. Yine unutmayın ki küfür tek millettir. ve yine unutmayın ki; sü (asker) uyur, düşman uyumaz!
Eğer o günlere kaldı ise; Amerika, İsrail, İngiltere, Almanya, Fransa, Rusya, İran ve Çin’den gelebilecek her türlü fikri uzantıya karşı şüpheyle yaklaşın.
Tabiata karşı saygılı olun. Umarım sizin zamanınıza kadar soyu tükenen tek mahluk “medya maymunları” olur.
Ağaç dikin!
Okuyun ve yazın; medeniyetler kağıt, kalem ekseninde döner.
Rabbinize hesap vereceğinizi asla aklınızdan çıkartmayın!
Müslümanların dünya genelinde terörist olarak anıldığı, Müslüman kimliklerin güven vermediği kara ve kirli günlerden uzanoyorum sizlere!
3071’ e, torunlarınıza yazacak bir şeyleriniz olsun!
(2071’de büyük ihtimalle 40 milyon olacak İstanbul. İnsanlar araçların üzerine basarak mesafelerini katedecekler, ayrıca yaya trafiği oluşturacaklar. Türk otomobilini belki yapmış olacağız ama petrolle çalışan araçlar petrolün tükenmesinden dolayı piyasadan kalkacağı için yaptığımız araçları at, eşek ve katırlara çektireceğiz. Eşek en kıymetlisi olacak. Bu kezde bu hayvanların atıkları belediyelerin en önemli sorunlarını teşkil edecekler. Gavur ise başka teknolojilere adım atarken yine en bilmişlerimiz Türkiye’nin “bor” cenneti olduğunu söylemeye devam edecekler. Kanal İstanbul kenarındaki bütün yapılaşmalarda yine kütüphane kavramı asla gündemde olmayan konuların başında yer alacak.
İstanbul geçirdiği büyük deprem sonrası sorumluların geçmiş hükümetler olduğu gerçeğiyle yine yüzleşecek. Acun Ilıcalı almış olduğu 5 ayrı tv kanalında yine yarışmalar yapacak, yeteneklisini arayacak Türkiye’ nin. Köpek, kedi, fare, papağan gibi hayvanların hünerlileri her yarışmanın ayrı birincileri olacak. Kulak memesine sütyen yapan bir tasarımcımız Avrupa’ya Türk tekstilini tanıtmanın övüncünü bütün basınla paylaşacak. Trabzonspor gaspedilen şampiyonluk hakkı için “uzay mahkemesine” başvuracak. Karadayı ile Hakim Feride Şadoğlu o zamanda bir araya gelemeyecekler. (-Hadi ufkunuzu geniş tutun! Sizce daha başka neler olacak?-)
Bana da Fatihalarınızı göndermeyi unutmayın!
Sizleri nefesimizin sahibi olan Rabbime emanet ederken, tek duam; üzerinizden albayrağımızın gölgesi eksik olmasın!
Dedeniz
Murat Fehmi Demirbağ

BU BENİM HİKAYEM; YA SİZİNKİYLE ÖRTÜŞÜYORSA...

KİMİM BEN?

HAYATIM VE HATIRATIM!


N’OLUR AMA N’OLUR,
SİZDE BU SORUYU SIKÇA KENDİNİZE SORUN! 

Efendim ben döktürmeye hazırım da, hazırım hazır olmasına da, bakalım okuyucu “oyuna gelecek” mi? Yani hazır mı ; olacak biteceği bütün detaylarıyla okumaya?
Müsadenizle ben de onları “oynanacak büyük oyuna” hazırlamak istiyorum. Hoş hayatta bir oyun değil mi? Dekoruyla, kostümüyle…oyuncularıyla…Kim hangi metni  ne şekilde oynuyor mesele bu!
Hayat bir oyun. Herkes yazılmış ve replikleri hazırlanmış bir tiyatro oyununu sergiliyor bu dünyada. Kimine komedi yazılmış oluyor, kimine dram kimine ise hüzün ve gözyaşı.
Tiyatro…Yunancada keçi kelimesinden türetilmiştir. Trakya bölgesinden sadır olmuştur. Eski insanlar ava çıkmadan önce bir nev-i tatbikat yaparlarmış. Keçi maskeleriyle. Malum dünyadaki bütün kavramların ya Latince ya yunanca bir dayanağı var. Utanmasalar; Fatihus Sultanus Mehmedus diyecekler bizim Fatih Sultan Mehmet e bile sevgili okuyucularus…
Herkes zamanı ve sırası geldiğinde geliyor dünya sahnesine sergiliyor rolünü ve çıkıp gidiyor sahneden. Bazen alkışlarla bazen de hüzün ve gözyaşıyla… ama izleyenlerin anılarında değişik  tatlar bırakarak gidiyor. Acı, tatlı…
Sonra geriye anılar alıyor. Bazen güldüren bazen de buruklaştıran ve gözyaşları döktüren. Sonra yokluk geliyor insanın aklına; bir daha hiç göremeyeceğin. Birlikte gülüp eğlenemeyeceğin. Birlikte yemekler yapıp sohbet ederek vakit geçiremeyeceklerin geliyor aklına. Sonra ufak ucuz sebeplerden kavga edemeyeceklerin. İşte o anda yangın başlıyor kalbinde. Keşke diyorsun…ve sıralanıyor ardı sıra keşkelerin…
Keşke bu dünyadaki ortak rollerimizi uzatmak elimizdeyken daha çok anı paylaşsaydım. Keşke zamanında daha çok daha çok sevseydim. Zamanında fırsatlar elimdeyken daha çok koklasaydım. Daha çok gülümseseydim o yanımdayken. Keşke onu daha az kırsaydım. Şimdi yanımda olsa gülen gözleriyle bana baksa sımsıkı sarılsa bana diye hayal ediyoruz. Öyle çok keşkeler sarıyor ki etrafımızı. O kalabalık içinde giderken sadece arkasından boş gözlerle bakıp sadece keşke diyoruz. KEŞKE.
Sizleri alkışlayacağım.
Öyle ya bu zamanda vaktin bu kadar kıymetli olduğu zamanda insanlar vakit ayırmışlar, teveccüh buyurmuşlar bizleri okumaya layık bulmuşlar.  Hem de şöhreti olmayan birini. Hem de adı corc olmayan birini…Sanata vakit ayıran bu insanları alkışlamamak olur mu ? Müsadenizle bende sizleri alkışlıyorum efendim.
“Kalemle yazmayı öğretene yemin olsun ki; bir kağıt bir kalem değiştirir dünyayı/sihirli sözcük bende kara keder budalaları/minicik bir ışık boğar tılsımını karanlığın!/Yazgı; tanrıya yolculuğun bir diğer adı!/şöyle ya da böyle yöneleceksin erbabına,/krallarve soytarıları alkış tutsun tuğyana/bir küçük dua yıkar onca saltanatı...
...
Bak, kainat kazanı kaynar zerre zerre/herbir zerre mutlak bir yörüngede/denge iteate teslim; isyan şirkin diğer adı/nefes nefes nefs zaptedilmekte; şükür kü şükr,/varsa bir öfken, tükür kü; nefsini öldür!
...
Kim ahengini bozdu, bu nefis ritmin?/nerede bulacaksın, nerde kaybettiğin kimliğin?/azap kapısı sabr sofrası katık katık/istesemde düzeltemem kaşlarım çatık/de hadi bir umut ver beklerken öleyim,/ölüm zaferim, ölürken ölüler dirilteyim!
...
Bu kanı bozuk ibret hangi hazin bestenin?/Kimin soyu bu, soysuzlar pirinin?
...
Kalemle yazmayı öğretene yemin olsun ki,/bir kağıt bir kalem ümmiyi alim eyler/kalemdir nakış nakış işleyen, dilindeki sözler/kağıttır, rahmani yürek, emre iteat eyler...
...
Sözüm özümden gelir, gönlüm akla teslim/aklım imanın belgesi, iman bir imza bir resim!
...
Yanlış hatırlamıyorsam; 80’li yılların sonuydu.
Ferhan Şensoy nam isimli tiyatrocu bey’in İstiklal caddesinde… küçük sahnede bir oyunu vardı.
Oyunun konusu Nazi  Almanyası ile ilgiliydi. Ferhan Şensoy oyunun tanıtımı için Alman Nazi üniformalı oyuncuları istiklal caddesine saldı.
ve o  Nazi üniformalı oyuncularda;  istiklal caddesinde… sakın ya da telaşeli adımlarla akıp giderlerken bir yerlere…bir şekilde bir İstanbul gününü tüketirlerken… olup bitenden habersiz halkımızdan birilerini,  yolda çevirirler. Nazi askerleri, vatandaşlarımızdan ne istediler biliyor musunuz?
-Tabi ki kimlik! Şimdilerde uzun uzun rakamlara bezenmiş vatandaşlık numaralı, fotoğraflı resmi belgeyi yani…
Ve o İstanbul sokaklarında ömür takviminden yaprak düşen vatandaşlarımız ne yaptılar, biliyor musunuz?
Tabiki de bir çırpıda gösteri verdiler kimliklerini. Sorgusuz, sualsiz? Allah’ı bile sorgulayan… tarihini, ecdadını, kaderini…Soramadı bir türlü üniformalıya, sen kimsin diye…Balyoz gibi sorması da gerek miyodu; mıh gibi iğne gibi sorsa yeterdi. Ama zamanında…Hatta bu soruyu taaa o zaman sormalıydı; 31 Martta…Hareket ordusuna…Komutanı Mahmut Şevket Paşaya…Ya da kurmay subayına… Sonra yine sormalıydı vatandaşı herdaim askere mecbur bırakana...Feto’ ya da sormalıydı, inancımızı kullanarak ülkeyi küfre neden teslim ediyorsun diye. Üstad diye Bediüzzaman’ı işaret edipte... Üstat “şahıs yok” “şahs-ı manevi var” dedi. Siz “şahıs var” “manevi” yok dediniz.
Üstad “gazete yok” dedi. Siz “gazetesiz olmaz” dediniz
Üstad “Hediye yok”, “maddi ücret” yok dedi. Siz aldığınız ücrete göre insanlara değer verdiniz.
Üstad “Gizlilik hile ve şüpheyi ima eder” dedi. Siz gizlilikte herkesi geride bıraktınız.
Üstad “Farzların ifasında riya olmaz” dedi. Siz farzları ihfa, kebairi ifşa etmekle iftihar ettiniz.
Üstad “Sizin ders arkadaşınızım” dedi. Siz “Kâinat İmamı” dediniz.
Üstad “Dahilde maddi cihat olmaz, maddi cihad harici düşmana karşı yapılır” dedi. Siz harici düşmanın yapamayacağını dâhilde yapmaya çalıştınız.
Üstad “Müslüman hiçbir zaman anarşiye, bozgunculuğa taraftar olmaz” dedi. Sizin çıkardığınız anarşi anarşistlerin anarşisini gölgede bıraktı.
Üstad “Bir masumun hayatı yüz cani için feda edilmez” dedi. Siz bir cani(!) için bir memleketi feda edecektiniz.
Üstad “Bu millet o partiyi başa getirmeyecek” dedi. Siz o parti ve daha kötüsünü başa getirmek için canla başla çalıştınız.
Üstad “Eserlerimde başkasının tashihine katiyen razı değilim” dedi. Siz tahrif etmeye kalkıştınız.
Üstad “Laubaliler ruhsatlarla okşanmaz” dedi. Siz laubalilere dinde olmayan ruhsatları da verdiniz.
Üstad “Mekke’de de olsam buraya gelecektim” dedi. Siz buradan…
Üstad “Kur’an’ın edebiyle edeplenmeyen zamanın sillesiyle tedip olunacağı muhakkaktır” dedi.
Demek sizin “üstad” ile bizimki aynı değil, diye neden sorgulamadınız? Bizim vatandaşlarımız işte…Canım yurdumun canım insanları…
Kim mi onlar?
Onlar ki her on yılda vatanının  selameti adına hizaya çekilen… ömrünü iki ara bir derede tamamlayıp ta iki bayram arasına düğün bayramını sokuşturamayanlar… severse ölümüne severn…ya da hiç sevemeyen… sevdiğindeyse çoğu kez geç kalan…
Ağaçlara çaput bağlayıp, dirilerin kıymetini bilmeyip te ölülerden medet uman...
Erken yatmak, erken kalkmak, sütünü içmek, vergisini vermek dışında tedirginlikleri olmayan…
Aslında vergi vermeyi sevmeyen,ancak gazetelerde  gördüğü vergi kaçakçılarına  ana avrat küfreden….
Yemin ettiğinde ya da küfrettiginde kitabına kadar gider de ancak hayatında kitap okumak en az ihtiyaç duyduğu şeydir. Tarih, ecdad en sevdigi konudur.Bahsederken atalarından savaş meydanlarında bile düşmanına arkadan vurmadığını söyler .Yaşlıya hastaya kadına çocuğa el kaldırmadıklarından filan…
Ama kendi çocukluğu boyunca hep dövülmüştür;annesi, babası,  öğretmeni, komutanı tarafından.
Ve dövmektedir o da kendi karısını tıpkı babasının anasını dövdügü gibi.
Karısına kızına ters bakanı Alimallah delik teşik eder de bir yandan da çapkınlık maceralarını övünerek anlatır. Utanmadan geneleve “mektep” adını takarda bütün mektepsizliğine rağmen...
İnsanlığa niyet ederek söyleyeceğim, belki uzun gelecek sözlerim; sıkılacaksınız!
Sevdiğiniz diziniz kaçacak belki, bir süre eğlenemeyeceksiniz...
Yine de takılı kaldıysa gözleriniz sözlerimde siz de hala umut var; siz ki dünyayı değiştirecek olan! Beklenen kahraman!
Olan bitene müşahade, alışkanlıklarınız değiştikçe...
Öyle ya, sihirli söz yumağı şiirin; yazanıda kalmadı, okuyanıda...
...
Sizden öncekilerin çektiklerini çekmeden, cennet hayali kuranlar 79 da uyandı; Hindikuş dağlarında.
Hikmet yar’dı, Rabbani! Az ötede sipariş Humeyni!
Büyük şeytan şaşkın, güruh umutlu!
Ani duraksama, arkasından İslamizasyon! Devir Glabizasyon!
Bizdeki, netekim evresi! Dünya ise şekilden şekile girmekte; yeni aktörler, yeni yıldızlar...Millenyuma starwars! Mahlukat-ı zaman; Digital! Henüz “zaman” ihanetin ağlarını bir “sızıntı” ile örüyordu.
Büyükayı’ya glastnost! Abrahanın filleri 79 da yine Kabe’de!
Yakın gelecekte ticaret merkezinde ve dahi ikiz kulelerde. Gülmeyin kargalar!  Çarmıhı İsa’nın yeni Roma, Pentagon’da,
Oyun büyük, büyük Ortadoğu, genişletilmişinden...Eşbaşkan?
100 eşit parçanın 94’ü, Hindikuş dağlarında artık, yeni kitlesel imha silahı; eroin! Menüyü genişletelim; sokaklarında İstanbul’un Bonzai!
Hemi de kilosu 100 Ameri/can doları! Şırıngalısının...
Hünere bak hünere, şapkadan kuş çıkacak!
100 olur 7000, sınır ötesi kardeş Pakistan’da... Terörün Bermuda Şeytan Üçgeni!
Aşırı dinci iranda 12... seküler memleketimde 22.000; kısaca 40.000 vatan evladı! Ardından Kürt açılımı!
500 milyar dolar Asya’dan Avrupa’ya, biz Avrupa kapılarında! Kriterli, krakerli; hayvan çok terli!
Yetkili ağızlar da aynı sakız, pkk! De hadi get lo! Bebe katili, İmralı eşrafından Biji serok Apo!
Barış süreci! Dershaneler ders verecek mi millete?
Biz niye kavgadayız sahi, soran yok!
Önümüzde aynı temcit pilavı!
Ali veli kırkdokuz; elli elli! Borsanın tahtasında, akıl tahtası oynamış milletimin!
%50 zor zapt ediliyo! Biz büyük aileyiz; baksanıza 150 milyar dolar, ihracatımız!
Pardon kar marjımız ne? İthalat; ne ip kaldı, ne halat!
Hele fitneci! O nasıl bir soru öyle! Adaletçiler pus, kalkınmacılar eyyamcı!
Sıcak sudaki kurbağaya sorulur mu böyle?
Dershane, mershane; biraz da seçmeli üniversite!
Şarkılarla markılarla uyuturken, abes adamsın vesselam!
...
Bak yine yaptın yapacağını... Sana ne! Aşk yaz, meşk! Kim kime dum duma!
Bişi olmaz ki yurduma! Şerbetliyiz, efsunlu! New age, kombinizasyonlu! Kör kurşuna gelesice, geberesice!
Gitti ki kelimelerin efendileri yedi güzel adam;ne oynarsın kelimelerin çöplüğünde!
Sana mı düştü bu yük, bu dava dualı, bu dava böyyük!
Mübarek olan anlar halden, sanane pazardan, halden!
Bozma oyunumuzu, mızıkçı adlederiz huyunuzu!
Neyse ne işte.
Buna benzeyen örnekleri vermek isteyen var mıdır aranızda? Hadi ben kendimi örnekleyeyim; ve peşin peşin söyleyeyim: Siz bu hikayeyi dinlerken belki güleceksiniz. Ama ben yaşarken çok ağladım…
...
Günlerden pazar, çıkmadım dışarı... Canımda sıkkın,madem dedim, bütün gün evdeyim, birikmiş kelimelerim var, onları istifleyeyim. Ben ki kelimelerin efendisi, onları ihmal etmeyeyim.
Önce gruplara ayırdım onları, hüzün kokanlar buraya, bir bebeğin ağlamasına, pazardan atık toplayan anneye, belki bir maden işçisine, acı çekenlere... Ta ötelere ve hatta...
Misal, arakana! Gözyaşı olarak, en çokta dua! Yerleştirdim bütün dünyaya! Ve dahi Newyork’un evsizlerine, kimsesizlerine!
İhanet kokan kelimelerimi, korkarak tasnifledim; Sevdayı anlatanlar azalmışlar, gülünç kelimelerim, tükenmiş! Acı ve ızdırap yüklenmişler...
Ben ki, kelimelerin efendisi, tutsağıyım onların... Şiirlik olanlar başka görevde, siyasilerin dillerinde!
...
Günlerden pazar, bugün kelimeler mezar...
...
Kelimeler münafık, herkes kadar ikiyüzlü; hangisine sarılayım, hangisiyle neyi anlatayım; ifadeler pürüzlü!
Karışık, herşey; her şey hep şer!
Ben ki kelimelerin efendisi; dillendiremezsem onları, onlar bana sahip, ben onların kölesi...
Bugün pazar, çıkmadım evden dışarı.
İstedim ki, birikmiş kelimelerim var, onları, akıl çekmecelerine koyayım, gönüllere de...
Yaşlanmış olmalıyım, artık onlarla, yalnız baş edemiyorum!
Bir ihtimal, işim kolaylaşır diye, umut kelimesini aradım, gün bitti... bulamadım...
Yığınlarca kelime intizamsız, herbiri bir gevezeye sakız...
İhtimal, gün gelir, lazım olur diye, hiç olmaz ise harfleri, bir bebeğin, ilk nefesinde sakladım!
Bugün günlerden pazar, belki de nazar... yemeden azar... Kötü sözden saklandım!
Şairiz ya; kelime ustası; artık uslandım!
Tespiti mümkün olmayan bir yılın  1 mart’ında teşrif etmişim dünyaya. Zemheri miydi, cemremi düşmüştü biyerlere bilmem. Ama kütüğe kayıt düşülmüş resmi olarak bir şekilde. Babam köken olarak Çerkes.
Yani geleneği yoğun bir insan.Bir fabrika işçisi.
O dönem Alamanya’ya işçi göçünün furya olduğu yıllar. Çocuklarının geleceği açısından ‘umut kapısı’ Alamanya’ya gitmek adına bütün hazırlıklarını  tamamlamıştır diğer birçok Türk genci gibi, babam da. Nenem itiraz eder bu gidişe; ‘gavur mu olcan?’ mazeretiyle. Dedim ya gelenekçilik var ser de.Kırar n dizlerini oturur babam da gıkını çıkarmadan memleketinin toprağında. Yani n gavur olması engellenmiştir babamın. Allah’ın Alaman’ı ise 1945 sonrası taş  üstünde taş kalmamış coğrafyasını her ne kadar babamın işçi olarak bu muhteşem organizasyona katılmaması eksikliğine rağmen diğer katılımcı vatandaşlarımızın ömürlerini bahşetmeleri karşılığında ihya etmiştir.
Memlekette kalan babamsa işçi olarak kaldığı memleketin güzide  fabrikalarından birinde, gavur olmamakla birlikte ekmek mücadelesine ve  evlatlarının geleceğine ömrünü adamıştır.
Rahmetli babam henüz gençtir.
Akşam işten yorgun argın eve geldiğinde, öğle yemeğinde kendisine verilen  ekmek arası tahin helvasını yemeye kıyamaz; sıkıca sardığı paketi imrenerek  açar kardeşlerimle aramızda zafer kazanmış kumandan edasıyla pay ederdi.
Konu komşu sohbetleriyle de gecemizin şenlendiği, çocuk dimağıma dinlediğim masalların ötesinde de büyüklerin kavram ve olaylarının da yer edinmeye başladığı zaman dilimidir yaşadığım günler...
Yani naylon ayakkabı giydiğim; ‘ayağında kundura’ türküsünden bile haberdar olmadığım.
Evimizde olmayan radyonun, ‘arkası yarın’ programlarını komşumuz Ormancı  Halil Amca’nın çocuklarıyla paylaştığımız ‘efekt; Ertuğrul İmer’li’ günler.
Nuri Sesigüzel ve Zeki Müren isimleri vardır  sanatçı olarak ortalıkta.Biraz  da Müzeyyen Senar.Bedia Akartürk. Sonralarda müzikle ilişkimi Ferdi Tayfur  ile sürdürecektim.
(Hayatım gözlerimin önünden Hollywood yapımı bir film gibi geçmekte! Sizin ki Yeşilçam yapımı mı?)
Evimizde her daim gizli bir hüzün; resmi bir tabağa nakşedilmiş Adnan Menderes’le.
Güzel kadın İran Şahının ‘Farah Pehlevi’sidir’, O’nun da resmi Çay  tabaklarında.
Evliya zannetmiştim ilk ‘Deniz Gezmiş’in adını duyduğumda. Kerameti büyük  olmalıydı; deniz gezmekte ne demekti? Deniz henüz görmediğim; ama hep  hayalini kurduğum. Adam genç yaşta denizde yürüyordu ha? Ve anlam  verememiştim öylesi büyük evliyayı astıklarını duyduğumda!
Henüz futbol takımlarından haberim yoktu ama birkısım arkadaşların yoğun baskılarına da anlam veremiyordum; Fenerli ya da Beşiktaşlı olmam için.Son  kararımı Beşiktaş yönünde verdiğimde bu kez başka arkadaşlar sağcı yada solcu olmam için tercih sunuyorlardı.
Solcu olmaya solcu olacaktım Kıbrıs Fatihi ‘Karaoğlan’ın’ hayranlğıyla da.Gel gör ki etrafımdaki tüm solcu arkadaşlar hep alevi’ydi.9 yaşında bir çocuk olarak Kıbrıs savaşını hem babamın işten eve getirdiği ‘Tercüman’ gazetesinden, hem de aynı zamanda gazete bayiliği de yapan yakınımızdaki  bakkaldan ekmek almaya gittiğimde karıştırdığım ‘Hürriyet’ gazetesinden takip ediyordum.
Ve yine anlam veremiyordum; henüz oruç tutmaya başladığım o zamanlarda oruç tutmayan Alevilerin ‘Karaoğlan’a’ meyletmelerini.Karaoğlan bir kahramandı. Bir Türk kahramanı. Türk dediğin Müslüman olmalıydı.Alevilerse Koministti. Koministlik Allahsızlıktı.Karaoğlanında Kominist olduğu söyleniyordu.
Koministten kahraman mı olurdu? Tercihimi oruçtan yana yapıp doğal sağcı olmayı seçecektim.Hem ben yemeğimi de sağ elle yer, kalemi sağ elle tutardım.
...
Sıra gelmişti sonraları Mekkeli Yetim’den gerçeğini öğreneceğim aşkın, emitasyonunu öğreneceğim fizyolojik ve biyolojik güdümlü aşkı öğrenmeye...
Aşık olmuştum bu kez. Çocuk dualarımı ve rüyalarımı ilkokul arkadaşım Nesrin’le evlenmek süslüyordu. Dualar ediyordum aşkıma kavuşmak için, komşu abla ve teyzelerden öğrendiğim kadarıyla, adaklarla süslü. Nesrinle evlenirsem eğer, harçlıklarımı biriktirip “horoz” bile kesecektim. Vizyoner olduğum o günlerden belli; bir kısım prof. teologlarından önce horoz kesmeye fetva bile çıkarmıştım. Gözden bile çıkarmıştım; dileğim gerçekleştiğinde misketlerimi dağıtacaktım mahallenin çocuklarına. IQ konusunda münbit veriler saklıyordum kromozomlarımda. Akıllıydım yani.
Öyle ki, ilkokul öğretmenim ev ödevi vermişti, “depremlerin nasıl olduğunu” araştırmamız için. Mahallenin ihtiyarlarından öğrenmiştim öğretmenimin sorusunun cevabını. Ertesi hafta bir çırpıda anlatıvermiştim bütün bilimsel gerçekleri cahil arkadaşlarıma, öğretmenimin huzurunda:
“Dünyanın altında, bir sarı öküz varmış öğretmenim. Bir de sinek. Ara ara sarı öküzün burnuna konar dururmuş bu sinek. Sinekten kurtulmak için başını sallarmış öküzde.
Öğretmenimde salladı başını, arkadaşlarımın kahkahaları arasında bana. Utanmıştım; gerçeği anlatırken...Yani öküzü...rengini karıştırmış olmalıyım! Sanırım, öküzün rengi karaydı.
Ve kararınca dünyam bir deprem sonrası, bir kısım öküzlerin vazifesini cidden sallamasıyla oluşuyormuş deprem onu anladım.
Sineklerinde yapışkan, rüşvetçi asalak memur yapısı olduğunu... Sivrinek miydi yoksa?
Nesrin kısmına gelince; işte bu merak edilmemesi gereken tek şey! Çocukluk aşkından bahsediyorum, a dostlar!
...
Aramayın, bende bulamazsınız; Failün, mefailün, failatün,uyakta yok bende, ölçüde! Benim şiirlerim, tek kelimelik... tıpkı sizin tek gecelik, aşklarınız gibi...
Tek hücreli yaşamlar, 1+1 haneleriniz! 3 ya da 5 kelimelik, kültürünüz,yaşam görgünüz... Fıtratının dışında işlevselleşmiş beş duyunuz... Hoş büyük şair olma,  derdimde yok benim, büyükse davam büyük!
Sahibi davamın, en büyük!
Ben söyledim mi, bana yeter. Yaldızlısı ise sözlerin, vesvese verenin!
Lafım yerini bulsun, yeter! Ayıp mı oldu ne? Ayıp arayanlar, ne yazar defterde! Şirkiniz sizin, şiirim benim!Neon’larada bezemeyin, alkışta istemem, yalnızca dinleyin!
Ku’s bin saide gibi, belagattir ilmim, benim!
Yol onun, varlıkta, yüzüstü sürünen ırmakta!
Angarya kimin? Hele Ankara?
Failün, faili meçhul cinayet... Hep şikayet, hep hep...
Mum yakasıcalar, kalaylayasıcalar! Uyak yok, ölçüde! Edepte! İntizam ki, nizamiye kapısı!
El kapısı; kul yapısı... Helvalar, bir ölüye; bir secdeye!
Hep acıktım, korktum, üşüdüm! Ama üşenmedim, sokağın diliyle seslendim...
Siz beğenin ya da beğenmeyin, ben dilimce söylendim!
Mefailün yani, uysa da... uymasa da!
...
Aksilik bu ya; asla da  sağcı olarak kendini tanımlayıp ta, ülkücülerin ya da  akıncıların arasında  yer  bulamayacaktım.
Depremlere dünyanın altındaki sarı öküzün sebep olduğu yıllardı yaşadığım.
Geceleri hala altımı ıslattığım.
Karanlıktan alabildiğine korktuğum.
32 farzı ezberlediğim.
Babamla annemin ümmetin hastalığı şiddeti, bana pratize ettikleri günler…
Aşk denilen kavramı ilk olarak sınıfımızın tombul kızı Nesrinle platonik nolarak yaşarken anlatıla gelen  ‘Ferhat ile Şirin’den’ öykünmeler  çıkarıyordum kendime.
Ergenlik çağına girdiğimde her Türk gencinin uğurlu rakamı kutsal rakamın  döngüsünde vecd halini yaşarken ayrıca suratımdaki sivilcelerle de bir  yandan kurtulma mücadelesi yaşıyor ; bir yandan da ulusal düşmanımız  tarladaki  ürünlerimize zarar veren mavi küf hastalığıyla süren amansız  savaşı takip ediyordum.
Teksaslı, Tommiksli günlerle okuma alışkanlığı edinmeye başladığım.
Zerrin Egeliler’li, Tamer Yiğit’li. (Aynı yiğit sonraları muhafazakar demokrat partinin kurucuları arasında yer alacaktı.)
İsim hazinemin kabarmaya başladığı eflatun günler.
Sokaktan geçen eskiciye eski eşyalarımızı veripte alimunyum ve plastikle  tanışmaya başladığımız...
Sokakların ölüm koktuğu...Hayatlarımızı işgale başlayan Tv.den Bonanzaların, Dallasların arz-ı endam
ettiği...Henüz Brezilya dizileri ortada yoktu amma İtalyan fotoromanları gırla...
Eylül ayının Cumalarından birinin Mehmetçiğin tavrıyla namazsız geçildiği... Kenan Paşa namzetli bir Türk büyüğü ile terörün önüne geçildiği ...Tekrardan alevi arkadaşlarla bir arada laklaklamaların başladığı günler...Pkaka henüz bir avuç eşkiyaydı, devletin papuç bırakmayacağı!
En büyük mevzumuzsa ‘Bülent Ersoy’. O ki sonraları asrın liderinin fotoğraf karelerinde hep sol başta.
Kader kara kalemi, ömür portremizin... Sen ki renkli resimler çizerdin Mehmet Zahid Kotku!
Çocuktuk,kuyruklar vardı; gazyağı, ekmek, sanayağı...
Kuyruk vardı ölüme!
Sağcı ya da solcu idik,Eylül’ün 12 sinde idik! Şimdilerde Temmuz’un onbeşi...Onbeşlilerin Çanakkalesi’nden nerelere...
...
Netekim, bir kahraman gibi kurtardın bizi Demirelden, Ecevitten,Erbakan ve Türkeşten! Azrail’ den kurtaramadın amma!!!
...
Sonra, “asker duruma el koydu,” dedi büyükler!
...
O günlerden bugüne bir senin selin kaldı, bir de İslamköylü Sölüman; bir de eserin, embesil Türkiyem! Paralarda resmi, mevzuu ahvalin...sarışın mavi gözlüm!
...
Nasılsın pasham? Ya sen ceket üstü tansiyoncum?
...
‘Ben büyüyordum ve kirleniyordu dünyam!’ lı günlerdi. Mehmet Keçeciler’in önderliğindeki dinciler Konya’ da “Cihad” yürüyüşü yaptıklarından dolayı “İhtilal” gerekçesi haklılık kazanmış ve ordu durumdan vazife çıkartarak memlekette sıkıyönetim ilan etmişti. Yani memleket gevşek yönetiliyordu.
...
Şimdi de The hodja...embesilden himmetli...ve mankurt Vatikan hizmetçileri...
...
Yine darbe! Bu kez teşebbüslü...Eyyamcılar masum ve mazlum...
...
Yine azgelişmişlik!

Bense CİDDİ CİDDİ USA’ndım!
(İsmimin baş harfi “F”... Lan birileri de beni fet’ÖCÜ ilan ederler mi?)
...Mazbut, kaygıları olan bir adam,hayattan başka, kimseyle kavgası olmayan/Bir lokma kopardı, elindeki simitten, bir lokmada martılar için/Aklında türlü düşünceler, hemen sahilde, çıkılmaz hesapların içinde/Gözler, batmakta olan güneşte, içi ateş dolu, öfke!/Henüz çıkmış cezaevinden...
...Tam otuz yıl önce, daha dün gibi hatırında,/onsekizinden, onsekiz gün almadan.../Girmesi kodese!/Öldürmüştü kendi yaşlarındaki, bir vatan hainini./Unutmuştu sebebini, sanırım siyasiydi!/Hafifletici sebepler derken, kırılmadı kalemi,/Tam otuz yıl hapis yedi!/Öldürdüğü sağcı mıydı, solcu mu?/Kendi neydi, onu da bilmiyordu.../Hatırlamıyordu! O kendisini cezaevinde unutmuştu!
...Otuz yıla, fax girdi...Fotokopi! Pokemon!/Renkli televizyon, bilgisayar, cepte telefon!/İletişim çağı girmişti millenyumla/lakin onun bağlantısı  ömrüyle kesilmişti?
...Vurmasaydım, dedi! İçindeki maktülüyle yaşadı,birlikte yaşlandı, kozası keşkenin içinde!
...O içerdeyken, dünya yaşlandı, gözü yaşlı anası, babası, kalmamıştı akrabası.../Onsekizinde yaşlı bir adam, çıkmıştı cezaevinden!
...Yıl bin dokuzyüz seksen, zaman yerde iki seksen...
...İhtilal dedi büyükler, oysa o daha çocuktu!/Bir başka çocuğun katili,/hep sordu da içerde, ya benim katilim nerde?
...Duvarlara yazdığı yazılarve ona yazılan kader!/Yaşasın diyordu, ya da kahrediyordu!/Bilmiyordu ki, başkalarının oyunu;/o daha çocuktu, sanki oyun oynuyordu!
...Aşkı bilmedi, hayal kurmak belki!/Şairlerden öğrenmişti ne öğrendiyse, çıkınca mahpustan./Şimdiyse/bir simidi paylaşmak, özgürlüğün kuşlarıyla.../tek hevesi!
...Bedeni girince cezaevine, o içine hapsetti ruhunu, otuz yıl hep sustu...
...Hayal meyal, o günler.../Yok yok yok!/Ekmek, gazyağı, sanayağı!/Bir; umut vardı;/çare ölmeliydi bütün vatan hainleri!/Öyle diyordu siyasiler, devletin büyükleri!/Herkes kin ekip, nefret biçiyordu?/Eylüle çeyrek kala, konuştu elindeki silahı!/kurşun konuştu, namlunun ucundaki sustu!/Türkiyem sustu!/Yaşanılan, aslında kabustu!
...O şimdi, mazbut.../bedeni ona tabut!/artık adam özgür.../sahilde ve hayatta!
...Türkiye’m ise aynı, değişmemiş,/yalnızca betona bezenmiş!/Duvarlara plastik boyalarla yazılmıyor yazılar, şimdinin duvarları değişmiş ya da,/facelerde, twitlerde lakin aynı öfke, yaşasın ya da kahrol!
...Ekmek var, şükreden yok!
Gazyağı yok, doğalgaz var!
Sanayağı obezite!
Özen gösteren anneler ve aynı sana yağı!
Türkiyem aynı; cümbüş derdinde ve Ömrü tüketmenin!
...Artık ölmüyor onsekizinde delikanlılar kurşunlarla.../Onlar markalarla sokaklarda zombiler, ruhsuz cesetler!/Türkiyem sanki, birbaşka cezaevinde!
...Zaman aynı, figürlerde aynı maske, başlarda aynı şapka; zindan aynı, gardiyan başka!
...Şimdi, şu an, tutsa kalabalıktan birini, dese yapman yazıktır, gelmen oyuna.../Sizi de sokacaklar ya mapusa, ya tabuta.../yeni ünvanı mı olur, yoksa; anarşistten sonra terörist?/Ya da deli!
...Simit bitmiş, güneş batmıştı.../Adam... çoktan kalabalığa, karışmıştı.../ondan geriye, bu karalamalar kaldı;/o adam delikanlı... senin babandı!
...
Seçim meydanlarının ana ritüeli ‘kemer sıkma’ ise bir süre sonra yine ihtilal gerekçecisi Keçecilerin dahil olduğu kadronun başı Tonton Özal ile unutulmaz siyasi argümanlarımıza dahil olacaktı. Dinci kesimin ilk gömlek değiştireni keçeciler şeraitçilikten liberalliğe geçmeye hazırlanırken ben de endüstri meslek lisesi elektrik bölümünü  birincilikle bitirmiş; kazanmış olduğum üniversite sınavı sonrasında İstanbul’da Hukuk Fakültesinde öğrenci olacaktım.
...
İstanbul: Denize kavuştuğum.Çocukluğumun bütün zehirlerini kustuğum...Öğrenci Yurt Köşelerinde ‘Yurtta Köşe Kapmaca’ isimli büyüklerin dünyasına dair son öğreneceğim oyunun ayrıntılarına sahip olacağım günlerdi ömrümün  ilk ‘Genç’ lik ve ‘Gurbet’ dolu İstanbul geceleri.İstanbul’a karşı bir ben vardım kendi safımda. Bu büyülü kentin sarmalına ve heyulalarına karşın bir başımaydım.Buradan ekmek çıkartacaktım.Gelecek çıkartacaktım.Artık bir işçi emeklisi olan babamın göndereceği  harçlıkla.Yanımdaysa azığım; Anadolu mahcubiyeti, ineklemeyi becerebilen öğrenci kimliğim, anamın duası, yaz tatillerinde gittiğim camili günlerden kalan namaz duaları.
...
İstanbul’a ilk adımımı attığımda hep hayalini kurduğum dört şeyi gerçekleştirmek istedim:Beşiktaş’ımı İnönü’de izlemek, Galata köprüsünde bira içmek, Denize girmek ve Karaköy semtini köşe bucak didiklemek.
Bu isteklerimden hangilerini gerçekleştirdim, siz okurları pek bağlamasa  gerek diye düşündüğümden burayı es geçiyorum.
İstanbul; peygamber müjdesine mazhar aziz şehir İstanbul! Allah’a yakın iken bu şehirle ödüllendirilen necip Türk milleti, Allah’tan uzaklaşmaya başlayınca yine bu şehir ile mi cezalandırılacaktı? Bu cezada benim payıma ne düşecekti?
 Öğrencilik yılımın ilk senesinin sessiz sedasız geçmesi  benim için ‘kaderin ağlarını’ örmeye başladığının da alametlerini taşıdığını ya da başka bir ifadeyle ‘fırtına öncesi’ sessizlik olduğunu sonraları fark edecektim.
Bir perşembe akşamı metamorfozum başlamak üzereydi. Med-Cezirlerim, büyük  kente uyum sürecim.18 yaşa kadar ki yukarıda ifade etmeye çalıştığım girift anılardan ibaret olduğum yaşanmışlıklarım, tıkanıklıklarım nihayet meyveye durmuştu.
O gece kalmış olduğum öğrenci yurdunun etüd odasında ders çalışırken bir anda berbat halde rahatsızlandım. Nefes alamaz haldeyim. Göğsümde şiddetli bir ağrı.Tanrım; Öleceğim!
Kavuşulmaz sanılan sabah beni perişan bırakan gecenin elinden zor kurtardı.
İstikamet; Mediko Soysala müraacat.Ordan Çapa tıp, fakültesi.Tetkikler.Teşhisler.Filan.Netice; kalbimde bir delik  varmış.Ameliyat olmaz isem: Öleceğim!
Olamaz yaaa!
Ölüm kim, ben kim?
Hiç yakışır mı ölüm bana?
Ben ki kazık çakmaya gelmişlerdendim, dünyaya!
Kitabımda benim ölümüme dair bir mizansen o ana kadar hiç olmadı. Evet sağ-sol çatışmalarında toprağın altını yurt edinen yaşıtlarım olmadı  değil. İnsan yaşlanınca ölmeli be. Ben ki üniversite kazanmış, ayrı bir mücadele ile de İstanbul’da bir öğrenci yurduna  itiş kakış başını sokmuş ve ısrarla. Geceleri koğuşlarda onca kalabalığa rağmen yatarken.karanlığı boğmak  adına kafasını battaniye altına köklemesine sokan ve tek derdi.yarın ki  yiyeceği yemekleri nerde nasıl kaça halledeceğinden gayrı meselesi olmayan, okulu tiz zamanda bitirip baba ocağına dönmekten gayrı da ütopyası olmayan,İstanbul kızlarından bile köşe bucak kaçan,hayata karşı tek puştluğu sahtesini yaptığım sahte mavi kart kuponuyla İstanbul’u beleş gezmekten hoşlanan ben; öleceğim!
Bir kızı öpemeden.
Diplomamı alamadan.
Memlekete dönemeden.
...
Ölmek!
Nedir ki? Yok olmak mı? Yitmek, bitmek. Yoksa çocukluğumdan beri hep duyduğum ama havsalama pek uymayan öte dünyayı aralayan acı bir kapı mı? Öte dünya! Çok öteydi be, neden bu kadar yakınlaştı ki? Yol için azık olarak  kılınmış bir namazım geçmişimde hiç yok. Sağ omzumdaki meleğim ibadetler  hususunda pek faal değil. Ölmek hadi bir yere kadar.Ya Cehennem.Ötesi cehennemden ibaret benim için.Ben günahkar bir kulum.
...
Kelimeler, kelimeler.Kelimeler dünyasının sanki tecavüzcü coşkunu olmak  üzereyim.Yakaladığım her kavramın ırzına geçiyorum.
...
Çocukluğumda boynuzları üstündeki dünyayı sallayarak depremlere sebebiyet  veren sarı öküz bu kez beni sallıyor. Doğmak, hayat, nefes, tanrı, Allah, ölüm, peygamber, amaç, gaye, ne, neden, niçin, nasıl???
...
İmdaaatt!!!
...
Hiç bir şey bilmiyorum ki! Onca soruya verilecek ne teolojik cevaplarım var, ne felsefi. Oysa harf harf, hece hece oyulmaktayım.Pisagor bağıntısı ya da formal eğitimimin bu zamana değin bana yüklediği bir eşek yükü bilgi incir çekirdeği, ceviz kabuğu; çaresizliğime çare değil.
...
Etrafımdan destek alsam; kimin kapısını çalsam, kim tutar beni, kim el uzatır?
Nerdesiniz yeşil sarıklı hocalar?.. Profesörler. Çok bilmişler. Koca karılar, laf canbazları.laf ebeleri; Demirel, Ecevit, Türkeş nerdesiniz?
Farzet ki uzaydaki başka bir gezegendensin. Ailecek yapılan gezegenler arası bir seyahat esnasında aracınız kaza yapar. Bütün aile fertleriniz kazada ölürler. Canlı olarak bir sen kurtulursun. Zorunlu olarak hiç bilmediğin bir diyara düşmüşsündür. Tüm yoldaşların yok olmuşlar bir başına hiç bilmediğin
bir mekandasın. İlk olarak bulunduğun ortamı tetkik etmen gerekir. Aynen öyleyim. Kazadan kurtulmuş.Gözlerini açtığında etrafında kendisini annen, baban, kardeşlerin, arkadaşların olarak tanıtan birileri.Tamam sizlere inandım: Sizler söylediklerinizsiniz de... BEN KİMİM?
...
Evet.Vira Bismillah. Kendimle ilgili hafiyeciliğim başlamak üzere.
...
Nerden başlayayım?
-Aristo, Eflatun, Kant, Sipinoza, Russo, Bacon, Dekart.Kesmiyo be.Durkheim, Engels, Marks, Hitler.Olmuyoooooooooo.Ey materyalizm! Doyurmuyosun beni. Yeryüzünün tağutları olmuyor olmuyor! Ruhum ısrarla aç; Kemirmekteyim kendimi!
Söylesenize; dünya var olalı yağan herbir kar tanesinin şekli neden benzemezler birbirlerine? Parmaklarının uçları insanların?
Oldum olası sorar dururum; Bir küçücük çocuktum, hiç kumbaram olmadı. Ben de kelime biriktirdim, ondandır şimdi kocaman sözlerim!Babam işçiydi nihayetinde, bisikletimde olmadı,ülkeleri aşan kanatlarım ondandır. Korkardım da en çok karanlıktan, cehalete kükremem ondandır! Oyunlarım vardı, hayalden kahramanlarım, hayatı ciddiye alışım ondandır! Başım okşansın isterdim, kara sevdalarım ondan! İsterdim hep,verişim ondan! Ağlardım, gülüşüm ondan! Hep ben vardım benle, yalnızlığım ondan! Kendimle konuşurdum, şimdilerde susuşum ondan!
Neden arardım, NEDEN?
Bildim sebebi, ne gelirse, O’ ndan!
İnancım O’ndan! Yani; siz ki; Vız gelir tırıs gidersiniz ehl-i salib!!!
...
Nedenlere nedensiz cevap salvoları peşisıra? Sanırım doğumumla birlikte kulağıma okunan ezan sesi başka sesler duymama engel oluyor.
O halde.O sesi inkar etmeliyim. Bu çağda, bu modernlikte 1400 yıl önce yaşamış bir Arab’ın sesinin rengi karadan ya da griden başka bir şey ifade  etmemeli benim için. (Haşa) Baksana her türlü geriliğin arkasında hep “İslam Dünyası” var. Dünyanın merkezinde, bir yanım Sultanahmet’e bakar. Diğer yanım da ruhumun sembolü Ayasofya!İşportacılar arasında, bir de baldır bacak turistler; İngiliz, Fransız, Alman ya da Ameri/can! Araplar ki; ükelerindeki savaştan kaçan. Bir de Suriyeli dilenciler, bilumum menşei belirsiz hafiyeler! Kim Ensar, kim muhacir?
Bense bir çay eşliğinde, yeni şiirler peşinde! Kafamda onca uğultu, ilhamın derdinde! Bi sus be adam, Marks’mısın nesin? Azizim Nesin? Sende sus lan lenin! Behey kapitalist dünya;Keynes, Max Weber, Adam Smith; önümde çay ve simit; hepiniz bi susun!
El hafifliğinden, nasipten, bereket’ten habersizler, bi susun!İlla ki kaderden kısmetten! Sosyal adalet, İslamda da var diyen, kompleksli entelller, siz de susun!
İnanmaya utandığı değerlerle, beşerden medet bekleyenler! Susun!
Ben ki dünyanın merkezinde...Ah! Jules Verne!
Bir ağustos sıcağında, sıyrılarak belirlenmiş gündemlerin, etkisinden...Aşk dolu şiirler yazacağım...Hele bi susun! Sakın susturmayın sakın, ağlayan çocukları! Sakın başlarını okşamayın, yetimlerin! İncinmeyin! İncitmelerinize fetvalar arayın!
Ben onlara yazacağım! Mahlukatı anlatacağım! Ve sırrını vereceğim, yaradılışın! Laboratuarların!
İçtiğim çayın, bedelini öderken, gözlerini gözlerime diken, paranın üstündeki resimdeki, Selanikli’ yi de susturun!
Zaten kafamda bi dünya dolu soru, cevaplarını aradığım; yazgıları yazacağım; makus talihin tarifiyle;
Biliyorum; çok zorlanacağım...
...
Neden? Sanırım doğumumla birlikte kulağıma okunan ezan sesi başka sesler duymama engel oluyor.
O halde.O sesi inkar etmeliyim. Bu çağda, bu modernlikte 1400 yıl önce yaşamış bir Arab’ın sesinin rengi karadan ya da griden başka bir şey ifade  etmemeli benim için. (Haşa) Baksana her türlü geriliğin arkasında hep İslam dünyası var.
...
Vahiy mi? Rasyonalite karşısında eskilerin hikayesi canım bize  ulaşanlar.Yani kozmik güce evet tanrıya hayır demeli benim gibi akıl küpü bir genç.(Bir haşa daha)
Tanrıya hayır demek tanrıyı yok ediyor mu peki? Matematik ya da Fen Bilimleri çok aciz kalıyorlar ‘Yok’un bile sahibi karşısında.
...
Bir mühendislik harikası olan janjanlı saatine baktı. Eve yaklaşmıştı. Arabasının konsoluna göz gezdirdi, yanıp sönen kırmızı ışığa seslendi. “Ev hazırlansın!” Bir süre sonra da evdeydi. Kapının hemen girişinde, açıl susam açıl dedi. Kırk haramilerin, mağarası önündeki, Ali Baba gibiydi. Kapı açılıverdi. Sensörler devredeydi. Hangi yöne yürüse, yol boyu yanıyordu ışıkları. kalorifer devreye girmiş, o gelmeden evi ısıtıvermişti. Haberleri izlemek için, tv’nin önünde duruverdi. Ve yine seslendi, “Kanal Yedi!” Kanal Yedi’de sadık köpekler yetiştiriyordu seküler kasabaya...Sadık bir köle gibi, adamın etrafındaki, bütün eşyalar, kendisine itaat ediyordu! Hemde, tereddütsüz! İyosfer tabakasında, birikmiş ses molekülleri, dünyanın ses hafızası,her felak ve nas suresi okunduğunda, ayrı bir depreşiyordu!
Legolarla dolu, bir kutu oyuncak, evin her bir yerindeydi. Adam ortalığı topluyordu. Hanımıyla çocuğu, misafirlikte olduklarından, evin dağınıklığı, ondan sorumluydu. Bütün lego parçalarını, rastgele doldurdu kutuya. İşi bittiğinde göz gezdirdi ve gördü ki, bütün parçalar bir araya gelmiş, büyük bir oyuncak,oluvermişti. Adam şaşkınlıkla, olanlara, tesadüf diyebildi!
Atom, molekül, hücre,henüz yok idi! MÜSLÜMANLAR MANYETİK ALAN, MOLEKÜLER YAPI VE FREKANSTAN’DA BİHABER İDİ.
Bihaber olduğumuz devirlerde ise önce “Sızıntı” oldular cahil bırakılan insanımın dimağına. “Zaman”la da “Aksiyon”a geçtiler milleti oyalayanlar.   (Şunca yazdığımla ben de matahlardan oldum mu! Hemen dini bir grup kurmalıyım. Beyler, bayanlar lütfen zekatlarınızı...paracıklarınızı...himmetlerinizi...veriverin bana...size şefaat edeyim! kedicikler nerdesiniz? okunmuş yoğurtlarım var, yanmaz kefenlerim!!! -el tenzih vel mugayir-) Lakin; Maturidi düşünce...islami ahlak...zühd ve takva...rasyonolite ve bilim...illa ki milli ve yerli empati refleksi olmadan...bu topraklar...bu ümmet çok sayıda iptidai ve hain çok yapı üretir. Şimdi teati ve muhasebe zamanı...
KOKUŞTUK...ANLAYALIM VE YÜZLEŞELİM AHVALİMİZLE...Yine bir başka lakin; Lütfen yorum yapmayınız...
İdrak kabızları da okumasın bu söyleyeceklerimi; ısrarla söylüyorum ki...
Akif “ham,KABA,softa,yobaz demişti. Bir de ALLAHSIZ müderrisler; ümmetin iki büyük belası...
Ey müslümanlar...Bütün hocaefendilerinizi “Kuran ve Sünne” ile sorgulayın...Bakalım kaçı hoca, kaçı efendi çıkacak? Kaçı the hodja, kaçı cidden ümmetin ihtiyacı?
Siyaseten de sorgulamalara ihtiyacımız var. Peşinden koşup, uğurlarına hayatlarımızı harcadıklarımız ne kadar milli ve yerli siyasi? Kimler gerçek adaletçi, kimler eyyamcı, kimler ise BATININ bekçi köpeği.
Sorgulamaktan korkmayınız. Rabbimiz bizi sorgulamadan akıllarımızı kiradan kurtaralım derim nacizane?
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” diyen Rabbim akıl sahiplerini muhatap almaktadır; unutmayınız!
...
Var oluverdi! “OL” dediğinde “O”!
Herbiri bir araya geldi, herbiri birşey oluverdi! Kimi gezegen, kimi kelebek, kimi su! Olan biten, tesadüfmüydü doğrusu!
“Bismillahirrahmanirrahim;”
Ses moleküllerinin anahtarı, her bir hayrın başlangıcı! Esirgeyen ve bağışlayan! Japon bilim adamı Emeto, fotoğrafçı Kirlian, molekülleri resmettiğinde, herşey, çok tesadüftü! Enerji, yakıtı yok’tan olan! Zamanın rahmindeki yokluk!
Kozmik irade yani! Herbir yaratılmışa, pay edilen! Ruh hariç, o ki yalnız insanda! Sınava tabi olan, can ki; cansız taşta bile! Yaradılış; bir hareket,bir seyirde olan! Manyetik alan, çekim gücü! budur, Yaradılışın büyüsü!
Kün (Ol) diyen! Olduran! Sesiyle, komutlandıran!
“Bismillahirrahmanirrahim!”
ve bütün eşyalar sorgusuz itaatte! Sonsuz teslimiyette! ve gölgesi, sonsuz gücün! Ademin oğlu, büyük taklitte!
Tesadüf işte!
...
-Israr etmiyorum canım. Benim ki bir denemeydi karanlığı yok etmek adına başımı battaniye altına hep gömdüğüm gibi, belki inkar ile tanrıyı alt edebilirdim: Ama o heryerde.
...
O halde dini inkar etmeliyim. Önce şu yobaz ve gerici inançlarımdan kurtulmalıyım.Nasıl bir devrim ile Türk toplumu devlet idaresinden İslami  anlayış ve nüfuzundan kurtulmuş ise sekülerliğimi ilan etmeliyim. Bir imam  gerekiyorsa illa ki; hani bir süre sonra öleceğim ya.Buyursun cenaze  namazıma. Bu kadar baskıya gerek yok.Aman ya cehennem de olursa olsun.Yanarız geçer biter. Şu yaşta bana kıyıpta beni öldüren Muhammed’in tanrısı bir benle uğraşacaksa.(Haşa kere haşa)
Müslümanlık nerde; sizden geçmiş insanlık bile, paslı hançerinde, kanlar içinde kelle, hançerenden bağrıyordun bir de; Allahü ekber! Allah aşkına, siz hangi dine inanıyorsunuz? Hangi rabbe tapıyorsunuz? Cahillik sizde/bizde... nefret! Kin! Bu nasıl bir din? Alemlere rahmet, peygamberin ümmeti; Bu nasıl cinayet! Kabilin veletlerinde de aynı gayret...Kaybolmuş hidayet!
Paraya tapınma sizde/bizde; kadına, makama! Dilinizde yalnızca, günah fıkhı; kıymışsınız, şeytanla nikahı,/rabbinize ortak koşmuyor, ortak olmaya çabalıyor,/görende sanacak...sanki yeni bir din iniyor!
Cennetiniz kibriniz, cehaletiniz... bilmediniz haddinizi, /ölmeden, dünyada yarattınız cehennemi!
Bakın bütün dünyaya, müslümanlık, adeta sapıklık!Rabbim; kafirin hası, günümüzün Müslümanı!
İslamdan alan ahlakı, gavur denilen adamı;/sen eyle çağın Müslümanı!
Yok o tarikat, bu cemaat, o lider, bu mühim şahsiyet!
Kuşa çevirdiler, dini imanı!
Sen koru, gözet, gerçek müslümanı!
Bu nasıl bir sınav ya rab; kardeş kardeşe kıymakta, soluksuz ve sorgusuz bir ahmaklıkla, İşte budur hakiki azab!
Melun işlerken melanetini, bir de tekbir getirmekte ki, Sen sustur! Sen göster de azametini, tamamla üstümüzdeki nimetini! Tavsiyem odur ki, ona, buna, şuna, iman etmişseniz dinlemeyin beni! Akıbetiniz belli!
Yok eğer, kayda değer, varsa davanız; yalnızca Kur’ana ve Resulullaha bağlı kalınız!
...
Yine olmuyor.
Allahım çıldıracağım!
Dinsiz tanrı olmuyor! (Şimdilerde deist kavramı da pek bi moda oldu.)
Evet buldum nihayet içimdeki kaosu bitirecek tılsımlı ilacı. Çare Tevrat! Hem ki kendimi oldum olası ayrıcaklı hisseden bana Yahudilik pekte yakışır be.  Allah’ın seçkin çocuklarından biri olmamı ise annem olacak kadın engelledi.  Yahudi olmanın önşartı annenin Yahudi olması imiş.Türk olmanın dezavantajlarından birini yine yaşıyordum.
...
Ey, kardeşlerim! Didişmekten fırsat bulursanız, dinleyin! Luciferin fısıltılarına, verdiğiniz kulaklarınızı, bir kez olsun bana verin! Siz nasihat sevmezsiniz, lafa söze gelmezsiniz, yalnızca hikaye söyleyeceğim! Seversiniz, masal dinlemeyi! Yalan işitmeyi! Masalım ki farklı lakin, uyutmak için değil, uyandırmak için... Bundan çok uzun yıllar önce, insanlığın ilk cinayetinin işlendiği, o yıllarda başlar hikayemiz...
Her cümleye haşa demeyeceğim ama, haşalıktık sözlerimiz. Adem babamız ve havva anamızın çocukları, biz goyimler doğmuşuz. ilk haşamız; luciferle havva anamızın çocukları da, herşeyin uğruna yaratıldığı, Yahovanın ...Ve iki nehir kuşatır siyon yıldızını, biri nil, diğeri fırat... Hesapta bizim gayzerimiz bilem var! Onlar çekyat ürete dursun!
Beyoğlundaki, seçkin goyimlerin mabedi, nur-u ziya sokağının, bizim nurcularla ilgisi yok lakin! Paralel örgütle belki! O da ne demeyin, biraz araştırın, inceleyin!
Herşeyden, herkesten, hakkını almak isteyen bu çocuklar şimdilerde filistinde beslenmekteler.
One minute,oh my god! Eşkenaz, seferad, sebatay! Vay yavrum vay!
Biz “gül” ağacından “gülen erzurumlu” desenli, İtalyan tasarımlı, avrupa kazıklarıyla donatırken, tokili evlerimizi... Onlar gargat ağacı dikmekteler...Aslında uyuyan uyuyana, “Ümmeti Darbetmek” derdindeler!
Biz apartmanlarda, korkak çocuklar yetiştirirken onlar ilk 500’ ü sahiplendiler! Bankalar, borsalar, sendikalar; onların!
Bize meydanlar! Onlara domatesin tohumu, bize biber gazı! Faaliyette yani İblis’in tohumu!
Filmler onların, seyreden biz! İşte böyle hikayemiz!

BİZİM HİKAYEMİZ!
Ülkemiz nüfusu, şehirlerde... Bir tek, üç çocuk hayalimiz!
“Nesilleri telef makinasının mucidi onlar, düğmeye basan biz!”
Görünmez medeniyet onların; tek devlet, tek millet!
Biz de menü geniş, nerde ümmet?
Onlarla diyalog, kendimize blog! Düşünememe Non stop!
Sıkıldınız mı, anlattıklarımdan! Anti ya da değil, semitist mi oldum yoksa?
Kurbağalar mı ürktü? Fincancının katırları mı? Sözün özü, biz onların gargat ağacını, 700 yıl önce, bir çınarla kuruttuk! O yer, söğüttü! Anlayana öğüttü...
Sözlerim aşmasın maksadını, kötülemek değildir kötüyü,
Bakma sen ona buna, Yahudaya, kul ol sen kendi yaradanına!
İbret al yeter yani...
Bak 6 milyon yahudi  kök salmışsa, peşindeyse davasının... senin davanda laklak olamasın...
Otur bu yahudiler var ya, edebiyatına, ebediyyen sıkıntı başına!
Ey hak yolun yolcusu, hakikatı ara ki başarasın,
Cehennem aynı çukur, beğenmediğinle yanarsın!
Şapka çıkar luciferin çocuklarına, sen ademin oğlu bak, yaptıklarına...
Bilmediğin şeymiş gibi, neden şaşarsın?
Yahudi yahudi de, sor bakalım kendine; sen kimin nesi, kimin fesi? MESELE, MEMLEKET MESELESİ!
...
Budizm, Konfuçizm benim için Bruce Lee filmlerinden öte bir anlam taşımadı.Bir tek Tao usulü üreme faaliyetli ilişkiler dikkatimi çekti uzakdoğu felsefesi ya da dinleri adına.
...
Çağdaş dünyanın, batı dünyasının dinini tanıyacağım son çare adına. İstiklal  Caddesindeki İtalyan Kilisesinin müptelası oldum kısa sürede.Matta, Markos,  Luka, Yuhanna... Ammada cazip ha! Katolik mi olmalıyım, Ortadoks mu yeni paradoksum!
...
Mermer binaya sinmiş parafin kokusu sersemlemiş beni daha da bir benzetmekte.Kafamda çanlar çalıyor.Sahi çanlar kimin için çalıyor?
Ben Allah’ı birlemenin derdindeyim, adamlar bir, iki, üç deyip duruyorlar.
Papaz efendi, efendi efendi haykırmakta: “ Lütfen kızlarınızı ikaz edin! Boyunlarına, göğüslerine, kulaklarına; görünür yerlerine haç taksınlar. Farklılıklarını ortaya koysunlar. Çünkü Müslüman kızlardan hiç bir farkları kalmadı!”
Bu anlattıklarım bir film sahnesi olsaydı, söyle sebastian buraya nasıl bir efekt koymak gerekirdi?
Bu arada hastalığım şiddetini artırmakta.Bense İmamın kayığı mı papazın tabutumu derken daha bir yıpranmaktayım.Psikolojik destek adına müracaat ettiğim çapanın ilgili servisinden de kovuldum. Suçum diğer hastaların kafasını karıştırmak!
Sayıları belli değildi.Milyonlarcaydılar.İçlerinden biri hedefe ulaştığında 9 ay 10 günlük ayrı bir macera başlayacaktı. Başaramayanlar ölecekti. Milyonlarca ölü hücre...
...
Gecenin bir yarısı... 18 yaşlarındaki delikanlı, sokak lambasının aydınlığında karıştırdığı çöplerin arasından çıkardığı yarı boş şarap şişesini düşünmeksizin bir solukta kafasına dikti. Kesik kesik nefes alıp vermeye devam ederken de yaptığı işi bitirmeye çalışıyordu. İşi,  ekmeği adına şehrin sakinlerinin hiçte sakin olmayan bir şekilde ürettikleri çöpten nasibini aramaktı.Dakikalar birbir tüketirken ömrünün şol demlerini o yılların deneyimi ile ihtisasını yaptığı çöplere nasıl davranacağını gayet iyi biliyordu.
‘İşte şunlar yenilebilir!’
‘Şunlar giyilebilir!’
‘Satılabilir!’
...
Ne sigarayı tanımıştı, ne alkolü, ne uyuşturucuyu, kendiliğinden...Birileri tanıştırıncaya kadar. Alkolde karar kılmasının da çokta geçer bir açıklaması da yoktu aslında. Bir bahane, yalnızca...Gerekiyordu, bir gerek!
Yani aslında alkol dahi tercihi hiç olmamıştı yakın zamana kadar. Ta ki yakın  zamanlarda O’nu görene kadar.
O, onun bir kadına duyulan arzunun, aşk denilen hastalığın ilk vakası olacaktı.
Hoş... Bir çöpçünün aşk hikayesi de ne ki?
Hayatımızı çöplüğe çeviren diziler boyu palavra aşkların karşısında.
Yine bir gece yaşadığı büyük kentin büyük semtlerinden birinde büyükçe bir çöp konteynırını karıştırırken ilk kez görmüştü O’nu.
Sanırım O’ da kendisi gibi kimsesizin biriydi.
Bir köşeye kıvrılmış, elindeki şişeyi telaşsız bir tavırla ruhuyla bütünleştiriyordu.
Bir genç adam ve bir genç kadın hiç konuşmaksızın gecenin hüznünde ittifak kurarak sabahı birlikte kucakladılar.
Bu sahne birkaç kez tekrarlandı o kadar.
Genç kadın delikanlının hayatına sessizce geldiği gibi sessizce de gitti.
Geride ise çığlık çığlığa bir hasret bırakarak...
Bütün bu anlatılanların ise kayda değer bir yönü elbette yok.Sıradan can sıkıcı bir hikayenin başlangıcı olabilir, hepsi bu.
Ta ki; O delikanlı ben isem başka. O genç kız sen isen...O sokak burada önemli olan.Bir ekmek kavgasına sahne olan o sokak.
“Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında.Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında.Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.”
Filistin Sokaklarında da bitmeyen bir kavga var, şimdilerde Suriye sokaklarına taşan.
Aşk! Denilen kutsal insani duygular tepesine bomba inen ıraklı gençler için ne anlam taşır? İsimsiz milyonların vücudu parça parça olurken kırılmış bir kalbin terennümünü Bush’tan sonraki Obama hangi evangelik bir lirisizme ram eyler?
Güniz Sokakta semirtmiş zihniyetin izdüşümününün kavgasını bütün bir ulus yıllardır üstlenmedik mi? Şanlı dirilişimiz Ergenekon şimdilerde bir yokoluş tiradı mı ne? Balyoz ne; milletin tepesine inen mi?
Kasımpaşa sokaklarından Çankaya’ya doğru yol alan hikayenin bizlerin hayatındaki etkisine olacak, bilemem. “Zaman”la anlar mıyız her şeyi? Okyanus ötelerinden gelen esinti kırık testimizden neler sızdırır ki?
Soner’in Efendi’si Endülüs’ün Gırnatası’ndan, Selanik sokaklarına uzanmamış mıydı? Kim nereye ne kadar dönmüştü? Kimin döndüğü yerde Roma, kimin döndüğü yerde Kabe vardı; onu da bilemem!? Ben hiç niyet okumadım ki!
Hayatı ben istemedim; vereni de görmedim ki;iade de edemedim elimde kaldı... Ama yavaş yavaş bitiyor süresi, doluyor kumum! Ağlamalı,gülmeli, sevinmeli,üzülmeli! Ama yaşamalı hepsini tek tek! Zaman azdır, gözünü aç kapa; 50 sin! 14 tün hani?? Ne kadar çabuk geçti di mi? Anlamadan bittin!Game over! Çalışma, zorunu yap; hadi yat! Ama elbet karşılığını nasılsa ödeyecekler. Tembellik ilerde de sokakta yatıp kalkmakla eşit;  Bu bir şiir değil,masal değil... hayat hayat! Bazılarına memat! Büzüğün müsaitse misal, bu gece dışarda, bir başına kal! Kal da ötele sonra şehrin dilencilerini...
...
Ben ölüyorum, gençliğim ölüyor, şiirlerini okuduğum şairler ölüyor, zaman ölüyor, mekan ölüyor.İçime insanlar dökülüyor, yalnızlaşıyorum; sessizliğim artıyor. Meydan okuyan yiğit yanlarım daha bir sünepe ve daha çok  öfkeliyim. Gizli randevulara gidemiyor, olmayan kadınları sevemiyor, ama yanlış hayatları da ısrarla yaşıyorum.Kocaman gemilerle inadına yalnız yolculuklar yapıyorum.Yağmurlu vakitlerde herkesin rüyalarına giren külhan sesli küçük bir çocuğun yine de canı yandığında eteklerine sığındığı eflatun gözlü anneler arıyor gözlerim. Mezarlık kenarından geçerken ıslık çalardım, gayba dair korkular içinde; kendi sessizliğim boğardı beni. Sonraları...Gazetelerden tiksindim;yalan yanlış ve yanlı haberlerinden,/Halbuki ne severdim çocukken gazete kağıdından yayılan münzevi mürekkep kokusunu.
Hainlerin kahraman,kahramanların hain olduğu ülkemin coğrafyası çatık kaşlarımın ifadesindedir. Sevilmeyen, kederli çocuklardan biri de bendim mahallede. İçime gömdüğüm sessizliğimi bir gün gelirde haykırırım diye de yine inadına içimde büyütmekteyim. Asırlardır, gökyüzündeki  bulutlar bile huzursuz.
Bir taştan doğup bir taşa hapsolunan bir heykel gibi sessizce izliyorum olup bitenleri; taşlaşmış yüreğimle...
“Taksim sokaklarında arkadaşlarla haftasonu buluşması.Sokaklar dolusu koşuşturmaca.Sokak fahişelerinin insafına sığınan anlık nefisler.Israrla bombalanan ‘taksim’ edilmiş ümmetin sokakları!’ Çapulcular, ıskalanmışı yani evlatlarımızın; sormaktalar! Bir gezintiye mi çıkmalı, ne?”
Milyonlarcası biranda aynı hedefe boca edildiğinde ancak bir tanesi mutlu sona erecekti.Mutlu sona erenin ise milyarlarca rakibi olacaktı 9 ay on gün sonra. Sokaklar Caddelerin kılcal damarları.Bütün sokaklar aynı yere mi çıkar bilemem:
‘Haykırsam kollarımı makas gibi açarak; durun kalabalıklar bu yol çıkmaz sokak!’
Elbette hiç sevmedim Hitler’i. Avrupa sokaklarını mazlum Yahudi kanıyla bezemesini. Sevmem mi gerekiyor şimdi Ortadoğu sokaklarını mazlum Müslüman Arab’ın kanıyla bezeyen Yahudiyi?!
Çöpleri karıştıran yukarıda anlattığım çocuğun küçük hikayesi ruhumdaki büyük çöplerinde karışmasına sebep olmakta, hepsi bu. Kirletilmiş ruhumla da olsa O gizemli sevgiliye ben de hasret duymaktayım. Gecemi, yalnızlığımı ve hüznümü paylaşan o sevgiliyi ah bilseniz ne kadar özlemekteyim, bir bilseniz! O sevgili ki anlıkta olsa beni özgür kılmakta! Evet, hepimizin bir sevdiği ve sevgilisi mutlaka vardır değil mi? Bizi özgürlüğe çağıran.Heva ve heveslerimizi dinginleştiren! Sahi biz kimi seviyoruz? Sevgilimizin adı ne? Hala bi ad koyamadık mı yoksa O’ na?
...
Spikerin sesi, aynı bir önceki okuduğu magazin haberindekinin aynı kıvamındaydı “Bugün Suriye”de meydana gelen şiddetli patlamada ölenlerin sayısının yüzeli...”
“NEDEN, BAŞKALARININ ÖLÜMÜ İÇİMİZİ ACITMIYO Kİ?”
Yoksa hayat ölümle başladığı için mi? Ya da yaşayan ölülere dönüştüğümüz için mi?
...
“Ay! Kahretsin! Telefonumun şarzı bitmiş!...
...
Bir yanda İstanbul.Bir yanda vizeler, finaller, parasızlık, yalnızlık, Allahsızlık. Bul da bul, gel de bu kafayla kıbleyi bul!
Gece yarısı gelen krizlerimden kurtulmak için devriye gezen polis arabalarına otostop çekerek hastaneye yetişmek. Ameliyatta kullanılmak üzere hastaneden istenen ilaçları almak için diğer hastalardan ya da hastane görevlilerinden para dilenmek.
..
Yeterrrrr!
Ölmek istiyorum!
Bıktım, usandım!...
Pus kokan, zift kokan, kardeşin kardeşe... kin kustuğu... Bu günlerde yazmak ve yaşamak, başlamak söze sorgularla... Kime nasıl? Öykünmek iktidara misal? Yazmak, vatandaşı olarak ahiret yurdunun, dünyayı yurt edinmişlere, yaldızlı kelimeler üretmek, methiyeler dizmek... kestirmesi işin!
Ağır konular bunlar geç... Girme! anlamazlar! Onlar, ağlamayı unuttu! Hem Akif yazdı yazılacak olanı...
“Korkma sönmez bu şafaklar da!”

BENİ GEÇELİM ARTIK
İşte ben size etrafımızda gördüğümüz bazi özelliklere haiz vatandaşlarımızdan birisinin öyküsünü anlatmak istiyorum.
Öyküsünü anlatmak istediğim kişinin adı belki ahmet...bel ki mehmet...ya da biz ona başka bir isimle hitap edelim;  “Medeni.”
Aslında hepiniz tanıyorsunuz onu bir yazgıdır o. Bir modern yazgı.Seküler, kaotik, quantum, göreceli yazgı.  İşin edebiyatını geçecek olursak kimimizin, anası, babası, ağabeyi ,ablası,halası,teyzesi,evladı-her kimse kim!  Medeninin cinsiyetini sorgulamayın lütfen. Şimdilerde tv ekranlarını parselleyen ipekten cins ise hiç değil. Lut kavminin mensuplarından yani.
O yalnızca bir insan.Herkes gibi;  zamanın atına  binipte ölüm durağına doğru dörtnala koşturan biri işte. Hepimiz gibi…
Şimdi geriye doğru yaslanın ve onu…yalnızca onu düşünün… Kalıplandırın iç dünyanızı…Anlıkta olsa kapatın yumun gözlerinizi. Siz nelere göz yummadınız ki? Hatırım için…
Kim değildir ki o?
Ki hatta eskilere gidin, uzanın en gerilere ve o’nu düşünün;
“Ey akıl sahipleri! Akletmiyor musunuz, düşünmüyor musunuz! Ne kadar da az düşünüyorsunuz!” diyen Rabbimizin emri gereği düşünün. “Şüphesiz düşünüp öğüt alacak bir toplum için âyetleri ayrı ayrı açıkladık.” diyeni duymuyor musunuz? . Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?” diyene ne zaman kulak vereceğiz?
Sakın düşünmeyin lakin ademin ilk günahını. Habil’in katlini…
Düşünün kendi günahınızı…İlk günahı…nızı…Başkalarıyla uğraşmaksızın…
Ardı arkasına kesilmeyen günahlarınızı…
Sakın ümidinizi kaybetmeyin sakın…
Ne diyor atomun sahibinin elçisi:
Hz. Enes (R.a) anlatıyor: “Resûlullah (S.a.v) buyurdular ki: “Allah Teâla Hazretleri diyor ki: “Ey Ademoğlu! Sen bana dua edip, (affımı) ümid ettikçe ben senden her ne sâdır olsa, aldırmam, ben seni affederim. Ey Ademoğlu! Senin günahın semanın bulutları kadar bile olsa, sonra bana dönüp istiğfar etsen, çok oluşuna bakmam, seni affederim. Ey ademoğlu! Bana arz dolusu hata ile gelsen, sonunda hiç bir şirk koşmaksızın bana kavuşursan, seni arz dolusu mağfiretimle karşılarım.”
Tevbe açık yani.
Kapıların en güzeli…
Yine Ebu Hüreyre (R.a) anlatıyor: “Resûlullah (S.a.v) buyurdular ki: “Bir adam vardı, (günah işleyerek nefsine zulmetmekte) çok ileri idi. Ölüm gelip çatınca oğullarına dedi ki: “Ben ölünce, cesedimi yakın, külümü iyice ezin ve rüzgarın önünde saçın. Allah’a yemin olsun, eğer Rabbim beni bir yakalarsa hiç kimseye vermediği azabı verir!”
Ölünce, bu söylediği ona yapıldı. Allah da arz’a emrederek:
“Sende ondan ne varsa bana toplayıver!” dedi. Arz da topladı. Adam ayakta duruyordu. “Sen böyle bir vasiyeti niye yaptın?” diye Rabb Teâla sordu.
“Senden korktuğum için ey Rabbim!” cevabını verdi. Allah Teâla Hazretleri bu cevap üzerine onu affetti.”
Yarım yamalakta olsa tevbelerinizi büyütün…
Düşünün bir çukurdasınız. Vaktin akrebiyle, yelkovanıyla derdest olduğu andır hemi de vakit.
Üzerinize henüz örtüldü nemli toprak. Zannet meyin ki toprağın nemi halimin hüznündendir... Kimleri sarıp sarmalamadı ki o ıslaklığıyla…hangi evladını toprak ana!..
Gelecek olanı birazdan yanınıza…
Söyleyeceklerinizi…Dilinizin altını bi yoklayın bakalım, baklanız yanınızda mı…
O çukur ki;  bir kafes. Dut yemiş bülbüllerin kafesi…
Bi şey mi diyecektiniz?
Söylemek isteyip te söyleyemeyeceklerinizi mi bıraktınız yoksa çukurun başında…
Hal hal değil yani…Bu manzara titretti mi peki… Çürürken bedeniniz bir an için ürperdiniz mi? Vazgeçilmez teninizde dolaşan kurtçukların soluğu nasılda yakıcı değil mi. Hele o ayak sesleri…Hışırtılar…uğultular…
Bırakın hiç olmazsa orada Muaviyeye diş bilemeyi.Muaviyenin memleketi Şam ne halde bir baksanıza. Yezidle İsanın çarmıha gerilmesinin arasında nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz Allah aşkına. Hem komplolar başka Fehmi’nin işi. Kurmacanın programlı saati kameralar eşliğinde kimbilir kaç dolar?
Sorunun babası için hazır mıyız peki? Siz bugün GERİYE KALAN ÖMRÜNÜZÜN İLK GÜNÜNDE kendiniz için ne yaptınız peki?
Hani insanların en hayırlısı insanlara karşı en hayırlı olandı?
En son bir yetimin başını ne zaman okşadınız?
Ne zaman gülümsediniz Allah rızasını gözeterek, bir mümin kardeşinize. Yoksa telefonlarına bugünde mi çıkmadınız? Geri dönmediniz bütün aramalarına karşı. Siz demi “korku ya da beklentilerine göre” davranış gösterenlerdensiniz?
Selamı yaymak gibi bir kaygınız var mı mesela?
Dedikodu, iftira, gıybet, yalan günah kabilinden mi?
Yoksa Müminler Kardeştir düsturunu bir kenara bırakıp laz, türk, kürt lakırtı pisliğini buram buram yaşatanlardan mısınız?
Ve…En son ne zaman teşekkür ettiniz hayatınızdaki insanlardan birine…
Özür dilediniz hatta onlardan. Öyle ya ey kibri boynu altında kalasıca: Bütün küçük dağlar senden sorulur!
Dönün şimdi ötelere…Ötelerden gelecek günü unutmadan…Cevaplandırdıktan sonra bu soruları bir bakıverin Roma arenalarına:
Vahşi aslanın pençesindeki feryadın rengi ile seyrantepe arenasındaki sarının yanındaki renk aynı mı? Aynı rengi biz bayrağımıza hangi şartlarda yerleştirdik, bir bilenimiz var mı?
Susun ve dinleyin! Çığlıklar gelmiyor mu kulaklarınıza?
O değil mi o; Yunanın lat’ı, Menat’ı ve uzza’sı olan Zeustan rahmet ve şefaat  uman medeni?
Düşsel bir fanteziyle belki Kimmeryada Conanla beraber sokak fahişelerine çeliğin sırrını anlatıyor yorgun gecelerin ardından. Bu sırrı ki yorgun survivor maceralarının peşinden asla ekleyemezsiniz  wikileks belgelerine. Gülün adında sean cornery le beraber ortaçağın karanlık şatolarında büyünün tebliğine galileyle bir olmuş haykırmakta: Dünya Dönüyor! Ya da şimdilerdeki adıyla; Parapsikoloji!
Savaş meydanlarında, imparatorlara, sultanlara derebeylerine obamalara, putinlere gıcık veriyor da anlatamıyor bir türlü;
Afganistan dağlarında Müslüman mücahit kardeşlerimizin artık birer afyon tüccarı olduklarını.
100$ lık eroin Afgan dağlarından yola çıkınca pakistanda 5000$, iranda 12000$ Türkiyemde ise 22.000$...Kısaca 40.000 vatan evladı…
Ardından silah sektörü, ilaç sektörü…Has sektör leyn!
“Bir gazeteci Afgan dağlarında, bir çocuğun başını okşadı;
De di o’na, sen dünyanın en iyi çocuğusun…
Çocuk, dedi ona;
Bizim iyilerimiz şehit oldu!”
Ezgilerde ne de güzel ama şehadet, ey klavye delikanlısı…
Ebu hureyre, en çok, hadis rivayet eden sahabi. Kedilerin babası yani, ona bu ismi, peygamber verdi!
Nerde görsem,bir sokak kedisi, peygamberim gelir aklıma,bir de perişan olmuş,sokaklara düşen peygamberin ümmeti!
Uyuyan kedisini, rahatsız etmemek için, yattığı yerden, hırkasını kesen, merhamet peygamberi!
Ha! kedi dediniz de, aklıma geliverdi! ithal mamayla beslenen, sosyete kedileri! Orhan Veli’ninki!
Gençliğimizin baharı; ama aylardan eylül, hemen seksen sonrası, hafta içi, belki de pazartesi. Bir ikindi vakti, sanayii nefise, talebesi olmak için, fındıklıdayım.
Yetenek sınavı sonrası, gerçek sınav için, yakınlardaki, camideyim Alnım secdeye kapanmış, bugünlere, o günlerden dualar dudaklarımda, “Rabbim hayr eyle!”
Camide üçbeş delikanlı. Ya da bir başka, yedi güzel adam. Namazı eda ettik, usul tadili erkan. Ben dedi, Adnan! Heybetli,bir güzel adam, saçı ortadan ayrılı; sünnete ayarlı!
Hemen kaynaştık... Avlusunda caminin, yine görüşmek için, randevulaştık!Onlar uzaklaşırken yanımdan, arkalarından hayranlıkla bakakaldım!
Bilen bilir, her caminin kedisi vardır. Avlusunda dolaşıp,cemaatin bacaklarına dolanan. Hikmeti ilahi,caminin avlusunda, bir sürü kedi!
Ara ara görüştük, halleştik. Çünkü biz kardeştik! Mimar sinan değilde, gidince başka üniversiteye, ayrı düştük kardeşimden!
Sonrası, yüzü nur, kalbi nur, pak dostları, gıyaben takip ettik! Taktir ettik!
Derken bir rüzgar, Şubat soğuklu! Memlekette esen, bir deli rüzgar, Adnan’ımı serinletti!
Memleket ilk ondan öğrendi, yahudiyi, masonu! O korkusuz adam, kalemiyle cihad eden! Korkuttu çokça baronu!
Başına gelmedik illet, kalmadı gelmedik musibet! Ya da iyi oynamıştı yazılmış oyunu?
Allahu alem, safhası; mehdilik şimdi onun sırası! Canlı yayında 33. dereceden, bir ihanet vesikası...
Cami avlusunun değil, başka alemin kedicikleri; şimdi maşallah, bacakları arasında!
Ey! nur talebesi, yakıştı mı o minver sana, minberin sanki, et pazarı! Alem-i nur sönmekte, bütün kandilleriyle!
Behey! hemşehrim, Adnanım, kardeşim!
Herşeye eyvallahta, bu neyin cümbüşü? Neden yarıldı, İsa’nın döşü?
Allahu alem! Bu sen değilsin, sen olamazsın! Haybeye, neyine gerek, mehdilik? Adamlığın yeterdi be! Silikon vadisinin, sultanı olman, nafile!
Delikanlılığın harman olduğu mağara günlerinden çaldığı ateşle en yakın dostu Vilademis ilyiç Engels Darwinle bir olup A9 mehdisinin huriyelerine yaptığı çoook şekeeeer bir seranattan sonra yakıvermiştir sigarasını; efkarından. Medeni ki tıpış tıpış tavşan rakam 62.000 tl cezasını ödemeye çoktan hazır. Hoş koca memleketi,  caaanım türkiyesi 9 milyar$ dövizi morris efendiye ödedikten sonra. İnşa-Allah! Maaş-Allah!
Aslen Manisalı olan Moris Efendiyi tanıyanımız var mı? Mal borusu desem?
Medeni her yerde her zaman…
Ergenekondan göç edenlerin arasında o varken rehberleri Asena henüz kıvır mıyordu bile. Dağları eritenlerin…
Lakin ismi paşa paşa geçmekte mi malum dava dosyalarının arasında onu bilemem.
Bildiğim kadarıyla, Oğuzhan kral Artura medeniyle ulaşıyor ve diyordu ki;
Ve diyordu ki Sezar; Sende mi Medeni! Sende mi Pensilvanya?
Kleopatraydı, katerinaydı, emanueldi, nataşaydı filan derken…Medeninin evdeki karısına nezaketinin  arkasında fitne fücur arayanların yanında saf tutamam…Hem polis korumasındaki bir eksük etek niye durup dururken can versin ki? Ateş olmayan yerden duman çıkar mı anam!
Israr ediyorum arkadaş;
Şimdinin nikahları türlü türlü; Cüppelisi var…Cüppesizi…Üzeni var, Üzmez’i! bir de PİÇ’i...(Paralel İhanet Çetesi)
Kazıklı voyvodaya ülkenin odunlarını kim nasıl gönderdi bilemem. Voyvodanın torunları avm koridorlarında şimdilerde pek bir romantik… Jöleli saçlarıyla alacakaranlık kuşağında. Coool mu cool… ama Allah’a değil…
Alexandr Grahambel’e kontür temin edip dünyanın en büyük çene fabrikasını kuran bizim medeniler memleketin otlarını alternatif tıp diye sebepli sebepsiz evin danalarına yedirirlerken tıp oyunundaki gibi GDO’lu ürünlere suspus olduklarında vallahi ben onların yanlarında değildim. Görmedim, duymadım, söylemedim… Ben aslında bu ormanın tek maymunuyum. Güttemberg ile müteferrika arasındaki polemikten google’ım yoktu. Bildiğim bu medeniler güruhunun kitap okumadıkları. Oku ile başlayan bir inancın müdavimleri okumuyorlar kardeşim…
Ama onlar tesbih çekip, umreye gidip, namaz da kılıyorlar. Ama Rabbim de diyor ki “onlar kıldıkları namazlardan gafildirler”!
Peki soruyorum!
Eğer okumuyorsanız!
Yoo sorunun sahibi ben değilim atomun sahibi, varlığın ve yokluğun sahibi, kainatın sahibi soruyor: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu”?
Sonra uzandı aldı Ulubatlı Hasan’ın elinden sancağı ve dikti onu kalenin burçlarına.
Burcu sorulduğunda balık burcundanım diyordu.
Duygusalım yani!
Be mübarek!o kadar duygusalsında Mobidik’i öldüren mızrağı fırlatanda sen değimlisin?
Lillah aşkına söyleyin kim fethetti İstanbul’u?
Fatih mi?
Akşemsettin mi?
Ulubatlı mı?
Macar urban mı?
Vezir-i azam Çandarlının ihanetine ne dersiniz?
Yoruldum… Müsadenizle biraz su içeyim. (Suyumuzu pet şişeye koyanlara dikkat ettiniz mi hiç. Su piyasası bile yahudi firmaların eline geçti de...)
Medeni de yorulmuştu.
Dindirmek için yorgunluğunu Kızılderili reis oturan angusa uğradığında yanında blue jean, kola, fast food ve mal borusunu ilk o götürmüştü.
Bir tutamda zenci… o zenciler ki henüz nescafe kıvamında değillerdi.
Malkom X de olmasa olan bitenden haberimiz olmayacaktı… Ve Muhammed Ali…
Yeni gine, Mozambik, Yukarı Volta, Madagaskar henüz lügatimizde olmayan memleketler.
Bir Nijerya var; sokaklarında İstanbul’umun çakma marka saatler satan kara kaderli insanlarıyla.
Yeşil sahalarda top koşturanları var ya aynı renkte olanların, aslında onlarda beyazın siyah hali…
Yani illaki Napolyon… para, para, para…
Avusturya Macaristan veliahtını vuranında medeni olduğunu söylemiş miydim?
Birinci cihan harbinde Çanakkale de, Yemen de, Medine de, Trablusgarp da olup biteni, çizilen haritaları ilk kim duyurmuştu aklın kör noktalarına? Biz sofralarımıza konan yemekleri beğenmeyelim;  ne diyordu bir milyon şehidin verildiği yemen çöllerinin az ötesindeki Fahrettin paşa karısına yazdığı mektupta:
“Ey Servi Bülendim,
Zat-ı alinizin ve cennet meyvesi evladlarımın yokluğunda Hicaz Çölleri bir kez daha çöl. Çölün kavurucu sıcaklığından daha öte bu kor dağıtır naçiz idrakimi. Bu diyarlarda münferid kalalı tesellim; vuslata dair hasret ateşi ile aynı zamanda Allah ve resulu olan kainatın efendisinin evlerinin bekçiliği şerefinin lezzetidir.
Şamdan Hicaz çöllerine varalı devr-i sene iki oldu. Cephedeki sıkıntılardan dem vurmayacağım. Allah Resuluna ve hak davaya  dair olan aşkımızdan zahir, öğünlerde yediğimiz çekirgelerin cennet taamı olduğu ise şahsıma kesin bir kanaat vermekte. Açlık, yokluk, sefalet ihanet kadar yakamaz gönlümüzü. Malum İngiliz serpuşunun zulmü bütün evladı fatihan topraklarında hep aynı. Lakin bir şu satırlar şunca ateşin içinde yüreğimi biraz serinletmekte. Senle kunuşmaktayım, dertleşmekteyim neticede. Hele ki senden bana ulaşan mektuplar ise çöl meltemi gibi teskin etmekte hasret dolu gönlümü.
Beni asla merak etmeyin.
Askerlerimi de…
Bu badireyide atlatacağız İnşaallah! İnşaallah bu mubarek beldeyi zalim ingiliz’in serpuşuna ve çizmesine hayatımız pahasına asla terk etmeyeceğiz. Ümitvarız çünkü iman dolu göğüsler var serhadler misali. İşte onlardan biri. İdris Sabih bey nam, silah arkadaşımın bizi dimdik kılan satırları:
“Dünya ve ahiret efendimizsin/Bir ulu’l emr idin emrine girdik,/Ezelden bey’atli hakanımızsın,/Az idik sayende murada erdik,/Dünya ve ahret sultanımızsın/Unuttuk, İlhan’ı kara oğuz’u/İşledik seni gözbebeğimize/Bağışla ey şef’i kusurumuzu/Bin küsur senelik emeğimize/Suçumuz çoksa da sun’umuz yoktur/Şımardık müjdei sahabetinle/Gönlümüz ganidir, gözümüz toktur/Doyarız bir lokma şefaatinle/Nedense kimseler dinlemez eyvah/O kadar saf olan dileğimizi/Bir ümmi isende ey resulullah/Sen okursun dileğimizi/Yapamaz evladı Ertuğrul sensiz/Can verir, cananı veremez bizler/Ebedi hadımi harameyniniz/Ölsekte, ravzanı yinede ruhumuz bekler.”
...
Sütçü imamın sütü pastörize miydi peki?
Fransızlar’ın  işgalinden kısa bir süre sonra küçük grubların karşılıklı sataşma ve atışmalarlarıyla  yer yer kargaşa meydana geliyordu, Maraş sokaklarında.
Bu arada asıl adı Ali olan Sütçü İmam Uzunoluk caddesinin kenarında hem süt satarak geçimini sağlıyor, hem de ücretsiz olarak imamlık yapıyordu.
İşgalin ardından Cuma günü sabah olur olmaz, şehirdeki Ermeniler’in taşkınlık ve şımarıklıkları görülmeye başladı. Fransızlar’dan güç alan Ermeniler, şehre dağılarak önlerine gelen Türklere hakaret ediyorlar, Türk Milletinin örf, adet, gelenek ve görenekleri ile dinine dil uzatıyorlardı
Bardağı taşıran son damla, Fransız askerlerinin Uzunoluk hamamından çıkan Türk kadınlarına sarkıntılık etmeleri oldu. Bir grup Fransız Ermeni askeri ikindi üzerinde Uzunoluk Caddesi’nden kışlaya dönüyorlardı. 0 anda Uzunoluk Hamamından yüzleri peçeli iki Türk kadını çıktı. Üç kişi olan ve sarhoş durumda olan Fransız Ermeni askerlerinden birisi, hamamdan çıkan Türk kadınlarına saldırdı ve başörtüsünü yırttı. “Artık burası Türklerin değildir, Fransız memleketinde örtü ile gezilmez” diyerek kadıncağıza sarılıp ilişmek istedi. Tesettürü yırtılan ve zor durumda kalan kadıncağız bayılıp yere düştü. Ermeniler bu arada Türkleri öldürüp kadınlarını alacaklarını, camilerine çan takacaklarını söylemeye başladılar. Olayı Kel Hacı’nın kahvesinden gören Türkler dışarı çıkarak, askerlerin üzerine yürüdüler. Ermeniler kötü sözler sarfederek silah kullandılar. Bu arada Çakmakçı Sait orada kurşunla yaralandı ve şehit oldu. Gaffar Osman’da yaralandı. Bu sırada Ali Sütçü Imam, Karadağ tabancasını alarak dükkanından hızla olayın olduğu yere geldi. Silahını Ermeni askerlerinin üzerine boşalttı. İlk kurşunu atan Kahraman Sütçü Imam’ın silahı ile yaralanan Ermeni askeri arkadaşlarının yardımı ile kışlaya götürüldü. Yaralı asker bir gün sonra öldü. Sütçü İmam Ermeni ve Fransızlar tarafından sürekli arandı. Sütçü İmam’ın bu unutulmaz kahramanlığından dolayı halk adeta birbirine kenetlenerek kardeş oldu. Birlik ve beraberliğin en güzel örneği bundan sonra da yaşandı.
Arkasından da gelsin güzellik yarışmaları. 1926 da Avrupa güzelimiz seçilir. 32 de keriman halis ece ile de kainat güzelimiz…Türk kızları podyumlarda…pilajlarda…Sütçünün mermisi haybeye yani…
...
Gazap üzümlerinden ilk şarabı kim yapmıştı?
İstanbul neden işgal edilmişti? Kimler tarafından?
Şimdinin mafyalarıyla İngiliz’in insafı aynı perdeden miydi?
Ve nasıl kurtulmuştu İstanbul?
Peki Mahmutbey gişelerinin dibindeki Mall Of İstanbul’a ne denmeliydi? İstanbul halkına ima yollu bir göndermemi yapılıyordu?
Shapher’, İnnovia, Trump Tovers, rezidanslar, plazalar…
Siz konutlanın, ayrıca Cennetten köşk bekleyen insanlar…
Can alıcı bir soru daha: Avatarlar öldüklerinde Cennete gidebileceklermiydi?
Caillou’u dedesiyle bayram namazını himmet karşılığı hangi camide kılmışlardı? Dilimize, dinimize neden pepe’ydik ya hu? Hasılı; 75 milyonluk nüfusumuzun 25 milyonu 12 yaş altı çocuklarımızdan ibaret. Çocuklarımız yani geleceğimiz... Şirk kültürü ile büyümekte, ahlaksızlık cenderesinde kirlenmekte!.. Biri 2071 mi dedi?
Ufolar dünyaya geldiklerinde namazlarını cem etmekte miydiler?
Hele ki aya gerçekten gidilmişmiydi?
Bir daha neden gidilmedi? Şunca teknolojik gelişme haybeye mi?
Glastnost’u Gorbaçov neden kutup ayılarına anlatmamıştı?
Küresel ısınma, küresel soğuma yoksa küresel bir dangalaklığın neticesi miydi?
Eyvallah,henüz rakam yoktu, Adem babamıza da, Havva anamıza da! Sonra rakamı buldu Ademoğlu, 570 gibi mubarek olanlarını... 1071 rakamların efendisi! Anlatacakları vardı, 1,2,3’ün! 1453’ün! 1492; Endülüs, colombus ve medrese... YIL! 1699; ÇÖKÜYOR MUYUZ NE? Çok sürmedi; yıldık ta... Önce yılanla girdik yatağa; 1839! ISLAHAT DEDİLER, FERMAN BUYURDULAR; 1856! FRANSIZ KALDIK OLAN BİTENE! Aziz hükümdar ve Buhar devrimi, Biraz da Livingston... ALAMANLARA VERDİK GENEL KURMAYI; LİMON VON SANDERS! Limon gibi sıkılacağımız nerden bileydik? Henüz moda değildi ki zati “ALDATILDIK” demek. “Hem ne istedilerde vermedik!”
Cihan şümul bir fitne! İlki hemi de...
Çanakkale de; bir çanak çorbaya hasret giden 254.000 çocuk! 1. Osman’dan 2. Abdulhamit’e bir uzun yol, 3. bir şans verilmedi lakin! Kurtuluşa Pangaltı! Karga peşinde bir çocuk; tanıyamadı güvercinleri (Üvercinka!)
DEVRİM DEDİLER DEVRİLİŞİMİZE... Lakin dedi, demedi arasında bir 90 dakika! Askıya alınışı hesabımızın...Hükmen mağlubuz, kaybettiğimiz bir üç puan daha: uzatmalardayız...
Ayasofya’ya cenaze namazı! İmamın cüppesi FRAK İLE FİRAK arası! Netice; alaFRANg (Dominieken-Fransizken) Yasal olarak yıllar yılı; Vardar Ovası kardeşim! (Tuttur türküsünü)
Söyleyin ey yetkililer; 2013 te mahkemelere yansıyan 700.000 küsur çocuğa taciz davasına ne diyeceksiniz? Ki bunlar lağımın taşan kısmı? Ensest ten de bahsedelim mi eğer utanmanız kaldıysa! Söyleyin; Marlin  Monroya da Fatmagül’e de aman da Zühtü Zühtü diye yaklaşımda bulunan Coşkun muydu, Şahin K mıydı yada Kuzey Güney’in yengecisi miydi?
Öyle bir geçiyordu ki zaman insanın huzur dolu bir sokağa ihtiyacı vardı. Dizi dizi tesbih tanesi! Poptan hocalarımız “Yetiş Bacım” dan hemen sonra!
Eee ne de olsa yalan dünya… Yetenek sizsiniz, yeteneksizsiniz Türkiye! Ses ver, Türkiye; o ses!
Mematisiz batsın bu dünya… Allahtan muhteşem bir yüzyıldayız… Bu yüzyılı bağcıların yüzyılıyla karıştırmayın lütfen…
Ve Allahsızlık etmeyin…
O Süleyman ki;  Rodos halkı bıkmış Cenevizlilerin zulmünden… De hadi demişler muhteşem Süleyman’a; kurtar bizi! 50 bin kişilik ordu… Süleyman’ın ordusu gemilerle yanaşmışlar Rodos adasına… 50 bin kişinin günler süren yolculuğu… Yemesi, içmesi, çişi…
Ada üzüm bağlarıyla dolu.Asker aç… Asmadan kopartır bir salkım üzümü Mehmetçik. Ardından üzümün bedeli olan akçesini bağlar asmaya.
Helali bilirdi Süleymanın mehmedi… Hayatlar helal ile haram arasında…Şimdilerde getiri-götürü…Şimdinin Sülümanları ise Şehrazat’ın kocası, binbir gecenin onuru! Onur’lu yürüyüşler düzenlemekte her ramazan arefesinde LBGT mensupları, ecdad topraklarında: Ensestli!
Helal ile haram… Tıpkı çanakkaledeki gibi;
Kocadere köyünde büyük bir “ Sargı Yeri ” kuruluyor. Kimi Urfalı , kimi Bosnalı , Kimi Adıyamanlı , Kimi Gürünlü, Kimi Halepli herkesin gardaş olduğu günler…
Bunlardan biri Çanakkale Lapsekinin Beybaş Köyündendir ve yarası oldukça ağırdır. Zor nefes alıp vermektedir. Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine yapışır.
Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşır ama tane tane kelimeler dökülür dudaklarından.
Ölme ihtimalim çok fazla... Ben bir pusula yazdım... Arkadaşıma ulaştırın...” Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur.
“ Ben...Ben köylüm Lapseki’ li İbrahim Onbaşından 1 Mecit borç aldıydım...Kendisini göremedim. Belki ölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin.
“ Sen merak etme evladım “ der Komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnını eliyle okşar.
Ve az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözüde “ söyleyin hakkını helal etsin “ olur.
Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getiriliyor.Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşüyor. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyor. İşte yine bir künye ve yine bir pusula. Komutan göz yaşlarını silmeye daha fırsat bulamamıştır. Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve olduğu yere yığılır kalır. Ellerini yüzüne kapatır, ne titremesine nede göz yaşlarına engel olamaz.
“Ben Beybaş Köyünden arkadaşım Halil’e 1 mecidiye  borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim.
...
Mister ile mösyö, haçlı seferinde; İstanbul işgal altında! Bir de bizden birileri...Arabın bedevisi, sarayın okumuş cahili, eteğine sığınınca ingiliz ecenin! Ecnebi füruat, kalabalık teferruat; yani kraliçenin yeni askerleri,medineden sonra hilafet topraklarında. Meşin yuvarlak olup, top sahalarında, bira olup gençlerin kursaklarında!
Kültürel işgal başlamıştır! Çanakkale şehidlerinin, ardında bıraktıkları, yeşilay ile direnmede! Büyük ülkü; evladlarımız zehirlenmesin!
Mehmet Akif; her bir şiiri top, tüfek, gülle! O da direnmekte, istiklal için!
Sessizce, geldikleri gibi gider,kraliçenin askerleri. Ne bir altı parlar, ne mitralyöz sesleri! Geride muasır medeniyet heveslisi, inkılap bekçilerini bırakarak!
Mehmet akif; devrim sarhoşlarının, aymazlığında, üniversiteli gençlerin omuzlarında, fakru zaruret içinde, dev-i teslim eder ruhunu, sessizce-kıymetsizce! Aradan bir zaman geçince, tuzağa düşürülmüş, Asım’ı... Emaneti, evladı... uyuşturucuya müptela bırakılınca, teslim eder oda, pür-ü perişan ruhunu,bir çöp tenekesinin dibinde, AVM gölgesinde!
İstanbul’ dan gideli çok olmuştur ingiliz; yakın zamanda türevi Amerika, çöreklenir Afganistan’a... Irak’a!
İngiliz gitmiştir gitmesine de, esamesi okul kitaplarında! Himmetli okullarda...kpss sınavlarında...çalınan sorularda...
Afganlı gardaşım, eroin üretir hindukuş dağlarında. Ulaştırır diğer gardaşlarına; Pakistan’lıya, İranlı’ya, Anadolu’luya! Gardaşlar,isim isim pay olurlar; kimi taliban, kimi el-kaide, ışid, el-nusra, kimi pkk, kimi sunniyim der, kimi şia!
İngiliz kumaşından son moda milyonlarca urba, İslam coğrafyasında!
Kimi ütülü, görgülü-kültürlü, avm güdümlü!
Kimi buruşuk, kanla karışık, gerillaya uyuşuk!
İstanbul; işgal altında, geldikleri gibi gitsinler diye bekleyen de, bir sürü deli divane!
Kemikten gündemlerle, gerçeği gölgeleyenler, akıl etmezler, cumhura reis gerek! Ya da höykünürcasine bir bahane; başkanlık sistemü isterük!
İşgal altında; aklımız, imanımız,payitahtımız! İngilizin kavramlarıyla!
Başımızda bizden gardiyanlar! mapushanemiz ise herdaim keşmekeş İstanbul!
...
Süleyman’a geri dönelim.
Aynı Süleyman, Asr suresi gereği;
Hani; İman edenler, Salih amel işleyenler…ve hakkı ve sabrı birbirlerine tavsiye edenlerin kurtulduğuna dair inançla coğrafların çizildiği o günlerde;
Hocası Yahya efendiye haber salar.
Der ki; n’olur bu muhteşem imparatorluğun sonu?
Der hocası; Banane!  Süleyman köpürür! Ne aymaz bir cevap bu! Der, hocası; Ne zaman kibu millet, der banane, çöker işte o zaman zillet!
 Bir don almak için dokuz dükkan dolaşan süleymanın torunları ağır  değil değil mi medeninin hikayesi.
Hani buyurmuştu ya Rabbim; Ne zaman ki iyiliği emredip, kötülükten sakındırmaktan vazgeçerseniz, Allah başınıza içinizden kötüleri musallat ederde iyilerin dahi duası kabul olmaz!
Sizler “kıl beşi bitir işi” deyedurun filistindeki çocukların taş atmaktan nasır tutmuş minik elleri, bölgelerinden çıkan petrolden elde edilen naylondan çiçeklere dahi o kadar uzaktılar ki…Naylondan sevgilere ise bir o kadar aşina…Mavi mar maranın güvertesine helikopterden İsrail askerlerince plastik mermi atılmamıştı oysa…Türk eğitim vakfı ise naylondan mahsul çiçekleri bağış olarak kabul etmiyordu. Kime gam nasılsa  yeni Sülüman, soyluydu. Kurtulmuştu ve dahi numaranın nu’su süperman’in man’i. İki Bülent’ tede bir dönşüm vardı amma; hayre alamet türünden değil...
Brad pit ve karısı Angelina Oscar alabilmek için sokaklarda tiner çekip baly koklayan çocuklar hariç herkesin başını okşadı.  Çocukların saçları oysa ahenkle dans etmiyordu. Bir milyonu aşkın çocuk, yaş altı 9 olan melaikeler şeytan kursağına menü! Uyuştur...otla...okulla...new age haşhaşi vercion!
Dar sokaklarında şehrin, onca viranenin, arasında kalmışlığın ve kabarık listenin:
Uyuşturucu tacirleri, kiralık katiller, beyaz kadın ticareti ve tecavüzcülerin, üniformaları olmaz! Suçlu yazan kimlikleri de...Giydir takım elbiseleri, bağla boyunlarına kravatı, cüzdanlarında kredi kartı, işte size sıradan şehir halkı!
Kim işliyor onca günahı? Nasıl tanırız kumarbazı, tefeciyi, hırsızı, soysuzu? Uğursuzu? Kim bunlar? Nasıl tanırız, onları? Onlar ki içimizden birileri! Her sabah işe giderken, göz ucuyla selamladığımız, şu beyefendi mi? Mesai arkadaşlarımızdan, birileri? Ya şu sokak aralarında, top koşturan çocuklardan, birisi? O da büyüyünce, onlardan biri olmayacak mı, var mı garantisi?
Bu berbat şehirde, birileri, birilerinin canını, yakıyor? Birileri, birilerinin, kaderini yazıyor? Sen değilsen, ben... Kim peki, onca günahı işleyen? Bu berbat şehirde, elini kolunu sallayan, şeytanın suç ortağı; onca yalan dolan! Ve babalarının, günahını üstlenmiş, suçlu adayları! Şehir kir! Şehirli kirli!
Ve yalnızca şikayetçi, bir sürü samimiyetsiz adam! Pozisyon; tastamam!
Darbeye hazır mısın Türkiye! Aldığın onca darbe ile hala ayaktaysan yeni darbeler bil ki sırada! Ta ki sen yıkılıncaya dek!


USA’NDIK

BE KARDEŞİM!

Şampuanda neki? Onların tek bildikleri kimyasal içerleyipte içiverdikleri…
Halbuki modern mitolojik tanrı egzos ile tanrıça bio dizelin çocukları olan tüpbebek klon babacığından karne hediyesi olarak paristeki disneyland’a  minik bir seyahat talep ediyordu. İstanbul da neden yok tu ki bu ayarda bir çağdaş mabed! Hem ki niye İstanbul? Böğk amma gerici bir isim. Konstantiniapol ise çok daha nostaljik.
Buruk dualarla niyaz ederken yaratıcıya…Eskilerin ezgilerinde, sözlerinde aranırken eskimez, pörsümez yeniyi…küskün aynaların kasvetinde, simamda beliren çentiklenmiş hatıraların karizmatik yorumlarını kendime ikram ederken…
Şehrin telaşesinde dingin ruhlar korosunun söleyebileceği şarkılara sözler yazarken…Sabrı katık kılmışken deneyimlerime… Ajans haberlerinden iyiniyet demetlenirken…
Uykusuz gecelerin sabahında aç karnına içtiğim katran gibi çaya filitresiz sigaramı katık kılarak…çürümüş nefesimle günlük rızkımı kazanmak için arşınlarken istanbulun sokaklarını…
Oysa bilirim; yetkililer halkı uyarmıştır: İstanbul sağlığa zararlıdır!
Yine bilirim ki her an İstanbul üretilmekte…İstanbul tüketilmekte…
Hele ki vapurla eskilerin esamesini ısrarla üzerinde taşıyan kart fahişelerin endamında, Boğaz denilen gerdanında, vapurla yol alırken istanbulun pis sularında…şakalaşırken martılarla…
Şehrin diğer kuşları; serçeleri, güvercinleri ve kumruları kale almazken…
Silkeleyerek anılarımı…umutlarımı…yarınlarımı…Sanayi tüpüyle, piknik tüpünün papuçları dama atılmıştır. Çünkü artık gazlar; doğaldı. Gazını almış Türkiyem ise çocukları ısrarla batının sanal kültür kahramanlarıyla büyütmeye devam ediyordu.
Hem de Cizvit papazlarının o meşhur sözlerinden habersiz.
“Çocuklarınızı yedi yaşına kadar bize verin…sonrasında sizin olsun!”
Akvaryumda mı büyütüyorsunuz evlatlarınızı? Siz yedi yaşına kadar teslim etmiyor musunuz, etmediğinizi mi sanıyorsunuz? Cailloular, süpermanlar, spidermanlar, batmanlar, bakuganlar, ben10 ler… Herotürk mü? O da neki? Hem neden Hero?
Başka diyarların çocukları, skolastik çukurundan kurtulunca, kahramanlık yapmaya geldiler, zerresi ecdad kanıyla yoğrulmuş, bizim topraklara...
Mısırlı kardeşim, Rabia meydanında, direnirken firavuna, t-shirtinin göğsünde  diesell; meşhur marka!
Filistinde, yahudiye taş atarken, müslüman kardeşim, giydiği kotu yahudi marka levi’s!
Marka marka tükenmişiz! (Kahrolsun cola! Oh rahatladım! garrk!)
Cezayirli Arap ihvan, Rabbine Fransızca ulaşmakta, Fransızca konuşmakta!
Ümmet, feryadı figan; ne gam, ne gam!
Yarın, çıkarız Beyazıt meydanına, yakarız bütün İsrail ve Amerikan bayraklarını, İhh sponsorluğunda! Hah ha! Geçip laptop’un başına, topunu lanetleriz, bizden başka düşünenin!
AH! Türkiyem,
Muhafazakar iktidarım! Olimpiyatçı cemaatim! Filmin adı;Konstantiniapol sokaklarında, Bizansın sessizce geri dönüşü!
Bizimkiler yaparken, kör döğüşü... Çanak tutan, milyonlarce avane! Partizan, mürid, ya da şakirt! Geçiniz; tek meselemiz; Türk ya da Kürt!
Oysa onlar, çok yıllar önce, teknolojik geldiler, demirden deliklerle... şeytani desiselerle... Kimi Gothamdan, kimi Newyorktan, Tokyodan kimi... kuşe kağıtlarla, beyaz perdelerle, dijital atlara bindiler de,çağdaş masallarla geldiler! Kulağına ezan okunan çocuklara, başka dillerden, sihirli sözlerle!Başka bayramlarla, noellerle, cadılar bayramlarıyla... Kılık oldular geldiler, kıyafet! Sofralarda ziyafet! Mona Roza’ mı, iyi bir pizza mı?
Demokratik geldiler, füze başlıklı kavramlarıyla!
Kültür oldular, milli eğitim! Onlarca inkılaba, altı ok’a kılıf oldular geldiler!
Bazen John Wayne, zagor, teksas ve tommiks,x-man oldular... Yarasa adam! Ankebut suresinden habersizlere; örümcek adam!
Adam gibi görünüp, emperyal olup geldiler!
Tezek yaktırıp bize, neftimizi götürmeye geldiler! Toryum, bor derken bizim işbirlikçi dangalaklar işin bokunu çıkardılar...
Ayan beyan karşıladı, smokinli büyüklerimiz; Lozan’da!
Ruhunu verdi, habersiz küçüklerimiz!
Delikanlımın, pazusuna döğme, kulağına küpe, hanım kızıma eteğiyle mini! Miki maus olup geldiler!
Ensest olup, lezzo, homo... Sapkınlığa, binbir mazeret olup, bilimselce topluca geldiler!
Damara şırınga, şerefe diye girdiler kursağa...
Çağdaşlıktı, onlarınkisi!
Onlar ki, kahraman!
Demir adam, süper adam!
Kitabımız Kur’an-ı bilmedikte, fasiküllerce okuduk, onların maceralarını!
Bir de yardakçılarını... Yar edindiler, bu toprakların hainlerini. Sayelerinde, millette sandı ki;  hainler kahraman, kahramanlar hain!
Ve maceranın en heyecanlı yerinde; derken... vakit kırmızı kabloyu, kesme vakti!
ve HEROTÜRK, bu maceranın bitme zamanı dedi!
(Film arası- “Alaska, frigo”)
“Arkadaşlar, filmden sonra ben, hamburger yiyip, kola içecem! Gelen var mı?”
(to be contıoned)
Allah lillah aşkına akrebin kendisini zehirlemesine benzemiyor mu halimiz? Hayatımızı kuşatan markalara bir bakalımda ne kadar bağımsız olduğumuzu bir görelim. Sıkışınca başlarız bir kısım ülkeleri ya da markalarını protestoya. Marka çocuktan başlamaz mı? Bir yolu bulunsa anaların memelerinden cola içireceğiz çocuklarımıza! İftar sofralarının çağdaş zemzemi colayı…
Altısında bir çocuk, üstünde başında olmayan, anasız-babasız, bir yetim oğlan, dilenci çetesinin elinde, çetelesini sormayan... Bir kaldırım dibinde, ya da trafikte, salya da sümük, sünepe halinde.
Minik elleri açık, bahtı kapalı; “amca paya vey!” Merhamet perdeypey! Duygu simsarları, küçük çocuğun,parmakları arasında:
“Teyze paya vey!”
İnsanlık para kasasında! Bir adı bile olmayan, küçük dilenci çocuk, hergün bacaklarımızın arasında, şehrin sokaklarında,
“Abi paya vey!”
Sesi kulaklarımızda! Sokak çocukları! Tiner mama, bali akşam yemeği, son moda bonzai; zehirlisinden! Ölümcül!
Uyuşturucunun,her türlüsü! Bir de yankılanır, yalnızlık türküsü; yanık sesli ergen çocuklarca Şizofren sokağında!
Her yaştan, sokağın çocukları; kaldırımların emzirdiği! Gece üstlerine örtülen yorgan, gündüz ki onlar şehrin cerahatı. Tiksinerek yüzlerine dahi bakamadıklarımız!
Görmezden geldiğimiz, esirgediğimiz şefaatı!
Kusmuktan bu düzen, sahtekarınsa bini bir para!
“amca, dayı, teyze,abi paya vey!”
Merhameti alınmış sülbünden!
Bu küçük çocuk,küçültmekte bizi. Minik elleri korkarak uzanırken, aslında istediği, biraz sevgi, biraz ilgi:
“Beni sev!”
Pespaye, bu çocuk, ve benzerleri-diğerleri toplum ağacının dalından kopmuş, yaprak gibi, rüzgarın önünde, sürüklenen!
Koptuk, koparıldık, çınarımızdan, dalımızdan!
Hal öyle ki, sebep belki, bu çocukların ahından!
Kedilerine ve köpeklerine, acıdığımız kadar, hiç olmazsa sokakların... Sokakların, çocuklarına da, acımalıyız! Acımalıyız, ağlanacak halimize!
“Amca, teyze...”
“Sus çocuk! kafamı şişirme!”
“Ayol belediyeler bu meseleye, bir el atmalı!”
Belediyeler ise mantı festivali düzenlemekteler. Kültür değil kanalizasyon hizmetleri...Eleştiriye asla tahammülleri yok...  kalp nakli, yok o da maalesef!
Halimize esef!
...
Yani ne desem bilmem ki!
Daha nasıl anlatsam medeniyi?
Ki aynı Cizvit papazlarından Livingston baldırı çıplak afrikaya adım attığında henüz o zencilere ait şöyle bir söz ortada yoktu;
“Beyaz adam afrikaya geldiğinde bizim topraklarımız, onlarınsa incili vardı. Şimdi bizim incilimiz onların ise toprakları var!”
İnsanlık tarihi kadar zamanınız varsa buyurun dinleyin anlatacaklarımı. Ama kusura bakmayın benim fazlaca bir vaktim yok. Acele etmeliyim. Millet benden medeninin hikayesini bekliyor.
Ama önce kurtarmalıyım, hiroşimaya atılan bombanın şerrinden yedi yaşındaki kızı. Devir kötü şimdinin bir kısım babaları bile kızlarına ensest! Ve kurtarmalıyım asiyeden önce onu, holiwood ya da Yeşilçam batakhanelerinde  yıldızlaşmadan…Ya mazaallah olur da bağırırsa Kadıköy iskelesinde  dayağa karşı omuz omuza  deyu?
Hem ki onlar yazarlarsa duvarlarına turken raus elbet bizde yazacaktık kotlarımıza levis!
MC Donalds  gibisi yok! Ateş seni çağırıyor! Ateşe seni de çağırıyor bu cehennem ehli, görmüyor musun Müslüman?
Nobel akıl fukaralığının pamuktan ödülünü erkek artığı bülentle beraber götürmüşlerdi insafı kuruyan insanlığa medeni.Peki ama bülentin ne işi vardı medeninin yanında? Medeni devlet erkanında hep ön masada! Sizi gidi sizi hemende yanlış anlıyorsunuz…Sadece bir sahne paylaşımıydı onlarınkisi…Peki ya sizinkisi?
Faceydi-maceydi, twitti-mivitti derken giremedik bir türlü mevzuya…
Nasıl girelim ki;
Suriye ile savaş mı? PKK ile mi yoksa? Sokakları işgal eden ahlaksızlığa ne buyurursunuz? Oluşan karşı cepheden haberdar mıyız? Yoksa muhteşem sülümanın cariyeleri ile ilgili gazve daha mı cazibeli?
“Animez tv -Baby First-Baby TV -Cartoon Network -Disney Channel -Disney Junior -Disney XD-Duck TV -JOJO -KidsCoşı-Kidz TV -Luli -Minika ÇOCUK -Minika GO -Nickelodeon-Nickelodeon HD -Nick Jr.-Planet Çocuk-Smart Çocuk-TRT Çocuk-Yumurcak TV...”
ÜLKEMİZDE çocuklarımızı emanet ettiğimiz TV kanalları...Çoğu yabancı kanallar...kanal kurmaktalar, kendi kültürlerine Müslüman Türk çocuğunu kanalize etmek için...Yerliler mi? Tamamen yersizler...Nurcu Yumurcak TV reklam gelirlerine odaklanmış, Müslüman Türk çocuğuna örnek çocuk olarak Coullau’yu seçmiş...İspanyollardan arak Pepee’nin TRT çocuktaki maceralarında hırsızlığın kötü olduğu anlatılıyo mu acaba?
İşgalci zihniyetin kültür kuvvetleri çocuklarımızı işgal etmişte; hacı babalar ve muhafazakar abiler hala şehirleri ne kadar betonlaştırırızın derdinde!
Bir kısım cemaatler mızraklı ilmihal pompalamaktalar digital devirde!
Neyse efendim.
Mevsimlerden bir mevsim…zamanlardan bir times…evvel zaman içinde kalbur saman…
Efendiler…
Ey insanlar…
Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz…
İbret alınız…
Yaşayan ölür; ölen fena bulur!
Çocuklar doğar, analarının ve babalarının yerlerini alırlar…
…derken; her şey silinip gider…
Günah keçisi ihtiyar leylek  alışılageldiği üzere her zamanki görevini bu kez bir başka ana-baba için daha yapıyordu.Bir anlık zevklerinin ürünü olan bebekleri sahiplerine yani ana-babalarına götürüyordu.
Dertliymiş leylek. Ömrü göç ile geçermiş çünkü. Bir oraya bir buraya karın tokluğuna gider gelirmiş. Onun için bir vatan kavramı yokmuş. içerler bu duruma, “ah”çeker “lak” dermiş haline.
Ahlak dermiş hep.
Ah! ah! ah!
Lak! lak! lak!
Bir ömür böyle geçermiş yani.
Hep ah!
Hep lak!
Leyleğin ömrü laklak” la geçermiş hasılı.
Soranlara vatansızlık bana ah çektirir lak lak dedirtir dermiş.
Vatanın kıymetini bilmek için ahlak’lı olmak gerekirmiş yani.
Ya da sürekli ah! lak! Demek ahlaklı yapmazmış leyleği.
Küçücük bir serçeden dinledim bu masalı..
Vatansız bir kocaman leylek olacağıma şehrimin parklarında ürkekte olsa minik bir serçe olurum daha iyi. hem biz güvercinler ve kumrular birlik olursak parkımızın işgalcisi kargalardan ve komprador martılardan elbet hesap soracağız.
Çünkü parklar bizimdir ve bizim olacaktır.
Kargalar ve martılar çöplüklerine dönünceye kadar biz “özgür kuş” hayalimizle yaşayacağız.


ÇÜNKÜ BU VATAN BİZİM!
Dağıtım sırası bizim medenideydi. Paket itina ile adrese teslim edildi. Hatta dillendiğinde medeni  bu durumu mahallenin diğer veletleriyle konuşurken hatırasında ısrarcıydı. Mahalle arkadaşlarıyla yaptığı bir muhabbet durumu ifade için yeterliydi.Üç çocuk bebeklerin nasıl dünyaya geldiğini konuşuyormuş.
Medeni;
-Bizim ailede hep leylekler getirir.
Diğer arkadaşı;
-Bizde gül bahçesinde bulunur.
Bir oyunbozan kafa karıştırıcı cevap verir.
-Biz fakiriz, bizde bebekleri annem kendisi yapıyo!
Ve babasını kaybeder henüz kendini bulmadan…Anası süpürge tohumuydu filan demeden besler büyütür oğulcuğunu.
-Anneciğim bir daha anlatır mısın babamın nasıl öldüğünü?
-Pardon anneciğim… Ölü demeyecektim…Çünkü Allah yolunda öldürülenlere  ölüler dememeliyiz. Bilakis onlar diridirler.
- Evet anneciğim. Babamda aynı diğer 254.000 vatan evladı gibi Çanakkale’de şehit oldu. (200.000 de hastane köşelerinde)
-Allah için, vatan için hayatlarında vazgeçen insanların şehit olduğunu nasıl unutabilirim anneciğim.
-Babamı kim şehit etmişti anneciğim?
-Serpuşlular ha!
- Kim peki onlar anne? Serpuşlular kim?
-Bu sorunun cevabını  ancak büyüyünce mi anlarım?
-Anne ben de büyüyünce şehit olan babamın intikamını o serpuşlulardan alacağım.
-Dinimizde intikam yok mudur diyorsun! Kan davası güdülmez mi? Peki ya babamın ve arkadaşlarının kanı? Yerde mi kalmalı?
-Demek babamın intikamını ancak “uğruna öldüğü vatanı yüceltince” alırım. Öyle yapacağım öyleyse bende!
-Bunun için ne yapmalıyım anneciğim. Vatanı yüceltmek için ne yapmalıyım?
- Öyle yapacağım. Aynen dediğin gibi. Okuyacağım. Günde 1 sayfada olsa bir şey okuyacağım. Bilenlerden olacağımve sızlatmayacağım şehit babamın kemiklerini…
Nası hamaset dolu bir sahne ama…yerli film hikayesi gibi. Abartılı ve acite dolu!
Neyse devam edelim almışken hızımı, hikayemize…
...
Ve koşturarak annesinin yanına gelir medeni…
-Anne…anne!  Serpuşlular köyümüzde. Hani biz onları kovmuştuk, denize dökmüştük? Onlar artık içimizde anne!
Devir elifin tersten okunma devridir gayrı.
-Üzülme anne, senden ayrılıyorum diye. Okumaya gidiyorum ki ben…Yatılı okuyacağım. Sana da hergün yazacağım. Muhtar emmiye okutursun yazdıklarımı. Okuyacağım anne, okuyacağım. Okuyacağım ve büyük adam olacağım!
Hep beraber okumu yomuyuz, her şeyin canına, okuturuz elimizdeki dandik malı da… okumanın hertürlüsü yani..rahmet okutmak, gazel okumak…
O dönemlerin okuması ise serpuşçaydı a dostlar.
-Anneciğim sana yazdığım bu kaçıncı mektup oldu bilmiyorum ama, okumak çok güzel. Okumak ve bilmek çağdaş uygarlık yolunda aydınlanmak yani.
Bilmek gerçekleri…
Çok mutluyum anneciğim… Ben artık aydınım yani…
Bak sana bir olay anlatayım. Geçenlerde öğretmenimiz sınıfa girer girmez sordu bizlere:
Dedi Allah var mı?
Bizde aydınlanmamış cehaletimizle tövbe haşa dedik!
Madem var, o halde isteyin kendisinden şeker. Varsa versin!
Bizde skolastik olarak yöneldik Allaha.
İstedik şekeri.
Bekledikte bir süre…
Bakıştık arkadaşlarla gözgöze.
Nerde…
Burdan ne anlıyoruz çocuklar dedi öğretmenimiz:
Anladık ki olsa verirdi. Allah çocukları niye geri çevirsinki.
Öğretmenimiz sonra döndü bize:
Şimdide benden isteyin şekeri!
İstedik.
Beklemeden verdi şekeri.
Şeker ver bize öğretmenim!
Cebinden çıkardığı şekerleri dağıttı bize sıra sıra, bütün sınıfa!
Yaa okumak işte böyle bir şey.
Yakında yaz tatili için köyüme geleceğim.İlk işim seni o kara günlerle bağlantıda tutan kara çarşafından kurtarmak.
Çağdaş olacaksın anne, çağdaş!
Dediği gibi olur kavuşur medeni tiz zamanda annesine.
(Dans figürleriyle hareket halinde)
-Niye ısrar ediyosun anne şu bir metrelik bez için. Cıstak cıstak! Yobazlık başa bela anneciğim.cıstak cıstak! Batı batı anne!cıstak cıstak! İyiki babam da ölmüş! Cıstak cıstak! Şimdi oda yaşasaydı yok sakalım, yok sarığım der tuttururdu! Cıstak cıstak! Aramızda kusak farkı var anoş! Cıstak cıstak! Ah mami sabun yapmalı sizleri sabun! Cıstak cıstak!
(Bir anda acılar içinde yere yığılır medeni. Bağırıp böğürmeye başlar. Bir ihtilal daha!)
Anneeee ! Anne canım yanıyo anne!!! Uf oldum anne!!!
Medeni yatılı okurken, çocukluktan kaptığı bir hastalıktan dolayı dönem dönem rahatsızlık çekmektedir. Adeta heron yılda nükseder hastalığı. Operasyonlar geçirir durur. Yaşam tarzını değiştirmediği sürecede hastalığın şifa bulma ihtimali yoktur. Bir türlü toparlayamaz kendini medeni. Bu hastalık aslında dünyada salgın bir hastalıktır. Başka medeniyetlerin çocuklarıda zaman zaman bu azgelişmişlik hastalığına yakalanırlar.
Mesela bir Alamanya…
İki koca cihan harbi krizinden çıkıverirler ustaca.
Bizlerse onların kenefini temizleyip yine onların mercedesleriyle hava atmaca…
Heleki mucize-i caponya…Nagazaki, Hiroşima…
Bizde bir övünç ki sormayın!
İki baraj- iki köprü…
Gayri safi milli hasılada  sen nesin ki ey medeni!
Çareler arar medeni, medeniyetin ışığını bulmak için. Halbuki ilaç belli. Be adam; atın önündeki eti,  itin önündeki otla değişsene!
Yooo…Daha kestirmesi var, yolun!
Neymiş efendim;
İllaki Türkçe ezan!
Olmadı mı?
Biraz Marshall yardımına ne dersiniz?
Nato- mato- imf filan…İllaki lüküs hayat! Gençliği ikiye bölelim o halde!
Yarısı yurtsever olsun yarısı milliyetçi. Laboratuarda görürsem birinizi; hazırlan faili meçhul!
Bi soluklan be medeni!
Dedemin mezar taşını niye okuyamıyorum diye sorsana be adam!
Sağlı sollu… şişe dibinde bir hayat!
Hani sarhoşun biri çıkmış meyhaneden…elektrik direğinin dibinde kusmakta…direğin dibindeyse bir kedi. Aralanır gözü sarhoşun…Böğk…ben bunu ne zaman yedim diye…
Mark Twain, Charles Dickens…illaki Haryy Potter…Walt disneyin miki maus u kemirmekte hayatımızı…
Sen ki üç kıtanın efendisi…şimdilerde yüzüklerin efendisi…
Bir dönem üzengini öpen serpuşluların taktiği ile oynarsın oyununu…
Okurda okur medeni;
5+3+3 yada…8+4 ya da…4+4+4…Değişik taktiklerle…Tabletli, tabletsiz...
Okuduğu hep aynı;
Kurbağaların iç organları!
Dershaneler, mershaneler…
Yakın zaman modası kolllejjjler!
İlla ki paralı üniversiteler!
Ey yeşil sarıklı hocalar!Beyazlar, renkliler- renksizler…
Niye sustunuz?
Hani Ayasofya açılacaktı? De get lo…ben aldığım ihaleye baharımmm…

Medeninin büyümesi devam etmektedir. Yalnız son otuz yılda, şöyle belinden aşağısına doğru…yani vücudunun güneydoğu kısmı gibi…bi kitle bi ur çıkmıştır. Sıksa problem…kesse atsa olacak gibi değil…Dışardan kapmış mikrobu…Allahtan o bölgede iyi huylu hücreler varda… hastalık tüm vücuda yayılası değil…
Haa bu arada…Alzeimer olan anasını huzurevine yatırdığını söylemeyi unuttum medeninin. Ara ara da gider ziyaretine anasının…Bi şekilde bağlantısı sürer anasıyla…O da anası gibi yaşlandıkça , geride bıraktıkça ömrünü… bütün bir hayatı bir çocuk şarkısı gibi…geçer gider gözlerinden…
Daha dün annemizin kollarında yaşarken,
çiçekli bahçemizin yollarında koşarken…
Bugün okullu olduk, sınıfları doldurduk…(sosyologlar bu hale sürü psikolojisi diyebilirler...)
Daha dün annemizin kollarında yaşarken, bugün mezun olduk sokakları doldurduk
dün annemizin kollarında yaşarken bugün asker olduk kışlaları doldurduk
bugün memur olduk büroları doldurduk,
emekli olduk kahveleri doldurduk
mevta olduk…kabirleri…..
Leyleğin vazifesi üzerinden ne kadar yıl geçti…hatırlayanı pek azdır…Bacakları tuzmaz medeninin…
Canlıdır ama taze değildir yani ( balıkçı ile yaşlı kadın fıkrası)

Ta ki…
Meşhur tabiplerden Zahid efendinin talebelerinden bir tabip…
Meseleye hemhal olupta…
Hastaya bir el atıverdiğinde…
Bir nefes…Sunisinden değil…en doğalından…Sünnisinden yani...
Hastaya  el attıpında…
Yaşam ümidi belirir medeninin bakışlarında…
Ama o kadar çok konuda okadar çok operasyona ihtiyaç vardır ki…Önce bir hafıza sorgulaması mesela…
Hastanın kaybedilmemesi…çokkk daha uzun ve kaliteli bir yaşam sürüp tüm ağrılarından kurtulması için…
Bütün hastane personelinin (vatandaşların) cansiparane çalışması gerekmektedir.
İlaç; günde 1 doz yani…bir sayfa okumak! Dikkat medeninin çocukken okudukları sakıncalı bulunmuş olup olayın abesle iştigal olduğu tespit edilmiştir.
Durmak yok! Tedaviye devam!
Yoksa….
Mankurt; Cengiz Aytmatov’un 1980 yılında yazdığı Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı eserinde Kırgız destanlarından yararlanarak güncelleştirdiği bir kişiliktir. Mankurt bazı işlemler sonucu öz benliğini yitirerek kendisini kimliksizleştiren düşmanının kuklası haline gelmiş bir zavallı insan tipidir. Mankut, “kut”unu (kutsalını) yitirmiş, bedbaht kişi anlamındadır. “Mankafa” olarakta argoda olsa aslında dilimizde yerini çoktan bulmuş bir kavramdır.
“Önce tutsağın başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarılır. Yeni kesilmiş deve derisinin en kalın yeri olan boynundaki deri, tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sarılır. Zamanla kuruyan deri kafayı öyle bir sıkarmış ki insan acıdan kafayı yer, düşünemez. Bu dayanılmaz acıya bir yandan da kazınan saçların dışarı değilde içeriye doğru büyüyerek batması eklenince esir çılgına döner. Esir başını acıdan yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç susuz bırakılır. Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölür.
Kalanlar ise belleklerini yitirir. Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlar. Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan mankurt olur. Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmez. İnsan olduğunun bile farkında değildir.
Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış.
Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmek olurmuş.”
Aytmatov’un “Gün Uzar Yüzyıl Olur” adlı eseri pek çok Batı diline ve Türk lehçelerine çevrilip yaygınlaşırken “mankurt” kavramı da kabul görerek literatüre girmiş ve “mankurt” ve “mankurtlaştırma” temaları yaygınlaşmıştır. Fransa’da V. Lackhine tarafından “yılın kitabı”olarak gösterilen Aytmatov’un “Gün Uzar Yüzyıl Olur” eserinden yapılan iktibasla “ Mankurtizm “ “sosyal kimlik değiştirme ve öz köküne yabancılaşma” temalarını karşılayan bir terim olarak sosyal psikoloji literatüründe yerini almıştır.
Bizde “Avarlar”, Avrupa’da ise “Juan-Juan” olarak bilinen ve Kırgızistan Türkleri’nin baş düşmanı olan acımasız bir topluluk vardır. Bu topluluktaki insanlar, çevrelerindeki büyük küçük topluluklara, fırsat buldukları zaman saldırırlar, onların yerleşim yerlerini yakıp yıkarlar, insanları öldürdükten sonra çevrede ne varsa yağmalarlar ve bazı kişileri de tutsak ederlermiş. Tutsak ettikleri kişileri kendi bölgelerine götürüp incelerlermiş. Güçlü ve dayanıklı olanları , “mankurtlaştırmak” için ayırırlarmış. Geri kalan güçsüzleri ise başka yerlere satmaya çalışırlarmış. Satılanlar bir bakıma şanslı sayılırlarmış; çünkü onlar belki bir gün götürüldükleri yerlerden kaçıp yurtlarına dönebileceklerdir. Fakat geride kalanlar, mankurtlaştırılarak sonsuza dek köle olarak yaşayacaklardır.
Mankurtlaştırılacak kişiler belirlendikten sonra bu kişinin önce diri diri kafa derisini yüzer, daha sonra da tek kıl kalmayacak biçimde bütün saçlarını yolarlarmış. Kişinin kafasını tamamen temizledikten sonra bir deve kesilir ve bu devenin boyun tarafından  alınacak bir deriyi, sıcak sıcak genç tutsağın kafasına geçirirlermiş. Zaten kafa derisi yüzülürken kafası kan içinde kalan tutsağın başına geçirilen deve derisi, hemen tutarmış kafatasını. Tıpkı bugün yüzücülerin saçları ıslanmasın diye taktıkları kauçuk başlıklara benzermiş bu.
Kafatası deve derisiyle tamamen kaplandıktan sonra, hem daha çabuk kurusun hem de tutsağın çığlıkları duyulmasın diye tutsak bir çöle götürülürmüş. Kafasını yere sürüp deriyi çıkartmaması için de, tutsağın boyun kısmına kütüğe benzer bir şey geçirir, ellerini ayaklarını bağlar ve onu yere eğilemeyecek biçimde bir ağaçla sabitlerlermiş.
Normalde tutsağın yakınları onu kurtarmak için bazen yola koyulurmuş; fakat kaçırılan yakının “mankurt” olacağını / olduğunu duyunca artık onu aramazlarmış. Çünkü mankurtlaştırılan birinin artık anne babasına bile bir hayrının olmayacağını biliyorlarmış. Fakat yine de tutsakların kaçırılma olasılığına karşı, onların yanına bir iki tane gözcü dikilirmiş. Neyse, tutsak günlerce kızgın güneşin altında beklediği için, deri kafasında kurumaya başlar, kurudukça büzülür, büzüldükçe de kafatasını aynen mengene ile sıkar gibi gerermiş. Bunun yanı sıra kökünden kazınan saçlar yeniden çıkmaya başlayınca, kafada kuruyan deriye çarpıp geri döner ve böylece kıllar üste doğru çıkamayınca alta doğru iner, beyne saplanmaya başlarmış. Hem kafatasının gerilmesi hem de kılların beyne batması tutsağa anlatılması çok güç bir acı yaşatırmış. Eğer tutsak çok güçlü ve dayanıklı değilse acıya dayanamayarak ölürmüş. Hatta mankurtlaştırılmak için çöle bırakılan beş tutsaktan en az biri ölmezse, bunları kaçıranlar kendilerini şanslı görüyorlarmış.
Tutsak, eğer yaşamayı başarabilirse hem çektiği acılar hem de kılların beyne batması nedeniyle bilincini (hafızasını / şuurunu) kaybedermiş.
Juan-juan’lar onu çölden alıp getirir, boynundaki kalıbı çıkarır ve ona yemek verirlermiş. Annesini, babasını, boyunu, doğduğu yeri, adını... unutan tutsak, artık kendisini karnını doyurmaya çalışan bir varlık olarak görmeye başlarmış. Tutsağın sahibi olarak gördüğü kişi, ona sıkça yemek verip onu kendine bağlarmış. Artık bir “mankurt” olan bu kişi, sahibinin sözünden çıkamayacak sadık bir “köpek”ten veya emirleri eksiksiz yerine getirecek bir “robot”tan farksızdır. Sahibi ne kadar zorlu, sıkıntı verici işler yapması için ona emir verse de, o onları yapmaktan çekinmezmiş.
O dönemde mankurtlar, normal kölelerden daha değerliymiş. Bir mankurt, güçlü ve dayanıklı on tutsakla eş değermiş. Hatta bir olay sonucunda bir mankurt öldürülürse bunun için ödenecek bedel, hür bir kişinin ölümü için ödenecek bedelden üç kat fazla olurmuş. Çünkü “Sarı-Özek”in kavurucu çöllerindeki sıcaklara, o çölde deve gütmek için günlerce sıcağa dayanabilmeye ancak bir mankurt dayanabilirmiş. Açlıktan ölmemesi için yiyeceğini ve suyunu; donmaması için de üzerine yırtık pırtık birkaç parça giysi verince, başta kavurucu çöllerde deve gütmek olmak üzere bütün işleri çekinmeden yaparlarmış. İşte bunun için o dönemde bu vahşice eziyetler, sıkça görülürmüş.
Mankurtlaştırma ile ilgili “Nayman Ana” adında bir kadının çocuğunu mankurt olmaktan kurtarması için yaptığı mücadelenin anlatıldığı bir söylence (efsane) de vardır. Bu söylenceye göre; Nayman Ana’nın oğlu Juan-Juan’lar tarafından kaçırılmıştır. Nayman Ana, yetişkin oğlunu mankurt olmaktan kurtarabilmek için -diğer birçok annenin aksine- çocuğunun peşine düşmüştür. Araya taraya oğlunu Juan-Juan’ların develerini gütmekle görevlendirdikleri bir yerde bulmuş ve gizlice oğlunun yanına kadar sokularak onun karşısına çıkmıştır. Fakat oğlunu bulduğunda, o çoktan “mankurt” olmuştur. Annesi oğluna her ne kadar kendi adını, babasının adını falan söylemişse de, artık her şey için geçtir. Çünkü oğlu, artık eskiye dair her şeyi unutmuş bir mankurttur.
Annesi bunu bildiği hâlde bıkmadan, usanmadan oğluna her fırsatta “Senin atan (baban) Dönenbay’dır. Sen Dönenbay’ın oğlusun.” demiştir.
Bir gün oğlunun efendisi sayılan Juan-Juanlar, bu durumdan kuşkulanmış ve köleye karşısına çıkacak her kim olursa olsun, onu oklayıp öldürmesini emretmişlerdir. Annesi yine oğlunun yanına gelip “Senin atan Dönenbay...” demek isteyince, köle hiç duraksamadan okunu çekip annesinin göğsüne saplamıştır. Söylenenlere göre zavallı Nayman Ana’nın ruhu, bir kuş olup havalanmış ve oğlunun başının üstünde dönmeye başlamıştır. Havada dönerken bile oğluna “Senin atan Dönenbay, senin atan Dönenbay, senin atan...” diye seslenip durmuştur. Hatta bu olaydan ötürü, o kuşun adına “dönenbay kuşu” demişlerdir.
Sovyetler döneminde “komünist” düşüncenin dogmalar hâlinde Türkler’in beynine sokma çalışmalarını vurgulamak istemiştir Aytmatov adı geçen eserinde. Gerçekten bugün de bolca örneğine rastladığımız “mankurtlar”, ulus bilincinden uzaklaştırılmış birer “köle” durumuna sokulmuş durumdadırlar. Bilmedikleri bir amaç uğrunda, sırf “karınlarını doyurmak” için mankurtlaştırılmış binlerce insan, tanımadıkları varlıkların “köleliğini” yapıyorlar. İşte mankurtluğun en acı tarafı da burada ki, bu bilinçsiz insanlar ne durumda olduklarını bile bilmiyorlar.
Kuşkusuz Aytmatov Ata, romanında yer verdiği bu söylence ile, sadece geçmiş dönemdeki olaylara değil; günümüzdeki olaylara da ışık tutmak istemiştir. Bugün Juan-Juanlar (Avarlar) gibi başka toplumlardan iş görür insanları kaçırıp mankurtlaştıran devletler yok mu dersiniz?
Maazallah! Endülüsün, Selçuklunun, Osmanlının, babürün olduğu gibi medenininde hakkın rahmetine kavuşması yakındır.
Girmeden tefrika bir millete düsman giremez.
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez

Sahipsiz olan bir memleketin batmasi haktır.
Sen sahıp olursan bu vatan batmayacaktır.
….Maazallah dedik yaa…
Bir garip ölmüş diyeler,
Üç günden sonra yuyalar
Soğuk suyun ile yuyalar,
Şöyle garip bencileyin…
Aile büyüğümüz, kardeşimiz, şunumuz, bunumuz, hakkın rahmetine tecelli etmiştir. Merhumun fanı bedeni tarih kabristanına defnedilecek olup…
Kederli halkına başsağlığı diler dost görünümlü düşmanlarının kına yakmaları…
Yazıyor, yazıyor!
Akşam gazetesi bunlar!
İntiharı yazıyor,
Cinayeti yazıyor,
Kim kimle dum dumla…
Tecavüzü yazıyor,
Hırsızlığı, soysuzluğu yazıyor,
Yazıyor, yazıyor…
Kitabın bittiğini yazıyor…
Bütün oyunların bittiğini yazıyor…
Darbeyi yazıyor!
Dabbeyi yazıyor!
Kitap bittiğinde oyunların biteceğini yazıyor!

SON SÖZE GELİRKEN
Rahmet olsun Muhammed Ali’ye...Hani Holywood’da şöhretler kaldırımında adını yere yazdırmayan yiğit insana.”Hem Resulumun hem de Allah’ın aslanının adını taşıyorum ben. Onların adlarını yere düşüremem” diyen akça pak yürekli son asrın medar-ı iftihar müminlerinden...hem de küfrün kalesi İslam’ın en azgın düşmanlarından Amerika’da söylemekte bu sözünü. Holywood şöhretlerinin isimleri bir kaldırım boyunca yere dizilir. Ta ki Muhammed Ali’nin bu tavrından dolayı bir onun adı duvara yüksekçe bir yere konulur. Yaşının ilerleyen dönemlerinde rahatsızlanır bu İslam’ın yumruğu. Hastalığının adı Parkinson’dur. Yani uzun yıllar kafasına aldığı darbeler hastalığının sebebidir.  Bundan dolayı kafa vücuda hükmedemez bir hal alır. Vücudun bütün organları istemsiz hareketler içine girerler. Yani kafa ayrı düşünür, eller, ayaklar başka başka davranışlar sergiler. Yakın zamanda Rahmeti Rahmana kavuşur bu mümin kardeşim. Ancak onun bu hastalığı bana güzel ülkem Türkiye’min içinde bulunduğu hali çağrıştırmaktadır.
Türkiye’nin de kafası ayrı çalışır....diğer bütün organları da bağlantısız titreşim halindedir. Görüntü garabettir hasılı. Türkiyem adeta bir parkinson hastası gibidir.
Ülkemi bir vücuda benzetecek olursak...Kafayı işaret eden güya bilim yuvası olması gereken üniversitelerimizin hali içler acısıdır. İntihalci, kitap yüklü merkepler ordusu(Pek azını tenzih ederim. Yani 1/3 ünü) hocaların durumu en kangren durumdadır. Bu adamlar çocuklarımızı yetştirsin diye de bütün anne ve babalar hem kendilerinin hem de çocuklarının hayatlarını bu aşağılık düzene ipoteklemişlerdir. Adeta bir genelev görüntüsü veren okul kantinlerini...sefil özel üniversite yapısını...piyanist şantör kılıklı okul kurucularını...güya vakıf üniversiteleriymişler. Aynı şehid kavramını demokrasi şehidi gibi saçmalıklarla güzelleme yapmaya çaılştığımız gibi vakıf kelimesinin içeriğinden bizar zavallı kurumlar. Kurumlar doğru, ancak baca kurumu!
Ve bu kurumlar ilkokul, ortaokul, lise öğrencilerini yetiştirsinler diye de öğretmen yetiştirirler. Yetmez, asker yetiştirirler...Din adamı, savcı, polis...Mimar, mühendis...Bu çocuklarda şehirler imar ederler...Berbat şehirler...Berbat bir hayatın mimarlarıdır buralarda yetişen memleketin kravatlı okumuş çocukları...enformatik cahiller okullardan...kör cehalet sokaklardan üretilir.
Cıss...Ayıp...Belki de suç! Bu aşağılık düzenden dem vurmak.
İşte bu aşağılık düzenin adı “kaos”tur beyler. Eski tabirle “fitne”. Siz yeryüzünde bozgunculuk yapmayın derseniz de, size derler ki “bizler ıslah ediciyiz!” Yani beyin vücudun uzuvlarını oluştururda kimse sorgulamaz. Ölümcül hastalıktır bu. Bir toplumu tarihten silecek kadarda ölümcül.
Bakın 15 temmuzda bu hastalık milleti yatağa...pardon sokaklara düşürdü. Halbu ki hastalık basbas bağırtıyordu milleti de doktor olduğunu iddia edenler bu sese kulaklarını tıkıyorlardı.
Konsültasyonu hem kısmi düşündük. Halbu ki hastalık 5 ayrı alametini göztermişti de...gerçek hekimler (ki belki de günümüzde hekim yok) ya müsait olmadıklarından...ya da aymazlıklarından, vurdumduymazlıklarından...sahte doktorlar çare olmak adına devreye girdiler. İddiaları 300 yıllık bu kronik hastalığı iyileştireceklerdi.
Alametler neydi;
Vücudun bağışıklığı düşmüştü. Mikroplar her yönden saldırmaktaydılar. Mukavemet göstermesi gereken alyuvarlar...yani askeriye ve yani emniyetin bir kısmı düşmanla işbirliği içine girmişlerdi. Eyyamcı olan işbirlikçi siyasiler bu işe zemin hazırlamaktaydılar. Yani ortamı hijyen tutması gerekenler işin içine iyice pislemişlerdi. Dezenfekte güçler olması gereken yargı ise ateşe adeta benzin atmaktaydılar. Toplumun nabzını elinde tuttuğunu iddia eden stklar ise hasta ölürse bize miras kalır mı yağmacılığına girmişlerdi. Eğitim camiası ise yıllarca hastanın hastalığını saklama gereği duymuşlar, gereksiz oyalamalarla hastalığın bütün vücuda yayılmasını sağlamışlardı. Milli ve yerli olan güçler ise çaresiz hasta ziyaretçisi durumundaydılar.
Hadi olay biraz daha anlaşılsın diye bir hikaye anlatayım bu arada sizlere.
Eskiden bütün dünyanın gıpta ettiği bir ülke varmış. Ülkenin de Devlet adında bir padişahı. Ülkenin en güzel yeri olan İlim Sarayında yaşarmış şürekasıyla. Sonra zamanla etrafında bir garip tipler türeyivermişler. Canım bahçeleri yıkıp viran eden adına da modern yapılar denilen binalar yapmakmış bunların geçimleri. Demişler padişaha, “ efendim bu eski...bu köhne saraydan bıkıp usanmadınız mı? Sizin şaşaanıza yaraşır yerlerde hükmetmeniz lazım.” Padişah tabiri caizse zokayı yutmuş. “Hem demişler, yaptığımız her işin %10’ nu sizin olacak. Hazineniz bollaşacak!” aldıkları olurla da başlamışlar padişahın yeni sarayını yapmaya; “Cehalet Sarayı”da kısa sürede yapılıvermiş.
Cehalet Sarayı maalesef ki çağın hertürlü hastalıkları içinde münbit bir ortam barındırmaktaymış. Sarayın azameti padişahın ayarlarını bozmuş zamanla. Herşey ilk zamanlar  iyi  güzel giderken padişahımızı bir öksürük tutmuş. Meğer ciğerlerine “Kibir”  kisti yerleşmiş. Zamanla “Kibir” kendisinde güç zehirlenmesi diye bir başka hastalığa sebep olmuş. “Ben” demiş bir kez. Bu işte Kibir hastalığının ilk sebebiymiş bu mikrop. Hastalık halisanosyonlara sebep vermiş. Şizofreniye...başka başka nice hastalıklara yani. Gel zaman git zaman derken bir zamanlar halkının padişahtan öteye “devlet baba” diye isimlendirdiği bu kişi yataklık olmuş. Alnında ecel terleri, etrafında yakınları... Şimdi hikayeye iç seslerle devam edelim.
Devlet Baba: Ah! Ölüyorum...Çok acılar çekiyorum. Keşke şunları bunları yapmasaydım. Rabbime günahlarımdan dolayı ben nasıl hesap vereceğim?
Devlet Babanın eşi: Gözün çıkmasın herif. Beni bu yaşımda dul bırakıpta nereye gidiyorsun? Neyse canım, daha gencim güzelim...Komşu ülkenin padişahının da bende gözü vardı. Herif gidince hem ülkeyi büyütür hem tacın tek sahibi ben olurum.
Devlet Babanın büyük oğlu: Ulan ihtiyar, hadi git bir an önce gideceksen. Git ki ben padişah olayım. Alemin gözü madişah değil, padişah görsün.
Ortanca oğul: Yav ortada olmak hayata 1-0 yenik başlamak. Ortadaki sandık, umut etmekten usandık.
Küçük oğul: Kesin ülkenin borçlarını abilerim bana dayarlar.
Padişahın soytarısı: Ben mehdiyim, dedim bana soytarı dediniz. Yavaş yavaş zehirledim seni ihtiyar...Müttefik ülkenin kralı bana dünya soytarılığı ünvanını verdi. Sen Kanal İstanbul’u bile benimle paylaşmadın. Halbuki paylaşsaydın, paralel egemen olsaydık mutlu mesut yaşayacaktık.
Doktor Aydın Bey: Hastayı iyileştirirsem cümle alem beni tanır. Şöhret olurum. Acaba şifalı bitkileri de denesem mi? Ebegümeci iyi gelir diyolar...
Hastane sahibi: Bu salak doktor gıcık ediyo beni. Ulan hasta gidici. Süresini uzat kardeşim. Bağla aletlere yaşıyomuş gibi yap, fatura yükselsin. Daha hastanemizin 15. şubesini açacağım.
HastaYakınları: Yedirmeyiz...Biz yiyeceğiz!
Kapıda bekleyen basın: Hastanın intihar ettiği söyleniyor. İki bileğini de kesmiş...
Komşu ülke padişahları: Dost ve kardeş ülkenin şunca mühim padişahı haşmetlabın...
Fehmi Demirbağ: Ektiğimizi biçiyoruz.
Okur: Bu kitabı arkadaşlarımla paylaşmalıyım. Bundan sonra daha çok kitap okumalıyım.


İHTİLAL TEŞEBBÜSÜ
YA DA DARBE KALKIŞMASI

NASIL ANLARSANIZ ARTIK!
Önce akıllara...sonra gönüllere...sonra da sokaklara dabbeli darbe!
 Dabbe’nin ne olduğunu da ifade edeyim; Allah katında dabbelerin (insanların) en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir. Dabbe; İslam dinine göre kıyamet öncesi ortaya çıkacak bir varlıktır. Şu an ki fetö mensuplarını düşünmeyen sağır ve dilsiz olarak tasvirleyen Rabbime sığınırım.
Kim paralel...kim paragöz...kim dikdörtgen...kim zevkten dörtköşe...köşe kapmaca game over...adaletçiler meydanlarda...kalkınmacılar paralele izdüşüm! Çanakkaleden yine dem vururken...ve demlenirken birileri bodrum beachlarda...sana halkım; yine tarih yazmak düştü!
Derken;
Altı doldurulmamış sloganlık ve beylik laflara bakacak olursak… Adı geçmez tarihlerde kim hayatta olur, Rabbim bilir doğrusunu.
Darbe stresi altında gelecek kaygılarımız dahi ertelendi ya...Günü nasıl...vartayı nasıl atlatacağız. Bugünlerin müsebbipleri kimler? Meydanlar nelere gebe peki? Kimler tevbe etmekte? Münafıklar yine ortalarda salınmadalar mı yoksa? Opürtinistler, menfaat şebekeleri...Off kahretsin yine ister istemez üstü kapalı konuşmaktayım. Zülfü yare kim dokunacak peki? Ah gelecek! O günlerin gençliği nasıl olacak, bütün mesele bu! Nasıl bir kimlikle taşınacağız geleceğe?
Herhangi bir siyasi partimizin/AYDINIMIZIN/allame-i cihanımızın şu hengamede çocuklar ve gençlere yönelik bir eylem adımı varmı ki?
Çocuklarımızı geleceğe taşırken;
Bir müslüman gibi mi, seküler mi, kapitalist mi yetiştireceğiz?
Ahlaki kaygıları nasıl olacak, hasılı?
De ki kürtlerden dem vuran ilgili siyaset, büyütürken çocuklarını; kahvaltılarda mısır gevreğimi yedirtecek…Yine bentenlerimi izlettirecek…onlarında binecekleri arabaların markaları aynılarımı olacak…Umutsuz ev kadınları isimli diziyi ha türkçe, ha kürtçe ha arapça çeviriyle izlemişsin, farkeden ne?
Siz Türk polisinin biberinin gazından şikayet ediyorsunuz ya... lakin aynı polise-askere tarafınızdan sıkılan kurşun nazardan koruma maksatlı değil ama…Aha da size darbe! Rahat kimlere batmamış ki?
De ki iktidar sizsiniz; yani Kace(Kürdiye Cumhuriyeti) olduğunuzda mesela bir muhalif olarak birileri apokürt ‘e küfredebilecek mi? Sizin azınlığınız mı olacak Kürdistanda yaşayan Türk nüfus? Anadilde Türkçe eğitim hakkı istenebilecek mi? Müminler kardeştir düsturu marksist felsefenizde yer alacak mı? İslami referansınız olacak mı mesela? Kürtçe meallerinizdeki cihad ayetlerini ne yapmayı düşünüyorsunuz? Bütün bunlar olurken sizlerde rezidanslarda oturup toverslerdeki officelerinizde makyevelist yaşamlar mı süreceksiniz?
Behlül dana hazretleri sizin içinde bir menkıbeden mi ibaret olacak?
Dekart, kant, spinoza, jan jack russo sizin de mi saintleriniz arasında yer alacak? Bakın 5 yıllık kirli savaşta ki Suriye’ ye; iktidar ya da muhalif gruplar birbirlerine kurşun sıkarken bi ara merak ediveripte bakıversinler karşıya doğrulttukları silahların markalarına.
Yok arkadaş, ben bu kavgada yokum!
Önceden bağımsız türkiye derdik naçizane…
Şimdilerde bağımsız dünya diyorum…
Dünya mazlumları heryerde hep aynı…Aynı ağababaların hep aynı olduğu gibi.
Mazlumluk hadi bi yere kadar.
Biz, biz bu çağın müslümanları aynı zamanda fena haldede aptalız. Arkamızda yalnızca bizden dua bekleyen, istememizi bekleyen kainatın sahibi varken…
Biz ellerimizi açmışızda merhamet bekleriz bize zulmedenlerden!
Yahu iktidar olan biz değil miydik?
Şimdi iki satır şurada bir-iki laf edeceğim; tahammülsüzlük had safhada. Eleştiriye tahammül yok! Peki zalimin mensubiyeti var mı?
Her dinden, milletten zalim olmaz mı?
Adaletle hükmetmek esas değil mi?
Peygamber ilk hicret için müslümanları Habeşe gönderirken, Habeşin kralı Necaşi için ne diyordu? “Orada adil bir hükümdar bulacaksınız!”
Hadin hep beraber bi iman tazelemesi yapalım; tek ihtiyacımız bu!
“La ilahe illallah, Muhammedur Resulullah!”
“Allahtan başka hükmedici yoktur, elçisi de Muhammeddir!”
...
Ey hocaların efendisi; efendi efendi demişsin ki beni Türkiyeye vermeyin. Sizlere hizmetimi sürdürmek istiyorum.
Allah’ım! Kemik kavgasını cihad görünümüne sokanları...
...
Mecalsizim...Körler ülkesinde ışığın faziletlerinden dem vurmak...abesle mi uğraşıyorum yoksa...
Bu ne tufan? Bu ne tuğyan!
HAL BU Kİ;
“Ey iman edenler! Bir kez daha iman ediniz!” DİYEN RABBİM...

***
DİN ÇOCUKLARA ANLATILIR DA
NEDENDİR BÜYÜKLERCE YAŞANMAZ?
“Yapmadığınız halde niçin söylüyorsunuz?” DEDİĞİN HALDE!
Hani, haksız da sayılmazlar yani bu coğrafyanın ateistleri...
Çapulcuları ve hatta...
Kızlı-Erkekli, haksız da sayılmazlar!
Sen ıskala birşeyleri...Görmezden gel...Es geç!
Dini siyasete ilintile, ticarete...Geçim yolu olsun bazılarının...Gerçeği değil ha, haşa!
Hem onlar kafir! Biz ise Cenneti garantileyenlerdeniz...
İnsanlarımız; Kuran kaç ayettir diye sorulsa herhalde çoğu 6666 diye cevap verecektir. İmanın şartı 6, İslamın şartı ise 5. Çoğunun da dini bilgisi bundan öteye geçmez. Ramazan’da unutarak yiyince oruç bozulmaz, 20 Nisan 571 gibi bir kaç bilgiyi de ekleyin buna. Ahan da size Din… Kültürü..
Bilgilerin yüzeyselliği bir yana bir de Din Kültürü’nün “Din” sanılması meselesi asıl büyük soru işareti. Çocuklara hazırlanmış bir müfredat nihayet. Ama öyle bir hazırlanıyor ki, “bu, dinin ta kendisi!”
Din Kültürü dersinin böyle bir misyonu olmadığını kimse iddia edemez, evet; “İnsanlara dini anlatma!”
İddia etse de bu fazlasıyla kağıt üstünde bir şey olur. Fazlasıyla “İslamı anlatma” derdi olan bir müfredat sözkonusu çünkü. Ve aynı zamanda böyle bir algı tabii.. Namaz, oruç, hacc, imanın şartları, kader, Peygamberin hayatı, Kutsal Kitab, iyilik, doğruluk vs.
Peki bu işteki temel sorun nedir? Temel sorun, dinin biraz kültüre meyillendirilmesi, biraz da çocuklaştırılmasıdır bu şekilde. Ve bu çocuklara anlatıldığı için değil, devletin belirlediği bir çerçeve söz konusu olduğu için böyledir. Türk-İslam sentezine uygun bir din anlayışıdır. Bu da kısaca, ya da dinin devletin himayesinde/otoritesi altında olduğu tezine hizmet eden, bunu sarsabilecek sinirleri alınmış, dolayısıyla da acaip tarihsel, statik, hakikatçi olmayan bir din.
Bir de bir kısım cemaatlerin din algısı var ki...Akıllara seza!
Peki gelelim asıl soruya, bu belirtilen şey ne kadar dindir? Çünkü fazlasıyla “dünyanın” belirlediği bir anlayıştan, statükodan bahsediyoruz nihayet. Üstelik bunu öğrenen dini öğrendim sanıyor, sonra ya saçma bulup uzaklaşıyor, ya da o öğretilen “çocuksu din anlayışıyla” gitmeye çalışıyor. Asla hakikatçi bir dine geçemiyor o noktadan. Çünkü de yine devlete bağlı diyanet de o kafada, cami de o kafada ve zaten bu yüzyıllardır devam edip geldiği için halk da o kafada, üç aşağı beş yukarı.
Onun için mesela Kuranı Kerim dersi çıktığı için önce çok sevinmiştik. Ama sonra baktık ki müfredat Elif BeTeSe! Yani işin özünden uzak yine...
Velhasılı kelam; aslına bakarsanız din, çocuklara değil, büyüklere anlatılır. Ama öyle bir kısırdöngü sözkonusu ki insan çocuklukta öğrendiği dinle ömrünü geçirebilir. Herhalde de buna bakılıyor. Ve herkes razı olduğuna göre de söylenecek pek bir şey kalmıyor.
Hükümet 11 yılını betonla, yolla...yeni iş kollarıyla doldurdu. Paranın konuşulduğu...6 sıfırların atıldığı...
Eğitim ve kültürün ise...HEYHAT! EYVAH! Sıfırlandığı...
Mesele; meseleleri partizanca yorumlamak ise; her şey yolunda...Tren uzaklaştığında anlaşılacaktır sözlerim!
KİMSELERE KIZASIM YOK...
SİSTEM MALUM KAOS SİSTEMİ. YANİ ÇÖZÜMSÜZLÜKTEN BESLENECEK BİRİLERİ. KABİLE BÜYÜCÜLERİMİZDE OLACAK NİHAYETİNDE, HAYBEYE MUHTERİSLİKLERİ MİLLETE İKBAL DİYE DİRETEN YÖNETİCİLERDE.
Çocuk ve gençlik kavramlarını algılayacak bilgi, görgü ve vizyon olmalı ki geleceğin dünyasından bahsedelim.
“Mülkün belli ellerde temerküzünü önleyip(Haşir Suresi 7), servetin emekçiler ve reel girişimciler eğimli olarak toplumsal tabana doğru akış döngüsünü sağlayacak tedbirler almak yerine “olanın sürdürülebilirliğine” odaklananlar söz ettiğin nimeti “içini doldurarak” rahmete çeviremez.
Yani muhafazakarlardan bahsediyoruz. durumdan memnun olan gelenekçilerden ya da siz bunların veryansınlarını ciddiye almayın. Müptezellige en uygun tipler bu cenahın adamlarıdır.
Müslüman İktisatçıların üstünde ittifak ettiği 3 dağıtım ve bölüşüm aşamasının hiç birini musavaat ve adalet ölçülerinde yerine getirme gibi bir dertleri yok. Eğer Simith, Maltus, Ricardo ve Mill’i değilde Sadr, Mısri, İkbal, Kutup ve Fazlurrahmana bu gözle baksalardı.
Aman referanslarımızı değerlerimizden edinmeyelim. Ama çok ta şikayet edelim olan bitenden. sanırım samimiyetle imtihan bu olsa gerek.
Aklı ve vahyi rehber edinmeyince işte malum ahvali pür melalimiz.
Toplum kendi çocukları için gereken eğitimi ve kültürel atmosferi sağlayacak bir ekonomik güce sahip olurdu. 15 milyon çalışanın sadakaya muhtaç olduğu, 1 milyon ailenin açlık sınırının altında yaşadığı bir ülkede çocuklara verebileceğiniz kültür ya hiççilik, alkolizm, bonzai, ya da edilgen, çekingen, ürkek ve tüketici bir dindarlıktan ibaret kalıyor...
İnanarak ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR diyenler mülke takılıp kalamazlar....
SAMİMİYETLE SORGULAYALIM AYRICA;
Yerli ve milli olacaksak, ingilizceden önce üniversiteyi kazanmadan önce çocuklarımıza, adaleti, hakkı hukuku, vicdanı, harama el uzatmamayı, paranın, mülkün, makamın değil, insanlığın ve ahlakın değer olduğunu öğretmeli değil miyiz?
Ahlaksız meslek sahibi yığınlarına dönüştük..
Hadi itiraf edelim; Çürüyoruz...Yozlaştık çünkü....
İşte iktidar olupta muktedir olamayışımızın püf noktaları.
Bizler çocuklarımızı kendi evlatlarımız olarak yetiştirmiyoruz ki,
Ondandır sokakları “zulüm 1453 te başladı” diyen bir neslin doldurması...

One minute kardeşim!
“Tehlikenin farkında mısınız?”
Dönüştürülüyoruz!
Hem de kısır siyasi kapışmaların gölgesinde!
Pensilvanya’da mukim 2. teröristbaşının çocuk kanalı yumurcak tv de yayınlanan pokoyo,tsubasa,caillou’yu es geçmiştikte 17/25 aralık yetişti imdada...ne mal olduklarını kahir ekseriye gördü.
Bir türlü millileşemeyen milli eğitim ile...  beceriksiz adamların kültürsüzlük eksenli kültür politikaları ile (Elbette eli yüzü düzgün çalışanları tenzih ile)
Berbat bir şehirleşme anlayışı ile...
Adnan efendinin mırnavları ile...
Pop hocalar ile...
Tesettürsüz müslüman kadınlar ile,
En küçük müzik nağmesinde bir çengi gibi...köçekler gibi...sahneye fırlayan utanma duygusunu yitirmiş müslüman gençlik ile...
Namazsız, niyazsız İslamcılar ile...
Uyuşturucu, alkol, fuhuş ile...lbgti ile...
Aptalca günlük tartışmalarla...
Dedikodu, gıybet, iftira gibi günahların es geçilmesi ile!
Tarihi boyunca müslüman toplumlar hiç bu kadar makyevelist, pragmatist olmamışlardı. Opurtunist...yani hiç bu kadar çözülmemişlerdi.
Bakın bir liste sunuyorum. yeni yaşam alanlarımız sitelerimizin ve avm lerimizin...isimlere bak; üstüne hayatımızı işgal eden bir de yabancı markaları ekleyin bu listeye!
Ortada renksiz ve kişiliksiz bir cumhur elde edinmek istendiğinin tezahürleri Ortada... Ahlaki çöküş yaşayan cumhurun zavallı pozisyonuna sebep olanlar ise koltuklarının modelini değiştirerek memleketin meselelerine çözüm ürettiğini zannederek yine zamanlarımızı çalmaktalar! Kimi de beddualarıyla iştirak etmektedir bu sufliliğe! Bir reisin çırpınışları bir de imanlı halkımızın çaresiz sabrı.

YAŞAM ALANLARIMIZ
VE YENİ ALGILARIMIZ!
Türkiye, “projeli konut” kavramıyla tanışalı henüz çok uzun bir zaman olmadı. 1990’larda başlayan bu yeni yerleşim / yaşam anlayışı, kısa bir süre içinde yaygınlık kazanarak hayatımızın bir parçası haline geldi. İlk başta sadece konut olarak başlayan projeler son dönemlerde içinde konut, alışveriş merkezi, otel ve ofis elementi barındırır şekilde geliştirilmeye başlandı.
2000 – 2005 arasında İngilizce isim verme modasının başladığını gözlemlemek mümkün: Metis Country Villaları ,My City, Paradise City, Altınorak Sunflower, Polat Tower Residence, Dragos Drive, My Village, BavarianGardens,ve daha bir çokları bu geleneğin öncülerini teşkil ediyorlar. Yalnızca İstanbuldaki bu yapıların isimlerini ezberlesem sanırım ingilizceyi öğrenme meselesini çözerim.
Aynı dönemde, projelere yine daha “Avrupai” bir hava veren, “mitolojik” veya “antik” olarak niteleyebileceğimiz bazı proje isimleri de görülmeye başlanıyor: Angora Evleri, Venus Kent, Atlantis Konutları,Aqua Manors, Hederapark Evleri, Pegasus Residence gibi... Şelale premium residence, terrrace fulya residence,uphill court,yakacık country villaları, yeshill göktürk, Ağaoğlu My Office 212, Raddison Blu, Sinpaş Bosphorus City İstanbul...
ve daha yüzlercesi!
sessizce konstantiniapol olduk!
ayasofya açılsın ikiyüzlülüğü ile!İncirlik kapansın sloganlarıyla...Gardroplarımızdan, buzdolaplarımıza kadar darbe teşebbüsünde de değil...bizatihi kesin bir darbe ile işgal edildik! Mütareke yıllarında İstanbul’un 5 yıllık işgal süresi yetti de arttı bile işgalin tohumunu atmaya. Adamlar 52 sinema salonu ile, istiklal caddesi ile, plajlar ile yapıverdiler bugünlerin temelini atmayı. Bizim hala çocuklarımıza rol model olacak bir çizgi film kahramanımız bile yok.
Yaşam alanlarımıza verdiğimiz isimlerdeki dönüşüm, bir değişimin ipuçlarını veriyor belki de.
Moderniteye direnemeyişimiz; ilim-kültür-sanat ve edebiyat alanında yokluğumuz bizi hiçliğe sürüklemektedir! Arkasından da gelsin terör ve şehid cenazeleri. Darbe teşebbüsleri...Hadi tüm timsahlığımızla ağlayalım.
Farkedemiyoruz bir türlü; Modern kölelik artık İslami soslu! Ilıman İslam...
Kültürel atmosfer, kendi kimliğimizle ilgili görüşlerimiz yolunu bulmadıkça ve değiştikçe bu isimlere muhakkak yenileri de eklenecektir.
Site isimlerine baktığımızda görürüz ki markalaşma adına ingilizce’de kelime bırakmadık, patentledik! Öyle ki mahkemeye versek Londra’da ingilizce konuşmayı yasaklatırız.

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
Mehmed Bey, sabah saat 7.00’de Casio masa saatinin alarmıyla gözlerini açtı. Puffy yorganını kaldırdı. Hugo Boss pijamalarını çıkarıp Adidas terliklerini giydi. WC’ye uğradıktan sonra banyoya geçti. Clear şampuanı ve Protex sabunuyla duşunu aldı. Colgate ile dişlerini fırçaladı. Rowenta ile saçlarını kuruttu.
Bill’s gömleğini ve Pierre Cardin takımını giydi. Lipton çayını içti. Sony televizyonda medya özetlerini ve flash haberleri izledi. Citizen kol saatine baktı. Aile fertlerine çav deyip Hyundai otomobiline bindi. Blaupunkt radyosunu açarak, rock müziği buldu. Ağzına bir Polo şeker attı. Şehrin göbeğindeki Mega Center’daki ofisine varınca, Casper bilgisayarını çalıştırdı. Microsoft Excel’e girdi. Ofisboy’dan Nescafe’sini istedi. Saat 10.00’a doğru açlığını yatıştırmak için Grissini yedi. Öğlen Wimpy’s Fast Food kafeteryaya gitti. Ayaküstü Coca Cola ve hamburgeri mideye indirdi. Camel sigarasını yakıp Star gazetesini karıştırdı.
Akşam üzeri iş çıkışı Image Bar’a uğrayıp CB’sini yudumladı, sonra köşedeki Shopping Center’a uğradı. Eşinin sipariş ettiği Persil Supra deterjan, Ace çamaşır suyu, Palmolive şampuan, Gala tuvalet kâğıdı, Sprite gazoz ve Johnson kolonyayı alarak kasaya yanaştı. Bonus kartıyla faturayı ödedi. Hafta sonu eşi Münevver’le Galeria’ya giden Mehmed Bey, Showroom’ları dolaşıp Kinetix ayakkabı, Lee Cooper blue jean satın aldı.
Akşam evde bir gazetenin verdiği TV Guide’a göz atan Mehmed Bey, kanallar arasında zapping yaparak, First Class, Top Secret, Paparazzi gibi programları izledi. Aynı anda Outdoor dergisini karıştırdı.
Saat 22.00’ye doğru Show’da Türk dili üzerine tartışma programı başladı. Uykusu gelen Mehmed Bey, televizyonu kapatıp yatak odasına geçerken, kendini mutlu hissetti.
“Ne mutlu Türk’üm(!) diyene” diye gerindi...Yarın Kandil’di. Kandil’deki terörü o an için düşünmek istemedi. Çünkü yarın Kandil’di. Dostlarıyla copy’leyip paylaşacağı mesajları düşünüyordu. Sanırım ilk mesajı “Bağımsız Kudüs” üzerine olmalıydı. Arada da Fetö’ye giydirse sanırım günaha girmezdi.


MODERN İNSAN!

“Kendi kadınlarına kıyan toplumlar,
kendi kadınlarını baştacı yapan,
toplumların yetiştirdiği,
çocukların kölesi olurlar!”
Amerika güdümlü topraklarda, iblisin laboratuarında, el değmeden en modern tesislerde son model tekniklerle üretilmiştir.  Sertifikalı,fiyakalı yeni modellerimiz teşhir salonumuzdadır.
 Kullanım süresi cehennemin dibine kadardır. Amblajı betondan, naylondan ve sentetik mamüllerdendir. Bozuk ambalajlı ürünleri geri dönüşüm ünitelerimize iletiniz. İnsaf, vicdan, ahlak, şeref, haysiyet, onur gibi duygulardan arındırılmıştır.Çağdaş ortamlarda muhafaza ediniz. Manevi ortamlardan uzak tutunuz. Günlük bakımlarını ihmal etmeyiniz; tv. gazete, film, facebok,twetter gibi yöntemlerle şarz ediniz. Şarkılarla, markılarla, kitlesel eğlence merkezlerinde oyalayınız.  Hertürlü duygusal ve mantıki manyetik alan ürünlerimize zarar verebilir. Kullanmadan önce prıopektüsünü okuyunuz.
Memnun olmadığınız ürünlerimizi Allah’a havale ediniz. Demokratik platformlarda yıllık bakımını yapınız. Ürünümüzün ortalama kullanım süresi 70 yıldır. Bir erkek ile bir dişiyi rayiç alışkanlık ortamında bir araya getirdiğinizde ürün çoğalması sağlanacaktır. Medeniyet beşiğinde sallayınız bebek ürünleri...Yetişkin ürünlerimize ait özellikleri okul denilen servis sağlayıcılarımızda küçük ürünlerimize programlatınız.
Samimiyetsiz, içten pazarlıklı, her türlü günaha meyilli, güvensiz, saygısız, sevgisiz, menfaatçi, bencil olan ürünlerimiz şehir ortamları için mükemmeldir. Gayri safi milli hasılada, kişi başı tüketimi maximum düzeyde gözeten “vatandaş kimlikli” tescilli marka, oyunu kullanan, vergisini veren, iteatkar olan ürünlerimizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz. Sağcı ve solcu olarak iki ayrı çeşidimiz mevcuttur. Fikirsiz ve kişiliksiz yeni modellerimiz kitlesel üretime tabiidir.
 Londra, paris, roma, moskova, newyork, tel aviv, vatikan gibi modellerimiz bulunmaktadır. Üçüncü dünya ülkelerindeki modellerimiz batı ülkelerindeki asılları gibi özelliklere sahip original emitasyonlardır. Dünyadaki en sağlam örnekler T.C. serisidir. Koleksiyonerlerin gözbebeği muhafazakar ve kemalist modeller özel üretimdir.Milli hislerinden arındırılmış, şovenizm ve dogmatizm eksenlidir. İnsani değer adı altında fabrikamızın ayarları esas alınmıştır. Polemik ve hurafe inançlarla besleyiniz. Dedikodu, gıybet, iftira gibi gıdalarını ihmal etmeyiniz. Fitne çıkarmaya bayılır, ortamlarında bulundurunuz.
Genç modellerini anarşi çıkarmada kullanabilirsiniz. Gezi parkında test edebilirsiniz. Paralel programlamaya müsaittirler. Sloganlar başlama komutlarıdır. Lider modellerimiz özeldir. Ancak fabrikamızın bilgisi dahilinde belirli alanlarda kullanılabilir. Modellerimizin  kullanım hatalarından dolayı müessesemiz sorumlu değildir.
Dil beyinden bağımsız...beyne yerleştirilmiş böcek sorular, beyinleri kemirmekte...
Taştan kalpler berbat ritmlerle atmakta!
İşkembe, doymaz hisler içinde...
Salgının her türlüsü yani sahibini kuşatmakta, boğmakta!
...
Ben modern insan, yepyeni bir yaratık!
Acımasız! Vahşi! ve hatta aşağılık!
...
Beni; çocuklardan uzak tutunuz.
Özel dip not;
Yeni formatlama için RTE bilişim servisinde dönüşüm programı uygulaması yapılmaktadır, çocuklarınızı uzak tutunuz.

son bi not;
BEN DEMEDİM ANCAK BU SÖZLERİ...AKPARTİ MİLLETVEKİLİ Sn.MEHMET METİNER SÖYLEDİ...
BENİ HİÇ DİNLEMEYEN EY KİBRİYA, KULAK VER BARİ BU TARİHİ ANEKNOTA!
“Ey Ak Parti il ilçe başkanları, ey vekillerimiz,ey bakanlarımız...
Vatandaş arar,işim var deriz.
Belediye Başkanı ile görüşmek ister özel kalemde bekletiriz.
Gariban makamımıza gelir,kabul etmeyiz.
Önemli biri gelince kapıda bekleriz.
Seçmenin ufacık işine el atmayız.
Holding sahibi zengin gelince hemen yaparız.
Bütün bunları yaptığımız halde bu halk Reise olan sevgisinden, bağlılığından bize sahip çıktı. Biz düşmüştük elimizden tutup kaldırdı.
Onlar ilk dakikadan itibaren sokağa inmese hiçbirimizin vekilliği, başkanlığı, bakanlığı kalmazdı. Hepimiz öldürülmüş ya da iskenceden geçiyorduk...
Bu milletin hepsinin elini öpsek sırtımızda taşısak azdır.
“ARTIK HERSEYİMİZİ HAYATIMIZ DAHİL HERŞEYİMİZİ BU HALKA BORÇLUYUZ...”

Unutma, kolejlerde yetişti vatan hainleri
10 yıl öncesinden Herotürk isminde çocuklarımız kendi değerleriyle yetişsinler diye bir çalışma yaptım. Trt ye dosya sundum. Çalışmanın çizgi filmini de yaptım. Türkiye standartlarının üstünde kalitede bir çalışma ortaya çıktı. Ancak torpil gerek denildi. Araya sokmadığım Akpartili arkadaşım yetkili kalmadı. Onlarda Trt de işler başka türlü yürüyor dediler. Hasılı işi bir türlü kabullendiremedim. Bu arada fetö caullıo ile evlatlarımızın dimağını zehirliyor, anne babaların ceplerini boşaltıyordu. Yılanın ejderhaya dönüştürüldüğü gerçeğine haykırmamıza ise bizimkiler kulaklarını tıkıyorlardı. Fetö ve yanlılarını eleştirilerimizi ise akpartiye düşmanlık olarak adlediyorlardı.
Şimdi anlıyorum ki darbe teşebbüsü gecesi koca reis bile mesajını cnn türkten zar-zor verebildi.trt ye ulaşamadı. havuz medyası bile ortada yoktu. trt şunca kanalıyla darbecilere teslim olmuştu.
Milli trt ve milli eğitim in elzemliği anlaşılmıştır umarım. (Ben bunları yazarken Fetö sevici Erhan Çelik TRT nin ana haber sunucusu oluberdi.)
Ve tabiki de MİT’ in!)
...
Soramadık bir türlü sorulması gerekenleri...
Biz uyumaya devam edelim.
X-Man’i bilirmisiniz? Hani şu aralar filmi de vizyonda olan marvel kahramanını..
Artık malumu ilan da işe yaramıyor! Tek dünya devleti, tek dünya dini denilirken tek dünya cinsiyetine doğru yol alıyoruz.
Çocuklarımızın rol modelleri artık eşcinseller.
Nacizane biz de çocuklarımızı batının bu sanal kahramanlarına karşı korumak için herotürk isminde bir çalışma yaptık. Çizgiromanlarını, romanlarını ürettik. Bir de becerebilsek te, destek görsek te çizgi filmini yapsak diyoruz.
Gençlere yönelik faaliyet yaptığını iddia eden kuruluşlarımızda onların işkembelerini doyurmakla, onları gezdirmekle meşguller. yani kendilerini avuttukları yetmezmiş gibi gençlerimizin bu tuzaklara düşmelerininde aslında amil sebepleri olmuşlar, farkında bile değiller.
Derdimizi anlatacak bir yetkili bulamamanın sıkıntısı ise bu dünyadaki bizim imtihanımız dedirtmekte kendimize.
....
Dünyaca ünlü çizgi roman serisi X-Men’de bu ay bir ilke imza atılacak. Çizgi roman yayıncısı Marvel tarafından yaratılan iki eşcinsel karakter, görkemli bir törenle dünya evine girecek.
Süper kahramanlar dünyasında bu ay silahlar bir kenara konacak ve en şık kıyafetler giyilecek. Çünkü düğün var!
Marvel’ın dünyaca ünlü çizgi roman serisi X-Men’in bu hafta piyasaya çıkan sayısında, ekibin karakterlerinden Jean-Paul Beaubier, uzun zamandır birlikte olduğu erkek arkadaşına evlenme teklif edecek. Düğün de Haziran’da.
Northstar olarak da bilinen Beaubier, parlak mavi gözleri, hafif kırlaşmış siyah saçlarıyla insanüstü hızlarda hareket edip uçabilen bir Kanadalı.
X-MEN’DE DÜĞÜN VAR
Marvel Genel Yayın Yönetmeni Axel Alonso yaptığı açıklamada, “Astonishing X-Men No.50” başlıklı sayıda Northstar’ın dizlerinin üzerine çöküp erkek arkadaşı Kyle Jinadu’ya evlenme teklif edeceğini belirterek, “Marvel evreni, bugüne kadar her zaman pencereden dışarı baktığınızda gördüğünüz şeyleri yansıtmıştır. Dolayısıyla karakterlerimizin, ilişkilerine bu gerçeği yansıtmasını istiyoruz” dedi.
DÜĞÜN BİR SONRAKİ SAYIDA
Bu hikaye üzerinde aylardır çalıştıklarını belirten Alonso, “Northstar’ın Kyle’la evlenmesi de Marvel’in pencerenizin dışındaki gerçeği yansıtma felsefesinin bir ürünü” diye konuştu.
Çiftin, 20 Haziran’da piyasaya çıkacak sayısı olan “Astonishing X-Men No.51”de evleneceği ve bazı çizgi roman dükkanlarında düğün törenleri yapılacağı belirtildi.
BATMAN DE EŞCİNSEL Mİ?
Eşcinsel olduğu 1992’de açıklanan Northstar, 2009 yılından bu yana Kyle ile beraberdi. Ancak Marvel’dan yapılan açıklamada, bu evliliğin çiftin “sonsuza kadar mutlu yaşayacağı” anlamına gelmediği belirtildi. Hatta düğün davetiyesinde, “New York’tan geçen bu evlilik yolu rahat bir yol mu olacak yoksa köşelerde gizli tehlikeler mi olacak?” denildi.
Çizgi roman dünyasında eşcinsel karakterlerin sayısı günden güne artıyor. Hatta bazı okurlar Batman ve Robin’in gizli eşcinsel bir çift olduğunu ve yayımcıların artık bunu açıklaması gerektiğini savunuyor.
SAPIKLAR ÇOCUKLARI HEDEF ALIYOR
ABD’nin en önemli çizgi roman yayıncılarından DC Comics bu ay başında bir ilke imza attı. Çizgi roman tarihinin en eski karakterlerinden Green Lantren bu kez eşcinsel olarak sevenlerinin karşısına çıktı. Elbette bu olay resmiyeti açısından fazlasıyla önemliydi ama öte yandan çizgi roman ve film tarihi boyunca pek çok kahraman için “eşcinsel” iddiaları ortaya atılmıştı. Bunun en canlı örneğiyse BBC’nin çocuklar için yayınladığı Teletubbies karakterleriydi. ABD’deki muhafazakârlar tarafından çocukları eşcinselliğe yönelttikleri gerekçesiyle özellikle pembe karakter Tinky Winky ağır suçlamaların hedefi olmuştu. Aynı kesimler benzer suçlamaları çocukların sevgilisi South Park dizisi için de yapmışlardı. Ancak South Park’ın farkı eşcinsel olduğunu söylemese de -evinde bir seks kölesi bulundurmak gibi- aleni eşcinsel faaliyetlerde bulunan öğretmen Mr. Garrison karakteriydi. Garrison sırf bir LGBT üyesi değildi aynı zamanda aynı bölümde lezbiyen, gay ve travesti olmayı da başarmıştı. Hoş South Park zaman içinde eşcinsel karşıtı tutumu yüzünden de eleştirildi ama günümüzde eşcinsel eğilim gösteren karakterler çizgi yapımlarda çok daha rahat bir yaşam sürüyorlar. Family Guy’ın -kaslı erkekli rüyalar gören- Oscar Wilde türevi bebeği Stewie ya da Simpson’ların -bir bölümde patronu Mr. Burns’le öpüşen- asistanı Smithers için eşcinsel göndermeler yapmak pek sorun değil.
Geçmişe göz gezdirdiğimizdeyse çok daha ilginç durumlarla karşılaşıyoruz. Özellikle henüz otuzlu yıllarda çocukların ilgi alanına girmeye başlayan Walt Disney karakterlerinin tavırları bir zaman sonra dikkat çekmeye başlamıştı. İsterseniz Bugs Bunny’yi inceleyerek başlayalım; sık sık parfüm kullanıyor, kadın giysilerinden oluşan bir gardrobu var, rekor sürede makyaj yapabiliyor ve bir erkeğe göre fazla kıvrak zekâlı. Ya Duffy Duck, devamlı hakettiğinden az ilgi gördüğünü düşünen bir primadonna olabilir mi? Rivayet odur ki Walt Disney’in sinsi yaratıcıları Duff’i siyahi ve escinsel insan prototipi olarak tasarlamışlar. Otuzlu yılları düşünürsek bunun hangi siyasi akımla paralel gittiğini söylemeye gerek yok sanırım. Evet Naziler belki Almanya’daydı ama fikirleri ülke sınırlarının çok dışına taşmıştı. Bir başka çizgi film ikonu olan Hanna-Barbara yapımlarının en bilindik ismi Ayı Yogi’ye ne demeli. Yogi zamanının çoğunu Yellowstone Parkı’nda Bobo’yla birlikte geçirir. İkili arasında anlaşılması zor bir ilişki vardır. Bobo acaba Yogi’nin oğlu mudur yoksa sadece boyu mu kısadır ve arkadaş mıdırlar? Herhangi biri Ayı Yogi’yi dişi ayı Cindy’e ilgi gösterirken görmüş müdür? Cindy’e yapması beklenen şekerlemeyle kandırma girişimlerini genelde Bobo’ya uygular.
Seksenler aslında tam anlamıyla çizgi karakter patlamasının yaşandığı yıllardır. He-Man’den Şirinler’e kadar pek çok yeni karakter hayatımıza seksenlerde girdi. Hele He-Man! Erkek çocuklar için tam bir idoldü. Ancak herhangi bir erkeğin He-Man’in giydiği türden bir kostüm giyebileceğini düşünmek de oldukça sıradışı olurdu. Bir de normal hayatında kılıcını kuşanmadan önce pembe taytla ortalıkta koşturan Prens Adam var tabii... Elbette bunların hepsi birer iddia. He-Man’in bir çocuk filminde Tila’yla ya da herhangi bir başka karakterle ateşli aşk yaşaması beklenemez, ama bunun yerine devamlı kaslı ve slip donlu adamlarla güreş tutması da fazlasıyla garip değil mi? Şirinler içinse zaman içinde fazlaca efsane üretilmiştir. Komünizm propogandası yapıldığından tutun da nasıl ürediklerine kadar pek çok şüphe bu şirin mavi karakterlerin etrafında dolaşır durur. Ancak standart insan karakterlerini bir köye doldurmuşsunuz hissi yaratan Şirinler Köyü’ndeki Kibirli Şirin’in açıkça bir eşcinsel olduğunu söylemek kırıcı olmaz herhalde. Her neyse seksenlerde öne çıkan bir başka karakter de Batman’di. Bat-Mobil’i ve yardımcısı Robin’le birlikte Gotham City’nin kötülüklerine bir dur demek için çırpınan gizemli kahramanımızın günlük hayatında Yogi ve Bobo arasındakine benzer bir ilişkisinin olduğunu söylemek mümkün. Elbette daha gizemli bir havada!
Hep erkeklerden bahsettik peki hiç lezbiyen karakter yok muydu çizgi dünyasında? Snoopy’nin favori karakterlerinden Naneli Patty’i örnek gösterebiliriz. Tam bir erkek fatma olan Naneli Patty bir keresinde kendisini erkek sanan bir çocuğa tepkisini onu döverek göstermişti. He-Man’in kardeşi She-Ra da eşcinsellik iddialarından nasibini almıştı, ama She-Ra’yı fazla suçlamanın manası yok. Çünkü bulunduğu gezegende ortalıkta pek erkek karakter de yoktu. Aslında tek erkek karakter olan Bow da fazlasıyla efemine bir hal içindeydi. Hatta bir keresinde kötü ejderhayla savaşırken “ben bir erkeğim” diye kabarmıştı ama ejderha kendisine gülerek yanıt vermişti.
Green Lantren’dan sonra önümüzdeki günlerde başka çizgi kahramanlar da cinsel tercihlerini açıklarsa şaşırmayın.

Bizim de bir kahramanımız olmalı!
Çocuk olmak biraz da hayal kurmak, masallar diyarında yaşamak demek değil midir? Belki de, yaşadığımız dünyayı kuranların bazı hayalleri gerçek olmadığı için hayatımız belki daha kolay, ama daha yavandır.
Peter Pan “Hiçlik Ülkesinde”,
bense Hayy Bin Yakzan!
Hayber Kalesinden Zümrüt-ü Anka kanatlarında!
Masalların olmadığı bir dünyada,
digital veletler kurmaca kukla!
alem-i hayal pür melal!
Kötülerin kazanamaması iyiler için bir teselli olabilir. Ancak asıl olan iyilerin, ille de iyiliğin kazanmasıdır. Nedir iyilik? Yoksulu doyurmak, çıplağı giydirmek, üşüyeni ısıtmak, yolda kalana yol göstermek mi? Bütün bunlar elbette iyiliktir. Tıpkı, ağrıyı dindirmek, korkuyu gidermek gibi… İyilik yapmak kolaydır ama asıl olan iyiliği ayakta tutmak değil midir? İyilik yapmak sadece iyi adamların işi olmayabilir; ama kötüleri yenmek sadece kahramanların işidir.
...
Binbir gecede Şehrazat teyze portakal soymakta,
soyup ta kabuğunu baş ucuma koymakta!
Keresteden pinokyo ise yine yalan uydurmakta!
Yuvarlak masada kral arthur ve şövalyeleri kutsal tapınakta!
Kardinalleri papanın pensilvanya’da tuzaklar kurmada...
Eyüp, hala sultan...ama yalnızca gönüllerde!
Kudüs; gözlerden ırak, ama hasrete hala en yakın!
yaralıyım bizatihi, yakın yalan söyleyen tarih ile,
...
Dört köşe Konstantin!
Veleddallyin! Amin!
Sinbad ve alaaddin
çoktan uyudular,
sustular,
sen de sus artık pegasus!
...
Masal dünyasında Keloğlan ile Robin Hood’u ayıran şey, sadece farklı dillerde yazılmış olmalarıdır. Aslında her ikisi de aynı dünyanın farklı ülkelerinde aynı rüyayı gören çocuklara bir şey hatırlatır: Kötüler asla kazanamaz. Ama anneleri ve babaları kötü yetiştirir çocuklarını.
...
Şimdinin,
endüstriyel kahramanları,
sinema perdesinin,
ar perdesinin yırtıldığı,
sahteden adamlar!
çizgiden kahramanlar!
...
Türkiye ise büyük umutlarla 2071 yolunda!...
...
Gün gelir,  uzak diyarlardan  bu topraklara kahramanlık yapmaya gelmiş olanların, daha fazla kahramanlık yapmalarını gerektirecek  sebepleri kalmadığında,  hepsi birer birer kendi yurtlarına geri dönerler İnşaallah!.
Örümcek Adam Peter Parker New York’a, Süperman Clark Kent Metropolis’ e ya da Kripton’a, Kara şövalye Batman Bruce Wayne de Gotham’a geri dönerler. Ben-Ten, Xman, Texas, Tommiks, Zagor, Asterix, Tenten, Red Kit, Tarzan, Hary Potter ve diğerleri...
....
Çocukluk hayallerimizi de yanlarına alarak.
Bizce hepsinin görev süreleri bitmiştir bu topraklarda.
Hem bu toprakların yeterince kendi kahramanı vardır.
...
Hadi be bu şiiri okuyan adam!
...
Bu şiiri okuyan kadın! kendi ninnilerimizle bebeklerimiz, annelerinin dizlerinde sallansın! Kulaklarına yine ezanlar, yine selalar okunsun! Şeytan fısıldamasın...

fehmi demirbağ