7 Eylül 2019 Cumartesi

İSTANBUL HİKAYELERİ
Mondros Mütarekesinin hemen ardından 13 Kasım 1918 günü itilaf devletleri donanması İstanbul önlerine gelerek Haydarpaşa’ya demirledi. 15 Kasımdan itibaren ise itilaf devletleri karaya asker çıkartarak müstahkem mevkilerini işgal etmeye ve şehre yerleşmeye başladı. Böylece İstanbul’un 5 yıl sürecek olan işgal yılları başlamış oldu.
“Doğu Sorunu” veya diğer bir ifade ile “Şark Meselesi” olarak adlandırılan ve Türkleri önce Balkanlardan, daha sonra da Anadolu’dan çıkarmayı hedefleyen politika, 20. yüzyılın başlarından itibaren çok yönlü olarak uygulamaya konulmuştur.20. yüzyıl başlarındaki görüntüsü ile, emperyalist devletlerin “Hasta Adam” olarak vasıflandırdıkları Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu topraklar, ele geçirilmesi gereken hedefler arasında bulunuyordu. Bu hedefi ele geçirmek ve Ortadoğu’daki hammadde kaynaklarına sahip olmak amacıyla pek çok gizli ve açık görüşmelerde bulunan ve antlaşmalar yapan Avrupa’nın emperyalist devletleri, İstanbul şehrinin paylaşılması konusunda bir türlü fikir birliğine varamamışlardır.
Nihayetinde işgal güçleri İstanbul’a asker çıkarmaya başladıktan sonra şehirde bulunan başta sivil ve askeri okullar olmak üzere kamu binalarına ve Türklere ait binalara el koymaya başladılar. El konulacak binaların taksimi içinse “Müttefikler Arası Elkoyma Komisyonu” adıyla bir komisyon oluşturdular.
Şehrin denetimini eline alan işgal güçleri kısa süre içerisinde polis,sağlık, gıda, cezaevi, sansür, telgraf denetimi, levazım, pasaport, donanma, ordu komisyonları kurarak İstanbul hükümetinin şehirdeki otoritesine son verdiler. İşgal güçleri şehrin en işlek caddelerinde askeri kıtalar ile gövde gösterisi yaparak Müslümanlar’ın geleceğe ait ümitlerini yıkmak için büyük çaba sarfettiler. Halka ve asker sivil devlet erkanına psikolojik baskı yapmaktan geri durmadılar.
Sivil halk ise günlük yaşantısında kendi ülkesinde ikinci sınıf vatandaş gibi muamele görmekteydi. Örneğin bir vatandaş tren veya vapur için birinci mevkide bilet almış olsa bile birinci mevkide gitmek hakkı her zaman için işgal gücü askerlerinindi. Halk kendi şehrinde esir muamelesi görmeye başlamıştı. Beşiktaş’tan Üsküdar’a geçmek için işgal kuvveti pasaport bürosundan vize almak zorunluluğu getirilmişti. İstanbullular kendi şehirlerinde bir yerden bir yere giderken pasaport ile gitmek zorunda kalmaya başladılar.
İşgal yıllarında en büyük ızdırabı, İstanbul’un Türk halkı çekti. Çünkü şımarık, terbiyesiz, çalımından geçilmeyen işgal ordusu ve onları alkışlayıp arka çıkan Rum, Ermeni ve Yahudi azınlığın yaptıkları, asırlardır onurlu, hür ve efendi olarak yaşayan Türkler’in izzetini zedeledi. İşgalcilerin Türklere uygun gördükleri, hakaretler, tecavüzler, sebepli sebepsiz, gelişi güzel tutuklamalar, her mânada alçakça hareketlerdi. Kadınlara, kızlara laf atmalar, sarkıntılık yapmalar olağandı. Yanında kocası ve kardeşinin karşı gelmesi durumunda onlar da gözaltına alınıyor ve cezalandırılıyordu.
1. Dünya Savaşı ve sonrasında yaşanan işgal yılları İstanbul’da hayati sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. İstanbul halkı temel ihtiyaç maddelerini bile temin edemez duruma gelmiştir. İstanbul bu süreçte uzun yıllar etkisini sürdürecek büyük bir sosyal ve ahlaki çözülme yaşamıştır. İstanbul’a gelen Beyaz Rus göçmenler,( Tarih tekerrür mü ediyor ne? Dönemin Nataşaları mı desek ne?) Müslüman ahalinin adeta kültürel genetik yapısını kökünden değiştirmiştir. Şehirde kısa sürede uyuşturucu, kumar, fuhuş, zührevi ve diğer salgın hastalıklar baş göstermiştir. Aile kurumu da bu ortamdan büyük ölçüde etkilenmiştir. Pek çok aile parçalanmış, savaşta eşlerini kaybeden kadınlar dul kalmış ve bu büyük aile kriziyle kadınlar ve çocuklar suistimale açık hale gelmiştir. Toplumda yaşanan ahlaki sorunlar şehrin asayişine de yansımıştır. İstanbul, hırsızlık, gasp, tecavüz ve cinayet gibi ağır suçların her an işlendiği bir şehir haline gelmiştir.
Osmanlı Devleti’nde sosyal hayata asırlar boyunca geleneksel bir anlayış hâkim olmuştur. Buna uygun olarak kadın erkek ilişkileri, aile içi yaşam, ev mimarisi, giyim-kuşam ile toplum hayatının diğer alanları dinî ve geleneksel kurallarla düzenlenmiştir. Bu yapı, çeşitli tarih ve evrelerde bazı değişimler yaşamıştır. İstanbul’un fethi ile Osmanlı farklı din ve mezhepteki gayrimüslim topluluklarla birlikte yaşama tecrübesini pekiştirirken, Lale Devri’nden itibaren saray ve elit çevreler Batı’da olup biteni yakından takip etmeye başlamıştır. Sosyal hayata dair üst tabakanın benimsediği bu anlayış topluma da yansımıştır. Söz konusu toplumsal değişimlere Tanzimat ve Meşrutiyet yeni halkalar eklemiş ve sonrasında da kurulacak devletin baskılarına rağmen gerçekleşemeyen Batılılaşma bir devlet politikası haline gelmiştir.
Sosyal değişimler genel itibarıyla doğal sürecinde kademeli olarak gerçekleşmekle birlikte, 20. yüzyılın başında ortaya çıkan büyük savaşlar ve akabinde yaşanan işgaller Türk milletinde ani sosyal değişimlere neden olmuştur. Örneğin, mağlup olunan Birinci Dünya Savaşı sonrasında, İstanbul’da başlayan işgal, beraberinde sosyal ve ahlaki çöküntüyü de getirmiştir. Tabu olan pek çok şey, işgal müddetince alenen yapılan rutinler halini almıştır. Bu meyanda İstanbul’a gelen Rus kadınlarının yanı sıra, dönemin getirdiği zorluklar nedeniyle ahaliden fuhuşa sürüklenen kadınlar bile olmuştur. İşgal güçlerinin baskısı altındaki yönetim, bunlarla mücadele etmek yerine ancak kontrol altında tutmaya çalışmıştır. Nitekim yaşanan bu sosyal ve ahlaki çözülme dönemin romanlarına, gazete ve mecmualarındaki yazılara da yansımıştır. İngiliz İstanbul’a geçmesin diye memleketin bütün okumuş evlatlarının katledildiği Çanakkale savaşı zafer diye tanımlamak ancak anlatımlarımız için bir züğürt teselli olmuştur.
İşgalin başlamasıyla birlikte sahil boyunca Rum, Ermeni ve Yahudiler büyük sevinç gösterileri yapmışlardır. Azınlıklar boğaz ve adalarda, pencerelerinden yerlere kadar sarkan büyüklükte işgal devletleri bayrakları asmış, dükkan ve binalarını yine bu bayraklarla süslemiş ve rıhtımda düşmanı bayraklarla selamlamışlardır
“Zito (yaşasın) Venizelos” diye bağırarak “hora” tepmişler, Rumca gazeteler Yunan Başbakanı Venizelos’u azizler mertebesine yükseltirken, Rumlar kiliselerde işgali “kutsamışlardır” İşgalci Fransız askerleri masum halka ekmek dağıtmakta olan Osmanlı askerlerine bile saldırmışlardı. Açlıktan kayın ağacı tohumu bile yemek zorunda kalan halk “Alman Fıstığı” adını verdiği bu tohumla sakız gibi oyalanmıştır. Bu süreçte sosyal hayatta kadınların vazifeleri, hareket tarzları, erkek gibi davranmaları ve süslenmeleri önemli tartışma konuları olmuştur. “…Bugün düşman kapıdayken “vatanın ahlaklı, milliyetperver, vatanperver kadını” saçıyla başıyla uğraşmaz” dedikten sonra, erkeklerin de savaş dönemi olması itibarıyla kadınlarla ilgilenmesini uygun görmemiştir bir kısım aydınlar. Kadınların kıyafetleri ve süslenmesi üzerinden süren tartışmalar “aile” konusundan ayrı bir şekilde devam etmemiştir. Bu tartışmaların merkezine aile ve eşler arasındaki problemler de oturmuştur. Cepheye giden subay ve askerler yıllarca eşinden ve ailesinden ayrı kalmıştı. Bu ayrı kalış ilk olarak karşılıklı güvensizliğe ve beraberinde bazı ailevi sorunların da doğmasına neden olmuştu. Bilindiği üzere savaş yıllarında bazı ülkelerde kadınlar “sadakatsizlik” suçlamasına maruz kalmış olup bu durum “askerlerin kâbusu” olarak tanımlanmıştır. Evinden uzak kalan erkeğin, dizinin dibinde olmayan hanımından şüphelenmesi ve onu sadakatsizlikle veya ihanetle suçlaması artık sıradanlaşmıştı. Bu yüzden dönemin gazete ve dergileri bu konuda uyarılarda bulunmuştur. Çünkü kadınlar artık sadece evlerinde oturup savaşın bitmesini beklemiyor, kamusal alan dâhil her tarafta varlık gösteriyor ve savaşın kazanılması için cephe gerisinde de görev alıyorlardı.
Vatan için çalışan kadınların dışında kalan ve zevk için evin dışında bir yaşama alanı oluşturan, sokağa yönelen kadınlar ise basında eleştirilmiştir. En çok uzak durulması gereken kadın modeli ise Fransız eğitimi almış ve alafranga tahsil görmüş Türk kadını olarak işaret edilmiştir. Savaş yıllarında Alman dostluğu göklere çıkarıldığından, entellektüeller arasında bir Almanca öğrenme hastalığı, mütareke devrinde İngilizce ve Fransızca öğrenme bağımlılığına dönüşmüştür. Savaş yıllarında yaptıkları stoklarla kısa sürede büyük kârlar elde eden yeni türedi harp zenginleri, çocuklarına İngiliz veya Fransız mürebbiyeler tutarak bu lisanları öğretme gayreti içine girmişlerdir. Azınlık okullarına her türlü yardım yapılırken, Rumların Ayasofya’yı yeniden Hristiyan mabedine dönüştürme yolundaki taleplerine de işgalcilerin olumlu baktıkları yönündeki haberler her tarafta yayılmakta idi. Gerçi kimi haberler abartılmakla beraber, işgalciler azınlıkları korumaya ve kollamaya devam etmişlerdir. Savaş ve mütareke yıllarında sosyal değişimi ele alan çalışmalarda kadın ve çocukların durumu ya atlanmış veya çok kısa ele alınmıştır. Oysa toplumun genelini etkileyen felaketler, çocuk ve kadınları daha fazla mağdur etmiştir. Bunun en açık örneklerini sokakta dilenen, istismar edilen çocuklarda ve karın tokluğuna çalışmak zorunda kalan veya fuhuşa itilen kadınlarda görmek mümkündür.
Mütareke ve işgal dönemi, İstanbul’da yetim sayısının en üst seviyeye çıktığı yıllardır. Bu dönemde yaklaşık 10.000 ila 15.000 arasında yetim bulunduğu tahmin edilmektedir. Bunların ekseriyeti Türk yetimleri idi. Bu yetimlerin çok az bir kısmı farklı milletlere ait yetimhanelerde barınıyorlardı. Yetimhanelere sığınabilmişlerin dışında, sokaklarda başıboş dolaşan, dilencilik ve hamallık yapan çok sayıda aç ve yarı çıplak erkek ve kız çocukları vardı. Nitekim yabancı seyyahlar da mütareke yıllarında Galata ve Pera’nın aç çocuklarla dolduğunu nakletmektedir.
Mütareke yıllarında çeşitli iş kollarında çalışan çocuklar da vardı. Çalışma saatleri 9-10 saati buluyordu ve çocukların ücretleri ise normal işçilerin yaklaşık üçte biri kadardı. Çocukların çalıştıkları işletmelerin sosyal hizmetleri yok denecek kadar azdı. Bu yıllarda sadece ayakkabıcılık sektöründe yaklaşık 2.500 erkek çocuk çalışmaktaydı. Bu çocuklar arasında 7 yaşında olanlar bile vardı. Çalıştıkları yerler sağlıksızdı ve kullanılabilecek temiz tuvaletleri bile yoktu. Bu işyerlerinde çalışan çocuklar genel itibariyle kötü beslenmenin sonucu olarak cılızdı. Çocuklar iş yapabilecekleri tüm fabrikalarda çalıştırılmıştır. 6-7 yaşındaki kız çocukları nakış gergeflerinde kanaviçe işler veya ajur yaparlardı. Çalışma ortamı ve havası çok kötü olan sigara fabrikalarında bile çocuklar çalışmaktaydı. Havalandırması nerdeyse olmayan sigara fabrikalarında tütün tozu havayı doldurmakta, bu da çocuklarda çeşitli hastalıkların ortaya çıkmasına neden olmaktaydı.
Kimsesiz ve maddi imkânı olmayan çocuklar çalışmak veya dilenmek zorunda kalırken, diğer çocuklar okula gitmek istese de gidemiyorlardı. Çünkü işgallerle birlikte öğretmenler ve eğitim de baskı altına alınmıştı. Siyasi gerekçelerle bazı öğretmenlerin azledilmiş olması öğretmen yetersizliğine neden olmuştur. İşgal, zaten yetersiz olan eğitim kurumlarını çalışamaz hale getirmiş, mali sıkıntı çeken hükümet de okulları açamamış, tatilleri aylarca uzatmak zorunda kalmıştır. Dolayısıyla eğitim de işgallerle birlikte aksamıştır.
İstanbul’da olup eşini kaybetmiş dul kadınlarla birlikte Anadolu’dan İstanbul’a sığınan çok sayıda da dul vardı. Bu dullar arasında eşi şehit olup eline bir miktar para geçenler olmakla birlikte, eşi resmi kayıtlarda kayıp olarak görünen ve devletten herhangi bir maaş alamayan çok sayıda kadın da vardı. Bu dullar camilere, imarethane ve medreselere sığınmışlardır. Bunlardan bazıları da çok zor şartlar altında kendi evlerinde yaşam mücadelesi vermiştir. Evlerde yaşayan dulların %50’ye yakını çok kötü şartlarda barınıyordu. Kendileri ve çocuklarının sağlıkları bozuktu. Türk dulları ve çocukların yaklaşık %60’ı hasta idi. Diğer azınlıklara göre en az okula giden ve en çok çalışan çocuklar Türk dullarına aitti.
Yoksullukla pençeleşen şehirde kadınlar çok düşük fiyatlara veya karın tokluğuna çeşitli iş kollarında çalışmaktaydı. Bunlar arasında günlük 1 liraya çalışanlar bile vardı ve bu iş sürekli değildi. Bazıları ise aylık ortalama sadece 4-6 lira kazanmaktaydı. Bu da bir evin temel ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak bir miktardı.
Bu zor şartlar altında karınlarını doyurmak için çalışan kadınlar, ahlaki problemlerle de karşılaşmışlardır. Kadınların artık neredeyse tüm iş kollarında çalışmak zorunda kalması cinsiyetlerin de birbirine karışmasına neden olmuştur. Erkek işlerinin de kadınlar tarafından yapılır hale gelmesiyle basında cinsiyetler arasındaki sınırın çizilmesi konusu gündeme gelmiştir.
Oldum olası İstanbul’a her milletin bakış açısı farklı olmakla birlikte, Osmanlının adaletli yönetiminde herkes burada kendini güvende hissetmiştir. Türk ve Müslüman ahali İstanbul’u başları sıkıştığında sığınacakları payitahtları olarak görürken, Rumlar için burası kadim dini bir merkezdi. Ermeniler için ise İstanbul güvenli bir yuvaydı. Müttefik güçleri de işgalleri müddetince İstanbul’un kapılarını tüm mültecilere açmıştı. Bu yüzden yurt dışından ve ülke içinden çok sayıda mülteci İstanbul’a akın etmiştir. Mütareke yıllarında farklı milletlere mensup sığınmacılardan bazıları şunlardı: Ruslar, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Gürcüler, Ukraynalılar, Tatarlar, Kalmuklar, Polonyalılar, Letonyalılar, Litvanyalılar, İsveçliler, Almanlar, İtalyanlar ve az sayıda da Finlandiyalılar.
Meydana gelen kozmopolit yapı kültürel etkileşimi ve buna bağlı olarak önemli değişimleri beraberinde getirmiştir. İstanbul sokakları farklı din, dil, kültür ve ahlak değerlerine sahip unsurların bir arada yaşadığı, kargaşanın hüküm sürdüğü bir hale gelmişti. Bu durum her ne kadar kültürel zenginlik veya çeşitlilik gibi görünse de esasında önemli sosyal ve ahlaki kırılmaların zeminini oluşturmuştur. Zira gıda ve barınma problemlerine ek olarak birbiriyle ilişkisi olmayan birçok ailenin aynı ortamda yaşamaları ahlak dışı davranışlara zemin hazırlamıştır. Mütareke döneminde gelen göçmen ve sığınmacılar arasında 1917 Ekim Devrimi sonrası Rusya’dan kaçan ve sayıları on binleri bulan Beyaz Ruslar da yer almıştır. Bu göçmenler gelirken ülkelerindeki ahlak ve kültür anlayışlarını da İstanbul’a taşımışlardır. Göçmenler nüfus dengesini alt üst ederken, Ruslar ise sosyal çöküntüye ve ahlaki değerlerin alt üst olmasına neden olmuştur. Örneğin, Osmanlı toplumu “pavyon” ve “gece kulübü” gibi mekânları bu göçmenlerden öğrenmiştir. Bolşevikler Ekim 1917’de Çarlık rejimini yıktıktan sonra Rusya’da büyük bir iktidar mücadelesi başlamıştır. Kızıl Ordu’ya karşı savaşan General Pavel Wrangel yenilince binlerce asker ve sivil Fransa’nın desteğiyle Kırım’dan hareketle İstanbul’a gelmiştir. 1920 yılının ilk yarısından itibaren gelmeye başlayan Ruslarla ilgili olarak gazetelerde de haberler yer almıştır. Rusya’dan gelen göçmenler hükümetin karşı çıkmasına rağmen işgal güçlerinin kararıyla İstanbul sokaklarına yayılmışlardır. Rusların gelişigüzel şehre dağılması ve Müslüman mahallelerine de yerleşmeleri şehirde rahatsızlık uyandırmıştır. Gelen Beyaz Ruslar arasında zengin olup lokanta, konser, bar, kabare ve kumarhane açıp çalıştıranlar da olmuştur. Çoğu Rus Yahudileri tarafından işletilen bu mekânlarda, Müslüman halk Ruslara özgü eğlence hayatına alışmıştır. Ayrıca Rus kadınları fuhuş hayatında da vesikalı ve vesikasız olarak yoğun bir şekilde yer almıştır. Devrin polis kayıtlarına göre vesikalı çalışan yabancı uyruklu kadınlardan sayıları en fazla olan Rus kızlarıdır.
Ruslar’la birlikte Beyoğlu yeni bir görünüm kazanmıştı. Lokanta, konser, bar, kabare ve kumarhane işi kısa sürede Ruslar’ın eline geçmişti. Çoğunluğu Rus Yahudiler ve Rum’lar tarafından işletilen bu yerler işgal altında bulunan Osmanlı halkına farklı bir yaşam tarzı sunmuştur. Bunda en önemli etken, Rus göçmenleri ve işgal devletlerinin askerleri olmuştur. Ekonomik sıkıntılar geçim derdine düşmüş halkı, kumar gibi para gerektiren oyunlardan uzak tutsa da, polis kayıtlanna geçen kumar vakalarına da rastlanmaktadır.
Mütareke İstanbulu’nda göze çarpan diğer bir husus barların açılmasıdır. İstanbul’un alemcileri Galata’nın izbe meyhanelerinden barlara terfi ediyorlardı. Meyhaneler iki kategoriye ayrılabilirdi; bunlar, özellikle biranın ve diğer alkollü içkilerin sunulduğu birahaneler veya yemek ve içki servisi yapılan kafelerdi. Kentin her mahallesinde birahaneler mevcuttu. Bunlann büyük bir bölümü, kalitesiz dansların yapıldığı ve fahişelerin mesleklerini icra ettikleri, kötü şöhretli yerlerdi. Bu tür birahaneler, çoğunlukla galata ve Pera’ daydı. Bu bölgedeki barlara, genellikle Müttefik askerleri ve denizciler devamlı gitmekteydi. Pera ve Galata’daki barlarda çalışan kızların pek çoğu tescilli ve meşhur genelevlerden gelmekteydiler.
Ayrıca, Kadıköy ve Moda’daki bazı lokantalarda, çoğunluğu Rus olan garson kızlar çalışmaktaydı. Bu kızlardan bir kısmı, fahişe olarak kayıtlı idi. Suriçi bölgesinde ve Boğaziçi köylerindeki birahaneler nisbeten dğerlerine oranla daha temizdi. Buralarda, çoğu zaman orkestra vardı; saygın kişiler buralara devam ederlerdi. Bütün uluslara ait birahaneler bulunmakla birlikte Rum birahaneleri çoğunluktaydı. Çoğunluğunun içki satma ruhsatına sahip olduğu görülmektedir.
İşgal kuvvetleri ve göçmenler sayesinde İstanbul’ da sosyal yaşamda önemli değişiklikler yaşanmaktaydı. “Milli moda” ile “Rus modası” kaynaşıyordu. Çarşaf demode olurken Batı giysilerinden fark edilemeyecek oranda değişime uğruyordu. Sonrasında Cumhuriyet Türkiye’si ise, İstanbul hanımlarını kılık-kıyafet ve şapka devrimine hazır bulacaktı. İstanbul yoksulluğuna karşın kendine özgü estetik değerleri oluşturmakta gecikmedi, göçmen Rus kadınlarının üzerlerinde ne öylece kaçtıklarından pislikten sefaletten bitlenen saçlarını kökünden kazıyarak; ne buldularsa başlarına geçirmeleri İstanbul’da “Rus saçı” adıyla yeni bir modayı başlatmalarına sebep oldu. Peruk hayatın bir parçası oluyordu.
Dersaadet hanımefendileri bu zavallı göçmenlerin rengarenk örtülerini de taklit ediyorlardı. Pera sosyetesinde, göz kamaştıran kadınlar vardı. Bunlardan biri, Madam Siniossoglon; güzelliği ile herkesi büyülemekteydi. Şehrin en zengin Rum ailelerinden birine mensuptu. Yeni çıkan incecik ipek çorapları ilk giyen kadın o oldu. Çorapları o kadar inceydi ki önceleri elçilikteki tüm kadınlar, çorap giymiş olduğundan kuşku duyuyor, içgüdüsel olarak bacaklarını eteklerinin içine ya da oturdukları koltukların altına saklıyorIardı. İpek çorap adeta yeni bir çağ açmıştı. Eskiden bacaklan örtrmek için giyilirken artık bacakları soymak için giyiliyordu denilerek bir yenilik tasvir ediliyordu.
Diğer bir gelişme, Mütareke ile birlikte önceden İstanbulluIarın gözde mesire yerleri olan boğaz, yerini Adalar’a bırakmıştı. İstanbullu denize girmeye başlamıştı. Yüzyıllardır deniz yerine mesire alanlarını tercih eden İstanbul halkı, plaj modasını Rus göçmenlerden görmüştür. Tarihi çınarları ve memba sularıyla meşhur Florya’ya, Fülürye kuşunu dinlemeye giden İstanbullular artık deniz banyosu için Fülürye sahillerine gitmeye başlamıştır. Bu arada “Fülürye” Rus şivesi ile Florya’ya dönüşmüştür. Yarı çıplak Rus kadınlarının denize girdiği ve kumlara uzandığı mekânlara giden Türk halkı için giderek haremlik kalkmış, mesire yerlerinde açıktan içki satılmaya başlanmış ve bazı Türk kadınları da Ruslar gibi denize girmeye başlamıştır. Daha önceden fazlaca görülmeyen bu durum, o dönem için ahlaka ters tavırlar olarak tanımlanmıştır. Mahremlik giderek kalkıyor; Türk kadınları için de açılma devri başlıyordu. Rus ihtilalinin İstanbul’a getirdiği Beyaz Rusların Çarlık Rusyası’nın en medenileri (!) olduğunu ve İstanbul’a medeniyetin ilk zehrini onların aşıladığını vurgulamak sanırım doğru olacaktır. Ayrıca savaşın yıkıcı etkisinden kurtulabilen ailelerin, Beyaz Rusların kollarına düştüğünü ve orada eriyip bittiğinide görmezden gelemeyiz.
Türkiye’de ilk modern ruh sağlığı hastanesini kuran Mazhar Osman da İstanbul’da yaşanan ahlaki çöküntüyü Rus göçmenlere bağlamaktadır. Osman bu durumu, “Umumi Harp bitti. Mütareke oldu, düşman orduları çekirge gibi İstanbul sokaklarına yayıldı, otomobil içinde sarhoş Amerika bahriyelileri kucaklarında zilzurna sarhoş Rum dilberleri Beyoğlu’nun büyük caddelerinde resmigeçit yapıyorlardı, barlarda İngiliz neferleri viski ile zilzurna sarhoş olduktan sonra rastgelene saldırıyorlardı… İstanbul Bizans döneminde bile görmediği sefahat hayatını sürüyordu. Lokanta ve barlarda hizmet eden birbirinden güzel Rus prensesleri, kontesleri bu sarhoş alayının büsbütün çıldırtmıştı. İçki bu aşkı doyurmuyordu; beyaz toz, kokain... aldı yürüdü. Morfinmanlar sokakları dolduruyordu. İstanbul’un mahalle kahvelerine kadar sarışın Rus dilberleri beyaz tozla yayıldı. Kokain ile halkıın aklı, tombala ile parası çalınıyor, tımarhanelere kokainmanlar, eteromanlar, morfinmanlar doluyordu. İstanbul Allahlık’tı; her hükümet karışıyordu; hiçbir hükümet birşey yapamıyordu. Halk kütlesi elden gidiyordu Topla, tüfekle, tayyare ile bomba ile dünyanın kırk küsur milleti İstanbul’u ezememişti; İstanbul kokaine, fuhşa esir oldu. Çar ordularına altı yüz sene karşı duran İstanbul, Rus orospularına mağlup olmuştu….”
Şehirde fuhşun yaygınlaşmasının bir diğer sebebi savaş şartlarında ortaya çıkan yeni zenginlerdir. Daha önce zikredildiği üzere mütareke dönemi servet ve sefaletin aynı anda yaşandığı yıllar olmuştur. İşgal askerleri tarafından harcanan para da sefalet hayatını beslemiştir. Bu yeni zenginlerin eğlence düşkünlüğü, alkol, kumar, kadın ticareti, kokain gibi kötü alışkanlıkları yaygınlaştırmıştır. Toplum her fırsatta ve her mekânda artık bu işlerle iştigal eder hale gelmiştir. En basit sinema salonlarında bile Rus varyeteleri gösteriler yapmaktaydı. Bu gösterilerde ince ten elbisesi giyerek akrobasi hareketleri yapan Rus bayanlarına halk yoğun ilgi göstermekteydi. Bu hileli giyim, dans eden kişiyi çıplakmış gibi göstermekteydi. Bu durum toplumdan çok büyük tepki almamaktaydı. Bu tür faaliyetler sinema gibi çok sıradan yerlerde devam ederken fuhşun yapıldığı mekânlar da hızla artmış, burada çalışanların sayısı binleri bulmuştur. Barların yanın da çok az olmakla birlik de bilardonun oynandığı da görülmektedir . Yeni doğmakta olan sinema yaygınlaşmakta özellikle Fransız filmleri oldukça ilgi görmekteydi. Mayıs 1921 ‘de İstanbul’da, yaklaşık 32 daimi ve 12 geçici sinema salonu vardı. Sinemalarda genel ahlaki yapıya ters filmler gösterilmesi bu döneme rastlamaktadır. Her ne kadar sinemaların bazılarının sahibi yerli girişimciler ise de kahir ekseriyetinin sahipleri yabancılarla azınlıklardı. Buralarda gösterilen filmler Fransız, İtalyan ve Amerikan filmleriydi. Bu durumdan İtilaf güçleri oldukça memnundu; çünkü bu filmler kendi ülkelerine aitti ve bir yönüyle propaganda aracı olarak kullanılıyordu. Bu filmlerden bazıları Amerika ve İngiltere’de gösterimine izin verilmeyen müstehcen, niteliksiz, ahlaksız filmlerdi ve her yaştan kişinin seyretmesine izin veriliyordu
İstanbul’un bu sosyal ve ahlaki çöküş sürecine tanıklık eden dönemin bir kısım yazar ve devlet adamları eser ve raporlarında başta fuhuş olmak üzere diğer kötü alışkanlıkları işlemişlerdir. Bunlardan biri olan Yakup Kadri, Sodom Gomore’yi, İstanbul’un bu durumunu gözlemleyerek yazmıştır. Roman adını, ahlaksızlıkları nedeniyle helak edilen Lût kavminin yaşadığı Sodom ve Gomore şehirlerinden almıştır.
Mütareke yıllarından sonra cumhuriyetin kurucuları bu kötü tabloyu miras olarak devralmışlar ve toplumda var olan bu marazları kontrol altına almaya çalışmışlardır. Ancak çürüme başlamıştır. Bir de alalacele yapılan kültürel boyutlu devrimler ile Türk toplumu geçmişinden iyice uzaklaşır olmuştur. Cumhuriyet rejiminin halk sağlığı ve nüfustan başka odaklandıkları bir diğer konu da aile ve aile ahlakının korunması olmuştur. Nüfus artarken ahlaklı çocuk yetiştirmenin ailenin asli vazifesi olduğu üzerinde durulmuştur. Bu açıdan eşlerin birlikteliğini tehlikeye düşürecek her türlü durum toplumsal tehdit olarak algılanmıştır. Bu açıdan fuhuş, zührevi hastalıklar ve alkol bağımlılığı üzerinde önemle durulmuştur. Çözüm olarak umumhaneler, pansiyonlar, buluşma yerleri adı altında mekânlar oluşturulmuştur. Bunların denetlenmesi için İstanbul Polis Umum Müdürlüğü’nde ahlak zabıtası kurulmuş ve sıhhî heyet oluşturulmuştur. Böylece hayat kadınları kontrol altına alınmış ve zührevi hastalıkların önü alınmaya çalışılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı Türk insanını ve ekonomik varlığını bitirme noktasına getirmiştir. İşgal dönemi başkent İstanbul’un en zorlu yılları olmuştur. Başta padişah olmak üzere Türk milletine fiziki ve psikolojik olarak büyük baskılar yapılmış ve şehir adeta tarumar edilmiştir. Onlarca gemi, dev toplara sahip denizaltı ve binlerce askerle yapılan işgaller hiç sona ermeyecekmiş gibi algılanmış, ülkenin sadece maddî varlığı değil ahlaki değerleri de tahrip edilmiştir.
İşgal kuvvetleri ve gayrimüslimler kendi inanç ve ahlak düşüncelerine göre bir şehir inşa etmek için kolları sıvamış, alkol, kumar, esrar-eroin, fuhuş, müstehcen filmler başta olmak üzere bu alışkanlıkları şehrin her yerinde açıktan yapılır hale getirmişlerdir. Yine şehre kalabalık gruplar halinde gelen mülteciler ise şehrin tam anlamıyla ahlaki bir buhranın içine girmesine neden olmuşlardır. Özellikle Rusya’dan gelen General Pavel Wrangel’in ordusu ve binlerce sivil göçmen şehrin demografik, ekonomik, sosyal ve ahlaki yapısında derin yaralar açmıştır. Bu gelişmeler başkenti tezatlar şehri haline getirmiş; kentte sefalet ve zenginliğin aynı anda yaşanmasına neden olmuştur. Hayat pahalılığı ve işsizlikten muzdarip, sefalet içinde karnını doyurmak zorunda olan binlerce kadın ve çocuk, işgalcilerin ve savaş zenginlerinin istismarına açık bir vaziyet almıştır.
İmkânsızlıktan dolayı şehrin kanalizasyon sistemi çökmüş, belediye hizmetleri aksadığından çöpler ve hayvan leşlerinin ötesinde bazen insan cesetleri sokaklarda günlerce kalmış, zararlı haşereler evleri istila etmiş; bütün bunlar da salgın hastalıkların yayılmasına neden olmuştur. Şehrin aşırı kalabalık bir nüfusu barındırması, beraberinde temel ihtiyaç maddelerinin azalmasına ve çeşitli sıkıntılara sebep oluyordu. Kömür kıtlığı vapur ve tren seferlerini aksattığı gibi, sık sık elektrik ve su kesintisi de uygulanıyordu. Gıda maddelerindeki sıkıntı 1919 Şubatından itibaren Amerika’dan un vs gelmesi ile büyük ölçüde azalmıştır. Şehrin 1919 yılında sağlık problemlerine bakıldığında başta tifüs, tifo, difteri ve gripten ölümler çok olmakla beraber, en fazla ölüm oranı bebeklerde görülmekte idi. 1920 yılında şehirde veremden ölenlerin sayısında da artış gözlemlenmiştir.
Şehrin ana inşa maddesi olan ahşaptan evlerde yangınların çıkması ve bunları söndürecek donanıma sahip olunamamasından dolayı bazen koca mahallelerin yok olmasından dolayı İstanbul’un yaklaşık üçte biri harap olmuştur. Fuhuş kaynaklı zührevi hastalıklar sıradanlaşmış, başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun diğer şehirlerinde de görülen bu hastalıklara bakan Emraz-ı Zühreviye hastaneleri açılmak zorunda kalınmıştır. İşgalin bir diğer boyutu da, Türklerin sosyo-ekonomik açıdan durumlarının daha da kötüye gitmesi şeklinde belirginleşmişti. İşgal döneminde Atina Bankası, İstanbul’daki yerli Rumlara kredi açarak Türklerin mülklerini yüksek fiyatlar teklif ederek almaları talimatını verdi. Gayrimüslimlere ve dünya kamuoyuna medeniyet getirme sözü veren işgalciler şehre korku, kargaşa ve kaostan başka bir şey getirmediği gibi onların keyfi davranışları güvenliği de zaafa uğratmıştır. Buna ek olarak İstanbul, karnı aç olan insanların hırsızlık ve gasp yaptığı, ahlaki değerleri dejenere olanların tecavüzlerde bulunduğu ve bağımlılık yapan madde kullananların da cinayet gibi çok ağır suçlar işlediği bir şehir haline gelmiştir. Tüm bu gelişmeler başta İstanbul olmak üzere Osmanlı şehirlerinde, günümüzü bile etkileyecek şekilde büyük bir sosyal çöküntüye neden olmuştur. Daha önceden bilinmeyen veya belli bölgelerde olup da yaygınlık kazanmayan, Türk toplumunun ahlaki değerlerine ters alışkanlıklar sıradanlaşmış ve gündelik hayatın dokusuna sinmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla işgalciler ülkeyi terk etse de etkisi onlarca yıl süren ve bugün bile kökleşmiş yaşam algısına sebep olmuş toplumsal çöküntünün mimarları olmuşlardır.
İşgal İstanbul’un Türk halkında büyük umutsuzluklar doğurmuştur. Zira uzun bir süre devam eden işgal neredeyse halk tarafından kanıksanır hale gelmiştir. İstanbul limanına geminin biri yanaşıyor biri gidiyordu. Bu gemilerle yapılan asker ve mühimmat sevkıyatı, İstanbul halkında işgalin uzun bir müddet devam edeceği düşüncesini doğurmuştur. Bunları gören halk da derin bir sessizlik içine giriyordu. İşgal halkın psikolojisi üzerinde çok mühim etkiler bırakmıştır. Başta, hürriyetine düşkün olan bir millet ilk defa esarete düşüyordu. Esaret psikolojisi yaşıyordu. Efendisi oldukları azınlıklar karşısında bile ses çıkartamıyorlardı. Dün kendilerine her türlü serbestiyeti verdikleri azınlıklar, kendilerine fırsat geçtiğinde tam tersi bir uygulama yapmışlardır. Dün efendisi olan azınlıkların işgalle kendilerine efendilik taslamaları psikolojik açıdan halkı derinden sarsmıştır. Asayişin sağlanamaması şehirde giderek büyüyen bir düzensizlik meydana getirmiş, yolsuzluklar, gasp, cinayet, hırsızlık İstanbul halkının psikolojisi üzerinde büyük etki bırakmış, halk dışarı çıkmaya korkar hale gelmiştir. Artık Türkler kendi ülkesinde parya durumuna düşmenin verdiği psikoloji ile işgalle yatıp işgalle kalkmaya başlamıştır. İşgal, İstanbul’un Türk halkında o gün ve ondan sonraki zaman diliminde bile hiçbir şekilde unutulmamış, işgal dönemi ve işgal sonrası basında işgale dair çıkan yazılar, buhranlı dönemin hiçbir şekilde unutulmadığını göstermektedir.
İstanbul’u işgal eden İngilizler, Müslümanların ahlakını bozmak, karakterini yok etmek için her çeşit ifsat komitesini faaliyete geçirmişlerdi. İşte bunlardan birisi Avrupa’dan büyük çapta beyin uyuşturan alkollü içkileri İstanbul’a getirmeleridir. Böylece Müslüman milletimizin havai, nefisperest olanlarını kendilerine çekmeyi planlıyorlardı. Buna karşılık, onların idaresindeki İstanbul Hükümeti ise ahlak zabıtası gibi bazı tedbirleri içeren bazı kanunlar yaptı ise de etkili olmadı. Çünki hükûmetin o günlerdeki iradesi te’sirsizdi. Çıkarttığı kanunlar ve ahlâk zabıtası bunun önüne geçemiyordu. İşte tam o sıralarda ehl-i hamiyet ve ünlü din âlimlerinden müteşekkil bazı zatlar Hilal-i Ahdar cemiyetini kurdular. Cemiyetin oluşumunda Mehmet Akif ile Bediiüzzaman’ında katkıları fevkalede olmuştur. Yani bugünkü manada bildiğimiz, Yeşilay’ın!
18 Mart 1920 gününde YEŞİLAY Cemiyeti’nin kuruluş günüydü. Genel Kurul’da zamanın Şeyh-ül İslâmı Hayderîzade İbrahim Efendi ve Darül Hikmet-il İslâmiye azasından o zamanki ismiyle Said-i Nürsi’ de vardı. Said-i Nursi Efendi, dikkati çeken üyelerden biri idi. İlk gün toplantıda fazla bir konuşma olmadı. Yeni seçilenler oldu... O günki buhranlar içinde memleketin çok seçkin şahsiyetleri vardı. Sonra Said-i Nursi Efendi genel merkeze seçildi. Âheste ve ağır tonla konuşan ve konuştuğu zamanda, düşünen bir adam olan üstad Yeşilay’ın elli beş yıl evvelki zabıt defterinde şöyle buyurmaktadır: “Şeriatta hüküm var. Hekimlerce de beyan edilen, hikmettir. İçki, kumar; bunlar sakınılması gereken büyük günahlardandır. Kötülüklerle mücadele için en ziyade matbuât meselesine ehemmiyet verelim” demiştir.” Yani medya ve yolları ile karşı duralım.
Bediüzzaman 1800’lü yılların sonlarında Van’da Tahir Paşa Konağında kalırken;Tahir Paşabir gazetenin haberini Bediüzzaman’a gösterir.Gazetenin haberi şu idi:William Ewart Gladstone Kur’an’ı eline alarak ingiliz Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada:” Bu Kur’an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, ya bu Kur’an’ı susturup ortadan kaldırmalıyız.. Veyahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” der.Bu haberi okuyan Bediüzzaman ta o tarihte İngiliz siyasetçilerinin Müslümanlar için tertipledikleri oyunları bilmiş ve İngiliz siyaseti ile mücadelesini ta o zamandan başlatmıştır. Öyle ki kendisi zaman zaman “İngilizlerden neden bu kadar nefret ediyorsun “sorularına muhatap kalmıştır.
Osmanlı aydını çareler arıyordu. Biryandan teşkilatlanıp mücadele arayışına kalkışan Osmanlı münevverlerine karşında başka türlü teşkilatlanmalar göze çarpıyordu: Rum çeteleri!
İngiliz İstihbarat Subayı John G. Bennett başta Daşnak Ermeni Komitesinin ya da başka bir deyişle çetesinin mensupları olmak üzere İstanbul’un bilumum şöhretli ayak takımını Sirkecide’ki bir mahzende toplamıştı. Herkes Bennett’in kendilerine vereceği talimatlara odaklanmıştı. Bennett ise zafer kazanmış komutan edasıyla mağrur bir şekilde konuşmasını sürdürüyordu:
“Baylar! Yapmış olduğunuz faaliyetlerde sizlere olan desteğimizi biliyorsunuz. Sizlerden bir ricam olacak ki, işte buna dikkat edip ciddi pozisyon almalısınız. Türklerin ne zaman içinde bulunacakları duruma itiraz edecekleri hiç belli olmaz. Yer yerde olsa Anadolu’da direniş hareketleri başgöstermiştir. Morallerini bozmak ve yılgınlıklarını artırmak için çok hassas davranmamız ve stratejik olmamız gerekir. Özellikle Türk milletinin kanaat önderlerinin çocuklarına musallat olmanızı isteyeceğim. Onlara kadın ile, alkol ile, esrar ile yaklaşınız. Onları ayarttığınız da bize karşı duran bu lider insanları kendi ateşleriyle oyalayabiliriz. Misal, Mehmet Akif isimli kişiyi düşününüz. Yazmış olduğu şiirleyiyle toptan-tüfekten daha etkili olan bu kişi zaten cepheden cepheye koşturduğu için ailesine yeterince vakit ayıramamakta. Çanakkale şehitlerine ithafen yazdığı şiirin etkisi malum. Bir oğlu var, adı Emin...”
Sonra kalabalığın içindeki genç rum çetecilerden en gözü karalardan biri olan Hrisantos’a çevirir bakışlarını.
“Sen, Hrisantos...Emin’in peşine sen takıl. Allem kallem aklına gir. Anla işte! İşinizi size ben öğretecek değilim!”
(Karga karga gak dedi adlı kitabımdan)
Murat Fehmi Demirbağ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder