Ecdadımızı tanıyalım:
SULTAN ALPARSLAN
Fehmi Demirbağ
Türkler’e kalıcı olarak “Küçük Asya” diye isimlendirilen Anadolu’nun kapılarını
açan Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Bizans ile yaptığı Malazgirt Meydan
Savaşının tarihsel açıdan önemi ortadadır.
Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşunu sağlayan Dandanakan Savaşı’ndan
sonra Merv şehrinde toplanan büyük kurultayda dünya egemenliği hedefi
doğrultusunda belirlenen fetih planları çerçevesinde Selçuklular bilhassa batı
yönünde büyük fetih hareketlerine başladılar. Anadolu’nun bir Türk yurdu
haline gelmesi için uğraşan Selçuklu kuvvetlerinin karşısına Bizans İmparatoru
IV. Romanos Diogenos, farklı milletlerden topladığı ordu ile karşı koymak için
engel olmaya çalışsa da bir başarı elde edemeden geri döndü.
Selçuklu Devleti’nin gittikçe artan başarısı sonucunda imparator bu kez
Ayasofya Kilisesi’nde düzenlenen törenden sonra 1071 yılında çok daha güçlü
bir ordu ile yola çıktı. 200.000 kişi civarında olduğu tahmin edilen ordu ile
“MüslümanTürk” problemini(!) kökünden halletmek için planlar yapsa da bu
sırada Selçuklu Sultanı Alparslan’ da Halep önlerine kadar geldi. Halep’i bir
süre kuşattıktan sonra Mısır’a gitmek üzere yola çıkan Alparslan’a imparatorun
elçisi gelerek Malazgirt, Menbiç ve Ahlat’ın iadesini istedi. Sultan Alparslan bu
durum karşısında Mısır’a gitmekten vazgeçerek Doğu Anadolu’ya yöneldi.
İmparator Malazgirt Kalesi’ni işgal ederek halkı kılıçtan geçirirken,
Alparslan’da Ahlat’a yaklaştı. Büyük savaş başlamadan önce yapılan küçük
savaşların tamamı Selçukluların galibiyeti ile bitti. Malazgirt meydan
savaşından sonra Romanos Diagenos Türk ordusuna teslim oldu ve anlaşma
imzalamak durumunda kaldı.
VII. Mikhail Dukas, Romanos Diyojenin imzaladığı antlaşmanın geçersiz
olduğunu ilan etti. Bunu haber alan Alparslan da ordusuna ve Türk Beylerine
Anadolunun fethi emrini verdi. Bu emir doğrultusunda Türkler Anadoluyu
fethe başladılar. Bu saldırılar, sonu Haçlı Seferleri ve Osmanlı İmparatorluğuna
varacak bir tarihi süreci başlamıştır.
Bu savaş, Anadolunun Türklerin tam olarak eline geçmesi için, savaşçı olan
Türklerin, eski Cihad Akınlarını tekrar başlatacağını gösteriyordu. Abbasiler
döneminde biten bu akınlar, Avrupa’yı çok korktukları ve tehdit olarak
algıladıkları İslam’dan kurtarmıştı. Ancak Anadoluyu ele geçiren ve Hristiyan
Avrupa ile Müslüman Ortadoğu arasında tampon bölge oluşturan Bizans
devletinin çok büyük bir güç ve toprak kaybına neden olan Türkler, aradaki bu
bölgeyi ele geçirerek Avrupaya başlayacak yeni akınların da habercisi
oluyordu. Ayrıca İslam dünyasında büyük bir birlik sağlamış olan Türkler bu
birlikteliği Hristiyan Avrupaya karşı kullanacaktı. Bütün İslam dünyasının
Türklerin önderliğinde Avrupaya akın başlatmalarını önceden gören Papa,
önlem olarak Haçlı Seferlerini başlatacak ve bu da kısmi olarak işe yarayacaktı.
Ancak yine de Türklerin Avrupaya yaptığı akınları durduramayacaktı.
Türk akınlarından ve savaş yöntemlerinden bahsedildiğinde akla ilk gelen
“Kurt Kapanı” taktiğidir. Sultan Alparslan bu taktiği Malazgirt Savaşı’nda
başarıyla uygulamıştır.
Bu taktiğin mantığını ve uygulama yöntemini iyi anlamamız gerekiyor. Malum
Türk milleti kurt ile özdeşleştirilir. Kurtların kışın aç kaldıklarında uyguladıkları
bir avlanma taktikleri vardır. Bu taktiğe göre kurt sürüsü iki kümeye ayrılır.
Birinci küme fedai kümesidir; ikinci küme ise pusu kümesi. Fedai kümesi
köpeklerin bulunduğu yerleşim yerine girer ve köpeklere saldırır. Biraz
mücadele ettikten sonra fedai kümesi, yenilmiş gibi davranıp köpeklerden
kaçmaya başlar; doğal olarak köpekler de kurtların ardından onları
kovalamaya başlarlar. Ama köpekleri bir sürpriz beklemektedir. Çünkü asıl ve
kalabalık topluluk olan pusu kümesi, onları yerleşim yerinin dışında
beklemektedir. Pusu kümesi hilal biçiminde dizilmiş ve iyice gizlenmiştir. Fedai
kurtlar, köpekleri kurnazca bu hilalin ortasına çekerler. Köpekler hilalin içine
tümüyle girince, pusu kümesi, hilali uçlarından kapatır ve köpekler bir çember
içine alınmış olur. Artık köpeklerin kurtuluş umudu yoktur; zafer kurtlarındır.
Eski Türkler, kurtların bu taktiğinden esinlenerek Hilal Taktiği, Turan Taktiği,
Kıskaç Muharebesi adları verilen düşmanı çevreleyerek yok etmeyi amaçlayan
bir askeri taktik geliştirilmişlerdir. Bu taktiği eski Türk toplulukları ve orduları
sıklıkla kullanılmış olup en son Osmanlı Devleti de bunu meydan savaşlarında
uygulamıştır. Sultan Alparslanı daha yakından tanımak için tarihsel süreci
gözden geçirmekte fayda var.
Selçukoğulları Selçuk Bey’in oğullarından Mikail’in soyundan gelenler ile
Arslan Yabgu’nun soyundan gelenler olmak üzere iki kola ayrılmışlardır. Bunlardan Mikail’in
soyundan gelenler Selçuklular şeklinde adlandırılmış ve Büyük Selçuklu Devleti’ni kurmuşlardır.
Arslan Yabgu’nun soyundan gelenlere ise Yabgulular denilmiş ve bunlar da
Türkiye Selçuklularını oluşturmuşlardır.
Bütün Selçuklu Tarihi boyunca Selçuklular ile Yabgulular arasında bir soğukluk,
çekişme, hatta mücadele vardır. Bunun temeli Selçuk Bey’in sağlığına kadar
uzanmaktadır.
Bu durum Büyük Selçuklular kurulduktan sonra da iç isyanlar ve saltanat
mücadeleleri şeklinde devam ettiği gibi Türkiye Selçukluları’nın ilk zamanlarına kadar
sürmüş ve Türkiye Selçuklu hükümdarlarından iki kişinin hayatına mal olmuştur.
Selçuklu Devleti’nin kurucusu olan Selçuk Sübaşı, Dokak adlı bir beyin oğlu
olup, Oğuz Yabgulu’nun ordu komutanı idi. Daha sonra Oğuz Yabgusu ile
bozuşarak 960 yılında Aral Gölü yakınlarındaki Cend şehrine geldi. Burada
kendisi ve bağlı Oğuzlar Müslümanlığı kabul ettiler. Selçuk Sübaşı, Cend
şehrinde 1009 yılında yüz yaşını aşkın iken öldü.
Beş oğlu vardı. Bunlar Mikail (oğulları Tuğrul ve Çağrı Beyler Büyük Selçuklu
Devleti’ni kuracaklardır), İsrail Arslan Yabgu (torunu Kutlamışoğlu Süleyman
Şâh Anadolu Selçuklu Devleti’ni kuracaktır), Musa İnanç Yabgu, Yusuf Yınal
Bey ve Yunus Bey’dir.
Selçuk Bey’den sonra Oğuzlar’ın başına geçen Arslan Yabgu, Karahanlılar’la
anlaşarak Oğuzlar’ı Horasan’a geçirmek istedi. Tuğrul ve Çağrı Beyler bu
anlaşmayı tanımadılar. Gazneli Sultan Mahmud ise Arslan Yabgu’dan çekindiği
için hile ile O’nu ve beraberindekileri yakalatıp 1025 yılında Kalincar Kalesi’ne
hapsettirdi. Oğlu Kutlamış buradan kaçıp kurtulduysa da Arslan Yabgu 7 yıl
sonra hapiste öldü. Kendisine bağlı Oğuzlar’ın bir kısmı dağılırken diğerleri
Tuğrul ve Çağrı Bey’in etrafında toplandılar.
Arslan Yabgu’nun bu şekilde ölümü iki önemli sonucu doğurdu. Bunlardan biri,
Arslan Yabgu’nun bu şekilde tutuklanıp ölümü üzerine bütün Selçuklu soyunda
Gazneliler’e karşı büyük bir kinin ortaya çıkması, bir diğeri ise Oğuzlar’daki
liderlik meselesinin Tuğrul ve Çağrı Beyler lehine sonuçlanmasıdır.
Tuğrul ve Çağrı Beyler, amcaları İnanç Musa Yabgu ile birlikte Horasan’a
geldiler. Burada 1035 yılında başlattıkları yurt tutma savaşını kazanarak
Selçuklu Devleti’nin temelini attılar. Gazneli Sultan Mesud, Oğuzlar’ı
Horasan’dan çıkarabilmek amacıyla 1039 yılında büyük bir ordu ile Oğuzlar’ın
üzerine yürüdü. Tamamen süvari olan Tuğrul ve Çağrı Beyler komutasındaki
Oğuz ordusu, Gazneliler’e karşı büyük bir yıpratma savaşına başladılar.
Nihayet son darbeyi vurmak üzere Dandanakan denilen yerde Gazne
ordusunun karşısına çıkan Selçuklular burada üç günlük bir savaştan 1040 yılın
Mayıs ayının sonlarında büyük bir zafer kazandılar Gazne ordusunun bütün
ağırlıkları, hazineleri Selçuklular’ın eline geçti. Dandanakan Savaşı’nın olduğu
alanda taht kuran Oğuz ileri gelenleri Sultan Tuğrul’u tahta çıkararak O’nu
Horasan hükümdarı olarak ilân ve biat ettiler.
Dandanakan Savaşı’yla devletini kuran Sultan Tuğrul devrinde doğuda Harezm
ülkesi içlerinden batıda Anadolu’da Muradiye, Erciş bölgelerine kadar olan
yöre Selçuklular’ın eline geçti. Başlangıçta başkent Nişabur iken daha sonra
Rey şehrine taşıyan Sultan Tuğrul devrinin en önemli olayı şüphesiz Abbasi
Halifesi ile olan ilişkileridir. Sultan Tuğrul, Doğu Anadolu’ya girdiği sırada,
Abbasi Halifesi Kaim Bi Emrillah’tan bir mektup aldı. Halife kendisinin
Şii Büveyhoğulları’nın ve Türk asıllı Arslan Besasiri’nin elinden kurtarılmasını
rica ediyordu. Bunun üzerine Bağdat’a yürüyen Tuğrul, Büveyhoğulları
Devleti’ni 1055 yılında ortadan kaldırdı. Arslan Besasiri ise Bağdat’tan kaçtı.
Sultan Tuğrul bu sırada isyan eden kardeşi İbrahim Yınal’ın isyanını bastırmak
üzere İran’a dönmek zorunda kaldı. Fatımiler’den yardım gören Arslan
Besasiri, tekrar Bağdat’ı ele geçirerek burada hutbeyi Fatımi Halifesi adına
1058 yılında okuttu. Bu sırada Sultan Tuğrul, İbrahim Yınal isyanını bastırmış
ve asi kardeşini yayının kirişi ile boğdurmuştu. Daha sonra tekrar batıya dönen
Sultan Tuğrul tekrar Bağdat’a girdi. Arslan Besasiri yakalanarak öldürüldü.
Halifeye büyük saygı gösteren Sultan Tuğrul, O’nu tekrar Bağdat’taki 1060
yılında sarayına yerleştirdi. Bundan çok memnun olan Halife Tuğrul’u kılıç
kuşatarak, ona “Rükn’üd dünya ve’ddin” (Dünya ve dinin temeli) ve “Kasım
emir ül-M’üminin” (Halife’nin ortağı) unvanlarını verdi. Ayrıca Selçuklu soyu ile
akrabalık kurdu. Çağrı Bey’in kızı ile evlenen Abbasi Halifesi kendi kızını da
Sultan Tuğrul’a verdi. Sultan Tuğrul Halife üzerinde yalnızca dini görevleri
bırakarak siyasi iktidarı kendi üzerinde topladı. Bu tarihten itibaren İslam’ın
liderliği tamamen Türkler’in eline geçmiş oldu. Sultan Tuğrul 1063 yılında 70
yaşında iken öldü. Evladı olmadığından yerine kardeşi Çağrı Bey’in büyük
oğlu Süleyman, Vezir Amid’ül Mülk Kunduri’nin oldu bittisi ile tahta çıkarıldı.
Horasan Valisi Alparslan başkent Rey üzerine yürüyerek ağabeyini tahttan
indirip kendini Selçuklu Sultanı ilân etti. Vezir Kunduri’yi de azlederek
yerine Nizam’ül-Mülk’ü bu makama getirdi.
Sultan Alparslan Horasan Meliki Çağrı Bey’in oğludur. Selçuklu-Karahanlı
savaşı başlamadan önce Çağrı Bey’e bir oğlu olduğu müjdesinin gelmiştir. Tarih
20 Ocak 1029’dur.
Henüz küçük yaşta iken, babası Çağrı Bey’in hastalanması üzerine idareyi ele
alarak Gazneli saldırılarını durdurması, yine babasının sağlığında Karahanlılar’a
ve Gazneliler’e karşı zaferler kazanması, zaten Çağrı Bey’in son yıllarında
veliaht sıfatıyla fiilen yönettiği Horasan Selçuklu Devleti’nde ve hatta bütün
Selçuklu topraklarında büyük bir itibar kazanmasına yol açmıştı. Bu sebeple
Çağrı Bey’in ölümü üzerine Horasan meliki olduğu zaman hanedanın diğer
mensupları arasından itiraz eden çıkmamış, ayrıca onun tutum ve
davranışlarından ileride Selçuklu sultanlığı için de kuvvetli bir aday olacağı
anlaşılmıştı. Nitekim Alparslan, amcası Sultan Tuğrul Bey 1063 yılının Eylül
ayında arkasında evlat bırakmadan ölünce, kendi vasiyeti üzerine tahta
çıkarılan Süleyman’ın sultanlığını kabul etmemiş ve derhal mücadeleye
girişmiştir. Çağrı Bey’in son eşinden doğan, dolayısıyla Alparslan’ın kardeşi
olan en küçük şehzade Süleyman, annesinin Çağrı Bey’in ölümü üzerine
amcasıyla evlenmiş olmasından ötürü Tuğrul Bey’in üvey oğlu durumuna
gelmiş ve annesi ile Vezir Amidülmülk el-Kündüri’nin gayretleri sonucunda da
veliaht tayin edilmişti. Alparslan, Tuğrul Bey’in ölümünden hemen sonra Vezir
Amidülmülk tarafından tahta çıkarılan Süleyman’a karşı harekete geçmeye
hazırlandığında, ağabeyi Kirman Meliki Kavurd, amcası Musa İnanç Yabgu,
Çağrı ve Tuğrul beylerin amcazadeleri olan Selçuk’un torunu Kutalmış da taht
üzerinde hak talep ediyorlardı; bunlardan Kutalmış üç yıl önce Tuğrul Bey’e de
karşı isyan etmişti. Alparslan, önce kendisini emniyete almak için, Tuğrul
Bey’in ölümü üzerine isyan eden Huttalan ve Saganiyan emirleri ile Herat’ta
bulunan ihtiyar amcası İnanç Yabgu üzerine yürümek zorunda kaldı.
Asi emirleri itaat altına aldıktan sonra İnanç Yabgu’yu da mağlup ederek taht
üzerindeki hak talebinden vazgeçiren ve onu tekrar eski yerinde bırakan
Alparslan, büyük bir ordu ile imparatorluk başkenti Rey’e doğru hareket etti.
Ancak onun bu meşguliyetinden dolayı gecikmesi sırasında kendi adına hutbe
okutarak sultanlığını ilân eden Kutalmış 50.000 kişilik ordusuyla Rey üzerine
yürümüş ve karşısına çıkarılan kuvvetleri bozguna uğratarak Vezir
Amidülmülk’ü kuşatmıştı. Tahta çıkarılan Süleyman ise sultanlığını kabul
etmeyen rakiplerine göre kendi zayıflığını farkederek daha önce Rey’i terkedip
Şiraz’a çekilmişti. Kutalmış’ın karşısında uzun süre dayanamayacağını anlayan
Amidülmülk, Alparslan’dan yardıma gelmesini isteyerek onun adına hutbe
okuttu. Böylece olayların başından beri Alparslan’ı sultan olarak görmek
isteyen ordu içindeki pek çok kumandan ve askeri de memnun etmiş oluyordu.
Alparslan’ın yaklaşmakta olduğunu haber alan Kutalmış kuşatmayı kaldırıp
savaşı kabul edebileceği uygun bir yer olan Damgan civarında Milh vadisine
geldi ve akarsuların yönünü değiştirerek çevreyi bataklık haline getirdi. Fakat
savaş alanında önceden önlem almasına ve ordusunun da daha güçlü olmasına
rağmen, 1063 yılının son günlerinde cereyan ettiği sanılan savaşta mağlup oldu
ve dağılan ordusunu kendi kalesi Girdkuh’a doğru çekmeye çalışırken kayalık
bir bölgede atından düşerek öldü. Alparslan’ın hükümet merkezine girmesi
üzerine de İsfahan’a kadar ilerlemiş olan Kirman Meliki Kavurd kendi
topraklarına geri döndü ve Alparslan adına hutbe okuttu. Alparslan’ın Rey’de
tahta çıkmasından ve adına hutbe okutup sikke kestirmesinden sonra
saltanatı, Abbasi Halifesi Kaim-Biemrillah tarafından da alışıldık törenlerle
onandı. 27 Nisan 1064 yılında ilan edildi.
Alparslan, Rey’e girmesini takip eden iki ay içinde idari işlerle ve ordunun
hazırlıklarıyla meşgul olarak Şubat 1064’te “Rum Gazası” adı verilen batı
seferine çıktı. Alparslan hükümdarlığı süresince devletin batı yönüne daha çok
önem vermiş, batıda fetih, doğuda ise genellikle asayişi temin amacıyla
harekatta bulunmuştur. Bunun başlıca sebebi, babası Çağrı Bey’in kırk beş yıl
önce Bizans topraklarına yaptığı akınlar sırasında keşfedilen Doğu Anadolu
yaylalarının Türkmenler için en uygun yerleşme alanı olarak görülmesidir.
Selçuklu Devleti, düzenli örgütlenmesi, kuvvetli ordusu ve mükemmel
idaresiyle Orta Asya bozkırlarında kendilerini pek emniyette görmeyen ve
ayrıca ekonomik sıkıntı içinde bocalayan çeşitli Türk toplulukları için sığınılacak
ideal bir siyasi kuruluş durumundaydı. Bu sebeple, bir daha dönmemek üzere
Selçuklu topraklarına akan ve Türkmen adıyla anılan bu kalabalık kitleler,
kısmen Selçuklu şehzadelerinin hizmetine girerek fetihlere katılırlarken kısmen
de kendi reislerinin emrinde, hayat tarzlarına uygun iklimlerde yeni yurtlar
edinmek için savaşıyorlardı. Binli yılların başlarından beri aralıksız süregelen
göçler dolayısıyla Selçuklu ülkesinin hemen her tarafına dağılan ve yer yer
sosyal rahatsızlıklara da sebebiyet veren bu Türkmenler’in alışkın oldukları
şartlara uygun bir memlekete yerleştirilmeleri gerekiyordu. Bu memleket ise,
bozkırları hatırlatan ve hayvan yetiştirmeye elverişli olan bölgeleriyle Anadolu
idi. Hristiyanların elinde bulunan Anadolu’nun fethedilmesi gerektiği
hususunda kararlı oldukları anlaşılan Selçuklu devlet adamları, Türkmenler’i
Bizans sınırlarına doğru sevketmeyi devletin resmi yerleşim siyaseti olarak
kabul etmişlerdi. Fakat Urmiye gölü yöresinden Tiflis’in kuzeyine kadar uzanan
yerlerde Bizans politikasına hizmet eden birer ileri karakol durumunda bazı
küçük prenslikler bulunuyor, Anadolu’ya ulaşmak için önce buralardaki
savunmanın kırılması icap ediyordu.
Alparslan, çocukları arasında en fazla sevdiği Melikşah ile Horasan’dan
getirdiği eski veziri Nizamülmülk de beraberinde olarak Rey’den Azerbaycan’a
hareket etti ve ordusu yolda, sefer halinde bulunan Türkmen reisi Tuğtegin
tarafından da takviye edildi. Melikşah ile Nizamülmülk’ün emrine verilen
kuvvetler Aras’ın kuzeyindeki sağlamlaştırılmış yerleri alırken Gürcistan’a giren
Alparslan’ın kumandasındaki ordu da Kür ırmağının çevirdiği Trialet’e, oradan
Kvelis-Kür’e, sonra Şavşat yolundan Taik yöresine ve Gürcü kralının kaçması
üzerine de Çıldır gölünün kuzeyindeki Ahılkelek’e kadar ulaşarak pek çok şehir
ve kaleyi fethetti. Ahılkelek önlerinde Melikşah-Nizamülmülk kuvvetleri ile
birleşen Alparslan, bu şehri 1064 yılı Haziranında ele geçirdi. Bu arada,
Ahılkelek’in de düştüğünü gören Lori prensi Kuirike Selçuklular’a tabi olmayı
ve cizye ödemeyi kabul etti. Bundan sonra Alparslan Doğu Anadolu’ya geçerek
Bizanslılar’ın elinde bulunan, bölgenin en önemli şehri Ani’yi kuşattı. Bir aydan
fazla devam eden kuşatma ve çok şiddetli çarpışmalar sonunda şehir
Selçuklular’ın 16 Ağustos’ta eline geçti. Alınması imkansız sanılan Ani’nin
Müslümanlar tarafından fethedilmesi Doğu’da ve Batı’da büyük yankılar
uyandırmış, Halife Kaim-Biemrillah özel elçisiyle gönderdiği mektubunda
takdir ve tebriklerini bildirerek Alparslan’a “Ebü’l-feth” lakabını vermiştir.
Ani’nin düşmesi üzerine Kars prensi Gagik Alparslan’ı Kars’a davet ederek
büyük törenlerle karşıladı ve bağlılığını sundu.
Alparslan, Kirman Meliki Kavurd’un isyankar tutum takındığı haberinin gelmesi
üzerine Doğu Anadolu’daki harekatını yarım bırakarak Rey’e döndü ve oradan
Hemedan’a Aralık ayında geçti. Kavurd’un af dilemesiyle sonuçlanan bu
olaydan sonra, Horasan melikliği sırasında oturduğu Merv’e giden Alparslan
kışı orada geçirerek idari düzenlemelerle ve hanedan mensuplarının çeşitli
bölgelere melik ve emir tayin edilmeleriyle meşgul oldu.
1065 sonbaharında büyük bir ordu ile Harizm’e hareket eden Alparslan,
Mangışlak taraflarında, İslam’ı kabul etmemiş Türk ve Moğollar ile iş birliği
yaparak kervanlara saldıran ve kargaşalık çıkaran Türkmen kabilelerini
bozkırlara doğru uzaklaştırdı. Daha sonra Kıpçaklar’ı itaat altına alıp doğuya
yöneldi ve Maveraünnehir’de fetihlerde bulundu.
Siriderya kenarındaki Cend şehrinde bulunan atası Selçuk’un mezarını ziyaret
etti ve kendisini uzak mesafeden hediyelerle karşılayan Cend hanının
topraklarını Melikşah’ın hükmü altında Selçuklular’a bağlayarak seferini
tamamladı. Alparslan’ın güvenliği temin amacıyla başlattığı doğu seferi, Hazar
denizinden Taşkent’e kadar bütün toprakların büyük bir kısmı savaşmaya dahi
gerek kalmaksızın Selçuklu egemenliğine girmesiyle sonuçlanmıştır.
1066 yılının Temmuz’unda Alparslan’ın Horasan’a döndükten sonra muhteşem
bir törenle oğlu Melikşah’ı veliaht tayin etmesi ve Selçuklu topraklarının
tamamında onun adının da hutbelerde okunmasını emretmesi üzerine Kirman
Meliki Kavurd 1067 yılı başlarında isyan etti. Kavurd, Kirman’a yürüyen
Alparslan’ın öncü kuvvetleri karşısında gönderdiği ordunun dağılması üzerine
yine af dilemek zorunda kaldı. Alparslan’ın, ağabeyi Kavurd’u affetmesi, ayrıca
kızlarına büyük miktarda çeyizlik vermesi onu iyilikle kendine bağlamaya
çalıştığını göstermektedir.
1067 yılını Kavurd ve onun arkasından isyan eden Şîraz Meliki Fazluye ile
uğraşarak geçiren Alparslan, 1068 yılı başlarında ikinci defa Kafkasya üzerine
yürüdü. Amacı bu defa bütün Azerbaycan’ı bir daha huzursuzluk kaynağı
olmayacak şekilde Selçuklular’a bağlamaktı. Çünkü Kavurd’un daha önceki
isyanı ile yarım kalan birinci Kafkas seferinden sonra hemen bütün prensler
baş kaldırmış durumda idiler. Beraberinde Nizamülmülk ve ünlü
kumandanlarından Savtegin de bulunan Alparslan, Tiflis dahil Kartli, Şirak,
Vanand, Nig, Gugark, Arran ve Gence gibi Azerbaycan’ın çeşitli bölgelerinde
hüküm süren küçük prenslikler ile Şeddadi emirlerini egemenliği altına aldı.
Ancak, Alparslan’a bağlılıklarını arzeden ve hatta birkaçı kendi istekleriyle
İslam’ı kabul eden bu prenslerin kesin şekilde Selçuklu egemenliğine girmeleri,
ertesi yıl tekrar bölgeye gönderilen Savtegin’in harekatı ile gerçekleşebilmiştir.
Kafkasya seferi devam ederken Karahanlı Hükümdarı İbrahim Han’ın ölmesi ve
oğulları arasında başlayan taht kavgalarının Selçuklu çıkarlarına zarar verecek
duruma gelmesi üzerine Alparslan ülkesine dönmek zorunda kaldı. Ancak,
İbrahim Han’ın ölmeden önce kendi eliyle tahta çıkardığı Şemsülmülk Nasr’ın
duruma hakim olması üzerine müdahale etmekten vazgeçti. Doğuda tehlikeli
bir durum kalmaması üzerine dikkatini tekrar batıya çeviren Alparslan
Anadolu, Mısır ve Suriye’de cereyan eden olaylarla ilgilenmeye başladı.
Alparslan’ın her iki Kafkasya Doğu Anadolu seferini de yarım bırakmış
olmasına rağmen Türkler’in Anadolu’daki ilerlemeleri devam ediyordu.
Anadolu’da ilerleyen bu Türkler, Tuğrul Bey zamanından beri Anadolu’ya
yöneltilen Türkmen aşiretleri ile Tuğrul Bey’in ölümü üzerine meydana gelen
taht kavgaları ve isyanlar sırasında taraftarlarıyla birlikte Alparslan’dan kaçan
bazı kumandan ve şehzadelerdi. Birbirinden bağımsız hareket eden bu
kuvvetler pek çok önemli şehri ele geçirmişler ve Bizans İmparatorluğu için
açık bir tehlike oluşturmaya başlamışlardı.
Anadolu’nun hızlıca ellerinden gitmekte olduğunu gören Bizanslılar, 1068
yılında dul imparatoriçe ile evlenerek tahta geçen Romanos Diogenes’e
kurtarıcı gözüyle bakıyorlardı. Daha önce Balkanlar’da Peçenekler’e karşı
kazandığı başarılarla iyi bir kumandan olduğunu ispat eden Romanos
Diogenes, 1068 baharında çoğunluğu ücretli askerlerden oluşan bir ordu ile
Anadolu seferine çıktı. Ordu iyi donatılmamış olmakla birlikte bizzat
imparatorun kumandasında bulunduğu için yüksek morale sahipti. Romanos
Diogenes, Kayseri-Sivas-Divriği-Malatya-Toroslar üzerinden güneye inip Suriye
yolunda stratejik değeri olan Menbic Kalesi’ni zaptederek kış ortalarında
Bizans’a döndü. İmparator muhteşem törenlerle karşılanmış olmasına rağmen
aslında büyük bir başarı elde edememişti. Çünkü Bizans ordusunun önünden
çekilen Selçuklu ve Türkmen süvarileri başka yönlerden akınlarına devam
etmişlerdi. Bu esnada Niksar ve Ammuriye gibi önemli kaleleri de
fethetmişlerdi. Ertesi yıl ikinci Anadolu seferine çıkan Romanos Diogenes
Kayseri, Palu, Sivas bölgelerinde harekatta bulundu. Türkmen akıncıları da
buna karşı Konya’ya kadar ilerleyip şehri yağmaladılar. 1070 yılında, saraydaki
muhalefet sebebiyle üçüncü Anadolu seferine bizzat çıkamayan Romanos
Diogenes’in iki ayrı koldan gönderdiği ordu yine önemli bir başarı elde
edemeden geri döndüğü gibi arkasından gelen Afşin Bey kumandasındaki
akıncılar da Marmara sahillerine kadar ilerlediler. Bu durum karşısında
Diogenes, Türk meselesini kökünden halletmek üzere kalabalık ve çok
mükemmel donatılmış bir ordunun başında, yalnız Anadolu’yu akıncılardan
temizlemek değil, İran içlerine yürüyerek Selçuklu başkentini de işgal etmek
kararı ile 13 Mart 1071 günü dördüncü seferine çıktı.
Anadolu’da olaylar, kaçınılmaz bir Romanos Diogenes-Alparslan
karşılaşmasına doğru tırmanırken Alparslan Suriye ile meşguldü. Ayrıca
Mısır’daki Şii Fatımi iktidarını yıkmayı hedef edinmişti. Çünkü Tuğrul Bey
zamanından beri Selçuklular’ın kurmaya çalıştığı İslam dünyasındaki dini-siyasî
birlik, Fatımiler’in aksi yöndeki çabaları sebebiyle istenen düzeyde
gerçekleşemiyordu. İslam dünyası iki başlı bir görünüm arzediyor, hutbeler
bölgelere göre Sünni Abbasi halifesi veya Şii Fatımi halifesi adına okunuyordu.
Selçuklular, yıllarca Abbasi halifelerini baskı altında tutan Şii Büveyhiler’in
baskısına son vermişler ve esir alınarak zindana atılan Halife Kaim-Biemrillah’ı
kurtarıp tekrar makamına oturtmuşlardı. 1070 yılında Alparslan, Mekke ve
Medine’de yani Harem-i Şerif’te tekrar Halife Kaim-Biemrillah adına hutbe
okunmasını sağlamıştı. Bu nedenle de “Burhanü Emiri’l-mü’minin” (halifenin
delili, halifenin halife olduğunu ispat eden) unvanını almıştı.
Bu olaydan sonra, Suriye’nin Selçuklu Devleti’ne geçmesini arzu eden Hamdani
Hükümdarı Nasırüddevle, Alparslan’dan Fatımiler’e karşı yardım istedi.
Temmuz ayında, bunu fırsat bilen Alparslan büyük bir ordu ile hareket ederek
Azerbaycan’dan güneybatıya doğru uzanan stratejik yolun başındaki Malazgirt
ve Erciş kalelerini fethedip Silvan ve Diyarbakır yöresine indi. Silvan’da iken
imparatorun Malazgirt Kalesi’ni işgal edip halkını kılıçtan geçirdiğini öğrenindi.
Ekim ayında da kendisine bağlılıklarını bildiren bölge emirlerini huzuruna kabul
ettikten sonra Urfa önlerine geldi. Kuşatmasına karşı iki ay direnen Urfa’dan
50.000 dinar haraç alıp bazı Bizans kalelerini de fethettikten sonra
Mirdasiler’in elinde bulunan Halep’e yöneldi. Halep emirinin huzura çıkmayı
reddederek kaleye kapanması üzerine şehir kuşatma altına alındı. Ancak bir
süre sonra emirin Oğuz elbiseleri giyerek annesiyle birlikte Alparslan’ın önüne
gelmesi, affedilmesine ve yerinde bırakılmasına sebep oldu.
Bu sırada Alparslan Şam üzerine yürümeyi planlarken bir Bizans elçisi gelerek
imparatorun Malazgirt ve Ahlat’a karşılık, iki yıl önce fethettiği Menbiç’i
Selçuklular’a bırakmak istediğini bildirdi. Elçiye olumsuz cevap veren
Alparslan, Batı Anadolu’dan Ahlat’a dönen Emir Afşin’den aldığı ve Anadolu’da
ciddi bir Bizans tehlikesi bulunmadığını bildiren rapora güvenerek planında
değişiklik yapmadı. Ancak aynı günlerde, bu kez Diogenes’in büyük bir ordu ile
Anadolu’ya hareket ettiği haberinin gelmesi üzerine, Bizans elçisinin
imparatorun savaş istemediği hissini uyandırmak için oyalama taktiği ile
gönderildiği anlaşıldı. Yine de Fatımiler hakkındaki tasavvurlarından
vazgeçmeyen Alparslan ordusunun bir bölümünü Şam’ı fethetmek üzere
Suriye’de bırakarak hızlıca Musul’a doğru hareket etti. Alparslan’ın önce
doğuya, dost topraklara yönelerek ordusundaki yaşlı ve yorgun savaşçıları
terhis edip yerlerine zinde kuvvetler alması ve çeşitli savaş hazırlıkları görmesi,
Anadolu üzerinde Bizanslılar’la koz paylaşma vaktinin geldiğine inanmış
olduğunu göstermektedir. Çünkü Romanos Diogenes’in Anadolu’da ilerlerken
topladığı takviye güçlerle 200.000 kişiye varan ordusunun o güne kadar
görülmemiş donanımı, özellikle kuşatma aletlerini de birlikte getirmiş olması,
Bizanslılar’ın bütün güçleriyle ve son sözlerini söylemek amacıyla geldiklerini
ortaya koyuyordu.
26 Ağustos 1071 Cuma günü Malazgirt ovasında cereyan eden meydan savaşı
gerçekten son sözün söylendiği bir savaş olmuş, Selçuklular’ın elde ettiği
büyük zafer Türkler’e ilelebet Anadolu kapılarını açarak dünya tarihinin
geleceğine etki etmiştir.
Savaşa girmezden önce yaptığı konuşma savaş meydanlarının kıyamete kadar
unutulmayacak konuşmalardandır. “Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım; ya da
şehid olarak cennete giderim. Sizlerden beni takip etmeyi tercih edenler, takip
etsin. Ayrılmayı tercih edenler, gitsinler! Burada emreden sultan ve emredilen
asker yoktur. Zira bugün ben de sizlerden biriyim. Sizlerle birlikte savaşan bir
gaziyim. Beni takip edenler ve nefislerini yüce Allah’a adayarak şehid olanlar,
cennete; sağ kalanlar gaziliğe kavuşacaktır. Ayrılanları ise, ahirette ateş,
dünyada da rezillik beklemektedir.”
Artuk, Mengücük, Saltuk, Danişmend ve diğer Türkmen beylerinin güçleriyle
birlikte Bizans kuvvetlerinin ancak dörtte birine ulaştığı tahmin edilen Selçuklu
ordusunun bu savaşta büyük başarı elde etmesini, moral gücünün yüksekliğine
ve taktik üstünlüğüne bağlamak yerinde olacaktır. Bizans kuvvetleri,
aralarında dil, din, ortak gaye gibi birleştirici unsurlar bulunmayan ve daha
önce birbirleriyle devamlı surette savaşmakta olan Frank-Norman, Bulgar,
İslav, Peçenek, Uz, Gürcü ve Ermeni topluluklarından derlenmişti. Bizans
ordusunun pek çoğu ücretli olan bu karışık askerlerden oluşmasına karşılık
Selçuklu ordusu yalnız Müslüman Türkler’den ibaretti ve bu askerler
ücretlerini Allah’tan bekliyorlardı. Aynı şekilde, Bizans kumandanları arasında
da çeşitli fikir ayrılıkları, şahsi kin ve kıskançlık duyguları bulunuyordu. Oysa
Selçuklu kumandanları, Alparslan’ın tahta çıktığı günden beri çevresinde
kenetlenmiş olan Savtegin, Ay Tegin, Porsuk ve Gevherayin gibi kişilerdi.
Bizans ordusunun kütle savaşı yapan, manevra kabiliyeti zayıf ağır donanımlı
birliklerine karşı Türk kuvvetlerinin hemen bütünüyle hafif donanımlı,
manevra kabiliyeti yüksek süvari kıtalarından meydana gelmiş olması, savaşın
seyri ve sonucu üzerinde etki yapmıştır. Üstün güçlerine rağmen Bizanslılar’ın
mağlup olmalarında rol oynayan en önemli sebep ise Alparslan’ın uyguladığı
savaş planıdır. Alparslan, Türkler’in tarih boyunca kara ve deniz savaşlarında
daima kullandıkları, merkeze yerleştirilen zayıf fakat süratli birliklerin sahte
ricatla düşmanın merkez kuvvetlerini peşlerine takıp yan cenahların arasına
sokmaları ve aniden geri dönerek çembere almaları taktiğini uygulamış, Bizans
kıtalarının kolay manevra yapamamaları da başarıya ulaşmasını
çabuklaştırmıştır.
Savaşın ayrıntılarını irdeleyecek olursak… İmparator Gürcistan’ı yeniden ele
geçirmek ve özellikle ordusuna yiyecek sağlamak için 20.000 kişilik bir kuvveti
kuzeydoğuya gönderirken arkasını güven altına almak amacıyla 30.000 kişilik
bir kuvveti de Ahlat üzerine sevketmişti. Alparslan Ahlat’a yaklaşırken bu ikinci
kuvvet Selçuklu atlıları tarafından durduruldu ve geri çekilmek zorunda
bırakıldı. Sultanın Ahlat’a geldiği haberi duyulunca imparator bunun
doğruluğunu tesbit için Nikephoros Bryennios kumandasında yeni bir birlik
gönderdi. Bu birlik de Ahlat Selçuklu Garnizonu kumandanı Emir Sunduk
tarafından bozguna uğratıldı. Sunduk, imparatorun Basilakes Magistros
kumandasında gönderdiği kuvveti de yenilgiye uğrattı. Basilakes esir alındığı
gibi beraberinde taşımakta olduğu büyük haç da Selçuklu kuvvetlerinin eline
geçti. Sultan bu haçın zafer alameti sayılarak Bağdat’taki halifeye gönderilmesi
için o sırada Hemedan’da bulunan Vezir Nizamülmülk’e ulaştırılmasını emretti.
Böylece büyük karşılaşmadan önce yapılan öncü savaşlarının tamamı
Selçuklular tarafından kazanılmış oldu.
Çeşitli milletlerden oluşması sebebiyle birlikten ve gayeden mahrum 200.000
kişilik Bizans ordusuna karşılık Selçuklu ordusu hepsi aynı ideale hizmet eden
yaklaşık 50.000 kişiden ibaretti. Alparslan’ın beraberinde Gevherayin, Afşin,
Savtegin, Sunduk ve Ay Tegin gibi Anadolu’yu ve Bizanslılar’ı iyi tanıyan
tecrübeli akıncı beyleriyle Artuk, Tutak, Danişmend, Saltuk, Mengücük, Çavlı,
Çavuldur ve Porsuk gibi Selçuklu devletinin en değerli emirleri bulunuyordu.
Alparslan, öncü savaşlarından bir süre sonra Ahlat’tan ayrılarak Ahlat-
Malazgirt arasındaki Rahve ovasında karargâhını kurdu ve bir kısım askerini
tepelere yerleştirip ovayı 24 Ağustos’ta kontrolü altına aldı.
Arkasından, Bizans ordusuna oranla kendi ordusunun küçüklüğü sebebiyle bir
meydan savaşına girişmeye henüz karar vermediğinden görünüşte barış
teklifinde bulunmak, gerçekte ise düşmanın durumunu tesbit etmek amacıyla
imparatora bir elçilik heyeti gönderdi. Öncü savaşlarını kaybetmesine rağmen
askerlerinin çokluğuna ve iyi donatılmış olmasına güvenen imparator
Alparslan’ın bu elçilik heyetini köşeye sıkıştığı için gönderdiğini zannederek
teklifini sert bir şekilde reddetti. Bunun üzerine savaşın kaçınılmaz olduğunu
gören sultan ordusunu savaş düzenine soktu ve bir kısım atlı kuvvetlerini
küçük bir yarma vadi boyunca pusuya yatırırken bizzat kumanda edeceği 4000
kişilik hassa askerini merkez hattına yerleştirdi. Bir süre sonra, merkez
hattında Romanos Diogenes olmak üzere Nikephoros Bryennios, Aliattes ve
Andronikos Dukas gibi kumandanların yer aldığı Bizans ordusunun da savaş
düzenine girmesiyle iki ordu karşı karşıya geldi. 25 Ağustos günü son
hazırlıklarla geçirildi.
Abbasi Halifesi Kaim-Biemrillah da o sıralarda bütün İslâm dünyasının
yakından ilgilendiği Malazgirt Savaşı’nın Alparslan tarafından kazanılması
konusunda bir dua metni hazırlatarak cuma namazında bütün İslâm
ülkelerindeki minberlerden okutulmasını emretti.
26 Ağustos 1071 Cuma günü’ydü.
Öğleye kadar orduyu denetleyen ve kumandanlarına son direktiflerini veren
Alparslan, imamı ve fakihi Buharalı Ebu Nasr Muhammed’in bütün
müslümanların İslam’ın zaferi için dua ettikleri cuma günü öğle vaktinde
düşmana saldırması tavsiyesine uyarak ordusuyla birlikte cuma namazını
kıldıktan sonra “Ölürsem kefenim olsun” dediği beyaz bir elbiseyle askerin
karşısına çıktı. “Ben, müslümanların camilerde bizim için dua etmekte
oldukları bu saatlerde düşmanın üzerine atılmak istiyorum.” Diyerek meşhur
konuşmasını yaptı.
Şiddetle saldırıya geçen hassa askerleri birkaç saat içerisinde, Alparslan’ın
bizzat yönettiği sahte ricat (geri çekilme) harekatı ile başlarında Romanos
Diogenes’in bulunduğu Bizans merkez kuvvetlerini peşlerine düşürerek
pusudaki birliklerin önüne çekmeyi başardılar. Pusudaki Selçuklu atlıları
saldırıya geçtikleri sırada Alparslan da çekilmekte olan kendi kuvvetlerini geri
çevirerek hücuma kaldırdı. İmparator hatasını anladığında artık çok geç
kalmıştı. Romanos Diogenes sol kanattan yardım istediyse de pusudan çıkmış
bulunan Selçuklu atlıları buna engel oldular. Öte yandan sağ kanat
kuvvetlerinin çoğunluğunu oluşturan Türk kökenli askerler başlarında Tamış
adlı beyleri olduğu halde Selçuklu tarafına geçtiler ve bu olay ordunun
dağılmasına sebep oldu. Bu durum karşısında imparator askerlerini geriye
çekip karargahın arkasında toparlanmak istediyse de geri çekilişi kaçış şeklinde
değerlendirildi. Önce ihtiyat kuvvetleri, arkasından Ermeni kıtaları savaş
alanını terketti. Sonuçta öğle vaktinden geceye kadar devam eden bu meydan
savaşında Bizanslılar ağır bir yenilgiye uğradı. Ordunun büyük bir kısmı kılıçtan
geçirilmiş, imparator ve çok sayıda general esir alınmış, askerlerin ancak bir
bölümü kaçarak canlarını kurtarabilmişti.
Alparslan imparatora bir savaş esiri değil bir konuk hükümdar muamelesi
yapmış, hatta onu yanına oturtmuştur. İki hükümdar arasında geçen
müzakereler sonunda aşağıdaki maddeleri içeren bir barış antlaşması
imzalandı:
1.İmparator kurtuluş akçesi olarak 1,5 milyon altın verecek.
2. Bizans Devleti her yıl Selçuklular’a 360.000 altın vergi ödeyecek.
3. Bizans’ın elinde bulunan bütün İslâm esirleri serbest bırakılacak.
4. Bizanslılar gerektiğinde Selçuklular’a askerî yardımda bulunacak.
5. İmparator kızlarından birini sultanın oğluna nikâhlayacak.
6. Antakya, Urfa, Menbic ve Malazgirt Selçuklular’a bırakılacak.
Barış antlaşmasının imzalanmasından bir gün sonra Alparslan, maiyetine iki
özel görevli ve 100 hassa askeri verdiği Romanos Diogenes’i İstanbul’a doğru
uğurladı. Ancak Bizans Senatosu, mağlûbiyet haberini alınca Romanos
Diogenes’i tahttan indirip yerine VII. Mikhail Dukas’ı imparator ilân etmişti.
Bizans kuvvetleri tarafından teslim alınan Romanos Diogenes getirildiği
Kütahya’da gözlerine mil çekilerek hapse atıldı; ertesi yıl da Kınalıada
zindanında öldü.
Savaştan sonra İsfahan’a giden Alparslan, başta Abbasi halifesi olmak üzere
bütün İslam hükümdarlarına fetihnameler göndererek kazandığı zaferi
müjdeledi. Bu haber ulaştığı her yerde büyük coşkuyla karşılandı ve bütün
Müslümanlar üzerinde derin bir etki meydana getirdi. Halife, Alparslan’a
değerli armağanlarla birlikte özel bir mektup göndererek kazandığı zaferden
dolayı onu kutladı ve ona çeşitli unvanlar verdi. Diğer İslâm memleketleri
hükümdarları da Alparslan’ı özel heyetlerle değerli armağanlar ve
tebriknameler gönderip kutladılar. Ayrıca devrin şair ve edipleri sultan
hakkında kasideler, çeşitli övgü yazıları kaleme aldılar. Birçok tarihçi bu büyük
zaferi, Hz. Ömer devrinde Bizans’a karşı kazanılan Yermük ve Sasaniler’e karşı
kazanılan Kadisiye zaferlerine benzetmiştir. Yalnız İslâm dünyasında değil Batı
dünyasında da dikkat ve ilgiyle izlenen bu zaferden birkaç yıl sonra Anadolu ve
Suriye’de hakimiyetin Müslüman Türkler’in eline geçmesi üzerine bütün
Avrupa bir araya gelmiş ve Haçlı seferlerinin hazırlıklarına başlamıştır.
Malazgirt Savaşı Türk ve dünya tarihinin dönüm noktalarından birini oluşturur.
Bu zafer sonunda, Bizanslılar’ın bütün maddi imkanlarını kullanarak
hazırladıkları büyük ordu dağıldığından daha sonraki yıllarda Türkler önemli bir
direnişle karşılaşmadan Anadolu içlerine akarak kısa zamanda Ege ve Marmara
kıyılarına kadar ilerlemişlerdir. Fethettikleri toprakları vatan edinip Saltuklu,
Mengücüklü, Danişmendli, Dilmaçoğulları, Ahlatşahlar, Yinaloğulları,
Çubukoğulları ve Artuklu devletlerini kurmuşlardır.
Bütün haşmetine rağmen son derece duygulu bir insan olan Alparslan, 1072
Eylül’ü sonunda Türkistan seferine çıkmak üzere iken Romanos Diogenes’in
acıklı sonunu öğrenince çok üzülmüş ve barış antlaşmasının artık geçersiz
olduğunu ilan ederek Bizans üzerine ordu gönderilmesi emrini verir. Artuk Bey
kumandasındaki kuvvetler Anadolu’ya girmeye hazırlanırken kendisi de
200.000 kişilik ordusuyla Maveraünnehir’e hareket etmiştir. Alparslan’ın
doğuya yönelmesinin sebebi, Karahanlı Hükümdarı Şemsülmülk Nasr Han’ın
Harizm ve Toharistan melikleri olan oğulları ile devamlı savaş halinde olması
ve Selçuklular’dan toprak almaya çalışmasıdır. Alparslan’ın ilk defa bu kadar
büyük bir orduyla sefere çıkması, belki bu seferinde Karahanlılar’ı tamamen
ortadan kaldırmayı hedef edinmesiyle açıklanabilir. Ancak Alparslan’a yapılan
suikastın seferi sonuçsuz bırakması, durumu tersine çevirmiş ve saldırıya
kalkan Karahanlılar Tirmiz’i fethedip Amuderya’yı geçerek Belh’e kadar
gelmişlerdir. Alparslan, önemli bir direnişle karşılaşmadan Karahanlı
topraklarında ilerlerken bir süre kuşatmaya direndikten sonra teslim olarak
huzura kabulünü dileyen Barzem Kalesi kumandanı sapık bir fırka olan
Batıniliğe mensup Yusuf Harizmi tarafından, çizmesine sakladığı küçük bir
hançerle vurulmak suretiyle ağır şekilde yaralandı, dört gün sonra da 24 Kasım
1072’ de şehid oldu. Ölümünden önce çevresindekilerden derhal Melikşah’a
biat etmeleri hususunda tekrar söz aldığı, devletin geleceğiyle ilgili çeşitli
tavsiyelerde bulunduğu, Kirman ve Fars bölgelerinin Kavurd’a bırakılmasını,
ancak onun merkeze daha yakın olan Şiraz’da oturtularak sıkı kontrol altında
tutulmasını tavsiye ettiği bilinmektedir. Alparslan’ın ileri görüşlülüğünün bir
örneğini teşkil eden bu vasiyet, Kavurd’un derhal isyan etmesi üzerine
uygulanamamıştır.
Batı Türkleri’nin atası kabul edilen Alparslan, Arap ve Bizans tarihçilerinin
ittifakla belirttikleri ve kendisine verilen unvan, künye ve sıfatların da açıkça
gösterdiği üzere çok cesur, yiğit ve kudret, azamet sahibi bir kişiliğe sahipti.
Heybetinin yanında adaleti ile de ün yapmış, ağabeyi Kavurd’a ve Romanos
Diogenes’e yaptığı muamelelerden de anlaşıldığı gibi affedici ve hoşgörü sahibi
olduğunu defalarca ispatlamıştı. Çok dindardı ve dini hükümlerin tam
sadakatle uygulayıcısı olarak tanınıyordu. Onun bu yönü, halk arasında evliya
derecesine yükseltilmesine ve şahsına pek çok kerametler isnat edilmesine
sebep olmuştur. Sarayında, günde elli koyun kesilen bir imaret bulunduğu ve
ayrıca adları listeler halinde tanzim edilen fakirlere harçlık dağıtıldığı eski
tarihlerde kayıtlıdır. İslam’ın henüz girmediği ülkelerde fethettiği her şehre
derhal bir cami yaptırdığı, askeri faaliyetlerinden dolayı yeterince fırsat
bulamadığı imar işlerini ve ilim, fikir ve sanat adamlarını toplayıp devlet
himayesi altına almak gibi sosyal faaliyetleri de veziri Nizamülmülk’ün eliyle
yürüttüğü bilinmektedir. Bastırdığı altın paraların çokluğu da devrindeki
ekonomik gelişmeyi ve refahı göstermektedir. Devrinde ortaya çıkan Hasan El
Sabbah ise ileride devlete büyük zararlar verecektir.
Son sözlerini hatırlatarak kendisini Rahmetle anıyoruz:
“Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allah Teala’ya sığınır, O’ndan
yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerimin çokluğundan,
ordumun büyüklüğünden, sanki ayağımın altındaki dağ titriyor gibi geldi.
Kalbimden, «Ben, dünyanın hükümdarıyım, bana kim galip gelebilir!» diye bir
düşünce geçti. İşte bunun neticesi olarak Cenab-ı Hak, aciz bir kulu ile beni
cezalandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum
hata ve kusurlarımdan dolayı Allah Teala’dan af diliyor, tevbe ediyorum. La
ilahe illallah Muhammedü’r-Resulullah!..”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder