YEŞİLAY HANGİ ŞARTLARDA KURULDU?
İstanbul işgal altındaydı. Galata gümrüğüne yakın bir yerde, bir çay ocağında
isimlerini birazdan zikredeceğimiz üç candan dost memleketin pür-ü perişan
haline ah etmekteydiler. İngilizler Müslüman Türk gencini alkolle,
uyuşturucuyla ve fuhuşla ayrıca işgal ediyorlardı. Ki bu işgal onları İslam
dairesinden çıkartıncaya kadar devam etsin. Hatta denilebilir ki o günlerin
eseridir bugünlerin sokaklarımızdaki kültürel yozlaşmanın nedametleri.
Sonrasında kurulan yeni devletin biçimlendirmesi de işgalci güçlerin arzuları
çerçevesinde, maalesef bu minval üzere devam edecekti. Alkol, kumar, faiz ve
zina müesses nizamın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez örtülü
esasları arasında yer alacaktır.
Mehmet Akif, Babanzade ve Bediuzzaman’ın işaret ettiği hususlar
dairesinde Hilal-i Ahdar derneğini kurulur. Yani kötülükle mücadeleye azmetmiş
Yeşilay derneği.
Yeşilay derneğinin kurulmasına neden olan olaylara ve dönemin
şartlarına bir göz atmakta fayda var. Tarihin ibret alınılmadığında nasıl
tekerrür ettiğine dair önemli ipuçları bulabilirirz, bu anlatacaklarımda.
İstanbul’da işgalin
başlamasıyla birlikte sahil boyunca Rum, Ermeni ve Yahudi toplulukları büyük
sevinç gösterileri yapmışlardır. Azınlıklar boğaz ve adalarda, pencerelerinden
yerlere kadar sarkan büyüklükte işgal devletleri bayrakları asmış, dükkan ve
binalarını yine bu bayraklarla süslemiş ve rıhtımda düşmanı bayraklarla
selamlamışlardır. Rumlar kiliselerde işgali “kutsamışlardır.”
İşgalci Fransız askerleri masum halka ekmek dağıtmakta olan Osmanlı askerlerine
bile saldırmışlardı. Açlıktan kayın ağacı tohumu bile yemek zorunda kalan halk
“Alman Fıstığı” adını verdiği bu tohumla sakız gibi oyalanmıştır.
Anadolu’da bir direniş
başlamıştı. Kadınlar artık sadece evlerinde oturup savaşın kendiliğinden bitmesini
beklemiyor, kamusal alan dahil her tarafta varlık gösteriyor ve savaşın
kazanılması için cephe gerisinde görev alıyorlardı. Vatan için çalışan
kadınların dışında kalan ve zevk için evin dışında bir yaşama alanı oluşturan,
sokağa yönelen kadınlar ise dönemin basınında eleştirilmiştir. En çok uzak
durulması gereken kadın modeli ise Fransız eğitimi almış ve alafranga tahsil
görmüş Türk kadını olarak işaret edilmiştir.
Bu süreçte sosyal hayatta
kadınların vazifeleri, hareket tarzları, erkek gibi davranmaları ve
süslenmeleri önemli tartışma konuları olmuştur. “…Bugün düşman kapıdayken
“vatanın faziletperver, milliyetperver, vatanperver kadını” saçıyla başıyla
uğraşmaz” dedikten sonra, erkeklerin de savaş dönemi olması itibarıyla
kadınlarla ilgilenmesini uygun görmemiştir
bir kısım münevverler.
Kadınların kıyafetleri ve
süslenmesi üzerinden süren tartışmalar “aile” konusundan salt bir şekilde devam
etmemiştir. Bu tartışmaların merkezine aile ve eşler arasındaki problemler de
oturmuştur. Cepheye giden subay ve askerler yıllarca eşinden ve ailesinden ayrı
kalmıştır. Bu ayrı kalış ilk olarak karşılıklı güvensizliğe ve beraberinde bazı
ailevi sorunların da doğmasına neden olmuştur. Bilindiği üzere savaş yıllarında
bazı ülkelerde kadınlar “sadakatsizlik” suçlamasına maruz kalmış olup bu durum
“askerlerin kabusu” olarak tanımlanmıştır. Ne yazık ki buna benzeyen tablolar
yer yer de olsa bizde de baş göstermiştir. Evinden uzak kalan erkeğin, dizinin
dibinde olmayan hanımından şüphelenmesi ve onu sadakatsizlikle veya ihanetle
suçlaması artık sıradanlaşmıştı. Bu yüzden dönemin gazete ve dergileri bu
konuda uyarılarda bulunmuştur.
Harp yıllarında Alman
dostluğu göklere çıkarıldığından, entellektüeller arasında bir Almanca öğrenme
hastalığı, mütareke devrinde İngilizce ve Fransızca öğrenme bağımlılığına
dönüşmüştür. Savaş yıllarında yaptıkları stoklarla kısa sürede büyük karlar
elde eden yeni türedi harp zenginleri, çocuklarına İngiliz veya Fransız
mürebbiyeler tutarak bu lisanları öğretme gayreti içine girmişlerdir.
Azınlık okullarına her türlü yardım yapılırken, Rumların Ayasofya’yı yeniden Hristiyan
mabedine dönüştürme yolundaki taleplerine de işgalcilerin olumlu baktıkları
yönündeki haberler her tarafta yayılmakta idi. Gerçi kimi haberler abartılmakla
beraber, işgalciler azınlıkları korumaya ve kollamaya devam etmişlerdir.
Savaş ve mütareke yıllarında sosyal değişimi ele alan çalışmalarda kadın ve
çocukların durumu ya atlanmış veya çok kısa ele alınmıştır. Oysa toplumun
genelini etkileyen felaketler, çocuk ve kadınları daha fazla mağdur etmiştir.
Bunun en açık örneklerini sokakta dilenen, istismar edilen çocuklarda ve karın
tokluğuna çalışmak zorunda kalan veya fuhuşa itilen kadınlarda görmek
mümkündür.
Mütareke ve işgal dönemi, İstanbul’da yetim sayısının en üst seviyeye çıktığı
yıllardır. Bu dönemde yaklaşık 10.000 ila 15.000 arasında yetim bulunduğu
tahmin edilmektedir. Bunların ekseriyeti Türk yetimleri idi. Bu yetimlerin çok
az bir kısmı farklı milletlere ait yetimhanelerde barınıyorlardı. Yetimhanelere
sığınabilmişlerin dışında, sokaklarda başıboş dolaşan, dilencilik ve hamallık
yapan çok sayıda aç ve yarı çıplak erkek ve kız çocukları vardı. Nitekim
yabancı seyyahlar da mütareke yıllarında Galata ve Pera’nın aç çocuklarla
dolduğunu nakletmektedir.
Hatta bir şayia daha
vardır ki İstanbul’dan Almanya’ya çok sayıda yetim çocuk götürülmüştür ve ne
yazık ki bu çocuklardan bir daha haber alınamamıştır.
Mütareke yıllarında çeşitli iş kollarında çalışan çocuklarda vardı. Çalışma
saatleri 9-10 saati buluyordu ve çocukların ücretleri ise normal işçilerin
yaklaşık üçte biri kadardı. Çocukların çalıştıkları işletmelerin sosyal
hizmetleri yok denecek kadar azdı. Bu yıllarda sadece ayakkabıcılık sektöründe
yaklaşık 2.500 erkek çocuk çalışmaktaydı. Bu çocuklar arasında 7 yaşında
olanlar bile vardı. Çalıştıkları yerler sağlıksızdı ve kullanılabilecek temiz
tuvaletleri bile yoktu. Bu işyerlerinde çalışan çocuklar genel itibariyle kötü
beslenmenin sonucu olarak cılızdı. Çocuklar iş yapabilecekleri tüm fabrikalarda
çalıştırılmıştır.
6-7 yaşındaki kız çocukları nakış gergeflerinde kanaviçe işler veya bir örgü
çeşiti olan ajur yaparlardı. Çalışma ortamı ve havası çok kötü olan sigara
fabrikalarında bile çocuklar çalışmaktaydı. Havalandırması nerdeyse olmayan
sigara fabrikalarında tütün tozu havayı doldurmakta, bu da çocuklarda çeşitli
hastalıkların zuhuruna neden olmaktaydı.
Kimsesiz ve maddi imkanı olmayan çocuklar çalışmak veya dilenmek zorunda
kalırken, diğer çocuklar okula gitmek istese de gidemiyorlardı. Çünkü
işgallerle birlikte öğretmenler ve eğitim de baskı altına alınmıştı. Siyasi
gerekçelerle bazı öğretmenlerin azledilmiş olması öğretmen yetersizliğine neden
olmuştur. İşgal, zaten yetersiz olan eğitim kurumlarını çalışamaz hale
getirmiş, mali sıkıntı çeken hükümet de okulları açamamış, tatilleri aylarca
uzatmak zorunda kalmıştır. Dolayısıyla eğitim de işgallerle birlikte
aksamıştır.
İstanbul’da olup eşini kaybetmiş dul kadınlarla birlikte Anadolu’dan İstanbul’a
sığınan çok sayıda da dul vardı. Bu dullar arasında eşi şehit olup eline bir
miktar para geçenler olmakla birlikte, eşi resmi kayıtlarda kayıp olarak
görünen ve devletten herhangi bir maaş alamayan çok sayıda kadın da vardı.
Bu dullar camilere, imarethane ve medreselere sığınmışlardır. Bunlardan
bazıları da çok zor şartlar altında kendi evlerinde yaşam mücadelesi vermiştir.
Evlerde yaşayan dulların yarısı çok kötü şartlarda barınıyordu. Kendileri ve
çocuklarının sağlıkları bozuktu. İstanbul’da yaşayan dullar arasında en kötü
şartlarda olanlar Türklerdi. Türk dulları ve çocukların yarıdan fazlası hasta idi. Diğer azınlıklara göre en az okula
giden ve en çok çalışan çocuklar Türk dullarına aitti.
Yoksullukla pençeleşen şehirde kadınlar çok düşük fiyatlara veya karın
tokluğuna çeşitli iş kollarında çalışmaktaydı. Bunlar arasında günlük 1 liraya
çalışanlar bile vardı ve bu iş sürekli değildi. Bazıları ise aylık ortalama
sadece 4-6 lira kazanmaktaydı. Bu kazanç da bir evin temel ihtiyaçlarını
karşılamaktan çok uzak bir miktardı.
Bu zor şartlar altında karınlarını doyurmak için çalışan kadınlar, ahlaki
problemlerle de karşılaşmışlardır. Kadınların artık neredeyse tüm iş kollarında
çalışmak zorunda kalması cinsiyetlerin de birbirine karışmasına neden olmuştur.
Erkek işlerinin de kadınlar tarafından yapılır hale gelmesiyle basında
cinsiyetler arasındaki sınırın çizilmesi konusu gündeme gelmiştir. (Yo, günümüzü
anlatmıyorum.)
İstanbul’a her milletin bakış açısı farklı olmakla birlikte, herkes burada
kendini güvende hissetmiştir. Türk ve Müslüman ahali İstanbul’u başları
sıkıştığında sığınacakları payitahtları olarak görürken, Rumlar için burası
kadim dini bir merkezdi. Ermeniler için ise İstanbul güvenli bir yuvaydı.
Müttefik güçleri de işgalleri müddetince İstanbul’un kapılarını tüm mültecilere
açmıştı. Bu yüzden yurt dışından ve ülke içinden çok sayıda mülteci İstanbul’a
akın etmiştir. Mütareke yıllarında farklı milletlere mensup Ruslar, Ermeniler,
Yahudiler, Rumlar, Gürcüler gibi sığınmacılar vardı.
Ukraynalılar, Tatarlar, Kalmuklar, Polonyalılar, Letonyalılar, Litvanyalılar,
İsveçliler, Almanlar, İtalyanlar ve az sayıda da Finlandiyalılar bile…
Meydana gelen kozmopolit yapı kültürel etkileşimi ve buna bağlı olarak önemli
değişimleri beraberinde getirmişti. İstanbul sokakları farklı din, dil, kültür
ve ahlak değerlerine sahip unsurların bir arada yaşadığı, kargaşanın hüküm
sürdüğü bir hale gelmişti. Bu durum her ne kadar kültürel zenginlik veya
çeşitlilik gibi görünse de esasında önemli sosyal ve ahlaki kırılmaların
zeminini oluşturmuştur. Zira gıda ve barınma problemlerine ek olarak birbiriyle
ilişkisi olmayan birçok ailenin aynı ortamda yaşamaları ahlak dışı davranışlara
zemin hazırlamıştı.
Mütareke döneminde gelen göçmen ve sığınmacılar arasında 1917 Kominist Ekim
Devrimi sonrası Rusya’dan kaçan ve sayıları on binleri bulan Beyaz Ruslar’ da
yer almıştır. Bu göçmenler ülkelerindeki ahlak ve kültür anlayışlarını da yanlarında
İstanbul’a taşımışlardır. Göçmenler nüfus dengesini alt üst ederken, Ruslar ise
sosyal çöküntüye ve ahlaki değerlerin alt üst olmasına neden olmuştur. Örneğin,
Osmanlı toplumu “pavyon” ve “gece kulübü” gibi mekanları bu göçmenlerden öğrenmiştir
Bolşevikler Ekim 1917’de Çarlık rejimini yıktıktan sonra Rusya’da büyük bir
iktidar mücadelesi başlamıştır. Kızıl Ordu’ya karşı savaşan General Pavel
Wrangel yenilince binlerce asker ve sivil Fransa’nın desteğiyle Kırım’dan
hareketle İstanbul’a gelmiştir. 1920 yılının ilk yarısından itibaren gelmeye
başlayan Ruslarla ilgili olarak gazetelerde de haberler yer almıştır. Rusya’dan
gelen göçmenler hükümetin karşı çıkmasına rağmen işgal güçlerinin kararıyla
İstanbul sokaklarına yayılmışlardır. Rusların gelişigüzel şehre dağılması ve
Müslüman mahallelerine de yerleşmeleri şehirde rahatsızlık uyandırmıştır.
Gelen Beyaz Ruslar arasında zengin olup lokanta, konser, bar, kabare ve
kumarhane açıp çalıştıranlar da olmuştur. Çoğu Rus Yahudileri tarafından işletilen
bu mekanlarda, Müslüman halk Ruslara özgü eğlence hayatına alışmıştır. Ayrıca
Rus kadınları fuhuş hayatında da vesikalı ve vesikasız olarak yoğun bir şekilde
yer almıştır. Devrin polis kayıtlarına göre vesikalı çalışan yabancı uyruklu
kadınlardan sayıları en fazla olan Rus kızlarıdır. Ruslar’la birlikte Beyoğlu
yeni bir görünüm kazanmıştı.(Günümüzün Laleli’si…) Lokanta, konser, bar, kabare
ve kumarhane işi kısa sürede Ruslar’ın eline geçmişti. Çoğunluğu Rus Yahudiler
ve Rum’lar tarafından işletilen bu yerler işgal altında bulunan Osmanlı halkına
farklı bir yaşam tarzı sunmuştur. Bunda en önemli etken, Rus göçmenleri ve
işgal devletlerinin askerleri olmuştur. Ekonomik sıkıntılar geçim derdine
düşmüş halkı, kumar gibi para gerektiren oyunlardan uzak tutsa da, polis
kayıtlarına geçen kumar vakalarına da rastlanmaktadır.
Mütareke İstanbulu’nda göze çarpan diğer bir husus barların açılmasıdır.
İstanbul’un alemcileri Galata’nın izbe meyhanelerinden barlara terfi
ediyorlardı. Meyhaneler iki kategoriye ayrılabilirdi; bunlar, özellikle biranın
ve diğer alkollü içkilerin sunulduğu birahaneler veya yemek ve içki servisi
yapılan kafeteryalardı. Kentin her mahallesinde birahaneler mevcuttu.
Bunların büyük bir bölümü, kalitesiz dansların yapıldığı ve fahişelerin mesleklerini
icra ettikleri, kötü şöhretli yerlerdi. Bu tür birahaneler, çoğunlukla galata
ve Pera’ daydı. Bu bölgedeki barlara, genellikle Müttefik askerleri ve
denizciler devamlı gitmekteydi. Pera ve Galata’daki barlarda çalışan kızların
pek çoğu tescilli ve meşhur genelevlerden gelmekteydiler.
Ayrıca, Kadıköy ve Moda’daki bazı lokantalarda, çoğunluğu Rus olan garson
kızlar çalışmaktaydı. Bu kızlardan bir kısmı, fahişe olarak kayıtlı idi. Suriçi
bölgesinde ve Boğaziçi köylerindeki birahaneler daha seçiciydiler. Buralarda,
çoğu zaman orkestra vardı; saygın diye nitelendirilen kişiler buralara devam
ederlerdi. Bütün uluslara ait birahaneler bulunmakla birlikte Rum birahaneleri
çoğunluktaydı. Çoğunluğunun içki satma ruhsatına sahip olduğu görülmektedir.
İşgal kuvvetleri ve göçmenler sayesinde İstanbul’ da sosyal yaşamda önemli
değişiklikler yaşanmaktaydı.
“Milli moda” ile “Rus modası” kaynaşıyordu. Dersaadet hanımefendileri bu
zavallı göçmenlerin rengarenk örtülerini de taklit ediyorlardı. Çarşaf demode
olurken Batı giysilerinden fark edilemeyecek oranda değişime uğruyordu. Cumhuriyet
Türkiye’si ise, kültürel yozlaşma neticesinde oluşan çözülmenin ardından İstanbul
hanımlarını kılık-kıyafet ve şapka devrimine hazır bulacaktı. İstanbul
yoksulluğuna karşın kendine özgü estetik değerleri oluşturmakta gecikmedi,
göçmen Rus kadınlarının üzerlerinde ne öylece kaçtıklarından pislikten
sefaletten bitlenen saçlarını kökünden kazıyarak; ne buldularsa başlarına
geçirmeleri İstanbul’da “Rus saçı” adıyla yeni bir modayı başlatmalarına sebep
oldu. Peruk ticareti bugün bile İstiklal caddesi civarında sürmektedir.
Pera sosyetesinde, göz kamaştıran kadınlar vardı. Bunlardan biri şehrin en
zengin Rum ailelerinden birine mensup Madam Siniossoglon’du. Yeni çıkan incecik
ipek çorapları ilk giyen kadın o oldu. Çorapları o kadar inceydi ki önceleri elçilikteki
tüm kadınlar, çorap giymiş olduğundan kuşku duyuyor, içgüdüsel olarak
bacaklarını eteklerinin içine ya da oturdukları koltukların altına
saklıyorIardı. İpek çorap adeta yeni bir çağ açmıştı. Eskiden bacaklarını
örtmek için giyilirken artık bacakları soymak için giyiliyordu denilerek bir
yenilik tasvir ediliyordu.
Diğer bir gelişme, Mütareke ile birlikte önceden İstanbul’luIarın gözde mesire
yerleri olan boğaz, yerini Adalar’a bırakmıştı. İstanbul’lu denize girmeye
başlamıştı.
Yüzyıllardır deniz yerine mesire alanlarını tercih eden İstanbul halkı, plaj
modasını Rus göçmenlerden görmüştür. Tarihi çınarları ve memba sularıyla meşhur
Florya’ya, Fülürye
kuşunu dinlemeye giden İstanbullular artık deniz banyosu için Fülürye
sahillerine gitmeye başlamıştır. Bu arada “Fülürye” Rus şivesi ile Florya’ya
dönüşmüştür. Yarı çıplak Rus kadınlarının denize girdiği ve kumlara uzandığı
mekanlara giden Türk halkı için giderek haremlik kalkmış, mesire yerlerinde
açıktan içki satılmaya başlanmış ve bazı Türk kadınları da Ruslar gibi denize
girmeye başlamıştır. Daha önceden fazlaca görülmeyen bu durum, o dönem için
ahlaka ters tavırlar olarak tanımlanmıştır. Mahremlik giderek kalkıyor; Türk
kadınları için de açılma-saçılma devri başlıyordu.
Rus ihtilalinin İstanbul’a getirdiği Beyaz Rusların Çarlık Rusyası’nın en
medenileri (!) olduğunu ve İstanbul’a medeniyetin ilk zehrini onların
aşıladığını vurgulamak sanırım doğru olacaktır.
Ayrıca savaşın yıkıcı etkisinden kurtulabilen ailelerin, Beyaz Rusların
kollarına düştüğünü ve orada eriyip bittiğini de görmezden gelemeyiz.
Türkiye’de ilk modern ruh sağlığı hastanesini kuran Mazhar Osman da İstanbul’da
yaşanan ahlaki çöküntüyü Rus göçmenlere bağlamaktadır. Osman bu durumu, “Umumi
Harp bitti. Mütareke oldu, düşman orduları çekirge gibi İstanbul sokaklarına
yayıldı, otomobil içinde sarhoş Amerika bahriyelileri kucaklarında zilzurna
sarhoş Rum dilberleri Beyoğlu’nun büyük caddelerinde resmi geçit yapıyorlardı,
barlarda İngiliz neferleri viski ile zilzurna sarhoş olduktan sonra rastgelene
saldırıyorlardı… Bizans döneminde bile görülmedik sefahat hayatını sürüyordu
İstanbul. Lokanta ve barlarda hizmet eden birbirinden güzel Rus prensesleri,
kontesleri bu sarhoş alayını büsbütün çıldırtmıştı. İçki bu aşkı doyurmuyordu;
beyaz toz, kokain... aldı yürüdü. Morfinmanlar sokakları dolduruyordu.
İstanbul’un mahalle kahvelerine kadar sarışın Rus dilberleri beyaz tozla
yayıldı. Kokain ile halkın aklı, tombala ile parası çalınıyor, tımarhanelere
kokainmanlar, eroinmanlar, morfinmanlar doluyordu. İstanbul perişandı,
yetkililer de çaresiz.
Halk kitlesi elden gidiyordu. Topla, tüfekle, tayyare ile bomba ile dünyanın
kırk küsur milleti İstanbul’u ezememişti ama İstanbul kokaine, fuhşa esir olmuştu.
Çar ordularına altı yüz sene karşı duran İstanbul, Rus dilberlerine mağlup
olmuştu….
Şehirde fuhşun yaygınlaşmasının bir diğer sebebi savaş şartlarında ortaya çıkan
yeni zenginlerdir. Daha önce zikredildiği üzere mütareke dönemi servet ve
sefaletin aynı anda yaşandığı yıllar olmuştur. İşgal askerleri tarafından
harcanan para da sefalet hayatını beslemiştir. Bu yeni zenginlerin eğlence
düşkünlüğü, alkol, kumar, kadın ticareti, kokain gibi kötü alışkanlıkları
yaygınlaştırmıştır.
Toplum her fırsatta ve her mekanda artık bu işlerle iştigal eder hale
gelmiştir. En basit sinema salonlarında bile Rus varyeteleri gösteriler
yapmaktaydı. Bu gösterilerde ince ten elbisesi giyerek akrobasi hareketleri
yapan Rus bayanlarına halk yoğun ilgi göstermekteydi. Bu hileli giyim, dans
eden kişiyi çıplakmış gibi göstermekteydi. Bu durum toplumun duyarlı
kesimlerinden çok büyük tepki almaktaydı. Bu tür faaliyetler sinema gibi çok
sıradan yerlerde devam ederken fuhşun yapıldığı mekanlar da hızla artmış,
burada çalışanların sayısı binleri bulmuştur.
Barların yanın da çok az olmakla birlik de bilardonun oynandığı da
görülmektedir. Yeni doğmakta olan sinema yaygınlaşmakta özellikle Fransız
filmleri oldukça ilgi görmekteydi. Mayıs 1921‘de İstanbul’da, yaklaşık 32 daimi
ve 12 geçici sinema salonu vardı.
Sinemalarda genel ahlaki yapıya ters filmler gösterilmesi bu döneme
rastlamaktadır. Yalnızca İstanbul sinemalarında gösterilmek üzere erotik
filmler üretiliyordu. Her ne kadar sinemaların bazılarının sahibi yerli
girişimciler ise de kahir ekseriyetinin sahipleri yabancılarla azınlıklardı.
Buralarda gösterilen filmler Fransız, İtalyan ve Amerikan filmleriydi. Bu
durumdan İtilaf güçleri oldukça memnundu; çünkü bu filmler kendi ülkelerine
aitti ve bir yönüyle propaganda aracı olarak kullanılıyordu. Bu filmlerden
bazıları Amerika ve İngiltere’de gösterimine izin verilmeyen müstehcen,
niteliksiz, ahlaksız filmlerdi ve her yaştan kişinin seyretmesine izin
veriliyordu
İstanbul’un bu sosyal ve ahlaki çöküş sürecine tanıklık eden dönemin bir kısım
yazar ve devlet adamları eser ve raporlarında başta fuhuş olmak üzere diğer
kötü alışkanlıkları işlemişlerdir. Bunlardan biri olan Yakup Kadri, Sodom
Gomore’yi, İstanbul’un bu durumunu gözlemleyerek yazmıştır. Roman adını,
ahlaksızlıkları nedeniyle helak edilen Lut kavminin yaşadığı Sodom ve Gomore
şehirlerinden almıştır.
Mütareke yıllarından sonra cumhuriyetin kurucuları bu kötü tabloyu miras olarak
devralmışlar ve toplumda var olan bu marazları kontrol altına alamamışlardır.
Ancak çürüme başlamıştır. Bir de alelacele yapılan kültürel boyutlu devrimler
ile Türk toplumu geçmişinden iyice uzaklaşır olmuştur.
Cumhuriyet rejiminin halk sağlığı ve nüfustan başka çaresiz kaldığı bir diğer
konu da aile ve aile ahlakının korunması olmuştur. Nüfus artarken ahlaklı çocuk
yetiştirmenin ailenin asli vazifesi olduğu üzerinde durulmuştur. Bu açıdan
eşlerin birlikteliğini tehlikeye düşürecek her türlü durum toplumsal tehdit
olarak algılanmıştır. Bu açıdan fuhuş, zührevi hastalıklar ve alkol bağımlılığı
üzerinde önemle durulmuştur. Çözüm olarak umumhaneler, pansiyonlar, buluşma
yerleri adı altında mekanlar oluşturulmuştur. Bunların denetlenmesi için
İstanbul Polis Umum Müdürlüğü’nde ahlak zabıtası kurulmuş ve sıhhi heyet
oluşturulmuştur. Böylece hayat kadınları kontrol altına alınarak zührevi
hastalıkların önü alınmaya çalışılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı Türk insanını ve ekonomik varlığını bitirme noktasına
getirmiştir. İşgal dönemi başkent İstanbul’un en zorlu yılları olmuştur. Başta
padişah olmak üzere Türk milletine fiziki ve psikolojik olarak büyük baskılar
yapılmış ve şehir adeta tarumar edilmiştir. Onlarca gemi, dev toplara sahip
denizaltı ve binlerce askerle yapılan işgaller hiç sona ermeyecekmiş gibi algılanmış,
ülkenin sadece maddi varlığı değil ahlaki değerleri de tahrip edilmiştir.
İşgal kuvvetleri ve gayrimüslimler kendi inanç ve ahlak düşüncelerine göre bir
şehir inşa etmek için kolları sıvamış, alkol, kumar, esrar-eroin, fuhuş,
müstehcen filmler başta olmak üzere bu alışkanlıkları şehrin her yerinde
açıktan yapılır hale getirmişlerdir. Yine şehre kalabalık gruplar halinde gelen
mülteciler ise şehrin tam anlamıyla ahlaki bir buhranın içine girmesine neden
olmuşlardır. Özellikle Rusya’dan gelen General Pavel Wrangel’in ordusu ve
binlerce sivil göçmen şehrin demografik, ekonomik, sosyal ve ahlaki yapısında
derin yaralar açmıştır. Bu gelişmeler başkenti tezatlar şehri haline getirmiş;
kentte sefalet ve zenginliğin aynı anda yaşanmasına neden olmuştur.
Hayat pahalılığı ve işsizlikten muzdarip, sefalet içinde karnını doyurmak
zorunda olan binlerce kadın ve çocuk, işgalcilerin ve savaş zenginlerinin
istismarına açık bir vaziyet almıştır. İstanbul eğlence hayatının baş aktörleri
haline gelen kadınlar, bazen göçmen bir Rus, bazen Osmanlı tebaası bir
gayrimüslim, bazen de çocuklarının karnını doyurmak zorunda kalan bir Müslüman
olabiliyordu.
İmkansızlıktan dolayı şehrin kanalizasyon sistemi çökmüş, belediye hizmetleri
aksadığından çöpler ve hayvan leşlerinin ötesinde bazen insan cesetleri
sokaklarda günlerce kalmış, zararlı haşereler evleri istila etmiş; bütün bunlar
da salgın hastalıkların yayılmasına neden olmuştur. Şehrin aşırı kalabalık bir
nüfusu barındırması, beraberinde temel ihtiyaç maddelerinin azalmasına ve
çeşitli sıkıntılara sebep oluyordu. Kömür kıtlığı vapur ve tren seferlerini
aksattığı gibi, sık sık elektrik ve su kesintisi de uygulanıyordu. Gıda
maddelerindeki sıkıntı 1919 Şubat’ından itibaren Amerika’dan un vs gelmesi ile
büyük ölçüde azalmıştır. Şehrin 1919 yılında sağlık problemlerine bakıldığında
başta tifüs, tifo, difteri ve gripten ölümler çok olmakla beraber, en fazla
ölüm oranı bebeklerde görülmekte idi. 1920 yılında şehirde veremden ölenlerin
sayısında da artış gözlemlenmiştir.
Şehrin ana inşa maddesi olan ahşaptan evlerde yangınların çıkması ve bunları
söndürecek donanıma sahip olunamamasından dolayı bazen koca mahallelerin yok
olmasından dolayı İstanbul’un yaklaşık üçte biri harap olmuştur. Fuhuş kaynaklı
zührevi hastalıklar sıradanlaşmış, başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun diğer
şehirlerinde de görülen bu hastalıklara bakan Emraz-ı Zühreviye hastaneleri
açılmak zorunda kalınmıştır. İşgalin bir diğer boyutu da, Türklerin
sosyo-ekonomik açıdan durumlarının daha da kötüye gitmesi şeklinde
belirginleşmişti. İşgal döneminde Atina Bankası, İstanbul’daki Rumlara kredi
açarak Türklerin mülklerini yüksek fiyatlar teklif ederek almaları talimatını
verdi.
Gayrimüslimlere ve dünya kamuoyuna medeniyet getirme sözü veren işgalciler
şehre korku, kargaşa ve kaostan başka bir şey getirmediği gibi onların keyfi davranışları
güvenliği de zaafa uğratmıştır. Buna ek olarak İstanbul, karnı aç olan
insanların hırsızlık ve gasp yaptığı, ahlaki değerleri dejenere olanların
tecavüzlerde bulunduğu ve bağımlılık yapan madde kullananların da cinayet gibi
çok ağır suçlar işlediği bir şehir haline gelmiştir.
Tüm bu gelişmeler başta İstanbul olmak üzere Osmanlı şehirlerinde, günümüzü
bile etkileyecek şekilde büyük bir sosyal çöküntüye neden olmuştur. Daha
önceden bilinmeyen veya belli bölgelerde olup da yaygınlık kazanmayan, Türk
toplumunun ahlaki değerlerine ters alışkanlıklar sıradanlaşmış ve gündelik
hayatın dokusuna sinmiştir. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasıyla işgalciler
ülkeyi terk etse de etkisi onlarca yıl süren ve bugün bile kökleşmiş yaşam
algısına sebep olmuş toplumsal çöküntünün mimarları olmuşlardır.
İşgal İstanbul’un Türk halkında büyük umutsuzluklar doğurmuştu.Zira uzun bir
süre devam eden işgal neredeyse halk tarafından kanıksanır hale gelmiştir.
İstanbul limanına geminin biri yanaşıyor biri gidiyordu. Bu gemilerle yapılan
asker ve mühimmat sevkiyatı, İstanbul halkında işgalin uzun bir müddet devam
edeceği düşüncesini doğurmuştur. Bunları gören halk da derin bir sessizlik
içine giriyordu. İşgal halkın psikolojisi üzerinde çok mühim etkiler
bırakmıştır. Hürriyetine düşkün olan bir millet ilk defa esarete düşüyordu.
Esaret psikolojisi yaşıyordu. Efendisi oldukları azınlıklar karşısında bile ses
çıkartamıyorlardı. Dün kendilerine her türlü serbestiyeti verdikleri
azınlıklar, kendilerine fırsat geçtiğinde tam tersi bir uygulama yapmışlardır.
Dün efendisi olan azınlıkların işgalle kendilerine efendilik taslamaları
psikolojik açıdan halkı derinden sarsmıştır. Asayişin sağlanamaması şehirde
giderek büyüyen bir düzensizlik meydana getirmiş, yolsuzluklar, gasp, cinayet,
hırsızlık İstanbul halkının psikolojisi üzerinde büyük etki bırakmış, halk evinden
dışarı çıkmaya korkar hale gelmiştir. Artık Türkler kendi ülkesinde parya
durumuna düşmenin verdiği psikoloji ile işgalle yatıp işgalle kalkmaya
başlamıştır. İşgal, İstanbul’un Türk halkında o gün ve ondan sonraki zaman
diliminde bile hiçbir şekilde unutulmamış, işgal dönemi ve işgal sonrası
basında işgale dair çıkan yazılar, buhranlı dönemin hiçbir şekilde
unutulmadığını göstermektedir.
İstanbul’u işgal eden İngilizler, Müslümanların ahlakını bozmak, karakterini
yok etmek için her çeşit ifsat komitesini faaliyete geçirmişlerdi. İşte
bunlardan birisi Avrupa’dan büyük çapta beyin uyuşturan alkollü içkileri
İstanbul’a getirmeleridir.
Böylece Müslüman milletimizin havai, nefisperest olanlarını kendilerine çekmeyi
planlıyorlardı. Buna karşılık, onların idaresindeki İstanbul Hükümeti ise ahlak
zabıtası gibi bazı tedbirleri içeren bazı kanunlar yaptı ise de bu konuda
etkili olmadı. Çünki hükümetin o günlerdeki iradesi etkisizdi. Çıkarttığı
kanunlar ve ahlak zabıtası bunun önüne geçemiyordu. İşte tam o sıralarda
yardımseverliğiyle meşhur ve ünlü din alimlerinden müteşekkil bazı zatlar
Hilal-i Ahdar cemiyetini kurdular. Cemiyetin oluşumunda Mehmet Akif ile
Bediiüzzaman’ında katkıları fevkalede olmuştur. Yani bugünkü manada bildiğimiz,
Yeşilay’ın!
18 Mart 1920 gününde YEŞİLAY Cemiyeti’nin kuruluş günüydü. Genel Kurul’da
zamanın Şeyh-ül İslamı Hayderizade İbrahim Efendi ve Darül Hikmet-il İslamiye
azasından Said-i Nursi de vardı. Said-i Nursi Efendi, dikkati çeken üyelerden
biri idi. İlk gün toplantıda fazla bir konuşma olmadı. Yeni seçilenler oldu...
O gün ki buhranlar içinde memleketin çok seçkin şahsiyetleri vardı. Ord.Prof.Dr.Mazhar
Osman Bey gibi…Sonra Said-i Nursi Efendi genel merkeze seçildi. Yeşilay’ın elli
beş yıl evvelki zabıt defterine şöyle yazmıştır: “Şeriatta hüküm var.
Hekimlerce de beyan edilen, hikmettir. İçki, kumar; bunlar sakınılması gereken
büyük günahlardandır.”
“Kötülüklerle mücadele için en ziyade matbuat (medya) meselesine ehemmiyet
verelim” demiştir. Yani medya ve yolları ile kötülüklere karşı duralım, iyiliği
de yayalım.
Bediüzzaman 1800’lü yılların sonlarında Van’da Tahir Paşa Konağında kalırken;
Tahir Paşa,bir gazetenin haberini Bediüzzaman’a gösterir. Gazetenin haberi şu
idi: William Ewart Gladstone Kur’an’ı eline alarak ingiliz Avam Kamarası’nda
yaptığı konuşmada:” Bu Kur’an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz
onlara hakiki hakim olamayız. Ne yapıp yapıp, ya bu Kuran’ı susturup ortadan
kaldırmalıyız.. Veyahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” der. Bu haberi
okuyan Bediüzzaman ta o tarihte İngiliz siyasetçilerinin Müslümanlar için
tertipledikleri oyunları takip etmiş ve İngiliz siyaseti ile mücadelesini ta o
zamandan başlatmıştır. Öyle ki kendisi zaman zaman “İngilizlerden neden bu
kadar nefret ediyorsun “sorularına muhatap kalmıştır.
Osmanlı aydını çareler arıyordu. Biryandan teşkilatlanıp mücadele arayışına
kalkışan Osmanlı münevverlerine karşında başka türlü teşkilatlanmalar göze
çarpıyordu: Rum çeteleri!
İngiliz İstihbarat Subayı John G. Bennett başta Daşnak Ermeni
Komitesinin ya da başka bir deyişle çetesinin mensupları olmak üzere
İstanbul’un bilumum şöhretli ayak takımını Sirkeci’deki bir mahzende
toplamıştı. Herkes Bennett’in kendilerine vereceği talimatlara odaklanmıştı.
Bennett ise zafer kazanmış komutan edasıyla mağrur bir şekilde konuşmasını
sürdürüyordu:
“Baylar! Yapmış olduğunuz faaliyetlerde sizlere olan desteğimizi biliyorsunuz.
Sizlerden bir beklentim olacak ki, işte buna dikkat edip ciddi pozisyon
almalısınız. Türklerin ne zaman içinde bulunacakları duruma itiraz edecekleri
hiç belli olmaz. Yer yerde olsa Anadolu’da direniş hareketleri başgöstermiştir.
Morallerini bozmak ve yılgınlıklarını artırmak için çok hassas davranmamız ve
stratejik olmamız gerekir. Özellikle Türk milletinin kanaat
önderlerinin çocuklarına musallat olmanızı isteyeceğim. Onlara kadın
ile, alkol ile, esrar ile yaklaşınız. Onları ayarttığınızda bize karşı duran bu
lider insanları kendi ateşleriyle oyalayabiliriz. Misal, Mehmet Akif isimli
kişiyi düşününüz.
Yazmış olduğu şiirleyiyle toptan-tüfekten daha etkili olan bu kişi zaten
cepheden cepheye koşturduğu için ailesine yeterince vakit ayıramamakta.
Çanakkale şehitlerine ithafen yazdığı şiirin etkisi malum. Bir oğlu var, adı Emin...”
Sonra kalabalığın içindeki genç rum çetecilerden en gözü karalardan biri olan
Hrisantos’a çevirir bakışlarını. “Sen, Hrisantos...Emin’in peşine sen takıl.
Allem kallem aklına gir. Anla işte! İşinizi size ben öğretecek değilim!”
***
Umarım yukarıda yazdığımız satırlar Yeşilay derneğinin bugün bile
toplumumuz için nasıl bir anlam ifade ettiğini ortaya koyar.
FEHMİ DEMİRBAĞ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder