TİYATRO OYUN METNİ:
İSTİKBAL İÇİN İSTİKLAL
Karaköy Gümrüğündeyiz. Sahnenin sol
tarafında, yüklerin indirilip, bindirildiği yerin az ötesinde, genelde
hamalların mola verdikleri bir çay ocağında sivil iki vatandaş kendi aralarında
hararetli bir şekilde konuşmaktadırlar. Bu 2 isimden biri Babanzade Ahmet Naim,
diğeri de Said-i Nursi’dir.
Sahnenin sağ köşesinde hamallar çuval
ve sandıkları istiflemektedirler. Hamallardan biri Zenci Musa’dır. Az ötede
ortamı teftiş eden işgal kuvvetleri komutanı General Hurrington ve yaveri
bulunmaktadır.
(OYUNCULAR: Babanzade, Said-i Nursi,
Mehmet Akif, Zenci Musa, General Hurrington; Yüzbaşı Bennet, 2 hamal, 2
esnaf…10 kişi)
SAİD: (Köstekli saatine bakar) Üstad
nerede kaldı? Başına bir iş gelmiş olmasın?
BABANZADE: Telaşlanma! Akif’in
herhangi bir randevusuna geciktiği görülmüş şey değildir. Hem o gecikmedi, biz
erken geldik.
SAİD: Hay Allah! Benim köstekli yine
durmuş sanırım. Zor zamanlarda yaşıyoruz. At izi it izine karışmış. İnsan
sevdikleri için endişelenmekte haklı. Hele küffarın çizmesi Evlad-ı Fatihan topraklarını
çiğnerken sakin olmak da mümkün değil. Öyle ya Akif verdiği sözleri tutmasıyla
meşhurdur.
BABANZADE: Mehmet Akif, sözünü yerine getirmemeyi “namusa mugayir’
sayar. Akif, Meşrutiyetin ilk senelerinde, bir cuma günü Midhat Cemal’le
sözleşir. Akif, O’nun Çapa’daki evine gidecektir. O gün adam boyu kar yağar.
Arabalar, tramvay, tren ve vapur, hava şartlarından işlemez. Sütçü ve
ekmekçiler, kar ve tipiden dışarı çıkıp, dağıtım yapamaz. Vakit öğle olmuştur
ve ekmekçiler hâlâ, ortada gözükmemektedir. Derken kapı çalar: Midhat Cemal,
karşısında Akif i görür. Büyük şairin bıyığının yarısı donmuştur. Midhat Cemal,
Akif in kar ve tipiye rağmen, Beşiktaş’tan Çapa’ya nasıl geldiğini merak eder.
O, bu mesafeyi yürüyerek kat etmiştir. Akif ise, arkadaşının hayretine şaşırır.
Akif: “Gelmemem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lâzımdı. Çünkü geleceğim
diye söz vermiştim.” cevabı üzerine;
Midhat Cemal, daha da şaşırır ve: “İnsanların
birbirlerine verdikleri sözün, bu kadar korkunç bir şey olması beni ürküttü.”
der ve ardından Akif’e esprili bir cevap verir:
“Akif. Sen eğer verilen sözün manasını bu türlü
anlıyorsan, bana izin ver de ben bu türlü anlamayayım. Benim verdiğim sözün,
şiddetli bir lodosa bile tahammülü yoktur.” Hatta bu söz vermedeki
hassasiyetini gören Mithat Cemal, sonraki tarihlerde ona söz vermekten çekinir.
SAİD:
İnanmış adamdır Akif.
BABANZADE:
Çok yakın dostlarından Fatih Gökmen de Akif’in söz verme hassasiyeti konusunda
şunları anlatır: “Akif, verdiği söze bağlı olmayanlara insan gözüyle bakmazdı.
Aramızda geçen bir olayı anlatayım: Ben Vaniköy’de oturuyordum. Kendisi de
Beylerbeyi’nde. Bir gün öğlen yemeğini bende yemeyi, sonra da oturup sohbet
etmeyi kararlaştırdık. O gün, öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf
sele boğuldu. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabii gördüm. Yakın
komşulardan birine gittim. Yağmur, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Eve
döndüğümde ne işiteyim, bu arada. Mehmet Akif Bey sırılsıklam bir vaziyette
gelmiş. Beni bulamayınca, evdekilerin bütün ısrarlarına rağmen içeri girmemiş.
“Selam söyleyin” demiş ve o yağmurlu havada dönmüş gitmiş! Ertesi gün,
kendisinden özür dilemek istedim. “Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir
felaketle, yerine getirilmezse mazur görülebilir.” dedi ve benimle altı ay
dargın kaldı.” demiştir.
SAİD:
Ne diyordu Allah’ın Resulu; “Müslüman, elinden ve
dilinden Müslümanların zarar görmediği kimsedir.” İşte o
Müslüman ki, yalan söylemez, emanete ihanet etmez ve verdiği sözde durur. İşte
bu özelliğe sahip Müslümanlar için de Allah, Al-i İmran suresinde diyor
ki, “Sizin içinizden (insanları) hayra çağıran,
iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan bir topluluk olsun. Bunlar, kurtuluşa
erenlerin ta kendileridir.”
BABANZADE:
Eyvallah Said. Ektiğini biçer insan. Biz bugün bu fırtınaları yaşıyorsak
zamanında ektiğimiz rüzgarlar nedeniyledir. Öyle ki, ilahi ilke tecelli etti;
Efendimizin işaret ettiği gibi “Ne zaman ki iyiliği emredip, kötülükten
sakındırmaktan vaz geçerseniz Allah başlarınıza kötülerinizi musallat eder de
iyilerin dahi duası kabul olmaz!.”
SAİD:
Peygamberimiz “Sizden
biri İslam’a aykırı bir iş görürse onu eliyle değiştirsin, buna gücü yetmiyorsa
diliyle değiştirsin buna da gücü yetmiyorsa kalben buğz etsin ki bu da imanın
en düşük derecesidir” buyuruyor. İşte ahvalimiz en zayıf imanın olduğu zamanı
işaret ediyor. Öyle olmasa ne işi vardı yurdumuzda İngiliz’in, Fransız’ın,
İtalyan’ın, Yunan’ın…hülasa yedi düvel’in?
( İki
arkadaşın konuşmaları devam ederken sahnenin sağ tarafı hareketlenir.)
Az
ötede ağır yükleri indirip, kaldıran Zenci Musa kendi kendine bir yandan da
söylenmektedir. Ara ara öksürmektedir.
ZENCİ
MUSA: Trablusgarp’ta İtalyan kafirlerine karşı verdiğimiz mücadele esnasında
tanımıştım kumandanımı; Kuşçubaşı Eşref’i. Şunca zamandır ayrı düştüm
kendisinden, özlemi yakar içimi. Taa o zamanlar Şeyh Senusi’nin direnişine
katılmıştım. O günden beri yakar içimi devletimin ahvali. Kafkasya’da,
Balkanlar’da, Mağrıptan Maşrıka kadar ümmetin her bir coğrafyasında, Süveyşten
Çanakkale’ye kadar dökülmedik kanımız mı kaldı! Olsun, vatana can feda da
görürüm ya şu İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ın çizmesini dedem Fatih’in
emaneti İstanbul’da ciğerim yanar…Af ki af…Of ki of!...
Musa’nın
yanına selam vererek Mehmet Akif yaklaşır.
AKİF:
Ne oflarsın koca adam.
MUSA:
Ve aleykumselam…ve rahmetullahi ve berakatühü!
Bir
hamlede Akif’in eline sarılır elindeki çuvalı bir kenara atarak. Hasretle
kucaklaşırlar.
MUSA:
Vay koca şair! Üstadım! Ne işin vardır senin buralarda?
Akif az
ötede oturan 2 kişiyi işaret eder. Onlara da eliyle selam eder.
AKİF:
İki kadim dostla hasbihalim olacaktı. Onun için uğradım buraya. Gelmişken sana
da bir selam vereyim dedim.
MUSA: Hoş gelmişsin, sefalar
getirmişsin. Bak gücenirim dostlarınla muhabbetten sonra tiz ayrılmayasın
buradan. Yemek yiyelim, eski günlerden konuşalım. Özledim be koca şair
seni…(Duralar) Hem kumandanım Eşref’de sürgün olduktan beri yalnız kaldım koca
memlekette… Dünya dar gelir bana!
AKİF: Necid çölünde, isyancı Arap
şeyhlerini yola getirmek için kurulan nasihat heyetinde ki bir yolculuğumda
tanımıştım seni Musa. Seninle o çöllerde güreşmedik mi, ok mu atmadık, kılıç mı
kuşanmadık? Daha o zamanlar senin ahlak ve terbiyene hayranlık
duyarak, seni pek severek, yaptığın
kahramanlıklardan takdir ederek şu dizeleri kaleme almıştım.
“Eşref Bey’in
emir eri, Zenci Musa
Omuz vermiş,
göğe çıkmış: Nebi İsa”
Lakin…(Duralar) Duyduğum şeyler canımı
sıktı.
MUSA: (Tereddüt ve şaşkınlıkla…Biraz
da sıkılarak, mahcup bir şekilde) Hayırdır, beyim? Bir cürmümüz mü, bir
yanlışımız mı olmuştur.
AKİF: Olmaz mı? Oldu ki
şikayetlenmekteyim.
MUSA: Bilerek hata işlemekten Rabbime
sığınırım. Bilmeden işlediğim kusurlardan da yine Rabbimin merhametine
sığınırım beyim. Bilmeden işlediğim kusurumu söyle ki bileyim beyi; Rabbimden
af dileyeyim.
AKİF: Fedakarlık ve feragatinin haddi
hududu yoktur Musam. Sen ki bu millete, bu ümmete her türlü cömertliği verdin.
Müsaade et de bu milletde sana vefasını göstersin.
MUSA: Estağfirullah beyim. Ne haddime!
Lakin hala kusurumu bilemedim.
AKİF: Sen ki red etmedin mi Bayazıt
Camiinde perişan olarak gecelersin de... Sen ki Yemenden beri bildiğin Ali Sait
Paşanın geçimin için önerdiği Karaköy Gümrüğünde önerdiği kahyalık teklifini
red edersin; “Kahyalığı yaşlı, eli ayağı tutmaz bir
emektara verin. Çok şükür benim gücüm kuvvetim var, bana hamallık işi verin,
ben onu yapayım” diyerek…
MUSA:
Efendim…Şey…
AKİF: Daha bitmedi. Bilirim ki hastasın, verem olmuşsun. Yine duydum ki
bütün ısrarlara rağmen sırf devlete yük olmamak için bir hastaneye yatmayı da
kabul etmezsin. Diyeymişsin ki, o yatağa mecbur olan başka bir Müslümana verin,
yatsın, şifa bulsun.
MUSA: Merak buyurmayın…Tiz zamanda Üsküdar’daki Şeyh
Ataullah Efendi’nin Özbekler Tekkesi’ne geçeceğim. Hem vatan sağolsun da, vatan
bu küffarın işgalinden kurtulsun da bizim hayatımızın ne önemi ola ki!
AKİF: Sen yine de kendine dikkat et.
Şu hasta ve garip halinle bile Anadolu’ya silah sevkiyatı i.in gizli gizli
çalışırsın. Rabbim senden razı olsun Musam! Allah kumandanına da tez zamanda
özgürlüğünü versin, sizi birbirinize kavuştursun.
MUSA: Ne güzel dua buyurdun koca şair.
Biz de senden ilhamımızı alırız. Seninde ne fedakarlıklar yaptığını iyi
biliriz. Hem ki biz Çanakkale’de İngiliz’le vuruşurken senin o muhteşem
şiirinle teselli olurduk.
AKİF: Söylettirene hamdolsun. Allah
bir daha bu millete Çanakkale gibi savaş vermesin.
MUSA: Vaktin varsa…Müsaade
edersen…Sana okumak isterim o güzel şiirini…
AKİF: Estağfirullah…Ezberledin mi
yoksa? Mahcup ettin şimdi beni!
MUSA: (Şiiri okumaya başlar)
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!”
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam ;
Atılan her Iağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre .
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer ;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi.
Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ nâmıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.
AKİF: Hay yüreğine sağlık. Ne güzel
okudun. Duygulandırdın beni. Neyse nasip olursa görüşelim inşallah. Dostlarım
beni bekler. Randevu saatimde yaklaştı. Bekletmeyeyim onları.
MUSA: Nasip olursa koca şair…Nasip
olursa görüşmeyi dilerim…
AKİF: Kal sağlıcakla…Allah’ıma emanet
olasın.
MUSA: Ümmet-i Muhammed emanet olsun
Rabbimize!
Mehmet Akif Said ile Babanzade’nin
bulunduğu tarafa doğru yönelir.
AKİF: Selamun aleykum
SAİD-BABANZADE: Aleykumselam…
BABANZADE: Kimdi o yiğit adam?
Kaptırdınız kendinizi muhabbete…Dedim, Akif ilk kez randevusuna gecikecek.
(Gülüşürler)
AKİF: Eskilerden eskimeyen bir dost! Bilin,
tanıyın deyu size de hikayesini anlatmak isterim; müsaadenizle…
(Burada metin uzun olduğu için sahnede
yer alan diğer 4 ayrı figüranda canlandırma yaparlar)
Aslen
Sudanlı olan Musa, 1880 yılında Girit’te, bir Türk mahallesinde dünyaya gelir.
Kahire’de yaşayıp Osmanlı’ya sadakatle bağlı olan dedesi, küçük yaşlarda
Musa’yı yanına alır ve onu dinine bağlı bir mümin, devletine bağlı bir nefer
olarak yetiştirir. 1911 yılında İtalyanların Libya’yı işgali sırasında gönüllü
Osmanlı askeri olarak Libya’ya gidip Şeyh Senusi’nin direnişine katılır.
Cephede
Teşkilat-ı Mahsusa üyesi Kuşçubaşı Eşref Bey’le tanışır. Uzunca boylu, iri
cüsseli ve cesur olan Zenci Musa, Eşref Bey’in dikkatini çeker. Sonraki
yıllarda “Kuşçubaşı Eşref’in emir eri olma şerefine nail olduğum andan itibaren
Çerkez Komutanımı babam bildim.” diye bahsedeceği Kuşçubaşı Eşref’in emir eri
olur.
1912 yılında Balkan Harbi çıkınca maiyetine
girdiği komutanıyla birlikte cepheye gider. Batı Trakya Cumhuriyeti’nin
kurulduğu, Edirne’nin geri alındığı cephede komutanının âdeta gölgesi olur.
Canhıraş çarpışır, devleti için mücadele eder.
Balkan Savaşları henüz bitmişti lakin 1914
yılında tüm dünya milletlerini etkileyecek olan I. Dünya Harbi patlak
veriyordu. Devletimiz istemese de 4 yıl sürecek uzun bir savaşın içerisinde
buldu kendini. Yorgun, bitkin ve büyük kayıpları olsa da Osmanlı, Çanakkale,
Kafkasya, Filistin, Kanal ve Hicaz cephelerinde işgal devletlerine karşı var
gücüyle savaşıyordu. Çanakkale’de korkusuzca savaşanlar arasında Zenci Musa da
vardı. Çanakkale Savaşı bitmiş, zafer kazanılmıştı ancak vatan için görev devam
ediyordu.
HAMAL 1: I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı
Genel Kurmay Başkanı Enver Paşa bir gece yarısı Teşkilat-ı Mahsusa’nın son
lideri Kuşçubaşı Eşref’i evinde ziyaret eder. Mezkûr cepheler ile verilen
görevlerde vazifesini büyük bir başarıyla ifa eden ve bir Osmanlı ajanı olarak
hemen her şeyden haberdar olması münasebetiyle kendisine, kuşların dilini
biliyor ki her durumdan haber alıyor düşünceleriyle “Kuşların Şeyhi” lakabı
takılan Kuşçubaşı Eşref Bey’e, “İngilizler Kuzey Arabistan’ı ele geçirdiler.
Oradan da yavaş yavaş yukarıya doğru ilerleyip Filistin topraklarına sızıyorlar.
Biz bunları yukarıdan püskürtmeye çalışıyoruz. Fakat İngilizleri güneyden de
vurmadıkça savaşı kontrol altına alamayız. Güneyde bulunan kolordumuzda yeteri
kadar askerimiz mevcut değil lakin bizim gibi düşünen, bizim gibi hisseden,
bizim gibi vatan sevdalısı olan Yemenliler var. Oralarda olan askerlerimize ve
Yemenlilere yardım etmemiz gerekiyor ki bir an evvel toparlanıp; hem isyan eden
Şerif Hüseyin birliklerini dağıtsın hem de İngilizleri geri püskürtmeyi
başarsın. Onların derlenip toparlanması için gereken parayı gönderecek olan da
yine biziz. 300 bin altın hazır. Para buradan, İstanbul’dan gidecek.” der Enver
Paşa.
HAMAL
2: Eşref Bey bir an şaşırır. Enver Paşa’nın gözlerinin içine bakarak, “Nasıl
gidebilir ki bu altınlar Yemen’e? Yemen’le İstanbul arasındaki Orta Doğu işgal
altında. Medine’de Fahrettin Paşa canhıraş direniyor, nasıl gidebilir, kim
götürebilir bu parayı Yemen’e?” Enver Paşa’nın cevabı hazırdır: “Bu parayı sen
götürebilirsin Kuşçubaşı Eşref.”
Kuşçubaşı Eşref, Arap yarımadasını iyi bilmesi,
aşiretleri tanıması, Arapçasının mükemmel derecede olması hatta kabile kabile
şiveleri ihtiva etmesinden dolayı evvela emir eri Zenci Musa’yı ve Teşkilat-ı
Mahsusa’dan güvendiği 70 kadar adamını toplar. Altınlar her birine dağıtılır ve
kendisi de bir Arap edasıyla kılık değiştirir. İki ayrı kola ayrılarak
Medine’de buluşmak üzere yola koyulurlar ve sözleştikleri gibi bir sorun
yaşamadan Medine’ye ulaşmayı başarırlar. Fahrettin Paşa, Eşref’e, “Medine’den
bir adım dahi dışarı çıkamazsın çünkü İngiliz istihbaratı 300 bin altınla sizin
Yemen’e gittiğinizi öğrendi. Sizi ben ordumla Hayber’e kadar götürürüm.
Hayber’de ordumla uğurlarım ancak sizi orada bıraktığım anda, daha birkaç
kilometre dahi ilerlemeden kuşatırlar.”
ESNAF 1: Eşref Bey, “Neye mal olursa olsun bunu
yapacağım.” der ve Fahrettin Paşa’nın ordusuyla Hayber’e giderler. Hayber’den
dışarı çıkalı daha 10 kilometre olmadan Cembele mevkiinde 25 bin kişilik
İngiliz-bedevi birlikleri Eşref Bey ve adamlarının etrafını kuşatırlar. Burada
bir gün bir gece son neferine kadar çarpışırlar fakat en sonunda başına aldığı
bir darbe ile yaralanan Eşref Bey esir düşer. Kendisi küçük düşürülmek için
yayan ve perişan bir vaziyette yürütülerek Edward Lawrence’in içinde bulunduğu bir
çadıra götürülür. Eşref İngilizler’e başlarına 100 yıllık bela saracaklarının tehdidinde
bulunur. (İRA)
Ancak Eşref’in adamlarından iki kişi altınları
develere yüklemiş hâlde kaçmayı başarır. Çünkü Kuşçubaşı Eşref kendisini yem
etmiş, emir eri Musa’yı görevlendirerek çöle göndermiş ve her ne olursa olsun
Yemen’e ulaşmasını emretmişti. Altınların kaçırıldığını anlayan İngiliz
kuvvetleri Zenci Musa ve arkadaşlarının peşine düşmüş ancak ne Musa’yı ne de
arkadaşlarını yakalamayı başarabilmişlerdi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra
Zenci Musa altınlarla birlikte Sana’ya ulaşmayı başarır.
ESNAF
2: Altınların teslimi sırasında görevini yapmanın mutluluğu fakat komutanının
esareti sebebiyle yaşadığı üzüntüyle Ali Sait Paşa’ya buruk bir ses tonuyla,
“Çok şükür başardık fakat Eşref Bey’imizin düşman eline düşmesine engel
olamadık.” der.
12 Ocak 1917’de gerçekleşen bu olay London Times
Gazetesi’nde sekiz sütunla manşetten verilir. İngilizlerden kaçarak 300 bin
altını Ali Sait Paşa’ya teslim eden Zenci Musa artık bütün İngilizler
tarafından tanınmaktadır. Zenci Musa, vatana hizmet aşkıyla büyük bir işe imza
atmış ancak engin bir muhabbet ve sadakatle bağlı olduğu komutanı Eşref Bey’den
de ilelebet ayrılmıştır.
Zenci Musa altınları teslim ettikten sonra yine
gönüllü olarak Yemen’deki direnişe katılır. Büyük kahramanlıklar gösterir fakat
İngilizlere esir düşer. I. Dünya Savaşı’nın bitiminde serbest bırakılır. 1919’a
kadar Yemen’de kalır fakat Millî Mücadelenin başladığını duyar duymaz
İstanbul’a gelir. Ancak ne bir kuruş parası ne de kalacak bir yeri
vardır.
SAİD:
Üstad bu Musa senin şiirlerinde yer verdiğin Asım’ın Nesli olmaya…
BABANZADE:
Müstefid olduk canım arkadaşım Akif, anlattıklarından. Lakin artık bizim
görüşmemizi icap ettiren önemli konumuza geçelim. Musa’nın ki gibi ne
hikayelerimiz, Musa gibi ne kahramanlarımız var bizim. Birbirlerimize üzülecek
anımız yok. Düşman artık fiili işgalden kültürel işgale de meyletti. Bir beka
sorunuyla da karşı karşıyayız. Acilen karşı durmamız gereken hususlar var,
onları konuşalım diye bir araya geldik.
SAHNENİN
SAĞ TARAFINDAYIZ
GENERAL:
Yüzbaşı Bennet… Söylediğimi yaptınız değil mi? Müslümanların kanaat
önderlerinin çocuklarına musallat olacaksınız. Onları değişik alışkanlıklara
bulaştıracaksınız. Rol modellerini gözden düşüreceksiniz.
YÜZBAŞI:
Evet efendim. Sömürge bakanımız Glagstone’nin dediği gibi “Hristiyanlar gibi
yaşayan Müslümanlar elde etmek” için
elimizden geleni yapıyoruz. Ayrıca… İstanbul’a giriş ve çıkış yapacak
olanlara vize işlemi de başlattık efendim. Bizden izin almadan kimse İstanbul
dışına çıkış yapamaz.
GENERAL:
Unutma Bennet…Türkiye Türklere bırakılamayacak kadar mühim bir ülke.
Onları silahla savaşarak alt
edemeyeceğimizi gördük Çanakkale’de, Kut’ül Amare’de… Müttefikleri Almanlar
cephede kaybettiler diye yenik sayıldılar Türkler. Hoş, biz Kudüs’ü aldığımızda
bizimle birlikte sevindi müttefikleri. Onun için İstanbul’da bulunduğumuz süre
içinde…Onların gelecek nesillerini, ahlâka aykırı telkinlerle bozup yozlaştırmalıyız.
Aile hayatını yıkmalı. Onlara baskı kurmalı, azınlıkları Ermenileri, Rumları
kışkırtıp üste çıkarmalıyız. Sanatı zayıflatarak, edebiyatı müstehcen ve şehevî
hale sokmalıyız. Toplumun değer verdiği kutsalları, hürmeti yıkmalı, hürmetle
anılan kimseler hakkında rezilâne olaylar uydurmalıyız. Hudutsuz bir lüks, baş döndürücü modalar icat
etmeli, çılgınca israfı desteklemeli, herkesi borçlandırmalıyız. Kalabalıkların
vakitlerini eğlencelerle, oyunlarla oyalamalı, herkes düşünmekten alıkonulmalıdır.
Aşırı-marjinal görüşlerle, halkın fikirleri zehirlenmeli, gürültü ve
kargaşalıklar çıkarılmalıdır. Genel hoşnutsuzluklar meydana getirilmeli, sosyal
sınıflar arasına kin ve güvensizlik sokmalıyız. Saçma fikirler ortaya atarak,
halkı uygulanması imkânsız yollara sevk
etmeli, onları boş hayallerle oyalamalıyız.Hayat pahalılığını sürekli azdırmalı
ve lüks tüketim yaygınlaştırılmalıyız. Türklerin kaderi artık elem, ızdırab ve
yoksulluk ve cehalet olmalı…
(Duralar. Az ötedeki Musa’yı fark
etmiştir.
GENERAL: Bu iriyarı zencide kim ola
ki?
YÜZBAŞI: Efendim, Musa derler. Hani şu kuvvetlerimizi atlatıp altınları
Yemen’e ulaştırmayı başaran Sudanlı Zenci Musa var ya, işte o gümrükte hamallık
yapıyor.
(Birlikte
Musa’nın yanına giderler.)
GENERAL:
Selam sana iri adam. Marifetlerini duydum. Senin gibi Afrika kökenli çok
askerim var orduda. Eğer bizimle çalışmak istersen altına boğarım seni. Bu
perişan halinden kurtarayım seni. İstediğin rütbeyi seve seve vereyim sana.
(Musa
heybetli şekilde General’e doğru ilerler. Dibine yaklaşınca adeta kükrer.)
MUSA:
“Komutan, her teklif, herkese yapılmaz. Senin bu teklifin beni ancak rencide
eder. Benim bir devletim var: Devlet-i Osmanî. Bir bayrağım var, o da ay
yıldızlı bayrak. Benim bir tek komutanım var o da Kuşçubaşı Eşref. Ama şunu bil
ki bu iş daha bitmedi. Sizinle mücadelemiz devam edecek.”
(SAHNENİN
SOL TARAFINA GEÇERİZ.)
Devam
edecek…
AKİF:
Evet dostlar. Bir araya gelmemizi gerektiren konuya geçelim artık. Said
İngilizler senin için bir yakalama emri çıkartmışlar. Artık ortalıklarda pek
gözükmesen iyi edersin. Anglikan Kilisesine verdiğin cevap pek hoşlarına gitmemiş
anlaşılan.
BABANZADE:
Bir de yazmış olduğun işgalcilerin aleyhine olan yazıların iyice tedirgin etmiş
onları. Anadolu’nun direnişinden bahsedermişsin. Bir de işgalcilerle işbirliği
yapmaya çalışanları kaleminle yerden yere sokarmışsın!
SAİD:
Görmez misiniz beyler? Özellikle müttefik askerleriyle azınlıkların davranışlarına
bir bakınız; meskenlere el koyuyorlar, Türklere hakaret ediyorlar, değerli
eşyalarını gasp ediyorlardı. Ayrıca halkın, bayrak, ezan gibi kutsal
değerlerine de saldırıyorlar. Posta paketleriyle yurtdışına ‘sikke’ ve külçeler
halinde altın da kaçırıyorlar. Bir de kültürel işgal var ki… İşgali
yalnızca tüfekle yapmıyorlar…
AKİF: Müslüman
gençleri alkole, uyuşturucuya alıştırmak için yapmadıkları fedakarlık yok.
Fuhuş artsın diye neler yapmıyorlar ki?! Bakın kısa zamanda 22 tane sinema
salonu açtılar İstanbul’da; edepsiz filmler çekiyorlar yalnızca bizim
gençlerimize izlettirmek için. Veznecilerde revü kızlarının olduğu eğlence
merkezleri açtılar. Ramazan eğlenceleri adı altında bile, direklerarası gösteri
merkezlerinde yaşanan kepazelikler cabası. Flürye’de plaj da açıldı. Moskof
kaçıp gelen beya
BABANZADE:
Bir yanda bu işgalden kurtulmak adına milli mücadele vermemiz gerekirken diğer
yandan da ahlaki yozlaşmayla da mücadele etmeliyiz. Mazhar Osman gibi dostlarla
da konuştuk Yeşilay adında (Hilal-i Ahdar) bir örgütlenme için harekete
geçmeliyiz. Belki bu İngiliz kafiri vatanı terk eder de lakin bu yozlaşmayla
mücadele etmez isek geride İngilizleşmiş kendi çocuklarımızla karşı karşıya
kalırız.
SAİD:
Öyle ya, inandığımız şekilde yaşamaz isek bir süre sonra yaşadığımız şekilde
inanmaya başlarız. Toplumu dönüştürmenin yolu da gençlerden geçiyor. Gavur
bunun farkında. Gençliğimizi bozmak adına hiçbir fedakarlıktan kaçınmıyorlar.
AKİF:
(Az ötedeki fıçıları gösterir.) İşte şu viski fıçılarının içindekileri Müslüman
gençlerin kursaklarından geçirmek istiyorlar. İstiyorlar ki Müslüman Türk
gencinin aklı başından gitsin de kendilerine gönüllü köle olsunlar.
BABANZADE:
Bir de yetim çocuklarımıza musallat oldular. Onları özellikle Almanya’ya
kaçırıyorlar. Nihayetinde bu evlatlarımızı bir haçlı olarak yetiştirecekler.
SAİD:
Arkadaşlar, bu işgalcilerle mücadele etmek için neşriyata önem vermeliyiz. Hak
yolunda kalem oynatıp hakikati milletimizle paylaşmalıyız. Çanakkale savaşından
teyyareler yalnızca bomba atmadılar. Propaganda içerikli kartpostallar da
saldılar gökyüzünden yeryüzüne. Edebiyatçılar savaşı dahi dediler bu savaşa.
Yazarlarıyla da savaşta saf tuttular.
AKİF:
Hak batıl mücadelesi bu. Kıyamete kadar bitmeyecek. Onlar davalarından milim
şaşmazlar. Biz de gafletimizle, cehaletimizle adeta destek veririz onlara. El altından
kurdurdukları “İngiliz Muhipler
Cemiyeti” nde İstanbul alimlerinin yarıdan fazlası varsa durum cidden ciddi. Vatanı
savunmak için saf tutanlara isyancı deniliyorsa varın işin vehametini siz
yorumlayın. Fedailere ihtiyacı var artık vatanın!
SAİD:
Elbette şu meşakkatli günlerde dahi ümitvar olunuz. Şu istikbal inkilabı içinde
en gür sada İslam’ın sadası olacaktır. Yeter ki evladlarımıza sahip çıkalım.
Evladlarımızı ihmal edersek geleceğimizi imha ederiz.
AKİF:
Bana müsaade. Yeşilay’ın kurulmasının kararını aldığımıza göre benim yola revan
olmam gerek. Anadolu’ya geçeceğim. Milleti irşad etmeliyim. Millet yıllardır
süren savaşlardan bitkin ve bezgin düştü. Moral vermeliyim. Herbir karışını
dolaşmalıyım istiklal savaşımız için Anadolu’nun.
BABANZADE:
Allah bütün ümmet-i Muhammed’in yar ve yardımcısı olsun. Hassatende sen de
yardımcın olsun kardeşim.
AKİF: Son
kez Musa’ya da bir uğrayayım da helalleşeyim bari. Gönül koymasın.
(Akif
Musa’nın yanına gider.)
AKİF:
Selamun aleykum Musam!
MUSA:
Aleykumselam. Bana uğramazda gidersin diye içerlemiştim beyim. (Öksürür.)
AKİF: Hay
Allah bak yine acı acı öksürürsün.
MUSA:
Geçer beyim sen beni düşünme!
AKİF: Gel
bir tabibe götüreyim seni de aklım sen de kalmasın. Birazdan yola revan
olacağım. Anadolu’ya geçeceğim.
MUSA: Ben
de gelmek isterdim beyim senle! Lakin…(Öksürüğü artar. Yere doğru yığılır. Akif’in
kollarındadır.)
AKİF:
(Bağırır.) Bir araba bir araba bulun çabuk. Musamı hastaneye kaldıralım.
MUSA: Yok
beyim yok. Beni Özbekler Tekkesine götürün. Sevgiliyle buluşmam ordadır. (Kendinden
geçer. Akif’in haykırışı yankılanır.)
AKİF: Musaaaaaaa!
1. PERDE SONU
2. 2. PERDE
(Bütün
öğrenciler İstanbul Üniversitesi’nin önünde beklemektedirler. Bir huzursuzluk
içindedirler. Sebebi Akif’in vefat haberidir.)
1.ÖĞRENCİ:
Duydunuz mu ahali?! İstiklal marşımızın şairi Mehmet Akif vefat etmiş. Cenazesi
Beyazıt camiinden kaldırılacak.
2.ÖĞRENCİ:
Duyduk! Lakin hiçbir erkan katılmayacakmış cenazeye!
1.ÖĞRENCİ:
Olsun biz millet olarak kaldırırız cenazemizi. Asım’ın Nesli burada. Hemen bir
bayrak getirin, cenaze geldiğinde naaşına saralım üstadımızın.
2.
ÖĞRENCİ: Müsterih olunuz! Onun adı her sabah ve her akşam, Türk İstiklâl Marşı genç göğüslerden
gür bir ses dalgası halinde ufuklardan ufuklara yayıldıkça, milletin
sevgisinden örülmüş bir ebediyet halesi içinde yaşayacaktır.
3.
ÖĞRENCİ: O Akif ki istiklal harbinde bu milletin manevi lideri idi. Vefasızlık
gösteremeyiz. O ki Allah bu millete bir daha istiklal marşı yazdırmasın diye
milletinin derdiyle dertlenen biri değil miydi?
4.
ÖĞRENCİ: Ayrıca
yazdıklarıyla hayatı arasında tam bir uyum olan ve buna aykırı davranışları
affetmeyen bir karakter abidesi olarak bilinen Akif bu milletin yüz akıdır.
5.
ÖĞRENCİ: Yazmış olduğu İstiklal marşı için takdir edilen ücrete tenezzül
etmemiş her kuruşunu hayr derneklerine bağışlamıştır. Üzerinde giyecek paltosu
bile olmamasına rağmen hem de…O ki Teşkilat- ı Mahsusa O’nu Berlin’e görevli
gönderdiğinde arkadaşlarına olan ikramını cebinden ödemişti. Asla milletin
imkanlarına el uzatmamıştı.
6.
ÖĞRENCİ: Akif’i unutturmamalıyız gelecek nesillere. Ondan ilham alacak çok
şeyimiz var.
7.
ÖĞRENCİ: Ney üfleyen, yüzme, gülle, güreş ve uzun yürüyüş gibi sporlara
meraklı, hoşsohbet, çevresindekilerle şakalaşmayı seven, zeki ve nüktedan bir
insan olan Mehmed Âkif, kendisini yakından tanıyan dostları arasında verdiği
sözleri her şartta tutmasıyla tanınan bir kişiydi. Nitekim Baytar Mektebi’nde
okurken bir arkadaşı ile, birinin önce ölmesi halinde diğerinin onun
çocuklarına bakacağına dair sözleşmeleri buna örnektir. Yirmi yıl sonra Âkif,
geçim sıkıntısı içindeyken bile sözüne sadık kalarak vefat eden arkadaşının
çocuklarını evine almış ve kendi evlatlarıyla birlikte okutup yetiştirmiştir.
8.
ÖĞRENCİ: Siyasetle
ilişkisi olmamış lakin toplumsal olaylara asla kayıtsız kalmamıştı merhum. Öyle
ki Meşrutiyetin
ilanından 10 gün sonra daha önceleri gizli bir cemiyet olarak faaliyet gösteren
ve daha sonra partileşecek olan İttihat ve Terakki Cemiyetine üye olmuştu.
Ancak Akif, cemiyete üyeliğe girişin gereklerinden biri olan “Cemiyetin bütün
emirlerine,kayıtsız şartsız itaat edeceğim” şeklindeki yemindeki “kayıtsız
şartsız itaat “kısmına itiraz eder ve sadece iyi ve doğru olanlarına şeklinde
düzeltilmesi şartıyla yemin edebileceğini söylediğinden cemiyet yeminini
Akif’le değiştirmişti.
9. Mehmed Âkif’in inanç
dışında bir dünya düzeni olarak ele aldığı İslâm’ı daima çağındaki meselelere
en isabetli çözümler üretecek şekilde takdim etmesini de unutmayalım. Dinin
cevherinde olan ebedîlik dünün, bugünün olduğu kadar yarının insanına da hitap
etmeyi gerektirir. “Böyle gördük dedemizden” demenin mânası yoktur. “Doğrudan
doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı / Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” gelecek
nesiller içinde bir klavuz olmalıdır.
5.ÖĞRENCİ:
Dindar Akif bize güzel bir örnektir. Ezanın yasaklanıp da Türkçe ibadet
saçmalığına düşüldüğünde Kuran Tercümesi isteyenlerin niyetlerine hizmet
etmemek için yazmış olduğu çalışmanın basımını bile men etmişti.
4.ÖĞRENCİ:
Dünyada çekmediği eziyet mi kaldı? Ailesi bile perişan oldu. Yıllarca yurdundan uzak kaldı. Dün gece
Beyoğlu’nda Said Halim Paşa’nın misafiri olarak kaldığı Mısır Apartmanında Hakk’a
emanetini teslim etti.
1.
ÖĞRENCİ: Akif’i anlatmakla bitiremeyiz. Lakin gözümüzü açtık ‘Avrupa
medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa efkâr-ı umumiyesi’
nakaratından başka bir şey işitmedik. Kiminin adaleti, kiminin hamiyeti,
kiminin dehası, kiminin ilerlemesi kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz
doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini, bilmeyenlerimiz tercümelerini
okuduk. Biraz da Akif’i anlamaya gayret edelim.
2. ÖĞRENCİ: Zağanos Paşa Camiinde, Hacı Bayram Camiinde,
Nasrullah Paşa Camiinde söylediklerine bir kez daha bakalım. Safahat isimli
eserini mutlaka okuyalım, okutturalım.
3. ÖĞRENCİ: Akif ne diyordu; “Avrupalıların ilimleri, irfanları,
medeniyetteki, sanayideki ilerlemeleri inkar olunur şey değildir. Ancak
insaniyetlerini, insanlara karşı olan muamelelerini kendilerinin maddiyattaki
bu ilerlemeleriyle ölçmek katiyyen doğru değildir. İddiam odur ki; heriflerin
ilimlerini, fenlerini almalı fakat kendilerine asla inanmamalı, asla
kapılmamalıdır.”
4.ÖĞRENCİ: “Bu sömürgecilerin bütün insanlara bilhassa Müslümanlara karşı
öyle kinleri, öyle düşmanlıkları vardır ki, hiçbir suretle sakinleştirmek imkanı
yoktur. Seküler ya da laiklik görüntüsüyle güya dinsiz geçinirler. Hürriyeti
vicdan diye kainatı aldatıp dururlar. Hele biz Müslümanları, biz şarklıları
taassubla itham ederler dururlar! Heyhat, dünyada bir müteassıb / yoz-yobaz
millet varsa Avrupalılardır, Amerikalılardır. Taassubdan hiç haberi olmayan bir
millet isterseniz o da bizleriz.” İşte bize millet olma şuurunu veren Akif’i
elbette ahret yolculuğunda yalnız bırakamayız!
5.ÖĞRENCİ: Cenaze gelinceye kadar hep beraber milli şairimizin
kaleme aldığı İstiklal Marşını söylemek üzere davet ediyorum.
(İstiklal Marşı okunur.)
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
‘Medeniyet!' dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va'dettigi günler hakk'ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri ‘toprak!' diyerek geçme, tanı:
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na'şım;
O zaman yükselerek arsa değer belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, hakk'a tapan, milletimin istiklal!