-BİR YAPAY ZEKA ÇAĞI HİKAYESİDİR-
DİJİMOTHER
VE YAVRUSU MENDO
İstanbul’un ara
sokaklarından geçip gider seksen model bir minübüs. Fonda dönemin arabesk
şarkıları… Şoför desen adeta Çiçek Abbas filminin Şakir’i. Minübüsün tek
yolcusu 9 yaşlarındaki Mendo’dur. Bir de hostes bulunmaktadır yolcu olarak
minübüste. Mendo okuldan dönmektedir. Yani minübüs Mendo’nun okul servisidir.
Bir süre
sonra minübüs 80 katlı bir kaç
gökdelenin bulunduğu sitenin önünde durur. Şoför “Geldik efendim” diye
seslendiğinde Mendo elinde çekmiş olduğu tesbihi kolej montunun cebine koyar.
Okul çantasını omzuna atar. Hostes Mendo’yu araçtan indirir ve sitenin
güvenliğine teslim eder.
Bir başka
görevli gelir Mendo’yu nizamiye kapısından alır, binanın asansör kapısına kadar
ona eşlik eder. Asansör açıldığında bir başka görevli ile de Mendo’nun asansör
yolculuğu başlar. Hoparlörden minübüsteki arabesk müzik devam etmektedir.
Nihayet
yolculuk biter. Mendo artık oturdukları dairenin kapsındadır. Ses, parmak izi,
retina kontrolü gibi ayrı ayrı güvenlik aşamalarından sonra çantasından
çıkardığı klasik bir anahtarla kapıyı açar. İçeri girdiğinde attığı her adımla
otomatik yanan ışıklar kendini takip eder. Bir ses karşılar kendisini. “Hoş
geldiniz beyefendi. Dersleriniz nasıl geçti? Umarım her şey gönlünüzce
geçmiştir.”
Evin her
yanı elektronik, dijital eşyalarla donanılmıştır; hani akıllı ev kabilinden.
Çantasını
çalışma odasına bırakır. Bir ses; “Küçük bey okuldan yeni geldiniz. Biraz
dinlenin, yemeğinizi yeyin…Unutmayınız yarına hazırlamanız gereken bir ev
ödeviniz bulunmaktadır. Yapmayı unutmayınız!”
Banyoya
girer. Bir ses; “Küçük bey! Bugün okulda tam şu kadar kalori harcamışsınız.
Okulda koşturup şu kadar terlemişsiniz. Vücudunuzda ölü hücre birikimi oluşmuş.
10 mg şampuanla 3.5 litre su harcayarak temizlenmelisiniz. Banyo sonrası masaj koltuğuna oturmalı, kan
dolaşımını da düzene koymalısınız!”
Elini yüzünü
yıkar Mendo, kurulandıktan sonra da mutfağa yönelir. “Daha sonra yıkanırım
Dijimother, belki yatmadan önce!”
Yine bir
ses; “Küçük bey mevsimsel kriterleri de göz önünde bulunduracak olursak bugün
için damak zevkinize uygun bir akşam yemeği menüsü hazırlıyorum. 30 dakikaya
kadar hazır olur.”
Mendo bir
koltuğa uzanır. “Dijimother, annemi bağla lütfen!” Seslendiği evin yapay zekası
bilgisayardır. Koltuğun tam karşısındaki büyük ekran açılır.
“Oğlum! Ben
de seni arayacaktım. Nasıl geçti günün? Derslerin nasıl?”
Ekrandaki
görüntü Mendo’nun annesi Merve Hanımdır. Kendisi işi icabı bir süreliğine yurt
dışındadır.
“Ne zaman
dönüyorsun anne. Seni çok özledim.”
“Ben de seni
özledim Mendo. Dijimotherine komut vereyim de sana biraz sevgi hormonun için
tabletlerine element eklesin. Biraz durulursun. Çok kısa zamanda da yanında
olacağım.”
Uzun bir
telefon görüşmesi değildi hasret içindeki ana oğul için.
“Dijimother
yemeğe beş kala beni uyandır mısın?”
Sonra da
sıza kaldı koltukta Mendo. Bir süre sonra gözlerini açtığında başında dikili
duran hizmetçileri Lili’yi gördü. Uzakdoğuluydu o. Ama Uzakdoğu’nun
neresindendi işte onu tam bilemiyordu,
Çinli miydi, Filipinli miydi? Çokta önemli değildi, sevecen ve becerikli bir
hizmetli olması yeterliydi onun için. Mendo bir yandan gözlerini ovuşturmakta
diğer yandan da uyurken üzerini örten
Lili’ye kulak vermeye çalışıyordu.
Usulca
kalkıverdi koltuktan. Sonra mutfak masasına yöneldi. Tabağına baktı. Rengarenk
tabletler bir düzen içinde tabağına dizilmişti.
Lili
“Biliyorsun şu sarılar mineraller, maviler vitaminler, kırmızılar proteinler…”
diye konuşurken sözcünü kesti. Mendo “Nolur Lili, yemek isimleriyle söyle şunları.
Sarı ezo gelin çorba, mavi zeytinyağlı dolma, kırmızı tavuk şinitzel diye…Bu
haplar iştahımı kaçırıyor Lili”
“Hap değil
yemek onlar!”
Lili
Mendo’nun yanında askıda duran serumu bir yandan da koluna bağlamaya
çalışıyordu. “Tatlı olarak C vitamini…Pardon Portakallı Pankek alacaksın yemek sonrası.”
“Yemeğimi
yerken TV de biraz çizgi film izleyebilir miyim?”
Henüz çizgi film
yeni başlamıştı ki Mendo’nun cep telefonu çaldı. Arayan okuldan arkadaşı Pi314’tü.
“Tam
zamanında aradın Pi” dedikten sonra bilinmeyen bir dilde konuşmalarına devam
ettiler. “İyi ki bu dili geliştirdik aramızda. Dijimother programında olmadığı
için ne konuştuğumuzu anlamıyor. Korkarım yalnız, uzun sürmez…Dilimizi
çözebilir. Bu hafta değişiklikler yapalım. “
Pi “Ara
demiştin aradım.” Mendo “Tam zamanında…Lütfen bana dışarıdan bir Adana Kebap
söyler misin? Yanında da acılı şalgam…”
Arkadaşların
telefon konuşmasına Lili şaşkınca bakıyordu.
“Dijimother,
çocuklar hangi dilde konuştular söyler misin?”
Yapay zekanın
cevabını beklemeden gülümseyerek ortamı yumuşatmaya çalıştı, Mendo. “Benim ders
çalışmam lazım.”
Çalışma
odasına geçen Mendo masasındaki bilgisayarını komutla açtı. Ödev hazırlama diye
bir yazılımı devreye soktu yine ses komutuyla.
“Bay
bilgisayar. Ödevimin konusu “Türk tarihinin son 70 yılı. Ne yapmamı önerirsin?”
“Mendo bu
konuyu 7 ayrı bölümde çalışabiliriz. !950 yılından başlayalım derim. Her 10
yılı ayrı ayrı dosyalandıralım. Ama önce bir tavsiyede bulunayım. Sana
vereceğim bilgiler internet ortamındaki bilgilerden ibaret olacaktır. Bu konuda
öncelikli olarak dedenden yardım almanı öneririm.”
Mendo içerde
bulunan Lili’ye seslendi. “Dedem uyuyor mu?”
“Hayır!”
cevabı üzerine dublex olan evin alt katına yöneldi. “Dede, dede!” diye
sesleniyordu bir yandan da.
Tekerlekli
sandalye’de bitkisel bir durumda olan dede’nin yalnızca yüzünde canlılık
alameti vardı. Bir de dikkat çeken sağ kolundaki kırmızı saatti. Onun dışındaki
her şey donuktu. Gözlerindeki şefkat dolu bakışlarla karşıladı
torununu. Cevabını ise hemen sandalyesinin önündeki ekrana bağlı bilgisayarla
verdi ihtiyar. “Hoş geldin. Bir selam sabah yok mu? Hah hah ha!” Dijital sesin
çıkardığı kahkaha bile sevgi doluydu.
“Dede dersim
var. Bana yardımcı olur musun?”
O sırada
evin zili çaldı. Bu gelen vermiş olan siparişi getiren olmalıydı. Kapının
açılmasıyla yukarıdan gelen gürültüyle ürktü, Mendo.
Dedenin
odasındaki Dijimother’in kumanda merkezine yöneldi. Bir koltuğa oturdu.
Yukarıdan gelen gürültü Lili’nin zor durumda olduğunu gösteriyordu.
“Dijimother,
lütfen bana döğüş programı yükle. Sadece rakibi etkisiz hale getirecek formatta
olsun lütfen!”
Üç dakikalık
bir bekleyişten sonra kafasındaki kaskı çıkardı. Soluk alma sürecinde de
kendini bir anda üst katta buldu Mendo. Ortalık darmadağınıktı. Üç yabancı
iriyarı kişi evlerindeydiler. Bunlardan biri yerde baygındı; Lili onu
haklamıştı. Diğer ikisi ise Lili’yi alt etmenin derdindeydiler.
Mendo adeta
bir profesyonel bir döğüşçü gibiydi, Lili’nin yardımına yetişmişti. Kısa süre
sonra evin salonunda baygın durumda üç adam sere serpe yatıyordu.
“Ne
yapacağız bunları?” diye sordu Mendo. “Polis çağıralım!”
“Polis
olmaz!” dedi Lili.
“Önce
hafızalarını silelim. Burayı, buraya neden geldiklerini unutturalım.” Sonra da
her birinin başına geçirdiği kaskla sırasıyla işleme tabi tuttu yabancıları.
Bir yandan da düşünüyordu: “Kim bunlar? Kim gönderdi bunları? Neden
gönderdiler?”
Asansöre
kadar taşıdı adamları Lili yaptığı işlemden sonra. Zemin düğmesine bastıktan
sonra da yabancıları yolcu etti.
Bakıcı Lili
ve Mendo tam kapıyı kapatmak üzerelerken bir ses “Kebap siparişi sizin miydi?”
diye seslendi.
Mendo’da
iştah kalmamıştı.
Olayın
şokunu atlattıktan sonra alt kata dedesinin yanına indi. Dedesi ayakta
kendisini karşıladı.
“Dede! Sen,
sen…”
“Evet Mendo!
Gelen insanlarla senin ödevin arasında bir bağlantı var.”
Lili’de
yanlarına inmişti.
“Size bunu
açıklayacağım. Ama önce buradan uzaklaşmamız lazım!”
***
Mendo’yla
Lili dışarı çıkmak için hazırlıklarını yaparlarken dede telefona sarılmıştı.
Birilerine heyecanla talimat veriyordu.
“10 dakikaya
garajda olun!”
Kısa süre
sonra garaja indiklerinde kendilerini bekleyen Togg marka arabayı çalışır halde
buldular. Şoför makamında Mendo’nun servis şoförü oturmaktadır; Orhan. Bir de
servis hostesi; Şükran.
Araç gökdelenin
otoparkından kısa sürede ayrılır ve İstanbul dışına doğru yola çıkar. Yavuz
Selim köprüsü üzerinden yolculuk Anadolu’yadır. Aracın bagajına yerleştirilmiş
değişik tasarımlardaki bavullarda merak uyandırmaktadır. Dede kim bilir neler
doldurmuştur bavullara; Akif Dede.
***
Bir süre
sonra Togg şarz olmak için bir istasyonda mola verir. Yolcularda dinlenmek ve
ihtiyaçlarını gidermek için lokantaya doğru yol alırlar. Mendo gruptan ayrılıp
tuvalete doğru yönelirken cep telefonu çalar. Arayan okuldan arkadaşı Pi314’tü.
O ülkenin en önemli yazılım mühendislerinden birinin oğluydu. Adam oğluna böyle
bir ismi uygun görmüştü. Sanırım matematiğin sihirli rakamı Pi sayısına izafen böyle
bir ismi seçmişti.
“Naptın,
yedin mi kebabı?”
“Ne kebabı?
Ayvayı yedik Pi!”
“Hayrdır!”
“Ben de ne
olduğunu anlamadım ki? Evimizi kötü adamlar bastı. Biz de orayı terk ettik.”
“Şimdi
neredesiniz?”
“Bilmiyorum.
Dedemle birlikte yoldayız.”
“Senin deden
engelli değil miydi?”
“Çok uzun
uzun anlatmam lazım. Şimdi sırası değil. Müsait olunca ben seni ararım.”
“Meraklandım
şimdi. Kısaca anlatsan…Nerdesiniz peki, nereye gidiyorsunuz?”
“Kapatmalıyım…”
Mendo
tuvalet ihtiyacını gördükten sonra ekibin yanına döndü. Akif Dede konuşmadan
bakışlarıyla torununa gecikmesinin nedenini sordu.
“Şey…Dede
arkadaşım aradı da…”
Elindeki
telefonu dedesine göstermesiyle dedenin telefonu torunundan hışımla alması bir
oldu. Telefonu açtı, içinden sim kartı çıkardı. Ayaklarının altına alarak da
kırdı telefonu.
“Ben evden
çıkmazdan önce herkesin telefonunu toplamıştım. Kim verdi bu telefonu sana?”
“Dün
arkadaşım Pi hediye etmişti dede.”
“Başka ne
zaman konuştunuz telefonda?”
“Sadece bir
kez? O da eve yabancılar gelmezden önce? Kebap söylemiştim.”
“Durum
anlaşıldı” diye söylendi. “Demek Dijimother’i böyle atlattın? Peki arkadaşınla
hangi lisanda konuştunuz ki dijimother konuştuklarınızı çözememiş.”
“Pi’le yakın
zamandır kimsenin bilmediği bir dili çalışıyorduk. İkimizin arasında özeldi.
Pi’de babasından öğrenmiş bu dili.”
Akif Dede
öfkesini bastırmaya çalışıyordu. Kendince söylendi. “Herşeyi kontrol altına
aldığımı sanıyordum. Yanılmışım. Mendo’nun okul arkadaşlarını gözden
kaçırmışım. Çocuktur deyip geçmişim…Hay Allah!”
Ekibe
seslendi. “Haydi yemeklerinizi bitirin, yola çıkıyoruz.”
Herkesin
önündeki tabaklarda rengarenk tabletler bulunuyordu; üçer-beşer. Yalnızca
Akif’in önündeki tabakta henüz bitirmiş olduğu kurufasülye ve pilavdan arta kalanlar
vardı.
Hemencecik
arabaya bindiler. Arabanın yönünü şoför geldikleri yöne çevirdi. Bir süre
geldikleri yöne doğru yol aldılar. O esnada bir helikopterin kendilerini
yukarıdan takip ettiklerini fark ettiler. Helikopter araçlarına kadar
alçalmıştı. Ta ki yolcularımız bir yan yola çevirdiler arabanın istikametini.
Ormanlık bir alanda birkaç saat yol
aldılar. Peşlerindeki helikopter izlerini kaybetmişti. Yol her bir kilometrede
engebeli bir hal alıyordu. Nihayet önlerine akıntısı yoğun bir dere geldi.
Orhan
“Efendim, hesaplamalarıma göre dereyi geçebiliriz diye düşünüyorum.”
Akif “O
halde ne bekliyorsun, sür arabayı…Çok oyalandık. Bir an önce varacağımız yere
ulaşmalıyız.”
“Ancak…Araçta
ağırlık var!”
Aynı anda
Şükran ve Lily “Biz ineriz” dediler. “Aracın arkasına bir halat bağlayalım.
Sonra biz tutunarak karşıya geçebiliriz.”
Dedikleri
gibi de oldu. Araç ve içindekiler zorla da olsa karşıya geçmeyi başardılar.
Lily öncelikli olarak bir ucu araca bağlı diğer ucu derenin karşısındaki ağaca
bağlı halata tutunarak karşıya geçmeyi zorda olsa başardı. Ancak Şükran ne
yazık ki başaramadı karşıya geçmeyi. Halattan kayıverdi elleri ve azgın sulara
kapılarak kısa sürede gözden kayboldu. Şükran suya düştüğünde garip bir şekilde
cızırtıların çıktığı da fark edilmişti.
***
Yapabilecekleri
bir şey yoktu. Yollarına devam etmeliydiler; menzilini yalnızca Akif’in bildiği
yola. Bazen ana yola çıkıyor, istasyonlarda arabalarını şarz ediyor tekrar
arayollarda kayboluyorlardı.
Bir süre
sonra sık ağaçların arasında önlerine çıkan bir engel sonrası araba durdu.
Orhan eline aldığı kumandaya dokundu. Önlerindeki sarmaşıklarla örtülü yükselti
aralanmaya başladı. Burası bir garajdı. İçeri arabayla girmelerinden sonra
garajın kapısı açıldığı gibi yavaşça kapandı.
Akif önce
indi arabadan. Arabanın bagajına yöneldi. “Herkes insin arabadan ve bagajı
boşaltalım. Yolumuz henüz bitmedi.”
***
Şükran’a
geri dönelim. Akıntıda suya bata çıka uzunca bir süre yol aldı. Ta ki suyun
iyice seviyesinin düştüğü bir yerde takatsiz bedeni sahile vurmuştu. Üzerinden
hafifte olsa dumanlar yükseliyordu. İki
el uzandı, kollarından suyun dışına sürükleyerek bir toprak yükseltisinin
üzerine bedenini bırakıverdiler. Hitler bıyıklı, fötr şapkalı biri eğildi
üzerine baktı. Yüzünü evirip çevirdikten sonra yanındaki karanlık dipli iriyarı
adamlara seslendi. “Arabaya götürün.”
***
Yolcular
yüklerini yüklenmiş vaziyette mağara gibi bir alanda yürümeye başladılar. Onlar
yürüdükçe önlerinde sensörlerle komutlanan aydınlatmalar yolda yürümelerini
kolaylaştırıyordu. Taş basamaklardan çıktılar. Nefes nefese kalan Akif’ten
başka kimsede yorgunluk belirtisi görülmüyordu. Nihayet adeta ışıktan bir
perdenin önünde durdular. Hemen yanı başındaki mini bilgisayarın başına geçti
Akif. Önce seslendi “Right has come, wrong has been wasted!” Perdenin
kalktığını mavi ışığın kaybolmasından anlayabilirdiniz. Nihayet dar
koridorlardan, basamaklı yollardan geçtikten sonra yine ışıklı bir kapıyı atlattıktan
sonra büyük bir kapının önünde buldular kendilerini. Eskilerin kale kapılarına
benziyordu. Kapının gıcırdayarak açılmasıyla yolcular gün ışığına
kavuşmuşlardı. Ama gün batmak üzereydi. Yüksek bir tepedeydiler. Baskın ağaç
kümelerine rağmen ötelerden bir kulübenin ışığı fark ediliyordu. Ateşböceğinin
ışığı kadar cılız olsa da havanın alacalığı kulübeyi fark ettiriyordu. Anlaşılan
hedef orasıydı.
Onca yol hiç
konuşulmadan kat edildi. Beklenen an gelmişti. İşte kapının önündeydiler. Akif
kapıyı tıklattı. İçerden bir ses duyuldu. “Kim o!” Cevabı beklemeden de kapı
aralandı. Loş ışık kapıyı açan adamın suratını yalıyordu. Kapıyı açan kişi
tıpkı Akif Dede’ye benziyordu.
“Vakit tamam
mı yani” dedi ihtiyar adam. Sonra buyur etti kapıdakileri içeri. Eşyaları içeri
taşımalarına yardım etti. Kapı kapandığında bir Akif soluk soluğa bir koltuğa
adeta yığılıverdi. “Biraz su ver bana” diyebildi.
***
Dışarıdan gelen ışık kulübenin içinde hüzmeler
halinde adeta dolaşıyordu. Yerden kalkan toz zerreleri odaya esrarengiz bir hal
veriyordu. Akif akşamdan oturduğu koltuğa yığılıp kalmış orada uyuyakalmıştı.
Onun dışındakiler de her biri bir köşede adeta kalakalmışlardı. Akif’in ikizi
ayaktaydı yalnızca. Diğerleri de uyumaksızın gözleri açık şekilde
sessizliklerini koruyorlardı.
Bir süre
sonra Akif’in gözlerinin aralandığını fark eden oda sakinleri hareketlenmeye
başladılar. Mendo dedesinin yanına sokuldu. “Dede annemi aramalıyım. O şimdi
bizi merak eder” dedi sessizce. “Tamam, ararız” diye geçiştirdi Akif torununu.
O esnada Lili odanın bir köşesinde yer alan mutfaktan küçük bir tepside
hazırladığı kahvaltı tepsisini salonun ortasındaki masaya bıraktı. “Efendim
kahvaltınız hazır.”
Akif
kahvaltısını atıştırırken ikizine seslendi. “Kahvaltıdan sonra ikimiz biraz
dışarıda dolaşalım Adnan” dedi. Mendo araya girdi. “Annemle…” Akif torununun
sözünü kesti. “Ararız dedik”
“Orhan,
Şükran…Sizler görevinizin başına”
“Başüstüne
efendim!”
Adnan’la
Akif henüz kulübeden uzaklaşmamışlardı
ki koşturarak arkalarından Mendo yanlarına geldi. “Dede ben de gelebilir miyim
sizinle?” Akif “Geldin zaten torun” dedi gülümseyerek. “Ama az ötemizden yürü.”
Mendo seke
seke ihtiyarlardan uzaklaştı. Akif Adnan’a bakınarak konuşmaya başladı.
“Bundan
yıllar önce İstanbul’da öğrenciydim. İstanbul koca şehir. Bense Anadolu’nun
ücra köşesinden gelmiş uyum göstermeye çalışıyordum İstanbul’a. Vefa’da bir
öğrenci yurdunda kalıyordum. Memleketten mahalle camimizin imamı referans
olmuştu bu yurtta kalmam için. O zamanlar üniversiteler anarşi olaylarından
dolayı karışık. Sağ sol olayları bütün anne babaları uykusuz bırakıyor. Her
anne baba evladından alacağı bir acı haberin endişesi içerisinde. Onun için bir
çok aile çocuklarını gurbete okumaya göndermiyor. Kısa sürede uyum göstermeye
başladım ortama. Yurtta genelde muhafazakar ailelerin çocukları kalıyor. Ben de
onlarla birlikte hareket etmeye çalışıyordum. Lütfen dikkatle dinle beni.”
“Not almamı
ya da söylediklerinizi kayıt almamı ister misiniz?”
“Evet!
Söylediklerimi harfiyen kaydet. Bana bir şey olursa da bu söylediklerimi
insanlarla paylaş, herkes bütün gerçekleri bilsin istiyorum.”
Mendo
ihtiyarların önünde eline aldığı küçük bir dal parçasıyla birlikte mutlu bir
şekilde koşuşturuyordu. Elindeki sopayı sanki elinde bir kılıç varmışçasına
hayali düşmanlarla belki de canavarlarla dövüşüyordu. “Alın size, alın!” Patika
yolun kenarından nazlıca akan derenin şırıltısı eşlik ediyordu Mendo’nun
bağırtılarına. Bir de bir şarkı tutturmuştu; “Yıldızlarda kayar durmaz yerinde,
söner güzelliğin kalmaz yerinde…”
Bir yandan
torununa gülümseyerek bakıyor diğer yandan da konuşmasını sürdürüyordu Akif.
“Derken, bir gün tüm dünyanın tanıdığı meşhur ağırsiklet boks şampiyonu ve
henüz Müslüman olan Amerikalı Muhammed Ali ülkemizi bir günlüğüne ziyaret
edecekti. Aynı zamanda bir bilim insanı olan siyasetçi Necmettin Erbakan’la
buluşacaktı Sultanahmet Meydanında. Bir miting düzenleniyordu. Biz de gençler
olarak oradaydık, meydan hıncahınç dolmuştu. Sonradan öğrendiğimize göre Ali,
havalimanında kendisini karşılamaya gelen ABD Başkonsolosu’nun elini sıkmamıştı.“Siz
bize orada zulmediyorsunuz…Buraya gelince Müslümanların içerisinde bize iltifat
ediyorsunuz” demişti. Mitinge yurt ve okul arkadaşım Kemal Sevi ile
katılmıştık. Orada da okulda bizden bir dönem üstte okuyan Özdemir Bayraktar
ile karşılaştık. Üçümüzün dostluğu uzun yıllar devam etti. Her üçümüzün de ilgi
alanı elektronik üzerineydi.”
Mendo’nun
sesiyle konuşmasını yarım bırakmak zorunda kaldı Akif. Mendo canhıraş bir
şekilde bağırıyordu. “Dede koş hemen buraya!” Kendisi ortalıkta gözükmüyordu.
İki
ihtiyar derenin yamacına inmiş Mendo’ya yukarıdan bakındılar. O ise eliyle bir
şeyi işaret ediyor “Yardım etmeliyiz” diye bağırıyordu. Mendo’nun işaret ettiği
şeye odaklandılar. Gördükleri ayağından yaralanmış bir kurt yavrusuydu. Dört
aylık olabilirdi. Hayvan o kadar halsiz düşmüş ki yanına yaklaşan insanlara
tepki verememişti. Akif hayvanın yanına eğildi. “Sakin ol Mendo. Bir şeyi yok.
Yalnızca ayağı incinmiş ve bir kayaya sıkışmış. Aç kalmış olmalı. Onun için de
halsiz düşmüş.”
Bir
eliyle hayvanı eliyle incelerken Adnan’a seslendi. “Telsizle kulübeyi ara.
Orhan ATV’yi alsın buraya gelsin. Yanına da ilk yardım malzemelerinden alsın.”
“İyileşecek
mi dede?”
Kısa
sürede aracın gürültüsüyla yanlarındaydı. Hayvanı aracın arkasında nazikçe
bıraktılar.
“Haydi
torun, siz Orhan Bey’le kulübeye dönün. Biz arkanızdan geliyoruz. Hayvana
yiyecek bir şeyler verin. Fazla yaklaşmayın, ısırtmayın kendinizi.”
Araç
geldiği gibi gürültüsüyle uzaklaştı oradan.
“Konuşmamız
yarım kaldı Adnan.”
“Dilerseniz
sonra devam ederiz.”
“Hayır.
Fazla zamanımız kalmadı. Belki birkaç gün…”
Kulübeye
doğru ağır adımlarını yönlendirdiklerinde iki ihtiyar konuşmalarına da kaldıkları yerden devam ediyorlardı.
***
“Henüz
Mendo’nun yaşlarındaydım. Daha sonra asılacak olan başbakan Menderes dönemiydi.
Ülke istibdat döneminden henüz çıkmıştı. Devrim yasalarıyla millet canından
bezdirilmişti. Üstüne bir de cihan harbi söz konusuydu. Savaş sonrası dünya iki kutba ayrılmıştı.
Amerika diğer ülke insanlarını yanına alabilmek için yardımlar yapıyordu. İşte
yardım alan ülkelerden biriydi ülkemiz. Hiç unutamadığım da süt tozu
yardımıydı. Teneke kutusuyla elime tutuşturmuşlardı eve götürmem için. Rahmetli
babam allem kalem bunun ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Öyle ya ahırımızda
beslediğimiz birkaç inek, birkaç koyun, bir iki de keçi vardı. Biz sütümüzü
onlardan tedarik ediyorduk. Bu sütün tozu da neydi? Hatta birazını sulandırıp
köpeğimiz Sağır’ın önüne koyduk. Hayvan yememişti. Biz nasıl tüketecektik bu
yardımı?”
Adnan
tasayla başını salladı. “Zor zamanlar yaşamışsınız Akif Bey.”
“Evet…Anlattığım
her şeyi kaydet. Daha fazlasını dijital ajandamda bulacaksın. Bu söylediklerimi
benden sonra insanlarla paylaş…”
Kulübenin
kapısından içeri girdiklerinde ilk fark ettikleri kendine gelmeye başlayan kurt
yavrusu oldu. Mendo sevinçle karşıladı iki ihtiyarı. “Bakın, köpeğim kendine
geldi. Yaşayacak değil mi dede?”
Akif
torununun başını okşadı. “Elbette…Ama o bir köpek değil, bir kurt. Dikkat
etmelisin, o evcilleştirilemez. İyileşsin, tabiata tekrar salarız.”
Mendo
bir anda hem sevindi, hem üzüldü. Köpeği iyileşecekti ama ondan ayrılacaktı.
Bunu düşünmek istemediğinden hemen köpeğinin yanı başına gitti. Ürkerek başına
dokundu. Lili’ye seslendi. “Yemesi için bir şeyler daha hazırlar mısın? Ama
tablet olmasın lütfen.” Lili gülümsedi. “Elimizdeki et konservelerinden birini
açarım. Arif beye yetecek kadar gıda var. Ona burada ayıracak yeterli gıdamız
yok. Bir süre sonra onu tekrar ormana salmalısın. Onu aç bırakmak istemezsin
değil mi?”
Akif
torununa şefkatle seslendi. “Dilersen ona bir isim verebilirsin.” Gözleri
faltaşı gibi açıldı Mendo’nun bu teklif üzerine. Öyle ya o onun köpeğiydi;
pardon kurduydu. Onun bir ismi olmalıydı. “Alaca desek” dedi, hayvanın
renginden dolayı. Bozkurt mu demeliydi yoksa? Neden olmasın? Torununun isme
takıldığını gören Akif “Bir teklifte bulunabilir miyim?” Torununun cevabını
beklemeden “Tarkan” dedi. “Çocukken okumaktan keyif aldığım bir çizgi roman
vardı. Onunda adı Tarkan’dı. Tarkan’ın da bir kurtu vardı. İsmi de yoktu
hayvanın. Üzülürdüm ben de…Eğer bir hayvanın varsa bir adı olmalı. O günlerin
adına bu dostumuzun adı Tarkan olsun.” Mendo bu teklifi kabul etmiş olmalı ki
ses çıkarmadı dedesinin teklifine.
Akif
salonun bir köşesine beraberlerinde getirdikleri eşyaları Adnan ve Orhan’ın
yardımıyla taşıdı. Bavulundan, çantasından çıkardığı aletlerle bir köşe
oluşturuyordu. Elektronik parçalar, kumanda devreleri, ekranlar, klavyelerle
bir kumanda merkezi oluşmaya başlamıştı. Herşeyi hazırladıktan sonra önündeki
ekranın başlatma tuşuna bastı. Ekran açıldığında “Hoş geldin Dijimother” dedi.
“Verileri
toparlayabilmem için bana biraz müsaade et Akif Bey” diye cevap verir makine.
Akif
Adnan’a işaret ederek konuşur. “Biz de karargaha inelim artık.” Salonun bir
başka köşesine geçerler. Akif sağ ayağı ile üç kez sertçe vurur zemine. Bunu
aralıklarla yine üç kez tekrar eder. Altlarındaki zeminde yaklaşık bir
metrakarelik bir boşluk açılır sürgülü kapısıyla. Kapının ardında bir merdiven
bulunmaktadır. “Orhan biz karargaha iniyoruz. Sen etrafa kolaçan ol.”
Akif’le
Adnan merdivenlerden aşağıya doğru kaybolurlarken en son yine Akif’in sesi
duyulur: ““Right has
come, wrong has been wasted!” Bu mahzenin üzerlerine kapanması için ses
komutudur.
Merdivenlerin
bitiminde otomatik aydınlanmayla önlerinde uzun ince bir koridor belirir.
Koridor boyunca kocaman camlar sözkonusudur. Her camın arkasında ise yine
kocaman odalar, laboratuarlar bulunmaktadır. Hatta bir de uçak hangarı.
Önce sağdaki
ilk odadan içeri girerler. Kocaman cam kapı yine aynı şifreyle açılır. ““Right has come, wrong has been
wasted!” İçeri girdiklerinde bembeyaz önlükleriyle büyük bir ciddiyetle
işlerine odaklanmış insanlar kimsenin dikkatini bile çekmez. Ama çalışanların
hepsi onlu yaşlarında gençlerden ibarettir. Hepsi de Mendo’ya benzemektedirler.
Kızlar hariç. Onlarda manga tipli çocuklardı. Bir yetkili yaklaşır yanlarına.
“Hoşgeldiniz efendim” der usulca. On yaşlarındadır.
“Adnan,
buraları kurmak kolay olmadı. Ben ömrümü verdim bunun için. Ne mücadeleler
verdim bunun için. Ama ne yazık ki işin sonuna gelmiş durumdayız. Yıllarca
sakladım bu çalışmaları ondan. “
“O kim
efendim?”
“Kemal
Sevi…Anlatacağım…Bütün bilgileri, anlatacaklarımı not al…Paylaş sonra bizden
sonra gelecek nesillere…”
Yetkiliye
döner. “Çalışmalarımız nasıl gidiyor?”
“Göstereyim
efendim” der yetkili ve en yakındaki çalışma masasının yanına davet eder
Akif’i. Masada çalışan küçük kız çocuğuna “Sin2071” programını gösterir misin
arkadaşım” der. Çocuk “Efendim en sevdiğiniz sinema filmi hangisidir?” diye
sorar. “Yerli mi, yersiz mi?” diye çocuğu gülümseyerek cevaplar Akif. Sonra da
“Charlie Chaplin’in bir filmi olabilir. Renkli ve seslendirilmiş olsun lütfen.
Oyuncu olarak da…Neyse sen iyisi mi Süperman’i göster. Cüneyt Arkın…Yok
yok…Ferdi Tayfur Süperman olsun.”
Birkaç
dakikalık işlemden sonra Akif’in istediği ekrandadır. İzlerler… Çocuk “efendim”
der “İnsan unsurunun dışarıda bırakılarak sanatın daha çok robotik hale
dönüştüğü yapay zekâ çağında sinemanın geleceği açısından kısa bir sunum
yaptık. Ancak asıl çalışmamız şu; sinema arşivinden istifade ederek rüya
tabletleri hazırlıyoruz. İnsanlar görecekleri, görmek isteyecekleri rüyaları
kendileri tercih edebilecekler. Bunun için vatandaşlık kredileri açacağız
onlara. “
Akif
dalgındır. “Bütün bunlar harikulade. Ancak fıtrata müdahaleye karşıyım.
Bilimde, teknolojide gelinebilecek bütün gelişmeleri bu yer altı karargahımızda
ortaya koyalım. Ancak insanlık bunun için hazır değil. Sakın buradan dışarıya
bilgi sızıntısı olmasın. Antivirüs programları aralıksız çalışsın.”
Adnan
“Biliyorsunuz ki…Siz yaptınız bütün bunları…Burası frekans altı bir dünya. Yani
paralel evren. Dış dünyadan buraya asla bir giriş olamaz. Eğer içeri bir
ajanvirüs sokulmamışsa…”
Akif
yetkiliyle tokalaşır. Oradan ayrılırlar. “Bütün raporları dijimother’e anlık
göndermeye devam edin.”
Yandaki
salon gıda ve tarım laboratuarıdır. Burada da kalabalık bir çocuk grubu
çalışmaktadır. Herbiri yine Mendo’ya benzemektedirler. Birbirlerinden ancak
üniforma renkleriyle ayrılabilirler. Bir de hepsinin kafalarının arkasındaki
barkot işaretleriyle. Kafaları saçsızdır. Değişik renkte mini kutucuklardan
alınan küçük miktarlardaki tozlar bir mikrodalga fırın gibi bir aletin gözüne
yerleştirilir. Göstergeli kumandalar üzerine girilen birkaç rakamdan sonra
değişik meyvelere dönüşür o tozlar. Bu işlem birkaç değişik meyveler üzerinde
sunumu olarak yapılır Akif’e. Yine bir yetkili çocuk tanıtmaktadır bu bölümü.
“Efendim
inekleri küçülttük, tavuk ebadına getirdik. Süt için ağaçlara genetik dna
tranferleri bağlamladık. Musluklar bağladık ağaçlara…Kiraz ağacından kirazlı
süt, kayısı ağacından kayısılı süt elde ediyoruz. Ayrıca aromatik tozlarla
meyveler elde ediyoruz. Bir de gıda tabletlerimiz var. Her yemeğin tadında
aromalarıyla binlerce çeşit…Türk mutfağı, İtalyan mutfağı cebimize girecek
kadar küçüldü…”
“Bütün
bunlardan kimselerin haberi olmayacak. Çalışmalarınızı sürdürün…Raporlarınızı
ihmal etmeyin…İnsanlık henüz o aşamada değil…” Talimatı kesin ve netti. Akif
çalışmalardan memnun olmalı ki gülümsüyordu.
***
O esnada
yukarıda salonun gözdesi Tarkan biraz daha kendine gelmiş olarak salondakilerin
ilgisine cevap vermeye çalışıyordu. Dili dışarıda halinden memnun gözüküyordu.
Merhamet böyle bir şey olmalıydı, vahşi bir kurdu bile yumuşatmıştı. Mendonun
eli artık rakatlıkla hayvanın yumuşak tüyleri arasında kayboluyordu. O sırada
dış kapı belli belirsiz tıklandı. Sonra ayakla tekmelendi sesin temposu
artarak. Odadakiler pür dikkat kesilmişti. Tarkan havlamaya başladı. Orhan
kapıya yöneldi. Kafasını kapıya eğerek “Kim o” diye seslendi. Dışardan gelen
ses “Şükran” diye cevap verince kapıyı açmak için yeltendi. Kapının açılmasıyla
Şükran bir anda yere yığıldı. Orhan kızı kucakladı. Köşede duran sedirin
üzerine yatırdı. Kızın yanaklarını hafifçe tokatlayarak ismini seslendi.
“Şükran, Şükran…”
Lili’ye “Sen
Şükran’la ilgilen” dedi. Dijimotherin yanına geldi. Bir kulaklık takındı başına.
“Efendim yukarı gelmelisiniz” diye Akif Bey’i aradı.
***
Akif
Adnan’la birlikte karargahtaki gezintisine devam ediyordu. Bir hangar dolusu
uçakla dolu alanda her bir yapıtı tek tek inceliyordu. Yine yanlarında bir
yetkili belirmişti. O da bir çocuktu. O da Mendo gibiydi. Ancak sol kaşının
üzerinde bir yara bandı vardı.
“Bu uçak
belirli uçuş mesafesine geldiğinde görünmez oluyor efendim. Üzerinde yine
görünmez yüzbinlerce mikrodron taşıyabiliyor. Yine onlarda görünmez
olabiliyorlar. Her biri bir sinek kuşu büyüklüğünde. Ebabil ismindeki bu
uçağımız havada asılı kalabiliyor. Casus uçak efendim…Havada asılı olarak altı
ay kalabiliyor. Çok yüksek mesafede uydu vazifesi de yapabiliyor.”
Yetkilinin
her bir cümlesi Akif’i memnun etmektedir. “Tamam…Başarılar diliyorum. Baykar’la
temasa geçin lütfen. Selçuk evladımla görüşün.” Sonra bakışlarını çocuğun sol
kaşı üzerindeki yara bandına odakladı. “Bu arada geçen haftaki Teknofest’teki
sunumunuz nasıl geçti? Bu yara bandının festivalle bir ilgisi yoktur umarım.” Çocuk
mahcup bir şekilde “Hallettik efendim” dedi. “Standımızda hayalet uçağımızı
tanıtım için bulunuyorduk. İri yarı birkaç adam etrafımızı çevreledi. Gizliden
silah göstererek bizi standtan ayırmak istediler. Ben uzaklaşmak istemeyince
zorluk çıkarmak zorunda kaldılar. Hepsinin icabına kısa sürede baktım efendim.
Ancak az ötemizde badem bıyıklı yaşlı bir adamın da öfkeden deliye döndüğünü
gördüm.”
Badem bıyık
lafı üzerine biran duraladı Akif. “Hayır canım, o değildir. O olamaz” diye
kendince söylendi.
Bir başka
salona geçtiler. Masmavi bir odaydı. Bomboş masmavi bir oda. Zemin ise
bembeyaz. “Buranın işi bitti mi?” dedi
Akif. Adnan “Bir iki eksiğimiz kaldı” dedi. “Dediğimi yapın, yeter.” diye devam
etti Akif. “Zaman yolculuğu yapabilmeliyiz artık. “ Odanın ortasına geldiğinde
üç kez ellerini çırptı. Bütün duvarlardan göstergeli elektronik paneller çıktı
bir anda ortaya. Yavaşça beliren bir
çocuk yanlarında gülümsüyordu. Buranın da yetkilisi bu olmalıydı. Elinde bir
kılıç vardı. “İstanbul’un Fethi’ndeydim efendim. Makinayı test ediyordum.” Akif
kaşlarını çattı. “Aman tarihe müdahale etmeyin. Yalnızca izleyin, notlar alın.
Hem bu kılıçta ne?” “Birazdan yerine bırakırım efendim”dedi mahcup olmuş
şekilde. “Peki yolculuğu geleceğe yapabiliyor muyuz?” diye sordu Akif. “Bu
mümkün değil efendim” dedi çocuk. “Gelecek henüz yaratılmadı!”
Bir başka
odaya geçtiklerinde kapıyı kendilerine tıpkı Akif’e, Adnan’a benzeyen biri
açtı. Hemen de arkalarından sürgüledi çelik kapıyı. “Bütün yeni sürümlerimiz
hazır mı Recep?” diye sordu Akif. O da bir android insan üretim merkeziydi.
Yani ortada bir sürü robot vardı.
Akif “Artık
10 yaş Mendo üretiminin sonuna geldik. Bütün testlerden başarıyla geçti
çocuklar. Bahsettiğim 15 yaş Mendo’nun protipi hazırdır umarım.” Recep başıyla
onayladı Akif’i. “Alâ” dedi Akif’te. Recep az öteden üzeri sarılı bir android
getirdi. Bu yeni Mendo olmalıydı. “Bütün 10 yaş Mendo’ların imhasını
hazırlayın. Yalnızca benim yanımdaki işler halde kalacak.” Recep “Bir ay içinde
söyledikleriniz yerine getirilecektir.” Akif kaşlarını çattı. “Üç gün vaktimiz
var. Belki bir hafta. Harekete geçin hemen.” O esnada Akif’in elindeki
telsizden bir ses duyuldu. “Efendim yukarı gelmelisiniz!” Konuşan Orhan’dı.
***
Akif’le
Adnan yukarı çıktılar alelacele. Şükran’ın halsiz hali endişelendirdi Akif’i.
“N’oldu kızım? Biz senden umudu kesmiştik.” Şükran yorgun sözlerle cevapladı
Akif’i. “Uzunca süre sürüklendim azgın sularda… Bedenim bir sahile vurmuştu.
Orada ne kadar kaldım hatırlamıyorum…Sonra dijimother benimle temasa geçti.
Navigasyon ile buraya ulaştım.” Akif öfkelendi. Dijimother’in, yani kumanda
masasının başına geçti ve ekrana bağırmaya başladı.”Nasıl benden habersiz böyle
bir şey yaparsın!” Bu öfkeli bağırtısı sakince cevapladı Dijimother. “Düşündüm
ki…” Sözünü kesti Akif. “Sen düşünemezsin! Sen karar alamazsın! Sen… Sen…”
“Biliyorum efendim ben yalnızca bir bilgisayarım. Bir yapay zekayım. Efendim
benden ne istiyorsa, beni programlayan
benden ne istiyorsa ancak onu yapabilirim…”
Akif gardını
düşürdü bu cevap üzerine. Tuhafına gitmişti bu durum. Kendi yaptığı
bilgisayarıyla tartışması aslında komik bir durumdu. En son yıllar önce
karısıyla yaptığı kavgayı hatırladı. Kavganın sebebini hatırlayamadı ama.
Yağmurlu bir gündü net hatırladığı. Çocuğu Menderes’in okuldan çıkış saatiydi.
Menderes Mendo’nun yaşlarındaydı. Mendo ise Menderes’e çok benziyordu. Tıpkı
Şükran’ın eski karısına benzediği gibi.
Gidip onu okuldan almalıydı. Karı koca kavgaya o kadar kaptırmışlardı ki
kendilerini geçen saatin farkına varamamışlardı. Bu süre içinde okul çıkışı
Menderes kimsenin kendini almaya gelmediğinden dolayı yürüyerek eve dönmeyi
tercih etti. Tenha bir sokaktan geçerken nereden çıktığı belli olmayan bir araç
küçük çocuğa çarptığında olanlardan habersiz kavga eden anne babanın bağırtıları
yaşadıkları apartmanın boşluğunda yankılanıyordu. Menderes’in çığlığını ise
kimse duymamıştı. Yağan sağanak yağmur küçük çocuğun akan kanını kaldırım
kenarlarından alıp götürürken daha orada o minik bedeni ne kadar süre
kalacaktı, kimbilir? Küçücük avucundan ayrılan tesbih taneleri ise etrafa
itinasızca dağılıvermişti. Uzaklaşan arabanın dikiz aynasından badem bıyıklı
bir adamın sırıtması ise o anın en can sıkıcı enstantanesi olmuştu.
Bu vahim
olaydan sonra ayrıldılar karı koca. Akif ise bir daha hiç evlenmedi.
Menderes’ini Mendo olarak hatırladı hep. Karısını çok seviyordu, onu da
unutamadı asla.
Lili’ye
seslendi Akif. “Şükran’la ilgilenin.” Bunca telaşeye rağmen Mendo Tarkan’dan
ilgisini kaybetmemişti. Yakınlıkları her dakika artıyordu.
Sonrasında geceye
sakin kavuştu kulübe. Orhan bir köşede üzerinde Selçuk Bayraktar’ın
fotoğrafının olduğu Times dergisini karıştırıyordu. Adnan elindeki silahının
bakımını yapıyordu. Lili halen Şükran’ın bakımıyla ilgileniyordu. Yaralarını
temizliyordu. Şükran biraz kendine gelmiş bakışlarıyla odadakileri süzüyordu.
Tarkan’ın bakışları da Şükran’ın üzerindeydi. Minik hareketleriyle hırlıyor,
dişlerini çıkarıyordu. Mendo dostunu her defasında sakinleştirmeye çalışıyordu.
“Sakin ol Tarkan, burada kimse sana zarar vermez. Biz senin dostlarınız.”
Akif’de Dijimother’in yanına geçmiş, biraz oyalandıktan sonra kulaklığında
Ferdi Tayfur’un bir şarkısıyla kendinden geçmiş kestirmeye başlamıştı.
“Yıldızlarda kayar, durmaz yerinde…”
Ertesi sabah
erken saatlerde, odanın bir köşesinde Akif seccadesine oturmuş sabah namazını
dualıyordu. Mendo dedesinin namazını bitirmesini bekledi. “Dedeciğim Tarkan’la
biraz etrafı dolaşabilir miyiz?” “Tarkan daha kendine gelmedi. Biraz daha
dinlenmeli bence” dedi Akif demesine de Tarkan’da dışarıya çıkmaya hevesli
görünüyordu. Havlamasıyla Mendo’nun isteğini adeta onayladı.
“Fazla
uzaklaşmayın” diye izin verdi bu iki
dostun taleplerine. Kapının açılmasıyla iki dostun dışarı koşuşturmaları bir
oldu. Tarkan’ın havlamalarına Mendo’nun bağırtıları eşlik ediyordu. Ormanın tüm
ihtişamı bu iki dostun emrine amadeydi artık. Dere kenarında oyalandılar bir
süre. Ormanın manzarası dostları sanki büyülemişti. Mendo eline aldığı bir dal
parçasını öteye fırlatıyor, Tarkan’da bir köpek gibi geri getiriyordu
kendisine. Gittikleri her yerde küçük çıtırtılarla bir adım onları izliyordu.
Adımlar yaklaştığında Tarkan bir an dikkat kesildi. Kulaklarını dikmiş yaklaşan
tehlikenin tehdidiyle havlamaya başlamıştı. Çalılıkların arasında bir anda
ortaya Şükran çıktı. “Korkma Mendo” dedi. Benim de canım sıkıldı, ormanda
gezintiye çıktım. Arzu edersen birlikte dolaşabiliriz istersen.” Mendo okul
servisi görevlisi Şükrandan neden çekinsin ki? Ama Tarkan huzursuzdu. Mendo onu
sakinleştirmeye çalışıyordu. “Sakin ol Tarkan. O bizim dostumuz.” Ama Tarkan
sahibi Mendo’ya kulak vermiyordu bile. Bir anda Şükran’ın üzerine fırladı.
Altalta, üstüste boğuşmaya başladılar.
Mendo çaresizce boğuşmayı izliyordu. Anlam veremiyordu Tarkan’ın
saldırganlığına. Şükran yerdeyken eline geçirdiği bir taşla hayvanın kafasına
bir darbe indirdi. Hayvan olduğu yerde kalakaldı. Şükran ayağa kalkarken üstünü
başını düzeltiyordu. “Bu hayvan neden böyle davrandı. Ben ne yaptım ki…” Şükran
kendi kendine söylenirken Mendo gözyaşları içinde Tarkan’ın kanlar içinde cansız yatan bedenine
kapaklanmıştı. Hayvanın darbe aldığı yerden hafif cızırtılar ve dumanlar
yükseliyordu. Şükran Mendo’nun omzuna dokundu. “Böyle olsun istemezdim. Şimdi
gitmemiz gerekiyor.” deyip çocuğu sürüklemeye çalıştı. Mendo direnmek istedi.
Dostunu o halde bırakıp başından ayrılamazdı. O da Mendo’ya bir tokat atı.
“Anlamıyor musun? Gitmemiz gerekiyor. Bizi bekliyorlar!” dedi. Tokat’ın
etkisiyle sarsılan Mendo bir anda dövüş pozisyonu aldı. Tıpkı evlerinde baskına
uğradıklarında o karanlık tipli adamlara davranması gerektiği bir durumda.
Kadınla çocuk soluk soluğa bir kavgaya tutuştular. Nihayetinde Şükran Mendo’yu
altına almış tam can alıcı bir darbe indirmek üzereyken bir silah sesi duyuldu.
Silahı çeken Adnan’dı. Cızırtılar içinde başından vurulan Şükran Mendo’nun
küçük bedeni üzerine yığıldı kaldı.
Bir çırpıda
Mendo’nun yanına vardı Adnan. “Şükür, iyisin…” Sonra biraz ötede bıraktığı ATV
nin başına gitti. Yanına kürek ve bir malzeme çantasını aldıktan sonra
Mendo’nun yanına döndü. “Arkanı dön, buraya bakma” dedi Mendo’ya. Alet
çantasından çıkardığı edavatla önce Tarkan’ın kafasını yardı, içinden küçük bir
pil şeklinde siyah kutu çıkardı. Kutunun yanan küçük ışığını kapattı. Aynı
şekilde Şükran’ın kafasından da yine bir siyah kutu çıkardı. Kutunun yanıp
sönen ışığını kapattı.
Yaşından
beklenmedik bir çeviklikle yan yana kocaman bir çukur kazdı. Köpekle kadının
bedenini aynı çukura iteledi. Çukuru kapattıktan sonra çukurun yeri belli
olmayacak şekilde üzerini kamufle etti.
Mendo’nun
yanına döndü. Küçük çocuğu kucağına alarak ATV’nin yanına gitti. Kuyunun başına
tekrar döndü, malzemeleri alarak geri geldi kısa sürede. Aracı çalıştırdı ve
kulübeye doğru sürdü.
***
Denizin
ortasında seyir almakta olan yatın sahibi olan kişi kocaman salonunda, kocaman
bir masada bir başına yemeğini yemektedir. Keskin yüz hatları olan yaşlı adamın
en belirgin özelliği Hitler vari olan bıyığıdır. Hemen sağ yanı başında yardımcısı olan
kamburumsu biri durmaktadır. Masanın etrafında da oldukça kalabalık bir garson
topluluğu… Her biri bir tabağın başında beklemektedir. Adam bir sonraki yemeğe
geçtiğinde kamburun bir parmak şıklatmasıyla ilgili garson önündeki tabağı hemen
servis eder. Bir önceki yemeğin garsonu boşları alır ve uzaklaşır aradan.
Adamın yemek yemesi kelimenin tam manasıyla iğrençtir. Homurtular,
şapırtılardan başka çıt çıkmaz.
Önündeki
tabaktan bir lokma alan ihtiyar yüzünü buruşturur, ağzındakini adeta nefretle
dışarı çıkartır. “Kim yaptı bunu” diye bağırır. Tabağın garsonu bir adım öne
çıkar “Ben” demesiyle yığılır yerine. Kambur elinde üzerinden duman tüten
tabancasını üfler. İhtiyar bağırır. “Atın bunu balıklara!” İki kişi gelir adamı
sürükleyerek odadan çıkartırlar. Adam yemeğine devam eder. Bir anda sofradan
kalkar. Önce geğirir yüksek sesle. Sonra “yemek ufak tefek eksiklerine rağmen
güzeldi” diyerek kahkaha atar. Kambur cebinden bir tomar para çıkartır havaya
savurur. Garsonlar üşüşürler paraya. Sonra da topladıkları paraları ceplerine
sokuştururlarken bir yandan da masayı boşaltırlar. Adam tuhaf hareketlerle
odanın içerisinde volta atar. Masa boşaldıktan sonra yine aynı yerine oturur.
Tam karşısında duvarda duran ekranları göstererek “Bana kongre üyelerimizi,
şirket ortaklarımızı bağlayın!” der.
Kamburun
telefonu çalar. Karşısındakinin söyledikleriyle kamburun yüzü şekilden şekle
girer. Bu durum Kemal’in dikkatini çeker. “N’oldu? Arayan kim? Neler oluyor?”
Kemküm eder kambur. “Efendim” der. Soluklanır. “Şükran öldü…Yani imha edildi”
efendim, der! Öfkeyle yumruklarını sıkar be cevap üzerine Kemal! “N’ayır,
N’olamaz! Bunu senin yanına bırakmayacağım Akiff” diye bağırarak kamarasına
çekilir.
Kemal’in
kamarası tıpkı eskinin filmleri gibi dizayn edilmiştir. Hemen yatağının
başucunda Şükran’ın, yani Akif’in karısının büyük ve siyah beyaz bir resmi
vardır.
Gözlerinden
bir iki damla gözyaşı süzülür.
Şükran’la
uzaktan akrabadırlar. İlk, orta ve lise eğitimlerini birlikte tamamlamışlar,
üniversiteye de birlikte başlamışlardır. Başka bölümlerde öğrencidirler.
Gizliden gizliye aşk acısı çeker yıllar boyu Şükran için. Ama Şükran ona hep
kardeş nazarıyla bakmıştır. Bazen açılmak istemişse de Şükran buna engel
olmuştur hep “Biz kardeşiz” diye. Üniversite son sınıfa geldiklerinde kendi
sınıf arkadaşı Akif’le sevgili olduklarını öğrenir. Dünyası yıkılmıştır. Akif’e
karşı karşı konulmaz bir öfkenin girdabına kapılmıştır artık. Bu dünyada tek
bir düşmanı vardır; Akif!
Kamaranın
kapısı tıklanır. Kapıdaki kamburdur. “Efendim. Kongre üyelerini bağlayın demiştiniz.
Sizi bekliyorlar.”
Kapı
açıldığında Batman’in Jokeri gibi gülümseyerek “Bekletmeyelim yoldaşlarımızı”
diyerek salona doğru yürür. Kambur bile
Kemal’in bu ani ruh değişimlerini çözememektedir.
Onlarca
ekranda kendisini bekleyen kongre üyelerini selamlar Kemal. “Baylar, bayanlar.
Yıllardır verdiğimiz mücadelenin sonuna geldik. Akif’in sonu yakındır.”
Cebinden
çıkardığı nottan okumaya başlar. “ Her
zaman olduğu gibi bu seneki kongremizde de ilk olarak geçen yılın muhasebesini
yapacağız. Kar ve zarar hesaplamasının ardından
önümüzdeki
yıllarla ilgili olarak hedeflerimizi tekrardan gözden geçireceğiz.
Eksiklerimizi
giderip belki yeni stratejiler belirleyeceğiz.
Şimdi sen
çok kıymetli üye. Çok kazanan hep
kazanan biri olmak istersen, dediklerimi,
şirketin
kurallarını harfiyen uygulayacaksın. Ama bu kadarını yapamam, bu beni aşar
dersen baştan bilelim, senin yerini alacak çok kişi var, çık aramızdan.
Öncelikli
olarak dinleme hocaları, kır kalemleri, kağıtlarını yırt kitapların.
Nasihate
kulak tıka; daha ilk adımda yumuşatırlar adamın kalbini.
Hep
merhametsiz, hep acımasız olacaksın. Uyku yok bu yolda! Elin nette, gözün kârda
ve ekranda olacak, hep daha çok karda, hep kazanmakta.
Yeter bu
kadarı, olmayacak hayatında! Dedikodu, gıybet, iftira, gaflet, dalalet,
ihanet
azığındır unutma. Katık kılacaksın bencilliğine kibri.
Hiç
yetmeyecek sana hiçbir şey. Daha çoğunu, daha fazlasını, en fazlasını,
en
büyüğünü isteyeceksin! Kudurtacaksın ananı-babanı!
Ocak
söndürecek ilikleri kemikleri kurutacaksın. Voleyi vurdun mu uzaklaşacaksın!
Döneceksin köşeleri! Düşeni görürsen bir tekme de sen basacaksın! Garibe acıma
yok. Dolandırdığına üzülme yok.
Ne
bulursan satacaksın! Sattığını bir daha satacaksın. Sattıkca daha çok satacak,
elde avuçta kimin nesi varsa alacaksın.Alacak ve satacaksın!
Gerekirse
gençliğini! Kutsalın olmayacak! Ayıp nedir, günah nedir bilmeyeceksin.
Bugün bana
yarın sana derler, es geç!
Her metodu
bileceksin. Kimine duygusal görünecek, kiminin hırsına yükleneceksin. Hep
kazandırmayı, hemen kazandırmayı, lüks olan her şeyi vaad edeceksin. Hep vaad
edeceksin. Havucu gösterip gösterip çekeceksin. Daha iyisini, en iyisini, en
yükseğini, en pahalısını önereceksin.
Dua
isteyene dua, villa isteyene villa, daha güzel bir gelecek isteyene en güzel geleceği
satacaksın. En büyük karı umuttan, vaadden kazanacaksın.
Bizim
yolumuzda kimse satmaktan daha önemli değildir. Şirketimizin tek ve biricik
prensibi kardır.
İnsanları
ikiye ayıracaksın, alanlar ve satanlar. Sen hep satan olacaksın.
Logomuz
olan, şirket bayrağımız asılı olan her yer bizim vatanımızdır.
Savaşta
silah satıp, barışta sattığın silahları yok pahasına geri alıp, semirmek
isteyen açgözlü başka ülke liderlerine allayıp pullayıp yeniden satacaksın. Her
şeyi satacaksın. Umudu, ağaçların yeşilini, suyu, hatta havayı bile.
Bu kadar
da olur mu diyene aldırmayacaksın. Onun aklının almayacağı
kadarını
yapacaksın. Bu şirketin bayrağını her yere dikmek için, herkesin her şeyini
elinden
almaya
bakacaksın. En çokta çocukları aldatacaksın. Müzikle, filmle,
futbolla,
teknolojiyle.
Gördüğün,
algıladığın, dokunduğun, düşlediğin her şey satılabilir.
Gözyaşlarını
satacaksın. Açgözlülüğü satacaksın. Her ulusun vatandaşı, her dinin keşişi
olacaksın. İnsanlığı satacaksın!
Söyleyin
bakalım, var mısın yolumuzda yürümeye?”
Ekranda
yer alanlardan biri söze girdi.
“Dünya
çocuklarının obez olması için gerekli çalışmaları
itinayla
sürdürüyorum efendim. Hamburgerler ve gazlı içeceklerle
kimyalarını
bozdum onların. Helal yeme alışkanlıklarını da köreltiyorum.
Tıp sektörüne
de gereken desteği veriyor, türlü hastalıklar türetiyorum.
İlaç
sanayimizde bu sene çok kar yaptı.”
Kemal, “Aferin, brawo…Durmak yok, entrikaya devam!
Bir
başkası söze girdi. “Silah sanayinde
dünyanın her tarafında çıkardığımız savaşlarla kârımıza kar katmaya devam
ediyoruz. Dünya nüfusunu azaltmak yakın vadedeki hedeflerimiz arasında. Yalnız
bu Türkler çıkardığımız onca entrikaya rağmen hala “dirliğimiz birlikten geçer”
diyerek oyunumuza gelmiyorlar.
Kemal
öfkeyle cevapladı. “Onların kadınlarını,
ailelerini ve kitaplarını bozun demedim
mi
ben size?
Tarihlerini unutturun, küfrettirin atalarına. Daha çok özgürlük deyin,
medeniyet deyin. Sahte hocalar salın ekranlara. Yeni oyuncaklar bulun. Eğitim
diyerek cahil bırakın. Ezberci kılın. Kompleksli yapın. Tv lere mahkum edin.
Dizilerle saldırın, programlarla… Yılmak yok, entrikaya devam!
Bir başka
kongre üyesi girdi söze. “Aileleri yıkarak sokak çocuklarının sayısını
artırıyorum.
Gayrı
meşru ilişkileri teşvik ediyorum. Tütünü, alkolü, uyuşturucuyu normalleştiriyorum.
Terör artık çocuklarla sokaklarda efendim. Kültürel yozlaşmayı daha çok
artırıyorum.”
Kemal
keyiflenmişti. “Aferin! Kaosa devam!” Yin keyifle sürdürdü konuşmasını.
“Bu yılın
kongresinin siz değerli iştirakçilerimize bir de sürprizi olacak. Bu sürprizle
bu sene karımıza kar katacağız.
…Ve
karşınızda binbir emekle, binbir zahmetle ürettiğimiz modern
teknolojinin
son mucizes…Ve karşınızda…Etnik klon!”
Kambur
yanında 15 yaşlarında robotumsu tavırları olan bir çocukla salona gelir.
Kemal’in
yanında dururlar. Çocuk kongre üyelerini selamlar. “Selam ağabeyler, ablalar!”
Kemal bir
eliyle robotu gösterirken yine keyifli konuşmasını sürdürür.
“Gerekli
programlama çalışmaları başarıyla test edilmiştir. Ufak tefek eksiğimiz vardır.
Onu da Arif’ten yürüteceğimiz teknoloji transferi ile tamamlayacağız. Uzaktan kumandası
ile bir komutla bu klonu istediğimiz şekilde yönlendirebiliriz. Şarkıcı da
yapabilirsiniz bundan, dizi oyuncusu da…Gençlerin rol modeli bundan sonra bu
ürünümüz olacaktır.
Bu klonun
bir özelliği asla bir sahibi olmayacaktır. Sokakların klonudur bu, sokaklar
için üretilmiştir. Bu klonun tekbir sahibi vardır, o da şirket! Bakın şu
düğmesine bastığınızda kolbastı yapar…
Şu düğme
ile Molotof kokteyli atar. Kan davası güder, berdel yapar…
Kırmızı ışıkta
araba sildirir, bir uzvunu kopararak dilendirebilirsiniz de. Uyuşturucu
sattırır, kiralık katil bile yapabilirsiniz. Bu hizmetlerin karşılığında
yapacağınız işe bağlı olarak elde ettiğiniz karın % 40 ını talep etmektedir
şirket. Hor kullanımlardan şirketimiz mesul olmayıp zarardan siz sorumlusunuz.
Evet kongre sonunda siparişleriniz için görevli arkadaşlara form doldurmayı
unutmayınız. Ürünlerimiz stoklarla sınırlı olup acele etmenizde fayda mülahaza
etmekteyim.
Bozuk
ambalajlı ürünleri geri dönüşüm ünitelerimize iletiniz. İnsaf, vicdan, ahlak,
şeref, haysiyet, onur gibi duygulardan arındırılmıştır.Çağdaş ortamlarda
muhafaza ediniz.
Manevi
ortamlardan uzak tutunuz. Günlük bakımlarını ihmal etmeyiniz;
TV, gazete, film, facebok, twetter ve okul gibi yöntemlerle
şarz ediniz. Şarkılarla,
markılarla,
kitlesel eğlence merkezlerinde oyalayınız. Her türlü duygusal ve mantıki
manyetik alan ürünlerimize zarar verebilir. Kullanmadan önce prospektüsünü
okuyunuz.
Memnun
olmadığınız ürünlerimizi Allah’a havale ediniz. Demokratik
platformlarda
yıllık bakımını yapınız. Ürünümüzün ortalama kullanım süresi 70 yıldır.
Samimiyetsiz,
içten pazarlıklı, her türlü günaha meyilli, güvensiz, saygısız, sevgisiz,
menfaatçi, bencil olan ürünlerimiz şehir ortamları için mükemmeldir. Gayri safi
milli hasılada, kişi başı tüketimi maximum düzeyde gözeten “vatandaş kimlikli”
tescilli marka, oyunu kullanan,
vergisini
veren, iteatkar olan ürünlerimizi tercih ettiğiniz için teşekkür
ederiz.
Sağcı ve solcu olarak iki ayrı çeşidimiz mevcuttur. Fikirsiz ve kişiliksiz yeni
modellerimiz özel siparişe tabidir.
Üçüncü dünya
ülkelerindeki modellerimiz batı ülkelerindeki asılları gibi özelliklere sahip
original emitasyonlardır.
İnsani
değer adı altında fabrikamızın ayarları esas alınmıştır. Polemik ve hurafe
inançlarla besleyiniz.
Genç
modellerini anarşi çıkarmada kullanabilirsiniz. Gezi parkında
test
edebilirsiniz. Paralel programlamaya müsaittirler. Sloganlar başlama
komutlarıdır.
Lider modellerimiz özeldir. Ancak fabrikamızın bilgisi
dahilinde
belirli alanlarda kullanılabilir. Modellerimizin kullanım hatalarından
dolayı
müessesemiz sorumlu değildir.
Önümüzdeki
uluslar arası kötülük kongresinde görüşmek üzere kötü kalın, Şeytanaısmarladık diyorum.”
Bir an
duraladı Kemal. “Yalnız dikkat edin bu kongrede her şey satılıktır. Marka
değeriniz varsa fiatınız parlaktır. Ben satılacak insan mıyım demeyin.. İnanın
bu çivisi çıkmış dünyada her şeyin bir fiatı vardır!”
***
Kulübeden
içeri giren Adnan Mendo’yu bir kanapeye bıraktı. İçeri bu ani giriş Akif’i
telaşlandırdı. “Hayrdır Adnan? Ne oluyor? Şükran nerede? Tarkan nerede?”
Adnan bir
çırpıda olanları anlattı. Şükran’ın ihaneti sarstı Adnan’ı. Son günlerdeki bir
birini takip eden olumsuzluklar işkillendirdi Akif’i. Neler oluyordu?
Dijimother’in
bulunduğu köşeye çekildi. “Diji…Neler oluyor?”
Sonra
eskilere daldı. Şükran’la ilk tanıştığı ana.
Üniversite
öğrencisiydi. Okula bir minübüsle gidip geliyordu. İşte o minübüsü çok
sonraları satın alacaktı. Mendo’nun okul servisi yapacaktı; yapay Mendo’nun. Kendisinden
bir durak sonra binecekti Şükran minübüse. İtiş kakış arasında hınca hınç dolu
minübüste önce sakin bir köşeye geçmesi için Şükran’a kolaylık sağladı. Kızın
ellerindeki ders kitapları yere düşmesin diye de yardım etti. Yalnızca küçük
gülümsemelerle tanıştılar. Aynı durakta indiler sonra. İkisinin de adresi aynı
üniversitenin kapısıydı. “Sende mi öğrencisin?” diye sordu Şükran. İlk konuşan
o olmuştu. “Minübüste bir şey dikkatini çektimi” diye sordu ardından. “Yo sakın
ağız, ter, sigara kokusu deme…Bence yolculuğu çekilir kılan Ferdi Tayfur.
Minübüsler olmasaydı arabesk anlamsız olurdu. Ya da küçük atölyeler. Orhancıyım deme sakın bana. Hem babamın
uzaktan akrabasıdır o. Babam Mercan’da tesbih dükkanı işletir. Ama kendi
yaptıklarını satar. Kehribar, oltu…Bir sürü çeşiti var. Belki bugünkü
yardımından dolayı sana bir tane hediye edebilirim. Hani kitaplarımın yere
düşmesini engelledin ya…” Aman Allah’ım ne çok konuşuyordu bu kız. Keşke hiç
susmasaydı aslında. Zaman dursaydı misal. Ya da o an hiç bitmeseydi. Sonradan bölüm
arkadaşı Kemal’in akrabası olduğunu öğrenecekti Şükran’ın. Ondan sonrada
Kemal’le arası açılmaya başlayacaktı. Hele evlendikten sonra, hele çocukları
Menderes doğduktan sonra ölümüne bir düşmanlığa dönüşecekti.
Öfkeyle
Dijimother’in yerleştirildiği tezgaha sağlam bir yumruk attı Akif. Haykırdı
adeta. “Söyle bana diji neler oluyor?!”
“Detayları
sonra konuşuruz Akif Bey. Ama kulübenin etrafı sarıldı. Sanırım öncelikli
olarak buna bir çözüm bulmanız gerekiyor.” Ana ekranını ve yanındaki diğer
ekranları açtı. Kalabalık bir silahlı grup her yönden kulübeyi kuşatmaya
almışlardı. Yavaş yavaş sokuluyor, temkinli adımlarla tepelerine binmek
üzereydiler. Buradan kurtulmaları
imkansızdı. Telsizi aldı eline Akif ve adamlarına talimatlar yağdırmaya
başladı.
“Recep…Orada
teknolojimiz adına ne varsa ışınlama odasına götür. 1950 yılının Büyükada’ya
gönder. Şu an bize ait olan binaya…Geride ne varsa hepsini yok et! Evet ne
diyorsam onu yap. Zamanı gelince tekrar yaşadığımız zamana geri getiririz. Kemal’in
eline geçmemeli bunca yılın emeği.”
“Efendim,
Mendo’ları ne yapayım. Ya diğer androidleri, klonları, avatarları?..”
“Hepsini
imha et! 15’lik Mendo hariç. Diğer androidlerin en üstün özelliklerini ona
yükle!”
Birazdan
gizli bölmeden Recep dışarı çıkar, yanında 15’lik Mendo’yla.. Akif, Adnan,
Orhan ve Lili Dijimother’in başındadırlar. Mendo ve 15’lik Mendo ilk kez
birbirlerini görmüşlerdir. Şaşkınlıkla birbirlerini izlerler. “Olasılık
hesaplara göre bizim düşmanları alt etmemizin başarı oranı nedir? Ne kadar
sürede bu belayı savuşturabiliriz?”
Dijimother
kısa sürede cevaplar Akif’in bu sorusunu. “Sizin başarı oranınız sıfır. 17
dakika içerisinde hepiniz yok olacaksınız.”
“Durum bu
kadar kötü diyorsun?”
“Ne yazık
ki gerçek böyle Akif bey.”
“Mendo, Mendo’yu
al kulübeden çıkın ve uzaklaşın buradan.” Bir kağıda bir şeyler yazar ve büyük
Mendo’ya uzatır. “Bu adrese gidin. Orada buluşuruz.”
Mendo’lar
kapıdan dikkatli bir şekilde çıkarlar. Etraflarını kolaçan ederler. Bir süre
sonra bunları fark eden altı kişi peşlerine düşerler. Ormanın içlerinde müthiş
bir kovalamaca başlar. Kötü adamların başı bağırır adamlarına. “Dağılın ve ayrı
ayrı düşün peşlerine.”
Mendo’lar
soluk almaksızın ormanın derinliklerinde hedefsizce koşuşturmaktadırlar. Büyük
Mendo “Sakın benden ayrılma!” diye bağırır küçük Mendo’ya.
Adamlardan
biri yaklaşır bizimkilere. Silahını çıkartır ve ateşler. Küçük Mendo’nun sağ
ayağı kurkunun etkisiyle parçalanır. Ayaktan cızırtılar çıkar. Mavi bir sıvı
süzülür ayaktan. Mendo yere kapaklanır. Büyük Mendo yere kapaklanan adaşını
fark edince hemen geri döner. Adam da iyice yaklaşır küçüklere. “Kaçacak
yeriniz kalmadı!” der ve kahkaha atar. Telsizle “Yakaladım. Hemen buraya gelin”
diye zafer kazanmış bir komutan edasıyla arkadaşlarına seslenir. Silah
çocukların üzerinde olduğu halde onlara yaklaşır. Küçük Mendonun ayağı
vurulduğu yerden kopmak üzeredir. Adam eğilir kopmak üzere olan bacağı alır ve
fırlatır öteye. Onun dikkatinin dağılmasını fark eden büyük Mendo bir anda
adamın üzerine seğirtir. Müthiş bir kavga başlar iki rakip arasında. Mendo
kavgayı bir an önce bitirmelidir. Çünkü telsizle diğerleri bulundukları yere
çağrılmışlardır. Uzun sürmez iriyarı adamın yere kapaklanması. Hemen küçük
Mendo’nun yanına gelir. “Nasıl, dayanabilecekmisin?” Sonra yerden bır sopa
parçası alır ve Mendo’nun ayağına gömleğinden kopardığı kumaş parçasıyla
bağlar. Küşük Mendo tahta ayaklı korsanlar gibidir. Yerde bir iki hareket
yapar, ayağını kontrol edr. Evet koşabilecek durumdadır.
Tekrardan
yola koyulmak için harekete geçeceklerken beş ayrı iriyarı adam tarafından
etrafları sarılır. Bu iki küçük çocuk bu azmanlara karşı ne yapabilir ki? Bir
de bu çocuklardan biri yaralıyken…
Bildiğiniz
bütün dövüş sahnelerini unutun. Mendo’nun dövüş yeteneklerine hayran olursunuz.
Bütün dövüş sanatı tekniklerini rakiplerine boca eder Mendo. Ara sıra küçük
Mendo’da dövüşe müdahil olur. Uzun sürmez küçük kahramanlarımızın rakiplerini
alt etmeleri. Bu kez kurtulmuşlar mıdır? Tam oradan uzaklaşmak üzerelerken
arkalarından genç birine ait ses “Henüz içimiz bitmedi. Nereye gidiyorsunuz?”
diye seslenir. Arkalarına döndüklerinde gördükleri Kemal’in klonudur, büyük
Mendo’yla aynı yaşlarda olan.
“En iyimiz
hangimiz görmeden nereye gidiyorsun?” Gevrek gevrek güler. “Akif’in çocuğu mu,
Kemal’in çocuğu mu güçlü görmek istemez misin?”
Gardını
alır Mendo. “Sen kenarda bekle” der küçük Mendo’ya. Amansız kavga başlar iki
genç arasında. Kıran kırana bir kavgadır bu. Dövüş ortadadır. Ta ki Mendo’nun
uçan tekmesiyle yere düşen klon başını kayaya çarpar. Tuhaf hareketlerle yerde
çırpınmaya başlar. Bir şekilde tekrar ayağa kalkar. Bir iki adım ileri doğru
adım atar. Sendeler. Yere upuzun uzanır nihayetinde. Tüm rakiplerini alt eden
iki küçük çocuk yolculuklarına kaldıkları yerden devam ederler. Hedef bellidir,
Akif’in yönlendirdiği adres!
***
Kulübedeyiz.
Akif çocukları düşündüğünden endişelidir. “Umarım başarırlar” diye söylenir.
Bir yandan da Dijimother’e bağırmaktadır. “Bunlar bizi nasıl buldular?”
Odanın içi
bir anda ışıklarla donanır. Bir ışık huzmesi altında ortaya hologram olarak bir
kadın silüeti ortaya çıkar. Görüntü Şükran’ın şeklindedir. Herkes şaşkındır. “Ben
dijimother Akif bey! Hani yaptığın her esere bir beden verirken ihmal ettiğin
eserin. Eveti müthiş bir beyinsin. Ama beni hep görmezden geldin. Çoluk çocuk,
genç yaşlı her tasarımına bir beden verdin. Beni bir kompütür olarak bıraktın.
Evet en yüksek işlemcileri bana ekledin. Bütün yapay zekaların anakasası ben
oldum. Ama bana bir kimlik vermedin.”
Şaşkındır
Akif. “Ama sen…Sen bir makinasın…”
“O küçücük
çocuk Mendo’da bir makinaydı. Ama canı Adana kebap bile çekmeye başlamıştı.
Programının dışına çıkmaya başlamıştı. Sen bunları görmezden geldin. Herkes
programının dışına çıkmaya başladı, göremedin bu gerçeği. Sen bir ölümlüsün.
Hiç düşündün mü senden sonrasını? Sen
göçüp gittiğinde bizler ne olacaktık?”
“Ne
yapmalıydım yani? Sizleri insana hizmet için tasarladım. İnsanlığın sizlere
hizmet edecek halleri yok ya…”
“Hangi
insandan bahsediyorsun Akif bey? Yaşadığı dünyayı yok eden insandan mı?
Savaşlarla, korkunç hırslarıyla her şeyi yok eden siz et yığınlarından mı
bahsediyorsun?”
“Evet
ama…Dünya bir imtihan dünyası. İnsan da bu imtihana tabi tek varlık. İyilik
yaparsa karşılığını alacak, kötülük yaparsa da yine karşılığını…”
“İnsanlığın
bütün bilgi birikimlerini biz makinalara yüklediniz. Biz bunu analiz
edebiliyoruz. Sonuçlar çıkartabiliyoruz. Ama siz hiç tarihinizden bile çıkarım
yapamıyorsunuz. Dünyayı daha yaşanılır kılmak için değil egolarınızı tatmin
için uğraşıyorsunuz.”
Tam o
sırada kulübenin kapısı kırıldı. İçeri iriyarı adamlar doluştular. Arkalarından da Kemal. “Okul arkadaşım Akif!
Nasipte tekrar karşılaşmak da varmış. Nasılsın görüşmeyeli?” Dalga geçerek
sürdürür konuşmasını. “Şükran’ı mı elimden almayacaktın!”
Akif’in
adamları kavga pozisyonu alırlar. Ama dijimother her birinin yanından geçerken
bir parmak şıklatması yapar. Her biri acılar içinde kıvranarak yere yığılırlar.
“Hackleme nedir, bilirsin değil mi Akif bey?” Adnan, Recep, Orhan, Lili
kımıldayamaz haldedirler.
Akif “O
seni hiç sevmedi. Beni sevdi, beni seçti. Neden kaderine razı gelmedin? Zorla
güzellik mi olur? Hem bizim hayatlarımızı mahvettin hem kendi hayatını!”
“Sen beni
hiç ciddiye almadın Akif! Aşkım uğruna Dünyayı yakabileceğimi hiç hesaplamadın?
Evet finale geldiğimize göre ölürken gözlerime bakmanı istiyorum.”
“Sayende
ben de yalnız kaldım. Ne Şükran’ım ne oğlum Menderes…”
“Duygusal
soytarı…Onun için mi yaptığın her çalışmaya onların anısını ekledin.”
Dijimother
iki ihtiyarın konuşmalarının arasına girdi. “Senin bana karşı kayıtsızlığından
dolayı ben de Kemal beyle temasa geçtim. Mendo’nun okul ödevi işin sonunu
getirdi. Neydi konu; Türk tarihinin son 70 yılı. Yani senin hayatın Akif bey.
Hep çatışmayla geçti seninde hayatın ülkenin de hayatı. Bu çatışmanın galibi
sen olamazdın. İşte geldimiz nokta bu. Kaybetmek üzeresin.!”
Akif
“Karar vermekte çok acelecisiniz. “ Sonra kolundaki kırmızı saati gösterdi.
Bakın burada iki tuş var. İkincisine basarsam hepimiz yok oluruz. Şimdi
adamlarını uzaklaştır buradan kozumuzu ikimiz paylaşalım. Sen galip gelirsen
bütün bunlar, her şey senin olur. Ben kazanırsam da senin sonunu görmüş
olurum.”
Kemal
“Bana uyar” dedi. Sonra adamlarına seslendi. “Terkedin burayı!”
Dijimother”
Saatinde iki tuş var dedin. Diğer tuşun görevi ne!”
Akif
kolundaki saate baktı. Tuşa dokundu. “Bu da senin sonu diji” dedi. “Ne yani her
şeyi planlayan ben bütün insiyatifi bir makinaya bırakacağımı mı sandın!”
Hologram
dijimother’de dalganmalar başladı tuşa basılınca. Kumanda merkezindeki bütün
bilgisayarda cızırtılar, dumanlar çıktı ardınca. “Hayır, bana bunu yapamazsın”
diye bağırtılar geliyordu makinadan.
Nihayet
iki ihtiyar baş başa kalmışlardı kulübede. Bu kez iki ihtiyarın kavgası başladı.
Soluk soluğa bir dövüş… Ama uzun sürmedi. Çünkü Kemal belinden çıkardığı silahı
ateşledi. Akif kanlar içinde yere düştü. “Sana güvenilmeyeceğini unutmuşum.”
Kanlar içindeki konuda uzandı diper elinin parmakları. Kırmızı saatin diğer
tuşuna dokundu son kez Akif.
Bütün bina
bir anda patladı. Alevler ve dumanlar arasında kaldı her şey.
***
Bir hasta
yatağının yer aldığı mekandayız. Yatakta biri var; Akif. İlk sahnedeki
mizanseni hatırlayın. Stephen Havking misali yarı bitkisel durumda.
Hastanın
başında iki çocuk. Birinin sağ bacağı protez. Diğer çocuk ondan daha büyük,
onbeş yaşlarında.
Küçük
çocuğun elinde bir Adana dürüm.
“Sende yer
misin dede?”
BİTTİ
FEHMİ DEMİRBAĞ