-BİR ONBEŞLİLER HİKAYESİDİR-
MAVİ
PELERİNLİ VATANSIZ
Osmanlı
Devleti için süreç adeta ateşten bir zaman dilimidir. Yıllardır süren toprak
kayıpları, isyanlar, savaşlar, ekonomik bunalımlarla koca devlet baş etmeye
çalışırken, bütün benliğiyle bu kötü gidişata dur demeye çalışan, bu uğurda
çalışırken şehâdeti göze alan pek çok evladı vardır.
Halil 15
yaşlarında bir gençtir. Minyon tipiyle de yaşıtlarından daha küçük görünür.
Memleketi Tokat’ın bir köyünde anasıyla bir başlarına geçim derdindedirler.
Babası Yemen’de şehid olmuştur. Köy ise adeta boşalmış gibidir. Bir de sözlüsü
vardır Halil’in.
O
gençliğinin baharındayken “Yedi Düvel” denilen canavar devletin boynuna
dişlerini geçirmiş, Çanakkale’de devleti Osmanlı can çekişmektedir. Hal
böyleyken hele bir de devlet askeri mükellefiyet kanunuyla seferberlik ilan
edilmişken cepheden geri kalmak olur mu? Tüyü bitmemiş gençler bu seferberlikle
gönüllü olarak yola revan olurlar. Halil aklı annesinde ve sözlüsünde olduğu
halde kısa sürede cephede bulur kendini.
Gelibolu’dadır.
Gelecek belirsiz ve karanlık dolu günler kapıdadır.
Cephede
yaşıtı nice cengaver vatan evladı, an be an toprağın altını yurt edinir genç
yaşında korkusuzca. Halil cephede bulunmasından kısa bir süre sonra bir
şarapnel parçasıyla yaralanır. Kendisi gibi binlerce gazi gibi tedavisi için
İstanbul’a gönderilir. Cephede çadırlar, revirler yetmez binlerce yaralıyı
tedavi için. İstanbul’da selatin camiler bile revire dönüştürülmüştür.
Yaralarının tedavisi için hasta yatağına acılar içinde yatan Mehmetçiğin o
halde bile akılları taburlarındadır. Bir an önce şifa bulup taburlarına dönmeyi
isterler. Taburcu olmak deyimi yerleşir bütün gazilerin diline.
Sol
ayağında bir araz kalmıştır Halil’in. Aksamasına rağmen cephede yerini alır.
Bir süre sonra bir mektup ulaşır askerlik şubesinden. Okudukları kurşun yarasından
beter eder genç adamı. Anacığını Ermeni komitacılar-eşkiyalar öldürmüş,
sözlüsünü de kaçırmışlardır. Can evinden vurulan Halil hayata küser adeta.
Bir süre
sonra Çanakkale cephesindeki savaş bitmiş ordular dağıtılmıştır.
Dünya’da
bir başına kalan Halil’in artık memlekete dönecek takati de kalmamıştır.
İstanbul’a dönen bir grup askere katılır. Gidecek bir yeri olmadığından
İstanbul’un sokaklarında yaşamaya başlar. Sokaklarda kendisi gibi nice yetim,
kimsesiz çocuk bulunmaktadır. Dar-ül eytamlar barındırdıkları çocuklara yetemez
hale gelmişlerdir.
Pera, Kule
ve Galata gümrüğü civarında hayata tutunmaya çalışır bir grup çocukla. Açlık,
yokluk, hastalık peşini bırakmaz çocukların. İttihad Terakki hükümeti bu
çaresizliğe kendince bir çare aramaktadır. Türk Alman Derneği başkanı gazeteci Ernst
Jäckh’in teklifiyle Alman hükümetiyle bir anlaşma yapılır. Bu anlaşma gereğince yetim çocuklar Almanya’ya
gönderilecek, meslek edinmeleri sağlanacaktır. Böylelikle masrafları da hükümet
bütçesinden tasarruf edilecektir. Oysa hayatın gerçekliği bu yetim çocukların
orada ucuz işgücüne dönüşmesine sebep olur. Madenler ve ağır işler bu mecalsiz
çocukların kas gücünü bekler.
Halil sokakları paylaştığı çocuklarla
hayata tutunmaya çalışırken Karaköy gümrüğünde hamallık yapan Musa ile tanışır,
Zenci Musa ile. Musa bu küçük çocuklara hamilik yapmaya çalışır.
Musa Hicazdayken tanıştığı komutanı
Ahmet Vefik Paşa’dan Halil ve arkadaşlarını da Almanya’ya gönderilecek
çocukların arasına katmasını ister. Halil özellikle on yaşlarındaki Osman’dan
ayrılmak istemez. Beş kişilik bu çocuk grubu 1917 yılının Nisan ayında Sirkeci
garından bir yük katarına doldurulan 314 çocuğun arasındadırlar. 10 günlük yorucu bir yolculuktan sonra
Berlin’de yepyeni bir hayat beklemektedir çocukları. Çocuklar başlarında mavi bir serpuş omuzlarında yine
mavi bir pelerinle inerler istasyona.
Almanya’ya zirai alanlarda çırak olarak çalışmaya gelen bu
çocuklar, Osmanlı’nın yetim çocukları idi. Darü’leytamlarda her geçen gün
sayısı artan 1.Dünya Savaşı sırasında şehit düşen vatan evlatlarının çocukları
idi onlar.
Madenlerde ve zirai alanlarda çalıştırılmak için Almanya’ya
gönderilen, Avrupai pelerinler ve kepler giydirilmiş yetimlerimiz.
Gönüllü olan ancak gittikleri yerde maden ocaklarında
çalışacaklarından haberi olmayan,
En küçüğü 7 en büyükleri ise 15-16 yaşlarındaki bu çocukların
Almanya’ya gönüllü gittiği söyleniyordu ancak muhtemelen oraya vardıklarında üç
yıl ücretsiz çalışıp, dördüncü sene maaş almaya başlayacaklarından haberleri
yoktu.
Çocukların sağlık, beslenme, kıyafet, hijyen sorunları vardı.
Dil bilmiyorlardı, Çocukların tavrı da bir sorundu.
Yöneticiler çalışmak istemediklerini, kaçtıklarını, kavga
ettiklerini söylüyorlardı.
Neden savaşın ortasında yetimlerin Almanya’ya gönderilmesine
karar verilmişti?
Osmanlı açısından iyi eğitilmiş, iş becerisi olan işçi yetişmesi
ve ülkeye dönüp sanayileşmeye katkı sunması olarak, Almanya açısından ise
işgücü eksiğini karşılaması olarak açıklanıyordu...
Ama Osmanlı açısından ekonomik açıklama yeterli değil.
Almanların da tek dürtüsü ekonomik değil, yarı sömürgeci bir
dürtüydü.
Osmanlı Devleti’nin Dar’üleytamlara iaşe vermekte zorlandığı bir
dönemde yetim çocukların Almanya’ya gönderilmesi bir çare olarak ortaya
atılmıştı. Fakat bazı şeyler istenildiği gibi gitmemişti.
Zirai alanlarda çalışan Alman ustaların değil daha çok
madenlerde çalışan Alman ustaların yanına verilmişti Osmanlı’nın yetim
çocukları.
Madenlerdeki şartların ağırlığı, çocukların hastalanıp ölmesine
neden oluyordu.
Yemeklerdeki kültürel farklılık, çocukların en çok zorlandığı
konuların başında geliyordu.
Domuz etinin ucuzluğu nedeni ile Alman ustaların sık tükettiği
domuz çorbalarına Osmanlı’nın kara bahtlı yetimleri el sürmüyordu.
Ekmekle karınlarını doyurmaya çalışıyorlardı. Tuvaletlerde
taharet musluğunun olmaması da çocukları zorlayan bir diğer faktördü.
Şartların ağırlığı, yetersiz beslenme, kıyafetlerin kifayetsiz
olması gibi nedenlerden dolayı birçok çocuk hastalanıp ölüyordu.
Fırsatını bulanlar, kaçıp Berlin sokaklarında başıboş
dolaşıyorlardı. Fakat Alman polisi çocukları yakalayıp tekrar Alman ustalara
teslim ediyorlardı.
Bunun bu şekilde yürümeyeceği anlaşılınca bir kısım çocuk,
trenlerle İstanbul’a geri yollanmış bir kısmı da yaban ellerde yitip gitmişti.
Gurbet ellerde anasız, babasız ve vatansız bırakılmış bu
çocuklar bu topraklarda yaşanmış ya da yaşatılmış bir acı olarak kaldı.
Çocuklar Almanya’nın değişik şehirlerine dağıtıldılar. Halil ve
Osman ve bir grup çocuk daha bir sanayi
şehri olan Magdeburg şehrine gittiler.
Halil bir küçük atölyeye yerleştirildi Osman’la birlikte.
Osman’a hamilik yapmak hayatta kalabilmek adına tek güdüsüydü. Bir küçük
çiftlik evinde kalıyorlar oranın her türlü işlerini görüyorlardı. Başka Alman
yetim çocuklarda vardı çiftlikte. Anna ismindeki yaşıtı kız sözlüsünü
hatırlatıyordu. Onun varlığı da ona adeta umut veriyordu.
Osman oraya yerleştiklerinden bir yıl sonra hastalanarak vefat
etti. Bu süreçte Halil ile Anna’nın yakınlıkları olmasa hayat daha da acımasız
olacaktı.
Diğer çocukların şaşkınlık ve perişanlıkları hergeçen gün büyük huzursuzluklara neden oluyordu.
Çocuklardan kimi
doğrudan şehbenderliğe gidip çeşitli şikayetlerini sıralayarak yurda geri
dönmek istiyordu. Ancak işlerini bırakıp
büyük şehirlerde, özellikle Berlin’de takılan çocukların
bütün zamanlarını kahve köşelerinde serserilikle ve sefalet içinde geçirdiği
yazılıp çiziliyordu. Doğru dürüst Almanca bile öğrenmemişler, sefahat alemi
içinde ahlaki değerlerini yitirmişler, zührevi hastalıklara yakalanmışlardı.
Savaş Almanların ve
Osmanlıların umduğu gibi İttifak Devletleri’nin zaferiyle sonuçlanmamıştı.
İttihatçı liderler ortadan kaybolurken, DTV (Alman Türk Derneği) Almanya’daki
yetimlerle ilgili ne yapacağına bir müddet karar verememişti.
Ancak 1919 ortalarında
Osmanlı uyrukluları geri götürecek Akdeniz ve Gülcemal
vapurlarına,
askerler, diplomatik görevliler ve talebelerle birlikte onların da binmesine
karar
verilmişti. Halil Osmanlı uyrukların geri çağrıldığını duymuş, ancak işinden
ve hayatından memnun olduğu için gitmek istememişti.
Üstelik bu sıralarda kendi
gibi yetim olan Anna Höhnow’la nişanlanmıştı. Birkaç yıl sonra evlenmek
istediklerinde işler biraz karışmıştı. Halil’in doğum belgesine ihtiyaç
duymuşlardı. Belgeyi konsolosluktan temin etmek mümkündü, ancak Halil İstiklal
Harbi’nde savaşmadığı gerekçesiyle yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkardığı 1312
sayılı Kanun’a göre vatandaşlıktan atılmıştı. Henüz Alman vatandaşı da olmadığı
için heimatlos
(vatansız)
statüsündeydi. Savaş Halil’i
yetim bırakmış, Osmanlı yönetimi başından
savmış, Cumhuriyet rejimi vatansız yapmıştı.
Halil her şeye rağmen mutlu ve istisnai bir örnekti.
Böylesi uzun mesafeli ve
geniş çaplı bir sevkiyatın bu boyutta bir organizasyon eksikliğiyle yapılmış
olması, yetimlerin Almanya’daki yaşam koşulları konusunda büyük bir kaygı
duyulmadığı, çocukların gönderilmiş olmak için gönderildiğini düşündürüyor.
Osmanlı darüleytamlarında
“boğaz tokluğuna” çalışan hatırı sayılır miktarda işgücü bulunuyordu, ancak çocukların
ürettikleri, tükettiklerini karşılayacak boyutta değildi. Yetimleri bütün
masraflarını üstlenmeyi kabul eden Alman tarafına teslim etmek, çok sayıda
“boğazın azalması”, dolayısıyla eldeki kaynakların daha fazla üretim
yapılmamasına karşın çoğalması demek olacaktı. Bu yetimler adeta Almanya’ya
evlatlık olarak verilmişlerdi.
Çalıştığı fabrika
Türkiye’de bir fabrika inşa edecekti. Memleketi Turhal’da bir şeker fabrikası.
9 ayda biten fabrikanın
inşasında bulunmak üzere Türkiye’ye gelir.
Osmanlı yıkılmış, yeni bir
devlet kurulmuştur. Ancak memleketinin camilerinden ezan sesleri yükselmez.
Halil anlam veremez bu duruma.
Almanya’ya geri döndüğünde
kafası allak bullaktır.
Bir süre sonra çıkan 2.
Dünya savaşında yine askerdir. Bu kez Alman üniformasıyla. Aksayan bacağı
yüzünden sıcak çatışmalarda yer almaz ama teknikerliği sebebiyle Alman Leopold
tanklarının yapımında çalışır.
Savaştan sonra Türkiye’den
gelen bir öğrenciyle yine tanklar üzerinde çalışır. Bu genç mühendisle
(Necmettin Erbakan) olan sohbetleri aradığı bir çok sorunun cevap bulmasına
neden olur.
Artık yaşı 61 olmuştur.
Yine Berlin
istasyonundadır. Bu kez Türkiye’den gelen işçileri karşılayan kafilenin
arasındadır.
FEHMİ DEMİRBAĞ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder