29 Temmuz 2023 Cumartesi


 -BİR ONBEŞLİLER HİKAYESİDİR-

MAVİ PELERİNLİ VATANSIZ

 

Osmanlı Devleti için süreç adeta ateşten bir zaman dilimidir. Yıllardır süren toprak kayıpları, isyanlar, savaşlar, ekonomik bunalımlarla koca devlet baş etmeye çalışırken, bütün benliğiyle bu kötü gidişata dur demeye çalışan, bu uğurda çalışırken şehâdeti göze alan pek çok evladı vardır.

Halil 15 yaşlarında bir gençtir. Minyon tipiyle de yaşıtlarından daha küçük görünür. Memleketi Tokat’ın bir köyünde anasıyla bir başlarına geçim derdindedirler. Babası Yemen’de şehid olmuştur. Köy ise adeta boşalmış gibidir. Bir de sözlüsü vardır Halil’in.

O gençliğinin baharındayken “Yedi Düvel” denilen canavar devletin boynuna dişlerini geçirmiş, Çanakkale’de devleti Osmanlı can çekişmektedir. Hal böyleyken hele bir de devlet askeri mükellefiyet kanunuyla seferberlik ilan edilmişken cepheden geri kalmak olur mu? Tüyü bitmemiş gençler bu seferberlikle gönüllü olarak yola revan olurlar. Halil aklı annesinde ve sözlüsünde olduğu halde kısa sürede cephede bulur kendini.

Gelibolu’dadır. Gelecek belirsiz ve karanlık dolu günler kapıdadır.

Cephede yaşıtı nice cengaver vatan evladı, an be an toprağın altını yurt edinir genç yaşında korkusuzca. Halil cephede bulunmasından kısa bir süre sonra bir şarapnel parçasıyla yaralanır. Kendisi gibi binlerce gazi gibi tedavisi için İstanbul’a gönderilir. Cephede çadırlar, revirler yetmez binlerce yaralıyı tedavi için. İstanbul’da selatin camiler bile revire dönüştürülmüştür. Yaralarının tedavisi için hasta yatağına acılar içinde yatan Mehmetçiğin o halde bile akılları taburlarındadır. Bir an önce şifa bulup taburlarına dönmeyi isterler. Taburcu olmak deyimi yerleşir bütün gazilerin diline.

Sol ayağında bir araz kalmıştır Halil’in. Aksamasına rağmen cephede yerini alır. Bir süre sonra bir mektup ulaşır askerlik şubesinden. Okudukları kurşun yarasından beter eder genç adamı. Anacığını Ermeni komitacılar-eşkiyalar öldürmüş, sözlüsünü de kaçırmışlardır. Can evinden vurulan Halil hayata küser adeta.

Bir süre sonra Çanakkale cephesindeki savaş bitmiş ordular dağıtılmıştır.

Dünya’da bir başına kalan Halil’in artık memlekete dönecek takati de kalmamıştır. İstanbul’a dönen bir grup askere katılır. Gidecek bir yeri olmadığından İstanbul’un sokaklarında yaşamaya başlar. Sokaklarda kendisi gibi nice yetim, kimsesiz çocuk bulunmaktadır. Dar-ül eytamlar barındırdıkları çocuklara yetemez hale gelmişlerdir.

Pera, Kule ve Galata gümrüğü civarında hayata tutunmaya çalışır bir grup çocukla. Açlık, yokluk, hastalık peşini bırakmaz çocukların. İttihad Terakki hükümeti bu çaresizliğe kendince bir çare aramaktadır. Türk Alman Derneği başkanı gazeteci Ernst Jäckh’in teklifiyle Alman hükümetiyle bir anlaşma yapılır.  Bu anlaşma gereğince yetim çocuklar Almanya’ya gönderilecek, meslek edinmeleri sağlanacaktır. Böylelikle masrafları da hükümet bütçesinden tasarruf edilecektir. Oysa hayatın gerçekliği bu yetim çocukların orada ucuz işgücüne dönüşmesine sebep olur. Madenler ve ağır işler bu mecalsiz çocukların kas gücünü bekler.

Halil sokakları paylaştığı çocuklarla hayata tutunmaya çalışırken Karaköy gümrüğünde hamallık yapan Musa ile tanışır, Zenci Musa ile. Musa bu küçük çocuklara hamilik yapmaya çalışır.

Musa Hicazdayken tanıştığı komutanı Ahmet Vefik Paşa’dan Halil ve arkadaşlarını da Almanya’ya gönderilecek çocukların arasına katmasını ister. Halil özellikle on yaşlarındaki Osman’dan ayrılmak istemez. Beş kişilik bu çocuk grubu 1917 yılının Nisan ayında Sirkeci garından bir yük katarına doldurulan 314 çocuğun arasındadırlar.  10 günlük yorucu bir yolculuktan sonra Berlin’de yepyeni bir hayat beklemektedir çocukları. Çocuklar  başlarında mavi bir serpuş omuzlarında yine mavi bir pelerinle inerler istasyona.

Almanya’ya zirai alanlarda çırak olarak çalışmaya gelen bu çocuklar, Osmanlı’nın yetim çocukları idi. Darü’leytamlarda her geçen gün sayısı artan 1.Dünya Savaşı sırasında şehit düşen vatan evlatlarının çocukları idi onlar.

Madenlerde ve zirai alanlarda çalıştırılmak için Almanya’ya gönderilen, Avrupai pelerinler ve kepler giydirilmiş yetimlerimiz.

Gönüllü olan ancak gittikleri yerde maden ocaklarında çalışacaklarından haberi olmayan,

En küçüğü 7 en büyükleri ise 15-16 yaşlarındaki bu çocukların Almanya’ya gönüllü gittiği söyleniyordu ancak muhtemelen oraya vardıklarında üç yıl ücretsiz çalışıp, dördüncü sene maaş almaya başlayacaklarından haberleri yoktu.

Çocukların sağlık, beslenme, kıyafet, hijyen sorunları vardı.

Dil bilmiyorlardı, Çocukların tavrı da bir sorundu.

Yöneticiler çalışmak istemediklerini, kaçtıklarını, kavga ettiklerini söylüyorlardı.

Neden savaşın ortasında yetimlerin Almanya’ya gönderilmesine karar verilmişti?

Osmanlı açısından iyi eğitilmiş, iş becerisi olan işçi yetişmesi ve ülkeye dönüp sanayileşmeye katkı sunması olarak, Almanya açısından ise işgücü eksiğini karşılaması olarak açıklanıyordu...

Ama Osmanlı açısından ekonomik açıklama yeterli değil.

Almanların da tek dürtüsü ekonomik değil, yarı sömürgeci bir dürtüydü.

Osmanlı Devleti’nin Dar’üleytamlara iaşe vermekte zorlandığı bir dönemde yetim çocukların Almanya’ya gönderilmesi bir çare olarak ortaya atılmıştı. Fakat bazı şeyler istenildiği gibi gitmemişti.

Zirai alanlarda çalışan Alman ustaların değil daha çok madenlerde çalışan Alman ustaların yanına verilmişti Osmanlı’nın yetim çocukları.

Madenlerdeki şartların ağırlığı, çocukların hastalanıp ölmesine neden oluyordu.

Yemeklerdeki kültürel farklılık, çocukların en çok zorlandığı konuların başında geliyordu.

Domuz etinin ucuzluğu nedeni ile Alman ustaların sık tükettiği domuz çorbalarına Osmanlı’nın kara bahtlı yetimleri el sürmüyordu.

Ekmekle karınlarını doyurmaya çalışıyorlardı. Tuvaletlerde taharet musluğunun olmaması da çocukları zorlayan bir diğer faktördü.

Şartların ağırlığı, yetersiz beslenme, kıyafetlerin kifayetsiz olması gibi nedenlerden dolayı birçok çocuk hastalanıp ölüyordu.

Fırsatını bulanlar, kaçıp Berlin sokaklarında başıboş dolaşıyorlardı. Fakat Alman polisi çocukları yakalayıp tekrar Alman ustalara teslim ediyorlardı.

Bunun bu şekilde yürümeyeceği anlaşılınca bir kısım çocuk, trenlerle İstanbul’a geri yollanmış bir kısmı da yaban ellerde yitip gitmişti.

Gurbet ellerde anasız, babasız ve vatansız bırakılmış bu çocuklar bu topraklarda yaşanmış ya da yaşatılmış bir acı olarak kaldı.

Çocuklar Almanya’nın değişik şehirlerine dağıtıldılar. Halil ve Osman ve bir grup çocuk daha  bir sanayi şehri olan Magdeburg şehrine gittiler.

Halil bir küçük atölyeye yerleştirildi Osman’la birlikte. Osman’a hamilik yapmak hayatta kalabilmek adına tek güdüsüydü. Bir küçük çiftlik evinde kalıyorlar oranın her türlü işlerini görüyorlardı. Başka Alman yetim çocuklarda vardı çiftlikte. Anna ismindeki yaşıtı kız sözlüsünü hatırlatıyordu. Onun varlığı da ona adeta umut veriyordu.

Osman oraya yerleştiklerinden bir yıl sonra hastalanarak vefat etti. Bu süreçte Halil ile Anna’nın yakınlıkları olmasa hayat daha da acımasız olacaktı.  

Diğer çocukların şaşkınlık ve perişanlıkları hergeçen gün büyük huzursuzluklara neden oluyordu.

Çocuklardan kimi doğrudan şehbenderliğe gidip çeşitli şikayetlerini sıralayarak yurda geri dönmek istiyordu.  Ancak işlerini bırakıp büyük şehirlerde, özellikle Berlin’de takılan çocukların bütün zamanlarını kahve köşelerinde serserilikle ve sefalet içinde geçirdiği yazılıp çiziliyordu. Doğru dürüst Almanca bile öğrenmemişler, sefahat alemi içinde ahlaki değerlerini yitirmişler, zührevi hastalıklara yakalanmışlardı.

Savaş Almanların ve Osmanlıların umduğu gibi İttifak Devletleri’nin zaferiyle sonuçlanmamıştı. İttihatçı liderler ortadan kaybolurken, DTV (Alman Türk Derneği) Almanya’daki yetimlerle ilgili ne yapacağına bir müddet karar verememişti.

Ancak 1919 ortalarında Osmanlı uyrukluları geri götürecek Akdeniz ve Gülcemal vapurlarına, askerler, diplomatik görevliler ve talebelerle birlikte onların da binmesine karar

verilmişti. Halil Osmanlı uyrukların geri çağrıldığını duymuş, ancak işinden ve hayatından memnun olduğu için gitmek istememişti.

Üstelik bu sıralarda kendi gibi yetim olan Anna Höhnow’la nişanlanmıştı. Birkaç yıl sonra evlenmek istediklerinde işler biraz karışmıştı. Halil’in doğum belgesine ihtiyaç duymuşlardı. Belgeyi konsolosluktan temin etmek mümkündü, ancak Halil İstiklal Harbi’nde savaşmadığı gerekçesiyle yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin çıkardığı 1312 sayılı Kanun’a göre vatandaşlıktan atılmıştı. Henüz Alman vatandaşı da olmadığı için heimatlos (vatansız)

statüsündeydi. Savaş Halil’i  yetim bırakmış, Osmanlı yönetimi başından savmış, Cumhuriyet rejimi vatansız yapmıştı.

Halil  her şeye rağmen mutlu ve istisnai bir örnekti.

Böylesi uzun mesafeli ve geniş çaplı bir sevkiyatın bu boyutta bir organizasyon eksikliğiyle yapılmış olması, yetimlerin Almanya’daki yaşam koşulları konusunda büyük bir kaygı duyulmadığı, çocukların gönderilmiş olmak için gönderildiğini düşündürüyor.

Osmanlı darüleytamlarında “boğaz tokluğuna” çalışan hatırı sayılır miktarda işgücü bulunuyordu, ancak çocukların ürettikleri, tükettiklerini karşılayacak boyutta değildi. Yetimleri bütün masraflarını üstlenmeyi kabul eden Alman tarafına teslim etmek, çok sayıda “boğazın azalması”, dolayısıyla eldeki kaynakların daha fazla üretim yapılmamasına karşın çoğalması demek olacaktı. Bu yetimler adeta Almanya’ya evlatlık olarak verilmişlerdi.

 Halil bu sürede Almanca öğrenmiş, hatta teknikerlik okuluna da gitmişti. Anna’yla olan evliliklerinden  çocukları da olmuştu. Alman vatandaşlığına geçtiğinde ismi artık Holffman’dı.

Çalıştığı fabrika Türkiye’de bir fabrika inşa edecekti. Memleketi Turhal’da bir şeker fabrikası.

9 ayda biten fabrikanın inşasında bulunmak üzere Türkiye’ye gelir.

Osmanlı yıkılmış, yeni bir devlet kurulmuştur. Ancak memleketinin camilerinden ezan sesleri yükselmez. Halil anlam veremez bu duruma.

Almanya’ya geri döndüğünde kafası allak bullaktır.

Bir süre sonra çıkan 2. Dünya savaşında yine askerdir. Bu kez Alman üniformasıyla. Aksayan bacağı yüzünden sıcak çatışmalarda yer almaz ama teknikerliği sebebiyle Alman Leopold tanklarının yapımında çalışır.

Savaştan sonra Türkiye’den gelen bir öğrenciyle yine tanklar üzerinde çalışır. Bu genç mühendisle (Necmettin Erbakan) olan sohbetleri aradığı bir çok sorunun cevap bulmasına neden olur.

Artık yaşı 61 olmuştur.

Yine Berlin istasyonundadır. Bu kez Türkiye’den gelen işçileri karşılayan kafilenin arasındadır. 


FEHMİ DEMİRBAĞ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder