30 Aralık 2013 Pazartesi

tarihten bir yaprak!




BU UNUTULUR MU?
 
Lütfen sonuna kadar okuyun ve okutturun. 
 Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlere,150 bin askerimiz esir düştü. Bu askerlerden bir kısmı da Mısır'ın İskenderiye şehri yakınlarında bulunan Seydibeşir Usare Kampı'na Hapsedildi. Kampın tam adı, 'Seydibeşir Kuveysna Osmani Useray-I Harbiye Kampı' idi.
Bu kampta, 1918'de Filistin Cephesinde esir düşen 16. Tümen'in 48.
Alayı'na bağlı Osmanlı Askerleri Tutuluyordu.12 Haziran 1920'ye kadar Iki yıl boyunca Her türlü işkence, eziyet, ağır hakaretler ve aşağılamaya maruz kaldılar.İnsanlık dışı muamelenin nedeni ise Ermeniler idi… 
Kamptaki, Türkçe bilen Ermeni tercümanların Yalan yanlış çevirileri ve kışkırtmaları nedeniyle,kampların İngiliz komutanları,azılı Türk Düşmanı haline gelmişlerdi. Savaş bitmişti.Ancak,Kamptaki ağır koşullar nedeniyle ölenler dışındaki askerleri Teslim etmek,İngilizlerin işine Gelmiyordu.Çünkü,olası yeni bir savaşta,Bu askerlerin Yeniden karşılarına çıkabilecekleri, Ermeniler tarafından,İngilizlerin beyinlerine işlenmişti. 
Çözüm Toplu katliamdı…Askerlerimiz,Mikrop kırma bahanesiyle,süngü zoruyla Dezenfekte havuzlarına sokuldu.Ancak;Suya normalin çok üzerinde 'krizol' maddesi katılmıştı..
 Mehmetçik,Suya daha ayağını soktuğunda,aşırı krizol maddesi nedeniyle haşlanıyordu. Ancak,İngiliz Askerleri,dipçik darbeleri ile askerlerimizin havuzdan çıkmalarına izin vermiyorlardı.Mehmetçikler,Bellerine kadar gelen suya başlarını sokmak istemediler. Ancak,Bu kez İngilizler havaya(başlarının üzerine) ateş etmeye başladı.Askerlerimiz, ölmemek için,çömelerek başlarını suya soktular.Ancak,başını Sudan kaldıran artık göremiyordu.Çünkü gözleri yanmıştı… 
 Dışarı çıkanların halini gören sıradaki askerlerimizin direnişleri de fayda etmedi Ve 15 000 (15 bin) askerimiz kör oldu.Bu vahşet,25 Mayıs 1921 tarihinde TBMM.' de görüşüldü.Milletvekilleri Faik ve Şeref Beyler Bir önerge vererek,Mısır'da esirlerin Krizol banyosuna sokularak,15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildiğini,Bunun faili olan İngiliz doktor,Garnizon Komutanı ve Askerlerin cezalandırılması için,TBMM' nin teşebbüse geçmesini istediler.
 Ancak,Yeni kurulan devletin bin türlü derdi vardı.Ağır sorunlarla uğraşan TBMM' de Bu hesap sorma işi Unutuldu gitti.Ama onlar Unutmuyorlar…Kendi ihanetlerini bile soykırım ambalajına sarıp,dünya kamuoyuna Sunuyorlar.
En üzücü olanı da Malum birilerinin,Bu karalama kampanyalarına çanak tutması… ERMELİLER SOYKIRIM YAPILDI DİYE DÜNYAYI AYAĞA KALDIRIYOR. BİZİM TARİHİMİZDEN HABERİMİZ YOK.!!!


29 Aralık 2013 Pazar

BEN Kİ;



KELİMELERİN EFENDİSİ!

günlerden pazar,
çıkmadım dışarı...
canımda sıkkın,
madem dedim,
bütün gün evdeyim,
birikmiş kelimelerim var,
onları istifleyeyim.
ben ki kelimelerin efendisi,
onları ihmal etmeyeyim.
önce gruplara ayırdım onları,
hüzün kokanlar buraya,
bir bebeğin ağlamasına,
pazardan atık toplayan anneye,
belki bir maden işçisine,
acı çekenlere...
ta ötelere ve hatta...
misal, arakana!
gözyaşı olarak,
en çokta dua!
yerleştirdim bütün dünyaya!
newyorkun evsizlerine,
kimsesizlerine!
ihanet kokan kelimelerimi,
korkarak tasnifledim
sevdayı anlatanlar azalmışlar,
gülünç kelimelerim,
tükenmiş!
acı ve ızdırap yüklenmişler...
ben ki, kelimelerin efendisi,
tutsağıyım onların...
şiirlik olanlar başka görevde,
siyasilerin dillerinde,
...
günlerden pazar,
kelimeler mezar...
...
kelimeler münafık,
herkes kadar ikiyüzlü,
hangisine sarılayım,
hangisiyle neyi anlatayım,
ifadeler pürüzlü!
...
karışık, herşey,
her şey hep şer!
...
ben ki kelimelerin efendisi,
dillendiremezsem onları,
onlar bana sahip,
ben onların kölesi...
...
bugün pazar,
çıkmadım evden dışarı,
istedim ki,
birikmiş kelimelerim var,
onları,
akıl çekmecelerine koyayım,
gönüllere de...
...
yaşlanmış olmalıyım,
artık onlarla,
yalnız baş edemiyorum,
...
bir ihtimal,
işim kolaylaşır diye,
umut kelimesini aradım,
...
gün bitti...
bulamadım...
...
yığınlarca kelime intizamsız,
herbiri gevezeye sakız...
...
ihtimal, gün gelir,
lazım olur diye,
hiç olmaz ise harfleri,
bir bebeğin,
ilk nefesinde sakladım!
...
bugün günlerden pazar,
belki de nazar...
yemeden azar...
kötü sözden saklandım!
...
şairiz ya; kelime ustası,
uslandım!









28 Aralık 2013 Cumartesi




ONİKİ EYLÜL


mazbut,
kaygıları olan bir adam,
hayattan başka,
kimseyle kavgası olmayan...
bir lokma kopardı,
elindeki simitten,
bir lokmada martılar için...
aklında türlü düşünceler,
hemen sahilde,
çıkılmaz hesapların içinde...
gözler, batmakta olan güneşte,
içi ateş dolu,
öfke!
henüz çıkmış cezaevinden...
...
tam otuz yıl önce,
daha dün gibi hatırında,
onsekizinden,
onsekiz gün almadan...
girmesi kodese!
öldürmüştü kendi yaşlarındaki,
bir vatan hainini,
unutmuştu sebebini,
sanırım siyasiydi!
hafifletici sebepler derken,
kırılmadı kalemi,
tam otuz yıl hapis yedi!
öldürdüğü sağcı mıydı,
solcu mu?
kendi neydi,
onu da bilmiyordu...
hatırlamıyordu!
o kendisini cezaevinde unutmuştu!
...
otuz yıla,
fax girdi...fotokopi!
renkli televizyon,
bilgisayar,
cep telefonu!
iletişim çağı girmişti,
onun bağlantısı,
ömrüyle kesilmişti?
...
vurmasaydım, dedi!
içindeki maktülüyle yaşadı,
birlikte yaşlandı!
...
o içerdeyken,
dünya yaşlandı,
gözü yaşlı anası, babası,
kalmamıştı akrabası...
onsekizinde yaşlı bir adam,
çıkmıştı cezaevinden!
...
yıl bin dokuzyüz seksen,
zaman yerde iki seksen...
...
ihtilal dedi büyükler,
oysa o daha çocuktu!
bir başka çocuğun katili,
hep sordu da içerde,
ya benim katilim nerde?
...
duvarlara yazdığı yazılar,
ve ona yazılan kader!
yaşasın diyordu,
yada kahrediyordu!
bilmiyordu ki,
başkalarının oyunu,
o daha çocuktu,
sanki oyun oynuyordu!
...
aşkı bilmedi,
hayal kurmak belki,
şairlerden öğrenmişti,
çıkınca mahpustan,
bir simidi paylaşmak,
özgürlüğün kuşlarıyla...
tek hevesi!
...
bedeni girince cezaevine,
o içine hapsetti ruhunu,
otuz yıl hep sustu...
...
hayal meyal,
o günler...
yok yok yok!
ekmek, gazyağı, sanayağı!
bir umut vardı;
ölmeliydi bütün vatan hainleri!
öyle diyordu siyasiler,
devletin büyükleri!
herkes kin ekip,
nefret biçiyordu?
eylüle çeyrek kala,
konuştu elindeki silahı!
kurşun konuştu,
namlunun ucundaki sustu!
türkiyem sustu!
yaşanılan, aslında kabustu!
...
o şimdi,
mazbut...
bedeni ona tabut!
bir adam,
özgür...
sahilde ve hayatta!
...
Türkiyem aynı,
değişmemiş,
duvarlara yazılmıyor yazılar,
şimdinin duvarları değişmiş ya da,
facelerde, twitlerde aynı öfke,
yaşasın ya da kahrol!
...
ekmek var, şükreden yok!
gazyağı yok, doğalgaz var!
sanayağı obezite!
türkiyem aynı,
cümbüş derdinde!
...
artık ölmüyor,
onsekizinde delikanlılar,
onlar sokaklarda zombiler,
ruhsuz cesetler,
türkiyem sanki,
birbaşka cezaevinde!
...
zaman aynı,
figürler değişik,
zindan aynı,
gardiyan başka!
...
şimdi, şu an,
tutsa kalabalıktan birini,
dese yapman yazıktır,
gelmen oyuna...
sizi de sokacaklar ya mapusa,
ya tabuta...
yeni ünvanımı olur, yoksa;
deli!
...
şu satırlardan,
anlayan varsa...
işte o da...
onlardan biri;
bel ki zırdeli!
...
simit bitmiş,
güneş batmıştı...
adam...
çoktan kalabalığa,
karışmıştı...
ondan geriye,
bu karalamalar kaldı;
o adam;
babamdı!

fehmi demirbağ

çekmiş olduğumuz bir reklam filmi...

27 Aralık 2013 Cuma

ŞİMDİ REKLAMLAR!





DOHTOR ÖLECEK MİYİM?


Ben ne anlarım sistemden,
rejimden, devletten, hükümetten...
sen bi de, ölecekmiyim derdimden!
Ah be dohtor fakirlik zor zenaat!
Aklen, bedenen, ruhen...
illa ki cepken!
Geçmişe bir çekap;
Tanrı uludur, tanrı uludur...
...
Poliste can korkusu,
ben de açlıktan ağız kokusu!
askerde yediğim dayaklar,
unutturdu anamdan yediklerimi...
öğretmenim de az dövmediydi...
sevdam da olmadı ki benim,
al dedi anam bu gızı,
bağladı başımızı...
gördük ya atamızdan,
bizde dövdük elgızını!
dohtor;
altı boğaz bakar elimize,
nasıl yanak derdimize!
tam 3 aydır gan gelir genzimize...
zahar, geçen yıl gaptım,
gurbette gış boyu çıplak yattım.
ne gazandım gönderdim evime,
gönderdiğim yetmez ki, nafile...
bana bi haller olursa...
kim bakar yetimlerime?
...
ben halleşeyim dohtorla,
bir telefon gelir,
çıkar doktor dışarı...
odada televizyon,
televizyonda haberler...
haberci garı anlatır vır vır!
söyler ki memleket garışır!
hocayla başvekil gapışır!
Sarıçiyan kudüse sırnaşır...
Gaynar dibi dünyanın,
benimde ahlım garışır.
...
Bir öksürük daha tutar beni,
sanki ciğerim yapışır...
dershaneler gapanacakmış...
Gapandı da!
Gapanmadı lakin fetönün çenesi.
vışşşş!
benim veletlere ne?
iyi ki gapandı da!
hiçbiri bilmez ki okul?
sanki benimkiler değil, kul!
Biz bit içindeyken
Bitcoin çok cool!
sanalından ya da gerçeğinden paralar,
yokluğu bizi yaralar!
Ah bitap kelimeler,
veletlerim bitpazarında nur yağsın bekler!
...
muhalefet çıktı ardından,
farklıymış gibi olanlardan,
perti çıkmış adalet arayışından...
...
bir o, ona diyor,
beriki farksız ondan!
trafiğin ahvaline baksın inanmayan...
...
dohtor gelmeyecek sankim,
çokta oldu gideli!
...aha! haberler bitti,
ekranda bir yorumcu,
fularlı gazeteci;
bağrınıp duruyor,
sanki beni okuyor!
"fakire ekmek yok,
zenginin mezarı mermerden,
hak hukuk ekmek arası,
ekmek; kimine yokluğu çile,
kimine varlığı obezite!
garibin bebesi aç,
kiminin itine mama paristen!
saunada terleyenler,
alınterini hakir görenler!
memleket yedi bölge,
taksimi az bulanlar taksimde,
sokağa çıkasım var,
dağlara da...
bağırasım,
avaz avaz!
tepkiliyim ya...
öfkeliyim...
hakkım yendi,
haklarımız,
en çok ta...
hayallerimiz!
kavgalara karışasım,
yumruklar sallamak,
saymadan hemi de...
karışasım var,
karıştırasım!
devrimler yapasım,
tarihler yazasım,
yıkasım,
dökesim geliyor!
ağız dolusu,
küfürler edesim!
bugün böyleyim işte,
yarın belki pişman!"
...
dohtor henüz dönmedi,
ben odada yalınız!
tv de bitmez programlar!
aha da şimdi; evlilik programı
ardından acundan reklamlar!

FEHMİ DEMİRBAĞ

24 Aralık 2013 Salı

ben varım,



RECEP TAYYİP ERDOĞAN


kasımpaşada,
fatihin,
gemileri indirdiği yamaçta,
hayaller kurardık...
bakıpta haliçin,
katran sularına,
nefesimizi tutar...
pis kokusunda,
cenneti arzulardık...
oyunlar oynardık,
sen fatih olurdun,
akşemsettin, hocamız,
bense ulubatlı...
dayanırdık şehrin surlarına,
bizansın istanbuluna!
ayasofyayı açardık önce,
ferman buyururdun,
kırardık zincirlerini...
tekbirler getirirdik,
sevinçten...
sense,
çaktırmazdın,
bakışlarını saklar,
gizlice ağlardın!
bacılarımız derdin,
örtünmeli!
yetimlerse sevinmeli...
adil düzen,
gömleğimizin rengi!
oysa yamalı giyinen,
mahallenin garip,
fakir çocuklarıydık!
başkalarından farkımız,
zengin hayallerimizdi...
sen ki mahallemizin abisi,
teşkilatın reisi...
biz kırk kişi iken,
içimizden biri,
şimdi asrın lideri!
oysa mahallede,
kimse ciddiye almazdı bizi,
dürüst çocuklardık,
o kadar!
bir sen,
içimizdeki büyümüş çocuk,
kocaman laflar ederdin,
belki biz bile oyun derdik,
sana gülerdik!
öyle ya hak gelecek,
batıl zail olacak!
hayali cihan değer!
kasımpaşa yamaçlarında,
hayatın yamaçlarında,
yürütülmesi gereken onca gemi!
haliçin sularına döşeli,
tarihten ve cehaletten mamul,
kocaman bir zincir...
kırılması gereken onca da put!
uzanan eller ibrahim,
sabır içimizdeki ateş!
bizse oyun peşinde,
39 sergüzeşt!
surda açılan gedik!
hep peşindeydik!
zamanla,
oyundan dönenler oldu...
yar göğsüne baş komadan,
ölenlerde...
savrulup sönenlerde!
derken,
one minute!
...
biz,
oyun oynadığımızı sanırken,
sen...
oyunu ciddiye almışsın,
bir bakmışız,
cidden fatih olmuşsun!
şimdinin bizansıysa,
hepten ciddi!
...
pensilvanyadan çandarlı;
telavivden ayarlı,
obama oyunbozan!
hocamın deyişiyle,
bremen mızıkacıları!
...
şimdi anladım seni abi,
"oynanan oyunu,"
o zamanlar oynadığımız oyun,
sen şimdi cidden fatih olmuşsun,
bense asıl şimdi,
cidden ulubatlı!...
...
rüzgar tenimizi savurdu,
şimdi biz ihtiyar çocuklar,
çocukken oynadığımız oyunu,
yeniden oynayacak!
yeni nesil,
asımın eskimeyen nesli!
...
istanbul yeniden feth olunacaktır!
onu feth eden komutan,
ne büyük komutan!
feth eden asker,
ne büyük asker!
tarih bu,
yeniden...
tekerrür eder!
...
kasımpaşa yamaçlarında,
yeniden tekbir sesleri!
....
artık 40 çocuk değiliz lakin,
milyonlar çoktan...
kudüs hayalinde...
bir kısmı; endülüs!
...
abi;
selahaddin eyyubi de,
olur musun?
..
tarık bin ziyad?
yakarız değil mi,
gemileri?

....
demek isterdim!
...
alkışlar, iltifatlar, övgüler!
ya da lanetler, sövgüler!
arasında bırakıldın ya!
ne desem!
...
ya devlet başa!
ya kuzgun leşe!
...
yezid gibi yaşayıpta,
hüseyin gibi anılmak isteyenler,
anlamaz ki beni!
...
en çokta;
17 yaşındaki,
masum kızın şehadeti,
mısır meydanından...
seni bize geri getirdi!
...
abi,
haddime değil belki,
bu kez büyük oyuna,
oyun bozanları alma,
alma aramıza mızıkçıları,
adı soyadında olsa,
misal!
...
hocamız derdi ya,
önce ahlak ve maneviyat,
işte öyle yani,
ikinci yarı başlıyorken,
elzem;
itikat ve fikriyat!
...
kimse aldanmasın,
kravatlı halimize,
üniforma kefen,
rütbe şehadet!
...
sen bize işaret et!
...
dilimiz öfkeliyse,
uğradığımız haksızlıklara,
ümmetin perişanlığına...
rabbim!
sen yine de zikrimize,
beddua değil,
dualar nasb et!
...
kardeşlerimize de,
bize de,
tevbeler kapısı;
cümle kapısı!
...
bakanların değil,
görenlerin ordusu;
ak neferler,
hakkın yolcusu!
...




23 Aralık 2013 Pazartesi

OKUMA ZAMANI!

AKPARTİLİLER!



 BU YAZI ÇOOK ÖNCE YAZILDI!
ŞİMDİ OKUMA VE PAYLAŞMA ZAMANI!

DEVLET ERKANINA ÖNEMLİ NOT!

Düne kadar, birazda iğdiş etme maksatlı olarak biz İslamcılar(!) Mustafa Kemal lafzı geçince “Beton Kemal” deyip istihzai bir tavır sergilerdik.
Rejime alternatif olduğumuzu iddia ederdik!
Şeriat gelecek, adil düzen insanları adaletle idare edecekti.
Bunu savunan insanların inançlarından başkada sermayeleri yoktu.
Derken…
Bir rüzgar esiverdi…
İslamcılar iktidar sahibi oluverdiler bir şekilde…
Paraları oldu!
Makamları!
İktidar sahibi de oluverdiler nihayetinde…
Onları o mevkilere getiren düzen eleştiriciliği yerini “ıslahatçılığa” ve maslahatçılığa” bırakıverdi.
Herşeyi betondan ibaret bildi.
Devrim, ya da hasreti çekilen İslami düzen “çimento” eşdeğerli oldu.
Şehirlere doluştular ülke nüfusunun %80’i.
Köyler boşaldı.
Şeherliydi artık onlarda!
Türkün ateşle imtihanı bitmiş, yerini farkına varamadıkları Kapitalizm ile olan müthiş mücadelesi başlamıştı.
Önce belediyeler iktidar olma şansını verdi, İslamcılara!
Belediyeler ise rant denilen geçimin gümrük kapısıydı.

SORU: Hep merak ederim; zabıta kontrolu dışında imar yapılamıyorsa memlekette, şehirlerimizin çarpık yapılaşmasına imza atanlar bu memleketin okumuş çocukları değil midir? Hani okumuşluk cehaletin engeline elzem sebep idi?
Nüfus sair sebeplerden yığılınca şehir merkezlerine, 50’li yılların apartman hayatı komün tarzda sitelere dönüşerek mahalle kavramını çekip kopardı hayatımızdan. Mahallenin yerini alan siteler bukez mahallenin esnafı denilen yapıyı da AVM lere bezediler.
Hadi vahşi kapitalizmin modernite ile işbirliği mekanik insan yaratmaya çalışırken Müslümanca bir ayrıntı ne zaman aklımıza gelecek ki?

SORU: Yapılan sitelerde çağdaşlık gereği havuzlu filan olmakta. Yani komşular yıl boyu birbirlerinin mahremleriyle görsel halvet içinde olmaktalar. Yoksa bu hal toplumun ar duygusunu yok etmeye yönelik sinsi bir icraat mıdır? Ya da bu yorum benim yobazlığıma mı verilmelidir?
Bu inşaat sektörü denilen mekanizma neden sadece şehirler için sözkonusudur? Hala şu yüzyılda ahırındaki hayvanlarıyla iç içe yaşayan köylerimizin modern açıdan yapılanması rant olmadığı için mi göz ardı edilmekte?

Modern köyler ile şehirden köylere tersi göç mümkün değil midir?

TOKİ nin Köysel hali olmaz mı?

Boşta gezen ziraat mühendisleri her bir köye atanamaz mı? İlim köylere tv ya da cep telefonu ile mi girecek? Ya da beyaz ekmekle? Tezek yakımı “doğal” mı karşılanmalı?
Bitkiyi, hayvanı şehirden yani insandan uzaklaştıran beton zihniyet yapılan parklarla kendini avutmakta! Egzos kokuları arasında hanımeli kokularının rüknu ne ki?

SORU: Neden Fatih'in İstanbul'u fethinden göğsümüzü kabartarak bahsederiz de...İstanbul başta olmak üzere bütün yurtta yapılan yapıların isimlendirmesini gavurca yaparız?
Göğsümüzde giydiğimiz tişörtlerden tutunda herşeyimize kadar gavurun işgal alanı yapmadık mı bütün hassasiyetli konumlarımızı?

İlkelliğimizi yabancı markalarla nereye kadar örtüp ezikliğimizi ne denli bertaraf edebiliriz ki?

SORGULAMAK LAZIM DEĞİL Mİ?

Hadi plağı en başa alalım!

***

Adem varlık alanına sorumlu bir şahsiyetve yaratılmışların şereflisi olarak olarak sürüldüğünde, yanı başında ‘sükun bulması’ için yaratılan eşini buldu.
Meleklerin secdesi ile değerleri alemlere duyurulan bu aileye cennet mekanı ve tek istisna ile sınırsız nimetler sunuldu.
Adem ve eşi sonsuzluk/doymazlık histerilerine kapılıp ‘yasak ağaca’ yaklaşınca ‘inin oradan’ (ihbitu) uyarısı/cezası ile mekan değişikliğine uğratıldılar.
Yeryüzünde şaşkın birer sürgün olarak dolaşırlarken vahyin klavuzluğu ile ikinci kez yerleşikliği öğrendiler.
İnsanlığın ilk adresinde meskun hayatı başlattılar.
Dağların ve taşların yabaniliğinden, denizlerin ve çöllerin ilkelliğinden eşyanın isimlerini öğrenerek fıtrata paralel davranışlar geliştirdiler.
Ateş yakmayı, düğüm atmayı, sayı saymayı, toprağı eşmeyi öğrendiler.
Baharın, yazın, güzün, kışın sırrına erdiler. (S.Karakoç)
Cennetten yeryüzüne gölgeler düşürdüler.
Rablerinden aldıkları kelimeler ile eşyaya şekiller vermek ve eşyayı kullanmak gibi pratik ihtiyaçların ötesinde eşya ile bir, mana dili de geliştirdiler.
Eşyanın bir amaca mebni tasarrufundan kaynaklanan bu ontolojik dil ete ve kemiğe bürünüp zamana ve mekana yayılınca da ‘şehir’ oldu.
İnsan şehir adlı beşiğin kaldırımlarında emekleyen bir bebek; şehir ise insanın kucağında ninniler ile büyüyen bir insan oldu.
İnsanın kadim yürüyüşü devam ettikçe şehirler isimsiz okullar gibi insanlar yetiştirdi, gökten yere yıldızlar buyur etti, medeniyetler biriktirdi.
İnsan kendisine okul olacak şehirler kurdu; şehirler kendisine mimar olacak insanlar yetiştirdi.
Şehirde farklı tarzı, davranışı, algısı ve aklı ile örnekler çoğaldıkça çoğaldı.
Şehirler toplumsallaşmanın araçları olarak bir çağdan bir çağa nesiller yaratırken insan teki de hem cinslerinin arasında duyguyu, düşünceyi, eylemi öğrendi.
Şehir akademiler, mektepler, medreseler ile insana bağrını açtı; insan ise bir gözü ile şehrin mürekkebini yudumlarken diğer gözü ile şehrin ana arterlerinden kılcallarına mürekkep taşıdı.
İnsan şehir üzerinden mensubiyet şuuruna ait güven dalgaları ile aklını ve kalbini olgunlaştırdı.
Şehir üzerinden şubeleşen, farklılaşan, rengarenkleşen insan, şehrin yollarından başka şehirlere yollar tüketti.
Bazen şehirlerden şehrine, heybesinde hayat yüklü kelimeler ile bazen de kılıcında kan lekeleri, yüzünde yabancı çizgiler, ağzında elfaz-ı küfr döndü.
Şehir onu besliyor o şehri besliyordu.
İnsan yasak ağacı yoklayıp ayıp yerleri ile ulu orta yerde dolandıkça şehir yapraklarını bedenine doluyor; ona bir biçem, bir içerik kazandırıyordu.
Şehir insana takva elbiseleri giydiriyor, süs kazandırıyor ya da şehir insanın elbiselerini sıyırıp çirkin yerlerini göstererek cennetten uzaklaştıran belalar veriyordu.
İnsan kah İbrahim ve İsmail oluyor, Kabe’nin duvarlarını yükseltiyor, ziraatsiz ölü bir vadiye şehir tadında can suyu akıtıyordu; kah fil ordularının sahibi oluyor, ya da Haccac oluyor Kabe’yi, kutsal şehri yağmalıyor, bombalıyordu.
An oldu şehre uzak kaldı insan ya da şehirden uzaklaştırıldı. Sanki irfan ve hikmet yüklü bulutlar çekiliyor da üzerinden kupkuru dudakları kalbinden ve ruhundan akıp yüzünde birikiyordu.
İlahi ruh dokununca çarşısına, mabedlerine ve sokaklarına, barış ve esenlik yurduna dönüşüyor, aziz bir belde oluyordu şehir.
İblis ve karanlığı kollayan fesad şebekesi dolduğunda ise bulvarlarına şehrin, kan kokuyordu buhur yerine geceler, dikenli fısıltılar akıyordu çatılarından çok katlı evlerin.
Şehir insanın yeteneklerini sunduğu bir platformdur, sahnedir. Mağaradan gölgeler yansır bazen şehrin perdelerine. Bazen sicim suretinde gözyaşları ıslatır şehrin elbiselerini, dekorunu. Bazen de onurlu okuyucular doluşur orta yerine zamanın ve ‘Ve La Ğalibe İlla Allah’ derler.
Bir köşesinde şehrin günah çukurları ve arkaik zebunlar; diğer köşesinde şehrin gülden terazi tutan ve gülü gülle tartan gül adamlar vardır.
Camilerinde şehadetleri dinin temeli ezanlar, gökdelenlerinde ise kibrin ve tuğyanın silüetleri.
Şehirler de insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler. Göğsünde arzın derin nefesler ile vücut bulurlar. Yekinir yer tutarlar; tezler geliştirir, fırtınalar koparırlar; bağrından cemiyetin adam suretinde adanmışlar büyütür sonra da her canlı gibi ölürler.
Şehirler yaşlanırlar; amansız beden sancılarına yenik düşerler; felaketler ile yerle bir olur ve ölürler. Ama en acısı, şehre gözyaşları döktüren, şehrin iniltilerini yedi kat semaya kavuşturan ihanet sonrası ölümlerdir…
Şehrin naçizane kayıtları, evrakları, salnameleri vardır. Gözleri üzerindedir insanın, kulakları keskindir; makinalı gibi tararlar zamanı. Zerre kadar iyiliğe ve zerre kadar kötülüğe duyarlı gelişmiş aygıtları olmasa da bir hafızası, kalemleri, aziz yazıcıları ve arşivi vardır şehirlerin.
Hakikate körleşen ve sağırlaşan insanın hallerini yazıp durmaktadırlar.
Hakikatin kitabını terk edilmiş bırakanları ve hakikatin onurlu okuyucularını kıytırık beyaz yakalılara, teknokrat kırmalarına değişenleri satır satır yazmaktadırlar.
Gözlerini din gününe çevirmiş, insanı adl-i ilahiye şikayete kilitlenmişlerdir.
Gözlerine mil çekilmiş hüzünlerden ahirete uzanan inanç tadında bir bekleyiştir bu.
Hakkı ve sabrı tavsiyeleşmekten uzaklaşan insanın yaşattığı bir kahır yüküdür bu.
Şehrin bereketini bodrum katlarında, eğlence salonlarında, gece kulüplerinde tüketerek yıpranan, dahası, tüketerek adamlaşacağını zanneden insanın tereddi hallerine bir şikayettir bu.
Yakın geçmiş ve kirlenmiş günümüz girdabında boğuluyoruz.
Bazı kelimeleri zikrederken insanın içini ince bir sızı yoklar. Yan yana dizilen birkaç harften meydana gelen bu kelimeler yaşanmışlıklardan mütevellit hasreti, kederi, buruk bir sevinci ifade ederler.
Modern yaşamın değirmeninde öğüttüğü mahalle hayatı ve kültürünü de ne yazık ki “eskiden” kelimesinin öncülük ettiği cümleler tarif eder.
Eskiden İstanbul’da muhabbeti dışarı sızdıran ahşap evleri, sevgiliye el sallayan neşeli cumbaları, anahtar delikleri paslanmış tahta kapıları, billur sular akıtan cömert sebilleri, bir ok işareti gibi semayı gösteren haşmetli minareleri ile sabah-ı şerifleri tatlı bir telaşla karşılayan mahalleler vardı.
Asude çınar ağaçlarının gölgelediği bu mahallelerde nikâh, ölüm gibi çeşitli sosyal halleri tanzim eden imamların yanı sıra veresiye tutmaktan erinmeyen emektar bakkallar, henüz ekmekleri bozulmayan hünerli fırınlar, kedisini ihmal etmeyen müşfik kasaplar, makasına altın bir bilezik gibi ehemmiyet veren mâcit berberler, tenhalardan perva etmeyen cesur bekçiler ve en nihayetinde “yârin yanağından gayrı ” emeği-ekmeği, neşeyi-kederi; hülasa koca bir hayatı paylaşan sadık komşular bulunurdu. Kendi söküğünü dikemeyen terzileri de unutmamak lazım. Terzisinden imamına kadar söz konusu mahalle sakinlerinin hayatları iç içeydi.
Birbirinin sosyal ihtiyaçlarını alçakgönüllülükle karşılayan bu insanların komşuluk münasebetleri akrabalık bağlarının bir adım önündeydi.
Mahalle hayatı ve kültürünün menbâsını oluşturan paylaşma, yardımlaşma, dayanışma gibi hasletlerden meydana gelen insani ilişkilere hayati bir zaruret atfedilirdi.
Mahallelerin sokak dokusunu, çoğu zaman hoşgörü esasına dayanan mahalle münasebetleri tayin ederdi. Başkasını rahatsız etmediği sürece sokağın ortasında hane inşa etmeyi bile makul gören bu hoşgörü mahremiyeti muhafaza eden çıkmaz sokakları vücuda getirirdi.
Herkese geçiş hakkı tanıyan kavisli sokakların aksine çıkmaz sokaklar sadece bir veya birkaç haneye penâh olurdu. Genellikle bir veya iki kattan oluşan bu hanelerin yükseklik- alçaklık bakımından birbirine paralel inşa edilmesi de tesadüf değildi. Bu paralellik hane içi hayatın ifşasını önleyecek bir tedbir niteliği taşırdı. Hanelerin dışarıya açılan kapılarının birbirine mukabil gelmemesi de bu mahremiyete gösterilen ehemmiyeti tezahür ederdi.
Günümüzde, kendine mahsus bir kültür meydana getiren eski mahalle hayatının izlerine ne yazık ki sadece fiziki yapılarda rastlamak mümkündür. Buram buram hanımeli kokan kavisli sokaklardan yükselen zerzevatçı nidalarını, kapı eşiğinde yapılan ikindi sohbetlerini, misafir yolunu gözleyen aralıklı kapıları, düdük öttüren telaşlı bekçileri, birbirine yardım etmekten imtina etmeyen kadirşinas sakinleri tahassür eden İstanbul, mahalle hayatı ve kültürünü ancak eski zamanlarda tahayyül ederek teselli bulmaktadır.

Mahalle sakinleri cidden sakindiler.
Mahalle hayatını oluşturan en önemli unsurlardan biri de sakinler arasındaki komşuluk ilişkileriydi. Herhangi bir mahalle sakininin karşılaştığı müspet ya da menfi bir olayın ceremesi veya semeresini bütün mahalle paylaşırdı. Ölüm, doğum, evlilik, sünnet gibi sosyal hadiselerin üstesinden hep birlikte gelinirdi. Ölüm olayı karşısında acıya ortak olunur, yas evine cenazenin kaldırılmasından ölü yemeğine kadar her türlü destek verilirdi. Biri mi evlendi, çeyiz dizmekten düğün alayına kadar imece usulü herkes üzerine düşen vazifeyi içtenlikle yapardı. Herhangi bir uygunsuzluk, usulsüzlük karşısında ortak tavır alınır, mahallenin dirliği, düzeni el birliğiyle sağlanırdı.
İstanbul’da komşuluk ilişkilerinin en renkli motifini kadınlar oluştururdu. Zerzevatçı nidasını işittiklerinde merdivenleri telaşla inerek sokağa yönelirlerdi. Akşam sofraya oturtulacak sebzenin en iyisini seçmek için tablanın altını üstüne getirirlerdi. Sonra bir pazarlık alır başını giderdi. Mutabakata varıldığında zerzevatçı, yükü hafiflemiş bahtiyar bir şekilde sokaktan ayrılırdı.
Sıcak yaz günlerinde mahalle hanımları neredeyse her gün birbirlerine sabah kahvesine, beş çayına veya akşam sohbetine giderlerdi. Sabah namazından sonra kahvaltı saatine kadar ev işleri bitirilmiş olurdu. Hanımlar hayırlı işler dileyerek beylerini işe uğurladıktan sonra akşam yemeği için tencereyi ocağa koyarlardı. Zeynep, Ayşe, Fatma hanımlar varsa yanlarına genç kızlarını ve gergeflerini alarak onları bekleyen komşu haneye doğru yola koyulurlardı. Hane sahibesi tarafından kapı eşiğinde güler yüzle karşılanan komşular, kamelyanın gölgesinde dinlenen böreklerin başına buyur edilirlerdi. Böreklerden alınan lokmalar midelere bayram ettirirdi. Sonra desenli fincanlarda köpüklü kahveler ikram edilirdi. “Ayol duymadın mı!” diye başlardı lakırdılar. Anlatılan hadiseler, havadisler kahvenin de lezzetiyle keyiflere keyif katardı. Kahveler içildikten sonra da fincanlar “Neyse halin çıksın falin” ifadesiyle açılmak üzere çeşitli dileklerle kapatılırdı. Bahçenin başka bir köşesine öbeklenen genç kızların ise muhabbetlerini genellikle beyaz atlı prensleri süslerdi. Dantellere atılan her ilmik onları çeşitli hayallere sevk ederdi. Hanımların dillerinde yemek tarifleri, kızların ise “ bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya”.
Mesaisini tamamlayan beyler ise eve gitmeden önce kahveye uğrar, tavlaya otururlardı. Kahvede demli çaylar ardı sıra servis edilir, gazete sütunlarını meşgul eden memleket meseleleri konuşulurdu. Çoğu zaman ateşli tartışmalara dönüşen memleket meselelerini boşluğa bırakılan zarlar tatlıya bağlardı. “ Du şeşşşş! ” .
Sonra evli evine köylü köyüne…
Sıkıysa Avm’ den parasını sonra vereceğim diyerek bir ciklet isteyin!
Mahallenin yerleşik unsuru olmasa da esnaflar mahalle hayatının önemli unsurlarını teşkil ederlerdi. Bakkallar, fırınlar, berberler, kasaplar, terziler… Her mahallede bulunan bu esnaflar mahalle sakinlerinin çeşitli ihtiyaçlarına cevap verirlerdi.
Peynirinden sabununa kadar çeşitli ev gereklerini bulundurdukları için mahallenin en uğrak yerini bakkallar oluştururdu. Zeytinin etlisi, pirincin iyisi onlardan sorulurdu. Her geleni hoş karşılamaktan, gül güle uğurlamaktan hiç yorulmazlardı. Küçük çekmecelerinden veresiye defterlerini eksik etmeyen bakkallar, mahalle sakinleriyle aralarına maddi bir mesafe koymazlardı. İsteyen her mahalle sakinine bu defterlerde hesap açarlardı. Veresiye defterlerinin her bir nüshasını aybaşına kadar birer senet gibi muhafaza eder, aybaşı parası çıkışmayanları ise idare etmekten kaçınmazlardı.
Mahallenin ikinci uğrak yeri ise fırınlardı. Yemek öncesi kapısı çalınan fırınlardan gramını hiç şaşırmayan baklava dilimli sıcak ekmekler alınırdı. Temizliğine ehemmiyet verilen fırınların bilhassa ramazan aylarında bacası sahur vaktine kadar tüterdi.
İstanbul’da lezzetli yemeklerin yolu eli bıçaklı, beli peştamallı kasaplardan geçerdi. Sabahın erken saatlerinde dövülmüş, kıyılmış, kuşbaşı kesilmiş et sipariş eden mahalleliye kasaplar paket paket iyisinden sığır, keçi, kuzu yetiştirirlerdi. Aybaşlarında kasaplar pek çalışırdı. Zira mahalleli genellikle aybaşlarında maaş alırdı. Her kasabın bir de kedisi vardı. Diğer kedilerin imrendiği kasap kedileri önlerine atılan artık etlerle güzel bir ziyafet çeker, sağa sola yuvarlanıp keyif çatarlardı.
Kendi söküğünü dikmeye fırsat bulamayan terzilerin ise ellerinden iğne ve iplikleri düşmezdi. Kadın ve erkek terzisi olmak üzere birbirinden ayrılan terziler, mahalle sakinlerine müzeyyen kumaşlardan şahane elbiseler dikerlerdi. Bir elbise için bazen birkaç kez prova yapıldığı olurdu. Bu provalarda elbise diktiren kişiye henüz ana hatları dikilmiş kumaş giydirilir, elbisenin bir kusurunun olup olmadığına bakılırdı. Burun ucuna kaymış gözlükleriyle kumaşları inceleyen terziler bir kusur fark ettiklerinde iğnelerine sarılır, kumaşları iğnelerlerdi. Hasbıhalin ihmal edilmediği provalar bittiğinde ise iş başına geçilirdi. Dikiş makinesinin kolunu güçlü bir hamleyle çevirdikten sonra pedallara yüklenen terzilerin bedenleri yorgun düşünceye dek bir ileri bir geri sallanırdı.
Osmanlı döneminde perukâr ismiyle anılan berberler mahalle erkeklerinin saç sakal tıraşından sorumluydu. Düğün, bayram gibi günlerde berber dükkânı hıncahınç dolardı. Herkes sırasıyla alınır, özenle tıraş edilirdi. Kolları sıvalı, elleri usturalı berberlerden önce sakallar nasibini alırdı. Bilenmiş usturalar marifetiyle sakal tıraşı yapılan yüzlere avuç avuç kolonya çarpılırdı. Kolonyayla sızlayan yanaklara sinek konsa kayardı. Sonra saçlar… Hünerli parmakların arasında tutulan saçlar tez canlı makaslarla kesilir, talep edildiğince kısaltılırdı. Berberler gün boyu ustura ve makası ellerinden “Sıhhatler olsun”u dillerinden düşürmezlerdi.
Şehircilik bakanlığı şehrin yalnızca beton yapısıylamı ilgilenmeli, hasılı. Şehirlerimize insaniyet kimliği vermek hangi bakanlığın işdir, peki? Kadın ve aileden sorumlu bakanlık...Milli Eğitim Bakanlığı...Kültür Bakanlığı...

Sahi nereye bakmaktalar?

FEHMİ DEMİRBAĞ