Osmanlı’nın Kuruluşunda Bir Öncü Azınlık Kurumu;Horasan Erenleri
Horasan Erenleri; Gazalî-Ahmed Yesevi-Şeyh Edebalî üçlüsünün dikey tamlaşması sonucu ortaya çıkan bir tecdid hareketinin uzantısı idi. Gazali, özellikle felsefe ve Mu'tezile kelâmından kaynaklanan tevhid dışı düşüncenin Müslüman bireyde meydana getirdiği manevî ve imanî yıkımı çok yüksek bir mantık ve kelâm gücüyle önlemiş, Müslümanların iman ve ihlasını tamir ve ıslah etmiş, yani geniş ölçüde "iman kurtarma" misyonu nu ifa etmişti. Ahmet Yesevi ise Gazalî'nin bıraktığı yerden hareketle tasavvuf yoluyla geleceğin yeni dünyası ve medeniyetini inşa edecek Öncü Azınlık'ı yetiştirmişti. Osmanlı insanının psikolo- jik yapısını kavrayabilmek için Ahmed Yesevi ve yetiştirdiği kadrosu üzerinde kısaca durmak gerekir.
Ahmed Yesevi ve Müridanı
Ahmed Yesevi, bu gün Çin'in Doğu Türkistan bölgesinde Aksu sancağına bağlı ve Aksu'nun 176 km Kuzeydoğusunda bulunana Sayram sancağın- da doğdu. Sayram, Tarım Irmağı'na bağlı Şahyar nehrine dökülen Karasu'nun üzerinde küçük bir kasabadır. Ahmed Yesevi'nin hangi tarihte doğdu- ğu kesin olarak bilinmemekle beraber bunun 12. yüzyılın ortalarına rastladığını tahmin edebiliriz.1 Yesevi'nin babası Şeyh İbrahim, Sayram'ın en ünlü şeyhlerindendi; halifelerinden Musa, şeyhin kızı Ayşe Hatun'u almış ve bundan Gevher-Şehnaz adlı bir kızla ondan yaşça daha küçük olan Ahmed dünyaya gelmişti.
Ahmed Yesevi'nin daha küçük yaşta iken Yesi'ye geldiği ve oraya yerleştiği tahmin edilmektedir. Gerek Yesevi lakabını alması, gerekse Arslan Baba'nm onunla Yesi'de buluşması hakkındaki genel rivayet bu tahmini güçlendiriyor. Bugünkü adıyla Türkistan olan Yesi, Oğuz Han'ın hükümet merkezi olması dolayısıyla önemli bir kültür ve siyaset kenti idi. Özellikle Ahmed Yesevi'nin bu kente izafetle Yesevi lakabını alması Türk alemindeki tarihi önemini bir kat daha arttırmıştır. Yesi'ye gelen şeyhimiz ünlü Türk şeyhi Arslan Baba'nın teveccüh ve iltifatına mazhar olmuştur. Daha sonra Buhara'ya geçerek tahsilini bu bilim ve sanat kentinde devam ettirmiştir.
12. asırda Buhara şehri Karahanlılar'ın siyasi hakimiyeti altında bulunuyordu. Bununla beraber, Samaniler devrindeki siyasi önemini kaybetmiş olan şehir, İslâm biliminin Maveraünnehir de en büyük merkezi durumundaydı. Medreseler İslâm âleminin ve özellikle Türkistan'ın her tarafından gelen talebelerle dolu idi. Şehirde Al-i Burhan adı altında anlatılan ve bütün fertlerine "Sadr-ı Cihan" lakabı verilen hanefi mezhebine bağlı alim ve çok zengin bir aile hüküm sürüyordu. Hanefi mezhebi alimlerinden olan bu ailenin maiyetlerinde 600.000 öğrenci tahsil görüyordu.
Ahmed Yesevi, bu kentte faaliyette bulunan devrin en büyük alim ve mutasavvıflarından Şeyh Yusuf Hemedani'ye intisap ederek bilgisini ve şahsiyetini geliştirdi. (Köprülü, 1993, s.65) Hoca Yusuf Hemedani, fıkıh ve hadis ilimlerinde son derece yüksek ihtisas sahibi biri idi. Özellikle Hanefi Mezhebi'nin kurucusu İmam-ı Azam'a son derece saygılı ve bağlıydı. Önceleri sadece ilimle uğraşırken zamanla tasavvufa da girmiş ve ünlü şeyh Ebu Ali Farmedi'den el almıştı.
1121-1122 yıllarında Bağdat'a gelerek ünlü Nizamiye Medreselerinde her taraftan koşup gelen çok seçkin topluluklarla uzun müzakereler ve tartışmalar yapmıştı.2
Ahmed Yesevi'nin daha küçük yaşta iken Yesi'ye geldiği ve oraya yerleştiği tahmin edilmektedir. Gerek Yesevi lakabını alması, gerekse Arslan Baba'nm onunla Yesi'de buluşması hakkındaki genel rivayet bu tahmini güçlendiriyor. Bugünkü adıyla Türkistan olan Yesi, Oğuz Han'ın hükümet merkezi olması dolayısıyla önemli bir kültür ve siyaset kenti idi. Özellikle Ahmed Yesevi'nin bu kente izafetle Yesevi lakabını alması Türk alemindeki tarihi önemini bir kat daha arttırmıştır. Yesi'ye gelen şeyhimiz ünlü Türk şeyhi Arslan Baba'nın teveccüh ve iltifatına mazhar olmuştur. Daha sonra Buhara'ya geçerek tahsilini bu bilim ve sanat kentinde devam ettirmiştir.
12. asırda Buhara şehri Karahanlılar'ın siyasi hakimiyeti altında bulunuyordu. Bununla beraber, Samaniler devrindeki siyasi önemini kaybetmiş olan şehir, İslâm biliminin Maveraünnehir de en büyük merkezi durumundaydı. Medreseler İslâm âleminin ve özellikle Türkistan'ın her tarafından gelen talebelerle dolu idi. Şehirde Al-i Burhan adı altında anlatılan ve bütün fertlerine "Sadr-ı Cihan" lakabı verilen hanefi mezhebine bağlı alim ve çok zengin bir aile hüküm sürüyordu. Hanefi mezhebi alimlerinden olan bu ailenin maiyetlerinde 600.000 öğrenci tahsil görüyordu.
Ahmed Yesevi, bu kentte faaliyette bulunan devrin en büyük alim ve mutasavvıflarından Şeyh Yusuf Hemedani'ye intisap ederek bilgisini ve şahsiyetini geliştirdi. (Köprülü, 1993, s.65) Hoca Yusuf Hemedani, fıkıh ve hadis ilimlerinde son derece yüksek ihtisas sahibi biri idi. Özellikle Hanefi Mezhebi'nin kurucusu İmam-ı Azam'a son derece saygılı ve bağlıydı. Önceleri sadece ilimle uğraşırken zamanla tasavvufa da girmiş ve ünlü şeyh Ebu Ali Farmedi'den el almıştı.
1121-1122 yıllarında Bağdat'a gelerek ünlü Nizamiye Medreselerinde her taraftan koşup gelen çok seçkin topluluklarla uzun müzakereler ve tartışmalar yapmıştı.2
Horasan Erenleri'nin Batıya Hicreti
Özellikle orta şiddetin üzerinde bir dışsal tasallutu ifade eden Moğol işgal ve yıkımıyla Horasan Erenleri akın akın Anadolu'ya ve oradan da bir uç beyliği olan Osmanlı topraklarına hicret etmişlerdir. Bunları hem bir savaşçı, hem de bir derviş olarak (Alp-Eren) organize edip "sınır boyu cihadına süren kahraman ise şeyh Edebali ve müridanı olmuştur.
Horasan Erenleri'nin Batı'ya hicreti 1242'de Erzurum'u alan Moğollar'm Sivas ve Kayseri'yi yağma etmelerinden sonra hızlanmıştır. Bilindiği gibi Moğol işgalinden sonra Selçuklu devleti Moğolların tabiiyyetine girdi. İşgalcilerin uygula- dığı yıkıcı politikalar sonucu Türk-İslâm diyarla- rında büyük göçler yaşandı. Moğollar savaşa, kadınları, çoluk çocukları ve küçük büyükbaş hayvan sürüleriyle gittiğinden Anadolu'nun önemli bir bölümü Moğol sürüleriyle doldu. Bu vaziyet karşısında Doğu ve Orta bölgelerden Batıya doğru akın ve göç de başladı.
Bu asırda Anadolu ve Osmanlıların yaşadıkları uç beylikleri ile diğer Türk ve Müslüman dünyası sıkı bir münasebet halinde idi. O dönemde uç beylikleri İ'la-i Kelimetullah'ın gerçekleştirilmesi- ne en uygun zemin olmasından dolayı İslam dünyasının her tarafından her sınıf ve meslekten Müslümanın akın yeri oldu. Genellikle belli bir tarikatın veya şeyhin organizesi, sevk ve idaresi altında bu bölgelere yoğun bir göç dalgası başladı. Gelenler sıradan ve kalitesiz kitleler değil, tersine son derece kalifiye kadrolardı. Bunlar içinde çok sayıda kentli, tüccar, esnaf ve zanaat sahibi, şeyh ve ulema vardı: Semerkant, Buhara, İran, Mısır ve Kırım medreselerinden çıkan hocalar, Orta ve Şarki Andolu'dan gelmiş Selçuklu ve İlhanlı bürokrasi- sine mensup bürokratlar, muhtelif tarikatların mümessilleri olan şeyhler ve 'İslâm şövalye ve misyonerleri diyebileceğimiz dervişler"4 Osmanlı topraklarına doluşmuştu.
Horasan Erenleri'nin Batı'ya hicreti 1242'de Erzurum'u alan Moğollar'm Sivas ve Kayseri'yi yağma etmelerinden sonra hızlanmıştır. Bilindiği gibi Moğol işgalinden sonra Selçuklu devleti Moğolların tabiiyyetine girdi. İşgalcilerin uygula- dığı yıkıcı politikalar sonucu Türk-İslâm diyarla- rında büyük göçler yaşandı. Moğollar savaşa, kadınları, çoluk çocukları ve küçük büyükbaş hayvan sürüleriyle gittiğinden Anadolu'nun önemli bir bölümü Moğol sürüleriyle doldu. Bu vaziyet karşısında Doğu ve Orta bölgelerden Batıya doğru akın ve göç de başladı.
Bu asırda Anadolu ve Osmanlıların yaşadıkları uç beylikleri ile diğer Türk ve Müslüman dünyası sıkı bir münasebet halinde idi. O dönemde uç beylikleri İ'la-i Kelimetullah'ın gerçekleştirilmesi- ne en uygun zemin olmasından dolayı İslam dünyasının her tarafından her sınıf ve meslekten Müslümanın akın yeri oldu. Genellikle belli bir tarikatın veya şeyhin organizesi, sevk ve idaresi altında bu bölgelere yoğun bir göç dalgası başladı. Gelenler sıradan ve kalitesiz kitleler değil, tersine son derece kalifiye kadrolardı. Bunlar içinde çok sayıda kentli, tüccar, esnaf ve zanaat sahibi, şeyh ve ulema vardı: Semerkant, Buhara, İran, Mısır ve Kırım medreselerinden çıkan hocalar, Orta ve Şarki Andolu'dan gelmiş Selçuklu ve İlhanlı bürokrasi- sine mensup bürokratlar, muhtelif tarikatların mümessilleri olan şeyhler ve 'İslâm şövalye ve misyonerleri diyebileceğimiz dervişler"4 Osmanlı topraklarına doluşmuştu.
Horasan Erenleri'nin Genel Özellikleri
Horasan Erenlerinin belirleyebildiğimiz temel özelliklerinden bazıları, kahraman olmaları, devlet kapısında gözlerinin olmaması, şefkatli ve merhametli olmaları, cihan devleti mefkuresine sahip olmaları, üretici ve çalışkan olmaları gibi özelliklerdir.
Kahramanlık
İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinden İ'la-i Kelimetullah için Osmanlı topraklarına akın eden kesimlerden en önemli teşkilat şüphesiz Aşık Paşa Zade tarihinde Gaziyan-ı Rum, diğer tarihlerde Alpler veya Alp-Erenler adı altında zikredilen bir teşkilattı. Bunlar tarihte az rastlanan bir niteliğe sahipti. Hem kahraman, hem de "eren"diler. "Eren"likleri boş ve hamasi değil, tersine bilgiyle donatılmıştı. Gerçekten Osman Gazi'nin arkadaş- larından bir çoğunun unvanının "alp" olması dikkate şayandır. Bunlardan şehirlere yerleşmiş ve İslâm dünyasına mensup bazı dini tarikatların tesiri altında kalmış olanların unvanı ise daha sonra "Gazi"ye çevrilmişti.
Yine aynı kitapta ismi geçen Ahıyan-ı Rum (Anadolu Ahileri) ile "Horasan Erenleri" de denilen Abdalan-ı Rum teşkilatı Osmanlı padişahları ile bütün harplere iştirak etmiş "delişmen tabiatlı, garip etvarlı dervişler" de Cihan Devleti'nin temelinde harcı olan önemli bir teşkilattı.5
F. Köprülü'ye göre Gazi Osman'ın kayın pederi Şeyh Edebali ile silah arkadaşlarından bir çoğu hatta Orhan'ın kardeşi Alaedddin bu teşkilata mensuptu. Aşağıda ayrıca üzerinde durulacağı gibi Osman Gazi, Şeyh Edebali'nin zaviyesine sık sık uğrar, orada misafir olarak kalırdı.
Taşköprüzade'nin verdiği bilgiye bakılırsa o günkü ulemanın hemen hepsi padişahlarla birlikte savaşlara iştirak etmekte, İ'la-i Kelimetullah sürecinde yerlerini almaktaydılar. Tursun Fakıh, Muhlis Baba, Taceddin Kürderî, Çandaralu Kara Halil, Geyikli Baba, Musa Abdal, Abdal Murad gibi alimler bunlardan bazıları idi. Aşağıda ayrıntılı olarak inceleneceği gibi bu hem kahraman, hem bilgin, hem de ermiş insanlar, yeni kurulan devletin şekillenmesinde aktif görev alıyor, kurulan devletin bilgi, aksiyon ve ahlâk üzerine kurulmasına çalışıyorlardı. Bu mistik tarikat ve teşkilat toplumdan izole bir hareket değildi, tersine toplumun bizzat içinde yer alarak toplum fertlerini i'la-i kelimetullah istikametinde dizayn etmektey- diler. Tüm kesimleriyle toplum bu teşkilatın etrafında organize olmuştu.
Barkan'ın ifadesiyle Horasan Erenleri halk kütlesini belli sosyal-siyasal nizamlar için harekete geçirebilen aktif bir organizasyon idi. Bu organizasyon,özlenen fütuhatı başarmak için Osmanlı ordularına yalnız teşkilatlı ve imanlı savaşçı temin etmekle kalmamış, aynı zamanda devlet ve toplumun yararına olan dinî ve sosyal fikirlerin propagandasını da yaparak halk kütleri arasında çok faal bir kaynaştırıcı fonksiyon da icra etmiştir. Bu yolla Osmanlılar bir taraftan kolayca büyük fütuhatı gerçekleştirmişler, öbür taraftan da çok farklı iklimlerden kopup gelen kesimler arasında toplumsal kaynaşmayı sağlamışlardır.6 Horasan Erenleri fedakar, yardımsever ve şefkatli davranışlarıyla ordulardan daha evvel çevrelerin- deki "kafir ve tekfurların" kalplerini fethetmiş- lerdir.
Yine aynı kitapta ismi geçen Ahıyan-ı Rum (Anadolu Ahileri) ile "Horasan Erenleri" de denilen Abdalan-ı Rum teşkilatı Osmanlı padişahları ile bütün harplere iştirak etmiş "delişmen tabiatlı, garip etvarlı dervişler" de Cihan Devleti'nin temelinde harcı olan önemli bir teşkilattı.5
F. Köprülü'ye göre Gazi Osman'ın kayın pederi Şeyh Edebali ile silah arkadaşlarından bir çoğu hatta Orhan'ın kardeşi Alaedddin bu teşkilata mensuptu. Aşağıda ayrıca üzerinde durulacağı gibi Osman Gazi, Şeyh Edebali'nin zaviyesine sık sık uğrar, orada misafir olarak kalırdı.
Taşköprüzade'nin verdiği bilgiye bakılırsa o günkü ulemanın hemen hepsi padişahlarla birlikte savaşlara iştirak etmekte, İ'la-i Kelimetullah sürecinde yerlerini almaktaydılar. Tursun Fakıh, Muhlis Baba, Taceddin Kürderî, Çandaralu Kara Halil, Geyikli Baba, Musa Abdal, Abdal Murad gibi alimler bunlardan bazıları idi. Aşağıda ayrıntılı olarak inceleneceği gibi bu hem kahraman, hem bilgin, hem de ermiş insanlar, yeni kurulan devletin şekillenmesinde aktif görev alıyor, kurulan devletin bilgi, aksiyon ve ahlâk üzerine kurulmasına çalışıyorlardı. Bu mistik tarikat ve teşkilat toplumdan izole bir hareket değildi, tersine toplumun bizzat içinde yer alarak toplum fertlerini i'la-i kelimetullah istikametinde dizayn etmektey- diler. Tüm kesimleriyle toplum bu teşkilatın etrafında organize olmuştu.
Barkan'ın ifadesiyle Horasan Erenleri halk kütlesini belli sosyal-siyasal nizamlar için harekete geçirebilen aktif bir organizasyon idi. Bu organizasyon,özlenen fütuhatı başarmak için Osmanlı ordularına yalnız teşkilatlı ve imanlı savaşçı temin etmekle kalmamış, aynı zamanda devlet ve toplumun yararına olan dinî ve sosyal fikirlerin propagandasını da yaparak halk kütleri arasında çok faal bir kaynaştırıcı fonksiyon da icra etmiştir. Bu yolla Osmanlılar bir taraftan kolayca büyük fütuhatı gerçekleştirmişler, öbür taraftan da çok farklı iklimlerden kopup gelen kesimler arasında toplumsal kaynaşmayı sağlamışlardır.6 Horasan Erenleri fedakar, yardımsever ve şefkatli davranışlarıyla ordulardan daha evvel çevrelerin- deki "kafir ve tekfurların" kalplerini fethetmiş- lerdir.
İmar ve İnşa Şevki
Horasan Erenleri sadece kendi nefsi kurtuluş- ları ve nazarî spekülasyonlarla ilgilenen insanlar değil, aynı zamanda alın teri ve el emeğiyle ülke topraklarını "şenlendirmek" için çırpman üretici kişilerdi. Anadolu ve Balkanlarda boş ve tenha yerlerde zaviyeler kurarak, oralarda tarlalar açıp, bağ ve bahçeler yetiştirerek, değirmenler kurarak, ağıllar yapıp hayvan sürüleri yetiştirerek boş toprakların şenlenmesine ve su kenarlarının yeşermesine çalışmışlardır. Göç akınını sevk ve idare etmiş müteşebbis kafile reisleri olan Alp Erenler, fetihlerin öncüsü olmuşlar, gelip yerleştikleri yerlerde cömertlikleri, engin hoşgörüleri ve iyi kalplilikleri ile çevrelerinde bulunan gayrimüslimlerin kalplerini fethetmişler, onlar için birer bilge kurtarıcı olmuşlardır.
İ'la-i Kelimetullah'ın ekonomik ve sosyal kalkınma yolu ile olabileceğinin idrakine vararak bir taraftan yerleştikleri toprak parçasını imar ederken, diğer taraftan da cihadın sadece kılıçla değil, aynı zamanda hoşgörü, ikram ve ihsanla da olabileceğine inanarak gelen geçen yolcu ve misafirlerin karşılıksız ihtiyaçlarını karşılamış- lardır. Aynı zamanda önemli stratejik yerlerde yaptıkları zaviyelerle hem bölgeyi imar ederek fiziki üretimi gerçekleştirmişler, hem de fütuhatı kolaylaştırmışlardır.
Gerçekten Horasan Erenleri "hiç ölmeyecekmiş gibi" dünyaya sarılma ilkesini en iyi gerçekleştiren teşkilat olmuştur. Bu teşkilatın her üyesi dünyayı imar ve inşa konusunda alabildiğine atak bir niteliğe sahiptir. Neşrî tarihinde Şeyh Edebalî'den söz ederken onun dünya ile ilşkisinin düzeyini de anlatır: " Meğer Osmanm halkı arasında bir aziz şeyh vardı. Adına Edebali dirlerdi ve dünyası bî nihaye (sonsuz) idi."9 Görülüyor ki bu şeyh " dünyası" ve davarı sayılamayacak kadar çok olan bir kişidir. Gerçekten bütün kayıtlar onun ekonomik gücünün ve siyasi nüfuzunun büyük olduğunu gösteriyor. Şeyh Edebali'nin Abdurrah- man b. Avfa izafeten "Avf Mesleği" dediğimiz bir mesleğin önemli bir mümessili olduğu anlaşılıyor.
Anadolu ve Balkanlar'da bazı en ücra köşelerin bile bağ-bahçelerle imar ve inşa edilmiş, dere ve su kenarlarının ceviz, çınar, kestane kavak gibi ağaçlarla boydan boya donatılmış olması Horasan Erenleri'nin ne kadar çalışkan, ne kadar üretme şevk ve heyecanıyla dolu insanlar olduklarını gösterir.
İ'la-i Kelimetullah'ın ekonomik ve sosyal kalkınma yolu ile olabileceğinin idrakine vararak bir taraftan yerleştikleri toprak parçasını imar ederken, diğer taraftan da cihadın sadece kılıçla değil, aynı zamanda hoşgörü, ikram ve ihsanla da olabileceğine inanarak gelen geçen yolcu ve misafirlerin karşılıksız ihtiyaçlarını karşılamış- lardır. Aynı zamanda önemli stratejik yerlerde yaptıkları zaviyelerle hem bölgeyi imar ederek fiziki üretimi gerçekleştirmişler, hem de fütuhatı kolaylaştırmışlardır.
Gerçekten Horasan Erenleri "hiç ölmeyecekmiş gibi" dünyaya sarılma ilkesini en iyi gerçekleştiren teşkilat olmuştur. Bu teşkilatın her üyesi dünyayı imar ve inşa konusunda alabildiğine atak bir niteliğe sahiptir. Neşrî tarihinde Şeyh Edebalî'den söz ederken onun dünya ile ilşkisinin düzeyini de anlatır: " Meğer Osmanm halkı arasında bir aziz şeyh vardı. Adına Edebali dirlerdi ve dünyası bî nihaye (sonsuz) idi."9 Görülüyor ki bu şeyh " dünyası" ve davarı sayılamayacak kadar çok olan bir kişidir. Gerçekten bütün kayıtlar onun ekonomik gücünün ve siyasi nüfuzunun büyük olduğunu gösteriyor. Şeyh Edebali'nin Abdurrah- man b. Avfa izafeten "Avf Mesleği" dediğimiz bir mesleğin önemli bir mümessili olduğu anlaşılıyor.
Anadolu ve Balkanlar'da bazı en ücra köşelerin bile bağ-bahçelerle imar ve inşa edilmiş, dere ve su kenarlarının ceviz, çınar, kestane kavak gibi ağaçlarla boydan boya donatılmış olması Horasan Erenleri'nin ne kadar çalışkan, ne kadar üretme şevk ve heyecanıyla dolu insanlar olduklarını gösterir.
Devlet Kapısında Gözü Olmamak
Horasan Erenleri, önemli bir siyasi nüfuza sahip oldukları halde devlet kapısına muhtaç olup, oralarda ikbal ve istikbal arama yoluna gitmemiş- lerdir. Kadılık gibi bazı önemli ve staratejik görevlerin dışında görev almamış, genellikle kendi işlerini kurmuş, geçimlerini kendi faaliyetleriyle temin etmişlerdir. Mümkün olduğunca devlet yönetiminin günlük ve rutin işlerine bulaşmak istememişlerdir. Bu bakımdan padişah da olsa kimsenin karşısında boynu bükük olmamışlar, gurur ve vakarlarını her zaman korumuşlardır.
Cihan Devleti İdealine Sahip Olmak
Horasan Erenleri, aynı zamanda dünya siyasetini yakından izleyen, gelişmeleri bilen, gelecekle ilgili vizyonu olan insanlardı. Öyle anlaşılıyor ki, hepsinin yüreğinin derinliklerinde Cihan Devleti mefkuresi yatıyordu. Bunun en açık ve berrak örneğini yine bir Horasan Ereni olan Şeyh Edeba-li'de görüyoruz. Şeyh Edebalî'nin büyük bir cihan devleti "özlem"i taşıdığı, tüm plan ve stratejisini bu istikamette dizayn ettiği anlaşılmaktadır. Edebali bu konudaki kararlılığını, her fırsatta yönetime enjekte ediyor, onların istikbale ait ufuklarını açmaya çalışıyordu.
Tarih kitaplarına geçmiş ünlü rü'ya olayı bu vizyonun çarpıcı bir yansıması sayılmalıdır. Osman Bey bir gün rüyasında (rüyayı gören kişi konusunda çeşitli rivayetler vardır) Şeyh Edeba- lî'nin kuşağından çıkan bir ay'm kendi koynuna girdiğini ve oradan gölgesi tüm cihanı kaplayan bir ağaç halinde yükseldiğini görmüş. Bunu o zaman Konya'da yaşayan ünlü Şeyh Edebali'ye anlattı- ğında ise Edebali bu rüyayı 'Osman Bey'in, kızı Bala Hatun'la evleneceği ve ondan doğan çocukla- rın neslinin dünyanın önemli bir bölümünü egemenliği altına alacağı şeklinde yorumlar.
Olaydan ve rüyanın yorumdan da anlaşılacağı gibi Edebali'nin görüş ve düşüncesi son derece muteber, vizyon ve ufku alabildiğine geniş ve açıktır. Çağın olaylarını net bir şekilde okuyabil- mekte, hadisatm akış istikametini sezinleyebil- mekte ve yöneticileri o istikamette yönlendirmek- tedir. Öte yandan Osman Bey de vizyon sahibi bir devlet adamı özelliği taşımaktadır. Yüreğinin derinliklerinde ışığı dünyanın her tarafını kuşatan bir Cihan Devleti özlemi yatmaktadır. Buradan da anlaşılıyor ki, Osmanlı aşireti sadece dağdan dağa, yayladan yaylaya sürü peşinde at koşturan "çoban"lar değil, tersine uluslararası gelişmeleri yakından izleyebilen bilgi, tecrübe ve vizyona sahip bilge kişilerdi.
Horasan Erenleri, aynı zamanda dünya siyasetini yakından izleyen, gelişmeleri bilen, gelecekle ilgili vizyonu olan insanlardı. Öyle anlaşılıyor ki, hepsinin yüreğinin derinliklerinde Cihan Devleti mefkuresi yatıyordu. Bunun en açık ve berrak örneğini yine bir Horasan Ereni olan Şeyh Edeba-li'de görüyoruz. Şeyh Edebalî'nin büyük bir cihan devleti "özlem"i taşıdığı, tüm plan ve stratejisini bu istikamette dizayn ettiği anlaşılmaktadır. Edebali bu konudaki kararlılığını, her fırsatta yönetime enjekte ediyor, onların istikbale ait ufuklarını açmaya çalışıyordu.
Tarih kitaplarına geçmiş ünlü rü'ya olayı bu vizyonun çarpıcı bir yansıması sayılmalıdır. Osman Bey bir gün rüyasında (rüyayı gören kişi konusunda çeşitli rivayetler vardır) Şeyh Edeba- lî'nin kuşağından çıkan bir ay'm kendi koynuna girdiğini ve oradan gölgesi tüm cihanı kaplayan bir ağaç halinde yükseldiğini görmüş. Bunu o zaman Konya'da yaşayan ünlü Şeyh Edebali'ye anlattı- ğında ise Edebali bu rüyayı 'Osman Bey'in, kızı Bala Hatun'la evleneceği ve ondan doğan çocukla- rın neslinin dünyanın önemli bir bölümünü egemenliği altına alacağı şeklinde yorumlar.
Olaydan ve rüyanın yorumdan da anlaşılacağı gibi Edebali'nin görüş ve düşüncesi son derece muteber, vizyon ve ufku alabildiğine geniş ve açıktır. Çağın olaylarını net bir şekilde okuyabil- mekte, hadisatm akış istikametini sezinleyebil- mekte ve yöneticileri o istikamette yönlendirmek- tedir. Öte yandan Osman Bey de vizyon sahibi bir devlet adamı özelliği taşımaktadır. Yüreğinin derinliklerinde ışığı dünyanın her tarafını kuşatan bir Cihan Devleti özlemi yatmaktadır. Buradan da anlaşılıyor ki, Osmanlı aşireti sadece dağdan dağa, yayladan yaylaya sürü peşinde at koşturan "çoban"lar değil, tersine uluslararası gelişmeleri yakından izleyebilen bilgi, tecrübe ve vizyona sahip bilge kişilerdi.
Şefkatli ve Yardımsever Olmak
Öte yandan Horasan Erenleri İ'la-i Kelimetul- lah'ın içe doğru inşa dediğimiz niteliklerine de sahiptirler. Şefkat, muhabbet, sadakat, ihlas, rıza ve yardımseverlik., gibi yüce vasıflar onların temel vasıflarıydı. Mesela Edebali'nin misafirhanesi hiç bir zaman boş kalmamaktaydı. Sıradan insanlar- dan en büyük devlet ricaline kadar herkesin uğrak yeriydi: "...Amma derviş siretin tutardı. Hatta derviş diyü lakap iderlerdi. Bir zaviye yapup ayende ve reven-deye(gelene geçene) hidmet iderdi. Kah kah Osman onun zaviyesin misafir olurdu.."
"...kendüleri arasında bir aziz şeyh vardı, hayli kerameti zahir olmuştu. Ve cemi halkın mu'temedi idi. ve illa dervişlik batınında idi. Dünyası nimeti ve davarı çoktu. Ve sahib-i çerağ ve âlemdi, daim misafirhanesi hali olmazdı. Ve Osman Gazi kim bu dervişe konuk olurdu.."
Issız yerlerde herkesin uğrağı olan bir yere bir zaviye kurarak gelene geçene şefkatle ikramda bulunmak, güler yüz ve tatlı dille onların zaruri ihtiyaçlarını karşılamak her halde gönülleri fethetmenin en kestirme yolu olmalıdır. Zaten Horasan Erenleri, askeri kanadı oluşturan Gazi ve Alp'ler bu bölgelere henüz gelmeden gösterdikleri şefkat, yaptıkları ihsan ve ikramlarla civardaki Rum'ların gönüllerini fethetmişlerdi. Çünkü kurdukları zaviyeler ve zaviyelerin çevresinde yetiştirdiği bağ, bahçeler, yaptıkları ağıllarda besledikleri hayvanlardan elde ettikleri ürünleri dinine, ırkına bakmaksızm gelen geçene karşılıksız ikram ediyorlardı. Hatta değirmenler yaparak onu fakirlerin kullanımına vakfediyorlardı. Pis bir kafir, insan yüzü görmemiş dağ başında yaşayan bir vahşi de olsa tüm insanlarla ilgilenip, onlara yardım edip şefkat göstermeleri çevredeki insanların Osmanlıya karşı sempati beslemelerine, dayatma ve zorlama olmadan Müslüman olmalarına neden oluyordu. Nitekim Horsan Erenleri'nin bu öncü çalışmaları ve fetihleriyle bir çok bölge insanı, savaş yapmadan kendi azalarıyla şehirlerinin anahtarını Osmanlı ordularına teslim etmişlerdi. Horasan Erenleri'nin bu dinamik, hoşgörülü, yardımsever, üretici nitelikleri Cihan devleti'nin sınırlarının süratle gelişmesine ve kısa zamanda büyük bir hukuk, şefkat ve adalet devletinin kurulmasına ortam hazırlamıştır denilebilir.
"...kendüleri arasında bir aziz şeyh vardı, hayli kerameti zahir olmuştu. Ve cemi halkın mu'temedi idi. ve illa dervişlik batınında idi. Dünyası nimeti ve davarı çoktu. Ve sahib-i çerağ ve âlemdi, daim misafirhanesi hali olmazdı. Ve Osman Gazi kim bu dervişe konuk olurdu.."
Issız yerlerde herkesin uğrağı olan bir yere bir zaviye kurarak gelene geçene şefkatle ikramda bulunmak, güler yüz ve tatlı dille onların zaruri ihtiyaçlarını karşılamak her halde gönülleri fethetmenin en kestirme yolu olmalıdır. Zaten Horasan Erenleri, askeri kanadı oluşturan Gazi ve Alp'ler bu bölgelere henüz gelmeden gösterdikleri şefkat, yaptıkları ihsan ve ikramlarla civardaki Rum'ların gönüllerini fethetmişlerdi. Çünkü kurdukları zaviyeler ve zaviyelerin çevresinde yetiştirdiği bağ, bahçeler, yaptıkları ağıllarda besledikleri hayvanlardan elde ettikleri ürünleri dinine, ırkına bakmaksızm gelen geçene karşılıksız ikram ediyorlardı. Hatta değirmenler yaparak onu fakirlerin kullanımına vakfediyorlardı. Pis bir kafir, insan yüzü görmemiş dağ başında yaşayan bir vahşi de olsa tüm insanlarla ilgilenip, onlara yardım edip şefkat göstermeleri çevredeki insanların Osmanlıya karşı sempati beslemelerine, dayatma ve zorlama olmadan Müslüman olmalarına neden oluyordu. Nitekim Horsan Erenleri'nin bu öncü çalışmaları ve fetihleriyle bir çok bölge insanı, savaş yapmadan kendi azalarıyla şehirlerinin anahtarını Osmanlı ordularına teslim etmişlerdi. Horasan Erenleri'nin bu dinamik, hoşgörülü, yardımsever, üretici nitelikleri Cihan devleti'nin sınırlarının süratle gelişmesine ve kısa zamanda büyük bir hukuk, şefkat ve adalet devletinin kurulmasına ortam hazırlamıştır denilebilir.
Söğüt Tepelerinden Viyana Önlerine
Horasan Erenleri'nin de katkısıyla Osmanlı sınırları çok kısa bir zaman dilimi içinde akıl almaz şekilde genişledi. Ertuğrul Gazi, Bizans hudut bölgesini teşkil eden bu bölgeye geldikten sonra Selçuklu Devletine bağlılığı devam eden bir uç beyliği idi. Ertuğrul Gazi'den sonra yerine Osman Bey beyliğin başına geçti.
Osman Bey, hemen fetihlere başladı ve 1288 yılında Karacahisar'ı, 1298 yılında Yarhisar ve Bilecik'i, 1308'de Iznik-Izmit yolu üzerinde stratejik bir konumu olan Karahisar'ı, 1321'de Mudanya limanını fethetti. Ayrıca Osman Bey Bursa'yı kuşatma altına aldı, fakat Bur-sa'yı fethedemeden vefat etti.
Osman Bey'in yerine geçen Orhan Bey, 1326 yılında Bursa'yı, 1331'de İznik'i, 1333'de Gemlik'i feth etti. 1337 yılında Kocaeli Yarımadası'nın tamamı Osmanlıların eline geçmiş oldu. Ayrıca 1345 yılında Karasi Beyliği'ni, 1354 yılında Ankara'yı, 1354 yılında Gelibolu'yu fethetti. Bu tarihten itibaren Rumeli'ye geçildi. 1359 yılında Çorlu Kalesi ele geçirilerek 1361 yılında da Edirne şehri fethedildi. Edirne'nin fethi gerek Anadolu- 'nun gerekse Balkanların tarihini derinden etkiledi. Babasından devraldığı beyliği iki misli büyüten Orhan Bey 1362 yılında vefat etti ve yerine I. Murat geçti.
I.Murad da fetih hareketlerine devam ederek 1363 yılında Filibe'yi, 1364 yılında da Sırp Sındığı savaşını kazanarak Meriç Nehrinin kontrolünü ele geçirdi. 1371 yılında Çirmen Savaşı'nda Makedon- Makedonya Sırp Prensi'ni bozguna uğratarak ya'yı Osmanlı topraklarına kattı. Bu arada Kavala, Drama, Serez ve Selanik gibi şehirler birer birer fethedildi. Bu arada Osmanlı ordusu Orta Bulgaristan'a kadar girerek Sofya'yı aldı. 1385-89 yılları arasında Vardar Ovası'ndan Balkan Dağları'nm kuzeyine doğru tüm bölgeler feth edildi. Samakova ve Manastır kaleleri ele geçirildi, daha sonra Sırbistan'a girerek 1386 yılında Niş şehri feth edildi. 1389 yılında ise Sultan Murad Kral Lazar kumandasındaki müttefik orduları Kosova Ovası'nda mağlup edildi ve böylece Tuna nehrinin güneyindeki Balkan toprakları üzerinde Türklere direnebilecek bir güç kalmamış oldu. Bu savaşla Kuzey Sırbistan yolu Türklere açılmış oldu. Güneydoğu Avrupa'da jşe sadece Macaristan kalmıştı.
I. Murad'm savaş meydanında bir Sırp fedaisi tarafından şehid edilmesinden sonra yerine oğlu Yıldırım Bayezid geçti. Askeri hareketlerdeki sürati yüzünden "Yıldırım" unvanı alan Bayezid, Kosova Savaşı'nda Rumeli askerine ve sağ cenaha kumanda etmiş ve savaşın kazanılmasında önemli bir rol oynamıştı. Yıldırım Bayezid Balkanlardaki hakimiyeti sağlamlaştırdıktan sonra Batı Anadolu- 'da Türk birliğini kurma amacıyla stratejisini içe yöneltti. Batı Anadolu'daki Türk Beylikleri üzerine yürüyerek 1389-1390 yıllarında Saruhan, Aydın, Menteşe ve Germiyan Beyliği'ni egemenliği altına aldı. Aynı şekilde Hamidoğulları Beyliği'nin bir çok toprağını da ele geçiren Bayezid, Antalya'yı da Osmanlı toprağına kattı.
II. Murad, 1430 yılında Selanik'i, 1440 yılında Belgrad kavsini kuşattı, fakat teslim alamadı, 1444 yılında Varna savaşı'nı kazanarak müttefik kuvvetlerine önemli bir darbe indirdi. 1448 yılında II. Kosova Savaşı'nı kazanarak ciddi bir güç olduğunu dünyaya ispatladı. II. Murad 2 şubat 1451 yılında vefaat ederek yerine büyük oğlu II. Mehmed geçti.
Fatih, 23 Mart 1452 günü yanına Akşemseddin, Akbıyık ve Molla Gürani gibi büyük alimleri de alarak ordusunun başında Edirne'den hareket etti ve 5 Nisan'da Topkapı önlerine gelerek otağını kurdu. 28 Mayıs 1453 günü ise İstanbul ebediyen Müslümanların eline geçmiş oldu. Fatih 1458 yılında Mora'yı, 1463 yılında Bosna'daki kaleleri feth etti. 1478 yılında İşkodra'yı alarak Arnavutluk meselesini halletti. Ayrıca 1461 yılında Trabzon, 1475 Yılında Kefe Limanı, 1479 yılında da Karadeniz sahillerini fethetme amacıyla harekete geçti ve Kafkaslarda Taman, Çerkezistan sahilleri- ne bir donanma göndererek Anapa, Kupa ve Taman yarımadasında Matrega'yı zapteddi. Fatih Mısır seferine çıktığı sırada Maltepe'de hastalana- rak 1481 yılında vefaat etti. Yerine II. Bayezid geçti.
Bayezid, 1499'da İnebahtı (Lepanto)yı, 1500 yılında Modon'u 1502 'de Koron'u feth ederek Osmanlı topraklarını önemli ölçüde genişletti. Onun yerine geçen Yavuz Sultan Selim ise, Çaldıran Savaşı'yla Şia tehdidini bertaraf etmişti. Bu savaşı izleyen dönemde Kemah, Diyarbakır bölgeleri Osmanlı hakimiyetine girdi. Merci Dabık ve Ridaniye Savaşları ile de Mısır toprakları Osmanlı hakimiyeti altına alınarak İslâm birliği geniş ölçüde sağlandı. 1520'de tahta geçen Kanuni döneminde ise 1521'de Belgrad, 1522'de Rodos fethedildi. 1526 yılında Mohaç Meydan Muharebe- si ile Budin, Segedin ve Baç şehirleri ele geçirildi. Bu aşamada Osmanlı orduları Viyana önlerine dayanmış bulunmakta idiler. 1529 yılında Viyana- 'yı muhasara ettilerse de düşüremediler ve 16 Ekim'de kış yaklaştığı için geri çekilmek zorunda kaldılar.
Kanuni 1566 yılında öldüğünde Osmanlı toprakları üç kıtaya yayılmış, azametli bir cihan devleti olmuştu.
Osman Bey, hemen fetihlere başladı ve 1288 yılında Karacahisar'ı, 1298 yılında Yarhisar ve Bilecik'i, 1308'de Iznik-Izmit yolu üzerinde stratejik bir konumu olan Karahisar'ı, 1321'de Mudanya limanını fethetti. Ayrıca Osman Bey Bursa'yı kuşatma altına aldı, fakat Bur-sa'yı fethedemeden vefat etti.
Osman Bey'in yerine geçen Orhan Bey, 1326 yılında Bursa'yı, 1331'de İznik'i, 1333'de Gemlik'i feth etti. 1337 yılında Kocaeli Yarımadası'nın tamamı Osmanlıların eline geçmiş oldu. Ayrıca 1345 yılında Karasi Beyliği'ni, 1354 yılında Ankara'yı, 1354 yılında Gelibolu'yu fethetti. Bu tarihten itibaren Rumeli'ye geçildi. 1359 yılında Çorlu Kalesi ele geçirilerek 1361 yılında da Edirne şehri fethedildi. Edirne'nin fethi gerek Anadolu- 'nun gerekse Balkanların tarihini derinden etkiledi. Babasından devraldığı beyliği iki misli büyüten Orhan Bey 1362 yılında vefat etti ve yerine I. Murat geçti.
I.Murad da fetih hareketlerine devam ederek 1363 yılında Filibe'yi, 1364 yılında da Sırp Sındığı savaşını kazanarak Meriç Nehrinin kontrolünü ele geçirdi. 1371 yılında Çirmen Savaşı'nda Makedon- Makedonya Sırp Prensi'ni bozguna uğratarak ya'yı Osmanlı topraklarına kattı. Bu arada Kavala, Drama, Serez ve Selanik gibi şehirler birer birer fethedildi. Bu arada Osmanlı ordusu Orta Bulgaristan'a kadar girerek Sofya'yı aldı. 1385-89 yılları arasında Vardar Ovası'ndan Balkan Dağları'nm kuzeyine doğru tüm bölgeler feth edildi. Samakova ve Manastır kaleleri ele geçirildi, daha sonra Sırbistan'a girerek 1386 yılında Niş şehri feth edildi. 1389 yılında ise Sultan Murad Kral Lazar kumandasındaki müttefik orduları Kosova Ovası'nda mağlup edildi ve böylece Tuna nehrinin güneyindeki Balkan toprakları üzerinde Türklere direnebilecek bir güç kalmamış oldu. Bu savaşla Kuzey Sırbistan yolu Türklere açılmış oldu. Güneydoğu Avrupa'da jşe sadece Macaristan kalmıştı.
I. Murad'm savaş meydanında bir Sırp fedaisi tarafından şehid edilmesinden sonra yerine oğlu Yıldırım Bayezid geçti. Askeri hareketlerdeki sürati yüzünden "Yıldırım" unvanı alan Bayezid, Kosova Savaşı'nda Rumeli askerine ve sağ cenaha kumanda etmiş ve savaşın kazanılmasında önemli bir rol oynamıştı. Yıldırım Bayezid Balkanlardaki hakimiyeti sağlamlaştırdıktan sonra Batı Anadolu- 'da Türk birliğini kurma amacıyla stratejisini içe yöneltti. Batı Anadolu'daki Türk Beylikleri üzerine yürüyerek 1389-1390 yıllarında Saruhan, Aydın, Menteşe ve Germiyan Beyliği'ni egemenliği altına aldı. Aynı şekilde Hamidoğulları Beyliği'nin bir çok toprağını da ele geçiren Bayezid, Antalya'yı da Osmanlı toprağına kattı.
II. Murad, 1430 yılında Selanik'i, 1440 yılında Belgrad kavsini kuşattı, fakat teslim alamadı, 1444 yılında Varna savaşı'nı kazanarak müttefik kuvvetlerine önemli bir darbe indirdi. 1448 yılında II. Kosova Savaşı'nı kazanarak ciddi bir güç olduğunu dünyaya ispatladı. II. Murad 2 şubat 1451 yılında vefaat ederek yerine büyük oğlu II. Mehmed geçti.
Fatih, 23 Mart 1452 günü yanına Akşemseddin, Akbıyık ve Molla Gürani gibi büyük alimleri de alarak ordusunun başında Edirne'den hareket etti ve 5 Nisan'da Topkapı önlerine gelerek otağını kurdu. 28 Mayıs 1453 günü ise İstanbul ebediyen Müslümanların eline geçmiş oldu. Fatih 1458 yılında Mora'yı, 1463 yılında Bosna'daki kaleleri feth etti. 1478 yılında İşkodra'yı alarak Arnavutluk meselesini halletti. Ayrıca 1461 yılında Trabzon, 1475 Yılında Kefe Limanı, 1479 yılında da Karadeniz sahillerini fethetme amacıyla harekete geçti ve Kafkaslarda Taman, Çerkezistan sahilleri- ne bir donanma göndererek Anapa, Kupa ve Taman yarımadasında Matrega'yı zapteddi. Fatih Mısır seferine çıktığı sırada Maltepe'de hastalana- rak 1481 yılında vefaat etti. Yerine II. Bayezid geçti.
Bayezid, 1499'da İnebahtı (Lepanto)yı, 1500 yılında Modon'u 1502 'de Koron'u feth ederek Osmanlı topraklarını önemli ölçüde genişletti. Onun yerine geçen Yavuz Sultan Selim ise, Çaldıran Savaşı'yla Şia tehdidini bertaraf etmişti. Bu savaşı izleyen dönemde Kemah, Diyarbakır bölgeleri Osmanlı hakimiyetine girdi. Merci Dabık ve Ridaniye Savaşları ile de Mısır toprakları Osmanlı hakimiyeti altına alınarak İslâm birliği geniş ölçüde sağlandı. 1520'de tahta geçen Kanuni döneminde ise 1521'de Belgrad, 1522'de Rodos fethedildi. 1526 yılında Mohaç Meydan Muharebe- si ile Budin, Segedin ve Baç şehirleri ele geçirildi. Bu aşamada Osmanlı orduları Viyana önlerine dayanmış bulunmakta idiler. 1529 yılında Viyana- 'yı muhasara ettilerse de düşüremediler ve 16 Ekim'de kış yaklaştığı için geri çekilmek zorunda kaldılar.
Kanuni 1566 yılında öldüğünde Osmanlı toprakları üç kıtaya yayılmış, azametli bir cihan devleti olmuştu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder