6 Eylül 2019 Cuma

KİTAP-HİTAP BİTMEMELİ

Can dostum, güzel kardeşim...
Çanakkale’ de Allah, vatan, birlik ve namus için can fedâ eden yiğitlerin torunlarında, aynı kavramlar, aynı kıvamda mevcut mudur? Yoksa içleri boşaltılmış ve başka yabancı fikirlerle mi doldurulmuştur? Dün esirine bile sahip olduğunun en iyisini ikram eden, yediğinden yediren, giydiğinden giydiren, fedakâr ve cefakâr neslin evlâtları, bugün emri altındakilerin alın terinin karşılığını vermekte hangi ölçü üzeredir? Dünyayı inleten binbir mazlumun sessiz feryat ve ızdırâbını yüreklerinde ne kadar hissedebilmektedirler?…
Batılın kültürünü ithal etmek imanımızı şeytana ihraç etmeyi gerektirmiyor mu?
Bizler, mâzimizi yüreğimizde canlı tutmak zorundayız. Unutmayalım ki, mâzinin bittiği yerde, millet biter, insan biter, iz’an biter. Millet, tarihinden ibârettir. Onu tarihinden sıyırırsanız, geriye insan sürüsü kalır. Yeni eserler ve yeni nesiller, mâzinin devrettiği unsurların zenginliği nisbetinde canlı, güçlü ve devamlı olur. Milletlerin bekâsı; hassas, duygulu ve seviye kazanmış bir kalbe sâhip olan nesiller yetiştirmekle mümkündür. Çocuklarına, Çanakkale destânını ninni yapan nesil, îmânına, milletine ve bütün maddî-mânevî değerlerine sâhip çıkacaktır.
Kalbe giden yol dilden geçer! Ağlayarak geldiğimiz dünyada 4 dil konuşuruz aslında;
1. Cahil toplumdan ve sistemden dolayı yetersiz kelime dağarcığına dayalı ana dilimiz.
2. Kelimeler yetmeyince bağırarak konuşuruz. Öfkenin kontrolündeyizdir artık.
3.Bağırma da yetmeyince küfretmeye başlarız, hakarete filan.
4. Yine yetersiz kalırsak kendimizi anlatma da...Bu kez kullanacağımız dil şiddet dilidir. Döverken de severken de aynı dili kullanırız. Dayak cennetten çıkmadır deriz bir de utanmadan. Kitap oku, kelime hazinen zenginleşsin! Sonra da adam gibi konuş...Sor sonra kendine; okur-yazar mıyım diye?
Kör cehaletten enformatik cehalete...Yani kitap yüklü merkepler’in hegemon olduğu çağdaş zamanlara...Okuyamadık ta, yazamadık ta... Eğer doğru okuma yapabilseydik eğer, rabbimizin 6666 ile ifade edilen ayetlerini rakamlarla sınırlamayacaktık. Düşünebilsedik ve akledebilseydik ne de güzel yazacaktık oysa! Yazgımızı “Kader” diye itham etmeyecek...”Keder”siz bir topluluk olacaktık.
Ne şanslısınız! Ben hiç okumadım ki! Okula gitmedim değil, ama hiç okumadım ki...Okula gittim gitmesine de hiç te yazmadım. İstatistikler benim okur-yazar olduğumu söyler...Ve dahi üniversite mezunu olduğumu da...Okuma ve yazma bilen ama okumaz- yazmazlardanım, ben...
Okur iseniz, salt...Ölülerle konuşabiliyorsunuz demektir. Ne güzel, sizden önce yaşamış insanlarla konuşabilmek. Peki yazabiliyor musunuz? O halde siz doğmamış insanlarla da iletişime geçebiliyorsunuz demektir. Siz büyücü olmalısınız o halde. Öyle ya ne buyurmuştu Allah’ın Resulu; “Sözde sihir vardır!”
Hem okur hem yazarsanız aynı zamanda yaşadığınız çağın insanlarıyla da iletişimdesiniz demektir. Yani var olmuş, var olan ve var olacak bütün insanlarla konuşabilmek nasıl da gizemli birşey. Esrarlı...Daha da şaşaalısı işin,   eğer...Siz...Hani nasıl desem; siz tanrıyla da konuşabiliyorsunuzdur yani!
Muhteşem!
Ve siz okur-yazar olarak edindiğiniz bilgilerle...O bilgilerin size verdiği değişik dillerle de diğer varlıklarla da diyaloğa geçebiliyorsunuz demektir ki, cidden dostum...Siz bir büyücüsünüz! Nebatatla, hayvanatla ve eşya ile iletişime geçebilmek! Onlarla dillenmek, onları dillendirmek.
Rabbim insanlarla iletişime peygamberleri vasıtasıyla geçer. İnsanların kendisinden yüz çevirdikleri zamanlarda olur bu temas. İnsan toplulukları  azgınlıkta ve zulümde ileri gittikleri zaman onlara “yaradılış gayelerini” hatırlamaları için peygamberler girerler devreye; Rablerinden “sözü-kelimeyi-cümleyi” alarak diğer insanlara “hatırlatıcı-uyarıcı” olarak iletebilmek için.
Bu insan-tanrı diyalog geleneğinin bir hikmet safhası vardır ki nazarı dikkattir dostlar. Allah egemenliği bozulmuştur artık. O anın gereği olan bir beşeri ideolojisi insanın heva ve hevesininin tekamül aşamalarından biri olarak ve zamanın ruhuna uygun şekilde bir galebe marifetiyle insanlara zulümde zirve olmuştur yani.
Yani egemen bir fikir, baskın bir güç herhangi bir gerekçeyle insanları sömürmeye başlamıştır. Egemen gücün çökertilmesi gerekmektedir yani ilahi bir tasavvurla. Gelin biz buna dinler tarihi diyelim...Ya da insanlık tarihi; birini diğerinden ayırmaksızın.
Devir kadim Mısır uygarlığı dönemi. Hakim güç, kendini ilahlaştırmış bulunan firavunlardır. Devrin modernitesi ise, sihir ve büyücülüktür. Firavun’un büyücüleri, astronomiden tıbba kadar her alanda söz sahibiydiler. Sahip oldukları bilgiyi, toplumu etkilemek ve böylece Firavun’un baskıcı yönetimine güç kazandırmak için kullanıyorlardı. Günümüze kadar uzanan bir zulüm süreci. Bugünkü “Emperyalist Siyonizmin” temelleri o günlere uzanır. Bana inanmayan bir akaid ve ilmihal öğretisi olan Kabbala diye bilinen İsrail manifestosunun manzum tarihine bir dokunsun hele.
Tanrı uyarı ve otoritesi ise bu zulüm dönemini bitirmek için bir kekeme insan ile devreye girer. Hz. Musa ile! Ve o mübarek insan firavunun gücüne karşı Tanrı tarafından silahlandırılır. Hz. Musa’nın tebliği ve insanların Allah’a karşı meyil etmeleri artık Firavun ile Musa arasında bir rekabeti ve mücadeleyi başlatır. Konuya uzundan dalmayacağım. Ayrıntılar için araştırma yapmanızı tavsiye edebilirim.
İddialaşır Firavun Musa ile...Adeta düelloya davet eder kendisini. Hz. Musa’ya karşı mücadele etmeleri için Mısır’ın dört bir yanından toplanan bütün sihirbazlar, Firavun’a geldiler. Firavun kendisinin mutlaka üstün geleceğini zannediyordu. Böyle bir mücadelenin ardından o ve çevresindekiler kendi hükümdarlıklarını koruyacaklardı. Firavun ve çevresi kendi düşük akıllarınca böyle bir düzen planlarken, düzen kurucuların en büyüğünün ve en hayırlısının Allah olduğunu tamamen göz ardı etmişlerdi. Oysa Allah, tarih boyunca inkar edenlerin tüm tuzaklarını bozandır ve sonunda üstün gelenler ancak sadece salih müminlerdir. Büyücüler ise bu mücadeleyi kazanırlarsa Firavun’dan nasıl bir armağana ulaşacaklarını merak ediyorlardı:
“Bütün bilgin büyücüleri sana getirsinler.” Sihirbazlar Firavun’a gelip dediler ki: “Eğer biz galip olursak, herhalde bize bir karşılık (armağan) var, değil mi?”, “Evet” dedi. “(O zaman) Siz en yakın(larım) kılınanlardan olacaksınız.” (Araf Suresi, 112-114)
Firavun, kendince saltanatını pekiştirecekti, büyücüler de Firavun’a yakın olacak ve menfaat elde edeceklerdi. Bir tarafta Mısır’ın tüm bilgin büyücüleri, diğer tarafta ise daha önceden tanıdıkları ve köle bir kavmin mensupları olan Hz. Musa   ve Hz. Harun vardı. Kimin önce başlayacağına Hz. Musa’nın karar vermesini kabul ettiler:
“Ey Musa” dediler. Ya sen (asanı) at veya önce biz atalım.” Dedi ki: “Hayır, siz atın.” Sonra hemen (ne görsün), sihirlerinden dolayı, onların ipleri ve asaları kendisine gerçekten koşuyormuş gibi göründü. (Taha Suresi, 65-66)
Sihirbazlar sihirlerini atınca ipler ve asalar kendilerine koşuyormuş gibi gözüktü. Ayette haber verildiği gibi, herkes göz aldanmasıyla ipleri ve asaları koşar gibi görmüştü.
Dikkat edilirse ayette “Koşuyormuş gibi göründü” denmektedir. Yani gerçek bir koşma olayı yoktur, sadece bakan insanlara öyle gözükmüştür. Başka bir ayette de yapılan sihrin yine yalnızca göz aldanması olduğu ve bu şekilde insanların etkilendiğini Allah şöyle haber verir:
(Musa:) “Siz atın” dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi, 116)
Firavun’un büyücüleri, sergiledikleri illüzyon numaralarıyla halk üzerinde büyük bir itibar kazanmış durumdaydılar. Bunu ise Firavun’un saltanatını güçlendirmek için kullanıyorlardı. Her türlü büyüyü ‘Firavun’un gücü adına” yapıyorlar ve böylece Firavun sistemini ayakta tutuyorlardı. Firavun ise bu büyücülere maddi çıkar sağlıyordu. Kısacası ortada karşılıklı oluşturulmuş bir menfaat ilişkisi vardı. Her devrin Firavunlarının her zaman kendisini iktidarda sabit tutan yardımcıları olmuştur.
İşte büyücüler de Hz. Musa (as) ile mücadeleye girerken, Firavun’un Allah’ın takdiri dışında bir gücü olmadığını bildikleri halde, sırf çıkar elde etmek ve onun yanında iyi konuma gelebilmek için asalarını attılar. Bunu yaparken kendi akıllarınca kazanacaklarından çok emindiler ve üstün geleceklerini söylediler. Oysa üstün gelecek olan sadece Allah’ın taraftarlarıdır.
“Onlar da, iplerini ve asalarını atıverdiler ve “Firavun’un üstünlüğü adına, hiç tartışmasız, üstün olanlar gerçekten bizleriz” dediler. (Şuara Suresi, 44)
Ve malum süreç. Musevilerin Mısır’ dan kaçışları. Kızıldeniz’in Musa mübareğin parmaklarını işaret ederek ikiye bölünmesi.
Hadi araştırın bakalım, Hz. Musanın yardımcısı olan kendi kardeşinin de bir peygamber olduğu gerçeği altında  sair mucizelerini. Google amcanıza sorun, o bile cevaplar size bilmediklerinizi. İyi araştırın ama, googlenin de bir bilgi denizi olduğu kadar kirli olduğunu da göz önünde bulundurun.
 Enterasandır ki Yahudioğulları bizzat onlarca mucizeye şahid olmalarına rağmen o günlerden bu günlere ısrarla büyücü kadim Mısır uygarlığının etkisinden bir türlü kurtulamamışlar ve akaid kodlamalarını genetik şifrelerine bu şekilde işlemişlerdir.
Kendilerine indirilen Tevrat isimli kitabı da din adamları olan haham (kahin demektir) lar ve kitabı teksir edenler (çoğaltanlar) ferisiler tarafından eklemelerle bozmuşlardır. İlk beş bölüm den ibaret olan kitap 39 bölüme çıkarılmıştır. Bütün bunlar hem de Hz. Musadan 200 yıl sonra oluverir.
Bu arada kutsal asanın Hollywood anlamına geldiğini söylemiş miydim?
“Çok zaman önce sahaflara dadanan bir garip adam, -Cambaza bak dedi! Ya da kuşa! Millet başka işlerle oyalanıyorken, Sahafın kedisi dahil herkesi uyutuverdi. Adamlar şaşkın köşedeki fare uyanık, fare bu sonunda kediyi yedi! Kitapları da kemirdi! O adam o değiştirdi, Dükkanın kutsalı olan kitabın kapağını. Ama kitabın içi, aynı kaldı! Kitabın dışını farklı görenler, aslında eskimez, ama yeni kitaba asla el uzatmadı! Zaman geçti tez...Tekrardan eskidi bu kez, kitabın hem kapağı, hem içi. Ama millet kitapsız kaldı! Kitapsız kalan millet bitap kaldı! Boş beyinlere hitap mecalsiz kaldı! Fare büyüdü şehre taşındı; yaban ellere... Çok büyüdü, sonra geri döndü kemirerek hayatlarımızı. Adam perdeye bak dedi; beyaz perdeye. Mickey Mause oluvermişti bizim fare! Fare cirit atarken yuvalarımızda...Çocukların beşiğinde,patisinde,  kundağında, kursağında, tabağında, çanağında, ayakkabısında, sırt çantasında... bizde ki başka telaşe! Fareli köyün kavalcısının adam koyduk peşine. Sahaflarda adı geçen hikaye anlatılır da dilden dile; bir süpürge kapıp fareyi kovalayan yok; çağırışlar nafile! Bir başka adam şiire döktü olan biteni, Gülü görmezden gelenler kutsadılar dikeni! Sivri akıllısı memleketin hesap yaptı, dahiyane planlar! Farenin postundan seccade yapmaya, kuruldu fabrikalar! Mickey Mause az biraz, pause!
Hal bu ki; yoksa kitap! Halimiz vallahi pek harap!
Ve geliriz Hz. İsa dönemine. Devir tababet ilminin zirve olduğu Roma dönemi. Yani Zalimler ve şımarıklar olarak tarihi meşgul etmektedir bu kez Romalı efendiler. Roma arenalarını ve gladyatörleri duymayanımız yoktur dimi? Roma hamamlarını ve gay’lerini. Bir de günümüze olan etkileri olan Roma hukukunu. Yöneticilerin asaletini. Kölelik sisteminin ilk olarak insanlık alemine kavramsal olarak entegrasyonunu.  Parlemantoların parlak ve şaşaalı ilahlık mevkilerini. Zaferleriyle meşhur Roma askerinin en büyük gücü ise yaralı herbir askere anında müdahele eden tabipleri.İşte bu ortamda babasız dünyaya gelen Hz. İsa’dan bahsediyoruz. Ve ona indirilen müjde manasındaki İncil’den. Müjdedir çünkü mesihten bahseder, kurtarıcıdan.
Kurtarıcıdan yani, Hz. Muhammed’den.
Yani mesihde mehdide gelecek olan son peygamber Hz. Muhammed dir.
Zulüm yönetimi ve anlayışı olan Roma ve onun destekçisi olan yahudi zihniyetine karşı Hz. İsa’yı gönderen rabbim onu da silahlandırmıştır. Hem de şifacılık ilmiyle. Günümüzde de zulüm iktidarını hem sihir ve büyüsüyle (sinema ve medya)  hem de tıp (uyuşturucu, sağlık, gıda, tarım) sektörüyle sürdürürken tarihin tekerrüründen ibaret değil midir insanlığın sınavı? İşte Hz. İsa efendimizin baskın güce karşı Allah tarafından donatılan üstünlükleri.
 Özetle: Hz. Mesih, doğum öncesi, doğumu, risaleti, göğe yükseltilmesi ve ahir zamanda yere indirilmesi ile günümüze kadar uzanan çizgide hala insanoğlunun zihninde yaşayan bir mucizedir denilebilir.
İsa aleyhisselam, materyalizmin ve esbab-perestliğin (her şeyi sebeplere bağlayan düşüncenin) gözlerine mil çektiği, kulaklarını duyamaz hale getirdiği ve kalbini çalışamaz duruma soktuğu yarı canlı bir topluma, onların maddi bir takım hastalıklarını tedavi etmek suretiyle esas manevi hastalıklarını iyileştirmek üzere gönderilmiş olan bir peygamberdir.
Sıra geldi son kitabın peygamberine. “Her peygamberin bir mucizesi vardır” diyor ashab. “Ey Allah’ın resulu senin mucizen nedir?” O ise buna” Kur’an” diye cevap verir.
Hz. Muhammed (asm) zamanında ise Arap yarımadasında en revaçta olan dört baskın unsur vardı;
1. Belagat ve fesahat. Yani doğru, düzgün, açık, yerinde ve muhatabına uygun söz söyleme sanatı.
2. Şiir ve hitabet.
3. Kâhinlik ve gaipten haber vermek.
4. Geçmiş zamandan ve kâinatla ilgili hadiselerden haber vermek.
Hz. Muhammed’in  en büyük mucizesi olan Kur’ân-ı Kerim gerek belagat ve hitabetiyle gerek geçmiş ve gelecek hadiselerden ve kâinatla alakalı her şeyden haber vermesiyle kâhinlere, şairlere, hatiplere meydan okumuştur. Hiç biri hiçbir vakit Kur’ân’ın bir tek suresiyle yarışamamış, Kur’ân’a karşı hayret ve hürmetle diz çökmüşlerdir.
Peygamberimiz döneminde baskın güç cehaletti. Kıyamete kadar sürecek olan cehalet. Cehalet ve ona bağlı gelenekçilik. Bir Ümminin...Yani okuma yazması olmayan birinin baskın güce karşı verdiği mücadelenin adıdır yani “son çağrı” nın adı.
Sahi siz okuma- yazma biliyor musunuz?
Biliyorsanız; “Oku” yunuz lütfen! Yani “İkra!”
İkinci iniş sırasına sahip olduğuna inanılmaktadır ayrıca “Kalem suresi”nin de! Yani yazmaya işaret eder Rabbimiz!
Kalemle yazmayı öğretene yemin olsun ki; bir kağıt bir kalem değiştirir dünyayı. Sihirli sözcük bende kara keder budalaları! Minicik bir ışık boğar tılsımını karanlığın, Yazgı; tanrıya yolculuğun bir diğer adı! Şöyle ya da böyle yöneleceksin erbabına, Krallarve soytarıları alkış tutsun tuğyana Bir küçük dua yıkar onca saltanatı... Bak, kainat kazanı kaynar zerre zerre Her bir zerre mutlak bir yörüngede Denge iteate teslim; isyan şirkin diğer adı Nefes nefes nefs zaptedilmekte; şükür ki şükr, Varsa bir öfken, tükürkü; nefsini öldür. Kim ahengini bozdu, bu nefis ritmin? Nerede bulacaksın, nerde kaybettiğin kimliğin? Azap kapısı sabr sofrası katık katık. İstesem de düzeltemem kaşlarım çatık De hadi bir umut ver beklerken öleyim, Ölüm zaferim, ölürken ölüler dirilteyim! Bu kanı bozuk ibret hangi hazin bestenin? Kimin soyu bu, soysuzlar pirinin. Kalemle yazmayı öğretene yemin olsun ki, Bir kağıt bir kalem ümmiyi alim eyler. Kalemdir nakış nakış işleyen, dilindeki sözler Kağıttır, rahmani yürek, emre iteat eyler... Sözüm özümden gelir, gönlüm akla teslim. Aklım imanın belgesi, iman artık bir imza bir resim.
Hafızasına bir bak hele insanlığın, madde, madde!
1- Bir zaman Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Melekler de: “Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” demişlerdi. Allah-u Teâlâ da: “Şüphesiz ben, sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurmuştu. (2/30)
 Bu ayet-i celile, kulun kendi noksanlarından gafil olmamasını ve kendisindeki her güzelliği Cenab-ı Hak’tan bilmesi gerektiğini ders vermektedir. Zira melekler: “Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bir bilgimiz yoktur” diyerek ilimdeki noksanlıklarını itiraf etmişler ve bildiklerini de Cenab-ı Hakk’ın öğretmesiyle öğrendiklerini ikrar etmişlerdir.O halde bizler de meleklerin bu hali ile ahlaklanıp, kusurlarımızı Allah’ın huzurunda itiraf etmeli ve eğer bir güzelliğimiz varsa onu da Allah’ın ihsanı olarak bilmeliyiz.
2- Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: “Haydi davanızda sadıksanız şunların isimlerini bana haber verin” dedi. (2/31)
 Bu ayet-i celile, “bilmiyorum” demenin faziletini ders vermektedir. Çünkü melekler, Allah’ın “Şunların isimlerini bana haber verin” buyurmasına karşı, “Bizim bilgimiz yoktur” diyerek cevap vermişlerdir. Bu sırdan dolayı âlimler demişlerdir ki: “Bilmiyorum demek ilmin yarısıdır.”O halde bizler de her soruya cevap yetiştireceğiz diyerek bilir bilmez konuşmamalı ve bilmediğimiz konularda cesaretle “bilmiyorum” diyerek meleklere tabi olmalıyız.
3- Melekler dediler ki: “Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki sen âlim ve hakîmsin.” (2/32)
 Bu ayet-i celile, ilmin faziletine ve ilmin nafile ibadetten evla olduğuna işaret etmektedir. Şöyle ki: Allah-u Teâlâ, Hz. Âdem’in meleklere olan üstünlüğünü ilim sıfatıyla ispat etmiş ve Hz. Âdem’e eşyanın isimlerini öğreterek, bu isimleri bilmeyen meleklere ders verdirmiştir. Eğer Allah’ın katında ilimden daha kıymetli bir sıfat olsaydı, Allah-u Teâlâ bu üstünlüğü o sıfat ile ispat ederdi. Ayrıca melekler Hz. Âdem’den daha çok ibadet etmelerine rağmen Hz. Âdem’e secde etmekle emrolundular. Bu aynı zamanda ibadetin ilme karşı bir secdesidir. Hatta bu bağlamda İ. Nesefi şöyle der: “Lügat ilmiyle bile meşgul olmak nafile ibadetten evladır.”O halde bizler de ibadete verdiğimiz önem gibi ilme de önem vermeli ve ilim talebesi unvanını kazanmak için çok gayret etmeliyiz.
4- Allah-u Teâlâ şöyle dedi: “Ey Âdem! Onları isimleriyle bunlara haber ver.” Bu emir üzerine Âdem onları isimleriyle meleklere haber verince Allah-u Teâlâ şöyle dedi: “Ben size, ben göklerin ve yerin gaybını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim” dememiş miydim?”(2/33)
 Bu ayet-i celile, hilafette ilmin şart olduğuna da delalet etmektedir. Zira Allah-u Teâlâ “Ben bir halife yaratacağım” dedikten sonra, Hz. Âdem’e bütün eşyaların isimlerini öğreterek O’na ilim ihsan etmiştir. Demek hilafet ilimsiz olmaz.
Peki kıyamete kadar başka peygamber, başka kitap gelecek mi?
Haşa...
Yani kıyamete kadar sürecek olan beşeri zalim sapkınlık aynen resulullah dönemindeki gibi cehalet/cahiliye üzere olacaktır. Ve bu düzenin karşısında da her daim Kuran olacaktır. Beşeri düzenlerin silahıda aynen Kuranın indiği dönemdeki gibi Ukaz panayırları olacaktır.
Yani medya! Ve onun türevleri yazılı ve görsel iletişim araçları! Lat’ın, Menat’ın, Uzza’nın teşhir salonları! AVM ler, stadyumlar; Mabedi modern kulların! fehmi Demirbağ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder