"Küresel sehirler, küresel markalar artık dünyada devletler gibi siyasi aktör haline geliyor. Kültür de siyaset ve ekonomi gibi stratejik unsur oluyor." Küresel markalar; İŞGALCİ KOLLUK KUVVETLERİ! ŞİMDİ MİLLİ MÜDAFA ZAMANI! KIZLI-ERKEKLİ KAYBEDECEĞİZ YOKSA GELECEĞİMİZİ! YANİ; NE KARA KUVVETLERİ, NE HAVA KUVVETLERİ, NE DENİZ... İLLA Kİ; KÜLTÜR KUVVETLERİ!
20 Temmuz 2020 Pazartesi
17 Temmuz 2020 Cuma
16 Temmuz 2020 Perşembe
9 Temmuz 2020 Perşembe
TEK ÖNDER VE TEK LİDERİMİZ;
EFENDİMİZ!
SELAM O’NA
VE O’NA BAĞLI OLANLARA OLSUN!
FEHMİ DEMİRBAĞ
Peygamberler,
insanlık tarihinin en üstün ahlakına sahip kişileridir. Onlar günlük
hayatlarındaki uygulamalarıyla hem
içinde yaşadıkları topluma hem de daha sonra gelecek topluluklara en iyi
örnekleri sunarlar. Onların hayatları ve yaşayış tarzları fertler ve toplumlar
için en ideal örneklerdir.
Efendimiz
de, çocukluğundan itibaren en üstün ahlaki duygulara sahipti. Gerek çocukluk,
gerekse gençlik yılları akranlarından çok farklı geçti. Kötülüklerin her
çeşidinin son derece yaygın olduğu bir toplumda, yüce yaratıcı olan Allah’ımız son peygamber olarak görevlendireceği
Muhammed'i çocukluğundan itibaren Cahiliye diye isimlendirilen karanlıkların
bütün kötülüklerinden korumuştu. Bu üstün ahlak sahibi olan insan, daha çocukluğundan
itibaren toplumunun takdirini kazanmış,
kendisine"el-Emin/güvenilir
kişi" lakabı verilmişti. Herkes ona güvenir, doğruluğunu kabul
eder, malını çekinmeksizin ona teslim ederdi. İlk vahyin gelişinden sonra
Hatice validemizin Efendimizi teselli için söylediği sözler, onun
peygamberlikten önceki ahlaki durumunu ve toplumdaki konumunu açıkça ortaya
koymaktadır.
"Seni
müjdelerim ya Muhammed! Hayır, Allah'a yemin ederim ki, O seni hiç bir vakit
utandırmaz. Çünkü sen akrabanı koruyup gözetirsin. Borçluların borcunu
verirsin. Doğruluktan ayrılmazsın. Fakirlere yardım eder,
misafirleri ağırlarsın. Muhtaçların ihtiyaçlarını karşılarsın"
Kuran,
pek çok ayette Peygamberimizin ahlakını över ve onu bize tek lider ve tek önder
olarak örnek alınması gereken emsalsiz şahsiyet diye takdim eder.
"Şüphesiz
ki sen üstün bir ahlâk üzeresin."
"Allah'ın
rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli
olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi."
"Andolsun
Allah'ın elçisinde sizin için, Allah’ı ve ahireti arzu eden ve Allah'ı çok anan
kimseler için, uyulacak en güzel bir örnek vardır:"
“Efendimizin
ahlakı Kuran'dı. Darılırsa Kuran darıldığı için darılır, beğenirse Kuran
beğendiği için beğenirdi. Kendi nefsi için intikam almazdı. Kızması ve beğenmesi
Allah'ın rızası içindi.” Eşi Aişe validemiz böyle tanımlıyordu.
Müslümanların
nasıl olması gerektiğini gerek sözleri ve gerekse davranışlarıyla canlı bir
hayat olarak sergilemişti. "Ben sadece üstün ahlakı tamamlamak için
gönderildim” derken Allah
tarafından elçi olarak seçilmesinin de gerekçesini açıklıyordu.
Allah,
üstün ahlâkı tamamlamak üzere gönderdiği son peygamberini en güzel huylarla
bezemişti. O’da diyordu ki, "Allah’ım,
yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlakımı da güzelleştir. Beni kötü ve hoşa
gitmeyen huylardan uzak tut. Allah'ım beni en güzel ahlaka yönelt. Ona
yöneltecek olan yalnız sensin."
"Bana
en sevimlileriniz ve kıyamet gününde bana en yakın olacak olanlarınız, ahlakı
en güzel olanlarınızdır." Derken, en faziletli amelin güzel ahlak
olduğunu vurgulardı.
Ona
göre din, güzel ahlaktan ibaretti. Cennete de ancak iyi ahlak sahibi olanlar
girebilirdi. O’nun şu tavsiyeleri çok önemlidir: Kötü ahlak, iyilikleri yer
bitirir, ibadetleri boşa çıkarır. Sahibini cehenneme sevk eder. Nitekim
kendisine gündüzleri oruçlu geceleri de namazlı geçiren, fakat kötü huylu,
diliyle komşularına rahat vermeyen bir kadından bahsedilince:"Onda
hayır yoktur ve o cehennemliklerdendir."
buyurmuştur.
Samimilik
ve sadelik, Peygamberimizin en önde gelen vasfıydı. Son derece mütevazı idi. Sade giyinir, sade yer içer, sade yaşardı. Dünya malına
gerektiğinden fazla önem vermezdi. Dünya ile olan ilişkisini şöyle
açıklamıştır:
"Benim
dünya ile alakam yolda giderken bir ağaca rastlayıp, dinlenmek için o ağacın
gölgesine sığınan, sonra yine yoluna devam eden bir yolcuya benzer."
Evinin
tüm mefruşatı birkaç basit eşyadan ibaretti. Birçok günlerini yemeksiz
geçirdiği, aylarca evinde ateş yanmadığı olurdu.
"Bir
ay gelir geçerdi de biz Muhammed ailesinin odalarından hiçbirinde duman
tüttüğünü görmezdik.” der Aişe validemiz durumu
açıklarken. Böyle günlerde bütün aile yalnızca hurma ile iktifa ederlerdi.
Peygamberimiz hiçbir yemeği beğenmemezlik etmezdi. Arzusu olunca yer, olmuyorsa
bırakırdı.
Temizliği
çok severdi. "Temizlik imanın yarısıdır." derdi. Elbise ve vücut temizliğine çok önem verirdi. Aynı
şekilde oturduğu yerin ve çevrenin temizliğine de özen gösterir, müminleri de bu
yönde desteklerdi, teşvik ederdi. Kötü koku veren şeylerden hoşlanmazdı. Soğan
ve sarımsak yiyenlerin, ağız kokuları gidene kadar cami ve cemaatten uzak
durmalarını isterdi. Yemekten evvel ve sonra ellerini yıkar, yemeğe mutlaka
besmeleyle başlardı. Özellikle yemeklerden sonra diş fırçası olarak misvak
kullanırdı. Saçını ve sakalını yıkayıp tarar, güzel kokular sürerdi. Müslümanları
da bu konularda uyarır, temizliğin her çeşidine dikkat etmelerini isterdi.
Boş
vakit nedir bilmez-geçirmez, zamanı çok iyi değerlendirirdi. Gündüzleri
ailesinin ve toplumun işleriyle meşgul olur, geceleri ise az uyur, çok ibadet
ederdi. Bütün gece uyumayı iyi karşılamaz, ashabına da bu yönde uyarılarda
bulunurdu.
İki
şey arasında tercih yapacağı zaman, Allah'ın hoşnutluğuna uygun olmak şartıyla,
daima kolay olanını seçerdi. Günah olan işlerden son derece kaçınırdı. Şüpheli işlerden uzak dururdu. Hiç kötü söz söylemez,
kimseye kötülük yapmazdı. Kimsenin gönlünü kırmaz, hiç kimseyi hor görmezdi. Öyle
ki, 10 yıl hizmetinde bulunan Enes bin Malik, bu süre içinde onun kendisine
karşı "öf" bile dediğini duymadığını söylemiştir.
Kendisine karşı her türlü kötülükleri yapanlara dahi nefsi için kızmaz, daima
onlara hayır dua ederdi.
Herkese
karşı adil davranır, hak sahibine hakkını verirdi. Toplumun ayakta durmasını,
adalet ilkesinin sağlam olmasına bağlardı. Adalet özgürlüğü getirir, özgürlük
eşitliğe yol açar, o da nihayetinde kardeşliğe sebep verir. Düşmanlarına karşı
bile hep adil idi. Her konuda olduğu gibi, adalet konusunda da yegane ölçüsü
Kuran'ın ortaya koyduğu ölçü idi. Ashabına da adaletli olmalarını, ölçü ve
tartıda hakkaniyetten ayrılmamalarını tavsiye ederdi. Özellikle idarecilerin ve
amirlerin adaletli olmalarına özen gösterirdi.
Yargıçların
öfkeli iken iki kişi arasında hüküm vermemelerini tavsiye ederdi. Bir
Müslüman’ın, Müslüman kardeşine zulmetmemesi gerektiğini söylerdi. Bütün
insanların bir tarağın dişleri gibi eşit olduklarını hatırlatırdı. Kadınlara
karşı adalet ilkelerinin özveriyle, fedakarlıkla korunmasını isterdi. Daha
önceki ümmetlerin helak oluş sebeplerinin başında, adaletten ayrılmalarının
geldiğini, dolayısıyla adaletten uzaklaşan toplumların da helak olacaklarını
bildirmiştir.
Efendimiz,
doğru sözlü ve doğru işli idi. Hayatının her safhasında doğruluk onun ilkesi
olmuştur. Yalandan ve yalancılardan nefret ederdi. Doğru olanların ulaşacakları
ödülleri, yalancıların kavuşacakları cezaları sık sık dile getirirdi.
Düşmanları bile onun doğruluğunu kabul etmişlerdi. Peygamberimiz, iyi bir
Müslüman’ın asla yalan söyleyemeyeceğini hatırlatırdı. Müslümanlara en sık
tavsiye ettiği konulardan biri de doğruluk idi. Doğruluğun iyiliğe, iyiliğin de
cennete götüreceğini, yalanın ise kötülüğe, kötülüğün ise cehenneme sevk
edeceğini söylerdi. Yalan söylemeyi münafıklık alametlerinden biri kabul
ederdi. Bir söz verildiği zaman bu sözde durulması gerektiğini söylerdi. Kişinin
kendi aleyhine bile olsa, doğru söylemesi gerektiğini hatırlatırdı. Yalan
şahitliğinin en büyük günahların önde gelenlerinden olduğunu söylemiştir.
Emanete
riayet etmek, Peygamberimizin önemli prensiplerinden biriydi. "Emanete
ihanet edenler bizden değildir." derdi. Herkesin bir
sorumluluğunun bulunduğunu ve bu konuda hesaba çekileceğini ashabına sıkça
hatırlatırdı. Emanete sahip çıkmanın imanın temellerinden olduğunu bildirirken,
sır saklamayı da emanet olarak vasıflandırır, özellikle buna önem verirdi.
Efendimizin
sabır konusundaki önderliği ise şaşılacak derecede ileridir. İslam’ı tebliğ
ederken, müşriklerin yaptığı bütün kötülüklere karşı ne kadar sabırlı
davrandığını unutmayalım. Hayatı boyunca bütün işkence, eza, cefalara ve
kendisine karşı yapılan uygunsuz davranışlara sabretmesini bilmiştir. Kuran’ da
Allah, hem peygambere hem de müminlere sık sık sabrı tavsiye eder.
Peygamberimiz, 23 yıllık tebliğ döneminde sabrın en güzel örneklerini
göstermiş, ashabını da bu yolda eğitmiştir. Müşriklerin işkencelerinden
kendisine şikayette bulunan arkadaşlarına sabretmelerini tavsiye etmiş ve bunun
karşılığının cennet olduğunu müjdelemiştir.
Efendimiz,
konuştuğu zaman sözlerini ayıra ayıra söylerdi. Dinleyenler onun söylediklerini
iyice anlar, hatta sözlerini ezberleyebilirlerdi. Söylediklerinin iyi
anlaşılabilmesi için bazen sözlerini üç defa tekrarlardı. Başkalarının
sözlerini dikkatle dinler, onların konuşmalarını kesmezdi. Herkes gülerken, o
yalnızca tebessüm eder, asla kahkaha ile gülmezdi.
Abartılı davranışlardan kaçınırdı.
Yolda
giderken karşılaştığı herkese selam verirdi. Selam verenlerin de selamlarını
alırdı. Fakirleri sever, onları kendi sofrasına çağırır, bazen de zengin ashabı
arasında dağıtırdı. Hiçbir fakir ve muhtacı asla geri çevirmezdi. Eline bir mal
ve para geçtiği zaman hemen dağıtırdı. Sadaka almaz, hediyeyi ise kabul ederdi.
Ayrıca ashabına hediyeleşmeyi tavsiye ederdi. İnsanların arasında zengin,
fakir, büyük, küçük, efendi, köle ayrımı yapmazdı. Özellikle çocukları çok
sever, yolda karşılaştığı çocuklara selam verir ve onları okşardı. Yetimlere,
acizlere, öksüz ve kimsesizlere çok şefkat gösterirdi. Son derece
merhametliydi. Hem insanlara hem de hayvanlara karşı merhametli davranırdı.
Ziyaretine gelenleri nezaketle karşılar, iyi bir şekilde ağırlardı. Herkese
güler yüz gösterirdi. Misafirlerine bizzat kendisi hizmet ederdi. Cömertlikte
dengi yoktu. Özellikle Ramazan ayında daha da cömert davranırdı. Ev işlerinde hanımlarına yardımcı olurdu. Kendi işlerini çoğu kere kendisi görürdü.
Güler
yüzlü, tatlı sözlü ve ince ruhluydu. Hastaları ziyaret eder, cenaze törenlerine
katılırdı. Yapılan davetleri reddetmezdi. Üstün haya-utanma duygusu sahibiydi.
Hayanın imandan olduğunu söylerdi.
Efendimiz,
son derece cesurdu. Düşmanlarından zerre kadar korkmaz, Allah yolunda
karşılaştığı her kötülüğü sabırla karşılardı. Ordunun dağılmaya yüz tuttuğu
yerde, olduğu yerde kalarak sebat eder, onun bu cesareti ashabının yeniden
etrafında toplanmasına yeterdi. Kılıçlarının, kalkanlarının, yaylarının,
oklarının, atlarının, develerinin isimleri dahi cesaret ve kahramanlık ifade
eden isimlerdi.
Ahlakı
Kuran olan Efendimiz, siyasi ve askeri deha sahibiydi. Bu sayede insanlık
tarihinin en büyük devrimini gerçekleştirmiştir. Tarih yazmamıştır, bu kadar
kısa bir süre içinde onun başardığını gerçekleştiren bir başka lider veya
kahraman görülmemiştir. Cehaletin karanlığına bürünmüş, kendi elleriyle
yaptıkları putlara tapan, putlardan her şeyi bekleyen Arap toplumunu, 23 yıl
gibi kısa bir süre içinde İslam dininin nurlu aydınlığla karanlıklardan
çıkarmayı başarmış, insanlık için en yüksek medeniyeti oluşturmuştur. Bu
medeniyeti kan ve gözyaşı üzerine değil, insan cesetleri üzerine değil, sevgi
ve kardeşlik ilkesi üzerine kurmuştur. Çünkü kendisine vahyedilen İslam dini,
insanlığı esaretten kurtarmak gayesini güdüyordu. Her türlü esaretten!
Efendimiz
, yaptığı savaşlarda kan dökülmemesi için büyük gayret gösterirdi. Bu
savaşlarda şehit olan arkadaşlarıyla öldürülen düşman askerlerinin toplam
sayısı 400'e dahi ulaşmıyordu. Milyonlarca insanın
ölümüne bir o kadarının da zulme uğradığı beşeri ideolojilerin çaresizliğini
yalnızca bu örnekte bile görebiliriz. Zira o, kan dökülmemesi için gerekli bütün
tedbirleri alıyordu. Onun maksadı insanları öldürmek değil, gerçek kurtuluşa
kavuşturmaktı. Diğer din mensuplarını önce İslam’a çağırıyor, kabul etmedikleri
takdirde İslam'ın hakimiyetine girmeye davet ediyordu. Ancak bu iki teklif de
kabul edilmezse savaşmak zorunda kalıyordu. Kendisiyle savaşanlara nefsi için
kin beslemiyor, çoğunlukla onları affediyordu. Onun bu yüksek uygulamaları,
çoğu kere, esirlerin İslam'ı gönül rızasıyla kabulüne sebep oluyordu. Onun
kurduğu devlet bir yürek devletiydi.
Salat
ve selam O’na ve O’nun bağlılarına olsun!
Huzur
ve mutluluk ancak O’nun yolundan gitmekle mümkün olabilir. Günümüz insanlığı
Efendimizi yeniden tanımak, O’nun yolunu yeniden fark etmek zorundadır. Tek
önder ve tek lider O’dur!
PEYGAMBERİ TEK ÖNDER VE TEK LİDER OLARAK BENİMSEMİŞ
GENÇLERE FEHMİ ABİLERİ'NDEN TAVSİYELER:
Ey genç kardeşim!
Ey ömrümün ilkbaharındayım
diyen kişi! Biliyorsun ki, bu hayat devir devirdir. Ancak her insanilerleyen
devirlere ulaşamayabilir. Ömrünün ne kadar olduğunu ne sen, ne de bir başkası
bilemez? Niceleri daha gençliğe eremeden dünyayı terk etmişken, uzun uzun
hayallere kapılmakta neyin nesidir?Hele ki o uzun hayallere dalıp ahiretini
boşluyor, ebedi hayatını unutuyorsan zarardasın demektir. Daha fazla zarar
ziyana uğramadan, daha çok geç olmadan ahiretini düşün, aklına başına al. Sana
edeceğim uyarılara-hatırlatmalara kulak ver. İyi bil ki! Bu tavsiyeler dünyanı
perişan etmeden ahireti kazanman için önemlidir. Faydalanmak için bak! Bakar
gibi yapma!
1.BİR HEDEFİN OLMALI
Ey genç! Yaratılış gayen, seni
ve senden öncekileri yaratana kulluk etmektir. Bu dünya senin görev mahallin ve
yapman gereken kulluğunda değişmez görevindir. Bu görevi hiçbir zaman unutma.
Asla ve asla bu görevin önüne başka hiçbir şeyi geçirme. Bil ki! Görevini
yapanlar ödüllendirilir ve yapmayanlarsa cezalandırılır. Ödülün cennet, cezan
ise cehennemdir. Hangisini istiyorsan ona göre yaşa. Ölüm gerçeği hayatın tek
gerçeğidir.
2. HANGİ DİNE AİTSİN?
Ey genç! Gençlik hevesleri seni
dinini öğrenmekten alıkoymasın. Dinini öğrenmeden dininin yaşayamazsın. Din
düşmanı dinbazların tuzağına düşer ve perişan olursun. Bu halinle de ölürsen,
ahiretinde perişan olur. Dinin iki temel kaynağı Kuran ve Sünnettir. Her daim
bunları oku. Her gün Kuran’ı eline al. Arapçasından oku. Arapça okumayı
bilmiyorsan hemen öğren. Asla öğrenmeyi ihmal etme. Mealinden bile olsa
Rabbimizin sözlerini anlamaya çalış. Sünnet, Kuran’ı yaşantıya geçiren
peygamberimizin sözleri ve davranışlarıdır. Sünneti öğrenmek Kurani yaşantıyı
öğrenmektir. Unutma! Sünneti inkar eden sünnet inkarcıları önüne çıkabilir.
Onlara acı ve hidayetleri için dua et. Bu gün azgın insanların, toplumların
bilmesini istemediği bir kelime vardır ki, o kelime ‘tağut’ kelimesidir. Bu
kelimenin içeriğini çok iyi öğren. Ve şunu unutma ki, tüm gönderilen elçiler
tağutları red etmeye davet ederek, tağutları kabul edenleri de uyarmışlardır.
Bu kavramı öğrendikten sonra sen de onu red et ve redde çağır. Bil ki; İlim
amel içindir. Öğrendiğinle amel etmezsen kurtulamazsın. Öğrendiklerini hayatına
yerleştir.
3. İYİLİK GAYEN OLSUN
Ey genç! Biliyorsun ki, eylemlerinden
tek tek hesap vereceksin. Amel defterin önüne getirildiğinde yaptıklarının
hepsini orada bulacaksın. O zamanda, dünya sana arkasını dönmüşken, ahiretse
önünde olacak. Dünyaya geri dönüp amel edeyim veya amellerimi düzelteyim desen
de, sana verilen ömür bir daha eline geçmeyecek. Öyleyse henüz vakit varken,
Rabbimizi razı edecek işlere yönel. Namazlarımız Rabbimizle buluşma anımızdır.
O anları gözle. Bu sırada Efendimizin nasihatiyle abdestli olmaya çalış.Bil ki!
Abdesti ancak olgun mümin muhafaza eder. Bedenin ve aklın abdestli olsun.
İnsanlara faydalı olmaya çalış. İyilik üret, kötülüklerden uzak dur!
4. YARADANINI HATIRLA
Ey genç! Rabbimiz dönüşün
kendisine olduğunu bildirmekte. Dönüşün mekanını ve sahibini hiç unutma. Her ne
nerede olursan ol ve her ne yaparsan yap, Rabbimizin gazabından kork ve O’nun
rızasını elde etmenin peşine düş. Nerede olursan ol, her ne yaparsan yap, Allah’ı
hatırla ve O’ndan kork. Korkmak O’nun rızasından mahrum kalmak demektir. Bil
ki! Sen O’nu göremesen de, O seni her daim görmektedir. Bu şuurla hareket et.
5. ÖLÜM TEK GERÇEK
Ey genç! Dünyalık zevklere
kesen, heveslere son veren ölümü aklından çıkarma. Sen onu unutsan da, vakti geldiğinde
o seni bulacak. Şeytan seni uzun arzulara sürükleyip, geçici olana bağlamasın. Bil
ki! Nice uzun ömür hayalleri kuran genç, şu an ölümü tatmış ve hesab gününü
beklemektedir. Biliyorsun ki, ölüm bizi de bir gün alıp götürecek; öyleyse
daima o günü bekle ki, geldiğinde hazır olasın. Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya,
yarın ölecekmiş gibi de ahirete hazırlık yaparak yaşa!
6.HELAL VE HARAM’I BİL
Ey genç! Haramları ve helalleri
öğrendikten sonra helallerin peşine düş ve haramlardan da aslandan kaçar gibi
kaç. Aslan senin dünyadaki düşmanın olabilir ve imkanını bulsa seni
parçalayabilir. Ancak haramları işlemeye devam edersen, haramlar ahiretini
parçalar. Hem haramlarla yaşanan bir hayatın tadını ve bereketini göremezsin. Bil
ki! Hayat helallerle yaşandıkça anlam ve tat kazanır. Sen de haramlardan
kaçınıp, helali tercih ederek hayatını anlamlandır.
7. EN GÜZELİ GÜZEL AHLAK
Ey genç! Bizler güzel ahlakı
tamamlamak için gönderilen, ahlakı azim olan peygamberin ümmetiyiz. O ki bizler
için en güzel örnektir. Rabbimiz onu edeblendirmişken, o zamandan
bu zamana, bu zamandan kıyamete dek gelecek insanlığın değişmez ahlakı Kuran
olan örneğidir.Öyleyse sen de örneğimiz ve önderimizin ahlakını iyice öğrenip,
güzelce yaşamaya çalış.Bil ki! Sahte örnek ve önderler peşine takılan niceleri
helak oldu. Sahte önderlerden, onların öğretilerinden uzak ol. Beşeri
ideolojilerin ahiretine bir katkıları olmayacaktır.
8. EFENDİ OLMAK İSTİYORSAN HİZMETKAR
OL
Ey genç! Dinine hizmet etmeyi
önemse. Bu uğurda gece gündüz çabala. Çabalayanlarla birlikte omuz omuza
hareket et. Bu hizmet yarışındaki günlerin hayatının en tatlı ve bereketli
günleri olacaktır. Bu yolculukta hizmet edilmeye muhtaç insanları göreceksin,
onları da boş geçme. Düşeni kaldır. Yetimi gözet. Bil ki! Alemlerin Rabbinin dinine
hizmet edebilmek şereflerin en büyüklerindendir. Bu şerefle şereflen. Başka
yollarda onur bulamazsın!
9. ALLAH İÇİN SEV
Ey genç! Ehli tevhid
Müslümanları sev. Ancak bu sevgin sadece dilinde olmasın. Gözlerinde bile ışıl
ışıl bu sevginin parlaması gözüksün. Seven sevdiğini hayırla anarken, sen de
Müslümanları hayırla an. Rabbimiz Müslümanları kardeş kılmışken,
kardeşlerinle aranı iyi tut. Kardeşlerini sevmen, dünyada kalbine imanın
yerleşmesine ve kıyamette Allah’ın gölgeleyeceği yedi sınıf içerisine girmene
vesiledir. Kendisini sevdiğin kardeşine sevgini bildir. Bu da Efendimizin
isteğidir, unutma! Bil ki! Dünyada Allah için birbirleri sevenler, ahirette de
birbirlerini seven kişiler olacaklardır. Ahiret kardeşlerini daha dünyadayken
sev.
10. ALLAH İÇİN DOST OL
Ey genç! Ancak Alemlerin Rabbi
için sev. O’nun için öfkelen ve O’na düşman olanlara sen de düşman ol. Allah’ın
sevmediklerini, Allah’ı sevmeyenleri asla sevme. Dünyan gitse de onların
safında asla yer alma. Cahiliye toplumunda suni dostluk ve düşmanlıklar
çıkartanlara rastlayacaksın. Onlar cahiliyenin adamları olarak ateşe
çağırırlar. Onlardan ve çağrılardan uzak dur. Bil ki! Onlara yaklaşmak ateşe yaklaşmak,
onları sevmek de şeytanı sevmek gibidir. Şeytanı sevmediğini söyleyenler, şeytanın
dostlarını dost tutamazlar.
11. CÖMERT OL
Ey genç! Rabbimiz cömert olup,
cömertleri sevmektedir. Cimrilikse manevi bir hastalık olup, Müslüman’a
yakışmayan kötü bir özelliktir. Hem unutma ki, Allah için verdiklerin, O’nun
yolunda harcadıkların asla yitirdiklerin değildir. Onlar ahirete önden
gönderdikleridir.Bil ki! Allah’tan ve O’nun Dininden sakladıklarının,
kıskandıklarının hesabı vardır. Öyleyse burada çok bırakmak yerine, oraya çok
göndermeye bak.
12. SADIK OL
Ey genç! Bilmelisin ki,
sadıklar cennet arkadaşları olan güzel arkadaşların arasındadırlar. Doğruluk
peygamberlerin özelliklerinden olup insanları da doğru olmaya çağırmışlardır.
Kişi doğrulukla iyiliğe, iyilikle cennete ulaşır. Yalanla da günaha, günahla da
cehenneme ulaşır. Bil ki! Cenneti isteyenlerin peygamberi takip edenlerin
özeliği sadık olmalarıdır. Sen de sadık ol ve sadıklarla birlikte bulun ki,
istikamet bulasın.
13.GÜVENİLİR OL
Ey genç! Emin olmak
peygamberlerin özelliklerindendir. İşi ehline veren ve vermeyi emreden
Rabbimiz, peygamberlik görevini verdiği kişilerin emanet sahibi olmalarını
dilemiştir. Peygamberimize, peygamberlik görevi verilmeden önce Mekke’deki
insanların ona “el-Emin” dediklerini hatırla! Emin olmak Rabbimizin rızasına
sebep olan çok güzel bir vasıftır. Bu vasfın karşısında ise şeytanın ve onun
yolundan gidenlerin vasfı olan hainlik vardır. Emin ol, hain olma. Dilinle
halin, sözünle özün bir olsun. Bil ki! Eminler sevilirken, hainler sevilmezler.
Eminler emin adımlarla hayat yürüyüşünde yürürlerken, hainler kendilerinden
bile korkarlar. Sen de, bu hayat yürüyüşünde emin olarak, emin bir yolda, emin
bir sona yürü.
14. SAMİMİ OL
Ey genç! En çok ihtiyacın olan
şeydir ihlas-içtenlik-samimiyet! Ne yapıp etmeli her bir işinde ihlaslı
olmalısın. Bu ise en zor şeylerdendir. Tüm insanları yok kabul ederek sadece O
var şuuruyla, yalnızca O’nun için hareket emektir ihlas. Görsünler, duysunlar
ve desinleri çöpe atıp, bir daha almamaktır ihlas. Bilmelisin ki,
insanlardan bir karşılık beklemeyen Allah’ın seçilmiş peygamberleri
ihlaslıydılar. Elbette son peygamber de ihlasın zirvesi bir şahsiyetti.
Sen de onu takip et. Unutma ki, şeytan ve şeytaniler türlü yerlerden tuzaklar
kurarken, onun tuzakları karşısında selamette kalman, muhlis olmana bağlıdır. Yine
unutma ki, bu fani hayattan baki aleme götüreceğin amellerinin geçerliliği de
yine ihlaslı olmana bağlı. Riya-gösteriş ile yapılan ameller dağlar kadar olsa
bile yarın ahirette bir arpa kadar olmayacak. Bunları düşün ve ‘nasıl
ihlaslı olurum?’ sorusunu kendine sor. Ardından bu sorunun cevabının
hayati bir öneme sahip olacağı bilinciyle cevapların peşine düş. Bil ki! Muhlis
olmanın yollarını ihlaslıca araştırman, ihlasın kalbinde olduğunun bir
göstergesidir.
15.CESUR OL
Ey genç! Allah yolunda cesur
ol. O’nun yolunda kınayanın kınamasından korkma! Allah yolunda meydana atılma
vaktin geldiğinde meydana atıl ve yapacaklarının peşine düş! Seni bu yoldan
ayırmak için uğraşanların hilelerine karşı korun. Onları ve hilelerini
Rabbimize havale et! Bil ki! Kalem yazdı ve yazı kurudu. Yakinen inanmalısın
ki, hiç kimse O’nun yazdığından başkasını sana getiremez. Ömrünü ne kimse
kısaltabilir, ne de uzatabilir.
16.UTANMA DUYGUN OLSUN
Ey genç! Haya, imanın
göstergesi, takva ehli Müslümanların vasfıdır. Haya insanı her zaman hayra
götürür. O tümüyle övülmüş bir kavramdır. Bil ki! Hayasızlık iman ve
dindarlığın eksikliğinin bir göstergesidir. Hayasızlık da insanı her zaman
şerre götürür. Öyle ki hayasızlık dünyada kepazelik, ahirette azaptır. Her
türlü hayırların ardına düş, her türlü kepazelikten de uzak ol.
17. ÇALIŞKAN OL
Ey genç! Unutma ki, Allah’ın
yarattıklarına koyduğu bazı yasalar vardır. Allah’ın bu yasaları insanlar
arasında Müslüman-kafir gözetmeden işler. Bunlardan birisi de şudur ki:
“Çalışan başarır.”Allah, çalışana çalıştığının karşılığını verir. Dünya
üzerinde Allah’ı tanımayan nice din düşmanı bu yasa gereğince dünyada
çalıştıklarının karşılıklarını almaktadır. Ancak onların ahiretten hiçbir
nasibleri yoktur. Müslüman ise, çalıştığının karşılığını Allah’ın izniyle hem
bu dünyada alırken, hem de ahirette alacaktır. Öyleyse bize düşen Allah yolunda
çalışmaktır.Bu yasanın tersinin nasıl olduğuna gelince, o da şöyledir:
“Çalışmayan da başaramaz.”Öyleyse dünya ve ahiret hayatının imarı için çalış.
Boş vakit denen şeyi hayatından çıkar at. İyi Müslümanların bir özelliğidir ki,
onlar her türlü boş şeylerden yüz çevirirler. Sen de dünyan ve ahiretin için
faydası olmayan şeylerden uzak ol. Bil ki! Amacına ulaşanlar çalışanlardır.
Öyleyse tembelliği bırak ve faydalı işlerde çalışmaya bak.
18.TEVBE ET
Ey genç! Hayatta sürekli
olumsuzluklarla boğuşacaksın. Onlar yeri gelecek seni devirip üstüne
çullanacaklar. Sen her defasında onları savuşturup ayağa kalkmasını bil. Ümitsizlik zindandır.
Oradan kurtulmaksa ümitle mümkündür. Özellikle Rabbimize karşı asla ümitsiz
olma. Her ne yaparsan yap. Hangi günahı işlersen işle! ‘Tevbem kabul olmaz!’
deme. Tevbe edip tevbeni bozacak olsan bile, yine tevbe ederek O’na yönel. Bil
ki! Bizler O’nun kulcağızlarıyız. O’ndan başka günahları affeden ve tevbeleri
kabul eden yoktur.
19. ÜRET
Ey genç! Hep hazır bekleme.
‘Ben ne yapabilirim?’ sorusunu sor, ardından da yapabileceklerini düşün ve
onların peşine düş. Ömürleri boyunca hazıra alışmış, ağızlarını açıp
bekleyenlerden hiç kimse faydalanmamıştır. Sen onlardan olma. Arkandan
bırakacağın, hayırla anılacağın, hayırlara imza at. Bil ki! Her insanın
istedikten sonra yapamayacağı iş yoktur.
20. SORUN OLMA
Ey genç! Dert vermek-sorun
olmak ve yük olmak iyi şeyler değildir, biliyorsun. Elbette zorunlu durumlarda
herkes herkese yük verir, bu olağandır. Ancak bazı insanlar daimi olarak dertli
insanlardır. Bunlar yük almazlar, ancak daima yük olurlar. Böylelerinden olma.
Böylelerinden uzak dur. Böyle insanlar sevilmezler. Dertlere çare olmaya
çalışmak ve yükleri almak güzel özelliklerdendir. Bu özelliği olan insanlar
sevilen kişiler olurlar. Bil ki! Dert vermek değil, dert almak erdemdir.
Erdemliler arasına katıl.
21.ADALETTEN AYRILMA
Ey genç! Hak edene hak ettiğini
vermelisin. Adaletli davranmak Rabbimizin emriyken adil olanlarda Rabbimizin
sevdikleridir. Efendimiz hayatının her alanında herkese karşı adaletten
ayrılmamışken bizlerin yapması gereken de adaleti ilke yaparak zulmün ve
zalimlerin karşısında durmaktır. Bil ki! Zalimler adalete düşmanlarken,
adillere de düşmandırlar. Sen de zulme düşman olduğun gibi zalimlere de düşman
ol.
22.MERHAMETLİ OL
Ey genç! Bizler ‘merhametlilerin
en merhametlisi’ olan Allah’ın kullarıyız. O müminlere karşı bağışlayıcı ve
esirgeyici iken, Onun son elçisi de ‘alemlere rahmet’ olarak
gönderilen rahmet peygamberidir. Onun hayatını araştıranlar görecektir
ki, O merhamet peygamberidir. Küçüğünden büyüğüne, yaşlısından gencine,
çocuğundan bebeğine, insanından hayvanına ve bitkisinden ağacına varıncaya dek
onun merhametine şahit olmuşlardır. Onun izinden gidenler de, yine merhameti
tüm mahlukata göstermeye çalışmışlardır.Bil ki! Merhamet edene merhamet edilip,
merhametsiz olana da merhamet edilmezken, merhamet kalbinden eksik olmasın.
Katı kalpli olma. Kurtuluşun çağrısını yapan efendimizin önderliğinde
merhametle yaklaş sende.
23.GÜLÜMSE
Ey genç! Güler yüzlü olmak
gülen temiz kalbin dışa yansımasıyken, asık yüzlü olmakta asık bozuk kalbin
dışa yansımasıdır. Oysa Müslüman iç dünyasıyla barışık olmalı ve bunu Müslüman
kardeşleriyle karşılaştığında da göstermelidir. Ayrıca Müslüman kardeşimize
güler yüzlü olmamız bir sadakadır. Efendimiz bu davranışın küçük görülmemesini
bizlere nasihat etmiştir. Öyleyse sana yakışan kahkahalara boğmak veya
boğulmak değildir. Ancak tebessüm eden bir çehreyle Müslümanları karşılaman
onlarla birlikte bulunmandır. Bu hali kendine hal edin. Bil ki! Alemlere rahmet
olarak gönderilenin yüzü tebessümler saçardı. Sen de onu örnek al.
24.SABIRLI OL
Ey genç! Şu imtihan için
geldiğimiz dünya yurdu sabır yurduyken ilk andan son ana kadar insan her şeye
sabreder, sabretmelidir. İnsan için üç şeyden başkası yoktur. Birinci sabır
ehli olarak sabrı kuşanmak, ikincisi şükür ehli şakir olmak ve üçüncüsü de
isyan eden bir asi olmamak. Başımıza olaylar geldiğinde sabredilecek şey ise
sabredilmeli, şükredilecek bir hal ise şükredilmelidir. Müslüman hayat sabır ve
şükür arasındadır. Üçüncü şık olan isyana yol yoktur, olmamalıdır. Bil ki!
Asiler sabrı önemsemezler. Şükür de dillerinden dökülmez. Böyleleri
dünyada huzurlu olamazlar. Ahirette de huzursuzlukları artarak devam edecek
olanlar yine bunlardır. Sen isyandan uzak dur. Allah’a itaat ederek sabır ve
şükrü hayat ilken yap!
25.ŞÜKRET
Ey genç! Nankörlükten uzak dur
ve şükür ehli ol! Saymaya gücünün yetmediği kadar çok nimet her daim sana
ulaşmaktadır. İnsan düşünmediğinden veyahut ta bu nimetlere alışık olduğundan
onları göremeyebilir. Ancak sana düşen, nimetleri ikram edeni her daim şükürle
anmandır. Bu nimetlere karşı büyüklenmek, burun kıvırmak, onları beğenmemek ise
hayırlı insanların özelliği değildir. Bil ki! Şükredenler, doğru olanı
yaparlarken, şükürleriyle nimetin elden çıkmasını da önlerler. Hatta
şükürle birlikte verilen nimet artar ve bereketlenir. Aksi olup ta nimete
nankörlük edilirse, bu davranış nimetin elden gitmesine ve azaba uğramaya sebep
olur.
26.DAVETÇİ OL
Ey genç! Bilmelisin ki, dava
davetsiz ve davet de davetçisiz olmaz. Her davanın o davaya çağıran davetçileri
vardır. Sen de, Allah’ın yolunun davetçisi olmaya çalış. Samimi bir davetçi her
türlü imkansızlıklar içerisinde bile, İslam davası için çalışmalar
yapabilir. Hiçbir zaman kendini küçük görme. İman bu dünyadaki en değerli
şeyken, iman ehli de paha biçilmez değerdedir. Müslüman kardeşlerine değerince
davran. Onların haklarını gözet. Hep birlikte tarihimize bakın! Tarih okumaları
yap. İman ehli davetçiler neler yapmışlardır görün. Övünerek anlatın. Onlar,
Allah yolunun yılmaz çağrıcılarıydılar. Şimdi sıra bizlerdedir. Bu şuurla sen
de seslen. Gönüllere duyurmaksa Rabbimize aittir. Bil ki! Zamanımız davet zamanıdır.
Ümmeti işgal eden batıl zihniyetin karşısında -karınca kararınca- hak tarafta
çağın genç Musab’ı olmak için hakkı haykırmanın tam zamanıdır.
27.EY MÜCAHİD
Ey genç! Bilmelisin ki, yeryüzü
tevhidin şirkle çarpıştığı cihad alanıdır. Tevhid cephesinin erleri, tevhidin
galibiyeti için cihad etmişler ve de etmektedirler. Cihad bizler için olmazsa
olmaz bir mecburiyettir. Bu görev kimi zaman dille, kimi zaman malla ve de kimi
zaman da elle yapılmaktadır. Şartlar ve imkanlar çerçevesinde küfre karşı cihad’dan
asla vazgeçme! Ancak olur olmaz her fısıltıya da kulak kabartıp, cihad adına
uygun olmayan işler de yapma. Cihadın özelliğini, şekillerini ve onunla ilgili
ne varsa tüm meseleleri öğrenmeye çalış. Yapmadığın veya yapmayacağın şeyleri
söyleyip de slogonik cihadçı, internet mücahidi(!) olma. Onlar çok konuşur, az
yaparlar. Ya da sadece konuşurlar. Kuvvetli Müslüman, zayıf Müslümandan daha
hayırlıyken, sen de bedeninin gelişmesi ve sıhhati için spor yap. Ruhun ve
bedenin güçlü olsun. Akıl, ruh ve beden sağlığını koru.Bil ki! Yeryüzü
tağutları, sözlerimize bakarak tahtlarını bırakmayacaklardır. Onları
yerlerinden edecek şey, tüm boyutlarıyla cihad etmektir. Ebu Cehiller Bedirleri
beklemekteyken, sana düşense Bedir’in yiğidi olmaktır.
28. CEMAATSİZ OLMAZ
Ey genç! Özellikle işgal
altındaki İslam topraklarında yanız başına kalamayacağın ortadadır. Şeytan ve
şeytanlaşanlar tek kalanla birlikteyken, sen tevhid ehli cemaati ara. Konuyla ilgili
sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte hareket et. Fikir kargaşalarının
yayıldığı bu zamanda tevhidi öğrendikten sonra müşriklerden uzak olduğun gibi,
tevhidi yaşantı hayatlarına yansımayanlardan, sürekli fikir değiştirenlerden,
İslam’ın ahlakıyla ahlaklanmayanlardan da uzak dur. İnandıkları gibi
yaşayanlarla birlikte ol. Bil ki! Bu yol yalnız başına gideceğin bir yol
değildir. Ne yap yap güvenilir yolculardan oluşan sadıklar kervanına katıl.
KARDEŞİM!
Ey genç! Bu acizane
nasihatlerimi -gençlik günleri geride kalmış- bir abinin kardeşine yaptığı
faydalı uyarılar olarak kabul et. Dilerim yazılanların tamamını okur ve
onlardan istifade edersin. Allah seni hakka ulaştırıp, hakkı yaşamayı sana
kolaylaştırsın.
Rabbim! Tüm Müslümanların
gönüllerini ve saflarını hak üzerinde birleştir. Gönüllerimizi ve saflarımızı
dinin üzerinde sabit eyle. Ey dinini tüm dinlere üstün kılmak için gönderen
Rabbimiz! Bizleri dininin hizmetçileri olmakla şereflendir. Mallarımızı ve canlarımızı
bizden kabul buyur, Allah’ım. ‘Kabul buyur, Allah’ım.’ ‘Kabul buyur,
Allah’ım.’ ‘Kabul buyur, Allah’ım.’
Selam ve dua ile…
7 Temmuz 2020 Salı
Ecdadımızı tanıyalım:
SULTAN ALPARSLAN
Fehmi Demirbağ
Türkler’e kalıcı olarak “Küçük Asya” diye isimlendirilen Anadolu’nun kapılarını
açan Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Bizans ile yaptığı Malazgirt Meydan
Savaşının tarihsel açıdan önemi ortadadır.
Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşunu sağlayan Dandanakan Savaşı’ndan
sonra Merv şehrinde toplanan büyük kurultayda dünya egemenliği hedefi
doğrultusunda belirlenen fetih planları çerçevesinde Selçuklular bilhassa batı
yönünde büyük fetih hareketlerine başladılar. Anadolu’nun bir Türk yurdu
haline gelmesi için uğraşan Selçuklu kuvvetlerinin karşısına Bizans İmparatoru
IV. Romanos Diogenos, farklı milletlerden topladığı ordu ile karşı koymak için
engel olmaya çalışsa da bir başarı elde edemeden geri döndü.
Selçuklu Devleti’nin gittikçe artan başarısı sonucunda imparator bu kez
Ayasofya Kilisesi’nde düzenlenen törenden sonra 1071 yılında çok daha güçlü
bir ordu ile yola çıktı. 200.000 kişi civarında olduğu tahmin edilen ordu ile
“MüslümanTürk” problemini(!) kökünden halletmek için planlar yapsa da bu
sırada Selçuklu Sultanı Alparslan’ da Halep önlerine kadar geldi. Halep’i bir
süre kuşattıktan sonra Mısır’a gitmek üzere yola çıkan Alparslan’a imparatorun
elçisi gelerek Malazgirt, Menbiç ve Ahlat’ın iadesini istedi. Sultan Alparslan bu
durum karşısında Mısır’a gitmekten vazgeçerek Doğu Anadolu’ya yöneldi.
İmparator Malazgirt Kalesi’ni işgal ederek halkı kılıçtan geçirirken,
Alparslan’da Ahlat’a yaklaştı. Büyük savaş başlamadan önce yapılan küçük
savaşların tamamı Selçukluların galibiyeti ile bitti. Malazgirt meydan
savaşından sonra Romanos Diagenos Türk ordusuna teslim oldu ve anlaşma
imzalamak durumunda kaldı.
VII. Mikhail Dukas, Romanos Diyojenin imzaladığı antlaşmanın geçersiz
olduğunu ilan etti. Bunu haber alan Alparslan da ordusuna ve Türk Beylerine
Anadolunun fethi emrini verdi. Bu emir doğrultusunda Türkler Anadoluyu
fethe başladılar. Bu saldırılar, sonu Haçlı Seferleri ve Osmanlı İmparatorluğuna
varacak bir tarihi süreci başlamıştır.
Bu savaş, Anadolunun Türklerin tam olarak eline geçmesi için, savaşçı olan
Türklerin, eski Cihad Akınlarını tekrar başlatacağını gösteriyordu. Abbasiler
döneminde biten bu akınlar, Avrupa’yı çok korktukları ve tehdit olarak
algıladıkları İslam’dan kurtarmıştı. Ancak Anadoluyu ele geçiren ve Hristiyan
Avrupa ile Müslüman Ortadoğu arasında tampon bölge oluşturan Bizans
devletinin çok büyük bir güç ve toprak kaybına neden olan Türkler, aradaki bu
bölgeyi ele geçirerek Avrupaya başlayacak yeni akınların da habercisi
oluyordu. Ayrıca İslam dünyasında büyük bir birlik sağlamış olan Türkler bu
birlikteliği Hristiyan Avrupaya karşı kullanacaktı. Bütün İslam dünyasının
Türklerin önderliğinde Avrupaya akın başlatmalarını önceden gören Papa,
önlem olarak Haçlı Seferlerini başlatacak ve bu da kısmi olarak işe yarayacaktı.
Ancak yine de Türklerin Avrupaya yaptığı akınları durduramayacaktı.
Türk akınlarından ve savaş yöntemlerinden bahsedildiğinde akla ilk gelen
“Kurt Kapanı” taktiğidir. Sultan Alparslan bu taktiği Malazgirt Savaşı’nda
başarıyla uygulamıştır.
Bu taktiğin mantığını ve uygulama yöntemini iyi anlamamız gerekiyor. Malum
Türk milleti kurt ile özdeşleştirilir. Kurtların kışın aç kaldıklarında uyguladıkları
bir avlanma taktikleri vardır. Bu taktiğe göre kurt sürüsü iki kümeye ayrılır.
Birinci küme fedai kümesidir; ikinci küme ise pusu kümesi. Fedai kümesi
köpeklerin bulunduğu yerleşim yerine girer ve köpeklere saldırır. Biraz
mücadele ettikten sonra fedai kümesi, yenilmiş gibi davranıp köpeklerden
kaçmaya başlar; doğal olarak köpekler de kurtların ardından onları
kovalamaya başlarlar. Ama köpekleri bir sürpriz beklemektedir. Çünkü asıl ve
kalabalık topluluk olan pusu kümesi, onları yerleşim yerinin dışında
beklemektedir. Pusu kümesi hilal biçiminde dizilmiş ve iyice gizlenmiştir. Fedai
kurtlar, köpekleri kurnazca bu hilalin ortasına çekerler. Köpekler hilalin içine
tümüyle girince, pusu kümesi, hilali uçlarından kapatır ve köpekler bir çember
içine alınmış olur. Artık köpeklerin kurtuluş umudu yoktur; zafer kurtlarındır.
Eski Türkler, kurtların bu taktiğinden esinlenerek Hilal Taktiği, Turan Taktiği,
Kıskaç Muharebesi adları verilen düşmanı çevreleyerek yok etmeyi amaçlayan
bir askeri taktik geliştirilmişlerdir. Bu taktiği eski Türk toplulukları ve orduları
sıklıkla kullanılmış olup en son Osmanlı Devleti de bunu meydan savaşlarında
uygulamıştır. Sultan Alparslanı daha yakından tanımak için tarihsel süreci
gözden geçirmekte fayda var.
Selçukoğulları Selçuk Bey’in oğullarından Mikail’in soyundan gelenler ile
Arslan Yabgu’nun soyundan gelenler olmak üzere iki kola ayrılmışlardır. Bunlardan Mikail’in
soyundan gelenler Selçuklular şeklinde adlandırılmış ve Büyük Selçuklu Devleti’ni kurmuşlardır.
Arslan Yabgu’nun soyundan gelenlere ise Yabgulular denilmiş ve bunlar da
Türkiye Selçuklularını oluşturmuşlardır.
Bütün Selçuklu Tarihi boyunca Selçuklular ile Yabgulular arasında bir soğukluk,
çekişme, hatta mücadele vardır. Bunun temeli Selçuk Bey’in sağlığına kadar
uzanmaktadır.
Bu durum Büyük Selçuklular kurulduktan sonra da iç isyanlar ve saltanat
mücadeleleri şeklinde devam ettiği gibi Türkiye Selçukluları’nın ilk zamanlarına kadar
sürmüş ve Türkiye Selçuklu hükümdarlarından iki kişinin hayatına mal olmuştur.
Selçuklu Devleti’nin kurucusu olan Selçuk Sübaşı, Dokak adlı bir beyin oğlu
olup, Oğuz Yabgulu’nun ordu komutanı idi. Daha sonra Oğuz Yabgusu ile
bozuşarak 960 yılında Aral Gölü yakınlarındaki Cend şehrine geldi. Burada
kendisi ve bağlı Oğuzlar Müslümanlığı kabul ettiler. Selçuk Sübaşı, Cend
şehrinde 1009 yılında yüz yaşını aşkın iken öldü.
Beş oğlu vardı. Bunlar Mikail (oğulları Tuğrul ve Çağrı Beyler Büyük Selçuklu
Devleti’ni kuracaklardır), İsrail Arslan Yabgu (torunu Kutlamışoğlu Süleyman
Şâh Anadolu Selçuklu Devleti’ni kuracaktır), Musa İnanç Yabgu, Yusuf Yınal
Bey ve Yunus Bey’dir.
Selçuk Bey’den sonra Oğuzlar’ın başına geçen Arslan Yabgu, Karahanlılar’la
anlaşarak Oğuzlar’ı Horasan’a geçirmek istedi. Tuğrul ve Çağrı Beyler bu
anlaşmayı tanımadılar. Gazneli Sultan Mahmud ise Arslan Yabgu’dan çekindiği
için hile ile O’nu ve beraberindekileri yakalatıp 1025 yılında Kalincar Kalesi’ne
hapsettirdi. Oğlu Kutlamış buradan kaçıp kurtulduysa da Arslan Yabgu 7 yıl
sonra hapiste öldü. Kendisine bağlı Oğuzlar’ın bir kısmı dağılırken diğerleri
Tuğrul ve Çağrı Bey’in etrafında toplandılar.
Arslan Yabgu’nun bu şekilde ölümü iki önemli sonucu doğurdu. Bunlardan biri,
Arslan Yabgu’nun bu şekilde tutuklanıp ölümü üzerine bütün Selçuklu soyunda
Gazneliler’e karşı büyük bir kinin ortaya çıkması, bir diğeri ise Oğuzlar’daki
liderlik meselesinin Tuğrul ve Çağrı Beyler lehine sonuçlanmasıdır.
Tuğrul ve Çağrı Beyler, amcaları İnanç Musa Yabgu ile birlikte Horasan’a
geldiler. Burada 1035 yılında başlattıkları yurt tutma savaşını kazanarak
Selçuklu Devleti’nin temelini attılar. Gazneli Sultan Mesud, Oğuzlar’ı
Horasan’dan çıkarabilmek amacıyla 1039 yılında büyük bir ordu ile Oğuzlar’ın
üzerine yürüdü. Tamamen süvari olan Tuğrul ve Çağrı Beyler komutasındaki
Oğuz ordusu, Gazneliler’e karşı büyük bir yıpratma savaşına başladılar.
Nihayet son darbeyi vurmak üzere Dandanakan denilen yerde Gazne
ordusunun karşısına çıkan Selçuklular burada üç günlük bir savaştan 1040 yılın
Mayıs ayının sonlarında büyük bir zafer kazandılar Gazne ordusunun bütün
ağırlıkları, hazineleri Selçuklular’ın eline geçti. Dandanakan Savaşı’nın olduğu
alanda taht kuran Oğuz ileri gelenleri Sultan Tuğrul’u tahta çıkararak O’nu
Horasan hükümdarı olarak ilân ve biat ettiler.
Dandanakan Savaşı’yla devletini kuran Sultan Tuğrul devrinde doğuda Harezm
ülkesi içlerinden batıda Anadolu’da Muradiye, Erciş bölgelerine kadar olan
yöre Selçuklular’ın eline geçti. Başlangıçta başkent Nişabur iken daha sonra
Rey şehrine taşıyan Sultan Tuğrul devrinin en önemli olayı şüphesiz Abbasi
Halifesi ile olan ilişkileridir. Sultan Tuğrul, Doğu Anadolu’ya girdiği sırada,
Abbasi Halifesi Kaim Bi Emrillah’tan bir mektup aldı. Halife kendisinin
Şii Büveyhoğulları’nın ve Türk asıllı Arslan Besasiri’nin elinden kurtarılmasını
rica ediyordu. Bunun üzerine Bağdat’a yürüyen Tuğrul, Büveyhoğulları
Devleti’ni 1055 yılında ortadan kaldırdı. Arslan Besasiri ise Bağdat’tan kaçtı.
Sultan Tuğrul bu sırada isyan eden kardeşi İbrahim Yınal’ın isyanını bastırmak
üzere İran’a dönmek zorunda kaldı. Fatımiler’den yardım gören Arslan
Besasiri, tekrar Bağdat’ı ele geçirerek burada hutbeyi Fatımi Halifesi adına
1058 yılında okuttu. Bu sırada Sultan Tuğrul, İbrahim Yınal isyanını bastırmış
ve asi kardeşini yayının kirişi ile boğdurmuştu. Daha sonra tekrar batıya dönen
Sultan Tuğrul tekrar Bağdat’a girdi. Arslan Besasiri yakalanarak öldürüldü.
Halifeye büyük saygı gösteren Sultan Tuğrul, O’nu tekrar Bağdat’taki 1060
yılında sarayına yerleştirdi. Bundan çok memnun olan Halife Tuğrul’u kılıç
kuşatarak, ona “Rükn’üd dünya ve’ddin” (Dünya ve dinin temeli) ve “Kasım
emir ül-M’üminin” (Halife’nin ortağı) unvanlarını verdi. Ayrıca Selçuklu soyu ile
akrabalık kurdu. Çağrı Bey’in kızı ile evlenen Abbasi Halifesi kendi kızını da
Sultan Tuğrul’a verdi. Sultan Tuğrul Halife üzerinde yalnızca dini görevleri
bırakarak siyasi iktidarı kendi üzerinde topladı. Bu tarihten itibaren İslam’ın
liderliği tamamen Türkler’in eline geçmiş oldu. Sultan Tuğrul 1063 yılında 70
yaşında iken öldü. Evladı olmadığından yerine kardeşi Çağrı Bey’in büyük
oğlu Süleyman, Vezir Amid’ül Mülk Kunduri’nin oldu bittisi ile tahta çıkarıldı.
Horasan Valisi Alparslan başkent Rey üzerine yürüyerek ağabeyini tahttan
indirip kendini Selçuklu Sultanı ilân etti. Vezir Kunduri’yi de azlederek
yerine Nizam’ül-Mülk’ü bu makama getirdi.
Sultan Alparslan Horasan Meliki Çağrı Bey’in oğludur. Selçuklu-Karahanlı
savaşı başlamadan önce Çağrı Bey’e bir oğlu olduğu müjdesinin gelmiştir. Tarih
20 Ocak 1029’dur.
Henüz küçük yaşta iken, babası Çağrı Bey’in hastalanması üzerine idareyi ele
alarak Gazneli saldırılarını durdurması, yine babasının sağlığında Karahanlılar’a
ve Gazneliler’e karşı zaferler kazanması, zaten Çağrı Bey’in son yıllarında
veliaht sıfatıyla fiilen yönettiği Horasan Selçuklu Devleti’nde ve hatta bütün
Selçuklu topraklarında büyük bir itibar kazanmasına yol açmıştı. Bu sebeple
Çağrı Bey’in ölümü üzerine Horasan meliki olduğu zaman hanedanın diğer
mensupları arasından itiraz eden çıkmamış, ayrıca onun tutum ve
davranışlarından ileride Selçuklu sultanlığı için de kuvvetli bir aday olacağı
anlaşılmıştı. Nitekim Alparslan, amcası Sultan Tuğrul Bey 1063 yılının Eylül
ayında arkasında evlat bırakmadan ölünce, kendi vasiyeti üzerine tahta
çıkarılan Süleyman’ın sultanlığını kabul etmemiş ve derhal mücadeleye
girişmiştir. Çağrı Bey’in son eşinden doğan, dolayısıyla Alparslan’ın kardeşi
olan en küçük şehzade Süleyman, annesinin Çağrı Bey’in ölümü üzerine
amcasıyla evlenmiş olmasından ötürü Tuğrul Bey’in üvey oğlu durumuna
gelmiş ve annesi ile Vezir Amidülmülk el-Kündüri’nin gayretleri sonucunda da
veliaht tayin edilmişti. Alparslan, Tuğrul Bey’in ölümünden hemen sonra Vezir
Amidülmülk tarafından tahta çıkarılan Süleyman’a karşı harekete geçmeye
hazırlandığında, ağabeyi Kirman Meliki Kavurd, amcası Musa İnanç Yabgu,
Çağrı ve Tuğrul beylerin amcazadeleri olan Selçuk’un torunu Kutalmış da taht
üzerinde hak talep ediyorlardı; bunlardan Kutalmış üç yıl önce Tuğrul Bey’e de
karşı isyan etmişti. Alparslan, önce kendisini emniyete almak için, Tuğrul
Bey’in ölümü üzerine isyan eden Huttalan ve Saganiyan emirleri ile Herat’ta
bulunan ihtiyar amcası İnanç Yabgu üzerine yürümek zorunda kaldı.
Asi emirleri itaat altına aldıktan sonra İnanç Yabgu’yu da mağlup ederek taht
üzerindeki hak talebinden vazgeçiren ve onu tekrar eski yerinde bırakan
Alparslan, büyük bir ordu ile imparatorluk başkenti Rey’e doğru hareket etti.
Ancak onun bu meşguliyetinden dolayı gecikmesi sırasında kendi adına hutbe
okutarak sultanlığını ilân eden Kutalmış 50.000 kişilik ordusuyla Rey üzerine
yürümüş ve karşısına çıkarılan kuvvetleri bozguna uğratarak Vezir
Amidülmülk’ü kuşatmıştı. Tahta çıkarılan Süleyman ise sultanlığını kabul
etmeyen rakiplerine göre kendi zayıflığını farkederek daha önce Rey’i terkedip
Şiraz’a çekilmişti. Kutalmış’ın karşısında uzun süre dayanamayacağını anlayan
Amidülmülk, Alparslan’dan yardıma gelmesini isteyerek onun adına hutbe
okuttu. Böylece olayların başından beri Alparslan’ı sultan olarak görmek
isteyen ordu içindeki pek çok kumandan ve askeri de memnun etmiş oluyordu.
Alparslan’ın yaklaşmakta olduğunu haber alan Kutalmış kuşatmayı kaldırıp
savaşı kabul edebileceği uygun bir yer olan Damgan civarında Milh vadisine
geldi ve akarsuların yönünü değiştirerek çevreyi bataklık haline getirdi. Fakat
savaş alanında önceden önlem almasına ve ordusunun da daha güçlü olmasına
rağmen, 1063 yılının son günlerinde cereyan ettiği sanılan savaşta mağlup oldu
ve dağılan ordusunu kendi kalesi Girdkuh’a doğru çekmeye çalışırken kayalık
bir bölgede atından düşerek öldü. Alparslan’ın hükümet merkezine girmesi
üzerine de İsfahan’a kadar ilerlemiş olan Kirman Meliki Kavurd kendi
topraklarına geri döndü ve Alparslan adına hutbe okuttu. Alparslan’ın Rey’de
tahta çıkmasından ve adına hutbe okutup sikke kestirmesinden sonra
saltanatı, Abbasi Halifesi Kaim-Biemrillah tarafından da alışıldık törenlerle
onandı. 27 Nisan 1064 yılında ilan edildi.
Alparslan, Rey’e girmesini takip eden iki ay içinde idari işlerle ve ordunun
hazırlıklarıyla meşgul olarak Şubat 1064’te “Rum Gazası” adı verilen batı
seferine çıktı. Alparslan hükümdarlığı süresince devletin batı yönüne daha çok
önem vermiş, batıda fetih, doğuda ise genellikle asayişi temin amacıyla
harekatta bulunmuştur. Bunun başlıca sebebi, babası Çağrı Bey’in kırk beş yıl
önce Bizans topraklarına yaptığı akınlar sırasında keşfedilen Doğu Anadolu
yaylalarının Türkmenler için en uygun yerleşme alanı olarak görülmesidir.
Selçuklu Devleti, düzenli örgütlenmesi, kuvvetli ordusu ve mükemmel
idaresiyle Orta Asya bozkırlarında kendilerini pek emniyette görmeyen ve
ayrıca ekonomik sıkıntı içinde bocalayan çeşitli Türk toplulukları için sığınılacak
ideal bir siyasi kuruluş durumundaydı. Bu sebeple, bir daha dönmemek üzere
Selçuklu topraklarına akan ve Türkmen adıyla anılan bu kalabalık kitleler,
kısmen Selçuklu şehzadelerinin hizmetine girerek fetihlere katılırlarken kısmen
de kendi reislerinin emrinde, hayat tarzlarına uygun iklimlerde yeni yurtlar
edinmek için savaşıyorlardı. Binli yılların başlarından beri aralıksız süregelen
göçler dolayısıyla Selçuklu ülkesinin hemen her tarafına dağılan ve yer yer
sosyal rahatsızlıklara da sebebiyet veren bu Türkmenler’in alışkın oldukları
şartlara uygun bir memlekete yerleştirilmeleri gerekiyordu. Bu memleket ise,
bozkırları hatırlatan ve hayvan yetiştirmeye elverişli olan bölgeleriyle Anadolu
idi. Hristiyanların elinde bulunan Anadolu’nun fethedilmesi gerektiği
hususunda kararlı oldukları anlaşılan Selçuklu devlet adamları, Türkmenler’i
Bizans sınırlarına doğru sevketmeyi devletin resmi yerleşim siyaseti olarak
kabul etmişlerdi. Fakat Urmiye gölü yöresinden Tiflis’in kuzeyine kadar uzanan
yerlerde Bizans politikasına hizmet eden birer ileri karakol durumunda bazı
küçük prenslikler bulunuyor, Anadolu’ya ulaşmak için önce buralardaki
savunmanın kırılması icap ediyordu.
Alparslan, çocukları arasında en fazla sevdiği Melikşah ile Horasan’dan
getirdiği eski veziri Nizamülmülk de beraberinde olarak Rey’den Azerbaycan’a
hareket etti ve ordusu yolda, sefer halinde bulunan Türkmen reisi Tuğtegin
tarafından da takviye edildi. Melikşah ile Nizamülmülk’ün emrine verilen
kuvvetler Aras’ın kuzeyindeki sağlamlaştırılmış yerleri alırken Gürcistan’a giren
Alparslan’ın kumandasındaki ordu da Kür ırmağının çevirdiği Trialet’e, oradan
Kvelis-Kür’e, sonra Şavşat yolundan Taik yöresine ve Gürcü kralının kaçması
üzerine de Çıldır gölünün kuzeyindeki Ahılkelek’e kadar ulaşarak pek çok şehir
ve kaleyi fethetti. Ahılkelek önlerinde Melikşah-Nizamülmülk kuvvetleri ile
birleşen Alparslan, bu şehri 1064 yılı Haziranında ele geçirdi. Bu arada,
Ahılkelek’in de düştüğünü gören Lori prensi Kuirike Selçuklular’a tabi olmayı
ve cizye ödemeyi kabul etti. Bundan sonra Alparslan Doğu Anadolu’ya geçerek
Bizanslılar’ın elinde bulunan, bölgenin en önemli şehri Ani’yi kuşattı. Bir aydan
fazla devam eden kuşatma ve çok şiddetli çarpışmalar sonunda şehir
Selçuklular’ın 16 Ağustos’ta eline geçti. Alınması imkansız sanılan Ani’nin
Müslümanlar tarafından fethedilmesi Doğu’da ve Batı’da büyük yankılar
uyandırmış, Halife Kaim-Biemrillah özel elçisiyle gönderdiği mektubunda
takdir ve tebriklerini bildirerek Alparslan’a “Ebü’l-feth” lakabını vermiştir.
Ani’nin düşmesi üzerine Kars prensi Gagik Alparslan’ı Kars’a davet ederek
büyük törenlerle karşıladı ve bağlılığını sundu.
Alparslan, Kirman Meliki Kavurd’un isyankar tutum takındığı haberinin gelmesi
üzerine Doğu Anadolu’daki harekatını yarım bırakarak Rey’e döndü ve oradan
Hemedan’a Aralık ayında geçti. Kavurd’un af dilemesiyle sonuçlanan bu
olaydan sonra, Horasan melikliği sırasında oturduğu Merv’e giden Alparslan
kışı orada geçirerek idari düzenlemelerle ve hanedan mensuplarının çeşitli
bölgelere melik ve emir tayin edilmeleriyle meşgul oldu.
1065 sonbaharında büyük bir ordu ile Harizm’e hareket eden Alparslan,
Mangışlak taraflarında, İslam’ı kabul etmemiş Türk ve Moğollar ile iş birliği
yaparak kervanlara saldıran ve kargaşalık çıkaran Türkmen kabilelerini
bozkırlara doğru uzaklaştırdı. Daha sonra Kıpçaklar’ı itaat altına alıp doğuya
yöneldi ve Maveraünnehir’de fetihlerde bulundu.
Siriderya kenarındaki Cend şehrinde bulunan atası Selçuk’un mezarını ziyaret
etti ve kendisini uzak mesafeden hediyelerle karşılayan Cend hanının
topraklarını Melikşah’ın hükmü altında Selçuklular’a bağlayarak seferini
tamamladı. Alparslan’ın güvenliği temin amacıyla başlattığı doğu seferi, Hazar
denizinden Taşkent’e kadar bütün toprakların büyük bir kısmı savaşmaya dahi
gerek kalmaksızın Selçuklu egemenliğine girmesiyle sonuçlanmıştır.
1066 yılının Temmuz’unda Alparslan’ın Horasan’a döndükten sonra muhteşem
bir törenle oğlu Melikşah’ı veliaht tayin etmesi ve Selçuklu topraklarının
tamamında onun adının da hutbelerde okunmasını emretmesi üzerine Kirman
Meliki Kavurd 1067 yılı başlarında isyan etti. Kavurd, Kirman’a yürüyen
Alparslan’ın öncü kuvvetleri karşısında gönderdiği ordunun dağılması üzerine
yine af dilemek zorunda kaldı. Alparslan’ın, ağabeyi Kavurd’u affetmesi, ayrıca
kızlarına büyük miktarda çeyizlik vermesi onu iyilikle kendine bağlamaya
çalıştığını göstermektedir.
1067 yılını Kavurd ve onun arkasından isyan eden Şîraz Meliki Fazluye ile
uğraşarak geçiren Alparslan, 1068 yılı başlarında ikinci defa Kafkasya üzerine
yürüdü. Amacı bu defa bütün Azerbaycan’ı bir daha huzursuzluk kaynağı
olmayacak şekilde Selçuklular’a bağlamaktı. Çünkü Kavurd’un daha önceki
isyanı ile yarım kalan birinci Kafkas seferinden sonra hemen bütün prensler
baş kaldırmış durumda idiler. Beraberinde Nizamülmülk ve ünlü
kumandanlarından Savtegin de bulunan Alparslan, Tiflis dahil Kartli, Şirak,
Vanand, Nig, Gugark, Arran ve Gence gibi Azerbaycan’ın çeşitli bölgelerinde
hüküm süren küçük prenslikler ile Şeddadi emirlerini egemenliği altına aldı.
Ancak, Alparslan’a bağlılıklarını arzeden ve hatta birkaçı kendi istekleriyle
İslam’ı kabul eden bu prenslerin kesin şekilde Selçuklu egemenliğine girmeleri,
ertesi yıl tekrar bölgeye gönderilen Savtegin’in harekatı ile gerçekleşebilmiştir.
Kafkasya seferi devam ederken Karahanlı Hükümdarı İbrahim Han’ın ölmesi ve
oğulları arasında başlayan taht kavgalarının Selçuklu çıkarlarına zarar verecek
duruma gelmesi üzerine Alparslan ülkesine dönmek zorunda kaldı. Ancak,
İbrahim Han’ın ölmeden önce kendi eliyle tahta çıkardığı Şemsülmülk Nasr’ın
duruma hakim olması üzerine müdahale etmekten vazgeçti. Doğuda tehlikeli
bir durum kalmaması üzerine dikkatini tekrar batıya çeviren Alparslan
Anadolu, Mısır ve Suriye’de cereyan eden olaylarla ilgilenmeye başladı.
Alparslan’ın her iki Kafkasya Doğu Anadolu seferini de yarım bırakmış
olmasına rağmen Türkler’in Anadolu’daki ilerlemeleri devam ediyordu.
Anadolu’da ilerleyen bu Türkler, Tuğrul Bey zamanından beri Anadolu’ya
yöneltilen Türkmen aşiretleri ile Tuğrul Bey’in ölümü üzerine meydana gelen
taht kavgaları ve isyanlar sırasında taraftarlarıyla birlikte Alparslan’dan kaçan
bazı kumandan ve şehzadelerdi. Birbirinden bağımsız hareket eden bu
kuvvetler pek çok önemli şehri ele geçirmişler ve Bizans İmparatorluğu için
açık bir tehlike oluşturmaya başlamışlardı.
Anadolu’nun hızlıca ellerinden gitmekte olduğunu gören Bizanslılar, 1068
yılında dul imparatoriçe ile evlenerek tahta geçen Romanos Diogenes’e
kurtarıcı gözüyle bakıyorlardı. Daha önce Balkanlar’da Peçenekler’e karşı
kazandığı başarılarla iyi bir kumandan olduğunu ispat eden Romanos
Diogenes, 1068 baharında çoğunluğu ücretli askerlerden oluşan bir ordu ile
Anadolu seferine çıktı. Ordu iyi donatılmamış olmakla birlikte bizzat
imparatorun kumandasında bulunduğu için yüksek morale sahipti. Romanos
Diogenes, Kayseri-Sivas-Divriği-Malatya-Toroslar üzerinden güneye inip Suriye
yolunda stratejik değeri olan Menbic Kalesi’ni zaptederek kış ortalarında
Bizans’a döndü. İmparator muhteşem törenlerle karşılanmış olmasına rağmen
aslında büyük bir başarı elde edememişti. Çünkü Bizans ordusunun önünden
çekilen Selçuklu ve Türkmen süvarileri başka yönlerden akınlarına devam
etmişlerdi. Bu esnada Niksar ve Ammuriye gibi önemli kaleleri de
fethetmişlerdi. Ertesi yıl ikinci Anadolu seferine çıkan Romanos Diogenes
Kayseri, Palu, Sivas bölgelerinde harekatta bulundu. Türkmen akıncıları da
buna karşı Konya’ya kadar ilerleyip şehri yağmaladılar. 1070 yılında, saraydaki
muhalefet sebebiyle üçüncü Anadolu seferine bizzat çıkamayan Romanos
Diogenes’in iki ayrı koldan gönderdiği ordu yine önemli bir başarı elde
edemeden geri döndüğü gibi arkasından gelen Afşin Bey kumandasındaki
akıncılar da Marmara sahillerine kadar ilerlediler. Bu durum karşısında
Diogenes, Türk meselesini kökünden halletmek üzere kalabalık ve çok
mükemmel donatılmış bir ordunun başında, yalnız Anadolu’yu akıncılardan
temizlemek değil, İran içlerine yürüyerek Selçuklu başkentini de işgal etmek
kararı ile 13 Mart 1071 günü dördüncü seferine çıktı.
Anadolu’da olaylar, kaçınılmaz bir Romanos Diogenes-Alparslan
karşılaşmasına doğru tırmanırken Alparslan Suriye ile meşguldü. Ayrıca
Mısır’daki Şii Fatımi iktidarını yıkmayı hedef edinmişti. Çünkü Tuğrul Bey
zamanından beri Selçuklular’ın kurmaya çalıştığı İslam dünyasındaki dini-siyasî
birlik, Fatımiler’in aksi yöndeki çabaları sebebiyle istenen düzeyde
gerçekleşemiyordu. İslam dünyası iki başlı bir görünüm arzediyor, hutbeler
bölgelere göre Sünni Abbasi halifesi veya Şii Fatımi halifesi adına okunuyordu.
Selçuklular, yıllarca Abbasi halifelerini baskı altında tutan Şii Büveyhiler’in
baskısına son vermişler ve esir alınarak zindana atılan Halife Kaim-Biemrillah’ı
kurtarıp tekrar makamına oturtmuşlardı. 1070 yılında Alparslan, Mekke ve
Medine’de yani Harem-i Şerif’te tekrar Halife Kaim-Biemrillah adına hutbe
okunmasını sağlamıştı. Bu nedenle de “Burhanü Emiri’l-mü’minin” (halifenin
delili, halifenin halife olduğunu ispat eden) unvanını almıştı.
Bu olaydan sonra, Suriye’nin Selçuklu Devleti’ne geçmesini arzu eden Hamdani
Hükümdarı Nasırüddevle, Alparslan’dan Fatımiler’e karşı yardım istedi.
Temmuz ayında, bunu fırsat bilen Alparslan büyük bir ordu ile hareket ederek
Azerbaycan’dan güneybatıya doğru uzanan stratejik yolun başındaki Malazgirt
ve Erciş kalelerini fethedip Silvan ve Diyarbakır yöresine indi. Silvan’da iken
imparatorun Malazgirt Kalesi’ni işgal edip halkını kılıçtan geçirdiğini öğrenindi.
Ekim ayında da kendisine bağlılıklarını bildiren bölge emirlerini huzuruna kabul
ettikten sonra Urfa önlerine geldi. Kuşatmasına karşı iki ay direnen Urfa’dan
50.000 dinar haraç alıp bazı Bizans kalelerini de fethettikten sonra
Mirdasiler’in elinde bulunan Halep’e yöneldi. Halep emirinin huzura çıkmayı
reddederek kaleye kapanması üzerine şehir kuşatma altına alındı. Ancak bir
süre sonra emirin Oğuz elbiseleri giyerek annesiyle birlikte Alparslan’ın önüne
gelmesi, affedilmesine ve yerinde bırakılmasına sebep oldu.
Bu sırada Alparslan Şam üzerine yürümeyi planlarken bir Bizans elçisi gelerek
imparatorun Malazgirt ve Ahlat’a karşılık, iki yıl önce fethettiği Menbiç’i
Selçuklular’a bırakmak istediğini bildirdi. Elçiye olumsuz cevap veren
Alparslan, Batı Anadolu’dan Ahlat’a dönen Emir Afşin’den aldığı ve Anadolu’da
ciddi bir Bizans tehlikesi bulunmadığını bildiren rapora güvenerek planında
değişiklik yapmadı. Ancak aynı günlerde, bu kez Diogenes’in büyük bir ordu ile
Anadolu’ya hareket ettiği haberinin gelmesi üzerine, Bizans elçisinin
imparatorun savaş istemediği hissini uyandırmak için oyalama taktiği ile
gönderildiği anlaşıldı. Yine de Fatımiler hakkındaki tasavvurlarından
vazgeçmeyen Alparslan ordusunun bir bölümünü Şam’ı fethetmek üzere
Suriye’de bırakarak hızlıca Musul’a doğru hareket etti. Alparslan’ın önce
doğuya, dost topraklara yönelerek ordusundaki yaşlı ve yorgun savaşçıları
terhis edip yerlerine zinde kuvvetler alması ve çeşitli savaş hazırlıkları görmesi,
Anadolu üzerinde Bizanslılar’la koz paylaşma vaktinin geldiğine inanmış
olduğunu göstermektedir. Çünkü Romanos Diogenes’in Anadolu’da ilerlerken
topladığı takviye güçlerle 200.000 kişiye varan ordusunun o güne kadar
görülmemiş donanımı, özellikle kuşatma aletlerini de birlikte getirmiş olması,
Bizanslılar’ın bütün güçleriyle ve son sözlerini söylemek amacıyla geldiklerini
ortaya koyuyordu.
26 Ağustos 1071 Cuma günü Malazgirt ovasında cereyan eden meydan savaşı
gerçekten son sözün söylendiği bir savaş olmuş, Selçuklular’ın elde ettiği
büyük zafer Türkler’e ilelebet Anadolu kapılarını açarak dünya tarihinin
geleceğine etki etmiştir.
Savaşa girmezden önce yaptığı konuşma savaş meydanlarının kıyamete kadar
unutulmayacak konuşmalardandır. “Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım; ya da
şehid olarak cennete giderim. Sizlerden beni takip etmeyi tercih edenler, takip
etsin. Ayrılmayı tercih edenler, gitsinler! Burada emreden sultan ve emredilen
asker yoktur. Zira bugün ben de sizlerden biriyim. Sizlerle birlikte savaşan bir
gaziyim. Beni takip edenler ve nefislerini yüce Allah’a adayarak şehid olanlar,
cennete; sağ kalanlar gaziliğe kavuşacaktır. Ayrılanları ise, ahirette ateş,
dünyada da rezillik beklemektedir.”
Artuk, Mengücük, Saltuk, Danişmend ve diğer Türkmen beylerinin güçleriyle
birlikte Bizans kuvvetlerinin ancak dörtte birine ulaştığı tahmin edilen Selçuklu
ordusunun bu savaşta büyük başarı elde etmesini, moral gücünün yüksekliğine
ve taktik üstünlüğüne bağlamak yerinde olacaktır. Bizans kuvvetleri,
aralarında dil, din, ortak gaye gibi birleştirici unsurlar bulunmayan ve daha
önce birbirleriyle devamlı surette savaşmakta olan Frank-Norman, Bulgar,
İslav, Peçenek, Uz, Gürcü ve Ermeni topluluklarından derlenmişti. Bizans
ordusunun pek çoğu ücretli olan bu karışık askerlerden oluşmasına karşılık
Selçuklu ordusu yalnız Müslüman Türkler’den ibaretti ve bu askerler
ücretlerini Allah’tan bekliyorlardı. Aynı şekilde, Bizans kumandanları arasında
da çeşitli fikir ayrılıkları, şahsi kin ve kıskançlık duyguları bulunuyordu. Oysa
Selçuklu kumandanları, Alparslan’ın tahta çıktığı günden beri çevresinde
kenetlenmiş olan Savtegin, Ay Tegin, Porsuk ve Gevherayin gibi kişilerdi.
Bizans ordusunun kütle savaşı yapan, manevra kabiliyeti zayıf ağır donanımlı
birliklerine karşı Türk kuvvetlerinin hemen bütünüyle hafif donanımlı,
manevra kabiliyeti yüksek süvari kıtalarından meydana gelmiş olması, savaşın
seyri ve sonucu üzerinde etki yapmıştır. Üstün güçlerine rağmen Bizanslılar’ın
mağlup olmalarında rol oynayan en önemli sebep ise Alparslan’ın uyguladığı
savaş planıdır. Alparslan, Türkler’in tarih boyunca kara ve deniz savaşlarında
daima kullandıkları, merkeze yerleştirilen zayıf fakat süratli birliklerin sahte
ricatla düşmanın merkez kuvvetlerini peşlerine takıp yan cenahların arasına
sokmaları ve aniden geri dönerek çembere almaları taktiğini uygulamış, Bizans
kıtalarının kolay manevra yapamamaları da başarıya ulaşmasını
çabuklaştırmıştır.
Savaşın ayrıntılarını irdeleyecek olursak… İmparator Gürcistan’ı yeniden ele
geçirmek ve özellikle ordusuna yiyecek sağlamak için 20.000 kişilik bir kuvveti
kuzeydoğuya gönderirken arkasını güven altına almak amacıyla 30.000 kişilik
bir kuvveti de Ahlat üzerine sevketmişti. Alparslan Ahlat’a yaklaşırken bu ikinci
kuvvet Selçuklu atlıları tarafından durduruldu ve geri çekilmek zorunda
bırakıldı. Sultanın Ahlat’a geldiği haberi duyulunca imparator bunun
doğruluğunu tesbit için Nikephoros Bryennios kumandasında yeni bir birlik
gönderdi. Bu birlik de Ahlat Selçuklu Garnizonu kumandanı Emir Sunduk
tarafından bozguna uğratıldı. Sunduk, imparatorun Basilakes Magistros
kumandasında gönderdiği kuvveti de yenilgiye uğrattı. Basilakes esir alındığı
gibi beraberinde taşımakta olduğu büyük haç da Selçuklu kuvvetlerinin eline
geçti. Sultan bu haçın zafer alameti sayılarak Bağdat’taki halifeye gönderilmesi
için o sırada Hemedan’da bulunan Vezir Nizamülmülk’e ulaştırılmasını emretti.
Böylece büyük karşılaşmadan önce yapılan öncü savaşlarının tamamı
Selçuklular tarafından kazanılmış oldu.
Çeşitli milletlerden oluşması sebebiyle birlikten ve gayeden mahrum 200.000
kişilik Bizans ordusuna karşılık Selçuklu ordusu hepsi aynı ideale hizmet eden
yaklaşık 50.000 kişiden ibaretti. Alparslan’ın beraberinde Gevherayin, Afşin,
Savtegin, Sunduk ve Ay Tegin gibi Anadolu’yu ve Bizanslılar’ı iyi tanıyan
tecrübeli akıncı beyleriyle Artuk, Tutak, Danişmend, Saltuk, Mengücük, Çavlı,
Çavuldur ve Porsuk gibi Selçuklu devletinin en değerli emirleri bulunuyordu.
Alparslan, öncü savaşlarından bir süre sonra Ahlat’tan ayrılarak Ahlat-
Malazgirt arasındaki Rahve ovasında karargâhını kurdu ve bir kısım askerini
tepelere yerleştirip ovayı 24 Ağustos’ta kontrolü altına aldı.
Arkasından, Bizans ordusuna oranla kendi ordusunun küçüklüğü sebebiyle bir
meydan savaşına girişmeye henüz karar vermediğinden görünüşte barış
teklifinde bulunmak, gerçekte ise düşmanın durumunu tesbit etmek amacıyla
imparatora bir elçilik heyeti gönderdi. Öncü savaşlarını kaybetmesine rağmen
askerlerinin çokluğuna ve iyi donatılmış olmasına güvenen imparator
Alparslan’ın bu elçilik heyetini köşeye sıkıştığı için gönderdiğini zannederek
teklifini sert bir şekilde reddetti. Bunun üzerine savaşın kaçınılmaz olduğunu
gören sultan ordusunu savaş düzenine soktu ve bir kısım atlı kuvvetlerini
küçük bir yarma vadi boyunca pusuya yatırırken bizzat kumanda edeceği 4000
kişilik hassa askerini merkez hattına yerleştirdi. Bir süre sonra, merkez
hattında Romanos Diogenes olmak üzere Nikephoros Bryennios, Aliattes ve
Andronikos Dukas gibi kumandanların yer aldığı Bizans ordusunun da savaş
düzenine girmesiyle iki ordu karşı karşıya geldi. 25 Ağustos günü son
hazırlıklarla geçirildi.
Abbasi Halifesi Kaim-Biemrillah da o sıralarda bütün İslâm dünyasının
yakından ilgilendiği Malazgirt Savaşı’nın Alparslan tarafından kazanılması
konusunda bir dua metni hazırlatarak cuma namazında bütün İslâm
ülkelerindeki minberlerden okutulmasını emretti.
26 Ağustos 1071 Cuma günü’ydü.
Öğleye kadar orduyu denetleyen ve kumandanlarına son direktiflerini veren
Alparslan, imamı ve fakihi Buharalı Ebu Nasr Muhammed’in bütün
müslümanların İslam’ın zaferi için dua ettikleri cuma günü öğle vaktinde
düşmana saldırması tavsiyesine uyarak ordusuyla birlikte cuma namazını
kıldıktan sonra “Ölürsem kefenim olsun” dediği beyaz bir elbiseyle askerin
karşısına çıktı. “Ben, müslümanların camilerde bizim için dua etmekte
oldukları bu saatlerde düşmanın üzerine atılmak istiyorum.” Diyerek meşhur
konuşmasını yaptı.
Şiddetle saldırıya geçen hassa askerleri birkaç saat içerisinde, Alparslan’ın
bizzat yönettiği sahte ricat (geri çekilme) harekatı ile başlarında Romanos
Diogenes’in bulunduğu Bizans merkez kuvvetlerini peşlerine düşürerek
pusudaki birliklerin önüne çekmeyi başardılar. Pusudaki Selçuklu atlıları
saldırıya geçtikleri sırada Alparslan da çekilmekte olan kendi kuvvetlerini geri
çevirerek hücuma kaldırdı. İmparator hatasını anladığında artık çok geç
kalmıştı. Romanos Diogenes sol kanattan yardım istediyse de pusudan çıkmış
bulunan Selçuklu atlıları buna engel oldular. Öte yandan sağ kanat
kuvvetlerinin çoğunluğunu oluşturan Türk kökenli askerler başlarında Tamış
adlı beyleri olduğu halde Selçuklu tarafına geçtiler ve bu olay ordunun
dağılmasına sebep oldu. Bu durum karşısında imparator askerlerini geriye
çekip karargahın arkasında toparlanmak istediyse de geri çekilişi kaçış şeklinde
değerlendirildi. Önce ihtiyat kuvvetleri, arkasından Ermeni kıtaları savaş
alanını terketti. Sonuçta öğle vaktinden geceye kadar devam eden bu meydan
savaşında Bizanslılar ağır bir yenilgiye uğradı. Ordunun büyük bir kısmı kılıçtan
geçirilmiş, imparator ve çok sayıda general esir alınmış, askerlerin ancak bir
bölümü kaçarak canlarını kurtarabilmişti.
Alparslan imparatora bir savaş esiri değil bir konuk hükümdar muamelesi
yapmış, hatta onu yanına oturtmuştur. İki hükümdar arasında geçen
müzakereler sonunda aşağıdaki maddeleri içeren bir barış antlaşması
imzalandı:
1.İmparator kurtuluş akçesi olarak 1,5 milyon altın verecek.
2. Bizans Devleti her yıl Selçuklular’a 360.000 altın vergi ödeyecek.
3. Bizans’ın elinde bulunan bütün İslâm esirleri serbest bırakılacak.
4. Bizanslılar gerektiğinde Selçuklular’a askerî yardımda bulunacak.
5. İmparator kızlarından birini sultanın oğluna nikâhlayacak.
6. Antakya, Urfa, Menbic ve Malazgirt Selçuklular’a bırakılacak.
Barış antlaşmasının imzalanmasından bir gün sonra Alparslan, maiyetine iki
özel görevli ve 100 hassa askeri verdiği Romanos Diogenes’i İstanbul’a doğru
uğurladı. Ancak Bizans Senatosu, mağlûbiyet haberini alınca Romanos
Diogenes’i tahttan indirip yerine VII. Mikhail Dukas’ı imparator ilân etmişti.
Bizans kuvvetleri tarafından teslim alınan Romanos Diogenes getirildiği
Kütahya’da gözlerine mil çekilerek hapse atıldı; ertesi yıl da Kınalıada
zindanında öldü.
Savaştan sonra İsfahan’a giden Alparslan, başta Abbasi halifesi olmak üzere
bütün İslam hükümdarlarına fetihnameler göndererek kazandığı zaferi
müjdeledi. Bu haber ulaştığı her yerde büyük coşkuyla karşılandı ve bütün
Müslümanlar üzerinde derin bir etki meydana getirdi. Halife, Alparslan’a
değerli armağanlarla birlikte özel bir mektup göndererek kazandığı zaferden
dolayı onu kutladı ve ona çeşitli unvanlar verdi. Diğer İslâm memleketleri
hükümdarları da Alparslan’ı özel heyetlerle değerli armağanlar ve
tebriknameler gönderip kutladılar. Ayrıca devrin şair ve edipleri sultan
hakkında kasideler, çeşitli övgü yazıları kaleme aldılar. Birçok tarihçi bu büyük
zaferi, Hz. Ömer devrinde Bizans’a karşı kazanılan Yermük ve Sasaniler’e karşı
kazanılan Kadisiye zaferlerine benzetmiştir. Yalnız İslâm dünyasında değil Batı
dünyasında da dikkat ve ilgiyle izlenen bu zaferden birkaç yıl sonra Anadolu ve
Suriye’de hakimiyetin Müslüman Türkler’in eline geçmesi üzerine bütün
Avrupa bir araya gelmiş ve Haçlı seferlerinin hazırlıklarına başlamıştır.
Malazgirt Savaşı Türk ve dünya tarihinin dönüm noktalarından birini oluşturur.
Bu zafer sonunda, Bizanslılar’ın bütün maddi imkanlarını kullanarak
hazırladıkları büyük ordu dağıldığından daha sonraki yıllarda Türkler önemli bir
direnişle karşılaşmadan Anadolu içlerine akarak kısa zamanda Ege ve Marmara
kıyılarına kadar ilerlemişlerdir. Fethettikleri toprakları vatan edinip Saltuklu,
Mengücüklü, Danişmendli, Dilmaçoğulları, Ahlatşahlar, Yinaloğulları,
Çubukoğulları ve Artuklu devletlerini kurmuşlardır.
Bütün haşmetine rağmen son derece duygulu bir insan olan Alparslan, 1072
Eylül’ü sonunda Türkistan seferine çıkmak üzere iken Romanos Diogenes’in
acıklı sonunu öğrenince çok üzülmüş ve barış antlaşmasının artık geçersiz
olduğunu ilan ederek Bizans üzerine ordu gönderilmesi emrini verir. Artuk Bey
kumandasındaki kuvvetler Anadolu’ya girmeye hazırlanırken kendisi de
200.000 kişilik ordusuyla Maveraünnehir’e hareket etmiştir. Alparslan’ın
doğuya yönelmesinin sebebi, Karahanlı Hükümdarı Şemsülmülk Nasr Han’ın
Harizm ve Toharistan melikleri olan oğulları ile devamlı savaş halinde olması
ve Selçuklular’dan toprak almaya çalışmasıdır. Alparslan’ın ilk defa bu kadar
büyük bir orduyla sefere çıkması, belki bu seferinde Karahanlılar’ı tamamen
ortadan kaldırmayı hedef edinmesiyle açıklanabilir. Ancak Alparslan’a yapılan
suikastın seferi sonuçsuz bırakması, durumu tersine çevirmiş ve saldırıya
kalkan Karahanlılar Tirmiz’i fethedip Amuderya’yı geçerek Belh’e kadar
gelmişlerdir. Alparslan, önemli bir direnişle karşılaşmadan Karahanlı
topraklarında ilerlerken bir süre kuşatmaya direndikten sonra teslim olarak
huzura kabulünü dileyen Barzem Kalesi kumandanı sapık bir fırka olan
Batıniliğe mensup Yusuf Harizmi tarafından, çizmesine sakladığı küçük bir
hançerle vurulmak suretiyle ağır şekilde yaralandı, dört gün sonra da 24 Kasım
1072’ de şehid oldu. Ölümünden önce çevresindekilerden derhal Melikşah’a
biat etmeleri hususunda tekrar söz aldığı, devletin geleceğiyle ilgili çeşitli
tavsiyelerde bulunduğu, Kirman ve Fars bölgelerinin Kavurd’a bırakılmasını,
ancak onun merkeze daha yakın olan Şiraz’da oturtularak sıkı kontrol altında
tutulmasını tavsiye ettiği bilinmektedir. Alparslan’ın ileri görüşlülüğünün bir
örneğini teşkil eden bu vasiyet, Kavurd’un derhal isyan etmesi üzerine
uygulanamamıştır.
Batı Türkleri’nin atası kabul edilen Alparslan, Arap ve Bizans tarihçilerinin
ittifakla belirttikleri ve kendisine verilen unvan, künye ve sıfatların da açıkça
gösterdiği üzere çok cesur, yiğit ve kudret, azamet sahibi bir kişiliğe sahipti.
Heybetinin yanında adaleti ile de ün yapmış, ağabeyi Kavurd’a ve Romanos
Diogenes’e yaptığı muamelelerden de anlaşıldığı gibi affedici ve hoşgörü sahibi
olduğunu defalarca ispatlamıştı. Çok dindardı ve dini hükümlerin tam
sadakatle uygulayıcısı olarak tanınıyordu. Onun bu yönü, halk arasında evliya
derecesine yükseltilmesine ve şahsına pek çok kerametler isnat edilmesine
sebep olmuştur. Sarayında, günde elli koyun kesilen bir imaret bulunduğu ve
ayrıca adları listeler halinde tanzim edilen fakirlere harçlık dağıtıldığı eski
tarihlerde kayıtlıdır. İslam’ın henüz girmediği ülkelerde fethettiği her şehre
derhal bir cami yaptırdığı, askeri faaliyetlerinden dolayı yeterince fırsat
bulamadığı imar işlerini ve ilim, fikir ve sanat adamlarını toplayıp devlet
himayesi altına almak gibi sosyal faaliyetleri de veziri Nizamülmülk’ün eliyle
yürüttüğü bilinmektedir. Bastırdığı altın paraların çokluğu da devrindeki
ekonomik gelişmeyi ve refahı göstermektedir. Devrinde ortaya çıkan Hasan El
Sabbah ise ileride devlete büyük zararlar verecektir.
Son sözlerini hatırlatarak kendisini Rahmetle anıyoruz:
“Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allah Teala’ya sığınır, O’ndan
yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerimin çokluğundan,
ordumun büyüklüğünden, sanki ayağımın altındaki dağ titriyor gibi geldi.
Kalbimden, «Ben, dünyanın hükümdarıyım, bana kim galip gelebilir!» diye bir
düşünce geçti. İşte bunun neticesi olarak Cenab-ı Hak, aciz bir kulu ile beni
cezalandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum
hata ve kusurlarımdan dolayı Allah Teala’dan af diliyor, tevbe ediyorum. La
ilahe illallah Muhammedü’r-Resulullah!..”
SULTAN ALPARSLAN
Fehmi Demirbağ
Türkler’e kalıcı olarak “Küçük Asya” diye isimlendirilen Anadolu’nun kapılarını
açan Selçuklu Sultanı Alparslan’ın Bizans ile yaptığı Malazgirt Meydan
Savaşının tarihsel açıdan önemi ortadadır.
Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşunu sağlayan Dandanakan Savaşı’ndan
sonra Merv şehrinde toplanan büyük kurultayda dünya egemenliği hedefi
doğrultusunda belirlenen fetih planları çerçevesinde Selçuklular bilhassa batı
yönünde büyük fetih hareketlerine başladılar. Anadolu’nun bir Türk yurdu
haline gelmesi için uğraşan Selçuklu kuvvetlerinin karşısına Bizans İmparatoru
IV. Romanos Diogenos, farklı milletlerden topladığı ordu ile karşı koymak için
engel olmaya çalışsa da bir başarı elde edemeden geri döndü.
Selçuklu Devleti’nin gittikçe artan başarısı sonucunda imparator bu kez
Ayasofya Kilisesi’nde düzenlenen törenden sonra 1071 yılında çok daha güçlü
bir ordu ile yola çıktı. 200.000 kişi civarında olduğu tahmin edilen ordu ile
“MüslümanTürk” problemini(!) kökünden halletmek için planlar yapsa da bu
sırada Selçuklu Sultanı Alparslan’ da Halep önlerine kadar geldi. Halep’i bir
süre kuşattıktan sonra Mısır’a gitmek üzere yola çıkan Alparslan’a imparatorun
elçisi gelerek Malazgirt, Menbiç ve Ahlat’ın iadesini istedi. Sultan Alparslan bu
durum karşısında Mısır’a gitmekten vazgeçerek Doğu Anadolu’ya yöneldi.
İmparator Malazgirt Kalesi’ni işgal ederek halkı kılıçtan geçirirken,
Alparslan’da Ahlat’a yaklaştı. Büyük savaş başlamadan önce yapılan küçük
savaşların tamamı Selçukluların galibiyeti ile bitti. Malazgirt meydan
savaşından sonra Romanos Diagenos Türk ordusuna teslim oldu ve anlaşma
imzalamak durumunda kaldı.
VII. Mikhail Dukas, Romanos Diyojenin imzaladığı antlaşmanın geçersiz
olduğunu ilan etti. Bunu haber alan Alparslan da ordusuna ve Türk Beylerine
Anadolunun fethi emrini verdi. Bu emir doğrultusunda Türkler Anadoluyu
fethe başladılar. Bu saldırılar, sonu Haçlı Seferleri ve Osmanlı İmparatorluğuna
varacak bir tarihi süreci başlamıştır.
Bu savaş, Anadolunun Türklerin tam olarak eline geçmesi için, savaşçı olan
Türklerin, eski Cihad Akınlarını tekrar başlatacağını gösteriyordu. Abbasiler
döneminde biten bu akınlar, Avrupa’yı çok korktukları ve tehdit olarak
algıladıkları İslam’dan kurtarmıştı. Ancak Anadoluyu ele geçiren ve Hristiyan
Avrupa ile Müslüman Ortadoğu arasında tampon bölge oluşturan Bizans
devletinin çok büyük bir güç ve toprak kaybına neden olan Türkler, aradaki bu
bölgeyi ele geçirerek Avrupaya başlayacak yeni akınların da habercisi
oluyordu. Ayrıca İslam dünyasında büyük bir birlik sağlamış olan Türkler bu
birlikteliği Hristiyan Avrupaya karşı kullanacaktı. Bütün İslam dünyasının
Türklerin önderliğinde Avrupaya akın başlatmalarını önceden gören Papa,
önlem olarak Haçlı Seferlerini başlatacak ve bu da kısmi olarak işe yarayacaktı.
Ancak yine de Türklerin Avrupaya yaptığı akınları durduramayacaktı.
Türk akınlarından ve savaş yöntemlerinden bahsedildiğinde akla ilk gelen
“Kurt Kapanı” taktiğidir. Sultan Alparslan bu taktiği Malazgirt Savaşı’nda
başarıyla uygulamıştır.
Bu taktiğin mantığını ve uygulama yöntemini iyi anlamamız gerekiyor. Malum
Türk milleti kurt ile özdeşleştirilir. Kurtların kışın aç kaldıklarında uyguladıkları
bir avlanma taktikleri vardır. Bu taktiğe göre kurt sürüsü iki kümeye ayrılır.
Birinci küme fedai kümesidir; ikinci küme ise pusu kümesi. Fedai kümesi
köpeklerin bulunduğu yerleşim yerine girer ve köpeklere saldırır. Biraz
mücadele ettikten sonra fedai kümesi, yenilmiş gibi davranıp köpeklerden
kaçmaya başlar; doğal olarak köpekler de kurtların ardından onları
kovalamaya başlarlar. Ama köpekleri bir sürpriz beklemektedir. Çünkü asıl ve
kalabalık topluluk olan pusu kümesi, onları yerleşim yerinin dışında
beklemektedir. Pusu kümesi hilal biçiminde dizilmiş ve iyice gizlenmiştir. Fedai
kurtlar, köpekleri kurnazca bu hilalin ortasına çekerler. Köpekler hilalin içine
tümüyle girince, pusu kümesi, hilali uçlarından kapatır ve köpekler bir çember
içine alınmış olur. Artık köpeklerin kurtuluş umudu yoktur; zafer kurtlarındır.
Eski Türkler, kurtların bu taktiğinden esinlenerek Hilal Taktiği, Turan Taktiği,
Kıskaç Muharebesi adları verilen düşmanı çevreleyerek yok etmeyi amaçlayan
bir askeri taktik geliştirilmişlerdir. Bu taktiği eski Türk toplulukları ve orduları
sıklıkla kullanılmış olup en son Osmanlı Devleti de bunu meydan savaşlarında
uygulamıştır. Sultan Alparslanı daha yakından tanımak için tarihsel süreci
gözden geçirmekte fayda var.
Selçukoğulları Selçuk Bey’in oğullarından Mikail’in soyundan gelenler ile
Arslan Yabgu’nun soyundan gelenler olmak üzere iki kola ayrılmışlardır. Bunlardan Mikail’in
soyundan gelenler Selçuklular şeklinde adlandırılmış ve Büyük Selçuklu Devleti’ni kurmuşlardır.
Arslan Yabgu’nun soyundan gelenlere ise Yabgulular denilmiş ve bunlar da
Türkiye Selçuklularını oluşturmuşlardır.
Bütün Selçuklu Tarihi boyunca Selçuklular ile Yabgulular arasında bir soğukluk,
çekişme, hatta mücadele vardır. Bunun temeli Selçuk Bey’in sağlığına kadar
uzanmaktadır.
Bu durum Büyük Selçuklular kurulduktan sonra da iç isyanlar ve saltanat
mücadeleleri şeklinde devam ettiği gibi Türkiye Selçukluları’nın ilk zamanlarına kadar
sürmüş ve Türkiye Selçuklu hükümdarlarından iki kişinin hayatına mal olmuştur.
Selçuklu Devleti’nin kurucusu olan Selçuk Sübaşı, Dokak adlı bir beyin oğlu
olup, Oğuz Yabgulu’nun ordu komutanı idi. Daha sonra Oğuz Yabgusu ile
bozuşarak 960 yılında Aral Gölü yakınlarındaki Cend şehrine geldi. Burada
kendisi ve bağlı Oğuzlar Müslümanlığı kabul ettiler. Selçuk Sübaşı, Cend
şehrinde 1009 yılında yüz yaşını aşkın iken öldü.
Beş oğlu vardı. Bunlar Mikail (oğulları Tuğrul ve Çağrı Beyler Büyük Selçuklu
Devleti’ni kuracaklardır), İsrail Arslan Yabgu (torunu Kutlamışoğlu Süleyman
Şâh Anadolu Selçuklu Devleti’ni kuracaktır), Musa İnanç Yabgu, Yusuf Yınal
Bey ve Yunus Bey’dir.
Selçuk Bey’den sonra Oğuzlar’ın başına geçen Arslan Yabgu, Karahanlılar’la
anlaşarak Oğuzlar’ı Horasan’a geçirmek istedi. Tuğrul ve Çağrı Beyler bu
anlaşmayı tanımadılar. Gazneli Sultan Mahmud ise Arslan Yabgu’dan çekindiği
için hile ile O’nu ve beraberindekileri yakalatıp 1025 yılında Kalincar Kalesi’ne
hapsettirdi. Oğlu Kutlamış buradan kaçıp kurtulduysa da Arslan Yabgu 7 yıl
sonra hapiste öldü. Kendisine bağlı Oğuzlar’ın bir kısmı dağılırken diğerleri
Tuğrul ve Çağrı Bey’in etrafında toplandılar.
Arslan Yabgu’nun bu şekilde ölümü iki önemli sonucu doğurdu. Bunlardan biri,
Arslan Yabgu’nun bu şekilde tutuklanıp ölümü üzerine bütün Selçuklu soyunda
Gazneliler’e karşı büyük bir kinin ortaya çıkması, bir diğeri ise Oğuzlar’daki
liderlik meselesinin Tuğrul ve Çağrı Beyler lehine sonuçlanmasıdır.
Tuğrul ve Çağrı Beyler, amcaları İnanç Musa Yabgu ile birlikte Horasan’a
geldiler. Burada 1035 yılında başlattıkları yurt tutma savaşını kazanarak
Selçuklu Devleti’nin temelini attılar. Gazneli Sultan Mesud, Oğuzlar’ı
Horasan’dan çıkarabilmek amacıyla 1039 yılında büyük bir ordu ile Oğuzlar’ın
üzerine yürüdü. Tamamen süvari olan Tuğrul ve Çağrı Beyler komutasındaki
Oğuz ordusu, Gazneliler’e karşı büyük bir yıpratma savaşına başladılar.
Nihayet son darbeyi vurmak üzere Dandanakan denilen yerde Gazne
ordusunun karşısına çıkan Selçuklular burada üç günlük bir savaştan 1040 yılın
Mayıs ayının sonlarında büyük bir zafer kazandılar Gazne ordusunun bütün
ağırlıkları, hazineleri Selçuklular’ın eline geçti. Dandanakan Savaşı’nın olduğu
alanda taht kuran Oğuz ileri gelenleri Sultan Tuğrul’u tahta çıkararak O’nu
Horasan hükümdarı olarak ilân ve biat ettiler.
Dandanakan Savaşı’yla devletini kuran Sultan Tuğrul devrinde doğuda Harezm
ülkesi içlerinden batıda Anadolu’da Muradiye, Erciş bölgelerine kadar olan
yöre Selçuklular’ın eline geçti. Başlangıçta başkent Nişabur iken daha sonra
Rey şehrine taşıyan Sultan Tuğrul devrinin en önemli olayı şüphesiz Abbasi
Halifesi ile olan ilişkileridir. Sultan Tuğrul, Doğu Anadolu’ya girdiği sırada,
Abbasi Halifesi Kaim Bi Emrillah’tan bir mektup aldı. Halife kendisinin
Şii Büveyhoğulları’nın ve Türk asıllı Arslan Besasiri’nin elinden kurtarılmasını
rica ediyordu. Bunun üzerine Bağdat’a yürüyen Tuğrul, Büveyhoğulları
Devleti’ni 1055 yılında ortadan kaldırdı. Arslan Besasiri ise Bağdat’tan kaçtı.
Sultan Tuğrul bu sırada isyan eden kardeşi İbrahim Yınal’ın isyanını bastırmak
üzere İran’a dönmek zorunda kaldı. Fatımiler’den yardım gören Arslan
Besasiri, tekrar Bağdat’ı ele geçirerek burada hutbeyi Fatımi Halifesi adına
1058 yılında okuttu. Bu sırada Sultan Tuğrul, İbrahim Yınal isyanını bastırmış
ve asi kardeşini yayının kirişi ile boğdurmuştu. Daha sonra tekrar batıya dönen
Sultan Tuğrul tekrar Bağdat’a girdi. Arslan Besasiri yakalanarak öldürüldü.
Halifeye büyük saygı gösteren Sultan Tuğrul, O’nu tekrar Bağdat’taki 1060
yılında sarayına yerleştirdi. Bundan çok memnun olan Halife Tuğrul’u kılıç
kuşatarak, ona “Rükn’üd dünya ve’ddin” (Dünya ve dinin temeli) ve “Kasım
emir ül-M’üminin” (Halife’nin ortağı) unvanlarını verdi. Ayrıca Selçuklu soyu ile
akrabalık kurdu. Çağrı Bey’in kızı ile evlenen Abbasi Halifesi kendi kızını da
Sultan Tuğrul’a verdi. Sultan Tuğrul Halife üzerinde yalnızca dini görevleri
bırakarak siyasi iktidarı kendi üzerinde topladı. Bu tarihten itibaren İslam’ın
liderliği tamamen Türkler’in eline geçmiş oldu. Sultan Tuğrul 1063 yılında 70
yaşında iken öldü. Evladı olmadığından yerine kardeşi Çağrı Bey’in büyük
oğlu Süleyman, Vezir Amid’ül Mülk Kunduri’nin oldu bittisi ile tahta çıkarıldı.
Horasan Valisi Alparslan başkent Rey üzerine yürüyerek ağabeyini tahttan
indirip kendini Selçuklu Sultanı ilân etti. Vezir Kunduri’yi de azlederek
yerine Nizam’ül-Mülk’ü bu makama getirdi.
Sultan Alparslan Horasan Meliki Çağrı Bey’in oğludur. Selçuklu-Karahanlı
savaşı başlamadan önce Çağrı Bey’e bir oğlu olduğu müjdesinin gelmiştir. Tarih
20 Ocak 1029’dur.
Henüz küçük yaşta iken, babası Çağrı Bey’in hastalanması üzerine idareyi ele
alarak Gazneli saldırılarını durdurması, yine babasının sağlığında Karahanlılar’a
ve Gazneliler’e karşı zaferler kazanması, zaten Çağrı Bey’in son yıllarında
veliaht sıfatıyla fiilen yönettiği Horasan Selçuklu Devleti’nde ve hatta bütün
Selçuklu topraklarında büyük bir itibar kazanmasına yol açmıştı. Bu sebeple
Çağrı Bey’in ölümü üzerine Horasan meliki olduğu zaman hanedanın diğer
mensupları arasından itiraz eden çıkmamış, ayrıca onun tutum ve
davranışlarından ileride Selçuklu sultanlığı için de kuvvetli bir aday olacağı
anlaşılmıştı. Nitekim Alparslan, amcası Sultan Tuğrul Bey 1063 yılının Eylül
ayında arkasında evlat bırakmadan ölünce, kendi vasiyeti üzerine tahta
çıkarılan Süleyman’ın sultanlığını kabul etmemiş ve derhal mücadeleye
girişmiştir. Çağrı Bey’in son eşinden doğan, dolayısıyla Alparslan’ın kardeşi
olan en küçük şehzade Süleyman, annesinin Çağrı Bey’in ölümü üzerine
amcasıyla evlenmiş olmasından ötürü Tuğrul Bey’in üvey oğlu durumuna
gelmiş ve annesi ile Vezir Amidülmülk el-Kündüri’nin gayretleri sonucunda da
veliaht tayin edilmişti. Alparslan, Tuğrul Bey’in ölümünden hemen sonra Vezir
Amidülmülk tarafından tahta çıkarılan Süleyman’a karşı harekete geçmeye
hazırlandığında, ağabeyi Kirman Meliki Kavurd, amcası Musa İnanç Yabgu,
Çağrı ve Tuğrul beylerin amcazadeleri olan Selçuk’un torunu Kutalmış da taht
üzerinde hak talep ediyorlardı; bunlardan Kutalmış üç yıl önce Tuğrul Bey’e de
karşı isyan etmişti. Alparslan, önce kendisini emniyete almak için, Tuğrul
Bey’in ölümü üzerine isyan eden Huttalan ve Saganiyan emirleri ile Herat’ta
bulunan ihtiyar amcası İnanç Yabgu üzerine yürümek zorunda kaldı.
Asi emirleri itaat altına aldıktan sonra İnanç Yabgu’yu da mağlup ederek taht
üzerindeki hak talebinden vazgeçiren ve onu tekrar eski yerinde bırakan
Alparslan, büyük bir ordu ile imparatorluk başkenti Rey’e doğru hareket etti.
Ancak onun bu meşguliyetinden dolayı gecikmesi sırasında kendi adına hutbe
okutarak sultanlığını ilân eden Kutalmış 50.000 kişilik ordusuyla Rey üzerine
yürümüş ve karşısına çıkarılan kuvvetleri bozguna uğratarak Vezir
Amidülmülk’ü kuşatmıştı. Tahta çıkarılan Süleyman ise sultanlığını kabul
etmeyen rakiplerine göre kendi zayıflığını farkederek daha önce Rey’i terkedip
Şiraz’a çekilmişti. Kutalmış’ın karşısında uzun süre dayanamayacağını anlayan
Amidülmülk, Alparslan’dan yardıma gelmesini isteyerek onun adına hutbe
okuttu. Böylece olayların başından beri Alparslan’ı sultan olarak görmek
isteyen ordu içindeki pek çok kumandan ve askeri de memnun etmiş oluyordu.
Alparslan’ın yaklaşmakta olduğunu haber alan Kutalmış kuşatmayı kaldırıp
savaşı kabul edebileceği uygun bir yer olan Damgan civarında Milh vadisine
geldi ve akarsuların yönünü değiştirerek çevreyi bataklık haline getirdi. Fakat
savaş alanında önceden önlem almasına ve ordusunun da daha güçlü olmasına
rağmen, 1063 yılının son günlerinde cereyan ettiği sanılan savaşta mağlup oldu
ve dağılan ordusunu kendi kalesi Girdkuh’a doğru çekmeye çalışırken kayalık
bir bölgede atından düşerek öldü. Alparslan’ın hükümet merkezine girmesi
üzerine de İsfahan’a kadar ilerlemiş olan Kirman Meliki Kavurd kendi
topraklarına geri döndü ve Alparslan adına hutbe okuttu. Alparslan’ın Rey’de
tahta çıkmasından ve adına hutbe okutup sikke kestirmesinden sonra
saltanatı, Abbasi Halifesi Kaim-Biemrillah tarafından da alışıldık törenlerle
onandı. 27 Nisan 1064 yılında ilan edildi.
Alparslan, Rey’e girmesini takip eden iki ay içinde idari işlerle ve ordunun
hazırlıklarıyla meşgul olarak Şubat 1064’te “Rum Gazası” adı verilen batı
seferine çıktı. Alparslan hükümdarlığı süresince devletin batı yönüne daha çok
önem vermiş, batıda fetih, doğuda ise genellikle asayişi temin amacıyla
harekatta bulunmuştur. Bunun başlıca sebebi, babası Çağrı Bey’in kırk beş yıl
önce Bizans topraklarına yaptığı akınlar sırasında keşfedilen Doğu Anadolu
yaylalarının Türkmenler için en uygun yerleşme alanı olarak görülmesidir.
Selçuklu Devleti, düzenli örgütlenmesi, kuvvetli ordusu ve mükemmel
idaresiyle Orta Asya bozkırlarında kendilerini pek emniyette görmeyen ve
ayrıca ekonomik sıkıntı içinde bocalayan çeşitli Türk toplulukları için sığınılacak
ideal bir siyasi kuruluş durumundaydı. Bu sebeple, bir daha dönmemek üzere
Selçuklu topraklarına akan ve Türkmen adıyla anılan bu kalabalık kitleler,
kısmen Selçuklu şehzadelerinin hizmetine girerek fetihlere katılırlarken kısmen
de kendi reislerinin emrinde, hayat tarzlarına uygun iklimlerde yeni yurtlar
edinmek için savaşıyorlardı. Binli yılların başlarından beri aralıksız süregelen
göçler dolayısıyla Selçuklu ülkesinin hemen her tarafına dağılan ve yer yer
sosyal rahatsızlıklara da sebebiyet veren bu Türkmenler’in alışkın oldukları
şartlara uygun bir memlekete yerleştirilmeleri gerekiyordu. Bu memleket ise,
bozkırları hatırlatan ve hayvan yetiştirmeye elverişli olan bölgeleriyle Anadolu
idi. Hristiyanların elinde bulunan Anadolu’nun fethedilmesi gerektiği
hususunda kararlı oldukları anlaşılan Selçuklu devlet adamları, Türkmenler’i
Bizans sınırlarına doğru sevketmeyi devletin resmi yerleşim siyaseti olarak
kabul etmişlerdi. Fakat Urmiye gölü yöresinden Tiflis’in kuzeyine kadar uzanan
yerlerde Bizans politikasına hizmet eden birer ileri karakol durumunda bazı
küçük prenslikler bulunuyor, Anadolu’ya ulaşmak için önce buralardaki
savunmanın kırılması icap ediyordu.
Alparslan, çocukları arasında en fazla sevdiği Melikşah ile Horasan’dan
getirdiği eski veziri Nizamülmülk de beraberinde olarak Rey’den Azerbaycan’a
hareket etti ve ordusu yolda, sefer halinde bulunan Türkmen reisi Tuğtegin
tarafından da takviye edildi. Melikşah ile Nizamülmülk’ün emrine verilen
kuvvetler Aras’ın kuzeyindeki sağlamlaştırılmış yerleri alırken Gürcistan’a giren
Alparslan’ın kumandasındaki ordu da Kür ırmağının çevirdiği Trialet’e, oradan
Kvelis-Kür’e, sonra Şavşat yolundan Taik yöresine ve Gürcü kralının kaçması
üzerine de Çıldır gölünün kuzeyindeki Ahılkelek’e kadar ulaşarak pek çok şehir
ve kaleyi fethetti. Ahılkelek önlerinde Melikşah-Nizamülmülk kuvvetleri ile
birleşen Alparslan, bu şehri 1064 yılı Haziranında ele geçirdi. Bu arada,
Ahılkelek’in de düştüğünü gören Lori prensi Kuirike Selçuklular’a tabi olmayı
ve cizye ödemeyi kabul etti. Bundan sonra Alparslan Doğu Anadolu’ya geçerek
Bizanslılar’ın elinde bulunan, bölgenin en önemli şehri Ani’yi kuşattı. Bir aydan
fazla devam eden kuşatma ve çok şiddetli çarpışmalar sonunda şehir
Selçuklular’ın 16 Ağustos’ta eline geçti. Alınması imkansız sanılan Ani’nin
Müslümanlar tarafından fethedilmesi Doğu’da ve Batı’da büyük yankılar
uyandırmış, Halife Kaim-Biemrillah özel elçisiyle gönderdiği mektubunda
takdir ve tebriklerini bildirerek Alparslan’a “Ebü’l-feth” lakabını vermiştir.
Ani’nin düşmesi üzerine Kars prensi Gagik Alparslan’ı Kars’a davet ederek
büyük törenlerle karşıladı ve bağlılığını sundu.
Alparslan, Kirman Meliki Kavurd’un isyankar tutum takındığı haberinin gelmesi
üzerine Doğu Anadolu’daki harekatını yarım bırakarak Rey’e döndü ve oradan
Hemedan’a Aralık ayında geçti. Kavurd’un af dilemesiyle sonuçlanan bu
olaydan sonra, Horasan melikliği sırasında oturduğu Merv’e giden Alparslan
kışı orada geçirerek idari düzenlemelerle ve hanedan mensuplarının çeşitli
bölgelere melik ve emir tayin edilmeleriyle meşgul oldu.
1065 sonbaharında büyük bir ordu ile Harizm’e hareket eden Alparslan,
Mangışlak taraflarında, İslam’ı kabul etmemiş Türk ve Moğollar ile iş birliği
yaparak kervanlara saldıran ve kargaşalık çıkaran Türkmen kabilelerini
bozkırlara doğru uzaklaştırdı. Daha sonra Kıpçaklar’ı itaat altına alıp doğuya
yöneldi ve Maveraünnehir’de fetihlerde bulundu.
Siriderya kenarındaki Cend şehrinde bulunan atası Selçuk’un mezarını ziyaret
etti ve kendisini uzak mesafeden hediyelerle karşılayan Cend hanının
topraklarını Melikşah’ın hükmü altında Selçuklular’a bağlayarak seferini
tamamladı. Alparslan’ın güvenliği temin amacıyla başlattığı doğu seferi, Hazar
denizinden Taşkent’e kadar bütün toprakların büyük bir kısmı savaşmaya dahi
gerek kalmaksızın Selçuklu egemenliğine girmesiyle sonuçlanmıştır.
1066 yılının Temmuz’unda Alparslan’ın Horasan’a döndükten sonra muhteşem
bir törenle oğlu Melikşah’ı veliaht tayin etmesi ve Selçuklu topraklarının
tamamında onun adının da hutbelerde okunmasını emretmesi üzerine Kirman
Meliki Kavurd 1067 yılı başlarında isyan etti. Kavurd, Kirman’a yürüyen
Alparslan’ın öncü kuvvetleri karşısında gönderdiği ordunun dağılması üzerine
yine af dilemek zorunda kaldı. Alparslan’ın, ağabeyi Kavurd’u affetmesi, ayrıca
kızlarına büyük miktarda çeyizlik vermesi onu iyilikle kendine bağlamaya
çalıştığını göstermektedir.
1067 yılını Kavurd ve onun arkasından isyan eden Şîraz Meliki Fazluye ile
uğraşarak geçiren Alparslan, 1068 yılı başlarında ikinci defa Kafkasya üzerine
yürüdü. Amacı bu defa bütün Azerbaycan’ı bir daha huzursuzluk kaynağı
olmayacak şekilde Selçuklular’a bağlamaktı. Çünkü Kavurd’un daha önceki
isyanı ile yarım kalan birinci Kafkas seferinden sonra hemen bütün prensler
baş kaldırmış durumda idiler. Beraberinde Nizamülmülk ve ünlü
kumandanlarından Savtegin de bulunan Alparslan, Tiflis dahil Kartli, Şirak,
Vanand, Nig, Gugark, Arran ve Gence gibi Azerbaycan’ın çeşitli bölgelerinde
hüküm süren küçük prenslikler ile Şeddadi emirlerini egemenliği altına aldı.
Ancak, Alparslan’a bağlılıklarını arzeden ve hatta birkaçı kendi istekleriyle
İslam’ı kabul eden bu prenslerin kesin şekilde Selçuklu egemenliğine girmeleri,
ertesi yıl tekrar bölgeye gönderilen Savtegin’in harekatı ile gerçekleşebilmiştir.
Kafkasya seferi devam ederken Karahanlı Hükümdarı İbrahim Han’ın ölmesi ve
oğulları arasında başlayan taht kavgalarının Selçuklu çıkarlarına zarar verecek
duruma gelmesi üzerine Alparslan ülkesine dönmek zorunda kaldı. Ancak,
İbrahim Han’ın ölmeden önce kendi eliyle tahta çıkardığı Şemsülmülk Nasr’ın
duruma hakim olması üzerine müdahale etmekten vazgeçti. Doğuda tehlikeli
bir durum kalmaması üzerine dikkatini tekrar batıya çeviren Alparslan
Anadolu, Mısır ve Suriye’de cereyan eden olaylarla ilgilenmeye başladı.
Alparslan’ın her iki Kafkasya Doğu Anadolu seferini de yarım bırakmış
olmasına rağmen Türkler’in Anadolu’daki ilerlemeleri devam ediyordu.
Anadolu’da ilerleyen bu Türkler, Tuğrul Bey zamanından beri Anadolu’ya
yöneltilen Türkmen aşiretleri ile Tuğrul Bey’in ölümü üzerine meydana gelen
taht kavgaları ve isyanlar sırasında taraftarlarıyla birlikte Alparslan’dan kaçan
bazı kumandan ve şehzadelerdi. Birbirinden bağımsız hareket eden bu
kuvvetler pek çok önemli şehri ele geçirmişler ve Bizans İmparatorluğu için
açık bir tehlike oluşturmaya başlamışlardı.
Anadolu’nun hızlıca ellerinden gitmekte olduğunu gören Bizanslılar, 1068
yılında dul imparatoriçe ile evlenerek tahta geçen Romanos Diogenes’e
kurtarıcı gözüyle bakıyorlardı. Daha önce Balkanlar’da Peçenekler’e karşı
kazandığı başarılarla iyi bir kumandan olduğunu ispat eden Romanos
Diogenes, 1068 baharında çoğunluğu ücretli askerlerden oluşan bir ordu ile
Anadolu seferine çıktı. Ordu iyi donatılmamış olmakla birlikte bizzat
imparatorun kumandasında bulunduğu için yüksek morale sahipti. Romanos
Diogenes, Kayseri-Sivas-Divriği-Malatya-Toroslar üzerinden güneye inip Suriye
yolunda stratejik değeri olan Menbic Kalesi’ni zaptederek kış ortalarında
Bizans’a döndü. İmparator muhteşem törenlerle karşılanmış olmasına rağmen
aslında büyük bir başarı elde edememişti. Çünkü Bizans ordusunun önünden
çekilen Selçuklu ve Türkmen süvarileri başka yönlerden akınlarına devam
etmişlerdi. Bu esnada Niksar ve Ammuriye gibi önemli kaleleri de
fethetmişlerdi. Ertesi yıl ikinci Anadolu seferine çıkan Romanos Diogenes
Kayseri, Palu, Sivas bölgelerinde harekatta bulundu. Türkmen akıncıları da
buna karşı Konya’ya kadar ilerleyip şehri yağmaladılar. 1070 yılında, saraydaki
muhalefet sebebiyle üçüncü Anadolu seferine bizzat çıkamayan Romanos
Diogenes’in iki ayrı koldan gönderdiği ordu yine önemli bir başarı elde
edemeden geri döndüğü gibi arkasından gelen Afşin Bey kumandasındaki
akıncılar da Marmara sahillerine kadar ilerlediler. Bu durum karşısında
Diogenes, Türk meselesini kökünden halletmek üzere kalabalık ve çok
mükemmel donatılmış bir ordunun başında, yalnız Anadolu’yu akıncılardan
temizlemek değil, İran içlerine yürüyerek Selçuklu başkentini de işgal etmek
kararı ile 13 Mart 1071 günü dördüncü seferine çıktı.
Anadolu’da olaylar, kaçınılmaz bir Romanos Diogenes-Alparslan
karşılaşmasına doğru tırmanırken Alparslan Suriye ile meşguldü. Ayrıca
Mısır’daki Şii Fatımi iktidarını yıkmayı hedef edinmişti. Çünkü Tuğrul Bey
zamanından beri Selçuklular’ın kurmaya çalıştığı İslam dünyasındaki dini-siyasî
birlik, Fatımiler’in aksi yöndeki çabaları sebebiyle istenen düzeyde
gerçekleşemiyordu. İslam dünyası iki başlı bir görünüm arzediyor, hutbeler
bölgelere göre Sünni Abbasi halifesi veya Şii Fatımi halifesi adına okunuyordu.
Selçuklular, yıllarca Abbasi halifelerini baskı altında tutan Şii Büveyhiler’in
baskısına son vermişler ve esir alınarak zindana atılan Halife Kaim-Biemrillah’ı
kurtarıp tekrar makamına oturtmuşlardı. 1070 yılında Alparslan, Mekke ve
Medine’de yani Harem-i Şerif’te tekrar Halife Kaim-Biemrillah adına hutbe
okunmasını sağlamıştı. Bu nedenle de “Burhanü Emiri’l-mü’minin” (halifenin
delili, halifenin halife olduğunu ispat eden) unvanını almıştı.
Bu olaydan sonra, Suriye’nin Selçuklu Devleti’ne geçmesini arzu eden Hamdani
Hükümdarı Nasırüddevle, Alparslan’dan Fatımiler’e karşı yardım istedi.
Temmuz ayında, bunu fırsat bilen Alparslan büyük bir ordu ile hareket ederek
Azerbaycan’dan güneybatıya doğru uzanan stratejik yolun başındaki Malazgirt
ve Erciş kalelerini fethedip Silvan ve Diyarbakır yöresine indi. Silvan’da iken
imparatorun Malazgirt Kalesi’ni işgal edip halkını kılıçtan geçirdiğini öğrenindi.
Ekim ayında da kendisine bağlılıklarını bildiren bölge emirlerini huzuruna kabul
ettikten sonra Urfa önlerine geldi. Kuşatmasına karşı iki ay direnen Urfa’dan
50.000 dinar haraç alıp bazı Bizans kalelerini de fethettikten sonra
Mirdasiler’in elinde bulunan Halep’e yöneldi. Halep emirinin huzura çıkmayı
reddederek kaleye kapanması üzerine şehir kuşatma altına alındı. Ancak bir
süre sonra emirin Oğuz elbiseleri giyerek annesiyle birlikte Alparslan’ın önüne
gelmesi, affedilmesine ve yerinde bırakılmasına sebep oldu.
Bu sırada Alparslan Şam üzerine yürümeyi planlarken bir Bizans elçisi gelerek
imparatorun Malazgirt ve Ahlat’a karşılık, iki yıl önce fethettiği Menbiç’i
Selçuklular’a bırakmak istediğini bildirdi. Elçiye olumsuz cevap veren
Alparslan, Batı Anadolu’dan Ahlat’a dönen Emir Afşin’den aldığı ve Anadolu’da
ciddi bir Bizans tehlikesi bulunmadığını bildiren rapora güvenerek planında
değişiklik yapmadı. Ancak aynı günlerde, bu kez Diogenes’in büyük bir ordu ile
Anadolu’ya hareket ettiği haberinin gelmesi üzerine, Bizans elçisinin
imparatorun savaş istemediği hissini uyandırmak için oyalama taktiği ile
gönderildiği anlaşıldı. Yine de Fatımiler hakkındaki tasavvurlarından
vazgeçmeyen Alparslan ordusunun bir bölümünü Şam’ı fethetmek üzere
Suriye’de bırakarak hızlıca Musul’a doğru hareket etti. Alparslan’ın önce
doğuya, dost topraklara yönelerek ordusundaki yaşlı ve yorgun savaşçıları
terhis edip yerlerine zinde kuvvetler alması ve çeşitli savaş hazırlıkları görmesi,
Anadolu üzerinde Bizanslılar’la koz paylaşma vaktinin geldiğine inanmış
olduğunu göstermektedir. Çünkü Romanos Diogenes’in Anadolu’da ilerlerken
topladığı takviye güçlerle 200.000 kişiye varan ordusunun o güne kadar
görülmemiş donanımı, özellikle kuşatma aletlerini de birlikte getirmiş olması,
Bizanslılar’ın bütün güçleriyle ve son sözlerini söylemek amacıyla geldiklerini
ortaya koyuyordu.
26 Ağustos 1071 Cuma günü Malazgirt ovasında cereyan eden meydan savaşı
gerçekten son sözün söylendiği bir savaş olmuş, Selçuklular’ın elde ettiği
büyük zafer Türkler’e ilelebet Anadolu kapılarını açarak dünya tarihinin
geleceğine etki etmiştir.
Savaşa girmezden önce yaptığı konuşma savaş meydanlarının kıyamete kadar
unutulmayacak konuşmalardandır. “Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım; ya da
şehid olarak cennete giderim. Sizlerden beni takip etmeyi tercih edenler, takip
etsin. Ayrılmayı tercih edenler, gitsinler! Burada emreden sultan ve emredilen
asker yoktur. Zira bugün ben de sizlerden biriyim. Sizlerle birlikte savaşan bir
gaziyim. Beni takip edenler ve nefislerini yüce Allah’a adayarak şehid olanlar,
cennete; sağ kalanlar gaziliğe kavuşacaktır. Ayrılanları ise, ahirette ateş,
dünyada da rezillik beklemektedir.”
Artuk, Mengücük, Saltuk, Danişmend ve diğer Türkmen beylerinin güçleriyle
birlikte Bizans kuvvetlerinin ancak dörtte birine ulaştığı tahmin edilen Selçuklu
ordusunun bu savaşta büyük başarı elde etmesini, moral gücünün yüksekliğine
ve taktik üstünlüğüne bağlamak yerinde olacaktır. Bizans kuvvetleri,
aralarında dil, din, ortak gaye gibi birleştirici unsurlar bulunmayan ve daha
önce birbirleriyle devamlı surette savaşmakta olan Frank-Norman, Bulgar,
İslav, Peçenek, Uz, Gürcü ve Ermeni topluluklarından derlenmişti. Bizans
ordusunun pek çoğu ücretli olan bu karışık askerlerden oluşmasına karşılık
Selçuklu ordusu yalnız Müslüman Türkler’den ibaretti ve bu askerler
ücretlerini Allah’tan bekliyorlardı. Aynı şekilde, Bizans kumandanları arasında
da çeşitli fikir ayrılıkları, şahsi kin ve kıskançlık duyguları bulunuyordu. Oysa
Selçuklu kumandanları, Alparslan’ın tahta çıktığı günden beri çevresinde
kenetlenmiş olan Savtegin, Ay Tegin, Porsuk ve Gevherayin gibi kişilerdi.
Bizans ordusunun kütle savaşı yapan, manevra kabiliyeti zayıf ağır donanımlı
birliklerine karşı Türk kuvvetlerinin hemen bütünüyle hafif donanımlı,
manevra kabiliyeti yüksek süvari kıtalarından meydana gelmiş olması, savaşın
seyri ve sonucu üzerinde etki yapmıştır. Üstün güçlerine rağmen Bizanslılar’ın
mağlup olmalarında rol oynayan en önemli sebep ise Alparslan’ın uyguladığı
savaş planıdır. Alparslan, Türkler’in tarih boyunca kara ve deniz savaşlarında
daima kullandıkları, merkeze yerleştirilen zayıf fakat süratli birliklerin sahte
ricatla düşmanın merkez kuvvetlerini peşlerine takıp yan cenahların arasına
sokmaları ve aniden geri dönerek çembere almaları taktiğini uygulamış, Bizans
kıtalarının kolay manevra yapamamaları da başarıya ulaşmasını
çabuklaştırmıştır.
Savaşın ayrıntılarını irdeleyecek olursak… İmparator Gürcistan’ı yeniden ele
geçirmek ve özellikle ordusuna yiyecek sağlamak için 20.000 kişilik bir kuvveti
kuzeydoğuya gönderirken arkasını güven altına almak amacıyla 30.000 kişilik
bir kuvveti de Ahlat üzerine sevketmişti. Alparslan Ahlat’a yaklaşırken bu ikinci
kuvvet Selçuklu atlıları tarafından durduruldu ve geri çekilmek zorunda
bırakıldı. Sultanın Ahlat’a geldiği haberi duyulunca imparator bunun
doğruluğunu tesbit için Nikephoros Bryennios kumandasında yeni bir birlik
gönderdi. Bu birlik de Ahlat Selçuklu Garnizonu kumandanı Emir Sunduk
tarafından bozguna uğratıldı. Sunduk, imparatorun Basilakes Magistros
kumandasında gönderdiği kuvveti de yenilgiye uğrattı. Basilakes esir alındığı
gibi beraberinde taşımakta olduğu büyük haç da Selçuklu kuvvetlerinin eline
geçti. Sultan bu haçın zafer alameti sayılarak Bağdat’taki halifeye gönderilmesi
için o sırada Hemedan’da bulunan Vezir Nizamülmülk’e ulaştırılmasını emretti.
Böylece büyük karşılaşmadan önce yapılan öncü savaşlarının tamamı
Selçuklular tarafından kazanılmış oldu.
Çeşitli milletlerden oluşması sebebiyle birlikten ve gayeden mahrum 200.000
kişilik Bizans ordusuna karşılık Selçuklu ordusu hepsi aynı ideale hizmet eden
yaklaşık 50.000 kişiden ibaretti. Alparslan’ın beraberinde Gevherayin, Afşin,
Savtegin, Sunduk ve Ay Tegin gibi Anadolu’yu ve Bizanslılar’ı iyi tanıyan
tecrübeli akıncı beyleriyle Artuk, Tutak, Danişmend, Saltuk, Mengücük, Çavlı,
Çavuldur ve Porsuk gibi Selçuklu devletinin en değerli emirleri bulunuyordu.
Alparslan, öncü savaşlarından bir süre sonra Ahlat’tan ayrılarak Ahlat-
Malazgirt arasındaki Rahve ovasında karargâhını kurdu ve bir kısım askerini
tepelere yerleştirip ovayı 24 Ağustos’ta kontrolü altına aldı.
Arkasından, Bizans ordusuna oranla kendi ordusunun küçüklüğü sebebiyle bir
meydan savaşına girişmeye henüz karar vermediğinden görünüşte barış
teklifinde bulunmak, gerçekte ise düşmanın durumunu tesbit etmek amacıyla
imparatora bir elçilik heyeti gönderdi. Öncü savaşlarını kaybetmesine rağmen
askerlerinin çokluğuna ve iyi donatılmış olmasına güvenen imparator
Alparslan’ın bu elçilik heyetini köşeye sıkıştığı için gönderdiğini zannederek
teklifini sert bir şekilde reddetti. Bunun üzerine savaşın kaçınılmaz olduğunu
gören sultan ordusunu savaş düzenine soktu ve bir kısım atlı kuvvetlerini
küçük bir yarma vadi boyunca pusuya yatırırken bizzat kumanda edeceği 4000
kişilik hassa askerini merkez hattına yerleştirdi. Bir süre sonra, merkez
hattında Romanos Diogenes olmak üzere Nikephoros Bryennios, Aliattes ve
Andronikos Dukas gibi kumandanların yer aldığı Bizans ordusunun da savaş
düzenine girmesiyle iki ordu karşı karşıya geldi. 25 Ağustos günü son
hazırlıklarla geçirildi.
Abbasi Halifesi Kaim-Biemrillah da o sıralarda bütün İslâm dünyasının
yakından ilgilendiği Malazgirt Savaşı’nın Alparslan tarafından kazanılması
konusunda bir dua metni hazırlatarak cuma namazında bütün İslâm
ülkelerindeki minberlerden okutulmasını emretti.
26 Ağustos 1071 Cuma günü’ydü.
Öğleye kadar orduyu denetleyen ve kumandanlarına son direktiflerini veren
Alparslan, imamı ve fakihi Buharalı Ebu Nasr Muhammed’in bütün
müslümanların İslam’ın zaferi için dua ettikleri cuma günü öğle vaktinde
düşmana saldırması tavsiyesine uyarak ordusuyla birlikte cuma namazını
kıldıktan sonra “Ölürsem kefenim olsun” dediği beyaz bir elbiseyle askerin
karşısına çıktı. “Ben, müslümanların camilerde bizim için dua etmekte
oldukları bu saatlerde düşmanın üzerine atılmak istiyorum.” Diyerek meşhur
konuşmasını yaptı.
Şiddetle saldırıya geçen hassa askerleri birkaç saat içerisinde, Alparslan’ın
bizzat yönettiği sahte ricat (geri çekilme) harekatı ile başlarında Romanos
Diogenes’in bulunduğu Bizans merkez kuvvetlerini peşlerine düşürerek
pusudaki birliklerin önüne çekmeyi başardılar. Pusudaki Selçuklu atlıları
saldırıya geçtikleri sırada Alparslan da çekilmekte olan kendi kuvvetlerini geri
çevirerek hücuma kaldırdı. İmparator hatasını anladığında artık çok geç
kalmıştı. Romanos Diogenes sol kanattan yardım istediyse de pusudan çıkmış
bulunan Selçuklu atlıları buna engel oldular. Öte yandan sağ kanat
kuvvetlerinin çoğunluğunu oluşturan Türk kökenli askerler başlarında Tamış
adlı beyleri olduğu halde Selçuklu tarafına geçtiler ve bu olay ordunun
dağılmasına sebep oldu. Bu durum karşısında imparator askerlerini geriye
çekip karargahın arkasında toparlanmak istediyse de geri çekilişi kaçış şeklinde
değerlendirildi. Önce ihtiyat kuvvetleri, arkasından Ermeni kıtaları savaş
alanını terketti. Sonuçta öğle vaktinden geceye kadar devam eden bu meydan
savaşında Bizanslılar ağır bir yenilgiye uğradı. Ordunun büyük bir kısmı kılıçtan
geçirilmiş, imparator ve çok sayıda general esir alınmış, askerlerin ancak bir
bölümü kaçarak canlarını kurtarabilmişti.
Alparslan imparatora bir savaş esiri değil bir konuk hükümdar muamelesi
yapmış, hatta onu yanına oturtmuştur. İki hükümdar arasında geçen
müzakereler sonunda aşağıdaki maddeleri içeren bir barış antlaşması
imzalandı:
1.İmparator kurtuluş akçesi olarak 1,5 milyon altın verecek.
2. Bizans Devleti her yıl Selçuklular’a 360.000 altın vergi ödeyecek.
3. Bizans’ın elinde bulunan bütün İslâm esirleri serbest bırakılacak.
4. Bizanslılar gerektiğinde Selçuklular’a askerî yardımda bulunacak.
5. İmparator kızlarından birini sultanın oğluna nikâhlayacak.
6. Antakya, Urfa, Menbic ve Malazgirt Selçuklular’a bırakılacak.
Barış antlaşmasının imzalanmasından bir gün sonra Alparslan, maiyetine iki
özel görevli ve 100 hassa askeri verdiği Romanos Diogenes’i İstanbul’a doğru
uğurladı. Ancak Bizans Senatosu, mağlûbiyet haberini alınca Romanos
Diogenes’i tahttan indirip yerine VII. Mikhail Dukas’ı imparator ilân etmişti.
Bizans kuvvetleri tarafından teslim alınan Romanos Diogenes getirildiği
Kütahya’da gözlerine mil çekilerek hapse atıldı; ertesi yıl da Kınalıada
zindanında öldü.
Savaştan sonra İsfahan’a giden Alparslan, başta Abbasi halifesi olmak üzere
bütün İslam hükümdarlarına fetihnameler göndererek kazandığı zaferi
müjdeledi. Bu haber ulaştığı her yerde büyük coşkuyla karşılandı ve bütün
Müslümanlar üzerinde derin bir etki meydana getirdi. Halife, Alparslan’a
değerli armağanlarla birlikte özel bir mektup göndererek kazandığı zaferden
dolayı onu kutladı ve ona çeşitli unvanlar verdi. Diğer İslâm memleketleri
hükümdarları da Alparslan’ı özel heyetlerle değerli armağanlar ve
tebriknameler gönderip kutladılar. Ayrıca devrin şair ve edipleri sultan
hakkında kasideler, çeşitli övgü yazıları kaleme aldılar. Birçok tarihçi bu büyük
zaferi, Hz. Ömer devrinde Bizans’a karşı kazanılan Yermük ve Sasaniler’e karşı
kazanılan Kadisiye zaferlerine benzetmiştir. Yalnız İslâm dünyasında değil Batı
dünyasında da dikkat ve ilgiyle izlenen bu zaferden birkaç yıl sonra Anadolu ve
Suriye’de hakimiyetin Müslüman Türkler’in eline geçmesi üzerine bütün
Avrupa bir araya gelmiş ve Haçlı seferlerinin hazırlıklarına başlamıştır.
Malazgirt Savaşı Türk ve dünya tarihinin dönüm noktalarından birini oluşturur.
Bu zafer sonunda, Bizanslılar’ın bütün maddi imkanlarını kullanarak
hazırladıkları büyük ordu dağıldığından daha sonraki yıllarda Türkler önemli bir
direnişle karşılaşmadan Anadolu içlerine akarak kısa zamanda Ege ve Marmara
kıyılarına kadar ilerlemişlerdir. Fethettikleri toprakları vatan edinip Saltuklu,
Mengücüklü, Danişmendli, Dilmaçoğulları, Ahlatşahlar, Yinaloğulları,
Çubukoğulları ve Artuklu devletlerini kurmuşlardır.
Bütün haşmetine rağmen son derece duygulu bir insan olan Alparslan, 1072
Eylül’ü sonunda Türkistan seferine çıkmak üzere iken Romanos Diogenes’in
acıklı sonunu öğrenince çok üzülmüş ve barış antlaşmasının artık geçersiz
olduğunu ilan ederek Bizans üzerine ordu gönderilmesi emrini verir. Artuk Bey
kumandasındaki kuvvetler Anadolu’ya girmeye hazırlanırken kendisi de
200.000 kişilik ordusuyla Maveraünnehir’e hareket etmiştir. Alparslan’ın
doğuya yönelmesinin sebebi, Karahanlı Hükümdarı Şemsülmülk Nasr Han’ın
Harizm ve Toharistan melikleri olan oğulları ile devamlı savaş halinde olması
ve Selçuklular’dan toprak almaya çalışmasıdır. Alparslan’ın ilk defa bu kadar
büyük bir orduyla sefere çıkması, belki bu seferinde Karahanlılar’ı tamamen
ortadan kaldırmayı hedef edinmesiyle açıklanabilir. Ancak Alparslan’a yapılan
suikastın seferi sonuçsuz bırakması, durumu tersine çevirmiş ve saldırıya
kalkan Karahanlılar Tirmiz’i fethedip Amuderya’yı geçerek Belh’e kadar
gelmişlerdir. Alparslan, önemli bir direnişle karşılaşmadan Karahanlı
topraklarında ilerlerken bir süre kuşatmaya direndikten sonra teslim olarak
huzura kabulünü dileyen Barzem Kalesi kumandanı sapık bir fırka olan
Batıniliğe mensup Yusuf Harizmi tarafından, çizmesine sakladığı küçük bir
hançerle vurulmak suretiyle ağır şekilde yaralandı, dört gün sonra da 24 Kasım
1072’ de şehid oldu. Ölümünden önce çevresindekilerden derhal Melikşah’a
biat etmeleri hususunda tekrar söz aldığı, devletin geleceğiyle ilgili çeşitli
tavsiyelerde bulunduğu, Kirman ve Fars bölgelerinin Kavurd’a bırakılmasını,
ancak onun merkeze daha yakın olan Şiraz’da oturtularak sıkı kontrol altında
tutulmasını tavsiye ettiği bilinmektedir. Alparslan’ın ileri görüşlülüğünün bir
örneğini teşkil eden bu vasiyet, Kavurd’un derhal isyan etmesi üzerine
uygulanamamıştır.
Batı Türkleri’nin atası kabul edilen Alparslan, Arap ve Bizans tarihçilerinin
ittifakla belirttikleri ve kendisine verilen unvan, künye ve sıfatların da açıkça
gösterdiği üzere çok cesur, yiğit ve kudret, azamet sahibi bir kişiliğe sahipti.
Heybetinin yanında adaleti ile de ün yapmış, ağabeyi Kavurd’a ve Romanos
Diogenes’e yaptığı muamelelerden de anlaşıldığı gibi affedici ve hoşgörü sahibi
olduğunu defalarca ispatlamıştı. Çok dindardı ve dini hükümlerin tam
sadakatle uygulayıcısı olarak tanınıyordu. Onun bu yönü, halk arasında evliya
derecesine yükseltilmesine ve şahsına pek çok kerametler isnat edilmesine
sebep olmuştur. Sarayında, günde elli koyun kesilen bir imaret bulunduğu ve
ayrıca adları listeler halinde tanzim edilen fakirlere harçlık dağıtıldığı eski
tarihlerde kayıtlıdır. İslam’ın henüz girmediği ülkelerde fethettiği her şehre
derhal bir cami yaptırdığı, askeri faaliyetlerinden dolayı yeterince fırsat
bulamadığı imar işlerini ve ilim, fikir ve sanat adamlarını toplayıp devlet
himayesi altına almak gibi sosyal faaliyetleri de veziri Nizamülmülk’ün eliyle
yürüttüğü bilinmektedir. Bastırdığı altın paraların çokluğu da devrindeki
ekonomik gelişmeyi ve refahı göstermektedir. Devrinde ortaya çıkan Hasan El
Sabbah ise ileride devlete büyük zararlar verecektir.
Son sözlerini hatırlatarak kendisini Rahmetle anıyoruz:
“Her ne zaman düşman üzerine azmetsem, Allah Teala’ya sığınır, O’ndan
yardım isterdim. Dün bir tepe üzerine çıktığımda, askerimin çokluğundan,
ordumun büyüklüğünden, sanki ayağımın altındaki dağ titriyor gibi geldi.
Kalbimden, «Ben, dünyanın hükümdarıyım, bana kim galip gelebilir!» diye bir
düşünce geçti. İşte bunun neticesi olarak Cenab-ı Hak, aciz bir kulu ile beni
cezalandırdı. Kalbimden geçen bu düşünceden ve daha önce işlemiş olduğum
hata ve kusurlarımdan dolayı Allah Teala’dan af diliyor, tevbe ediyorum. La
ilahe illallah Muhammedü’r-Resulullah!..”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)