14 Aralık 2020 Pazartesi

 

MURAT FEHMİ DEMİRBAĞ

 

 

 

 

571

BEŞYÜZYETMİŞBİR

 

“Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir.” (Al-i İmran Suresi, 144)

“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur.” (Ahzab Suresi, 40)

“İnanıp salih ameller işleyenlerin ve Muhammed’e indirilene -ki o Rablerinden gelen haktır- inananların ise Allah günahlarını örtmüş ve hallerini düzeltmiştir.” (Muhammed Suresi, 2)

“Muhammed, Allah’ın Resulüdür. Onunla beraber olanlar, inkarcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler.” (Fetih Suresi, 29)

“Hani, Meryem oğlu İsa, “Ey İsrailoğulları! Şüphesiz ben, Allah’ın size, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici (olarak gönderdiği) peygamberiyim” demişti.” (Saf Suresi, 6)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ADALET,

ÖZGÜRLÜK,

EŞİTLİK VE KARDEŞLİK İÇİN!

 

“BİZ BU DÜNYAYI ÇOCUKLARIMIZDAN ÖDÜNÇ ALDIK!”

 

“Şüphesiz, yaratıkların Allah katında en çok sevileni, genç ve yakışıklı-güzel olmasına rağmen, Allah yolundan çıkmayan ve (bu nimeti) Allah yolunda ona itaat etmek için kullanan kimsedir. İşte o gençle Allah, meleklerine iftihar ederek şöyle buyurur: işte budur benim gerçek kulum.”

“Sizlere gençler hakkında iyiliği tavsiye ediyorum. Çünkü onların kalbi daha ince ve yumuşaktır. Allah beni (kullarına) müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdi. Gençler (sözümü kabul edip) benimle sözleştiler. Fakat yaşlılar (sözümü reddederek) benimle muhalefete kalkıştılar”

“Gençliğinde Allah’a kulluk yapan bir gencin, yaşlandıktan sonra kulluk yapan bir yaşlıya olan üstünlüğü, peygamberlerin diğer insanlara olan üstünlüğü gibidir.”

Bütün bu sözler tek önder ve tek liderimiz olan Efendimiz’e ait. O ki gençlik ve gençliğe verilen önem konusunda konusunda tartışmasız tarihin işaret ettiği tek önderdir.  O ki tüm insanlık aleminin “Rahmet Peygamberi”dir.

Peygamberimizin, peygamberlik dışındaki insani yönünün en çok dikkat çekici örneklerini, çocuklarla olan ilişkilerinde bulabilmekteyiz. Çünkü O, sıradan bir insandan öte, adeta “çocuklarla çocuklaşabilen”, bunu başarabilen ve diğer insanlara da tavsiye eden özel  bir kişiliktir. O’nun çocuklara yaklaşımındaki bu farklılık bile, başlı başına incelenmesi gereken bir özellik arz etmektedir. Öte yandan O, bugün çocuk psikolojisi üzerine çalışan insanların tespit edip ortaya koyduğu pek çok gerçeğe, daha o dönemde dikkat çeken büyük bir eğitimcidir. İşte bu özellikleriyle O, her yönüyle incelenmesi gereken güzelliklerle dolu hayatında, çocuklar için ayrıcalıklı bir yer ayırmış bir baba, bir dede ve çağındaki tüm çocukların sevgisini kazanmış bir çocuk eğitimcisidir.

Bilindiği üzere, Muhammed Peygamber, Kuran’da ”Alemlere Rahmet” olarak tanıtılmaktadır. Müslüman terbiyesinde O’nun adı geçtiğinde kendisine salat ve selam verilir. Biz kitabımızda okumaya kolaylık vermek için adı her geçtiğinde kısaca S.A.V olarak geçen betimlemede bulunmayacağız. Kendisine inananlar için tavsiyemiz adı geçtiğinde vacip olan “Sallallahü Aleyhi ve Sellem” demeleri.

Bu kitabı yazmamdaki maksat adı dünyada en çok bilinen birisi olmasına rağmen, daha çok da kendisini tanımayan insanlara tanıtmak. Hoş O’na inandığını söyleyen insanlarında O’nu ne kadar bildikleri de ayrı bir konu. Kabul eden kimi kabul ettiğini bilsin, kabul etmeyende kimi reddettiğini bilsin, tanısın istiyoruz. Anlatımda hatalarımız-kusurlarımız elbette olacaktır. Niyetimiz ve gayretimiz en azından Muhammed Peygamber’in bilinirliğini artırmaktır. Tabiri caizse “kafeterya gençliği” diye ifade edilen, ıskalanan gençlikle peygamberi tanıştırmaktır. Şunu da hatırlatayım, bu kitap bir ilahiyatçının kaleminden yazılmadı. Kusurlar bana aittir.

Devam ediyorum, insanlık tarihinin en duyulan isimlerinden biri olan Muhammed Peygamberi anlatmaya.

Bilinsin duasıyla...

O, komutanların, idarecilerin, amirlerin ve aile reislerinin olduğu kadar, ordudaki askerin, yönetilen halkın ve toplumun en küçük yapı taşını oluşturan aile fertlerinin de peygamberidir. Nihayet O, Allah tarafından insanlara hizmet için yaratılan hayvanların, toplumun alt tabakasına mensup fakirlerin, dul ve yetimlerin, kimsesizlerin ve çocukların da “Rahmet” vesilesidir. Zira insanlar, hayvanlara eziyet etmeyi, yoksulları hor görmeyi, yetimlerin malına el uzatmayı ve çocuklarını öldürmeyi, O’nun sayesinde terk etti.  

Bizler kurulu bir dünyaya doğmakta, fakat sosyal hayatın ürettiği bir bilinçle doğal çevremizle ilişki içine girmekteyiz. Çocukluktan itibaren gerek ailemiz ve gerekse yakın sosyal çevremizden aldığımız düşünce ve davranış tarzıyla tabii çevremize yaklaşırız. Dolayısıyla sosyal çevremizin görmediği veya görmezden geldiği pek çok şeyi biz de görmeyiz. Çevremizde farkına varmamız ve korumamız gereken bir çok şey olmasına karşın, çoğunlukla bunların farkında bile olmayız. Çünkü bunları ya biz kurmamışızdır, ya da her gün göre göre alışkanlık kazanmışızdır. Her an soluduğumuz havanın, ışık ve ısısına muhtaç olduğumuz güneşin, havamıza oksijen üreten ve bize psikolojik bir haz veren yeşilin, içimizi açan berrak mavi gökyüzünün, zümrüt yeşili rengiyle insanları kendine çeken denizin varlığını ancak bunlar olmadığı zaman, ya da kullanılamaz hale geldiğinde fark ederiz. Fark ederiz de insan için ne büyük bir değer olduklarını o zaman anlarız.

Bu evren denilen düzen, Yüce Allah tarafından yaratılmış ve bize sunulmuştur. Bu, Allah’ın insana verdiği değerin apaçık bir göstergesidir. Kuran yeryüzü ve gökyüzündeki canlı cansız bütün varlıkların belli bir ölçü ve dengeye göre yaratıldığını açıklarken, insanın doğadan faydalanma esnasında bu ölçü ve dengeyi bozmaması gerektiğine de dikkat çekmektedir.  Ölçülü ve dengeli biçimde doğayla ilişki içine girmek, insan türünün mümkün olan en uzun sürede doğadan faydalanması sonucunu doğuracaktır. Bir Kızılderili kabile reisinin söylediği gibi “Biz bu dünyayı atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan ödünç aldık.”

İslam’ın, dini alan kabul edilen sadece inanç ve ibadet konularında bizlere bir takım görevler yükleyip de hayatın diğer alanlarını boş bıraktığı düşünülmemelidir. İslam insan hayatının her yönüyle ilgili emirler, tavsiyeler ve uyarılar yapmaktadır. Dolayısıyla üzerinde durduğumuz bu konuyla ilgili bir takım emir, tavsiye ve uyarılarda da bulunmaktadır. 

İslam Müslümanlara bütün varlıklara saygı duymayı, onların hayat hakkına ilişmemeyi öğretmektedir. Çünkü her Müslüman, “Yedi kat gök, yeryüzü ve bunlarda bulunan varlıklar Allah’ı tesbih ederler. Onu övgüyle tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur”  inancını taşır. Kuran’ın israfı haram, savurganlığı şeytanın kardeşliği sayan beyanları ile Peygamber Efendimiz’in akarsu dahi olsa abdest alırken israf edilmemesi gerektiğine dair uyarıları da Müslümanlarda çevre şuuru oluşturmada önemli bir temel olacaktır.

Müslüman bir insan kendisinin Allah’ın isimlerine mahzar olduğuna, bu isimlerin kendisinde yansıdığına inanır. Allah’ın isimlerinden birisi “Kuddüs” ismidir. Kuddüs, mukaddes, temiz, pak olan demektir. Bu ismin bir yansıması olarak Yüce Rabbimiz yeryüzünde sürekli olarak meydana gelen tabii kirlenmeleri, kurmuş olduğu ekolojik sistemle sürekli olarak temizlemektedir. Bu noktada Müslüman “Kuddüs” isminin bir yansıması olarak kendisini ve çevresini temiz tutması gerektiği inancıyla hareket eder ve üzerine düşeni yapar. Kuran Allah’ın yeryüzünü imar görevini insana yüklediğini beyan eder. Bir ayette “Sizi yeryüzünde yaratıp, orayı imar etmenizi dileyen Allah’tır” buyrulmaktadır.  İslam alimleri yukarıda söylediğimiz ayete dayanarak, meskenlerin yapılması, su kanallarının açılması, ağaçlandırma çalışmaları gibi imar işlerinin topluma farz olduğunu söylemişlerdir. İnsan tabii veya dini bir görev olarak elbette ki yeryüzünü imar edecektir. Ama bunu, tabiatı tahrip etmeden yapmalıdır. Müslüman ahlakı bunu gerektirir. Müslüman çevreci olmakla yükümlüdür.

Peygamberimiz de bu konuda Müslümanlara örnek olmuştur. Allah’ın bu emrini çok iyi bilen Peygamber Efendimiz Medine’de imar faaliyetlerine katılarak yaşadıkları şehrin mamur hale gelmesi için çalışmıştır. Ayrıca Mekke’nin yanında Medine ve Taif bölgelerini de harem alanı ilan ederek oralarda ağaç kesmeyi ve avlanmayı yasaklamıştır. Peygamberimizin  Medine’nin her yönden yaklaşık 30 km bir alanı (yaklaşık 1000 kilometrekare) koruluk (harem)bölgesi ilan ettiğini ve ağaçların kesilmesini, dallarının kırılmasını yasakladığını unutmayalım.   Yine Peygamberimiz gölgesinde yolcuların, hayvanların gölgelendiği bir çöl bitkisi olan “Sidr” ağacını kesmeyi yasaklamıştır.

Kuran yeryüzü ve gökyüzündeki canlı cansız bütün varlıkların belli bir ölçü ve dengeye göre yaratıldığını beyan ederken, insanın tabiattan faydalanma esnasında bu ölçü ve dengeyi bozmaması gerektiğine de dikkat çekmektedir.

Ayrıca Efendimiz yaşadıkları şehrin temiz tutulması yönünde emir ve tavsiyelerde bulunmuş, bitki ve hayvanların korunmasına özen göstermiştir. Bu noktada Efendimiz’in mescidin temizlenip güzel koku ile kokulanmasına , avluların temiz tutulmasına , özellikle durgun suların kirletilmemesine, içme sularının yakın çevresine çöp dökülmemesine dair emirleri ile... Susuzluktan ağzı kurumuş, dili sarkmış bir köpeğe kuyudan ayakkabısıyla su çıkarıp susuzluğunu gideren adamı övmüş , kedisini eve hapsedip açlıktan öldüren yaşlı kadını da yermiştir.

Bu örnekler göstermektedir ki tek önder ve tek liderimiz olan Peygamberimiz her konuda olduğu gibi çevreyi koruma, temiz tutma hususunda da ümmetine hep örnek oluyordu. Ayrıca Efendimiz’in ağaç dikmeye teşvik eden; “Kıyamet kopmaya yakınken elinizde bir ağaç fidanı var ve onu dikmeye vakit bulabilirseniz onu dikin” , “Kim bir ağaç dikerse onun için ağaçtan hasıl olan ürün kadar Allah sevap yazar.”, “Her kim boş, kuru ve çorak bir araziyi ihya ederse bu amelinden dolayı Allah tarafından mükafatlandırılır. Herhangi bir canlı ondan faydalandıkça orayı ihya edene sadaka yazılır”, “Müslümanlardan bir kimse bir ağaç dikerse o ağaçtan yenen mahsul mutlaka onun için sadakadır. Yine o ağaçtan alınan meyve de onun için sadakadır. Vahşi hayvanların yediği de sadakadır. Kuşların yediği de sadakadır. Herkesin ondan yiyip eksilttiği mahsul de onu dikene ait bir sadakadır”, içeriğindeki sözleri bu duyarlılığın ve çevre bilinci oluşturmaya teşvikin tam bir göstergesidir.

Bizi de, kainatı da bir yaradanın olduğu muhakkak. Peki yaratıcıyı nerden bilip tanıyacağız? Tarih boyunca insanlık bu konuda mevlasını arayıp durmuştur. Biz Müslümanların bu soruya cevabı Kuran isimli kitap ile olmuştur. Biz Kuran’la Allah’ı bilmiş, bildikçe de sever olmuşuzdur. Kuran’ı yani Rabbin kendisini onun mesajını bize getiren elçisini de! Yani bizden biri olan o insanı da çok sevmişizdir. Anamızdan, babamızdan, hayatımızdan üstün tutmuşuzdur. Bu konuda da şehadetimiz vardır. Deriz ki “Allah birdir. Ondan başka ilah yoktur. Onun kulu ve elçisi olan Muhammed’e de şahitlik ederim.”

Kuran’ın ve Kuran’ı bize getiren elçisinin yolunda gittikçe insanlık huzuru bulmuştur. İnsanlığını bulmuştur. Kuran’ın ve Peygamberin yolundan uzaklaştıkça da yeryüzü insanlığın zulmünden nasibini almıştır.

İşte bizim Allah ve Resulu denklemimizi bilen şer güçler bu hususta ki akaidimizi bozmak için var güçleriyle asırlardır çalışıp durmaktalar.

Rabbimizden uzaklaşmamız için Kuran’ı Müslümanın hayatından uzak tutmaya gayret etmişlerdir. Onu adeta ölüler için indirilmiş bir kitap formatına indirgemişlerdir. Haşa bir cenaze ritüel kitabına dönüştürülmeye çalışılır rehberimiz olan Kuran!

Efendimize gelince; Dünya hegemonları bizim başka efendiler edinmemiz için bir gayretkeşlik içindedirler. Onun sünnetlerini silip atmanın telaşına düşmüşlerdir. Hem de bunu Müslüman görünümlü dinbazlar vasıtasıyla yapmaya çalışmaktadırlar.

Kuran’ı ve peygamberi olmayan ama adı İslam olan bir dinle tanıştırmaya çalışmaktadırlar Müslümanları.

Adeta Hristiyanlar gibi yaşayan Müslüman kalıbına sokmaya çalışıyorlar herbir bireyimizi.

Asla! Bu kumpasa razı olmayız!

Ki dinini koruyacağına ahdetmiş bir Rabbimiz var. Mesele imanını yitirmeyen Müslüman kavramını yeniden oluşturmamız lazım. Özellikle şetani şer yapılar çocuklarımız ve gençlerimiz üzerinden bizleri cahil bırakarak yok etmenin hesabı içindeler.

Namazımız, Orucumuz, Haccımız adeta yapılan kültürel işgal neticesinde folklorik bir motif kategorisine indirgenmek istenmektedir.

Bu Ilımlı İslam tezgahları ile misal, “Efendimizi Anıyoruz” adı altında düzenlenen doğum günleri şarlatanlığına düşmeyelim. O işin arkasında da modernizmin ve kapitalizmin tuzaklarından biri olan doğum günü kavramını normalleştirme işlemi yapılmaktadır.

Ki gençlerimiz özellikle şehirlerde yaşayanlarımız kanıksanan doğum günü kutlama etkinliklerinde olmadık şirretlerin tuzağına çekilmektedirler.

Hasılı...

Bizi ve kainatı yaradan yüce yaratıcımızın Kuran’ın belirttiği Allah olduğunu biliyoruz. Buna iman ettik. Ayrıca inandık ki Kuran’ı nasıl anlayacağımızı ve yaşayacağımızı bize gösteren tek önderimiz, tek liderimiz, rol modelimiz efendimiz Hz. Muhammed (sav)’tir. Bizim kalbimizi başka şeyler dolduramaz. O kadar!

Şimdi Allah’ı ve resulünü rehber edindiğimizde tarihte neler yapabildiğimizin kısa bir özetini vermek istiyorum.

...

Farklı ülke, kültür, din ve çevrelerden gelen insanların, yeni keşifler yapmak, dünya hakkında daha fazla şey öğrenmek ve yeni buluşlar geliştirmek için birlikte çalıştığı ve tüm bu bilgileri dünya ile özgürce paylaştığı bir zamanı ve yeri düşünün. Bilimin tüm dünya için ortak bir dil olduğu ve bu dilin herkesin yararına kullanıldığı bir dünya. İlerlemenin fikir paylaşımına ve işbirliği içinde çalışmaya dayalı olduğu bir dünya. Böyle bir zaman ve yer vardı. Neredeyse unutulan bu yer ne yazık ki çok uzun zaman önceydi.

İslam Uygarlığı’ndaki buluş ve olağanüstü gerçekler, bizi o dünyaya götürüyor ve modern bilimin, teknolojinin, tıbbın temellerini oluşturan ve de dünyamızı anlamamıza yardımcı olan kadın ve erkekler ile tanıştırıyor. Bu insanlar, kendilerinden önceki uygarlıkların bilimlerini ve kültürlerini “İslam Kültür ve Uygarlık Şemsiyesi” altında çalışarak, geçmiş bilgilerin üzerine yeni katkılarda bulunup, bu başarıları devam ettirerek, modern dünyaya kazandırdılar. Bu önemli gelişmeler Batının karanlık çağı olan “Orta Çağ” da gerçekleşti. O zamanlarda neredeyse hiç gelişme yokmuş gibi gösterilmesine rağmen bu “Altın Çağ”,İspanyadan Çin’e kadar uzanan İslam Uygarlığı’nda önemli bir dönem olarak biliniyordu.

Genellikle bizler, insanların bin yıl önce karanlık çağlarda yaşadıklarını düşündürtüldük. Fakat tanıyamadığımız ve sokaktaki insanın pek az bilgi sahibi olduğu İslam Uygarlığı 7. yüzyıldan bu yana hala günlük hayatımızı etkileyen harika buluşlar ve ilerlemeler gerçekleştirmiştir.

İslam Uygarlığı’nda yaşayanlar, Mısır, Çin, Hint, Yunan ve Romalıların keşiflerini görmezden gelmemiştir. Çünkü Peygamber “İlim müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa almalıdır” diyerek Müslümanlara bir hedef göstermiştir.Müslümanlar’da sonraki bin yılı bu keşiflerin üzerine yeni gelişmeler ve fikirler ekleyerek geçirmişlerdir.

Kaşifler, Amerika’yı gösteren ilk dünya haritasıda dahil olmak üzere detaylı haritalar çizmiş ve açık denizlere yelken açmışlardır.

İslam Uygarlığı’ndaki mühendisler, gizli bir su sistemi tarafından kontrol edilen ve düşen metal toplarla desteklenerek çalışan mekanik bir filli su saati gibi ilginç makineler tasarlamışlardır.

Kayısı, portakal ve pirinç gibi yeni gıdalar uzak ve geniş bir alana yayılmış,çiftçiler mahsulleri sulamak için pompalar ve ürünleri öğütmek için de yel değirmenleri kullanmışlardır.

Arapçadan Latinceye çevrilen kitaplar sayesinde, paylaşılan bilgiler Avrupa’daki gelişmeye yardımcı olmuştur.

Fatima al-Fihri isimli bir kadın, günümüzde hala öğrenim görebileceğiniz dünyanın ilk üniversitesini kurmuş ve buradan mezun olanlar da kimya, fizik ve matematik alanlarında önemli gelişmelere imza atmışlardır.

Doktorlar her türden hastalık ve kırıkları tedavi ediyor,göz ameliyatları yapıyor, ameliyat sonrası ise katküt (vücutta çözülebilen hayvan bağırsağından yapılmış dikiş ipi)kullanarak,dikiş atıyorlardı.

Mimarlar her zaman kinden büyük kubbeler inşa ediyor farklı kemer ve çini desenleri tasarlıyorlardı.

Gökbilimciler yıldızların haritasını çıkarmış ve onlara hala günümüzde kullandığımız isimleri vermişlerdir. Hatta bir gökbilimci, şimdi adı andromeda olan galaksiden bile söz etmiş, diğerleri ise ayın evreleri ve ay ile güneş tutulmalarını öngörmeye çalışmışlardı.

Farklı inanç ve kültürlerden gelen erkek ve kadınların birlikte çalışarak, binlerce yeni buluşlarda bulunup, dünyayı değiştirdiği İslam Uygarlığı’nı görmezden gelmesi için bir insanın ciddi manada cahil olması ya da art niyetli olması gerekir. İspanya’dan Kuzey Afrika’ya, Orta Doğu’dan Endonezya ve Çin’e kadar üç kıtaya yayılmış olan İslam Uygarlığı, bilim, matematik, tıp, teknoloji, mimarlık gibi daha bir sürü dalın ilerlemesinde katkıda bulunmuştur.

Küçük örnekler verelim. Misal, Abbas Kasım İbn Firnas, ilk bilimsel uçma girişimini bir tür kanat vazifesini gören bol bir pelerini çıtalara tutturarak gerçekleştirmiştir.

Mimar Sinan, 16.yüzyıl Türkiye’sinde o güne kadarki en yüksek ve en geniş kubbeli çatıları tasarlayarak ünlü olmuştur.

El- Cezeri’nin Filli Su Saati, altın çağ boyunca oluşturulan inanılmaz mekanik aletlerden bir tanesidir.

Söylemiştik... Fatima al-Fihri, 1150 yıl önce, Fas da bulunan ve hala dünyanın en eski ve modern üniversitesi olan Karaviyin’i kurmuştur. Karaviyin zamanına göre yüksek teknoloji teçhizatları olan astronomi aletleri, usturlaplar, güneş, kum ve su saatleri ile iyi bir donanıma sahipti. Öğrenciler zamanı muvakkid (namaz saatlerini belirleyen kişi)tarafından desteklenen bir odada hesaplarlardı.

10.yüzyılda İslam Uygarlığı’ndaki doktorlar, günümüzdeki bazı cerrahi aletlere benzeyen ve hala kullanılan malzemelerle çalışmışlardır.

Müslüman alim El-İdrisi, Kristof Kolomb Amerika’yı keşfetmeden çok önce, Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’yı gösteren bir harita çizmiştir.

Cep telefonlarınızı bir düşünün...İbnü’lHeysem’in karanlık odada ışık deneyleri(Latincede”camera obscura”)günümüzdeki modern dijital kameraların yolunu açmıştır. Tiktok gençliğinin elbette bunlardan haberi olamaz. O gençliğin abileri-ablaları olan entel-dantel takımının da muhtemelen haberi yoktur; 9. yüzyılda bir Habeşli, keçilerin belirli bir meyveyi yedikten sonra enerjilerinin arttığını görmüş, bunları yemek yerine kaynattıktan sonra ortaya kahve çıkmış ve daha sonra taleplerin artmasıyla Yemen’in Moka Limanının önemli bir ticaret merkezi olduğundan...

Cabir bin Hayyan desek, misal! Günümüzde hala kullanılan parfüm, benzin, plastik ve daha birçok ürünün yapımındaki damıtma tekniğini mükemmelleştiren ismi gençlerimizin gündemine nasıl alabiliriz? Netflix dizisini çeker mi bu gerçek kahramanların?

Don Kişot’un “Yel Değirmenleri”, daha Avrupa’da ortaya çıkmadan beş yüz yıl önce, İslam Uygarlığı’nda alışıldık bir görüntüydü.

Meryemü’l-İcliyyeel-Usturlabı, hassas usturlaplar yapma konusunda oldukça yetenekliydi. Bunlar, yön bulmakta, zamanı gösteren, güneş ve yıldızların konumlarını belirleyerek onları izlemekte kullanılan oldukça faydalı aletlerdi. Bugünün navigasyon aletlerinden bahsediyoruz, bir nevi.

9. Yüzyılın başlarında, tüm İslam Uygarlığı’nın önde gelen bilim insanları ve alimleri, araştırma, müzakere ve yeni keşiflerde bulunmak üzere “Bilim Evleri”nde toplanırlardı; Dar’ül Hikme!

Zheng he, 1400’lü yıllarda dünyanın gördüğü en büyük ahşap gemilerle Çin donanmasının  Müslüman amirali olarak denizlere açılmıştır.

Bütün bu gelişmelerin sebebi, Müslüman aleminde herkes, yeni şeyler öğrenmek ve buluşlarını paylaşmak isterdi. Bilgiye olan açlık 622 yılında bir okulun, bugününün Suudi Arabistan’ında bulunan Medine’deki bir caminin içinde açılmasına neden olmuştur; Suffa Okulu!

Ahl Al-ılm “Bilgili  İnsanlar” adı verilen gezici öğretmenler, Müslüman şehir ve kasabalarına bilgi yayarlardı. 9.yüzyılın sonlarında neredeyse tüm camilerde, erkek ve kızlar için bir ilkokul vardı. 10. yüzyılın sonlarında, gezici bir coğrafyacı olan İbn Havkal’a göre, Müslüman Sicilya’sındaki Palermo şehrinde farklı konularda eğitim veren 300 kadar ilkokul öğretmeni vardı.Bu okullarda çocuklar altı yaşında okula başlarlardı. Her Müslüman okulunda, dışarıda verilen dersler için bir avlu veya avluya açılan kemerli koridorlar, öğrenciler için ibadet mekanları, namazdan önce abdest almak için bir şadırvan ve oturma odaları vardı. Öğrenciler derslerini genellikle tekrar ve ezber ile öğrenirlerdi. Günümüzde ise Müslüman öğrencilerin çoğu hala Kur’an’ın 6666 ayetini ezberlerler. Zengin aileler, çocuklarının daha iyi eğitim almaları için özel öğretmenler tutarlardı. Camiden ayrı bir okul olan ilk medrese,1066 yılında bugün Amerikan bombalarıyla viran olan Bağdat’ta inşa edilmiştir. Dört farklı Müslüman Okulu vardı; normal(ilk) okullar, okuma evleri(liseler),hadis okulları(dini okullar)ve tıp fakülteleri. Çoğu okulun, kimya, fizik ve astronomi gibi gelişmiş konularda, Arapça kitaplarla dolu kütüphaneleri vardı. İslam Uygarlığı’nda eğitim ücretsizdi ve ihtiyacı olan öğrencilere kitap, harçlık ve konaklayacak yer sağlanırdı. Okul inşa etmek, öğretmenlerin maaşlarını ödemek ve öğrencilere yemek vermek için vakıf adı verilen yapıların fonları  kullanılırdı. 15.yüzyılda Osmanlılar okullarda devrim yapmış ve külliye (kampüs) adı verilen bir tür öğrenim merkezi kurmuşlardı. Her kompleksin içinde bir cami, okul, hastane ve yemekhane gibi tesisler bulunurdu. Müslüman akademisyenlerin gelişmiş eğitim arayışları üniversitelerin yayılmasına neden olmuş ve Avrupa genelinde öğrenimin canlanmasına yol açmıştır. Arapçada Jamıah üniversite ve jami de cami demektir. İlk İslam Uygarlığı’nda yetişmiş pek çok bilim insanı, inanç ile öğrenme arasında bir bağlantı kurmuştur. Güneydeki en büyük üniversite,12. yüzyıla gelindiğinde yaklaşık 25.000 öğrencisi ile batı Afrika da bulunan Timbuktu Mali’deydi. Günümüzde Fransızların sömürgesi olan Mali!

Orta çağ İslam uygarlığı zamanında camilere bitişik olarak yapılan bazı okullar, dünyanın en eski üniversiteleri olarak kabul edilmektedirler. Günümüzdeki üniversite öğrencileri gibi, İslam uygarlığındaki üniversite öğrencileri de giriş sınavlarına girer, çalışma gruplarına katılır, mezun olmak için bitirme sınavlarını geçmeleri gerekirdi.

Avrupalı öğrenciler, Müslüman şehirlerindeki üniversitelere öğrenim görmeye gelirlerdi. Bin yıl önce Bağdat’ta, zamanın en önde gelen entelektüel yeri olarak övünülen darülhikme, yani “bilgelik evi” kurulmuştu. Zamanla bilgelik evinde birikmiş olan Fars, Hint ve Yunan yazıtlı çizimler, dünyanın en büyük bilgi koleksiyonlarından biri olup, bilim insanlarının yeni keşifleri ile daha da genişlemiştir. Dört nesil boyunca halifelerin yönetimi altında olan 9.yüzyıldaki ilim akademisi, Müslüman dünyasının dört bir yanından en iyi bilim insanlarını bir çatı altında toplamıştır.

Bilgelik evindeki araştırma ve keşifler, bugün bildiklerimizin temelini oluşturmaktadır. Bilgelik evi, muhtelif bilimsel konuları içeren ve farklı dillerde yazılmış kitaplarla dolu bir kütüphaneye sahipti. Bu entelektüellik merkezi, Bağdat’ı sanat, bilim ve edebiyat çalışmalarının merkezi haline getirmiş ve bu alanlardaki bilginin yayılmasında önemli bir rol oynamıştır. Bilgelik evi, her dinden kadın ve erkeğe açıktı. Halife Memun, bilgelik evine, İslam Uygarlığı’nın diğer bölgelerinden yüzlerce kitap ve el yazmalarını getirtmiştir. Her bilim dalı için ayrı bir ek bina veya bölüm ekleyerek, kütüphaneyi genişletmiştir. Buraya gelmek isteyen akademisyenlerin çokluğu nedeniyle etüt merkezlerini sürekli büyütmek zorunda kalmıştı.

Halife Memun’un çevirmen ve akademisyenleri bilgelik evine katkıda bulunmaları için teşvik ettiği ve onlara tamamladıkları her kitabın ağırlığı kadar altın ödediği söylenir. Bağdat’ta Marsad Feleki adında bir astronomi merkezi kurmuş ve İslam Uygarlığı’nın her yanına bir düzüne öğrenme merkezleri açmıştı. Seçkin akademisyenler, her gün Arapça, Farsça, Yunanca ve Süryanice  gibi çeşitli dillerde tercüme, okuma, yazma çalışmaları yapmak, bilimsel içerikli konferanslar-sempozyumlar için bir araya gelirlerdi. Ünlü tercümanlar, akademisyenlerin okuma, tartışma ve yeni bilgiler öğrenebilmeleri için diğer medeniyetlerin eserlerini çevirirlerdi. Bilgiye meraklı olan hükümdar Halife Memun’un adı hak ettiği anısının mirası, ayda bulunan “Almanon”adlı bir kraterde yaşamaktadır.

Ayrıca İslam Uygarlığı’ndaki diğer şehirler ise, 9. ve 10. yüzyıllarda Bağdat’ın liderliğinde kendi bilgelik evlerini kurmuşlardır. ”Cebir” kelimesi, 9. yüzyılın başlarında bilgelik evindeki bir akademisyen olan Harizmi’nin yazmış olduğu Al-jabr W’al-muqabala kitabından gelir. Matematikçi, makine ve şaşırtmalı düzeneklerin mucidi olan Benu Musa kardeşler, Cebir ilminin babası “Harizmi ile felsefeci ,matematikçi ve şifre kırma yönteminin mucidi olan Kindi, Bilgelik Evinin en tanınmış aydınları arasındaydı.

Bazı kütüphanelerin kubbeli çatıları, kitaplarla dolu sayısız odaları ve içinde göller ve akarsular bulunan bahçeleri vardı. O zamanların Bağdat’ında 36 kütüphane ve 100’ün üzerinde sahaf vardı. 12. yüzyılda Fas, Marakeş’deki bir caddenin her iki tarafında 50’şer olmak üzere 100 kitapçı ve kütüphane vardı. İslam Uygarlığı sırasında, yüzlerce kütüphane açılmış, okuyucuların binlerce kitaba ulaşması sağlanmıştır.

Çoğu Müslüman kasabasında herkesin gelip kitap satın alabileceği, bir şeyler yiyip içebileceği ve fikirlerini paylaşabileceği kitapevleri vardı. 13.yüzyılda, Tunus’taki Zeytune Camisindeki kütüphanede,100.000’ den fazla kitap bulunmaktaydı.

Bugünün okumayan Müslümanlarına atıf olsun!

 

Fehmi Demirbağ

2020-İstanbul

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

CAHİLİYE DÖNEMİ

 

İnsanlığın ve değerlerinin kaybolduğu, vahşetin, dehşetin, zalimliğin, cehaletin ve acımasızlığın hüküm sürdüğü bir dönem; kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü karanlık bir çağdı. Zalimler dışında kimsenin hayata dair bir güvencesi yoktu.

 “Bir ümit, bir ışık, bir kurtuluş bir mucize yok mu?” diye yakarmaktaydı insanlık.

Arabistan çöllerinde kabileler halinde ve göçebe olarak yaşayan bir millet, kabile reislerinin baskısı altında insanlıktan uzak, hak ve hukukun tanınmadığı, köleliğin hüküm sürdüğü, acımasız bir zulüm ülkesi haline gelmiş, kurtarıcısını bekleyen bir garip mekândı Mekke.

Zulüm, sefalet ve cehaletin karanlığı içinde kıvranan, yalnız Araplar ve Arabistan değil, bütün dünya üzerinde manevi ve ruhi sıkıntılar içinde bunalmış olan insanlık artık bir kurtarıcı beklemekteydi.

Okuma - yazma bilenlerin sayısının son derece azlığı ile birlikte, kırpıntı misali cömertlik ve konukseverlik, sözde durma, düşmanları bile olsa kendilerine sığınanları himaye etmenin yanında cesaret gibi bazı iyi hasletler de umut vaat ediyordu insanlık için. Fakat aynı zamanda “Soygunculuk, faizcilik, zenginleri üstün, fakirleri hor görme, içki ve kumar düşkünlüğü, kabilecilik taraftarlığı ile kan dökme gibi son derece çirkin uygulamaların hüküm sürdüğü bir sistem. İçkinin, kumarın, faizin ve zinanın toplumun bütün zerrelerine kadar nüfuz etmiş olduğu bir buhran dönemi!

En kötüsü de köleliğin, en acımasız kurallarını sürdürdüğü, özellikle kadınlara insan değeri vermeyen, erkeklerin istediği kadar kadını suistimal ettiği vahşi ve keyfi bir düzen. İnsanlığın başlangıcı olarak bilinen Adem’den bu yana, İbrahim peygamber ve inşa ettiği Kabe ile birlikte anılan mübarek belde; Mekke’yi putperestliğin merkezi haline getirmiş bir aymazlık.

Kan davaları ve sınır anlaşmazlıkları da huzuru ve güveni bozan en büyük sebeplerdendi. Haklı olanın üstünlüğü değil, güçlü ve kuvvetli olanın üstünlüğü yanında, kendi yaptıkları putlara tapacak kadar cahil ve aciz, insanları para ile alıp satacak kadar da acımasız bir düzen.

Hz. Ömer’e cahiliye döneminde unutamadığı bir hadiseyi sorduklarında şöyle der:

“Yolculuğa çıkmadan önce, yolda tapınmak için hamurdan put yapar, pişirirdik. İhtiyaç duyduğumuzda ona ibadet yapardık. Acıktığımızda ise oturur, o putu yerdik”.

Bu olay bile tek başına bu coğrafyada yaşayan Arap Milletinin İslamiyet’ten önceki içler acısı halini anlatmaya yeter de artar bile. İnanç yönünden hakim olan zihniyet, tam bir anarşik düzeni beslemekteydi.

Kuran “Cahiliyet Devri” denilen bu karanlık dönemi, “İnsanların kendi elleriyle işledikleri kötülükler yüzünden, fesat her tarafı kapladı, karada ve denizde yayıldı.” ifadesiyle, en açık bir şekilde bu bölgede yaşanan olayları özetlemekteydi.

İşte bu karanlık bulutların dağılması için Yüce Allah tarafından gönderilen ahir zaman peygamberi olarak gönderilen Efendimiz bir kurtarıcı olarak sadece Arap Yarımadasına değil, bütün insanlığa güzel ahlakıyla ve emin kişiliğiyle kıyamete kadar sürecek etkisiyle örnek olmuştur.

***

Cahiliye denilen bu dönemi elbette yalnızca Arap Yarımadası için sınırlandıramayız. Çağı değerlendirmek için kafamızı kaldırıp bakacak olursak dünyanın her tarafına görürüz ki aynı olumsuzluklar bütün dünya için geçerlidir.

İslamiyet’in doğduğu dönemde Asya’da Göktürkler, Hindistan, Çin, Japonya ve Sasaniler gibi güçlü siyasi organizasyonlar bulunmaktaydı. Özellikle Göktürkler ticaret yolları üzerinde büyük bir egemenliğe sahipti. 

Orta Asya Türklüğünün en önemli temsilcisi olan Göktürk Devleti’nde Hristiyanlık, Zerdüşlük, Budizm, Maniheizm ve Yahudilik dinleri kabul görmesine rağmen Gök Tanrı inancı hakimdir. Kısaca Gök Tanrı inancına göre Tanrı kainatın yaratıcısıydı, tekti ve ebedi idi. O coğrafyada birden fazla dinin benimsenmiş olmasının en büyük nedeni coğrafyanın bulunduğu konumdur. Göktürk Devleti’nin o zamanki kağanlarından olan Tapo Kağan, yönetime geçtiği zaman ağabeyi gibi Çin ile iyi ilişkiler kurarak, kazanç elde etmek istemektedir. Bu isteğinde Çin’in o zaman içinde bulunduğu zor koşullar onun lehinedir. On bin kadar Türk tüccar Çin’e yerleşir ve daha sonra bu tüccarlar Çin ekonomisini yavaş yavaş ele geçirmeye başlarlar. Ancak kendileri de tersine bir durum olarak Çin kültürürnün etkisine girerek yozlaşmaya başlarlar. Çin ile olan bu içli dışlı ilişki sebebiyle Çin kültürü yayılır ve Türk beyleri arasında bu kültüre biz özentilik oluşur. Bunun üzerine Tapo Kağan Budist olur ve bu dini korumak için seferberlik ilan eder. Fakat Türk halkının yaşam tarzına uymayan bu din, halk tarafından kabul edilmez. Bu sebeple Tapo Kağan halk tarafından eskisi kadar değer görmemeye başlar. Göktürkler kendi coğrafyalarında birçok dinin bulunmasına rağmen sadece kendi yaşantılarına en uygun olan Gök Tanrı inancı’nı benimseyebilmişlerdir.

Coğrafyada bulunan bu dinsel ayrım elbette ki bazı sorunlara neden olmuştur. Çünkü o dönemlerde kişiler genelde kendi dinlerine çok bağlı insanlardır ve bu dinsel ayrım onlar için büyük bir sorundur. Çin’in kendi prenseslerini entrika kurmak için Göktürk Devleti’ne sokmaları devletin içten içe çöküşüne sebep olmuştur. Göktürk tüccarlarının Çin kültürüne olan bu merakları devletin diğer bireyleri tarafından hoş karşılanmadığı için devlet içi siyasi itaatsizlik oluştuğunu söyleyebiliriz. Belki bazı kesimler küçük ayaklanmalar yapmış olsa da güçleri devlet reisinin bu arzusunu -aynı zamanda bu arzunun getirmiş olduğu her türlü fikir ve siyasi çatışmayı- engelleyememiştir.

Türk topraklarından Hindistan’a yönelip orası içinde bir değerlendirme yapacak olursak…Hindistan’da en eski devirlerden beri çeşitli ırk, dil ve kültürden insan bir arada yaşıyordu. Benimsenen din ise Hinduizm idi. Daha sonradan Budizm ortaya çıkmış olsa da fazla yaygınlaşamamış ve benimsenememiştir. Hinduizm Kast Sistemi’ne dayalı olan bir dindir. Kast kelimesinin kökeni ırk ya da soy anlamına gelir. Kast Sistemi ise toplumdaki insanların belirli ölçütlere göre sınıflandırıldığı sistemdir. Kast Sistemi’nde insanlar dört ana gruba ayrılmışlardı.

Brahmanlar (Din adamları), Kşatriyalar (Hükümdar ailesi ve askerler), Vaisyalar (Tüccarlar, çiftçiler, esnaflar), Sudralar (İşçiler). Aslında bu kast sistemi bugünde dünyanın her yerinde değişik isimlendirmelerle hakim olan dünya düzeninin geleneksel yapısıdır. Aristokratlar, burjuvalar ve işçiler! Yöneticiler, bürokratlar ve halk yığınları! Kast Sistemi, toplumu kapalı sınıflara ayırmış, her sınıf kendi dilini geliştirmiştir. Kast Sistemi yüzünden Hint toplumu asla tek bir bütün olamamış ve siyasi birliğini sağlayamamıştır. Toplumun sınıflara ayrılmış olduğu ve siyasi birliğin bulunmadığı bir toplumda da sosyal sıkıntılar elbette kaçınılmaz olmuştur.

Eşitliğin olmadığı sınıflar arasındaki farklar ve baskılar çok fazladır. Toplum en üst seviyedeki Brahmanlar için yaşanılabilir bir yer olsa da, daha alt seviyedeki insanlar için sefillik içerisinde olabilir. Elbette ki bu sistemin kendi içinde de bir yaşanmışlığı bir düzeni vardır. Kaos’ta bir düzensizlik düzeni değil midir?  Bu sistem hatırı sayılır bir dönemdir uygulanmaktadır. Toplumsal sıkıntıların kaynağı sistemin katı olmasından kaynaklanmaktadır. Yani bu sistem isimsel bir ayrımdan daha fazlasıdır. Hindistan’da siyasi birliğin olmaması ayrı bir problemdir. Siyasi birliği olmayan bir ülke, yapılmamış bir yapboza benzer. Parçaların her ne kadar bir hikayesi olsa da, bir araya gelip yapboz olamadan kimse onları duvarlarına asmazlar.

 Gelelim Çin’e. Cahiliye döneminin dünyasına göz atmaya devam ediyoruz. İslamiyet’in doğuşu sırasında Çin’de siyasi birlik Si Hanedanı tarafından sağlanmıştı. Sui Hanedanı yönetimi sırasında Çinlilerin Göktürkler ile münasebetleri oldu. Tapo Kağan ölene kadar Göktürklerin Çinliler üzerindeki baskıları devam etmişti. Bu etki altında kalan Çin daha sonra Göktürk saldırıları karşısında kendi klasik politikası olan Türk boylarının arasına ikilik soktu ve Türk prensleri birbirine karşı kışkırttı. Bunun üzerine Göktürkler 582 yılında Doğu ve Batı Göktürkler olmak üzere ikiye ayrıldılar. Çin bu yıllarda Türkleri Çinlileştirmeye çalışmıştır. Şipi Kağan (609-619) zamanında Doğu Göktürkler, yeniden eski güçlerine kavuştular. Çin’e her yıl ödenen vergiler kesildi. Çin imparatoru yenilgiye uğratıldı. Çinliler ve Türklerin bu şekilde karşı karşıya gelmelerinin ana nedenlerinden bir tanesi İpek Yolu egemenliğidir. Tarım geniş ve verimli topraklarda önemli etkinliklerden bir tanesidir. En önemli ekonomik kazancı İpek Yolu’ndan almış olan Çin, elbette ki bu verimli topraklar için entrikalar düzenlemiştir.

Bu entrikaları düzenlerken kendi içerisinde siyasi karşıtlık ve çatışmalara maruz kalan Çin’de çatışmalar eksik olmamıştır. Bu gibi kumpaslardan önce bulunduğu sıkıntılı durumu yavaş yavaş atlatsa da toplum içi karışıklıklardan kurtulamamıştır. Aynı zamanda Göktürk baskısı nedeniyle savunmasız kalmıştır. Kesilen vergilerle ekonomik olarak da sıkıntıya girmiştir. Fakir kalmıştır. Yani Göktürkler Çin’i birçok bakımdan zor durumda bırakmıştır; bu da karışıklıklaların temel görünür nedenidir.

 Sıra geldi Asya ülkelerinden Japonya’ya göz gezdirmeye. İslamiyet’in doğuşu sırasında Japonya’da Yamato sülalesi hakimdi. Japonya’nın o dönemde kuvvetli bir merkezi idaresi yoktu ve Çin’in etkisi altında kalmıştır. Bu nedenle Japonya derebeylik sisteminin kapılarını açmıştır. Derebeylik, temeli eşitsizliğe dayanan sosyal, ekonomik ve siyasal düzendir. Japonya, kendi bulunduğu coğrafyada durumu en kötü olan ülkedir. Nedeni siyasi bakımdan kuvvetli olmaması ve ekonomik açıdan gelişmiş olmamasıdır. Elbette ki çoğu açıdan gelişmemiş ve başka bir devletin adı altında -ki buna sömürgecilik de denebilir- yaşayan bir ülke olmak beraberinde sıkıntı ve karışıklık getirecektir. Bu merkezi idare yoksunluğu Japonya’nın gelişmesini uzatmış -şu an ne kadar gelişmiş olsa da- ve bir süre sefil kalmasına neden olmuştur. Zaten temeli eşitsizliğe dayanan bir sistem altında olan bir ülkede toplum içi sınıfsal kargaşalar veya hak sorunları eksik olmaz.

 Avrupa’ya gelecek olursak…İslamiyet’in doğuşu sırasında Avrupa’da siyasi bir birlik bulunmamaktaydı. Kavimler Göçü ve Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Avrupa’da merkezi krallıklar gücünü kaybetmeye başlamışlardır. Bunun yerine soyluların güç kazanması ile feodalite sistemi ortaya çıkmıştır. Feodalite, toplumsal eşitsizlik üzerine kurulu olduğu için toplumu sınıflara ayırmıştır. Bunların yanı sıra Avrupa’ da hakim olan Skolastik-Dogmatik dini düşünce, kilise hakimiyetinin fazlasıyla artmasını sağladı. Bunun sonucunda Tanrıdan aldıklarını iddia ettikleri yetkileriyle kendilerini sosyal ve siyasi idare gücünde de gören Papalar kiliseye karşı gelenleri Aforoz ediyorlardı.

Kilise gün geçtikçe zenginleşti ve güç kazandı. Bu gelişme bilim ve gelişmede stabil olmanın yanı sıra Engizisyon Mahkemeleri,  Papa’nın bir ülkeyi kralı ile birlikte cezalandırması gibi yollarla birçok insanın Kilise’ye karşı gelme nedeniyle ölümüne neden olmuştur. Bu sınıfsal ayrım, siyasi birlikten yoksunluk ve Kilise’nin güç kazanması gibi nedenler Avrupa’da siyasi ve sosyal sıkıntılar oluşturmuştur. Kilise’nin bu şekilde etkin olması sonucunda bilimsel ve sosyal gelişmeler gerilemiştir. Verilen can kayıpları insanların içinde Kilise hakkında kötü bir düşünce ve hakkını arama isteği yer etmiş bulundursa da, kimse can kaybı olamaması için sesini çıkartmamıştır. Bu da Kilise’nin kendisinde daha fazla güç bulmasına ve durumun daha kötüye gitmesine neden olmuştur.

Bizans ise o zamanlar önemli Yakın Doğu devletleri arasındaydı. Bizans İmparatorluğu yıkılan Batı Roma İmparatorluğu’ndan sonra varlığını tek başına sürdürüyordu. En parlak dönemini Jüstinyen ile yaşamış olan Bizans, onun ölümünden sonra tekrar eski gücünü toplayamadı. İslamiyet’in doğuşu sırasında başında Heraklius varken yıpranmasına rağmen Orta Doğu’nun en güçlü devletlerindendi. Mısır ile arasında Hristiyanlık yüzünden sıkıntılar ortaya çıkmıştı. Ayrıca Afrika’nın kuzey kısımları Bizans’ın egemenliğindeydi ve Bizans ve Sasani rekabeti nedeniyle Mısır büyük bir baskı altında kalıyordu. O zamanlar Bizans, Hristiyanlık’ın Ortodoks mezhebine bağlıydılar. İslamiyet’in doğuşu sırasında Bizans’ın elindeki yerler hariç Avrupa’da siyasi bir birlik yoktu. Bizans ve Sasani devleti rekabetinde iki taraf da fazlasıyla yıpranmışlardı.

 Kendi içerisinde taht kavgaları ve siyasi karışıklıklar yaşayan Sasani Devleti, Bizans ile büyük bir mücadele içindeydi. Birbirlerine uzun süre boyunca akınlar düzenleyen bu iki devlet yine de yan yana yaşayabilecek şekilde birbirlerine eşitlik tanımışlardı. IV ile VII. yüzyıllar arasında iki rakip olarak dünya yönetimini paylaşan Bizans ve Sasani Devletleri dünya tarihine yön vermiş olan iki devletti. Bu iki devlet arasında askeri, siyasi ve diplomatik ilişkiler bulunmaktaydı ve özellikle nazik diplomatik söylemlerin arkasında derin düşmanlık yatmaktaydı.

 Avrupa gezimize devam ediyoruz. Franklar’a gelirsek… Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra o coğrafyalarda yaşayan topluluklar kendilerine ait devletler kurmuşlardı. Bunlar; Fransa’da Franklar, İspanya’da Vizigotlar ve İtalya’da Ostrogotlar’dır. Franklar’ın yönetimi askeri güce dayanıyordu. Silah ve donatım yapımı nedeniyle maden işçiliğinde ilerlemişlerdi. Genelde yağmacılıkla geçinen bir kabileydi. Normalde Vizigotlar ve Ostrogotlar, Gotlar kavminin üyesiydi. Daha sonra bu kavmin ayrılması üzerine ikiye ayrılmışlardır. Bu üçü arasındaki savaşlar yüzünden binlerce kişi can vermiştir.

Kalan toplumun bu şekilde ayrılması tekrar birleşip eski gücüne kavuşması önünde bir engeldir. Verilen can kayıpları da toplumun zayıflamasına ve diğer devletlerin onlar üzerindeki egemenlik isteğinden dolayı yeni tartışma ve kargaşalara neden olmuştur.

***

 Dünyanın cahiliye dönemindeki genel hali bu iken şimdi Araplar’ın durumuna biraz etraflıca bir bakalım. Cahiliye Döneminde Araplar bir yaratıcının olduğunun farkındaydılar. Bu bağlamda Allah’ı inkar etmiyorlardı, Cahiliye Arapları diğer tanrı ve put adlarından ayrı olarak yüce mâbud ve yaratıcıyı ifade etmek için Allah kelimesini kullanıyorlardı. Bu kullanım bize Cahiliye Dönemi Araplarında Allah inancının var olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte Cahiliye Döneminde kendilerine Hanif denilen sayıca az olan insanlar bulunmaktaydı. Hanifler, İbrahim’in dinine bağlı olup, Allah’a inanan, puta tapmayı reddeden kişilerdi; ayrıca bu kişilerin ortak bir ibadetleri de yoktu. Bu bağlamda Cahiliye Döneminde Araplar arasında yaygın inanç puta tapmaktı. Putların dünyada kendilerine yardımcı olduklarına inanıyorlardı. Taptıkları putları genellikle taş, ağaç ve bazı madenlerden imal ediyorlardı. Bazen de yiyeceklerine put şekli verip tapıyorlardı. Cahiliye Döneminde putların bulunduğu mabetlerin sayısı oldukça fazlaydı. En önemli mabetlerden biriside Kabe’ydi. Kabe’nin içinde ve çevresinde tapınmak için yüzlerce put bulunmaktaydı.

Araplar Peygamber İbrahim döneminde tek tanrı inancına sahipti.  İbrahim’in bildirdiği tek Tanrı inancının temellerinden biri de Kabe’yi tavaf etmek yani çevresini dolaşmaktı. Araplar bu nedenle tarihin bütün dönemlerinde Kabe’ye saygı göstermişlerdi. Diğer bir neden ise hac döneminde Kabe’nin kentin ticari yaşantısını canlandırmasıydı.

Mekke’de Hac görevini yerine getirenler, Kabe’ye olan saygıları nedeniyle oradaki taşlardan bir tane alıp götürür, gittikleri bölgede bir yere koyar, Kabe’nin çevresini dolaştıkları gibi bu taşın çevresini de dolaşırlardı. Böylece zamanla hoşlarına giden ya da beğendikleri başka taşlara tapma yani puta tapıcılık Araplar’ın arasında hızla yaygınlaştı, kutsal sayılan Kabe’nin içi yine kutsal saydıkları putlar ile dolduruldu.

Araplar, kendilerini çevreleyen doğanın, insanlarınkine üstün, fakat özel yollarla kendi çıkarlarına kullanılabilen kuvvetlerle dolu olduğuna inanıyorlardı. Bu kuvvetler Cinler’di ve onlar bu Cinler’i Tanrı’nın kızları sayıyorlardı. Onlar, Cinlerin iyilik ya da kötülük yapabildiklerine inanırlardı; bu nedenle de onların sevgisini kazanmak, onlara saygı göstermek, putlarına tapmak gerekirdi.  Ayrıca cahiliye döneminde meleklerin, Allah’ın kızı olduğuna inanan bir kısım insanlar mevcuttu.

Her Cin’in belirli bir yeri olduğu ve kayaları, ağaçları ve putların içini mesken tuttukları kabul edilirdi. Her kabilenin veya birkaç kabile topluluğunun özel bir Cin’i, bir kayası, bir ağacı veya bir putu bulunup, bunun yakınında belli bir topluluk oturur ve dini ödevi yerine getirirdi. Temelini kurban kesmenin oluşturduğu bir ayin yoluyla putlar, kendilerine tapanların kabilesi ile bir kan akrabalığına dahil olurlar ve böylece de bu kabilenin koruyucusu olurlardı. Yani Araplar putları Tanrı olarak değil, Tanrı’ya yaklaşma, dua ve isteklerini ona ulaştırma aracı olarak kabul ediyorlardı.

Her kabile kendi özel putuna tapar ancak, başka kabilelerin Tanrılar’ının da kendi bölgelerindeki kudretini tanırdı. Yüce putların yerleri değişmez,  onlar burada, kabile göç ettiği zaman, onların yerine gelenler tarafından da aynı saygı ile sayılırlar.

Bunun dışında her aile bir put edinip onu kendi evine koyup dualarında aracı olarak kullanıyorlardı. O aileden bir kişi yola çıkacağı zaman hayvanına binmeden önce evindeki bu puta elini yüzünü sürer, bu onun yola çıkmadan son yaptığı iş olurdu. Yolculuktan döndüğünde yine o puta elini yüzünü sürerdi ki, bu iş de ailesini görmeden yaptığı ilk iş olurdu. Zor kararlar verilmesinin gerektiği durumlarda putlara danışılırdı. Putlara danışma çoğunlukla put önünde fal okları çekmek yöntemiyle gerçekleşirdi. “Evet” ya da “Hayır” okundan birinin çıkması ile yapılacak işe karar verilirdi.

Araplara göre putların içindeki Cinler kahinlerle konuşur ve kahinlere, gökte neler olup biterse haber verirlerdi. Her kahin, kendine sorulan her şeyi çözmeye çalışmakta idiyse de bazen özel bir uzmanlığı bulunurdu. Kahinlerin her şeyi bildikleri düşündüklerinden fal oklarının yön göstericiliği gibi onlara da danışırlardı. Aralarında çıkan anlaşmazlıklarda onların aracılığına ve verecekleri kararlara önem verirler, hastalıklarında şifacı olarak kabullenildiklerinden dolayı tavsiyelerine uyarlardı. Bunlardan başka, içinden çıkamadıkları konularda onların fikirlerini sorarlar, düş gördüklerinde onlara yorumlatırlar, gelecekte başlarına ne geleceğini onlardan öğrenmek isterlerdi.

Yine de Arapların putlara olan saygılarının tam olduğu söylenemez. İşlerine geldiği ve duaları tesadüfen isteklerine uygun düştüğü zaman sevinseler de, ters düştüğü zaman putlara hakaret ettikleri, hatta küfrettikleri de olurdu. Birçok kez de çıkarları ya da durum neyi gerektiriyorsa öyle davranırlardı. Örneğin  kıtlık zamanında hurma ve sütten yapılmış putlarını yedikleri gibi.

Arap Yarımadası’nda Yahudiler ve az da olsa Hristiyanlar yaşamaktaydı. Yahudiler genellikle Medine’de hayatlarını sürdürmekteydiler. Hristiyanlık ise Arap Yarımadası’nın kuzeyinde, Gassaniler ve Hireliler arasında yaygın bir inanış olarak varlığını sürdürmekteydi.

Kabilecilik anlayışıyla yaşayan, insan hakları geri plana atılmış ve kadınlara hiç değer vermeyen bir toplumun  huzura karşı duyduğu özlemi iyi anlamak zorundayız.

 İnsanlık peygamberlerin tebliğlerinin etkisinden çıktıklarında oldum olası hep karanlık dönemler yaşamıştır. İnsanlığın son cahiliye dönemi İsa Peygamberden Muhammed Peygamber’e kadar sürmüştür. Muhammed’in peygamber olmasıyla birlikte bu dönem yavaş yavaş yok olmaya başlamıştır. İnsanlar İslamiyet ile nihai bir aydınlanma sürecine girmiştir. İslam’ın getirdiği aydınlanmadan önce ise Arap toplumu geleneklerine körü körüne bağlanmış ve bağnaz bir şekilde yaşamaktaydılar.

Diğer Arabistan bölgelerinin tersine Hicaz’da, Muhammed Peygamber dönemine kadar hiç bir zaman hiç bir kral veya emir yönetim başına geçmemiş, henüz uluslaşma aşaması da tamamlanmadığından kabile yaşamı hüküm sürmektedir. Her kabile diğerinden ayrı bir devlet gibidir ve başlarında “Şeyh” adı verilen kişiler bulunurdu. Hükümet olarak adlandırılabilecek tek kurum ise şeyhlerin katılımıyla oluşturulan fakat yürütme gücüne sahip olmayan, tavsiye niteliğinde kararlar alan “Mele” adlı kurumdur.

Bazı bölgelerde kentleşme olsa da toplumun büyük bölümü göçebedir. Yemen bölgesi dışında bütün yarımadanın tarıma elverişsiz vadiler, çorak topraklar ve çöllerden oluşması Arapların göçebe bir yaşam sürmesinin ve çoğunlukla ticaretle uğraşmalarının nedenidir. Kentleşmenin son derece az olduğu dönemde bilgi ise hemen tümüyle bu göçebe yaşantısının zorluklarından doğan deney, gelenek ve yöntemlerin geliştirdiği bilgilerden ibarettir.

Diğer bölgelerde kurulan devletlerin kültür ve uygarlıklarının Hicaz’ı hiç etkilemediği iddia edilemezse de coğrafi koşullardan dolayı oldukça az etkilemiş, bedevi kültürü kendi dünyasını dışarıdan gelen etkilere daima kapalı tutmuştur. Bu yüzden İslamiyet öncesi Hicaz’da -zengin bir şiir dili olmasına rağmen- yüksek bir kültür varlığından söz edilemez. Bu kültürden faydalananlar ise çoğunlukla din adamları, tüccarlar ve imtiyazlı-ayrıcalıklı kişilerdir. Okuma yazma da, hemen hemen sadece ticaretle uğraşanların veya nüfuzlu ve soylu kişilerin bildiği bir şeydi. Geri kalan halkın neredeyse tamamı tümüyle cahildi. İslamiyet’in doğuşu sırasında Muhammed Peygamberin, Bedir Savaş’ında tutsak olan Mekkelilerden her birinin, on Medineli gence yazı öğretmesini kurtuluş şartı sayması bu gerçeği açıkça belirtir.

Okuma yazma oranı yok denecek kadar az olsa da, Cahiliye dönemi Araplarının bilgi ve deneyimlerini belli alanlarda aktardıkları bir sözlü birikim oluşturdukları söylenebilir. Soy ilmi, efsanelerle karışık bir tarih geleneği, su ve hava durumları ile kendileri ve hayvanlarının sağlıkları ile ilgili kehanetler, iz sürme yeteneği, “Cahiliye Dönemi Bilimleri” arasında gösterilebilir.

Cahiliye dönemi’nde Arapları’nda “İnsan Hakları” gibi bir kavram olmadığından kölelik en yaygın uygulamalardan biriydi. İnsanlar kölelerini istedikleri gibi alıp satar, işkence ederlerdi. Sonuçta onların malıydı. Sanki bir eşyaya sahip olmak gibiydi insanların kölelere sahipliği.

Bunun yanında bilgi üretilen ve ulaşılan bir şey değildi. Kulaktan dolma, bilgi ediniminde en bariz olan yöntemdi. Dolayısıyla kitleler okuma-yazma bilmiyorlardı.  Böyle bir toplumda kadınlar da haliyle hiç değer görmüyordu. Kadınların kölelerden çok bir farkı yoktu. Yine kadınlara ne istenilse yapılır ve kadın sesini asla çıkaramazdı.

Bu dönemde cinsiyet ayrımı yetmezmiş gibi insanlar kabile halinde yaşadığı için kabileler arası da bir ayrım söz konusu idi. Güçlü kabile her zaman daha avantajlı olurdu çünkü bu dönemde ve bu coğrafyada para bakımından güçlü olan her zaman kazanırdı. Hak ve hukuk kavramları ise ancak güçlünün hakkından ibaretti. Üstünlerin hukukundan bahsedilebilirdi. Genelde “Kısasa Kısas” mantığı vardı.

 Cahiliye döneminde kadını tek başına incelemek gerekirse bir eşyaya benzetmemiz çok doğru olur. Eşyaların belli sahipleri olur. Sahipler eşyasına istediği gibi davranabilir. İstediği kişiye tamamen ya da ödünç verebilir. Kadınlar da aynen böyle idi. Bir kadının kocası ne derse desin o kadın bunu yapmak zorundaydı. Kime verirse versin gitmek zorundaydı. Bir söz hakkına sahip değillerdi. Bu çarpık uygulama bu yüzyılın başına kadar İngiltere’de de geçerli idi. Kocalar eşlerini insan pazarlarında rahatlıkla satabiliyorlardı. Hoş yakın zamanın Avrupa’sında pedofoli ve yamyamlıkta sık rastlanılan bir uygulamaydı. Yani cehaleti okuma-yazmazlık bilmeme olarak anlamamalıyız. Empati kuramama, merhametten uzak olmak, bencillik, utanmazlık en büyük cahiliye davranışlarıdır.

Söz hakkına sahip olmama herhangi bir konuda geçerli idi. Erkek başka kadınla evlenmek istediği zaman ses çıkaramazlardı. Erkek eşini boşamak istediği zaman ses çıkaramazlardı. Eğer kadın boşanmak istiyorsa erkeğe bir miktar para teklif edilirdi. Onun dışında eğer koca, karısını boşamazsa kadın, kocasına bağımlı yaşamaya devam etmek zorunda kalırdı. Kadınlar bu dönemde çok aşağılanmış bir durumdaydı.

Orta ve aşağı tabakadaki kabilelerin kadınları daha doğuştan ikinci sınıf insan muamelesine uğruyordu. Bir kişi erkek çocuğu olduğunda sevinip şenlik düzenlerken, kız çocuğu doğduğunda utanır, suç işlemiş gibi pişmanlık duyardı. Özellikle aşağı tabakalarda kadının, kocasının gözündeki değeri, sahip olduğu bir eşyadan daha fazla değildi. Bu dönemde Arap erkeği, aybaşı gören kadınla aynı odada oturmaz, onunla yemek yemez hatta kadın geçici olarak evden kovulurdu. Evliliklerin temel amacı da sevgiden daha çok, ailedeki erkek evlat sayısını çoğaltmak, böylece düşmanlara karşı daha güçlü olabilmekti.

Cahiliye döneminde gerçekleşen evliliklerde kadınla erkeği birbirine bağlayan nikâhın dini bir özelliği olmadığından kadın ancak erkeğine bir çocuk verdikten sonra aileden birisi olarak kabul edilirdi. Bu nedenle bir kadın çocuk doğurmadan öldüğünde aile bireyi sayılmadığından başsağlığı için o aileye kimse gelmezdi. Kadınların iyi çocuk doğuranlarına ise büyük önem verirler ve şiirlerinde onlara işaret ederlerdi.  Çocuksuz kadın, diyet vermeye mahkum edilirse, aile bireyi olmadığından bu diyeti kocası yerine ailesi ödemek zorundaydı.

Evlilik dönemine gelen bir kızın eşini seçmek konusunda da en ufak söz hakkı yoktu. Babalar kızlarının yerine karar verir, onun isteğine aldırmaksızın, taliplinin yaşlı ya da kötü huylu oluşuna bakmaksızın kızını istediği erkeğe verirdi. Burada temel ölçüt taliplinin serveti ya da kabilesinin toplumdaki konumuydu.

Arapların öz anneleri, kızları, halaları ve teyzeleriyle evlenmeleri yasaktı ama üvey anneleriyle evlenmeleri yasak değildi. Üstelik üvey annesi istemese bile! Miras hırsıyla yapılan bu çok çirkin evliliklere sık rastlanırdı. Üvey anne öldüğünde, evin en büyük oğlu analığı ile evlenebilirdi. Evlenmek istemezse ya mehir karşılığı başkasına verebilirdi, ya da diğer kardeşleri analıklarını nikahlayabilirlerdi. Kadının tek şansı elini çabuk tutarak ailesinin yanına kaçabilmesiydi. Ve yine bu dönemin adeti olarak bir kadının kızı ile beraber aynı şahıs tarafından nikâhlanabilmesinde de sakınca görülmüyordu.

Boşanan bir kadının yeniden evlenmesi de oldukça zordu. Karısının bir başkasıyla evlenmesine engel olmak isteyen erkek, “iddet süresi” (evliliği biten kadının yeniden evlenebilmesi için gereken süre) tamamlanacağı sırada onunla tekrar evlenip ardından tekrar boşardı. İddet süresi yeniden başlayacağı için kadın bir yıl daha evlenemezdi. Kocanın ölümünden sonra ise kadınlar tam bir yıl yas tutarlar ve iddete girerlerdi. Ölen kocanın mirasından da en ufak pay alamazlardı.

Soy ve kabilenin oldukça önemli olduğu Arap toplumunda erkekler, soylu bir çocuk sahibi olmak istediklerinde karılarını soylu kabilelerin erkekleri ile cinsel ilişki kurmaya gönderir, doğan çocuğu kendi nesebine alırdı.

Kentlerde yaşayan cariyelerin durumu ise çok daha kötüydü. Cariyeler bir mal gibi alıp satılabilir, ya da sahipleri onları fuhşa sevk eder, bu yolla kazandıkları paraları ellerinden alırlardı. Kadının namusuna saygı çölde şehirdekinden daha çoktu.

Yaygın olmamakla birlikte Araplarda kız çocuklarını diri diri gömme adeti de vardı. Bunun nedeni kızlarının bir gün istemedikleri bir kimse ile evlenerek ailenin onurunu lekeleyebilecekleri korkusu, geçim kaygısı ya da kız çocuklarının büyütülmeye değer görülmemesiydi. Göçebe Araplar, yaşamasını istedikleri kızlarına çoğunlukla deve ya da koyun güttürürlerdi. Öldürmek istedikleri kızlarını ise doğar doğmaz kum çukuruna gömerler veya altı yaşına geldiğinde ona güzel giysiler giydirip çölde önceden hazırladıkları çukura atıp üstüne kum örterlerdi. Bazen çocuklar sakat ya da çirkin doğduğu için bazen ise sadece namuslarını korumak için insanlar kız çocuklarını hala canlıyken toprağa gömerlerdi. Başka bir deyişle çoğu insan kız çocuklarından kurtulmak amacındaydı.

Günümüzün modern toplumlarında olduğu gibi fuhuş Arap toplumundaki en yaygın illetlerden birisiydi.  Kadın alım satımı bir eşya alım satımı gibiydi. Zaten kadınların hiç değer görmediği bir toplumdan da bu beklenirdi. Eğer bir kadının kocası ona bir erkekle ilişkiye gireceğini söylerse kadının hayır deme şansı yoktu veya bir grup erkek bir kadının evine girip cinsel ilişki yaşarsa kadın yine hayır diyemezdi. Şimdilerde modern yaşama ait olan swinger yaygındı. Bazı kadınlar ise kendileri isteyerek fuhuş yaptığı için evlerine bayrak tarzı kumaş asarlardı.

Cahiliye çağında Arap toplumu Özgürler, Esirler ve Mevali olmak üzere üç sınıfa bölünmüştü. Özgür olanlar aile topluluğunun veya kabilenin ortak adını taşıyan, aynı haklara sahip kimselerdi. Bunlar birlikte göç eder, savaşlara gider, her konuda ortak ve eşit bir yaşantı sürerlerdi.

Esirler, kölelerle cariyelerden oluşurdu. Köleler veya cariyeler, ya savaşlarda yakalanır ya da tutsak pazarlarından satın alınırlardı. Cahiliye çağında köle ve cariyeler, mal ve eşya gibi alınıp satılır, miras yoluyla bir kimseden ötekine geçer, hediye edilir veya gelin mehri olarak verilirdi. Günümüzün genelev sektörü halen bu uygulamayı sürdürmektedir. Köle ve cariyelerin işledikleri suçların cezaları, özgür insanlara verilen cezalarının yarısı kadardı. Cariyelerden doğan çocuklar da köle veya cariye sayılırdı. Ancak bu çocuklar arasında zeki ve üstün yetenekli olanlarını, babaları isterlerse, kendi evlatları arasına alabilirdi.

Köle veya cariyelere genelde son derece merhametsizce davranılır, kendileri hayvanlardan daha aşağı tutulurdu. Bir köle veya cariye sahibi onları istediği gibi, kayıtsız şartsız her türlü muameleye tabi tutabilirdi. İsterse onu öldürünceye kadar dövebilir, elini, kulağını, burnunu keser, gözünü çıkarır, hatta öldürürdü. Bundan dolayı da hiç kimseye sorumlu olmazdı

Mevali ise köle ile özgürler arasında orta bir sınıftı. Genel olarak azat edilmiş köleler veya cariyelerden oluşurdu. Herhangi bir köle azat edildiğinde o kabilenin bir üyesi kabul edilir, akraba niteliğini kazanırdı. Mevaliler köleler gibi alınıp satılamazdı ama özgür bir kız veya kadınla da evlenemezdi.

Arap toplumunda şarap çok yaygın bir içkiydi. Adeta bir kültürdü. İnsanların şarap hakkında bol bol sohbet etmesi görülürdü. Aynı zamanda şarap edebiyatlarının da büyük bir kısmına sahip olmakla beraber şairler de sık sık şarap muhabbeti açarlardı. İslamiyet’ten önce de zevkine düşkün bir millet olduğu için şarabın bu denli önemli olması şaşırtıcı değildir.

İçkinin yanında kumara da düşkün olan Araplar, kumar oynamadan edemezlerdi. Hatta o zamanlarda kumar meclisine katılmamak toplumda ayıp karşılanırdı. İnsanlar geçimini en kolay yollardan biri olan kumar ile kazanırdı.

Kumar gibi yaygın olan bir diğer etkinlik ise falcılıktır. Fal bakmak-baktırmakgünün sıradan işlerindendi. Fal bakmanın bir yöntemi ise neredeyse bütün Arap toplumunda yaygın olan fal oklarıydı. İnsanlar fal oklarıyla bir yerin kurak olup olmaması, başlarına kötü bir şeyin gelip gelmeyeceğini fal oklarıyla belirlediklerini sanırdı.

Yaygın olan bir diğer şey ise tefecilik idi. İnsanlar ne zaman isterlerse bir borca faiz koyabilir ve bu faizi istedikleri kadar arttırabilirlerdi. Genelde geçen süreye göre kat kat artardı. Tefecilik orada bir meslek veya en basitinden bir alışveriş gibiydi. İnsanlar için faiz arttırma çok normal bir şeydi.

Bu dönemde Arap toplumunun hayvanlarla ilgili adetleri de vardı. Mesela bir deve beş batın birlikte doğurduğunda beşincisi erkek olursa doğuran devenin sütünü sağmak ve o deveye binmek onların inancında haram sayılırdı. Aynı zamanda bir deve sahibi tarafından putlara adanmışsa aynı şekilde ondan yararlanmak haram kılınırdı.

Koyunlar için de ayrı bir adetleri vardı. Eğer doğan kuzu dişi ise onu sahiplenirlerdi ancak eğer erkek olursa bunu putlara adarlardı ve kutsal sayılırdı.

Bu dönemde anlattıklarımız çerçevesinde anlaşılmaktadır ki Arap toplumu tamamen karanlık ve cehalet dolu bir çağ yaşamaktadır. Aynı cahiliye dönemi uygulamalarının yansımalarını günümüz dünyasında da görmekteyiz. Cahiliye devam etmektedir. İslamiyet ile tanışana kadar insanlar hak yemiş, adil olmamış, kölelere ve kadınlara bir hiç gibi davranmıştır. Güçlü güçsüzü ezmiş, içki ve kumar bir adet haline gelmiştir. İnsanlar tefecilik yoluyla para kazanmış ve bunu normal karşılamıştır. İslamiyet onlara bir ışık gibi gelmiş ve yaşadıkları bu dönemden kurtarmıştır. İnsanlığın huzuru adına yeniden İslami değerlerin içselleştirilmesi gerekmektedir.

İslamiyet’in doğuşu sırasında Arap Yarımadası’ndaki Araplar henüz millet haline gelemedikleri için kabileler halinde yaşıyorlardı. Arap Yarımadası’nın en önemli bölgeleri Hicaz, Necid ve Yemen’dir. Yemen, tarıma elverişli topraklara sahiptir. Necid bölgesi ise hayvancılığa elverişlidir. Bu üç yer önemli ticari yolların üzerinde bulunmuştur. Elbette ki konu verimli coğrafyalar olunca rekabet kaçınılmaz olur. Bu yüzden kabileler arasındaki sınır anlaşmazlıkları kan davalarına, kan davaları da savaşlara dönüştü. 

Arap Yarımadası’ndaki bu kan davaları birçok can kaybına neden olduğu için -ki bu can kayıplarının bir kısmı kabile reisleri veya kabilede değer gören kişilerdir- kabileler sıkıntıya girmiştir. Ayrıca bu davalar yarımadadaki her yönden birliğin sağlanmasını geciktirmiştir. Bir siyasi birliğin olmadığı, topluma kabile ırkçılığının egemen olduğu bu dönemde kabileler arasında kan davası ve sınır anlaşmazlıkları gibi nedenlerden sık sık savaşlar yaşanırdı. Toplum yaşamını düzenleyen hukuksal kurallar değil, atalardan gelen örf ve adetler belirliyordu. Bu kurallara uymayanlar kabileden ihraç edilirdi ki, kabileden ihraç edilmek kan bağının kalkması anlamına geldiğinden can güvenliğinin yitirilmesi ile eş anlamlıydı. Çöl yasalarına göre zayıfı yakalayıp tutsak almak bir haktır. Böyle bir kimsenin bir kabileye sığınmaksızın çölde yaşaması da bu nedenle olası değildir.

Kabileleri birbirine kenetleyen ve aralarında kalıcı bir bağ kuran yalnızca kan ilişkisiydi. Güçlü bir kabileye mensup olmak, başka kabilelere karşı övünme vesilesi oluyordu. Evlenmelerde bile kabile ve aile seviyelerinin eşit olmasına dikkat edilir, aşağı kabile mensubu olmak utanç sayılırdı. Bütün bunlar kabilenin gücünü kanıtlamak ve adını onurlandırmak için Arapların fırsat bulunca basit nedenlerden dolayı adam öldürmesine, çapulculuk yapmalarına neden oluyordu.

Zulüm ve zorbalığın hüküm sürdüğü, insanların savaşacak kimse bulamadıklarında kardeşlerine saldırdığı günlerdi. Kan dökmek için fırsat kollayanlar, bazen bir deveyi bahane ederek yıllarca savaşırlardı. Gece  uykuya dalan  insanlar, ticaret için yollara düşen kervanlar kanlı bir saldırıya maruz kalmanın endişesini yaşarlardı. Kan davalarının ardı arkası kesilmez, gücü kuvveti olanlar, mazlumlara rahat vermezdi. Yürekler kin ve nefretle dolmuş, sevgi ve şefkate yer kalmamıştı.  Cahiliye devriydi. Taşa ve tahtaya  tapanlardan merhamet beklenir miydi?

Kabileden birisi yaralandığında ya da öldürüldüğünde bu hırsıza ya da katile karşı kabileler haklarını kendileri aramak zorundaydı. Çünkü aile topluluğunun oluşturduğu gruplar arasında devlet otoritesine benzer bir kurum yoktu ve kollektif sorumluluk anlayışının bir gereğiydi. Bir aşiret ya da klanın oturduğu yerde, bilinmeyen biri tarafından öldürülmüş birisi bulunduğu ve bu klana bağlı kişilerin birinden şüphe edildiği zaman, bütün klan öç alınması için yemin ederdi. Öldürme olayının öcünü almak öncelikle öldürülenin en yakın mirasçısının ödevidir ama öç almak aynı zamanda kabileyi oluşturan bütün bireylerin bir borcudur.

Kan davası kuralına göre, bir kişinin işlediği cürümden bütün soyu sorumlu olurdu. Zaten çok zaman katil, kendi klanı tarafından korunduğundan, dökülen kanın öcünü alma, çoğu kez kuşaklar boyu süren ve yeniden bir sürü insanın öldürüldüğü kanlı savaşlara, çarpışmalara neden olurdu. Bu savaşlar Kabe’ye saygılarını göstermek için, Kabe ziyareti ve umre sırasında yılda dört ay durdurulurdu. Zilhicce, Muharrem, Safer, Rebiülevvel aylarından oluşan bu aylara   Haram Aylar denilirdi. Ticari seyahatler, akraba ziyaretleri bu günlerde yapılır, cahiliye devrinin meşhur panayırları bu tarihlerde kurulurdu. Ne var ki yüreği taş kesilmiş kimseler bu aylara dahi saygı göstermez,  kan dökmeye, savaşmaya devam ederlerdi. Haram aylarda yapılan bu savaşlara Ficar Savaşları denilmiştir.

Öç alma şüphesiz diyet olarak deve vermekle de durdurulabilirdi. Ne var ki Cahiliye dönemi aynı zamanda, kahramanların mezarları başında deve kurban eden Arapların kahramanlıklarıyla övündükleri bir dönemdir. Bu nedenle anlaşmak bir şerefsizlik olarak görülür, katili kendileri öldürmeyi tercih ederlerdi. Çünkü bedevinin bütün işlerini düzenleyen yüksek şeref duygusu, onun ahlak prensibinin temelini oluştururdu.

Araplarda aile toplulukları arasında çıkan kan davaları müthiş kavgaların ortaya çıkmasına sebep olmuş, bu yüzden de diyet müessesesi doğmuştur. İslamiyet geldiğinde öç alma geleneği yüzünden Araplarda her gün yaşanan cinayetler gayet sıradan olaylardan biriydi.

***

Elbette Cahiliye dönemi Arap toplumu tamamıyla kötü özelliklere sahip değildi. Özellikle konukseverlikleri, her araştırmacının dikkatini çekecek ölçüdedir.

Cahiliye dönemindeki Arap toplumunun özelliklerini ve yaşam biçimlerini inceleyenler, yoksulluğun onları devamlı tehdit ettiğini görür. Yağmur pek az yağar. Yer kurak, bitkiler yok denecek kadar azdır. Zaman zaman açlıkla karşı karşıya kalmayan Arap sayısı pek azdır. Bu durum güçlü iken aciz, zengin iken fakir olma korkusu ile gücü yetenleri servet elde edebilmek için zorluklara katlanmaya sevk ediyordu. Bu durum bir kısım insanlarda empati duygusunun ortaya çıkmasına neden oluyordu. Korku ve kaygılar belirleyici unsurlardı.

İşte bu düşüncenin ışığında, Arap tarihi cömertlik ve ihsanın çeşitli örnekleri ile doludur. Araplarda mal gaye değil, araçtı. Mal, onların sıkıntıda olanları kurtarmak, muhtaçlara yardım etmek ve bunun gibi kutlu gayeleri gerçekleştirmek için bir araç idi.

Geniş, suskun çöl geceleri köyleri ve su kaynaklarını yutardı. Geceleyin yolculuk yapanların, yollarını kaybetmeleri işten bile değildi. Yolunu kaybedenlerin yollarını bulmaları için, yüksek yerlerde ateşler yakmak Arapların geleneği idi. Ateş, Araplar arasında ziyafete daveti temsil ederdi.  Onun için kölelerine ateşi alevlendirmeye devam etmelerini, onu sürekli odun ve çalılarla beslemelerini emrederlerdi. Bunu, misafirin ateşe gelmesi umuduyla yapar, kölelerine de, eğer ateşi görüp de bir konuk gelirse ona özgürlüğünü bağışlamayı vaat ederlerdi.

Bir diğer adetlerine göre de, yolcu yolunu şaşırır da ateş göremezse köpek gibi ulur, köpekler de ona cevap verir böylece kabilenin bulunduğu yeri bulmuş olurdu. Bu kabile gelen misafirlere ikram için koyun keser, köpeğin payı da unutulmazdı. Misafir sahibi, gelen konukla çok sevinir, onu konaklatır ve güler yüzle karşılardı. Misafiri kendi çocuklarının yerine koyardı.

Çölde yaşayan Araplar, yardımlaşma konusunda en gelişmiş toplumların özendikleri dereceye çıkmışlardı. Onlara göre, vermek asil bir huydu. Araplar, bir görevi yerine getirmek veya yasaya uymak zorunda oldukları için cömertlik yapmıyordu. Onlar, sadece canı istediği ve kendisine zevk verdiği için son derece cömertti. Bu cömertlik İslamiyet’in gelişi ile de zirve yapacaktı. Yunanlılar’ın Hedonizmine benzer bir durumdu; iyilik yapmaktan daha zevk verecek bir duygu yoktur! İşte bu Hedonizmi Avrupa 16. yüzyıldan sonra apışarası ile işkembe arasına sokuşturmuş, zevkperestlik fikrine yol açmıştır. Günümüze olan etkisi de tartışmasızdır.

***

Şiir, Arapların büyük değer verdikleri bir sanat dalıydı. Zaten Kuran’ın söze dayalı mucizevi özelliği Arapların bu üstün meziyetlerine karşıda bir meydan okumaydı. Bugünün insanlarının büyük bir şarkıcının veya meşhur ses sanatçısının etrafında toplandıkları gibi Araplar da şairlerin çevresinde toplanıp okudukları kasideleri dinlerlerdi. Ukaz, Micenne ve Zu’l-Mecaz gibi ünlü panayırları vardı. Araplar alış-veriş için buralarda toplanırlar, şairler de yeni şiirlerini sunmak için panayırları fırsat olarak değerlendirirlerdi. Şair şiirini okurken kabilesi de etrafında durur, ona tezahürat yaparak gayrete getirir ve onunla iftihar ederdi. Panayırlarda en iyi kasideler seçilerek, bir deve derisine yazılır ve mabutlardan uzak olmaması için Kabe’ye asılırdı. Ukaz panayırı, şiir sahasında panayırların en tanınmışı idi. Araplar arasında şairin konumu gerçekten yüce idi. İnsanların nezdinde en üstün mertebede şairler bulunurdu. Bir kabileden adını duyuran bir şair çıktığı zaman diğer kabilelerden konuklar bu kabileyi kutlamaya gelirlerdi. Şairin kabilesi buna sevinir, kurbanlar keser, halka yemek ikram ederdi. Kabilenin kadınları da çalgı çalarlar, dans ederler ve şarkı söylerlerdi. Çünkü şair kabilesini şiiri ve diliyle bir süvarinin kılıç ve harbesiyle savunmasından çok daha iyi savunurdu. Aynı zamanda şair olayları şiiriyle tescil eder, diğer kabilelerin şairleri şiirleriyle kabilesine sataştığı zaman onlara yanıt verirdi.

Araplar arasında şiir ve şairlerin etkisi büyüktü. Çünkü şair önemsiz birini övünce değerini yüceltir, şerefli birini eleştirdiğinde itibarını azaltırdı. Şairler kabilesi için övünç kaynağı olduğu gibi aynı zamanda korkulan kimselerdir. Zira sıradan bir insanın elde etmesi olanaksız olan bir ilme vakıf olduğu düşünülen şairlerin gözle görülmeyen bir takım kuvvetlerle irtibat halinde olduğu düşünülürdü. Bunun sonucunda bir takım beddualarla düşman üzerine bela ve kötülükler yağdırabilirdi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KABE VE FİL OLAYI

 

Sözlük karşılığı “küp şeklinde nesne” manasına gelen Kabe’nin yeryüzündeki ilk mescid olduğu gerçeğini hatırlatırım. Yaratılan ilk insan Adem yeryüzüne indirildiğinde Mekke’de bir mabed inşa etmekle görevlendirilir. Kuran’da şöyle buyurulur:

“Şüphesiz, alemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mabed), Mekke’deki (Kabe)dir.” (Al-i İmran, 96)

Yeryüzünde ilk inşa edilen mescidin “Kabe”, ikinci inşa edilenin ise “Mescid-i Aksa” olduğu rivayet olunmaktadır.

Mekke vadisi ilk insanla birlikte seçilip mukaddes kılınmıştır. Kabe, Nuh Tufanı’ndan sonra, uzunca bir süre kumlar altında kaldı. İbrahim Peygamber, seneler sonra hanımını ve oğlunu bıraktığı Mekke’ye geldiğinde oğlu İsmail’e;

“–Rabbimin emri var. Bir beyt(ev) inşa edeceğiz. Sen de bana yardım edeceksin!” dedi.

İsmail taş taşıdı, İbrahim Peygamber’de duvarlarını inşa etti.

Bu durum Kuran’da “Bir zamanlar İbrahim, İsmaîl ile beraber Beytullah’ın temellerini yükseltiyor, (ve şöyle diyorlardı:) «Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz Sen işitensin, bilensin.»” (el-Bakara, 127) diye açıklanmıştır.  Kabe’nin inşası tamamlanınca Hz. İbrahim ve Hz. İsmail Allah’a şöyle dua ettiler:

“Ey Rabbimiz! Bizi Sana teslim olanlardan kıl! Neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar; bize ibadet usüllerimizi göster; tevbelerimizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak Sen’sin. Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Sen’in ayetlerini kendilerine okuyacak, Kitap ve hikmeti öğretecek, (nefislerini) tezkiye edecek bir Peygamber gönder! Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız Sen’sin!” (Bakara, 128-129)

Kabe’nin inşası bittikten sonra, Allah Hz. İbrahim’e bütün insanları hacca davet etmesini emretti:

“İnsanları hacca davet et; yürüyerek veya zayıflamış binekler üstünde (uzak yollardan) her derin vadiyi aşarak sana gelsinler.” (El-Hacc, 27)

Bundan sonra yakın ve uzak beldelerden ziyaretçiler Hicaz bölgesine gelerek Beytullah’ı ziyarete başladılar. Kabe önemli bir dini merkez haline gelerek bütün insanların övgüsünü kazandı.

Öte yandan Kabe, sahip olduğu kıymet ve kutsiyeti çekemeyen pek çok müşrik kavmin saldırısına da maruz kaldı. Yemen hükümdarı Ebrehe’nin meşhur saldırısından önceki asırlarda, putperest olan Yemen hükümdarlarından üçü daha Kabe’yi yıkmak istemişti. Hüsranla neticelenen benzeri olaylarla Kabe’nin önemini halk nazarında  itibarını daha da yükseltti. Kabe, Mekke ve Kureyşlilerin ilahi koruma altında oldukları inancı, Arabistan halkı tarafından benimsendi.

İbrahim Peygamber’den sonra Beytullah’ta ibadet, putperestliğin başladığı zamana kadar tevhid esaslarına uygun bir şekilde devam etmiştir. Ancak Mekke’de putperestliğin yayılmasıyla beraber, müşrikler tarafından Kabe’nin içine ve etrafına birçok put dikilmiştir. Buna rağmen Kabe hiçbir zaman putlara adanmamış, daima “Beytullah” ismiyle yad edilmiştir.

Kabe ile ilgili, inşa edildiği günden itibaren yerine getirilen birtakım özel görevler vardı ki, bunları ilk zamanlar İsmail Peygamber yerine getirmişti.

Kabe’nin güvenliği ve anahtar koruyuculuğu, Hacılara tatlı su ikram etmek ve Zemzem kuyusunun bakımı, fakir hacılara yemek ikram etmek, onları barındırıp ağırlamak gibi görevler Kabe açısından önem arzetmekteydi. Bu görevleri yerine getirmek en büyük şeref sayılırdı. Bu hizmetler günümüze kadar önemini yitirmeden devam etmektedir.

***

52 gün vardı daha alemlere huzur getirecek olanın dünyaya gelişine. Cahiliye karanlığını yok edecek hidayet güneşinin doğuşuna az zaman kalmıştı. Kabe’ye Hac mevsiminde  her taraftan insanların akın akın gelmesi, ziyaret etmesi çevre topluluklarda birtakım kimseler tarafından  hazmedilemiyor ve rahatsızlık duyuyorlardı. Bunlardan biri de,   Ebrehe Esrem idi. Ebrehe, Yemen’de, Aksum Krallığı’na bağlı Hristiyan bir vali idi ve Arapların her sene hac amacıyla Mekke’ye gitmelerini istemiyordu. Sana’da büyük bir kilise yaptırdı ve ismini Kuleys koydu.

Ebrehe Habeş Kralı’na halkın hac için ancak Kuleys’i ziyaret edebileceklerini, Mekke’ye gidenlere izin vermeyeceğini yazarak onun da desteğini aldı.

Kilisenin içini büyük masraflar sonucu altın ve gümüşle süsledi, dışını çeşitli yerlerden getirttiği son derece kıymetli taşlarla donattı. Öyle ki, o anda yaptırdığı kilisenin bir benzeri başka bir yerde yoktu!

 Bu süs ve tezyinat ile Ebrehe, güya halkı buraya yönlendirecekti. Dolayısıyla Kabe’ye karşı gösterilen muazzam ilgiyi aklınca kırmış olacaktı!

 Fakat, Ebrehe’nin bütün bu masraf ve gayretleri boşa çıktı. Yaptırdığı kilisenin müstesna süslemelerini ve muhteşem yapısını görmek için birçok kimse etraftan geldi. Ama sadece süsünü püsünü görmek için. Kabe’ye olan akın, eksilmek şöyle dursun, artarak devam ediyordu!

 Ebrehe’nin, Kabe’ye olan ilgi-sevgi-saygıyı kırmak niyetiyle muhteşem bir kilise yaptırdığı, Araplarca da duyulmuştu. Bu arada, Kinane Kabilesinden Nevfel adında biri, bu kiliseyi kirletmeyi aklına koydu. Bir gece yarısı giderek Kulleys’in içini dışını pisliğiyle kirletti, sonra da kaçıp memleketine döndü.

 Bu olay, insanların Kabe’ye ilgisinin devam etmesinden fazlasıyla öfkelenmiş bulunan Ebrehe’yi bütün bütün çileden çıkardı. Olayı Araplardan birini yaptığını da öğrenince, “Araplar  bunu, Kabe’lerinden yüz çevirttiğim için yapıyorlar. Ben de onların Kabe’sinde taş üstünde taş bırakmayacağım!” diye yemin etli. Sonra da, Kabe’yi yıkmak gayesiyle Mekke üzerine yürümeye hazırlandı. Habeş kralından “Mahmud” adındaki meşhur filini istedi. Kral Necaşi, o sırada dünyada büyüklük ve kuvvetçe eşsiz olan Mahmud isimli fili, Ebrehe’ye göndererek arzusunu yerine getirdi. Ebrehe, ordusunu hazırladı, Mekke’ye doğru yola çıktı. Bu arada, bazı Arap kabileleri, bu büyük orduya karşı çıktılar, fakat başarı gösteremediler ve Ebrehe tarafından mağlub edildiler.

Ebrehe, ordusuyla Mekke’ye yaklaşınca, bir süvari birliğini öncü olarak gönderdi. Süvari birliği, Mekke civarına kadar sokularak Efendimizin dedesi Abdulmuttalib’in 200 devesi de dahil Kureyş ve Tihamelilerin sürülerini gasbetti.  Bu sırada, Abdulmuttalib, Kureyş Kabilesinin reisi idi. Ebrehe bir elçiyle, Kureyşlilere şu haberi gönderdi:

 “Ben sizinle harbetmek için değil, şu mabedi yıkmak için geldim! Eğer bana karşı koymazsanız, kanınızı akıtmaktan vazgeçerim. Şayet Kureyş Kabilesinin reisi benimle harbetmek istemiyorsa, yanıma kadar gelsin!”

 Kureyş Reisi Abdulmuttalib’in, elçiye cevabı “Allah adına yemin ederiz ki, biz kendisiyle harbetmek istemiyoruz. Zaten, buna gücümüz de yetmez. Yalnız, bu mabed, Allah’ın evidir. Onu yıkılmaktan ancak Allah koruyabilir. O kendi mukaddes beytini muhafaza etmezse, bizde Ebrehe’yi bu hareketinden vazgeçirecek güç ve kuvvet yoktur.” şeklinde oldu.

Karşılıklı bu konuşmadan sonra Abdulmuttalib, elçiyle birlikte Ebrehe’nin yanına vardı. Abdulmuttalib, isteğini belirtti: “Askerlerin, 200 devemi almıştır. Arzum, develerimin iadesidir.”

Ebrehe, bundan pek hoşlanmadı ve alaylı bir tavırla, “Seni görünce büyük bir adam zannetmiştim; konuşmaya başlayınca, pek de öyle büyük olmadığını anladım! Ben, senin ve atalarının tapınağı olan Kabe’yi yıkmaya gelmişken sen, ondan söz etmiyorsun da, aldığım 200 deveden bahsediyorsun!” diye konuştu.

Abdulmuttalib, Ebrehe’nin alaylı tavrına aldırmadan, “Ben, develerimin sahibiyim. Kabe’nin de bir sahibi ve koruyucusu vardır; elbette onu koruyacaktır!” diye karşılık verdi. Bu sözler, Ebrehe’yi hiddete getirdi ve şöyle konuştu: “’Onu bana karşı kimse koruyamaz!”

Abdulmuttalib, “Orası beni ilgilendirmez. İşte sen ve işte o!..”  dedi.

Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Ebrehe, Abdulmuttalib’in gasbedilen develerini geri verdi. Abdulmuttalib, ordugahı terkederek Mekke’ye geldi ve olup bitenleri Kureyşlilere anlattı. Ayrıca, 200 deveyi de Allah için kurban etmek üzere işaretleyerek serbest bıraktı.

Abdulmuttalib, ayrıca Ebrehe ordusunun şerrinden ve zulmünden korunmak için Mekke’yi boşaltmalarını halka tavsiye etti. Kendisi de birkaç kişiyle birlikte Kabe’nin yanına vardı ve kapısının halkasına yapışarak, “Allah’ım!.. Bir kul dahi evini barkını korur. Sen de kendi evini koru! Ta ki, yarın onların kuvvetleri, senin kuvvetine galebe çalmasın.”  diye dua etti.

Mekke boşaltıldı. Halk, dağ başlarına ve kuytu yerlere sığınarak, Ebrehe ordusunun yapacaklarını beklemeye koyuldu. Mekke mahzun, Kabe mahzun, Kureyş mahzundu. Ertesi günün sabahı idi.

Mekke üzerine yürüyüp Kabe’yi yerle bir etmek için, Ebrehe ordusunda hazırlık tamamdı. Ordu tek bir işaret beklemekteydi.O esnada ordunun başındaki heybetli fil birdenbire yere çöküverdi. Fili ayağa kaldırmak için her tedbire başvurdular, fakat bir türlü başaramadılar. Yönünü Yemen’e doğru çevirdiklerinde koşuyor, Şam’a doğru çevirdiklerinde yine koşuyor, doğu tarafına yönelttiklerinde aynı şekilde durmadan koşuyordu. Ancak, yüzünü Mekke’ye doğru çevirdiklerinde, adeta bacaklarındaki kuvvet birdenbire çekiliveriyor ve Mahmud çöküveriyordu.

 Bu heyecanlı anda, kimsenin filin bu hareketine akıl erdiremeyip düşündüğü sırada, Kur’an’da “Ebabil” diye adlandırılan kuşları, deniz tarafından, Ebrehe ordusunun üzerine salıverdi. Kırlangıçlara benzeyen bu kuşların her biri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında olmak üzere nohut veya mercimek tanesi büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Bu taşların isabet ettiği her asker, anında yerde debelenip ölüveriyordu. Taş yağmuruyla karşı karşıya kalan askerler, şaşırıp kaldılar. Bir anda karargah, yıkılan, yere serilen insan ve hayvanlarla doldu. Kendilerine taş isabet etmeyenler ise, kaçışmaya başladılar. Ebrehe’ de o anda canlarını zor kurtaranlar arasında idi. Fakat, aldığı bir taş yarasıyla sonradan o da, arzusuna gerçekleşmeden ölüp gitti.

Bu arada, Kabe üzerine yürümemenin bir ödülü olarak Mahmud adındaki fil de sağ kurtuldu.

Yüce yaratıcı Ebrehe ordusuna Ebabil kuşlarını musallat ettikten sonra, ayrıca arkasından sel halinde yağmur yağdırdı. Yağmur seli, Ebrehe ordusunun ölülerini de silip süpürerek denize döktü. Yüce Rabbimiz, Kuran’da bu hadiseyi Fil Suresi’nde bize şöyle haber verir:

 “(Ey Resulüm!.. Kabe’yi tahrip etmek isteyen) Ashab-ı Fil’e (fillerle donatılmış Ebrehe ordusuna) Rabbinin ettiğini görmedin mi? Onların kötü niyet ve girişimlerini boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar salıverdi, onlara ‘siccipden [pişmiş çamurdan] taşlar atıyorlardı. Derken, Rabbin, onları (kurtlar tarafından kemirilip doğranan) yenik ekin yaprakları haline getirdi!”

Bu hadise, Efendimizin peygamberliğinin bir deliliydi. Zira, dünyaya gözlerini açmaya pek az bir zaman kala meydana gelmiş ve doğum yeri, sevgili vatanı ve kıblesi olan Mekke ve Kabe-i Muazzama, harika ve gaybi bir surette Ebrehe ordusunun tahribinden kurtulmuştur.

Allah’ın rahmet ve hikmeti, elbette elçisinin yüzü suyu hürmetine bu muazzam mabedi Ebrehe ordusuna çiğnetmeye müsaade etmezdi ve etmedi de!

Efendimize peygamberlik görevi verilmeden önce, peygamberliğiyle ilgili olarak meydana gelen harikulade olaylara “irhasat” denir. Bu hadiseler, Efendimizin peygamberliğine kanıt teşkil ederler. Alimler, Fil Vak’asını da irhasatdan kabul etmişlerdir.

 

 

 

 

 

DOĞUMUNDAN ÖNCE

 

Efendimiz, tek önder ve tek liderimiz dünyaya gelmezden önce ve doğumu esnasında O’nun Allah tarafından günaha, ahlaksızlığa ve cehalete son vermesi için insanlığa yol gösterici olarak gönderilen son peygamber olduğuyla ilgili çok sayıda alametler ortaya çıkmıştır.

Evet; dünyaya kıyamete kadar manen reis olacak, tek önder ve tek lider olacak, dünyanın manevi iklimini iyilikten yana değiştirecek, dolayısıyla kainatın tek yaratıcı olan Allah’ın iradesinde olduğunu gösterecek Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed Peygamber’den bahsediyoruz.  O ki dünyayı ahirete  tarla yapacaktır.

O ki, dünyadaki ve kainattaki yaratılmışların kıymetlerini Allah’ın sanatları oldukları dersini insanlığa vermekle  ilan edecektir.

O ki, “İnsanlar’a ve Cinler’e” ebedi mutluluğun tek yolunu gösterecektir. Onları ebedi yok olma korkusundan kurtaracaktır. Dünyanın ve kainatın ve içindekilerinin yaradılış hikmet ve sırlarını açacaktır. İlmin baş öğretmeni olacaktır.

O ki, kainatı yaratan yüce yaratıcı Allah’ın maksadını bilecek ve bildirecektir. İmtihan konusunda irade sahibi olan insanın yaratılmışların en şereflisi olduğunu tescilleyecektir. Allah’ın emir ve yasaklarından uzaklaşanların ise bu kez yaratılmışların en aşağısı konumuna düşecekleri konusunda uyaracaktır. Yaratıcıyı yaratılana tanıtacaktır. 

Onun ki başarılı ve örnek hayatı kıyamete kadar insanlara yol göstericiliğini sürdürecektir. Vahye dair sultanlığı ve saltanatı mesajını idrak etmişlerce günümüzde de devam etmektedir. 

O ki, Allah’ın elçisidir. Onun gelişi bütün yaratılmışlar için bir mutluluk vesilesidir. İnsanlar onun gelişi ile küfür-cehalet karanlıklarından kurtularak imanın ışığına kavuşacaklardır. İnsanları delaletten-gafletten kurtarıp onların sonsuz mutluluğuna, Cennet’e ve Rablerine perdesiz kavuşmalarına vesile olacaktır.

Eşkaliyle tanımaya başlayalım hidayet rehberimizi. Hz. Ali’nin tarifiyle Peygamberimizin boyu ne çok kısa, ne de çok uzundu, orta boyluydu. Ne kıvırcık kısa ne düz uzun saçlı; saçı, kıvırcıkla düz arasında idi. Yuvarlak yüzlü, duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kirpikliydi.

İri kemikli ve geniş omuzluydu. Göğsü, ortadan karnına kadar kılsızdı. İki avucu ve tabanları dolgundu. Yürüdüğü zaman, sanki yokuş aşağı iner gibi rahatlıkla ilerlerdi. Sağına ve soluna baktığında bütün vücuduyla dönerdi.

O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu, en arkadaş canlısıydı. Kendilerini ansızın görenler O’nun heybeti karşısında sarsıntı geçirirler, fakat üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, O’nu her şeyden çok severlerdi.

O’nun doğumuyla müjdelendi bütün mahlukat. Eğer ki gün gelir, yani günümüzde olduğu gibi cehaletten ve zulümden karanlığa bürünürse bütün dünya kurtuluşun ve huzurun tek yolu yine o şanlı tebliğcinin işaret ettiği konulara dikkat etmek, ona göre de inanmak ve yaşamak gerekir. Hz.Aişe validemizin rivayet ettiğine göre, Mekke’de ticaretle uğraşan bir Yahudi Resulullah’ın doğduğu gece doğuşuna alamet olan yıldızın doğduğunu görmüş, katıldığı Kureyş meclislerinden bir mecliste:

“Ey Kureyş cemaati! İçinizde bugün çocuğu doğan oldu mu?” diye sormuş meclistekiler içlerinde çocuğu doğan kimsenin olmadığını haber vermişlerdi. Yahudi,  “Ey Kureyş topluluğu! Beni iyi dinleyin, sözlerimi ezberleyin bugün ahir zaman Peygamberi doğdu.”

Meclis dağılıp herkes evlerine gidince, kimileri ailelerine Yahudi’nin sözlerini haber verdiler. Bunun üzerine “Abdulmuttalib’in bir torunu olmuş. İsmini de Muhammed koymuşlar” dediler.

Sabah olunca meclistekiler akşam kendilerine soru soran Yahudi’ye dün gece bir çocuğun doğduğunu söylediler. Yahudi:

-O çocuk ben size söyledikten önce mi,yoksa sonra mı doğdu, dedi. Oradakiler çocuğun kendilerine haber vermeden önce doğduğunu söylediler. Yahudi’yi Peygamber Efendimizin evine götürdüler Yahudi çocuğu görmek isteyince Peygamber Efendimizi getirdiler. “Vallahi artık Yahudilerin elinden peygamberlikte,  kitapta gitti. Bu İshakoğullarının hükümlerinin kalmayacağına, bilginlerinin de itibarlarının kalmayacağına verilmiş bir hükümdür. Araplar Peygamberlikle büyük bir şeref ve izzet kazanacak.” dedi.

 Yahudiler ki Medine’de Araplarla beraber yaşıyorlardı.  Zaman zaman onlarla kavgalar eder ve atışırlardı. Atıştıklarında “Yakında son peygamber zuhur edecek. Bizler onunla olup sizleri Ad ve İrem kavimleri gibi helak edeceğiz” diyorlardı. 

Peygamber Efendimizin doğduğu gece bir başka Yahudi gökyüzünde daha önce görmediği bir yıldız görmüştü. Bunu bir peygamberin doğumuna işaret sayarak damına çıkıp bütün avazıyla “Ey Yahudi topluluğu!  Bu gece Ahmet’in yıldızı doğdu” demişti.

Annesi, Amine ‘den bildirilene göre Efendimize hamile iken hamile kadınların çektiği hiç bir sıkıntıyı çekmemiş,  doğum öncesi ve doğum sonrasında her hangi bir acı çekmemiştir.

Peygamber Efendimiz’in doğduğu gece dünyanın zalim idarecelerinden Kisra’nın sarayının gösterişli on dört sütunu yıkılmış, sarayda  dehşet  ve  korkuya  sebep  olmuştur.

İran’ın  Istahrıbat  şehrinde  bin  yıldır  sönmeyen  Mecusiler’in    kutsal  ateşi  Peygamber  Efendimiz’in  doğduğu  gece  sönmüştü.

Kudsiyet arzedilen Save  gölünün suları çekilip  kurumuş,  Irak’ta ise Fırat  Nehri’nin  yakınlarındaki Semave vadisi ise sularla dolmuştu.

İran’ın baş kadısı ve din adamı Nubezan rüyasında bazı başıboş develeri bir sürü Yörük atlarını önlerine katarak Dicle ırmağını geçerek İran topraklarına kadar ulaştıklarını görmüştü.

Bu dört olayın aynı gece ve saatlerde meydana geldiği Kisra’ya haber verildiğinde, Kisra bunları kahinlere yorumlattı. Bütün kahinler 14 hükümdar sonra Sasani imparatorluğuna Araplar tarafından son verileceğine yormuşlardır.

Efendimizin doğduğu gece annesinin yanında bulunan Şifa hatun o gece her tarafı bir nurun kapladığını şahit olmuş ve bunun daha sonra oğlu Abdurrahman bin Avf’ a anlatmıştı. Bütün bu olaylar yeni bir ufkun aydınlık bir geleceğin tüm dertlere çare olacak kutlu bir misafirin habercisiydi. Kainat Efendisi dünyaya teşrifleriyle zulüm ve zorbalığın sembollerini yerle bir etmiş, insanlığın aklını ve yüreğini işgal eden mekanlar ortadan kalktı. Coşkun gönüller misali akan seller vadileri doldurdu. Dünya seması nihayet hidayet güneşine kavuştu.

Muhammed Peygamber M.S. 571 senesinde, 20 Nisan Pazartesi gecesi sabaha karşı, Mekke’de doğdu.  Arap yarımadasının batısındaki Hicaz bölgesinde yer alan Mekke’ de... Abdülmuttalib, torununun doğumu şerefine verdiği ziyafette çocuğun adını soranlara:”Muhammed adını verdim. Dilerim ki, gökte Allah yeryüzünde halk, O’nu hayırla ansınlar...” cevabını verdi. Annesi de ona “Ahmed” dedi. Muhammed, üstünlük ve meziyetleri anılarak çok övülen demektir. Ahmed ise yaratıcımızı yüce sıfatları ile öven, hamd eden kimse demektir.

Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bunun sebebi o sırada Araplar arasında belirli bir takvimin kullanılmamasıdır. Genel kabul gören kanaate göre Fil Vakası’ndan 50-55 gün sonra Rebiülevvel ayında (Nisan) Pazartesi günü dünyaya gelmiştir. 

Muhammed Peygamber’in babası, Kureyş’in Beni Haşim kolundan Abdullah bin Abdülmuttalib, annesi ise Kureyş kabilesinin Beni Zühre koluna mensup Vehb bin Abdümenaf’ın kızı Amine’dir. Hz. Peygamber onların evliliklerinden dünyaya gelen biricik çocuklarıdır.

Peygamberimizin babası Abdullah, akranları arasında çok beğenilen yakışıklı bir gençti. Yüzünde diğer gençlerde bulunmayan bir güzellik ve parlaklık vardı. Bunun Hz. Peygamber’e ait “nübüvvet nuru” (peygamberlik nuru) olduğu kabul edilir. Rivayete göre Abdullah’ın babası (Peygamber’in dedesi) Abdülmuttalib Zemzem Kuyusu’nu yeniden ortaya çıkarıp onardığı sırada Kureyş’in bazı ileri gelenleri onu alaya alıp küçük düşürmek istemişlerdi. O sırada Haris’ten başka oğlu olmayan Abdülmuttalib onlara karşı savunmasız bir durumda olduğundan, on oğlu olursa birini Allah’a kurban edeceğine dair adakta bulunmuştu. Bir süre sonra duası gerçekleşip on oğlu dünyaya geldiğinde gördüğü bir rüyada kendisine adağı hatırlatılmış, o da oğullarından hangisini kurban edeceğini belirlemek için kuraya başvurmuştu. Kura o sırada en küçük oğlu olan Abdullah’a çıkınca onu kurban etmeye karar vermiş ancak başta kızları olmak üzere pek çok kimse bu karara karşı çıkmıştı. Adağını yerine getirebilmek için bir çözüm arayan Abdülmuttalib kendisine yapılan bir tavsiye doğrultusunda Abdullah ile o günkü örfe göre diyet olarak kabul edilen on deve arasında kura çektirmiş, fakat kura yine Abdullah’a çıkmıştı. Abdülmuttalib deve sayısını onar onar artırarak kuraya devam etmiş, sayı yüze ulaşınca kuranın develere çıkması üzerine 100 deve kurban etmişti. Böylece çok sevdiği oğlu Abdullah’ı da kurtarmıştı. Bundan dolayı Hz. Peygamber, hem babası Abdullah’ın hem de büyük atası Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’in kurban edilmekten kurtulmuş olduğunu kastederek “Ben iki kurbanlığın oğluyum” demiştir. Ne yazık ki, eski insan topluluklarında insan kurban etme geleneksel bir davranıştı.

Abdullah gençlik çağına ulaştığında kendisine gelen birçok evlilik teklifini kabul etmemiş, nihayet babasının teşebbüsüyle Vehb’in kızı Amine ile evlenmiştir. Abdullah’ın bu sırada on sekiz yaşında olduğu anlaşılmaktadır. Abdullah ticaret için gittiği Suriye’den dönerken Yesrib’e (Medine) uğramış ve orada babasının dayıları olan Adi bin Neccar oğullarını ziyaret etmişti. Ancak bu sırada hastalanıp akrabalarının yanında bir ay kadar hasta yattıktan sonra vefat etmiş ve Medine’de defnedilmiştir. Abdülmuttalib Abdullah’ın hastalığını haber alınca büyük oğlu Haris’i Medine’ye göndermiş ancak o daha şehre ulaşmadan kardeşi vefat etmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber yetim olarak dünyaya gelmiştir.

Peygamberimizin annesi Amine Kureyş kızları arasında iyi bir yere sahipti. Babası Vehb de Zühre oğullarının ileri gelenlerinden biriydi. Abdülmuttalib, oğlu Abdullah’ı yanına alarak Amine’yi babasından veya diğer bir rivayete göre amcası Vüheyb’den istemiş, olumlu cevap verilmesi üzerine evlilik gerçekleşmiştir. Zamanın gelenekleri doğrultusunda evliliğin ilk üç günü Amine’nin evinde geçmiştir. İslam kaynaklarında Hz. Muhammed’in ana rahmine düşmesinden doğumuna kadar geçen zaman içinde bazı olağanüstü olayların meydana geldiğine dair değişik rivayetler yer almaktadır. Bir rivayete göre annesi Amine Hz. Peygamber’e hamile olduğu sırada bir rüya görmüş, rüyada kendisine önemli bir kişiye hamile olduğuna işaret edilerek doğacak çocuğa Muhammed veya Ahmed adını vermesi söylenmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÇOCUKLUĞU ve GENÇLİĞİ

 

Efendimiz kutlu doğumunun ardından bir süre annesi Amine’nin yanında kalır, daha sonra gelenek olduğu üzere sütanneye verilir. O zamanların inanışına göre çocukların sütanneye verilmesinde ki temel sebep çocukların şehir yerine daha sağlıklı olan çöl havasında büyümelerini sağlamak ve konuşma çağında fasih Arapça öğrenmelerine imkan vermekti. Peygamber de bu geleneğe uyularak Hevazin kabilesinin Sad bin Bekir koluna mensup Halime bint Ebu Züeyb’e verildi. Halime, sütanneliği yaparak geçimini sağlayan diğer çöl insanı olan bedevi kadınlarla ve kocası ile birlikte  aynı zamanda bir kıtlık yılı olan o zamanda  Mekke’ye gitmişti. Lakin geçimlerine kolaylık saplamak için genellikle tercih edildiği üzere zengin bir aile çocuğu bulamamıştı. Ayrıca Efendimizin yetim olduğunu öğrenince de O’nu almakta tereddüt göstermişti.  Buna rağmen Mekke’den boş dönmemek için sütanneliği yapmak üzere O’nu yanında götürmeye karar vermişti. Nihayet Efendimiz iki yıl sütannesi Halime’nin yanında kalır. Sonrasında Mekke’ye geri getirilir. Amine ise, çöl havasının çocuğuna yaradığını gördüğü, bazı rivayetlere göre ise o sıralarda Mekke’de veba salgını bulunduğu için onun bir müddet daha Halime’nin yanında kalmasını ister. Peygamberimiz bu kez dört veya beş yaşına kadar daha sütannesinin yanında kalır. Sonra da Mekke’ye getirilerek annesine teslim edilir. Peygamberimizin sütbabası Haris bin Abdüluzza, sütkardeşleri de Abdullah, Üneyse ve Şeyma idi. Rivayete göre Halime ve Haris, Muhammed’i yanlarına aldıktan sonra ailecek bolluk ve berekete kavuştular; deve ve koyunları eskisinden çok daha fazla süt vermeye başladı. Halime ve Haris’in baştan beri birçok olağanüstü özelliğine şahit oldukları, Efendimiz hakkında olup biteni izah edememekten kaynaklanan bir endişe yaşadıkları ve bu harikulade çocuğu ailesine iade etmenin daha doğru olacağını düşünmeye başlamışlardır.

Ailesine bırakılan efendimiz altı yaşına geldiğinde annesi Amine O’nu da cariyesi Ümmü Eymen’le birlikte yanına alarak Yesrib’e götürdü. Burada hem babası Abdullah’ın mezarını hem de Abdülmuttalib’in annesi dolayısıyla ailenin dayıları sayılan Beni Neccar mensuplarını ziyaret ettiler. Amine, Yesrib’de bir ay kadar kaldıktan sonra Mekke’ye dönerken Medine’ye yaklaşık 190 km. uzaklıkta bulunan Ebva denilen yerde hastalanır ve genç yaşta Rabbine kavuşur. Hz. Amine’nin, ölümünden kısa süre önce küçük yavrusuna bakarak şöyle söylediği anlatılır: “Her yaşayan ölür. Her yeni eskir. Her çok azalır. Her büyük yok olur. Şüphesiz ben de öleceğim, ama devamlı anılacağım. Çünkü dünyaya oğlumu hayırlı bir gelecek olarak bırakıyorum.” Annesinin beklenmedik ölümüyle öksüz kalan Efendimiz, Ümmü Eymen tarafından Mekke’ye getirilip dedesi Abdülmuttalib’e teslim edildi.

Dede Abdülmuttalib çok sevdiği ve genç yaşta kaybettiği oğlu Abdullah’ın değerli hatırası olan Muhammed’e büyük özen gösteriyordu. Sofraya onunla birlikte oturup yemek yiyor; onu zaman zaman Kabe duvarının gölgesindeki minderine oturtuyor; Darünnedve’deki toplantılara başkanlık ederken yanına alıyor; bütün davranışlarıyla O’na baba şefkati ve sevgisinin eksikliğini hissettirmemeye çalışıyordu.

Darun Nedve; cahiliye Mekke’sinde Mekkeli müşriklerin toplantı ve istişare yeridir. Buraya ‘‘şehir meclisi’’ ya da cahiliyye devri ‘‘Mekke şehir devletinin parlamentosu’’ da diyebiliriz.  Oligarşinin (Siyasal gücün birkaç kişiden oluşan küçük bir grubun elinde bulunduğu yönetim biçimi.) hakim olduğu Mekke’de, Daru’n-Nedve; şehrin idari meclisi, bir nevi hükümeti gibi çalışmaktaydı.

Yaşı seksenin üzerinde olan Abdülmuttalib o sırada sekiz yaşındaki torunu Muhammed’in bakım ve himayesini amcası Ebu Talib’e verdikten kısa bir süre sonra ecel şerbetini içti. Ebu Talib Hz. Peygamber’in babası Abdullah’ın anne-baba bir kardeşi idi. Ebu Talib, yeğenini çocuklarından fazla sevdi, O’nun uğurlu olduğuna inandı ve iyi yetişmesi için de özel bir gayret sarfetti. Çıktığı bazı seyahatlerde onu da yanına alırdı. Nitekim Hz. Muhammed’in dokuz (veya on iki) yaşında bulunduğu sırada amcası ticaret amacıyla Suriye’ye gitmeye karar verdiğinde O da amcasıyla birlikte yanında gitmek istedi. Yeğeninin bu konudaki ısrarlı isteğini gören Ebu Talib O’nu yanına aldı. Kervan yola çıktıktan bir süre sonra Suriye topraklarındaki Busra’da konakladı. Burada bir manastırda yaşayan Bahira adlı rahip kafileyi yemeğe davet etti. Bahira amca Ebu Talib’e, küçük Muhammed ’in İncil’de gönderileceği vaad edilen peygamber olduğuna dair işaretler taşıdığını söyler.Sonra da başına gelebilecek bazı tehlikelere dikkat çekmiş ve onu iyi korumasını tavsiye etmiştir. Ebu Talib bunun üzerine endişelenerek seyahatini yarıda kesip Mekke’ye döndü.

Muhammed Peygamber’in henüz on yaşlarındayken, kalabalık bir aileye sahip bulunan amcası Ebu Talib’e yardımcı olmak amacıyla bir süre çobanlık yaptığı da bilinmektedir. Peygamberliği döneminde O, bu hatırasına atıfla “Hiçbir peygamber yoktur ki koyun gütmüş olmasın” buyurmuştur. Etrafında bulunan sahabelerin “Siz de mi koyun güttünüz ya Resulullah?” şeklindeki sorusu üzerine “Evet. Ben de Mekkeliler’in koyunlarını güttüm” cevabını vermiştir.

Ebu Talib’in hanımı Fatıma bint Esed Muhammed Peygamber’ e kendi çocuklarından daha fazla ilgi gösterdi. Efendimizde büyüdüğünde yengesinin iyiliklerini hiçbir zaman unutmadı. Onu Medine’deki evinde ziyaret eder, zaman zaman orada öğle uykusuna yatardı. Yengesi vefat ettiğinde çok üzülmüş, gömleğini ona kefen yapmış, cenaze namazını da kendisi kıldırmıştır. Ölümünden duyduğu üzüntüyü etrafındakilere anlatırken şöyle diyerek vefa duygusunu göstermiştir: “Ben onun himayesine muhtaç öksüz bir çocuktum. O kendi çocukları aç olduğu halde beni doyururdu. Kendi çocuklarını bırakır benim saçlarımı tarardı. O benim annem gibiydi.” Ebu Talib, peygamberliğinden sonra da yeğeninin yanında yer aldı ve onun İslam’ı kabul etmesi için yaptığı ısrarlı tekliflerini cevapsız bırakmakla birlikte kendisini korumak için elinden geleni yapmaya çalıştı.

*** 

Araplar arasında çok oğul sahibi olmak büyük bir güç ve onur sahibi olmak demekti. Çok oğul sahibi olmak içinde mümkün olduğunca küçük yaşlarda ve çok kadınla evlenmek gerekiyordu. Arabistan ikliminden dolayı insanların ergenliğe ulaşmaları bizim coğrafya insanlarına göre daha erken yaşlardaydı.  

Efendimizde yirmi yaşına gelmiş ama henüz evlenmemişti. Arap gelenek ve göreneklerine göre geç kalmış sayılırdı. Şüphesiz ki evlenememesinin en büyük nedeni son derece fakir oluşuydu. Ayrıca hem yetim, hem öksüzdü. Babasından kendisine bir cariye, beş deve, bir kaç koyun, bir kılıç ve bir miktarda gümüş para miras kalmıştı ki onunda miktarı evlenmek için dönemin şartlarına göre yetersizdi.

Peygamberimiz bu gençlik döneminde bir sivil toplum kuruluşu olan Erdemliler Hareketindeki sosyal statüsünün yükselmesiyle, gerek akrabaları tarafından gerekse diğer Kureyşliler tarafından sık, sık ticaret kervanlarına davet edilmeye başlandı. Bir keresinde son anda hasta olarak sefere çıkamayan bir tüccarın kervandaki mallarını teslim almış, akabinde başarılı bir ticaret yapmıştı. Genç Muhammed artık Kureyşiler arasında bu konuda aranan bir eleman durumuna gelmiş, hayatını rahatlıkla kazanmaya başlamıştı. Kazancının artması ise dolayısıyla evlilik imkanının artması demekti.

Muhammed Peygamber  sekiz yaşından beri amcası Ebu Talib’in ailesinin içinde idi. Onlar Muhammed’i, Muhammed’de onları sevmekteydi. Bu sevgi son derece içten ve güçlüydü.

Genç Muhammed amcası Ebu Talib’in kızlarından Fahite’yi çok beğeniyordu. Aşık olmuştu. İki genç arasında güçlü bir sevgi oluşmuştu. Efendimiz hayatını kazanmaya başladığı zaman amcasından Fahite’yi kendisi için istedi. Ancak o zamanki Araplarda evlilikler pek çok sosyal ve siyasal nedenlere dayanırdı. Duygusal nedenlere pek de önem verilmezdi. Ebu Talib’in de kızı Fahite için bazı düşünceleri, planları vardı.

Kısa süre önce Mahzum kabilesinden dayısının oğlu Hübeyre Fahite’yi istetmişti. Hübeyre kabilesi içinde iyi bir konuma sahip olduğu gibi Ebu Talip gibi iyi bir şairdi. Şairlik önemli bir statüydü. Ebu Talib kızını Hübeyre ile evlendirmekle iyi ve zengin bir damat kazanmakla kalmayıp aralarındaki akrabalık bağları güçlenecekti. Mahzum oğulları gibi Kureyşîler içinde gün güne gücü artan bir müttefikte kazanacaktı.

Yeğenini çok sevmekle birlikte böyle bir evlilik için O’nu henüz bu evliliğe hazır bulmuyordu. Fakat yeğeni Muhammed’i de  kırmak istemiyordu. Bu nedenle Ebu Talib’in kızı Fahite konusunda Muhammed’e verdiği cevap oldukça politik oldu.

“Ey Muhammed! Ey kardeşimin oğlu! Fahite’yi Mahzum oğullarından Hübeyre istemektedir. Onlar daha önce kızlarından bir kızı bize vermişlerdi. Cömertlik yapanlara cömertlik yaparak karşılık verilmelidir” dedi.

Ebu Talib burada Mahzum oğullarının kendilerine verdikleri kız olarak Annesi Fatıma Bint-i Amr’ı kastetmekteydi.

Genç Muhammed amcasının kızını kendisine vermek istemediğini anladı. Bu konuyu da bir daha hiç açmadı.

Fahite Hübeyre ile evlendirildi. Ondan Hani isminde bir oğlu oldu ve Ümmü Hani  diye künyelendi. Hz. Muhammed’in Fahite’ye karşı olan duyguları onun evliliğinden sonra güçlü bir saygıya dönüştü.

Fahite konusunda genç Muhammed’in uğradığı düş kırıklığı ve bunun sonucunda oluşan iç sızlatan gönül yarası ruhunu bir parça daha hassaslaştırdı. O ise her şeyin olduğu gibi bununda ezelden kurgulanmış mükemmel bir planın gereği olduğunu henüz bilmiyordu. Eğer Fahite ile evlenseydi daha sonra Hz. Hatice  annemizle  evlenmesi mümkün olmayabilirdi. Şüphesiz ki Hz. Hatice’nin   kişiliği daha sonra sırtına yüklenecek olan o ilahi görevin ağırlığını kaldırmasında en büyük desteği olacaktı. Fahite’nin ise kişiliğiyle bu ağır yükü kaldırmasında yardımcı olması ise mümkün değildi. Bu nedenle genç Muhammed’in çok istemesine rağmen Fahite ile değil de Hatice ile evlenmesi bu ilahi görevin gerçekleşmesi yönünden daha uygundu. Ancak “Biz insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık” diyen Rabbimiz imtihan için değişik şartları da vesile kılabilir. Varlık, yokluk, hastalık, sağlık hep imtihan sorularımızdandır.

***

Cahiliye dönemi’nde Arap kabileleri arasında çeşitli sebeplerle sık sık savaşların çıktığı bilinmektedir. Öyle ki, kan dökmenin yasak olduğu haram aylarda (Zilhicce, Muharrem, Safer, Rebiülevvel) bile savaşların yapıldığı olurdu. Haram aylarda cereyan ettiği için bu savaşlara Ficar savaşı adı verilirdi. Efendimizde gençliğinde böyle bir savaşa katılmak durumunda kalmıştı. O’nun müttefik Kureyş-Kinane ve Kays-Aylan kabileleri arasında çıkan şiddetli savaşa amcalarıyla birlikte katıldığı ancak fiilen savaşmayıp amcalarına ait eşyaları koruduğu, ayrıca gelen okları da kalkanla karşılayıp toplamak suretiyle amcalarına verdiği bu konudaki farklı rivayetler içinde tercih edilen bir görüştür. Onbeş yaşlarındadır.

Hz. Muhammed yirmi yaşında olduğu sırada Hilfü’l-fudul adı verilen antlaşma için yapılan toplantıya katıldı. Toplantı Mekke’ye hac ve ticaret için gelen zayıf ve güçsüz kimselere yapılan haksızlıklar, ayrıca sık sık ortaya çıkan kabileler arası savaşlar karşısında Peygamber’in amcası Zübeyr bin Abdülmuttalib’in girişimiyle Mekke’nin en zengin, yaşlı ve nüfuzlu kabile reisi durumundaki Teymi’nin başkanlığında yapıldı. Bir sivil toplum örgütü konumundaki “Erdemli insanların yemini” anlamına gelen bu hareket içinde yer alanlar, yerli veya yabancı olsun haksızlığa uğrayan herkesi koruyacaklarına, hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceklerine ve birbirlerine maddî yardımda bulunacaklarına yemin etmişlerdi. Kendisi peygamberliğinden sonra da bu ittifaktan övgüyle bahsetmiş ve şöyle demiştir: “Ben Teymi’nin evinde yapılan bir antlaşmaya katılmıştım ki bunu güzel ve kızıl develere değişmem. Bugün de böyle bir antlaşmaya çağrılsam tereddüt etmeden giderim.”

Son Ficar harbinde çok kan dökülmüştü. Mekke’de asayiş alabildiğince bozulmuş, huzur diye bir şey neredeyse hiç kalmamıştı. Bu dönemde Mekke’de güçlüler zayıfları acımasızca eziyor, haksızlıklar almış başını gidiyordu. Gerek Mekke yerlilerinin, gerekse Mekke’ye dışarıdan gelen turist ve tüccarların mal, can ve namus güvenlikleri yoktu. Yağma ve çapulculuk arapların adeti haline gelmişti. Kısaca Mekke’de bir azgın, bir kudurmuş karanlık bir devir yaşanıyordu. Akraba akrabaya düşman olmuş, kardeş kardeşi boğazlar hale gelmişti. Merhum Mehmet Akif’in ediği gibi, “ Dişsiz mi bir insane, onu kardeşi yerdi.” Hırsızlık adeta profesyonel bir meslek haline gelmişti. Mal adına ne bulunursa çalınıp aşırılırdı. Mekke’ye dışarıdan gelenlerin bazen malları ucuza alınıyor, bazen de hiç para vermeden gasp ediliyordu. Hatta dışarıdan gelenlerin yanlarında ki eşleri ve kızları ellerinden zorla alınarak Mekke’de alıkonuluyordu. Aciz ve güçsüzler her türlü kötü muameleye maruz kalıyorlar, dertlerini anlatacak resmi ve gayri resmi bir makam bulamıyorlar, haksıza da karşı koyamıyorlardı. Böyle bir dönemde Yemen’in Zebid kabilesinden birisinin, bir deve yükü malı gasp edilmişti. O da Ebu Kubeys dağına çıkarak uğradığı zulüm ve hakareti bütün Mekke’lilere yüksek sesle avazı çıktığtnca bağırarak duyurdu ve insanlardan yardım istedi. Mekke’nin aklı başında ileri gelenlerini, Haşim, Zühre ve Teym ailelerini, Peygamberimizin amcası Zübeyr bir araya getirdi. Mekke’nin yaşlı, zengin ve itibarlılarından olan Abdullah bin Teymi’nin  evinde toplandılar. Hilful-fudul cemiyetini kurdular. Cemiyetin gayesi, Mekke’de ister yerli, ister yabancı olsun, zulme uğramış kimse bırakılmayacaktır. Bu işe, denizlerin suyu kalmayıncaya, Hıra ve Sebir dağları yerlerinden silinip gidinceye ve gerekirse Kabe’de ibadet ortadan kalkıncaya kadar devam edilme kararı alındı. Efendimiz de 20 yaşında bir delikanlı olarak bu asıl duygularla ve güzel gayelerle kurulan cemiyete davet edilmiş, kaydolmuş ve aktif görev almıştır.

 O günlerde Mekke’ye ürettiği malını satmaya gelen bir yabancının malına şefkat peygamberinin amcası Ebu Cehil, değerinin çok altında fiyat vermiş, adam da malını o fiyata vermemişti. Fakat Ebu Cehil’in korkusundan kimse daha fazla para verip bu malı almıyordu. Adam malını değer fiyatından satamadığı için mağdur olmuştu. Bunu duyan efendimiz pazara gitmiş, adamın malını değerini vererek satın almış ve Ebu Cehil’e rağmen adamı mağduriyetten kurtarmıştı. Bu olayla Efendimiz ilk defa Ebu Cehil’e karşı koymuş oluyordu. Bir gün, Ebu Cehil’e iki yıl önce veresiye yüklü miktarda mal satan ve hala parasını alamadığı için mağdur olan bir yabancı tüccar, Hilful Fudul cemiyetine gelerek derdini anlattı ve şikayette bulunarak yardım istedi. Oradakiler tüccara “Muhammed-ül Emine git ve derdini O’na anlat” dediler. Peygamberimizin lakabı artık Muhammet’ül Emin idi. Yani güvenilir Muhammed! Adam Efendimize derdini anlatınca, Peygamberimiz tüccarı yanına alarak Ebu Cehil’in evine gitti. Bunu gören birçok Mekke’li de oraya gelerek geriden olacakları seyretmeye başladılar. Herkes Ebu Cehil’in Peygamber Efendimize neler yapacağını görmek istiyordu. Efendimiz kapıyı çaldı. Ebu Cehil kapıyı açtı. Genç Muhammed durumu anlatarak, “ Bu adamın parasını hemen getir ver” dedi. Ebu Cehil içeri girdi, parayı getirerek adamın borcunu ödedi. Efendimiz de adamı oradan alarak ayrıldı. Olayı seyredenler dışarıda; “ Yazıklar olsun sana, senin şanına ününe, yirmi yaşındaki Muhammed’in korkusundan dediklerini yaparak mağlup oldun. Ondan korktun, hani senin şanın şöhretin nerde kaldı, yoksa bizim bildiğimiz, herkesin korkusundan titrediği Ebu Cehil öldü mü ” diye bağırıyorlardı. Ebu Cehil hışımla dışarı çıktı, bir türlü dağılmayıp bağırarak kendisini ayıplayanlara “Şunu bilin ki, ben Muhammed’ten korkmuş değilim. Muhammed kapımı çalınca evimde bir zelzele başladı, kapıyı açmayacaktım amma, ev başımıza yıkılacak diye korktuğum için kapıyı açmak zorunda kaldım. Muhammed bana ‘Bu adamın sende alacağı varmış, hemen getir ver parasını’ dediğinde, ben parayı vermeyecektim amma o anda ne yaptığımı bilemez haldeydim. Adamın borcunu ödedim, yoksa ben Muhammed’ten korkmuş değilim” dedi. Halk oradan dağıldı. Böylece Peygamber Efendimiz, Allah’ın izni ve yardımıyla Mekke’lilerin karşı konulmaz sandıkları Ebu Cehil’i mağlup etmiş oldu. Artık halk Ebu Cehil’in kudretini sorgulayıp, onun yenilmez bir insan olmadığı kanaatine vardı.

Kabe, tarih  boyunca zaman zaman küçük ve büyük onarımlar geçirmiştir. Kabe ilk yapıldığında üstü açıktı. Yağan yağmurlar içeriden ve dışarıdan duvarların zarar görmesine sebep oluyordu. Kabenin ilk çatısı, Peygamber Efendimizin dedelerinden Kusay b. Kılab tarafından, Kabe yeniden inşa edilirken yaptırılmıştır. Kabenin içinde bir kuyu vardı. Burası hazine ambarı gibi kullanılıyor, Kabe’ye gelen hediyeler buraya konuyordu. Yağmur sularının Kabe’nin bir kısım duvarlarını yıktığı bir sırada, korumasız kalan bu kuyudan hırsızlar bir şeyler çalmıştı. Bu yüzden Kureyşliler Kabe’yi yeniden inşa etmeye karar verdiler. Kabe’nin bu onarımı,  Efendimizin gençliği döneminde yapılmıştır. Bu onarımda Kızıldeniz’de Cidde yakınlarında kazaya uğrayan bir Rum tüccarına ait geminin keresteleri, bu maksatla Cidde’ye gönderilen Velid bin Mugire tarafından satın alınarak Kabe’nin inşaatında kullanılmıştır.  O sırada orada bulunan Yunanlı bir mimarda Mekke’ye getirilerek, inşaatın yapımına nezaret etmesi sağlanmıştır.

Hacer-i Esved adında bir taş vardır Kabe’de. Rengi beyaz iken insanların günahları yüzünden karardığı, cennetten indirildiği, Nuh tufanı sırasında Ebu Kubeys Dağı’nda korunduğu ve Hz. İbrahim’in Kabe’yi inşası esnasında oradan yerine getirilerek konulduğu, onun Allah’a verdiği sözü yerine getirenlere şahitlik edeceği gibi hususlar dile getirilmektedir. Bu büyük onarım esnasında, Kureyşli aileler arasında kutsal bir taş olan “ Hacer-i Esved’i” yerine koyma konusunda anlaşmazlık çıkmış, sen koyacaksın, ben koyacağım derken kan dökülmek aşamasına gelmişlerdir. Mekkenin ve Kureyşin en yaşlısı olan Ebu Ümeyye bin Mugire; “ Durun, kavga edip kan dökmekle elinize bir şey geçmez. Yarın sabah Safa kapısından girecek ilk zatın hakemliğini kabul edin, hakem nasıl isterse anlaşmazlığı öyle çözelim, ne dersiniz?”dedi. Yapılan bu  teklif kabul edildi. Sabahleyin Kureyş ileri gelenleri, Safa kapısından ilk girecek zatı beklerken, efendimizin geldiğini görünce hepsi sevindiler. Çünkü O’na hepsi de“ El emin” diyorlardı. O’nun doğruluğundan, dürüstlüğünden ve tarafsızlığından emindiler ve hepsi de O’na güveniyorlardı. Durum genç Muhammed’e anlatılınca O da, bir kilim istedi. Kilim getirildi. Herkes ne yapacağını merak ederken, genç Muhammed kilimi yere serdi. Hacer-i Esved’i kilimin üzerine koydu. Her kabileden bir kişi seçti. Bu kişilere kilimden tutmalarını rica etti. Herkes kilimin bir ucundan tuttu. Böylelikle Hacer-i Esved’i yerine koyma konusunda herkes ortak şerefe nail olmuştu. Kilimden tutanlar taşı konacağı yere kadar kaldırdılar. Genç Muhammed taşı kendi eliyle yerine yerleştirdi. Böyle basit fakat kimsenin aklına gelmeyen bir yöntemle hem kavga önlenmiş   hem de  her kabile Hacer-i Esved’in yerine konmadaki şerefe nail olmuş oldu. Efendimizin bu hakemlik olayı, O’nu Mekke halkı karşısında onurlandırmış, halk nezdinde saygınlığının ve güvenirliliğini  daha da artırmıştı. O artık halkın gözünde, toplumsal olaylarda da, millete önderlik yapacak, halkın ihtiyaçlarının karşılanması için tedbirler üretecek ve sosyal olaylarda önderlik yapacak güvenilir bir lider olma kapasitesine sahip bir kişi olmuştu.  

Muhammed Peygamber Mekke’deki birçok Kureyşli gibi ticaret ile meşgul olmuştur. Kumaş ve tahıl ticaretiyle uğraşan Ebu Talib’e yardım etmek suretiyle ticaret hayatına başlayan genç Muhammed amcasının yaşlandığı yıllarda kendisi ticarete devam etti. Bu dönemde Hz. Muhammed’in çeşitli yerlere ticaret amacıyla seyahat ettiği bilinmektedir. Ergenlik çağında Hubaşe panayırına, bir veya iki defa Yemen’e, ayrıca Doğu Arabistan’daki Muşakkar ve Deba panayırlarına, hatta Habeşistan’a gittiği tesbit edilmektedir. Bu seyahatler sebebiyle bir taraftan ticari hayatın gereklerini öğrenirken diğer taraftan Arabistan’ın muhtelif yerlerinde yaşayan insanları yakından tanıma, onların dil ve lehçelerini, dini, siyasi ve sosyal durumlarını öğrenme imkanını elde ediyordu. Kaynakların ittifakıyla Cahiliye döneminin yaygın kötülüklerinin hiçbirine bulaşmaksızın temiz bir hayat yaşayan ve yirmi beş yaşlarına gelen Hz. Muhammed çevresinde iffeti, mertliği, merhameti ve hak severliğinin yanısıra ticaret hayatında da doğruluğu ve güvenilirliği sebebiyle “Muhammedü’l-Emin” veya sadece “el-emin” unvanıyla bilinmekteydi. Mekkeli tacirlerden Kays bin Saib, Hz. Muhammed’le birçok ticari iş yaptığını ve ondan daha iyi bir ortağa rastlamadığını belirterek şöyle demiştir: “O ticari bir yolculuğa çıkacağı zaman kendisine bazı işleri havale ettiğim olurdu. Seyahatten döndüğünde benim tamamen memnun kalacağım bir şekilde hesap görmeden kendi evine çekilip gitmezdi. Buna karşılık ben seyahate çıktığımda bana bir iş havale ederse dönüşümde herkes bana kendi işleri ile ilgili hususları sorup dururken O, bana sadece sağlık ve afiyette olup olmadığımı sorardı.”

 

 

 

 

 

 

 

 

EFENDİMİZ EVLENİYOR

 

El Emin 25 yaşlarına ulaşmıştı. Sevdiceği amcası Ebu Talib’in maddi olarak kıt kanaat geçindiği, zor zamanlar geçirdiği günlerdi. Ekonomik durumların çok iyi olmaması ile birlikte amca Ebu Talib’in bakmakla yükümlü olduğu bir ailesi vardı.

O günlerde Mekke’den kalkacak olan bir ticaret kervanı vardı. Lakin kervanın başında kimin olacağı henüz belirlenmemişti. Bu yüzden Ebu Talib genç Muhammed’i  karşısına alarak kendisine;

“Ey kardeşimin oğlu, yeğenim! Biliyorsun ki ben, mal ve mülkü olmayan bir adamım. Gün geçtikçe sıkıntılarımız da giderek artıyor. Ne yazık ki gelen her yeni sene de, hoşumuza gitmeyecek yeni sıkıntılarla birlikte geliyor. Ne malımız kaldı ortada, ne de bir ticaretimiz!”dedi.

Bunları söylerken Ebu Talib’in yüzünde, yanlış bir işe adım atma ihtimalinden kaynaklanan bir endişe de okunuyordu. Belli ki, zor bir kararın arefesindeydi. Aslında sözün gidişatından bir teklif geleceği belli oluyordu.

“Duydum ki kavmin, Şam taraflarına ticaret için bir kervan tertip etmiş. Huveylid’in kızı Hatice de, bu kervanda görevlendireceği, ticaretinde kendisine ortak güvenilir bir adam arıyormuş. Her ne kadar ben senin, Şam taraflarına gitmenden hoşlanmasam da ve oradaki kıskanç ve fesat bazı din adamlarının sana bir kötülük yapmalarından endişe edip korksam da, nihayetinde çaresizim. Hani, ona bir gitsen…Sanıyorum ki, sana duyduğu güven, emniyet ve senin temiz fıtratın sebebiyle bu iş için başkaları yerine ihtimal ki seni tercih edecektir”

Peygamberimiz için ise bu zor alınacak bir karardı. Çünkü o gidip de bir başkasının karşısında kendini ortaya koymaya ve bir şey istemeye alışık değildi. Bu yüzden de araya El Emin’in teyzesi Atike girdi. Atike aynı zamanda Hatice’nin erkek kardeşi ile evliydi. İşin aslı iki tarafı da yakından tanıyan birisiydi. Her şeye karşı tenezzülsüz davranan efendimizin bu işte de kendini ortaya koymaması için iş, Ebu Talib’e düşüyordu.O da efendimizin onayını almak için bu konuyu açmıştı zaten. Peygamberimiz de yapılan teklife “Nasıl isterseniz öyle olsun” diyerek, meseleye olumlu baktığını ifade etmişti.

Efendimizin olumlu cevabını alan amcası  Hatice’nin yanına gitti. Bu görüşmedeki  niyeti aynı zamanda genç Muhammed’in  güvenilirliğinden ve üstün meziyetlerinden bahsederek alınacak ücretin işe talip diğer kişiler ile aynı olmayacağını anlatmaktı.

Ebu Talib, Muhammedül Emin’den bahsetmeye başlayınca, Hatice’de bazı çağrışımlar oluşmaya başladı. Çünkü o amcaoğlu olan Varaka bin Nevfel’den uzunca zamandır bu özelliklerde birisinin hikayesini dinlemişti. Küçüklüğünden beri bu özelliklerde birisi kendisine anlatılmıştı. Aslında o da işi için bu özelliklerde birisini arıyordu ve şimdi de gökte aradığını adeta karşısında bulmuştu.

Hatice annemiz hayatının en kazançlı ticaretini yapmak üzereydi. Ebu Talib, “Ey Hatice! Bu iş için iki deve ücret vereceğinin haberini aldım; yeğenim Muhammed, Emin’dir ve ben  bunun için senden iki katını isterim”dedi.

 “Ey Ebu Talib! Doğrusu sen, çok kolay ve hoşa gidecek bir ücret istemiş bulunuyorsun! Bundan kat be kat daha fazlasını istemiş olsaydın vallahi de ben, yine kabul eder ve tereddüt etmeden onu da verirdim. Sen bunu, hiç sevmediğim ve uzak birisi için bile isteseydin yapardım; kaldı ki sen onu, benim çok takdir ettiğim birisi için talep ediyorsun!”

Ücrette anlaşılmış ve yolculuk için bir mani kalmamıştı. 3 ay sürecek bir yolculuktu bu. Ebu Talib’in bu yolculukla ilgili kaygıları vardı. Evladı kadar değer verdiği yeğenine bir önceki yolculukta yaşadıklarını ve Rahib Bahira’nın söylediklerini hatırlatıyordu. Bu yüzden yolculuk süresince dikkatli olmasını yeğenine sıkı sıkı tembihlemişti.

Derken nihayet hareket günü geldi ve kervan büyük umutlarla yola çıktı. Efendimize yolculuğunda Meysere adında birisi de eşlik ediyordu. Meysere, onun yanından hiç ayrılmıyor ve peygamberimizi yolculuk süresince adım adım takip ediyordu. Çünkü Hatice onu bu işle görevlendirmişti.

Hatice annemiz, daha önce iki defa evlenmiş, iki kocası da vefat etmişlerdi. Bu eşlerinden kendisine bir miktar  mal mülk kalmış ve o’da bu mal ile ticaret yapıyordu.

Kendisine konumundan dolayı sürekli bir evlilik teklifi geliyordu. Hem de Mekke’nin ileri gelenleri ve en zenginleri tarafından. Ancak o bu teklifleri ısrarla kabul etmiyordu. Gelen bu tekliflerin bir çoğunun sermayeleri birleştirme ve daha çok zengin olma niyeti taşıdığının farkındaydı. Hatta  kendisine evlenme teklif edenlerden bir tanesi de Ebu Cehil’di. Onu da reddetmişti. Kimseyle evlenmeyi düşünmediğini her durumda ortaya koyuyordu.

Hatice yoğun olarak ticaretle uğraşıyordu. Bunun için kervanlar düzenliyor, ya da düzenlenen kervanlardan bir tanesinde kendi mallarını da ticaret için değişik güzergahlara gönderiyordu. İşi için gerekli adamları tutuyor, ortaklıklar kuruyor ve o dönemin uluslararası ticaret şirketlerinden birisinin başındaki başarılı bir iş kadınıydı.

Uzun bir yolculuğun ardından kervan  sağ salim Şam’a ulaşmıştı. Kervandaki herkes aceleyle ticaret için çarşının yolunu tutmuştu. Peygamberimiz de buraya geldiği amacı olanı gerçekleştirmek, getirdiği malları uygun fiyata satıp, yeni yükler ile geri dönmek için çarşıya gitti. Karşılaştığı bir tüccarla pazarlık yapmış ve anlaşmıştı. Ancak adam sonradan Hz. Muhammed’den ticaretlerine yönelik olarak ısrarla yemin etmesini istemişti. Bu normal bir yemin de değildi. O günün büyük putları sayılan Lat ve Uzza üzerine yemin edilmesini inatla istiyordu.

Oysa genç Muhammed  hayatının hiçbir döneminde bu putlara asla saygı göstermemiş, onlar üzerine de asla yemin etmemişti. Bu yüzden bu anlamsız isteğe tepki göstermiş ve adama şunları söylemiştir:

“Ben, onlar adına asla yemin etmem; zaten onlar kadar bana sevimsiz gelen bir şey de yok.”

Peygamberimiz adama bu şartlar altında katiyen bir anlaşma yapmayacağını, kendi şartları kabul edilmedikçe de anlaşma olmayacağını  söyler.

Meysere  bir kenardan olup bitenleri izlemektedir. Döndüğünde olan bitenleri patronu Hatice’ye  rapor edeceğinden onun için bu olaylar önemli hadiselerdi.  

Peygamberimiz adamın yanından ayrılınca tüccar Meysere’nin yanına geldi ve:

“Onu tanıyor musun? Kim bu adam?” diye sordu.

Daha Meysere’nin kendisine cevap  vermesine fırsat bırakmadan da hükmünü vermiş ve ardından şunları söylemiştir: “Sakın O’nun peşini bırakma; şüphesiz O, beklenendir!.”

 Şam’daki alışverişler kısa sürede tamamlanmış ve kervan dönüş için tekrardan yola koyulmuştu. Herkes uzun yolculuk neticesinde çok yorulmuş ve yolculuğun en sevilen kısmı olan mola zamanı gelmişti. Bir yerde durdular ve beklenen molayı verdiler. Herkes bir kenara çekilmiş dinleniyordu. Bir yandan da yaptıkları alışverişten dolayı oluşan menfaati hesaplıyorlardı.

Genç Muhammed ise yaşlıca bir ağacın gölgesinden nasipleniyordu. Biraz sonra uzaktan koşarak mola verilen yere gelen birisi göründü. Gelen kişi uzaktan kendilerini seyreden Rahip Nastura’dan başkası değildi. Rahip, Meysere’nin yanına geldi ve soluk soluğa usulca soruverdi:

“Şu ağacın altında oturup gölgelenen kim?”

“O, Muhammed İbn Abdullah. Harem ehlinden bir genç!” diye sorulan soruyu cevapladı Meysere.

Rahib’in aldığı bu kısa cevap hiç te hoşuna gitmemişti. Çünkü o, sorulan sorunun cevabını aradığı bu kişi bu kadar basitçe anlatılamazdı. Aslında sorarken de bir şeyler ima ederek sormuştu. Sen onu tanımıyorsun bile der gibi acınası bir tavır takınarak tekrardan sordu:

“O’nun gözlerinde hiç, bir miktar kırmızılık var mı?”

“Evet var”dedi Meysere.

Rahibin beklediği cevabın hükmü kesinleşmiş gibiydi ve yemin ederek şunları söyledi:

“Tanrı şahittir ki bu ağacın altında, bu güne kadar elçilerden başka kimse konaklamamıştır. Hiç şüphe yok ki O, insanlığın beklediği peygamberdir. Hem de peygamberlerin en sonuncusudur.”

Meysere şaşkınlık içindeydi. Bütün bu gelişmelere pek bir anlam verememişti. Sadece, hanımefendisi Hatice’nin kendisine verdiği görevi hakkıyla yerine getirmenin hassasiyetiyle kulağını dört açmış, hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan notlarını kaydetmeye çalışıyordu. Rahip  aradığını bu kadar yakınında bulunca yolcuyu daha yakından tanımak istiyordu ve onun hakkında sorular sormaya devam etti. Meysere’ye yolculuk esnasında enteresan bir olay olup olmadığını sordu. Meysere de Şam Çarşısı’nda meydana gelen yemin olayını anlattı. Nastura dinledikleri karşısında daha da heyecanlanmıştı.

“Tanrı şahittir ki bu, bizim bekleyip durduğumuz elçidir. Ne olur O’na canın pahasına iyi bak ve göz-kulak ol!” dedi.

Sonra da heyecanla genç Muhammed’in yanına doğru yöneldi. Önce onu saygıyla alnından öptü ve ardından ayaklarına kapanarak şunları söyledi:

“Ben şehadet ederim ki Sen, Allah’ın Tevrat’ta zikrettiği o şahıssın.”

Bir süre sonra kervan tekrardan yola koyuldu. Peygamberimiz daha 12 yaşında iken amcası Ebu Talib ile Şam’a doğru bir yolculuğa çıkmış ancak Şam’a varamadan geri dönmüştü.  Çünkü üzerinde onunla birlikte hareket eden bir bulut vardı ve bu bulut Rahib Bahira’nın dikkatini çekmiş ve Onun gelecek olan peygamber olduğunu anlamıştı. Amcasını uyarıp Şam’a gitmemelerini, Mekke’ye geri dönmelerini telkin etmişti.

Bu ikinci yolculukta da yine peygamberimizi takip eden bir bulut vardı. Bulut Meysere’nin dikkatini çekmişti. Yolda giderken Meysere iki tane meleğin, bulut şeklinde peygamberimizi gölgelediğini görmüş ve hayretle onlara bakakalmıştır.

Çöl ikliminin hüküm sürdüğü bu coğrafyada, bu kadar sıcakta hareket halinde, hem de birisini takip eden bir bulut... Bu kişinin gittiği yere giden, o durunca duran bir bulut. Ayrıca yolculuk boyunca şahit oldukları Meysere’yi genç Muhammed’e hayran bırakmış ve Meysere bundan sonra hayatını bu genç adama adamaya karar vermiştir.

Mekke’ye nihayet yaklaşıyorlardı. Günün en sıcak saatleriydi. Kervanın geldiğini haber alan Hatice ise, yüksek bir yere çıkarak uzaktan yaklaşan kervanı izlemeye başlamıştı. Uzaktan o da iki meleğin kanatları şeklinde bir bulut görmüştü. Bu bulut Muhammedü’l-Emin’i gölgeliyordu. Gördüklerini arkadaşları ile paylaşmak için  hemen onları yanına çağırmıştı. Gerçekten de olağanüstü bir manzaraydı. Gören herkes şaşkınlığını gizleyemiyordu.

El Emin götürdüğü malları, Şam’da en iyi şekilde değerlendirmiş, beraberinde getirdikleri de Mekke’de kat kat değerle satılmış ve yapılan ticaretten iyi bir kar elde edilmişti. Emanetler de yerine itinayla teslim edilmişti. Kervanın yolunu gözleyen  Hatice’nin gözü ise yapılan kazançta değildi. O daha çok Meysere’nin getireceği haberleri bekliyordu.

Meysere için ise bu yolculuk, hayatında yaşadığı daha öncekilerden çok farklıydı;  yolculuk esnasında ne bir haksızlığa şahit olmuş ne de yol boyunca bir huzursuzluk yaşamıştı. Daha önce çok farklı kimselerle ticaret yapmıştı. Lakin bu seferki bambaşkaydı.

Hatice, şahit olduklarını Meysere’ye büyük bir heyecanla sormaya başladı. Meysere de heyecanlıydı  olan bitenleri hanımına anlatırken. Yolda şahit olduklarını tekrar tekrar anlatıyor ve genç Muhammed’i öve öve bitiremiyordu.

Hatice aslında bu anlatılanları arıyordu. Şimdiye kadar dinleyip durduğu hikayelerdeki kişiyi gerçek dünyada görüyordu. Bütün bunları öğrendiğinde hemen amcasının oğlu Varaka bin Nevfel’e gitti. Varaka,  Hatice’nin bir nevi  akıl hocasıydı. Gelecek peygamberle ilgili bilgileri daha önceleri hep ondan öğrenmişti. Bu yüzden Meysere’den dinlediklerini, bu olaylar hakkında fikrini sormak için de yine Varaka’nın yanına gitti. Varaka:

“Eğer bu anlattıkların doğru ise ey Hatice! Şüphesiz Muhammed bu ümmetin peygamberidir. Ben de biliyordum ki, insanlığınbeklenen bir Peygamberi vardır. İşte bu zaman da zaten O’nun zamanıdır.”

Zaten Varaka da gelecek olan son peygamberi bekliyordu. Hatice aldığı cevapla heyecanlanmıştı. Bu yüzden Muhammed’in yüksek meziyetlerinden dolayı ona daha yakın olmak istiyordu. Bunun en kolay ve yakınlığın en yüksek olduğu durum ise onunla evlenmekti.  Ancak Hatice’nin bu düşünceleri sadece kendi içindeydi. Henüz hiç kimseye düşüncelerini açmamıştı ve bunu nasıl açıklayacağını, nasıl bir teklifte bulunacağını ise bilmiyordu.

Hatice’yi yakından tanıyan arkadaşı Nefise, Hatice’nin düşünceli halini ve ondaki değişimi fark etmişti. Bu yüzden bir gün Hatice’ye “Sana ne oluyor, bu halin ne ey Hatice? Bugüne kadar hep seninle birlikte oldum, ama seni hiç bu kadar düşünceli görmedim!”diye sordu.

Hatice  konuyu arkadaşı Nefise’ye anlatma konusunda çekiniktir.  Bir süre susar. Cevap veremez. Ancak bir adım atmadan düşüncesini nasıl gerçekleştirebilir ki? Böyle hayırlı bir işte de bir adım atmak gerekir ki maksat ancak hasıl olsun. Bu yüzden aklından geçenleri bir bir Nefise’ye anlatmaya başladı.

“Ey Nefise! Şüphe yok ki ben, Abdullah oğlu Muhammed’de, başkalarında görmediğim bir üstünlük görüyorum. O, dosdoğru, sadık ve emin, şeref ve temiz bir soy sahibi! İnsanın karşısına çıkabilecek en hayırlı insan. Üstüne üstlük O’nun için bir de, sürpriz ve güzel haberler var! Garip bir durum… Meysere’nin anlattıklarına bakınca... Rahibin anlattıklarını dinleyip çarşı-pazardaki gelişmelere şahit olunca... Şam’dan kervanla gelirken üstünde kendisini gölgeleyen bulutu seyrederken, kalbim neredeyse yerinden fırlayacak gibi oldu; inandım ki, bu ümmetin beklenen Nebi’si O’ndan başkası değil!”

Nefise, arkadaşının derdini, meseleyi anlamaya çalışıyordu:

“İyi de, senin bu kadar sararıp solman ve kaç günden bu yana düşünceli bir hal almanla bunun ne alakası var” diye cevap verdi. Hatice’nin daha açık konuşması gerekiyordu. 

“O’nunla evlenmek suretiyle yollarımı birleştirmeyi umuyorum; ancak buna da nasıl nail olacağımı bilemiyorum.”

Nefise arkadaşının durumunu şimdi anlamıştı.

“İzin verirsen, senin için ben, bir nabız tutarım!”diye cevapladı arkadaşını. Bu cevapla Hatice heyecanlandı.

“Eğer bunu yapabilirsen ey Nefise, hiç gecikme, hemen yap” dedi o’da.

Nefise, Haticenin yanından çarçabuk ayrıldı ve efendimizi telaşla aramaya başladı. Kısa sürede nerede olduğunu öğrenerek, yanına gitti. Önce selam verdi ve ardından:

“Ya Muhammed” diye seslendi. Peygamberimiz  Nefise’yi dinlemeye başladı. Nefise “Senin evlenmene engel olan ne, Sen neden evlenmiyorsun?” diye sordu.

Peygamberimizin beklemediği bir soru sorulmuştu.

“Elimde evlenmek için imkânım yok ki.”

Gerçekten de peygamberimizin elinde evlenecek kadar maddi imkanı yoktu. Evlenmek sorumluluk demekti. Ne yazık ki bu sorumlulukların bir çoğu maddi olarak varlıklı olmayı gerektiriyordu. Nefise ise bu durumun bir problem olmadığını kendisine anlatmaya başladı.

“Şayet senin için bu durum problem olmaktan çıksa ve karşına, güzellik, mal, şeref ve sana denklik açısından bir kıymet-kısmet çıksa, olumlu cevap vermez misin?” 

Nefise öyle konuşuyordu ki ortada bir aday olduğu aşikar oluyordu. Bu durumu anlayan efendimiz, “Peki kim bu?” diye merakla sordu.

“Hatice...”

Peygamberimiz durumu anlamıştı. Daha bir kaç gün önce onunla ticaret yapmış, onun kervanını Şam’a götürüp getirdiği Hatice’ydi bu. Ancak evlilik ticaret kadar kolay karar alınacak bir durum değildi. Bu yüzden şöyle dedi:

“Bu nasıl olacak ki?”

Nefise’nin amacı bu işin nasıl olup olmayacağı değildi elbette. Onun asıl amacı bu işin olup olmayacağını anlamaktı. Bu yüzden duyduklarından sonra rahat bir nefes aldı. Çünkü duyduğu cevaplar olumlu sayılırdı. Genç Muhammed teklife olmaz dememiş, nasıl olabilir, demişti. Bundan sonrası Nefise’ye göre kolaydı artık.

“Sen, onu bana bırak. Ben hallederim.”

Efendimiz cevap vermedi. Nefise de “susmak kabuldendir”  mantığıyla, hemen oradan bir çırpıda ayrılıp Hatice’nin yanına heyecanla döndü. Konuşulanları tane tane anlattı ve Hatice de rahat bir nefes aldı duyduklarından.

Gelen cevap olumlu olunca  Hatice efendimize, bu teklifin arkasındaki sebepleri de açıkça anlattığı bir haber daha gönderdi. 

“ Şüphesiz ben, aramızdaki akrabalık bağlarının yakınlığından, senin kavmin arasındaki eşsiz konumundan, güzel ahlakın ve emanete riayetinden ve sözündeki doğruluktan dolayı sana talip oldum. Amcalarına söyle de, işlerin yönetilmesi için devreye girsinler! Peygamberimiz de bu tekliften sonra hemen amcası Ebu Talib’in yanına gitti. Nefise ile aralarında geçen konuşmayı detaylarıyla anlattı. Ebu Talib’in gözünde yeğeni elbette çok değerliydi. Ancak kendisinden teklif gelen Hatice de yabana atılacak birisi değildi. İzzet ve onuru ile yaşadığı bir hayatı vardı. Şeref ve nesep yönüyle de Mekke’nin en önde gelenlerinden birisiydi. Ebu Talib, yeğeninin de bu işe sıcak baktığını anlamıştı. Bu yüzden neden olmasın diyerek teklifi olumlu değerlendirdi.

Teklifin olumlu olarak değerlendirilmesi ve kabulüyle uzun yıllar sürecek, mutlu ve acı günlerde hep beraber olunacak, kendilerinden sonra hayırlı bir nesil olarak devam edecek evlatların doğacağı kutlu bir yuvanın temelleri atılıyordu.

Kısa zaman sonra  efendimizin  amcaları Ebu Talib, Abbas ve Hamza, Hatice’yi istemek üzere gittiler. Evlenecek kişiler her ne kadar bu işe gönüllü olsalar da, büyüklerin de gönlünün alınması ve bu işi onaylamaları gerekiyordu. Bununla da kalmayıp aileler arasında yapılması gereken merasimlerin yapılması ve  bu mutlu olayın herkese duyurulması gerekiyordu. Kız istemede ilk olarak Ebu Talib konuşmaya başladı:

“Bizi, İbrahim neslinden ve İsmail soyundan kılan Allah’a hamd olsun! Soy itibariyle bizi, insanların hizmetine adayan, evine hizmetle bizi şereflendiren, Harem’e hizmetle yücelten  ; bizim için evini, insanların yönelip emniyet solukladığı bir mekana çeviren ve bizi, insanlar hakkında hüküm vermekle öne geçiren şüphesiz O’dur. Kardeşimin oğlu Muhammed’e gelince O, Abdullah’ın oğlu Muhammed’dir. Onunla kim boy ölçüşmeye kalkışsa, mutlaka Muhammed  üstün gelir. Mal ve mülk itibariyle pek bir varlığı olmasa da şeref, asalet, yiğitlik, cesaret, akıl ve fazilet yönüyle herkesten üstündür. Zaten mal ve mülk de, kaybolan bir gölge gibidir; emanettir ve kalıcı olamaz. Ancak şu var ki, gelecek itibariyle O’nun hakkında büyük haberler, herkesi hayran bırakacak yenilikler var! O sizden, kerimeniz olan Hatice’yi talep etmektedir.”

Bu sözler karşısında kız tarafının da söylemesi gereken sözler vardı. Bunun için Hatice annemizin babası Ficar Savaşlarında vefat ettiği için amcası Amr ibn Esed de Hz. Hatice’nin faziletlerini anlatan bir konuşma yaptı:

“Senin de zikrettiğin gibi, saydığın hususlarda bizi insanlara üstün kılan Allah’a hamd olsun! Şüphe yok ki bizler, Arap’ın önde gelenleri ve efendileriyiz. Sizler de öyle! Araplardan hiç kimse, sizin faziletinizi inkar edip şeref ve iftihar noktalarınızı yok sayamaz. Sizinle aynı kökten gelme ve müşterek şerefimizin adına sizler şahit olun ki ben de, Huveylid kızı Hatice’yi, (zikredilen) mehir karşılığında Abdullah’ın oğlu Muhammed’e nikahladım.”

Genel kabul gören merasimler de tamamlanmış, artık iş düğün yemeğine  kalmıştı. Böylelikle efendimizin ve Hatice annemizin 25 yıl sürecek zor ama huzur dolu bir evlilik hayatı başlamış oluyordu.

Öte tarafta, zamanın ağır ekonomik şartları altında zor günler yaşayan Ebu Talib’in sevincine de diyecek yoktu; bir kenara çekilmiş ve yeğenine böyle bir kapı aralayan Allah’a, içtenlikle hamd ediyordu. Sevinen sadece Ebu Talib değildi elbette! Mekkeliler de bu birlikteliği o kadar içtenlikle onaylamışlardı.

Ancak o gün, hiç kimsenin sevinci, Hz. Hatice’ninkine denk olamazdı. Efendimizi o kadar yakından takip ediyordu ki, düğünlerine, artık ayrılmaz bir parçası olan kocasının süt annesi Halime’yi de davet etmişti. Böylelikle, yetim büyüyen süt yavrusunun mutluluğunu onunla da paylaşmak istemişti. Sevinci, cömertliğine gölge düşürmeyecek ve yapması gerekeni de unutturmayacaktı. Sabah ayrılıp giderken Halime’nin yanında, sütünü verdiği Abdullah’ın oğlu Muhammed’in yüce hatırına karşılık, bahtiyar Hatice tarafından hediye edilen kırk baş koyun da.

Birkaç gün amca Ebu Talib’in evinde kaldıktan sonra artık, Hatice validemizin yeğeninden alınan yeni eve yerleşecekler ve böylelikle, vahiy geleceği zamana kadar 15 yıl süren, herkese örnek, yeni bir hayat başlayacaktı.

Muhammedü’l-Emin, bundan böyle herkese örnek bir aile reisiydi. Yeri geldiğinde, ev işlerinde hanımına yardım ediyor, çoğu zaman kendi ihtiyaçlarını bizzat kendisi karşılıyor ve böylelikle, karşılıklı saygı ve sevginin esas olduğu mutlu ve örnek bir yuva inşa ediliyordu.

Bunu yapacak imkanı olmasına rağmen  Hatice, kocasına bizzat kendisi hizmet edebilmek için ev işlerini hizmetçi veya adamlarına bırakmıyor, bütün bunları büyük bir keyif içinde yürütüyordu. O’nun hoşnutluğuna kendini öylesine adamış, O’na öylesine kendini vakfetmişti ki, kılının bile incinmesinden rahatsızlık duyuyor ve O’nu rahatsız edici en küçük bir hareketinin olmaması için büyük gayret gösteriyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İLK VAHİY

 

Muhammed Peygamber yüce yaratıcıdan ilk mesaj alışını yani vahiyle muhatap olmasını bize şöyle anlatır:

“Yine Hira’da olduğum bir gün  ‘Cebrail olduğunu söyleyen’ melek geldi ve bana, ”Ey Muhammed! Sen Allah’ın elçisisin” dedi. Ayakta idim dizlerimin üzerine çöktüm. Sonra bana:

 ”Oku” dedi. Ben:

 ”Ben okuma bilmem” dedim. Bunun üzerine melek beni tuttu ve hiç gücüm kalmayıncaya kadar sıktı ve bıraktı. Öyle ki, bir an için ölüyorum zannettim. Bırakınca rahatladım ve yine:

”Oku” dedi. Ben de tekraren:

”Okuma bilmem?” dedim. Bu durum bir defa daha tekrarlandı ve üçüncüde:

”Oku! Yaratan Rabbi’nin adıyla, O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir, O kalemle yazmayı öğretendir, O insana bilmediğini öğretendir”  dedi. Bu defa ben de okudum. Ben okuyunca melek benden ayrıldı. Mağaradan dışarı çıktığımda melek bana:

-”Ey Muhammed! Sen Allah’ın elçisisin, ben de vahiy meleği Cebrail’im” sözlerini birkaç defa tekrarladı.

Okuması olmayan birisine karşı yapılan bu talebi, henüz indirilmiş bir kitap da yokken ortada, bu “oku” mesajını nasıl okumak gerekiyor? Düşün, sorgula, aklet kavramlarına bir atıftı bu oku çağrısı! Hayatı vahyin gözünde okumak!..Kainat ve yaradılış ayetleriyle birlikte Allah’ın kudretinin farkına varmak…

Okumanın önemini kimse yadsıyamaz.  Hele ki sen kardeşim; okuyan biri olarak, gözlerin bu satırlardayken ayrıca da bilirsin ki yaratıcımızın ilk inen sure olan Alak Suresi ile bizleri bir Kuran serüveninde kıyamet yolcularına nasıl bir tavsiyede bulunduğunu. Alak Suresi; yani yaradılış...

Yaradılıştan bahsetmek için ilk kelime “oku”maktır. Alak suresinde okumanın ve öğrenmenin önemi, insanın yaratılış hikayesi, kalemin işlevselliği, bunların müminlere Allah’ın vermiş olduğu bir ihsan olduğu, müminlerin bunları düşünerek Rabbine itaat etmesi ve aksi bir durumda azaba uğrayacakları anlatılmaktadır.

Rabbimizin Vahyin Meleği Cebrail ile kulu Muhammed’ e ilk seslenişindeki muhteşem hitaptır, “Oku” vurgusu. Bakın Besmeleyle hitap etmiyor ilk seslenişinde Allah’ımız. Hem de okuma bilmeyen efendimize. Hem neyi okuyacaktır ki alemlerin efendisi? Henüz indirilmiş bir kitap yoktur ortada.

 Hz. Peygamber, içinde yalnız kalmayı adet edindiği Hira mağarasında iken Ramazan ayının 27. gecesi (Pazar-Pazartesi) tan yerinin ağarmaya başlamasından az önce ufukta nurdan bir şekil görmüş; o zamana kadar hiç karşılaşmadığı bu nurani varlığın kendisine seslendiğini duymuştur. Hz. Peygamber olayı şöyle anlatır: “Melek bana okumamı emretti. Kendisine okuma bilmediğimi söyledim. Beni kollarının arasına alıp kuvvetle sıktı; sonra ‘Oku!’ dedi. Ben yine, ‘Okuma bilmem’ dedim. Beni tekrar kollarının arasına aldı, kuvvetle sıktı ve ‘Oku!’ diye tekrar etti. Ben yine ‘Okuma bilmem’ dedim. Üçüncü defa kollarının arasına alıp daha kuvvetlice sıktıktan sonra bıraktı ve şöyle dedi: ‘Yaratan rabbinin adıyla oku; O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretmiştir”

Oku! Neyi?

“Oku” hitabı geldiğinde, Hz. Muhammed ’ın eline yazılı bir metin verilmiş miydi? Elbette ki hayır! Allah Resulu’nun eline verilmiş yazılı bir metin yoktu! Peki, yazılı bir metin eline verilmediğine göre, o kişinin okuyup-yazma bilip bilmemesini tartışmanın alemi var mıdır?.. Bundan sonra dikkatimizi çekmesi gereken önemli ikinci bir nokta daha vardır.

Eline yazılı bir metin verilmediğine göre; “Oku” uyarısıyla Allah Resulu Muhammed’in neyi “Oku”ması istenmişti acaba?..

 “Okumak” kelime olarak iki anlam taşır... Birincisi, “bakmaya” dayalı bir biçimde baktığı şeyin ne olduğunu anlamak... İkincisi, “görmeye” dayalı bir biçimde baktığı şeyi “değerlendirmek”!

“Bakmak” ayrı şeydir; “görmek” ayrı şeydir!

Herkes “bakar”, ama bazıları “görür”! “Basar”, bakar; “basiret” görür! Yani “görmek”ten murat, gördüğünün anlamını çözüp onu değerlendirmektir...

Bir şeyi dinleyebilirsiniz, ama o dinlediğiniz şeyi anlayıp değerlendirebilmek güçlü bir akıl, mantık ve muhakeme kuvveti ister... Bunun gibi, baktığını görmek de ayrı bir özelliktir!

Okunması istenilen sistem nedir?

İşte “okumak” da bir anlamıyla baktığın yazılı metini deşifre etmek, çözmek anlamına geldiği gibi; bir diğer anlamıyla da baktığını görmek; güçlü bir mantık, muhakeme ile ondan yeni anlamlar çıkartmak suretiyle o şeyi değerlendirmek anlamını taşır... Konumuz yazılı bir metni “okumak” olmadığına göre; Hz. Muhammed’e yapılan “Oku” hitabının anlamını acaba nasıl değerlendireceğiz?..

Konuyu bir misalle açıklamaya çalışalım... Maç spikerleri veya spor eleştirmenleri çoklukla teknik direktörleri değerlendirirken şu husus üzerinde dururlar... “Basiretsiz teknik adam maçı okuyamıyor!” ya da “maçın birinci devresini çok iyi okudu, buna göre verdiği taktikle takım ikinci devre çok iyi oynadı!”

Demek ki, “Okumak”, yazılı bir metni çözmenin ötesinde, bir diğer anlamıyla, seyrettiğimiz şeyin nereden, neden, nasıl gelip, hangi hedefe yönelik akış içinde olduğunu kavramaktır!

Yani, “Oku” hitabıyla, Hz. Muhammed ’in, Allah’ın yaratmış olduğu düzeni, “sistemi” okuması istenmiştir!

“Oku” hitabının muhatabını iki şıktan biri olarak değerlendirmek zorundayız!

“Oku” istemi ya özel olarak yalnızca Hz. Muhammed ’e aittir, genel olarak bizi hiç ilgilendirmez; “Oku”mak gibi bir mükellefiyetimiz yoktur! Bu durumda, gerek Kuran’ın ve gerekse Allah Resulunun ne dediğini anlamaya, kavramaya çalışmak gereksizdir! Bize düşen körü körüne, beyinsizce, eğitilmiş bir mahluk gibi sadece denilenleri yapmaktır!

Ya da... “Oku” istemi Hz. Muhammed’in şahsında, tüm ümmetine yapılan bir hitaptır; Hz. Muhammed’e inanan herkesin “Okuması” istenmektedir!

Bu takdirde de, tüm inananlar, Allah’ın yaratmış olduğu yaşam sistemini, Allah’ın düzenini, Allah’ın planını “Okumakla” görevlidirler!

Bu hususu çok iyi düşünmeli ve anlamalıyız! Oku! Yani Düşün! Okumazsan, düşünmezsen yani...Cebrailin efendimizi sıkmasını hatırla...Yaşadığın hayat seni sıkar be kardeşim.

Ki sureye dikkat et. Orada kalemden bahseder yaratıcımız. Okumak ve yazmak aynı satırların içinde. Ayrıca belirteyim Yaradılış suresinden sonra inen surenin adı da “Kalem Suresi”dir. Yani işaretin en büyüğü burada saklı; mümin okur-yazar özelliklidir. Okumak mühim. Okumak; Tanrıyla...yani yaratıcımızla...yani Yüce Rabbimizle konuşmaktır aynı zamanda. Konuşmaktır ölülerle. Geçmiş bütün beşeriyetle iletişime geçmektir hasılı.

Yazmak daha da mühim. Yazmak ise doğmamış nesillerle irtibata geçmektir. Okumak ve yazmak yani; bir zaman makinasının yolcusu olmaktır. Okursan bilirsin, yazarsan bildirirsin.

***

Kendisine vahyolunan bu ayetler kalbine iyice yerleştirilmiş olan Hz. Muhammed omuzlarına yüklenen bu büyük ve şerefli görevin heyecanı, kaygısı ve korkusu  ile âdeta kalbi titreyerek Hira’dan inip bir çırpıda evine geldi. İlk inen bu ayetler aslında cehalete, karanlığa karşı bir meydan okuma idi. El Emin oldukça yorgun ve solgun görünüyordu. O ki, bundan önce “Kitap nedir, iman nedir bilmiyordu…” Birden peygamberlik gibi yüce bir görevle yüz yüze gelince kaygı ve endişelerinin kalbini titretmesi gayet doğaldı.  Hz. Hatice O’nu karşısında telaşeli görünce: “Ey Kasım’ın babası! Neredeydin? Seni aramaları için adamlar gönderdim” diyerek karşıladı. Hz. Muhammed:

“Üzerimi ört, üzerimi ört” diyebildi.

Biraz dinlendikten sonra Hira’da olup bitenleri can yoldaşı Hatice’ye tane tane anlattı ve korktuğunu söyledi. Kendisine en büyük ve en yüce makam olan peygamberliği lütfeden Rabbi’ne karşı bu şerefli görevi O’na layık olacak şekilde yerine getirebilecek mi idi? Yoksa mahcup mu olacaktı? Mahzun mu olacaktı? Utanacak mı idi? Muhammed’in yüzündeki endişeyi, içindeki korkuyu ve yüreğindeki kaygıyı çok iyi anlayan Hatice O’nun şu özelliklerini hatırlatarak sakinleştirmeye çalıştı:

“Ey Muhammed! Korkma! Allah’a yemin ederim ki, Allah seni asla mahcup ve mahzun etmez. Çünkü (1) sen akrabanı, eşini dostunu gözetirsin; (2) işini görmeye gücü yetmeyenlere yardım edersin; (3) ihtiyacı olana verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın; (4) misafirlerini ağırlarsın; (5) sen doğru sözlü, son derece güvenilir ve (6) güzel ahlaklısın; Allah’a yemin ederim senin bu ümmetin peygamberi olacağına kesinlikle inanıyorum.”

Ramazan ayının 16 gecesi geride kalmıştı. Ramazan’ın 17’si gecesi, Pazartesi gecesi idi. Nur dağı, derin ve manalı bir sessizliğe bürünmüştü. O civarda her şey de onunla birlikte sessiz ve sakindi. Kim bilir, konuşulacakları dinlemek, söylenenleri adeta duyabilmek eşsiz mazhariyetine ermek için! Konuşacak olan ile dinleyene belki de hürmet için! Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak basmıştı.

Muhammed Peygamber yaşadığı toplumun içinde bulunduğu olayların gerginliğinden çok sıkıntılı bir süreç geçiriyordu. Onaylamadığı   davranışları, eylemleri sürekli yapan insanların etrafında var olması, onlara müdahale edememesi, toplumun ve insanların sorunlarına çözüm üretememesi bu içindeki sıkıntıyı daha da arttırıyordu. Hz. Muhammed’in bu hal üzereyken kendini az da olsa rahat hissettiği nefes aldığı iki ortamı vardı. Birincisi kısmen düşüncelerini kabullendiği Haniflerin (İbrahim peygamberin kavmine ve onların inançları olan putperestliğe iltifat etmeyip, Allah’ın dini İslam’a döndüğü için öncü manasındaki, Hanif diye nitelendirilmesi)  bulunduğu mekanlar; ikincisi ise 35 yaşından itibaren inzivaya çekildiği Hira Mağarasıdır. Hz. Muhammed özellikle kırk yaşına yaklaştığı zaman dilimindeki inzivasını daha da arttırmıştı. Bazen günler, bazen haftalar boyunca Hira Mağarasında bir başına kalıyor ve tefekkür ediyordu. Özellikle bu süreçte başına çok garip hadiseler geldi. Rüya olup olmadığına karar veremediği bazı şeyleri görmeye, bazı varlıkların ona hitap ettiğini duymaya başladı.  Kendisine selam veriliyor ama selam veren varlığı göremiyordu. Bu süreci yaşarken en büyük destekçisi Hatice annemizdi. Efendimiz kendisinin kahin veya deli olabileceği ihtimallerini aklına getirdiğinde Hatice annemiz bu düşüncelerden onu uzaklaştırıyor ve ona moral olarak destek çıkıyordu. Bu ruh hali ilk vahyin gelişine kadar da devam etti. 

Allah’ın elçisi neden vahiyden önce bu kadar ilginç olaylar ile karşılaştı, garip rüyalar gördü, anlam veremediği sesler duydu?

Bunların hepsi aslında insan bedeninin ve psikolojisinin normal şartlarda kaldıramayacağı ‘Vahyin Nüzulü’ hadisesine Allah’ın elçisini hazırlamaktı.

Tüm bu hazırlıklara rağmen Allah’ın elçisi ilk vahiy geldiği sırada çok sıkıntı çekmişti. Hatta ileriki zamanlarda dahi vahiy geldiği sırada buna şahitlik eden arkadaşları olayın ne kadar dehşet verici bir hadise olduğunu görmüşlerdi.

Aslında vahiyden önce gerçekleşen bu tür olaylar Allah’ın son peygamberine olan merhametinin bir sonucu idi.

Malumdur ki Hz. Muhammed, toplumunda ahlaki olarak parmakla gösterilen örnek bir kişilik edi.

Bunu hak edecek vasıflara fazlasıyla sahip olan Muhammed Peygamber aynı zamanda insanlarda genel olarak aranan bir çok özelliğede sahipti. İnsanları güzellikle idare edebiliyor, sorunlarına güzel çözümler üretiyor, kendi aile yaşantısını sorunsuz bir şekilde sürdürüyor, yaptığı dünyevi işlerde başarı sağlayabiliyordu.

Tüm bunları bir kez daha hatırlatmamızın sebebi ise şudur:

Allah’ın son elçisi bunca özelliğe sahip olmasına rağmen toplumu değiştirebilecek bir çözüm önerisi, onları bataklıktan çıkartacak bir genel kurtuluş reçetesi niçin sunamadı? Çünkü vahyin nurundan mahrum bir şekilde yaşıyordu. Tüm bu güzelliklere anlam katan, hayat veren, toplum için faydalı bir hale çeviren şey ancak ve ancak vahiydi.

Maalesef her cahiliye döneminde olduğu gibi günümüzde de ölçüler tepe taklak olmuş durumda. İnsanlara kurtuluş reçetesi sunanlara, önder olarak gösterilenlere ‘Vahiy ile besleniyorlar mı?’ sorusu sorulmuyor. Ahlaki ve buna benzer bazı özelliklere sahip mi diye bakılıyor. Bir de ağzı güzel laf yapıyor mu diye... Bu vasıflara sahip herkesin peşinden gidiliyor.

Peygamberimiz zamanında, öncesinde veya sonrasında yaşayan bazı kafirlerde dahi mevcut olan ahlaki vasıflar, bugün din adına konuşan kimseler için geçerlilik işlevi görüyor.

Hayır! Allah’ın elçisinden daha güzel bir ahlaka sahip kimse yoktu. Ama bu onun bir beşer olarak karanlıkları tek başına aydınlatmasına yetmedi. Vahiy onun önünü aydınlattığında ise sahip olduğu bütün güzellikler Allah’ın ayetlerini anlama, anlatma ve yaşamada onun en büyük destekçisi oldu.

Hatice annemiz Muhammed’in peygamber olduğuna ve ona gelen vahyin Allah’tan geldiğine ilk anda tereddütsüz  iman etti. Böylece Hz. Muhammed’in peygamberliğine ilk inanan kişi oldu. Allah Hz. Hatice ile Hz. Muhammed’e  destek sağlayarak, onun yükünü bir nebze hafifletti. Hz. Muhammed hem peygamberliğinin bu ilk günlerinde hem de daha sonraki yıllarında ne zaman bir sıkıntıya düşse, ne zaman zor bir durumla karşılaşsa onu eşi Hatice ile paylaşır, onun desteği ile teselli bulur, rahatlardı. O’nun Allah’tan sonra en büyük yardımcısı eşi Hatice idi. Peygamberliğinin bu ilk günlerinde Cebrail’in kendisine öğrettiği abdesti ve namazı ilk olarak Hz. Hatice’ye öğretmiş ve ilk namazını ona kıldırmıştı.

Daha önce adını zikretmiştik. Hatice annemizin Varaka bin  Nevfel adında bir amcasının oğlu vardı. Mekke’de doğup büyüyen ve Mekke’de ölen Varaka putperestliği bırakıp Hristiyan olmuştu. Tevrat’ı ve İncil’i okumuş, bunları bilenleri de dinlemiş bilgili bir kişiydi. Ömrünün son yıllarında gözleri görmez olan Varaka ayrıca İbranice bilirdi. Hatta Kitab-ı Mukaddesi Arapça’ya çevirmişti. İncil’in ancak Cromwell tarafından Latince’den İngilizce’ye 1500’lü yıllarda çevrildiğini hatırlatalım. Hatice zaman zaman Varaka’yı ziyaret eder, ona sorular sorar, onun görüş ve düşüncelerine değer verirdi. Hz. Muhammed’in peygamberlik ile müjdelendiğini de Varaka’ya haber vermişti.

Vahiyden kısa süre sonra Varaka bin Nevfel, Kabe’ye geldiği bir gün Muhammed’in peygamber olduğu iddiasını ayrıca Mekkelilerden de duydu. Bu sırada tavaf etmek için Kabe’ye gelen Muhammed’i gördü ve yanına gelerek: “Ey kardeşimin oğlu! Bana gördüğün ve duyduğun şeyleri haber versene” dedi. Efendimizde ona başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Varaka: “Allah’a yemin ederim ki sana, Musa’ya gelen Namusu Ekber / Vahiy / Cebrail gelmiştir. Sen bu ümmetin peygamberisin. Sen de “daha önceki bütün peygamberler gibi” yalanlanacak, eziyetlere ve sıkıntılara uğrayacak, yurdundan çıkarılacak ve savaşlarla karşı karşıya kalacaksın. Senin o günlerine yetişirsem Allah biliyor, mutlaka sana yardım edeceğim” dedi ve yaklaşıp alnından öptü. 

Efendimiz, aradan çok zaman geçmeden, bir hadiseyle karşı karşıya geldi: “İnkıta-ı Vahy” hadisesi, yani “vahyin kesilmesi...” Sebebi (şöyle veya böyle) açıklanmakla beraber, insani-beşeri aklımızla sebebini-hikmetini tam kavrayamadığımız bu hadise karşısında  efendimizin tekrar büyük bir sıkıntı ve üzüntü duyduğu fark ediliyordu. Öyle ki adeta dünya kendisine dar gelmekteydi. Bu esnada Cebrail kendisini teselli için birkaç sefer göründü.

Efendimiz  tam kırk gün bu üzüntüyle-belirsizlikle karşı karşıya kaldı. Ancak dünyada olup biten her şey bir sebep silsilesiyle devam ede gelmektedir. İnsanlığın bu soruları cevaplandırmasının adıdır zaten imtihan.

Aklımızın küçücük terazisiyle biz, bazen olayların sebep ve hikmetlerini yakalarız, bazen de yakalamamız ne yazık ki mümkün olmaz. Olayların Ama sebep ve hikmetini bilmeyişimiz, elbette olanların hikmetsiz süregeldiğine hiçbir zaman delil olmaz. Hele, peygamberlik gibi her şeyi hikmet kalemiyle programlanmış bir görevin içine elbette hikmetsizliğin girmesine olanak ve ihtimal yoktur. Dolayısıyla, “inkıta-ı vahy”, yani vahyin bir ara kesilmesi olayı, kesinlikle birçok sebep ve hikmete binaen hasıl olmuştur. Fakat biz hikmetlerin bütünlüğüne sahip değiliz.

Elbette efendimiz, ilk vahiy karşısında fazla telaş duymuş ve ruhu adeta vahyin ağırlığıyla sarsılmış olabilir. Bu durumda ruhunun  biraz sükun bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hadise vuku bulmuştur.

Yine efendimizin peygamberliği süresince karşılaşacağı  ızdırap ve elemlere dayanmaya şimdiden alıştırılması gerekmektedir.

Ayrıca vahye karşı , daha fazla istek ve arzu duymasınının temini açısından hikmetler aranılabilir.

Hasılı endişe ve sıkıntı dolu kırk günlük bir aradan sonra, Efendimize vahiy tekrar gelmeye başladı.

Vahyin tekrar gelmeye başlaması hadisesini bizzat kendileri şöyle anlatmışlardır:

“Bir gün giderken, aniden gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırıp baktığımda, Hira’da bana gelen meleği (Cebrail), yerle gök arasında bir kürsü üzerinde oturmuş gördüm. Ürpererek yere çöktüm. Evime dönüp,  eşime ‘Beni örtünüz, beni örtünüz!’ dedim. Bunun üzerine Yüce Allah beklenilen mesjı vahyetti:

‘Ey örtüye bürünen Peygamber! Kalk da sana iman etmeyenleri azapla korkut! Rabbinin büyüklüğünden bahset! Elbiseni temiz tut! Putperestlik pisliğini bırakmakta devam et!’ ayetlerini indirdi. Artık vahiy gelmeye başladı ve ardı arkası kesilmedi.”

Vahiy tekrar gelmeye başlayınca, efendimizin ruhundaki sıkıntılar dindi, iç alemi huzur ve dinginliğe kavuştu. 

Ya bizim örtüsüne büründüğümüz mazeretlerimiz? İlk inen sure Yaradılış (Alak) Suresi idi. Hemen sonrasında Kalem Suresi. Yani yaradılış gayemizi artık kalem ile sorgulamamız gerekmiyor mu?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KURAN MUCİZELERİ

 

Belirtelim ki Kuran, dini ve ahlaki ayetlerinin yanında hem bilime hem de düşünmeye teşvik eden ayetleri ve en temel varoluşsal sorularımıza getirmiş olduğu açıklamalarıyla tüm insanlığa rahmet ve kılavuz olarak gönderilmiş eşsiz bir kitaptır.

İnsanlığa gönderilmiş bir kitap olması sebebiyle onlara kendi anlayacakları dilden hitap etmektedir. Yalın bir anlatım ve üsluba sahiptir. Eşsizliğinin bir nedeni de bu özelliğidir. Çünkü önemli olan bir konunun sadece açıklanması değil; yapılan açıklamanın anlaşılır olmasıdır. İşte Kuran ayetleri en zor konularda dahi getirmiş olduğu sade anlatım ve açıklamalarıyla her seviyeden insana hitap etmekte ve bu yönüyle insanlığı doğruya ileten bir rehber olmaktadır.

Şüphesiz Kuran, astronomi, fizik, kimya gibi bir bilim kitabı ya da psikoloji veya sosyoloji kitabı değildir. Ancak tüm bu ve benzeri alanlara öyle incelikler ile temas eder ki özellikle bu konulara ilgi duyan ve bu konularda bilgi sahibi olan insanları kendisine hayran bırakır.

Kuran, bir bilim kitabı gibi açıklamalar yapmaz ama bilimin alanına giren kimi konularda çok büyük iddialarda bulunur. 1400 yıl önce vahyedilmiş bir kitabın dev iddialarının günümüze kadar hem bilimsel hem de felsefi anlamda çürütülememiş olması ve aksine modern bilimin verileri ile uyumlu olması, bu kitabın Allah tarafından gelmiş bir vahiy olduğunun önemli delillerinden biridir.

Kur’an on dört asır önce insanın/ceninin anne rahminde geçirdiği safhaları sırasıyla öyle bir tarzda belirtmiş (Müminun, 23/12-14) ki, Embriyoloji uzmanlarına parmak ısırtmıştır. Evrenin genişlemesi (Zariyat, 51/47), göklerle yerin birbirinden ayrılması (Enbiya, 21/30), rüzgarların aşılayıcı özelliğinin olması (Hicr, 15/22), dünyadaki su döngüsü (Tarık, 86/11-12), bitkilerdeki erkeklik ve dişilik özellikleri (Yâsin, 36/36), dağların hareket etmesi (Neml, 27/88),  parmak izlerinin benzersiz olmasının bir kimlik özelliği taşıması (Kıyamet, 74/4) gibi birçok gerçek, Kuran’da yer almaktadır.

Şu ayet bile başlı başına inmesinden bugünlere bir mesajdir: “Biz ileride Kur’an’ın hak/Allah’ın sözü olduğu gerçeği onlara açık-seçik oluncaya kadar, hem âfaki hem enfüsi (hem insanların kendi alemlerinde hem kainat çapında) ayetlerimizi/delillerimizi göstereceğiz.” (Fussilet, 41/53)

Kuran önce karşıtlarına “Kur’an’ın bir benzerini getirmelerini” (İsra, 17/88), daha sonra “Kur’an’ın yalnız on suresinin bir benzerini” (Hud, 11/13), ardından da bir tenzilat daha yaparak “Kur’an’ın tek bir suresinin bir benzerini” (Bakara, 2/23) getirmelerini istemiş ve bunu yapamayacaklarını da peşinen haber verip onlara meydan okumuştur. Bu meydan okuma kıyamete kadar sürecektir.

Kuran’da, insanları ölümden sonra diriltmenin Allah için çok kolay olduğu anlatılırken, insanların özellikle parmak uçlarına dikkat çekilir. Kıyamet Suresi’nde parmak uçlarının vurgulanması son derece hikmetlidir. Çünkü parmak izindeki şekiller ve detaylar kişiye özeldir. Parmak izi doğumdan önce cenin üzerinde son şeklini alır ve ömür boyu sabit kalır. İşte bu nedenle parmak izi, herkese özel çok önemli bir “kimlik kartı” sayılmakta ve insanlar tarafından bilinen tek değişmez ve yanılmaz kimlik tespit yöntemi olarak kullanılmaktadır..

Kuran’da inananları bilim yapmaya teşvik eden, hem kendi benliğimizdeki hem de Evren’deki delillere dikkat çeken birçok ayet bulunur. Kuran ayetlerinde dikkat çekilenler ile ilişkilendirilebilecek bazı bilim dalları şu şekilde örneklendirilebilir:

Astronomi (Gökbilim): “Üzerlerindeki göğü nasıl kurduğumuza ve süslediğimize bakmazlar mı? Bir çatlağı da yoktur onun.” (Kaf suresi 6)

Jeoloji (Yer bilimi): “Dağların nasıl dikildiğine bakmazlar mı? Ve yeryüzünün nasıl yayıldığına bakmazlar mı?” (Gaşiye suresi 19-20)

Paleontoloji (Fosilbilim): “Yeryüzünde dolaşın ve yaratılışın nasıl başladığına bir bakın...” (Ankebut suresi 20)

Arkeoloji (Kazı bilimi): “Yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin sonuna bakmazlar mı? Onlar bunlardan daha kuvvetliydiler, yeryüzünü eşip deşip didik didik etmişler ve bunların imar ettiklerinden çok daha fazla imar etmişlerdi.” (Rum suresi 9)

Botanik (Bitki bilimi): “O, gökten su indirendir. Her çeşit bitkiyi onunla bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık, üst üste binmiş taneler üretiyoruz ve hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın. Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için deliller vardır.” (En’am suresi 99)

Zooloji (Hayvanbilimi): “Muhakkak hayvanlardan alacağınız ibretler vardır.” (Nahl suresi 66)

Embriyoloji  (Canlı gelişimi bilimi): “Ey insanlar! Eğer dirilişten şüpheleniyorsanız, gerçekten de sizi topraktan yarattık, sonra bir damla sudan, sonra asılıp tutunan bir şeyden, sonra yaratılış biçimi belli belirsiz bir çiğnem et parçasından; size apaçık gösterelim diye. Dilediğimizi belirli bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz sonra sizi bebek olarak çıkarıyoruz, sonra da güçlü çağınıza eriştiriyoruz.” (Hac suresi 5)

Bu kadar farklı konulardaki açıklamanın tek bir kitapta toplanmış olması ve kendi içinde müthiş bir tutarlılık sergilemesi de Kuran’ın başka bir benzersizliğidir. Tarih boyunca gerek Evren’in gerekse yaşamın ortaya çıkışına dair ileri sürülen iddialara ve en küçüğünden en büyüğüne kadar Evren’deki oluşumlara dair getirilen açıklamalara bakıldığında, kendi içinde çelişkiler barındıran ya da zamanla yanlış olduğu anlaşılan birçok görüşe rastlanır.

Mısır, Sümer, Babil, Fars, Hint ve Yunan gibi kadim bilgelik merkezlerine ve bu merkezlerde yetişmiş bilge kişilerin ortaya koydukları iddialara ve günümüze kadar ulaşan kitaplarına bakıldığında birçok iddianın zamanla hatalı olduğu görülmüştür.

Oysa Kuran ortaya koymuş olduğu ve kendi döneminde bilinmesi mümkün olmayan dev iddialarında daima haklı çıkmış ve getirdiği tek bir delil dahi çürütülememiştir. İçlerindeki birçok hatalı yaklaşıma rağmen kadim kitaplara hayranlık duyan ve yazarlarını yere göğe sığdıramayanlar, Kuran’ın kendi içindeki tutarlılığı ve haklılığı karşısında derin bir sessizliğe bürünmektedirler.

Kuran’ın anlamına nüfuz etmeye ve ilkelerini hayata geçirmeye çalışmaktan ziyade bu ayetleri anlamadan seslendirenler, Kuran’ın Evren’deki olguları incelemeye yönlendiren yüzlerce ayetini gereğince takdir edememişlerdir.

Kuran, alimlerin, yani bilgi sahiplerinin ve kavrama yeteneğine sahip olanların üstünlüğüne vurgu yapar ve şöyle sorar: ‘Bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?’ Kuran’daki yedi yüz elli ayet (neredeyse Kuran’ın sekizde biri) inananları doğayı incelemeye, üzerine düşünmeye, nihai gerçeklik arayışında akıldan en iyi şekilde yararlanmaya, bilgi edinmeye ve bilimsel anlayışı toplum hayatının bir parçası yapmaya teşvik eder.

“O, yedi göğü eşsiz bir uyum içinde yaratmıştır; Rahman’ın yaratışında bir düzensizlik göremezsin; haydi, çevir gözünü de bir bak bakalım. Bir kusur ve başıboşluk görebilecek misin? Sonra tekrar tekrar çevir gözünü de bir bak; bakışın yılgın ve bezgin bir şekilde sana geri dönecektir.”

(Mülk suresi 3-4)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İLK MÜSLÜMANLAR

 

Allah’ın elçisi insanları uyarma-uyandırma emrini alınca Allah’ın dinine davet işine bir anda ve bütün gücüyle başlamadı. Temkinli, tedbirli ve ihtiyatlı davrandı. Davetini ilk önce mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalıştı, bu ferdi ve gizli çalışmalar üç sene kadar devam etti.

Hiç şüphesiz ki onun bu ilk yıllarda İslam’a daveti gizli tutması, kendi canından korkusu ya da endişesi sebebiyle değildir. Kendisini bu davetle görevlendiren ve peygamber olarak seçen Rabbinin onu insanlardan korumaya kudreti olduğuna kesinlikle inanıyordu. İlk günden itibaren daveti aleni olarak açıklaması emredilseydi, elbette apaçık yapardı. Fakat Allah, görevini gizli olarak sürdürmesini, ancak çok güvendiği kimselere açmasını ilham etmişti.

Bu da her asırdaki İslam davetçilerinin, içinde yaşadıkları zamanın durumuna göre görünür sebep ve tedbirlere başvurmalarının, aleniliği veya gizliliği tercih etmelerinin meşru olduğuna dair bir ölçü idi. Efendimizde bu gerekçeyle  ilk yıllarda akrabalarından başlayarak, yakın çevresindeki dostlarını gizlice İslam’a davet etmiştir.

İlk müslümanlar arasında her sınıftan insan vardı. Eşraftan kişiler olduğu gibi; daha çok fakirler, güçsüzler ve köleler iman ediyor, sayı ise günden güne artıyordu. Özellikle gençlerin efendimize rağbeti dikkat çekmekteydi.

Her ne kadar İslamiyet gizli tutulmaya çalışılmışsa da, Müslümanlar yine de müşrikler tarafından gözetlenmekten kurtulamadılar. Bu cehalete karşı olan tavır yavaş yavaş kulaktan kulağa duyuldu. “Muhammed yeni bir din çıkarmış! Ben Allah’ın peygamberiyim diye halkı kendi yoluna davet ediyormuş! Hatta ona uyanlar bile varmış!” diyorlardı.

Mekke toplumu ateist değildi. Tanrıya inanıyorlardı. Ancak Allah’ı tek otorite olarak görmüyorlardı. Müşriktiler, çünkü Allah’ın hükmünü tanımıyorlardı. O’nun otoritesine karşı ortaklar ve aracılar koymaya çalışıyorlardı.  Bu kavramı iyi bilmemiz lazım. Peygamberimizin daveti ile ilerleyen aşamalarda toplumu ile ters düşmesinin, çatışmasının temel sebebi bu kavramın iyi anlaşılmasında yatar. Hatta günümüz toplumlarının genel huzursuzluğunun sebebi de işte bu kavramın anlaşılamamasındandır.

Allah’a inandıklarını söyledikleri halde onun kudretini dilediklerince kabullenirler.  ” Ve eğer dönüp de onlara sorsan: Gökleri ve yeri yaratan kimdir; ve güneşle ayı emre amade kılan kimdir? diye, hiç kuşkun olmasın ki Elbette Allah’tır! diyecekler. O halde, nasıl böyle savruluyorlar? “(Ankebut 61)

Müşrikler Allah’a yaklaşmak için aracılar edinir onları da kendilerince kullanırlar!Genelde put adı verilen objeler bu konudaki en belirgin araçlarıdır.

“Değil mi ki böyle bir borçluluk bilincinin en saf ve samimi olanı, sadece Allah’a has kılınanıdır! O’ndan başkalarını sığınacak otorite edinenler, “Biz bunlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz!” (derler)….” (Zümer Suresi)

Müşrikler kendileri için geçmiş zamanlarda önem arzeden insanların hatırasından, dolayısıyla ölülerinden yardım isterler!

“Ve Allah’ın peşi sıra, sana ne yararı dokunan ne de senden zararı gideren varlıklara yalvarıp yakarma! Zira eğer böyle yaparsan, işte o zaman sen de zalimlerden olursun! (Yunus 106)

Gelenek, örf onlar için vazgeçilmez hukuk kurallarıdır. Yani aslında müşrikler bir nevi atalarına taparlar!

 “Onlara Allah’ın indirdiklerine uyun! denildiği zaman, Hayır, biz atalarımızın üzerinde bulunduğu geleneğe uyarız! derler. Ya ataları hiç akıllarını kullanmamış ve doğru yolu bulamamışsalar? ” (Bakara Suresi)

Daha ilk zamanlarda Peygamberimize inen ilk vahiylere karşı bir reddiye içine girdiler. Müşrikler Kur’an’ın hükümlerini beğenmediler!

“Bir de ne zaman gerçeğin apaçık kanıtları olan ayetlerimiz onlara okunsa, huzurumuza çıkacak yüzü olmayan o kimseler derler ki: Git, bize bundan başka bir hitab getir, ya da onda değişiklik yap!….” (Yunus Suresi)

En önemli bariz özelliklerinden birisi de din adamlarına olan mantıksız teslimiyetleridir. İnsanların müşrik olmalarının önemli sebeplerinden biride dinden geçinen ruhbanlardır.

“Allah’ın peşi sıra, hahamlarını ve rahiplerini -tabi ki Meryem oğlu Mesih’i de- rabler edindiler. Oysa ki tek bir ilahtan başkasına asla kulluk etmemekle emr olunmuşlardı; (O ki), O’ndan başka ilah yok ve O onların putlaştırdıkları her şeyden beri ve yücedir. (Tevbe Suresi)

Müşrikler ilk sıralarda olanları anlayamadıklarından, kavrayamadıklarından efendimizin Kabe’de namaz kılmasına karışmazlardı. Müslümanlar ise namazlarını gizlerler; ya evlerinde ya da ıssız yerlerde birbirlerine gözcülük etmek suretiyle gizli gizli kılarlardı. Müşrikler davet haberini öğrendiklerinde, bu meseleye pek fazla önem vermemişlerdi. İslam dinine tabi olanları; putlara tapmaktan kaçınan, İbrahim peygamberin yolundan giden hanifler gibi olduklarını zannediyorlardı.

İslamiyet adındaki bu son din artık giderek Mekke’de yayılmaya başlamış, halk arasında konuşulur olmuştu.  Kuran’ın erkek ve kadınlara şart koştuğu tek şey, zayıf olanların korunacağı adaletli bir toplumun oluşturulmasıdır. Kuran’ın ilk mesajı son derece anlaşılırdır;  kişisel servet oluşturmak için zenginlik yığmak yanlış, sadakalar vermek ve zenginliği topluma yaymak doğrudur.

Diğer taraftan İslam, sadece algıya açık, körelmemiş akla yatkın olanlara açıklanıyor, asıl hedefler gizli tutuluyordu. Müslümanlar müşriklerin işlerine hiçbir surette karışmıyor, onları eleştirmek veya karşı koymak gibi bir fikir gütmüyorlardı. Çünkü müşrikler  dinlerine ve putlarına şiddetle bağlı idiler. Bir nevi kendilerince dindar bir topluluk idiler.

Kureyşliler için Kabe kutsallığın merkezinde yer alıyordu. Bu kutsal yerin çevresinde kurdukları birlik ruhunu zaman içerisinde tehlikeye atmışlardı. Eski toplumsal ideali bir kenara bırakmış, zayıf kabileleri, yetimleri, yoksulları, yaşlıları ve düşkünleri düşünmemeye, bencilce olara eza etmeye başlamışlardı. Durum onu göstermekteydi ki eğer bu şekilde cahiliye  yaşantılarına devam ederlerse, dünyadaki gerçek pozisyonlarıyla ilgili tüm görüşlerini kaybedecek, tarihten de  silinip gideceklerdi. Bu erken dönemde Kuran ayetleri, Mekkelilere halen hem yaratılışlarıyla hem de yaşamalarıyla Allah’a ne kadar çok şey borçlu olduklarını ifade etti. Yaratıcının doğanın-kainatın her yerinde kendini gösteren iyiliğini ve gücünü görmeye çalışmalıydılar. Eğer kendi toplumlarında bu yardımseverlik ruhunu yeniden oluşturamazlarsa, kendilerini doğal yaşamın dışına atmış olacaklardı. Rahman suresinin ilk ayetlerinde belirtildi gibi insanları düşünmeye yönelik bir davet sözkonusudur.

“Rahman; Kuranı öğretti, insanı yarattı, ona güzel beyanı belletti.

Güneş ve Ay hesap iledir; çimen, ağaç secde eder dururlar.

Bak şu güzel göğe, onu yükseltti, mizanı koydu ki, tartıda taşkınlık etmeyesiniz.

Tartıyı adaletle doğru tutun, teraziyi aksatmayın! Yeryüzünü mahlukat için serdi,

Onda meyvalar, salkım tomurcuklu hurma ağaçları vardır.

Çimli taneler ve güzel kokulu bitkiler vardır; simdi Rabbinizin hangi nimetlerine yalan dersiniz?”

Diğer bütün yaratıklar yaratanı tanıyıp önünde eğiliyor, O’nu en önemli amaçları olarak kabul ediyor, kendi varlıklarının kaynağı olduğunu ve O olmadan var olamayacaklarını biliyorlardı. Allah’ı, her şeyi kapsayan, hareket etmelerini sağlayan ve güçlü kılan tek ve temel enerji olarak görüyorlardı. Her şeyi birbiriyle doğru ilişkiler içinde tutan dengeyi o yaratmıştı ve Kureyşliler kendi toplumlarında bu dengeyi sağlayamazlarsa, birbirleriyle ilişkilerinde daima önce kendilerini düşünmeye devam ederlerse, doğal sistemden uzaklaşacaklardı. İlk Müslümanların bu ilahi sorumluluğu kabul etmesine yardımcı olmak için, Hz. Muhammed günde iki kez ibadet ederken tıpkı yıldızlar ve ağaçlar gibi yüzlerini O’na dönmelerini söyledi. Bu ibadet sonrasında İslam dininin beş temel ilkesinden biri oldu. Görünüşteki bu hareket, Müslümanların içsel duruşlarını ayarlamalarını, yaşamlarını yeniden düzenlemelerini kolaylaştıracaktı. Hz. Muhammed’in davet ettiği Allah’ın bu son dini zaman içinde İslam adıyla tanındı; bu, her inananın kendini tam anlamıyla Tanrı’ya teslim etmesi anlamına geliyordu. Müslüman, kendini tamamen Allah’a teslim eden kişi demektir. Ama ilk inananlar, dinlerine “tazakka” adım vermişlerdi. Bu, tercüme edilmesi kolay olmayan bir kelimedir. Muhammed’in takipçileri ibadet sırasında kendilerini bir şefkat ve cömertlik pelerinine sarıyorlardı; ilgili, şefkatli ve zeki bir ruh oluşturmak için, “zekalarını” kullanmaları gerekiyordu ve bu da sahip oldukları her şeyi Allah’ın diğer  yaratıklarına koşulsuzca  vermeyi istemelerine neden oluyordu. Yaratılışın gizemlerini akıl yoluyla incelerken, Müslümanlar nazik davranmayı öğrenecekti ve bu cömert tutum da ruhsal bir gelişim içine girecekleri anlamına geliyordu. Vermek hususunda Allah, mükemmel örnekti. Müslümanlar, O’nun doğaya karşı merhametini ve büyüklüğünü anlamak için O’nun işaretleri üzerinde düşünmeye teşvik ediliyordu. Bu cömert zekanın bir sonucu olarak, kargaşa ve bencil barbarlık yerine düzen ve verimlilik sürüyordu. O’nun emirlerine boyun eğerlerse, kendi hayatlarının da benzer bir şekilde düzene gireceğini vahyin terbiyesinde zaman içerisinde anlayacaklardı.

Diğer bütün yaratıklar, seçme özgürlüğü olmayan ama Allah’ın  iradesini yerine getirerek ilahi planı izleyen doğal Müslümanlardır. Sadece insanoğlu İslam inancını seçme, hayatını varlığının kaynağına odaklama özgürlüğüne sahiptir. İnsan yaratılmışların en şereflisidir, iradesini kullandığı için.

Allah’ın elçisi  ilk müslümanlardan Erkam’ın Safa tepeciğinin eteklerinde bulunan evini tebliğ ve toplantı merkezi olarak seçti, kendi evini bırakarak oraya taşındı.

Orada bir yandan müslümanlara dinlerini öğretirken, diğer taraftan hakikati arayan insanları İslam’a davet ediyor, inen ayetleri okuyor ve onlarla birlikte namaz kılıyordu. Birçok insan gelip Erkam’ın bu mübarek evinde İslâmiyet’le tanışıyorlar, yeni müslümanlar buraya gizli gizli gelip bir süre kalıyorlardı. Burada toplanan bir avuç müslüman, hayat ve memat endişesinden tamamen sıyrılarak kendilerini o Nur’un cezbesine kaptırmışlardı. 

“Darül-Erkam” olarak meşhur olan bu ev, İslam’ın ilk yayılma yeri olduğundan “Darül-İslam” olarak da bilinir. Resulullah’a inen Mekki surelerin çoğu burada nazil olmuştur.

Üç yıllık gizli tebliğ dönemi bittikten sonra uzun bir müddet toplanma yeri olarak kalmıştır.

Muhammmed’in bu evi ikametgah olarak seçmesi, ilk müslümanların İslamı kabul tarihlerine bir esas teşkil etmiş; Ashab-ı kiram olarak adlandırılan peygamberin yol arkadaşlarının  Müslüman oluşları, Resulullah Aleyhisselam’ın “Darül Erkam”a girmesinden önce veya sonra şeklinde tarihlendirilmiştir.

Peygamberimiz İslam’ı tebliğ ederken, toplumun yeniliğe açık, idealist ve enerjik kesimini oluşturan gençlerden büyük ölçüde destek almıştır. Nitekim ilk Müslümanlardan birkaç kişi 50 yaş civarında, birkaç kişi 35 yaşın üzerinde, geri kalan çoğunluk ise 23 yaşın altında bulunuyordu.

Efendimizin hayatını ve sahabeyi düşündüğümüzde, her nedense hep olgun ve yaşlı insanlar canlanır zihnimizde. Kırk yaşındayken peygamberlik görevine başlayan Peygamber’in etrafındaki ilk Müslümanlara baktığımızda, onlardan çoğunun gençler olduğunu görürüz.

Mesela genç yaşta İslam’ı kabul edenlerden; Hz. Ali 10, Abdullah bin Ömer ve Ubeyde bin el-Cerrah 13,  Ukbe bin Amir 14, Cabir bin Abdullah ve Zeyd bin Harise 15,  Abdullah b. Mesud, Habbab bin Eret ve Zubeyr bin Avvam 16, Talha bin Ubeydullah, Abdurrahman bin Avf, Erkam bin Ebi’l-Erkam, Sa’d bin Ebi Vakkas ve Esma bint Ebî Bekr 17, Muaz bin Cebel ve Musab bin Umeyr 18, Ebu Musa el-Eşari 19, Cafer bin Ebî Talip 22, Osman b. Huveyris, Osman bin Affan, Ebû Ubeyde, Ebu Hureyre ve Hz. Ömer 25-31 yaşlarında idiler.

Peygamberimizin yanında bulunan, O’nunla birlikte mücadele edenler gençlerdi. Bu yüzden Peygamberimiz gençlere ayrı bir önem atfetmiştir. İslam’ı bir gençlik hareketi olarak değerlendirebiliriz. Ayrıca kölelerin ve mazlumların efendimize olan iltifatlarından dolayı İslam’ı ayrıca devrimci bir hareket olarak da düşünebiliriz.

Efendimiz arkadaşlarına,   savaşlarda bile müşriklerin gençlerini öldürmemeleri talimatını vermişti. O,”Yaşlı neredeyse İslam’a girmez! Genç ise İslam’a yaşlıdan daha yakındır.” demiştir diyerek gençlere olan özel tavrını hatırlamamız gerekir.

Yine demiştir ki, “Kıyamet günü Ademoğlu şu beş şeyden sorgulanmadıkça Rabbinin huzurunda sorgudan kurtulamayacaktır: Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede geçirdiğinden, malını nereden kazanıp nereye harcadığından, bildiklerini hayata ne kadar aktarabildiğinden.”

Peygamberimiz’in gençlerle ilgili bütün ilişkilerine baktığımızda O’nun bütün gayret ve hedefinin, inançlı, dindar, ahlaklı ve iffetli bir gençlik oluşturabilmek olduğunu görürüz.

Zira Efendimiz, “Allah’ın (arşının) gölgesinden başka hiçbir gölgenin olmadığı o günde yedi sınıf insanın Allah’ın gölgesinde gölgeleneceği” haberini vermiştir. Bu hadiste ilk olarak “adaletli yönetici”, ikinci sırada da “Rabbine ibadetle yetişen genç”i zikretmektedir.

Başka rivayetlerde ise “Allah, gençliğini Allah’a itaatle geçiren genci sever.”; “Allah tevbe eden genci sever.” buyurulmaktadır.

 “Yaşından dolayı bir ihtiyara ikramda bulunan genç için, Allah Teâlâ ona ikram edecek kimseler hazırlar.”

Peygamber’in gençleri teşvik eden bu sıcak ve samimi ilgisi sayesinde, genç sahabiler, canlarını, mallarını, ailelerini Allah yolunda feda edecek kıvama gelmişlerdi. Müslüman olur olmaz birçoklarının başta ailesi olmak üzere, Mekkelilerden gördükleri baskılar, korkunç işkenceler, açlık ve abluka yılları onları asla yıldırmamıştır. Onlar, Allah Rasûlü’nden aldıkları inanç ve ahlakın gereği olarak, yalnız Mekke’den ayrılmayı değil, zamanı geldiğinde dünyadan ayrılmayı dahi göze almışlardır.

Peygamber Efendimiz’in çocuklara karşı muamelesi, merhamet ve sevgisi, ümmeti ve bütün insanlık için muazzam bir örnektir.

Allah Resulü bir çocuk gördüğünde başını okşar, kucağına alır, sever, öperdi. Mübarek yüzü özellikle çocuklara karşı hep yumuşak ve güleçti. Çocuklara selam verirdi, halini hatırını sorar, binekliyse onları atın terkisine alır gideceği yere kadar götürürdü. Çocuklarla birlikteyken çocuklaşır, onlarla sohbet eder şakalaşırdı.

“Kimin çocuğu varsa, onunla çocuklaşsın.”

Allah Resulu bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de, onlarla birlikte koşmuştu. O, çocukların neşesine ortak, üzüntüsüne teselli olurdu.

Kuşu ölen Zeyd’e taziyeye gitmiş, onu teselli etmişti. Zeyd, 3 ya da 5 yaşlarında iken çok sevdiği ve adını Umeyr koyduğu küçük bir kuşu vardı. Efendimiz her gördüğünde ona “Umeyr’in Babası” anlamına gelen “Ebu Umeyr” diye hitap ederdi. Bir gün Zeyd’in kuşu öldü ve Zeyd çok üzüldü. Zeyd’in üzüntüsünü duyan Peygamber Efendimiz o günlerde çocuğun evine taziyeye gitti. Zeyd’i neşelendirmek için, “Ya Ebu Umeyr! Senin Nüğayr (serçeye benzeyen küçük kuş) ne oldu, hayvanı ne yaptın?” diye sordu. Bu soru Zeyd’i güldürdü. Allah Resulu Zeyd’i kucağına aldı, saçını okşayıp öptü, teselli etti.

Merhamet Peygamberiydi, babaydı, dedeydi. Mübarek yüzü çocuklara karşı hiç asılmadı, onları kınamadı, zorlamadı, azarlamadı.

Peygamber Efendimiz’in yanında yetişen Enes, şöyle anlatıyordu:

“Allah Resulu’na on yıl hizmet ettim. Bana bir kere bile ‘öf’ demedi. Yaptığım bir iş hakkında hiçbir zaman ‘niçin böyle yaptın’, ‘şöyle yapsaydın’ dediğini duymadım. Bir işi güzel yapamadığımda bana kızmadı, beni kınamadı. Ben, Allah Resulu’nun surat astığını bile görmedim.”

Allah Resulu çocukların kişiliklerine saygı gösterir ve onlara iltifat ederdi. Bazen onların kıyafetlerini över, hastalandıklarında ziyarete giderdi.

Namaz kıldırırken cemaatin içinde ağlayan bir çocuk sesi duysa dayanamaz, kıraati kısa tutarak namazı bir an evvel bitirirdi. Kendisine mevsimin ilk meyvesi sunulduğunda bereket duası yapar ve meyveyi orada bulunan en küçük çocuğa ikram ederdi.

“Küçüklerimize sevgi, şefkat ve merhamet; büyüklerimize de saygı göstermeyen bizden değildir.” diyerek bir müslüman’ın nasıl oması gerektiğinin özetini vermiştir.

Asr-ı saadet olarak isimlendirilen o dönemin çocukları, bütün zamanların en mutlu çocuklarıydı. Çünkü, onları çok seven, koruyan, gözeten ve kıymet veren bir Peygamberleri vardı.

Asr-ı saadetin çocukları bütün zamanların en şanslı çocuklarıydı. Onlarla şakalaşan, oyunlar oynayan, dua edip başlarını okşayan, sırtına bindirip taşıyan Peygamberle birlikte hatıraları vardı.

Abdullah bin Ömer küçük bir çocukken, babasıyla birlikte Peygamber’in de bulunduğu bir yolculuğa çıkmıştı. Abdullah, babasının devesine binmişti. Abdullah küçük, deve hızlıydı ve deve hep kafilenin önüne geçiyordu. Babası sık sık kafilenin önüne geçip deveyi geri çevirmek zorunda kalıyor, “Abdullah, kafilenin önüne geçme, Allah Resulü’nün önüne geçilmez” diye çocuğu sürekli ikaz ediyor, azarlıyordu.

Babanın çocuğu sık sık azarlaması Hz. Peygamber’i üzmüştü. Babaya, “şu deveyi bana satar mısın” dedi. Baba satmayı kabul etmeyip, “Allah Resulü, deve senindir” dediyse de efendimiz kabul etmedi ve babayı deveyi satması konusunda ikna etti. Deveyi satın alan Peygamber Efendimiz Abdullah’a seslendi:

“Abdullah! Deve artık senindir, ona istediğin gibi binebilirsin”

Kız çocuklarının evlattan sayılmadığı bir zamanda o, kızı Fatıma yanına gelince ayağa kalkar, onu öper ve kalkıp kendi yerine oturturdu. Bir sefere çıkacağı zaman önce Fatıma’yı görür, dönünce evvela Fatıma’ya uğrardı.

“Muhakkak ki siz, kıyamet günü isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. O halde çocuklarınıza güzel isimler koyun.”

Peygamber Efendimiz çocuklara hoşlarına gidecek lakaplar takar, bu lakaplarla seslenerek onları neşelendirirdi. İsmi güzel olmayan çocukların isimlerini değiştirir, onlara “yavrucuğum” diye hitap ederdi.

O, alemlere rahmet olarak gönderilmişti. Sevgisi ve merhameti alemlere yetecek kadar derindi. Müminler yani hem iman edip hem iman ettikleri şekilde yaşayanlar birbirini sevmeliydi, müminler çocuklara muhabbet göstermeliydi, çocuklar emanetti.

Peygamber Efendimiz ve Ebubekir Medine’ye hicret ettiklerinde onları ilk karşılayanlar çocuklardı. Çocuklar, müjdelerin en güzelini alacaklarından habersiz ellerindeki defleri çalıyor, şarkılar söylüyorlardı.  Sevinçten yerlerinde duramayan çocuklar “Muhammed geldi! Peygamber geldi” diye bağırıp koşturuyorlardı. Bu sırada kutlu misafir çocukların yanına gelip sordu:

”Beni seviyor musunuz?”

Çocuklar coşkuyla ve hep bir ağızdan, “Evet, çok seviyoruz ya Resulullah” dediler. Peygamberin yüzü aydınlandı, tebessüm etti ve çocuklara:

“Andolsun ki ben de sizi seviyorum” diyerek kendi zamanının ve bütün zamanların çocuklarına en büyük müjdeyi, en güzel hediyeyi verdi.

Doğal olarak elbette ki Peygambere ilk inananlar ailesi ve yakın çevresindeki insanlardı. Eşi Hatice,yanlarında kalan amcasının oğlu Ali, kölelikten azad ettiği ve kendisine evlat edindiği Zeyd, yakın arkadaşı Ebubekir ilk Müslümanlar oldular. Sonra sayıları yavaş yavaş artmaya başladı. Özellikle Ebubekir, yumuşak huylu, bilgili, çevresinde sevilen ve saygı gösterilen bir kimseydi. Bir çok kişinin İslam’a girmesi onun aracılığıyla gerçekleşti.

Müslümanlar önceleri Peygamber’in kendilerine öğrettiği şekilde namaz kılmaya başladılar. Namaz kıldıklarını çevrelerindekilerden gizliyorlardı. Namazlar ya kapıları üzerlerine kilitli evlerde ya da ıssız ve kuytu yerlerde kılınıyordu. Fakat Müslümanlıklarını gizli tutmaya çalışsalar da gözlenmek ve izlenmekten kurtulamıyorlardı.

Bu arada, bir yandan Peygamber, bir yandan da Ebubekir, yanlarına gelenleri İslam’a davet ediyor, insanlardan İslam’a girenler de hızla çoğalıyordu. İslam, Mekke’de yayılmaya ve halk arasında konuşulmaya başlamıştı. İlk üç yıllık dönem, bu şekilde halkı gizlice İslam’a davet ile geçti.

Dördüncü yıla girilmişti ki, inen ayetlerle davet yeni bir döneme girdi:

“(Önce) en yakın akrabanı uyar (ve davet et).

 Mü’minlerden sana uyanlara (şefkat) kanadını indir.

 Eğer sana karşı gelirlerse: “Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım (sorumlu değilim)” de.Sen (sadece) mutlak galip ve çok merhametli olan (Allah’)a güvenip dayan.” (Şuara Suresi)

 Resulullah önceki peygamberler gibi bir belde ve bir kavme değil bütün çağlara, bütün aleme ve insanlara gönderildiği için Kur’an’ı tebliğ ve İslam’a davet görevini, özelde (bu ayetle) yakınlarına, genelde ise kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa yapmış; özel daveti, genel daveti erteletmemiştir. 

Bu ilahi emir, Peygamber’e o kadar ağır geldi, o kadar kaygı verdi ki bir aya yakın bir süre evinden dışarı çıkamadı. Hatta insanlar, hastalandı sanarak hastalığını sormaya geldiler. Sonunda Ali’yi yanına çağırdı. Daha sonra Ali olanları şöyle anlatır. “Resulullah  beni yanına çağırdı:

- Ey Ali! Yüce Allah’ın, en yakın akrabalarımı uyarmamı emretmesi bana çok ağır geldi. İyi biliyorum ki, ben onlara bu işi açmaya kalksam, muhakkak hoşuma gitmeyecek şeylerle karşılaşacağım.

Bir süre sustu, sonra devam etti:

- Ya Ali! Bize bir sa’ (eskiden kullanılan ve dört avuç kadar tutan bir ölçü) yemek yap ve üzerine, koyun budundan et koy! Bir kaba da süt hazırla ve Abdülmuttalib oğullarını benim için topla! Onlarla konuşup, emr olunduğum şeyi kendilerine ulaştıracağım.

Emrettiği şeyleri yaptım. Abdülmuttalib oğulları evde toplandılar. Kırk kişi kadardılar. Amcaları Ebu Talib, Hamza, Abbas ve Ebu Leheb de gelenler arasında bulunuyordu. Resulullah  yaptığım yemeği kendisine getirmemi emretti. Getirip önüne koydum. Eti parçalayarak çanağın çevresine birer parça koyduktan sonra,

“Haydi yiyin! Bismillah!”buyurdu. Hepsi ondan yediler ve tamamen doydular. Allah’a yemin ederim ki, sunduğum yemeği, onlardan tek bir adam bile, yalnız başına yiyebilirdi. Sonra,

“Ya Ali! Onlara süt de içir!” buyurdu. Onlara süt kabını getirdim. Hepsi kana kana içtiler. Vallahi, o kaptaki süt kadarını, onlardan tek bir adam bile, yalnız başına içebilirdi. Yemeğin ve sütün kalanları sanki hiç el dokunulmamış gibiydi. Resulullah  konuşmaya başlayacaktı ki, amcası Ebu Leheb sözü ele aldı:

“Şaşılacak şey! Arkadaşınız sizi büyük bir sihirle sihirledi! Doğrusu biz, bugünkü gibi bir sihir hiç görmedik!”

Sonra da Resulullah ’a dönerek:

“Bunlar senin amcaların ve amcalarının oğullarıdır. Sen onlara istediğini söyledin. Dinde sapkınlığı bırak! İyi bil ki kavmin, Senin için bütün Arap topluluklarına karşı koymayı göze alacak değildir! Bütün Kureyş kabileleri ile Araplar, üzerlerine çullanmadan önce onların seni hapsetmeleri gerekir! Böyle yapmaları, bütün Araplar’a karşı savaşmalarından daha kolaydır. Ey kardeşimin oğlu! Ben, senin getirdiğin gibi kötülük getiren bir kimse daha görmedim!”

Resulullah’ın konuşmasına fırsat vermediler ve dağıldılar. Amcası Ebu Leheb’in sözleri, Resulullah’ın  çok ağırına gitmişti. (Hz. Peygamber’e inkar ve azgınlıkla en çok karşı gelen amcası Ebu Leheb olmuştur.)

Sabahleyin, Resulullah beni çağırdı:

“Ya Ali! Şu adam, erken davranıp önüme geçti de ben konuşamadan dağılıverdiler. Sen yine önceki akşam bizim için yapmış olduğun kadar yiyecek ve içecek hazırla. Sonra da onları yanıma topla!”

Dediklerini yaptım. Abdulmuttalib oğulları yine toplandılar. Hz.Peygamber, yemeği getirmem için beni yanına çağırdı. Yemeği getirip önüne koydum. Yine eti parçaladı ve tabağın etrafına dizdi ve

“Hadi yiyiniz! Bismillah!” dedi. Hepsi doyuncaya kadar yediler ve içtiler. Vallahi, onların tümünü, onlardan bir adam yiyip içebilirdi. Sonra konuşmaya başladı:

“Hamd Allah’a mahsustur!  Ben Ona hamd ederim.  Yardımı da Ondan dilerim.  Ona inanır, Ona dayanırım. Şüphesiz, Allah’tan başka ilah yoktur. O birdir, eşi ve ortağı yoktur.

Sizi, kendisine inanmaya davet ettiğim Allah, öyle bir Allah’tır ki, Ondan başka ilah yoktur. Sizler, uyur gibi ölecek, uykudan uyanır gibi de dirilecek ve yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin mükafatını görecek, kötülüklerinizin de cezasını çekeceksiniz. İnsanlardan ilk uyardığım da sizlersiniz.

Ben sizi, söylemesi kolay, tartıda ise ağır iki kelimeye davet ediyorum ki, o da “Allah’tan  başka ilah olmadığına ve benim de Allah’ın  kulu ve peygamberi olduğuma” şahitlik etmenizdir.

Ey Abdulmuttalib oğulları! Aranızdan kim bana yardımcı olmayı kabul eder?”

Hiç kimse ayağa kalkmadı. Hemen ben ayağa kalktım. Yaşça orada bulunanların en küçüğüydüm. Resulullah,

“Sen otur!” buyurdu. Sorusunu üç kere tekrarladı. Her defasında ben ayağa kalkıyordum. O da, “Sen otur” buyuruyordu. Sorularının üçüncüsünden sonra

“Ya Resulullah! Bunların yaşça en küçükleri ve en zayıfları olsam da ben sana yardımcı olurum!” dedim. Hepsi sustular. Elini elimin üzerine koydu.

“İçinizden bu, benim kardeşim ve vekilimdir. Sözlerini dinleyin ve itaat edin! Bu işe amcamsız, amcamın oğlu varis oldu.” buyurdu. Davetliler gülüşerek ayağa kalktılar ve Ebu Talib’e,

“Bak, sana oğlunu dinlemeni emrediyor. İtaat et!” dediler. Ebu Talib de, onlara cevap verdi:

“Bırakınız onu! Amcasının oğlu, onun başına hayırdan başkasını getirmez.”

Yakın akrabanın İslam’a çağrılmasının ardından sıra tüm Mekke’nin açıkça İslam’a davet edilmesine gelmişti. Bununla ilgili emir de gelmekte gecikmedi.

“Artık sana emredilen şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırma (onlara itibar etme)!

Andolsun ki, onların söyledikleri şeylerle göğsünün cidden daraldığını biz biliyoruz.Hemen Rabbini hamd ile tesbih et (“Sübhanallahi ve bihamdih” de) ve secde edenlerden ol.

Sana ölüm gelinceye kadar da Rabbine ibadet et. (Hicr Suresi)

Peygamber nihayet tüm Mekke halkına peygamberliğini açıklayacaktı. Araplar, bir tehlike durumunda diğerlerini uyarmak için yüksekçe bir yere çıkarlar ve “düşman tarafından kuşatıldık, sabah vakti gelip çattı, çarpışmaya hazırlanın” anlamına gelen “Sabahah! Sabahah!“diye seslenirlerdi.

Peygamber’de Kabe’nin yakınında bulunan Safa tepeciğinin üzerine çıktı ve “Ya Sabahah! Ya Sabahah!” diye seslenmeye başladı. Bu, Araplarda alarm işaretiydi.  Her an bir baskın korkusuyla yaşayan Arap kabilelerinde bir tehlike parolası! Sesi işiten insanlar çevresine toplandılar. Gelenler merak içinde,  “Ey Muhammed! Ne oldu, ne haber var?” diye soruyorlardı. Efendimiz konuşmaya başladı:

“Benimle sizin durumunuz, düşman görünce ailesini uyarmak için koşan ve “Ya Sabahah!” diye bağıran adamın haline benzer. Söyleyin! Ben, “şu dağın eteğinden atlılar var, sabaha baskına uğrayacaksınız” desem, bana inanır mısınız?”

“Evet inanırız! Bugüne kadar senin yalan söylediğini duymadık.”

“Öyle ise sizi, şiddetli bir azap ile uyarıyorum. Yüce Allah, akrabalarımı, başlarına gelecek azapla uyarmamı emretti. “La ilahe İllallah” demedikçe, ben size ne dünyada, ne de Ahirette bir yarar sağlayabilirim.”

Amcası Ebu Leheb, Peygamberimize atmak için eline bir taş aldı.

“Yuh sana! Bizi bunun için mi buraya topladın!”dedi. Toplananlar ise söylenerek dağıldılar.

Yüce Allah ise elçisine moralini bozmaması gerektiğini vahyediyordu.

“Seninle ve Kuran ile alay eden ve Allah ile beraber başka bir tanrı tanıyanlara karşı biz sana yeteriz. Onlar yakında (başlarına gelecek felaketleri) bilecekler.” (Hicr 95)

 

 

 

 

 

EZİYET VE İŞKENCELER

 

Yavaş yavaş İslam tarihinin Mekke dönemini karakterize eden olaylar başlar. Başta Efendimiz olmak üzere bütün Müslümanlar on uzun sene boyunca adeta kan kusacaktır. Hem de giderek artan bir biçimde!

İlk saldırılar en yakın olanlardan gelir. Bu konuda gerekli taktiği ise Muhammed düşmanlığının beyni durumunda olan Ebu Cehil vermiştir:

“Muhammed’i kendi kendiyle meşgul edin!”

 Ebu Cehil, bu ismi almadan önce Ebul Hakem olarak tanınmakta ve Mekke’nin ileri gelenleri arasında yer almaktaydı. Hakem olarak anılmasının sebebi; tarafsız ve dürüst bir kişiliğe sahip olmasındandı. Sonralarında İslam’a karşı amansızca ve düşmanca hareketleri sebebiyle Ebu Cehil olarak isimlendirildi. Ticari bağları bulunan ve büyük bir serveti olan Ebu Cehil’in hayatı İslamiyet düşmanlığı ile geçti. Bu bağlamda, kendisi Müslüman olanları dinlerinden çevirmek için çeşitli işler yaptı. İtibarlı kimseleri bunu kaybetmekle, ticaretle uğraşanları ise iflas ettirmekle tehdit etti. Güçsüz ve kimsesiz olan insanları da İslam yolundan eziyet ederek çevirmeye çalıştı.

Müslümanlara karşı nefreti uygulamayı başlatanlar ise amca Ebu Leheb ve eşi Ümmü Cemil olur. Peygamberimizin  kızları Rukiyye ve Ümmü Gülsüm Ebu Leheb’in oğulları Utbe ve Uteybe ile nişanlıdır. Utbe’ye Hz. Muhammed’in kızını boşadığı takdirde Kureyş kabilesinden dilediği kızı seçmesi teklif edilir. O da yapılan teklifi kabullenerek Ümeyye oğullarından güzel bir kızı seçer. Hatta kızını boşadığı haberini, babası Ebu Leheb’in kışkırtmasıyla, Hz. Muhammed’in yakasını çekiştirip, yüzüne tükürerek verir. Hakaretin bu derecesine dayanamayan efendimiz ise ona “Allah sana bir itini musallat etsin!” der.Ticaret için Şam yolunda oldukları ve mola verdikleri bir gece kamp yerini basan bir aslan tarafından parçalanır. Son sözleri:

“Ben size Muhammed insanların en doğru sözlüsüdür, dememiş miydim?” olur.

Aynı girişim en büyük kızı olan  Zeyneb için de gündeme gelir. O, Ebul As ile evlidir. Babasının peygamber olmasından bir sene önce evlenmişlerdir. Ebul As, Utbe ile Uteybe’den farklı bir kişiliğe sahiptir. Bütün baskılara göğüs gerer, bütün göz alıcı tekliflere dudak büker ve eşi   Zeyneb’ten ayrılmayı kabul etmez:

“Ben eşimi boşamayacağım” der ve ekler, “o dünyanın en güzel kadınıdır.”

Ama karısının sözüne uydu denilmesinden ve kılıbık bir erkek olarak görülmesinden endişe ettiği için ne yazık ki Müslüman da olmaz.

Efendimiz için kızlarının boşanması sadece işkencelerin  başlangıç olur. Ebu Leheb tarafından sabahları evinden çıkarken sık sık taşa tutulur. Öyle ki o sıralarda arkasına siper aldığı kaya yüzyıllar boyunca Mekke’de bilinmeye devam edecektir. Kaderin cilvesi, kapı komşusudurlar. Kureyş’in başka azgınları ile birlikte sık sık efendimizin kapısı ve kapı önü, geceden dışkı ile sıvanır. Sabah kapısını açar açmaz ilk karşılaştığı şey amca Ebu Leheb’in ve arkadaşlarının o gece ki marifetleri olur. Bu olay o kadar çok tekrarlanır ki efendimiz, yüksek bir duvar örerek onların evleriyle kendisinkinin arasını iyice ayırmak zorunda kalır. Abdest almak için kullandığı çömleğin içine koyun dışkısı doldururlar. Namaz kılarken de aynı şeyi doğrudan üzerine atarlar. Bazen de evinin avlusunda yemek pişirilirken aynı şeyleri yemek tenceresinin üzerine atarlar. Bütün bu saldırılar karşısında Hz. Muhammed’in tek yapabildiği, aradaki akrabalık bağını hatırlatarak:

“Ey Abdimenaf oğulları! Bu nasıl komşuluk?” demekten ibaret kalır.

Ümmü Cemil ise geceleri efendimizin  geçeceği yollara diken serper. Ebu Leheb’in kinini, öfkesini her fırsatı kullanarak körükler. En sonunda “Tebbet”  suresinde kendisine de özel bir yer ayrılıp, “odun hammalı” olarak vasıflandırıldığını öğrendiğinde eline irice bir taş alıp, efendimize vurmak için Kabe’yi basar fakat karşısında durduğu halde bir türlü O’nu göremez, gözü dönmüş bir şekilde dolanır durur.

Hz. Muhammed’e acı çektirme uğrunda hiçbir ahlak kuralı tanımazlar. Vicdanları ise zaten yoktur. İslam’ın muhatabı da vicdanlı insandır. Efendimizin ilk doğan çocuğu Kasım’dan sonra Abdullah’ın da peygamberlik yılları içinde vefat edip hiç oğlu kalmamış olması bile onlar için sevinmeye bir fırsat olur. Efendimize  soyu kesilmiş anlamında “Ebter” diye isim takar, evlat acısıyla bile alay ederler. Bunda da başı çeken amcası Ebu Leheb olur. Küçük Abdullah’ın vefat haberini alınca sevinç içinde diğer putperestlere koşar, müjde verir: “Muhammed bugün oğulsuz kaldı” der ve ekler, “Kökü kazındı!”

Rabbi ise üzüntü içerindeki elçisine “Kevser” suresini indirir, onu teselli eder.

Yine o günlerde Dimad isminde, işi akıl hastalarına tılsımlı sözler okumak olan biri Mekke’ye gelir. Kureyşliler Dimad’ı efendimize gönderir: “O’na da oku!” derler, “belki sayende şifa bulur, aklını başına toplar.” Dimad, becerisinden emin olarak cevap verir: “Ben ona bir okuyayım hiçbir şeyi kalmaz!” der. Yanına gittiğinde, Hz. Muhammed’e ilk sözü:

“Ey Muhammed! Ben hastalara okur, onları iyileştiririm. Ne dersin sana da okuyayım mı?”Efendimiz bütün sükuneti ve ciddiyetiyle tılsımcıya seslenir:

“Hamd (yücelik)  ancak Allah’a özgüdür!” der ve devam eder. “O’na hamd eder, O’dan yardım dileriz. Allah kimi doğru yola iletirse artık onu kimse saptıramaz. Kimi de saptırırsa onu kimse doğru yola yöneltemez. Ben tanıklık ederim ki, Allah’tan başka hiçbir ilah  yoktur. O, birdir, ortağı yoktur. Yine tanıklık ederim ki, Muhammed, O’nun kulu ve elçisidir.” Dimad duyduğu bu sözler karşısında  afallamıştır:

“Şu sözleri bir daha tekrar edebilir misin?” der şaşkınlıkla. Ve onları efendimize tam üç kez tekrar ettirir. Sonra da:

“Ben birçok kahin, sihirbaz ve şairlerin sözlerini duydum. Senin sözlerinin bir benzerini ise onların hiçbirinden dinlemedim. Bu sözler insanı denizlerin dibine bile ulaştırır. Ey Muhammed! Uzat elini sana iman edeyim!”Güya efendimizi yolundan döndürmek için gönderilen  Dimad ilk Müslümanlardan olur.

Fakat o günlerde bu gibi olaylar, kızgın çölde insanın yüzüne düşen birkaç damla su gibidir. Efendimize ve O’na inananlara uygulanan baskı ve zulüm şiddetini her gün biraz daha arttırır. Bu zalimlerin içinde öyle biri vardır ki onun yanında amca Ebu Leheb bile insaflı kalır. İsmi tarihte kinin, vahşetin, cehaletin ve din düşmanlığının simgesi haline dönüşüp, ebedileşecektir. Bu insan Ebu Cehil’dir.  Evlenmeyi çok istediği  Hatice’nin kendisinin yerine Muhammed’i eş olarak seçmiş olmasından derin bir nefret duymaktadır. Bu yeni din olayı yüzünden efendimizin bütün Kureyş ile karşı karşıya gelmiş olması Ebu Cehil için arayıp da bulamayacağı bir fırsat olur. Yılların kini ile yüklenir. Kin ve düşmanlığı sadece O’na da değil bütün Müslümanlara da yöneliktir. İnkarının temel nedeni kibirdir ve kıskançlıktır. İslam’ın açıktan tebliğ edilmeye başlandığı ilk günlerde tavrını ve kibrini net bir biçimde ortaya koyar.

 O günlerde efendimiz  ile Mekke’de, bir sokakta karşılaşırlar. Efendimiz, “Ey Ebu’l-Hikem!” der, “Ben seni Allah’a davet ediyorum!”

Ebu Cehil “Muhammed! Sen bizim tanrılarımızı kötülemekten vazgeçmeyecek misin? Sen bizden yarın Allah katında elçilik görevini yaptığına dair tanıklık etmemizi istiyorsan, söz, sana tanıklık ederiz. Yemin olsun ki bu anlattıklarının gerçek olduğunu bilseydim sana iman ederdim. Fakat bir şey beni, sana iman etmekten alıkoyuyor. İçimizden Kusay oğulları (Hz. Muhammed’in soyu) ‘Hicabet’ (Kabe’nin anahtarlarını bulundurmak) onuru bizimdir dediler, evet dedik. ‘Sikayet’ (Hacılara su dağıtmak) onuru bizimdir dediler, evet dedik. ‘Nedved’ (Mekke’nin yönetimi ile ilgili toplantıları organize etme) onuru bizimdir dediler, ona da evet dedik. Sonra ‘Liva’ (Savaşta bayrağı taşıma ve orduya komuta etme) onuru bizimdir dediler, ona da evet dedik. Ve şimdi bizden bir de peygamber çıktı diyorlar. Allah’a yemin ederim ki ben buna da evet demeyeceğim!”

Kısacası kibiri imanına perde olur. Kibri Muhammed gerçeğini görmesini engeller. O, Muhammed’i bir peygamber olarak  göremedi, hep Ebu Talib’in yetimi Muhammed’i gördü.

Bu düşmanlık her gün biraz daha artarak kısa sürede aklı zorlayan, vicdanları yaralayan boyutlara ulaşır. Hem o sıralar Muhammed’e ve Müslümanlara saldırmak, kişiye Kureyş içerinde oldukça prim kazandıran bir davranış haline dönüşür. Ebu Cehil öğünerek, etrafına hava atar:

“Muhammed’in yüzünü yere değdirerek (secde ederek) namaz kıldığını gördünüz mü? Bunu yapmayı O’na yasak ettim! Ve Lat ile Uzza üzerine yemin ederim benim emrimi dinlemeyecek olursa, yüzü yerdeyken ayağımı ensesine bastırıp yüzünü yerlerde sürteceğim!” Çok geçmez, yeminini yerine getirme fırsatını yakalar. Efendimiz Kabe’de namaz kılmaktadır. Meraklı bakışların önünde hışımla üstüne yürür. Tam ayağını kaldırdığı sırada elleriyle yüzünü perdeleyip, dehşet içinde geri çekildiği görülür. Yüzü korku içinde bembeyaz olmuştur:

“Benimle O’nun arasında” der, “ateşle dolu bir hendek, dev kanatlar ve korkunç şeyler belirdi!” Kaderin kendisine çizdiği sınırı zorlamış ve Cehennem’le karşılaşmıştır. Sonra bu olayı anlatan bir vahiy iner efendimize.

“Namaz kıldığı zaman, bir kulu engelleyeni gördün mü?

 Gördün mü (ne dersin?), ya o (kul) doğru yolda olur,

 Veya kötülüklerden sakınmayı emrederse?

 Gördün mü, ya bu (adam, hakkı) yalanlar, yüzçevirirse,

 O adam, Allah’ın kendini gördüğünü hiç bilmiyor mu?

 Hayır, hayır! Eğer o, bu davranışından vazgeçmezse, and olsun ki biz, onu perçeminden, o günahkâr ve yalancı perçeminden tutup cehenneme sürükleriz.

 O zaman o taraftarlarını yardıma çağırsın.

 Biz de Zebanileri çağıracağız.

Hayır, sakın onu dinleme de, secde et ve yaklaş!” (Alak Suresi)

Başka bir defa da yine secde de iken  efendimizin başını taşla ezip, O’nu öldürmeye kalkışır ve aynı olay bir kez daha yinelenir. Bu yıllar içindeki Muhammed - Ebu Cehil çatışması İslam’ın sadece inanç ve ibadet boyutuyla sınırlı kalmaz. Toplumsal bir karakter de kazanır. Efendimiz, Ebu Cehil’in kimsesiz ve yoksul insanlar üzerindeki zulmü nedeniyle de onun karşısına dikilir. Sadece bir ahiret peygamberinin ötesinde dünyadan da sorumlu olduğunu sergiler. Hem de maddi açıdan en zayıf olduğu dönemde ve en zor koşullar altında!

Çölden gelmiş yalnız bir bedevi Ebu Cehil’e mal satar, parasını ise alamaz. Kendisine sürekli “bugün git, yarın gel” denir ve en sonunda Ebu Cehil’den hakkını almaktan ümit kesen bedevi, Kabe’de oturmakta olan Kureyş ulularına giderek durumunu anlatır, onlardan yardım ister. Garip bir bedevi için devrin otoritesi Ebu Cehil’le çatışmayı kim göze alabilir ki? Yardım yerine bedeviyi alaya alırlar. Ciddiyetlerini hiç bozmadan az ötede oturmakta olan efendimiz Muhammed’i göstererek:

“İşte” derler, “senin hakkını Ebu Cehil’den ancak şu adam alabilir!” Kendisine oynanan oyundan habersiz zavallı, ümitle efendimizin  yanına gider, derdini anlatır. Efendimiz bedeviyi ve arkada birbirlerini dürterek gülen Mekkelileri bir kez süzer“Düş arkama” der, bedeviye “gidip, paranı, Ebu Cehil’den alalım!” Kureyş’in uluları bu durum karşısında ellerini ovuşturarak “Bugün bize iyi bir eğlence çıktı.” derler. Hz. Muhammed önde, bedevi O’nun peşinde ve “eğlence meraklıları” da en geride, hep beraber Ebu Cehil’in evine varılır. Kapıyı efendimiz çalar. Kapıyı açan Ebu Cehil şaşkındır. Efendimiz ona sadece:

“Öde bu adamın parasını!” der. Karşısındaki hiç yanıt vermeden içeri döner ve az sonra bedevi alacağını tahsil etmiş olur. Bu kez  şaşkınlık sırası “Kureyş’in uluları”na gelir. Bir araya geldiklerinde Ebu Cehil’e merakla sorarlar. “Neden” derler, “Muhammed’in sözünü ikiletmedin?” Ebu Cehil, zavallı bir biçimde cevaplar meraklıları: “O sırada yanında azgın bir deve gördüm. Az daha beni yiyecekti!”

***

Mekkeli müşriklerin Efendimize yaptıkları eziyet ve işkencelerin hiçbiri O’nu İslamı anlatmaktan alıkoyamıyordu. Üstelik, hamisi-koruyucusu amcası Ebu Talib de yaptıklarına ve söylediklerine karşı çıkmıyor, aksine onu tüm engellemelere rağmen koruyordu. Müşrikler, başka yollar deniyorlardı her defasında. Müşriklerin ileri gelenlerinden on kişi, EbuTalib’e “Yeğenin putlarımızı ve dini inançlarımızı kötüledi, akılsız olduğumuzu, babalarımızın, dedelerimizin yanlış yolda gitmiş olduklarını söyleyip durdu. Şimdi sen, ya onu bunları yapmaktan ve söylemekten alıkoy veya aradan çekil.” diyerek yine geldiler.Bir tarafta kavminin gelenek ve âdetleri, diğer tarafta yeğenine karşı olan samimi sevgisi karşısında ikilemde bırakıyorlardı amcayı.

“Sen bizim yaşlı ve ileri gelenlerimizden birisin. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmek için sana müracaat ettik. Fakat sen istediğimizi yapmadın. Vallahi, artık, bundan sonra onun babalarımızı, dedelerimizi kötülemesine, bizi akılsızlıkla itham etmesine, ilahlarımıza hakaretlerde bulunmasına asla tahammül edemeyiz. Sen, ya onu bunları yapıp durmaktan vazgeçirirsin, yahut da iki taraftan biri yok oluncaya kadar onunla da seninle de çarpışırız.” diye ultimatomda bulunuyorlardı.

Yaşlı amca tehlikeli bir durumla karşı karşıya bulunduğunun farkındaydı. Kavmi tarafından terk edilmek istemezdi. Ama, yeğeninden de vazgeçemezdi. O halde ne yapabilirdi? Derin derin düşündükten sonra, efendimizi yanına çağırarak yalvarırcasına,”Kardeşimin oğlu, kavminin ileri gelenleri bana başvurarak senin onlara dediklerini bana arzettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten artık vazgeç.” dedi.

Durum oldukça hassastı. Bir bakıma o güne kadar kavmi içinde kendisine tek hamilik eden Ebu Talib’di. O da mı kendisini himayeden vazgeçecekti?

Bu teklifle karşı karşıya kalan Efendimiz bir süre mahzunlaştı. Sonra, gerçek muhafızının, hamisinin Allah olduğunu bilmenin inancı içinde amcasına cevabı kılıç kadar keskin, kayalar gibi sert ve kesin oldu:

“Bunu bilesin ki, ey amca! Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah, bu dini hakim kılar, yahut ben bu uğurda canımı veririm.”

***

Efendimize  eziyet etmeyi, çile çektirmeyi kendine görev bilen tek Mekkeli elbette Ebu Cehil değildir. Her zalim ve güçten yana tavır almaktan başka bir değer ölçüsüne sahip olmayan zayıf ve alçak kimlikteki kişilikler  o günlerde kendini apaçık belli ederler. Başta Hz. Muhammed olmak üzere bütün Müslümanlar onlar için hedeftirler. Cesaret edip, şimdilik, denemedikleri tek şey efendimizi öldürmeye kalkışmaktır. Onları  Ebu Talib’e duydukları saygı/korku ve Kureyş içinde bir kan davası başlatma endişesi  durdurmaktadır. Ama sadece o kadar! Lakin  bunun dışında  on sene boyunca öyle günler yaşanır ki efendimiz bunları daha sonraları  “Andolsun hiç kimse aynı nedenle korkutulmazken ben Allah yolunda olduğum için korkutuldum. Hiç kimse aynı nedenden ötürü eziyet görmezken, ben Allah uğrunda eziyete uğradım. Üzerimden öyle bir otuz gün ve gece geçti ki, benim de Bilal’in de canlı bir kimsenin yiyebileceği-Bilal’in koltuk altında gizleyebildiği az bir şeyden başka-hiçbir şey yoktu.” diye anlatmıştır.

Bütün insanlık dışı baskı ve eziyetler karşısında, dayanabildiği tek insani sığınak, eşi  Hatice annemizdir. Hz. Hadice hem karı-koca, hem peygamber-ümmet, hem öğretmen öğrenci ve hem de arkadaş ve birbirlerine destek, yoldaştırlar. Hz. Hatice, O’nu güçlendirmiş, yükünü hafifletmiş ve onun mutlak doğru söylediğine inanmıştı.

Süreç içerisinde her Müslüman değişik ölçülerde Müslüman oluşunun bedelini öder. Mekke yıllarından baskı ve eziyetten kendini koruyabilen hiç kimse olamaz. Köle ya da Kureyş’ten olmayan, dolayısıyla kendisini savunabilecek bir soya sahip bulunmayan zavallılar için yaşadıkları baskı ve eziyet tahammül boyutlarını çok aşar. Yaşanılanlar kelimenin gerçek anlamıyla adeta bir işkence ve sadizm gösterisine dönüşür. On sene boyunca çok sayıda insan Müslüman olduğu için ya sakat bırakılır, kör edilir veya öldürülür. Fakat sadist putperestler bütün zalimliklerine rağmen bir şeyin farkında değildirler. Hak eziyet gördükçe kuvvetlenir. Demirin çeliğe dönüşmesi gibidir. İslam’ın kaderi de işte tam bu noktada  belirginleşecektir.

O günler çile günleridir. İşte o çile dolu günleri anlatmak adına Yasir ailesinden bahsetmemek olmaz. Yasir ailesi, köle değildir ama Kureyş’e de mensup değildir. Yani onları Mekke’de koruyup, kollayacak hiçbir yakınları bulunmamaktadır. Zengin de değildirler. Mekke yönetiminin hoşuna gitmeyeceğini bildikleri halde Müslüman olmuşlardır. Müslümanlıkları da alenidir, bilinmektedir. İşte bütün bu durum Yasir ailesini putperest sadistler için ideal bir hedef haline getirir. Yaşlı baba Yasir, anne Sümeyye ile genç oğulları Ammar ve Abdullah’tan oluşan bu ailenin belalısı Ebu Cehil’dir. Aile, öğlenin en sıcak zamanında güneşin kızdırdığı Mekke kayalıklarına sırt üstü yatırılır ve akla gelen her tür işkence kendilerine uygulanır. Bunlardan birinde efendimizin yanlarına geldiğini gören yaşlı Yasir, acılar içerisindeyken dayanamayıp sorar. “Allah’ın Elçisi! Günler hep böyle işkenceli mi olacak?” Efendimiz elinden bir şey gelmemesinin çaresizliğiyle alabildiğine üzgündür.

“Sabredin Yasir ailesi!” diyebilir sadece. Sonra da Allah’a yönelir: “Allah’ım Yasir ailesini bağışla, zaten mutlaka bağışlamışsındır!”  İşkence sürecinin sonunda baba Yasir, Ebu Cehil tarafından oklanarak öldürülür. Sonra da oğul Abdullah! Sıra anne Sümeyye’ye gelir. Yaşlı bir kadındır Sümeyye.  

“Sen Muhammed’e aşık olduğun için Müslüman oldun!” diyerek iftira dolu yakıştırmada bulunur Ebu Cehil. Fiziki işkence ve hakaret, aşağılama bir arada uygulanmaktadır putperestlerce. En sonunda da gözü tamamen dönen Ebu Cehil, bu yaşlı kadının bir ayağından bir deveye, diğer ayağından da başka deveye bağlanmasını emreder. Develer aksi yönlere doğru kırbaçlanır. Yaşlı kadının kemikleri çatırdamaya başlar, vücudu parçalanmak üzeredir. Fakat sadist Ebu Cehil, daha fazla beklemez karşısındaki görüntünün verdiği coşkuyla, elindeki mızrağı Sümeyye anaya saplar ve sonra da yukarı doğru çekerek bütün gövdesini parçalar. O da şehit olur. İslam’ın ilk kadın şehidi… İmanlı kadın  dünyadan ayrılırken son sözleri çıkar dudaklarından; “Allah, birdir, Muhammed de O’nun kulu ve elçisidir.”

Son sırada ailenin son bireyi, Ammar vardır. O da günün en sıcak saatlerinde Mekke’nin, “Ramda” ismi verilen kayalıklarına götürülür. Demir bir gömlek giydirilip, vücud yağları eriyinceye kadar yakıcı güneş altında tutulur. En sonunda ne söylediğini bilemeyecek hale gelir. Aynı şey günlerce tekrarlanır. Bazen de sırtı ateşle yakılır. Ateşin sırtında bıraktığı izler ölünceye dek kapanmaz. Ona uygulanan başka bir işkence metodu da, güneşin altında göğsüne ağır kaya parçaları konmasıdır. Bazen de boğulacağı ana kadar suya batırılır. Bu işkencenin yapıldığı sırada efendimiz onun yanına gelir. Delikanlı Ammar, takatince hıçkırıklarla ağlamaktadır. Ammar’ın hali O’nun içini acıtır. Elini Ammar’ın gözlerine sürer ve kulağına:

“Bir daha inançsızlar seni suya batırıp, onların putlarına tekrar döndüğünü söylemeni isterlerse, sen de istediklerini söyle ellerinden kurtul!” diye fısıldar.  Birkaç gün sonra Ammar kendisine verilen izni kullanır. Haber, Mekke’de hızla duyulur. Müslümanlar üzülmüştür. Hz. Muhammed’e gelip “Allah’ın Elçisi!” derler,”Ammar, dininden dönmüş!”  “Hayır! Ammar, tepesinden tırnağına kadar iman ile doludur! İman onun etine, kanına işlemiştir!” Bir süre sonra da Ammar’ın kendisi çıka gelir. Yine ağlamaktadır ama bu kez acıdan değil suçluluk duygusu ve pişmanlıktan… Efendimiz onun gözyaşlarını siler. 

 “Allah’ın Elçisi! Sana sövmedikçe ve onların putlarının senin dininden daha üstün olduğunu söylemedikçe beni bırakmadılar!” Efendimiz sorar. “Onların istediklerini söylerken kalbin nasıldı?” “Allah’a, sana ve dinime olan bağlılığım, demirden bile daha sağlamdı.”

“Öyle ise senin için çekineceğin bir şey yok! Ammar! Aynı duruma bir daha düşersen yine aynı şekilde kendini kurtarabilirsin!” Ammar’ın başına gelenler, ayet inmesine neden olur ve o günden kıyamete kadar aynı koşullarla karşılaşan Müslümanlar için Allah tarafından bir çıkış kapısı açılır.

“Kalbi imanla dolu olduğu halde dinden dönmeye zorlanan hariç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr edip, gönlünü inançsızlığa açarsa, onların üzerine Allah’tan bir gazap ve büyük bir ceza vardır.” (Nahl Suresi)

O gün efendimizin Yasir oğlu Ammar’a son sözü “Allah, anneni katledenleri kahretsin!” şeklindedir. Duanın kabul vadesi ise Bedir gününedir!

Mekke zalimlerinin işkencelerine maruz kalmış bir başka İslam’ın sembol isimlerinden birisi de  Rebah oğlu Bilaldir. Kendisi Mekke’nin en kibirli aristokratlarından Halef oğlu Ümeyye’nin oniki kölesinden biridir. Görevi ise , Ümeyye’nin özel puthanesinin bekçiliğidir.O günlerde Müslümanlığını gizlemeyip açığa vurabilen yedi kişiden de biridir. Üstelik Kabe’deki putlar hakkında da ileri geri konuştuğu duyulur ve bir gün de bekçisi olduğu putların hepsini secde durumuna getirip, yüz üstü yere yatırır ve yaptığını inkar etmez de. Başlarında Ebu Cehil olduğu halde Kureyş’in uzman işkence ekibi tarafından, sahibi Ümeyye’den teslim alınır, Bilal.

“Zaten beş para etmez zenci bir köle” der, Ümeyye, “alın sizin olsun. Ne yaparsanız yapın!” Bilal Ebu Cehil’in insafına terk edilmiştir. Yani Cehil’in hiç sahip olmadığı  şeye!   Açık sözlülüğünün bedeli Bilal için çok ağır olur. Ona da Ammar gibi Ramda kayalıklarında, kızgın güneşin altında ağır kaya parçaları yüklenir, o da bir gün bir gece susuz bırakıldıktan sonra üzerine demir gömlek giydirilip, vücut yağları eritilir. Boynuna bir ip takılıp, çocukların ellerine teslim edilir ve Mekke sokaklarında alay, hakaret, tükürük ve taş yağmuru altında sahipsiz bir sokak hayvanı gibi koşturulur, tekmelenir. Ancak bunların hiç biri Bilal’i yıldırmaz. Kendisine teklif edilen, putlara iman ve Hz. Muhammed’i inkar sözlerine direnir.

“Dilim onlara dönmüyor!” diye cevap verir. Bilal’in dili gerçekten dönmez ama sadece “Ş”lere onları “S” olarak telaffuz eder. Mekkeli sadistler hırslarından çıldıracak gibi olur, işkence son haddine ulaştığında Bilal canının acısını “Ah! Of!” gibi ünlemlerle asla dışarıya vurmaz. Bu kadarcık bile olsa, zalim sadistleri sevindirmez. Ama o da bir insandır kendini tutamadığı anlarda ciğerinin bütün gücüyle “Ehad!” (Allah Bir!) diye bağırır. İçinin yangınını dışarıya ancak o şekilde vurur.  Batha’nın, Ramda’nın kayalıkları zenci köle Bilal’in “Ehad! Ehad!” haykırışlarıyla çınılar. Haftalar, aylar boyu sürer işkenceler. Öyle günler yaşanır ki Müslüman oldukları için sahiplerinden ya da Ebu Cehil’in uzman ekibinden işkence gören kölelerin hepsi, efendimizin verdiği izne dayanarak, işkencecilerin istediklerini söyler, sadece Bilal hariç! O kölelere Bilal de aralarında olduğu halde toplu olarak işkence yapıldığı günlerde akşam olup da hava karardığı ve işkenceciler yorulup işin devamı ertesi güne bırakıldığı zamanlarda her zavallının, kendisi ziyaret edip, birkaç yudum su veren, sırtına ıslak bir bez koyan, ailesinden birileri olur, sadece Bilal hariç, onun hiç teselli edeni olmaz. Bilal, akşamları da yalnız geçirir. Nihayet zenci köle Bilal’in çilesi mutlu biter. Mekke putperestlerinin elinde işkence görmekte olan altı köleyle birlikte Rebah oğlu Bilal de  Ebubekir tarafından sahibi Halef oğlu Ümeyye’den satın alınıp azad edilir. İslam’ı tercih edişi, aylarca işkence görmesi bir yana bırakılırsa, Bilal’e dünyada da büyük bir ödül kazandırır. Özgürlüğüne kavuşturur. Ebubekir ile Ümeyye arasındaki pazarlık ise ilginç bir seyir takip eder. Ümeyye Bilal için on altın ister, Ebubekir’den ve o da kabul eder. İş bittikten sonra Ümeyye, pişkin pişkin:

“Pazarlık etseydin bu siyah köleyi bir altına da bırakacaktım”der. Kendince Ebubekir’i duyarlılığına pişman etmeye çalışır. Fakat Ebubekir’in gülerek verdiği yanıt Ümeyye’nin içine oturur. “Sen derdine yan! Eğer onun için yüz altın da isteseydin gözden çıkarmıştım, verecektim.”

Bu dönem içinde Ebubekir, servetinin büyük bölümünü işkence gören Müslüman köleleri özgürlüklerine kavuşturmak için harcar. Kadın ve erkek toplam yedi kişidir bunlar. Bu uğurda babası Ebu Kuhafe’yle bile karşı karşıya gelir. Ebu Kuhafe hala bir putperesttir ve oğlunun yaptığı şeyin gerçek nedenini anlayabilme bilincinden de uzaktır. Sadece Allah rızası ve Müslüman kardeşliği için koca bir servetin harcanmasını aklı alamadığından oğluna çıkışır:

“Görüyorum ki” der, “bazı zayıf, işe yaramaz köleleri azad edip duruyorsun. Bari ihtiyaç duyduğunda işine yarayacak, zor zamanında yanında yer alıp sana güç katacak, kuvvetli adamları azad etsen!” 

“Babacığım!” diye cevap verir, Ebubekir, “Ben bununla kendimi güçlendirmek değil Rabbimin rızasını kazanmak istiyorum!” Baba Ebu Kuhafe gene anlamaz, sadece dudak büker.

Bilal’in Ebubekir tarafından özgürlüğüne kavuşturulma haberinin Müslümanlar arasında veriliş biçimi ise Efendimizin  devrimi’nin daha ilk yıllardan itibaren kurulu toplumsal düzeni ve egemen eşitliksiz yargıları dönüştürmede ne kadar etkin olduğunun bir delilidir. Müslümanlar birbirlerine “Ebubekir Bilal ‘i özgürlüğüne kavuşturmuş!” diyerek olayı haber verirler.

Mekke zalimlerinin en amansız işkencelerine uğrayanlardan biri de azadlı köle Ered oğlu Habbab olur. Bir demirci köledir, Habbab. Ona da artık standart yöntem olan Ramda kayalıklarında demirden gömlek giydirilip, kızgın güneşe bırakma cezası uygulanır. Farklı olarak da çıplak vücudu dikenler içinde sürüklenir. Bir gün yere ateş korları döşenir ve Habbab boylu boyunca onların üzerine yatırılır. Yıllar sonra bu olayı “Allah’a yemin olsun ki” diyecektir, “o gün, o korlar ancak sırtımdan akan etimin yağlarıyla söndü!”

Habbab o işkence dolu günlerin hatırası olan yumruları ölünceye kadar sırtında taşır. Eski sahibesi Ümmü Enmar, Habbab’a sahip çıkan kimse olmayacağını bilmenin güveni ile ateşte kızdırılan demirlerle onun başını dağlar.

İşkencelerde erkek, kadın ayrımı gözetmez zalimler. Özellikle köle kadınların payına, bu zulüm sağanağından büyük bir pay düşer. İşte onlardan birinin ismi Zinnire’dir. Bizans kökenli bir cariye olan Zinnire ilk iman edenlerdendir.Kolları iki yana düşüp, öldü zannedilecek hale gelene kadar boğazını sıkarlar. Ebu cehil, yaptığı işkencelerle bu mazlumun kör olmasına neden olur. Sonra da pişkin bir tavırla,“Gördün mü?” der, “Lat ve Uzza senin gözlerini kör etti!” Zinnire, öyle bir anda bile imanıyla konuşur. “Hayır!” diye yanıt verir. “Senin putların hiçbir şey yapamaz. Hiçbir zarar ya da yarar veremezler. Bu, göklerde verilmiş bir karardır. Dilerse benim Rabbim bana gözlerimi geri verecek gücü olandır!” Nihayetinde Zinnire’ de Ebubekir tarafından satın alınıp, özgürlüğüne kavuşturulur.

Lübeyne de bir cariyedir. O da henüz iman etmemiş olan Ömer’den çeker. Öldüresiye Lübeyne’yi döver ve yorulunca da onunla alay eder. “Senden özür dilerim.” der, “Sadece yorulduğum için ara verdim. Biraz dinleneyim tekrar devam ederim.” Lübeyne’nin de imdadına Ebubekir yetişir.

İşkence yüzünden gözlerini kaybeden kadınlardan biri de Guzeyye’dir. Diğerlerinden farklı olarak o, özgür bir kadındır. Devs kabilesine mensuptur. Erken bir tarihte Müslüman olan Guzeyye, dinini gizler ve ticaret bahanesiyle Kureyş kadınları arasına karışıp, İslam’ı anlatır. Fakat bir süre sonra eylemleri belirlenir ve o da Ebu Cehil’e teslim edilir. Ağır işkencelere uğratıldıktan sonra da Mekke’den sürülür. Kendi kabilesi olan Devs’e sığınır. Fakat bu, Guzeyye için her şeyin daha da kötüleşmesi demek olur. Kureyş egemenlerine yaranma isteğiyle Devsliler de bu hanımefendiye işkenceye başlarlar. Guzeyye kendi kabilesi tarafından kör edilir. Yine de yılmaz, İslam’ı anlatmaya bütün azmiyle devam eder.  Sonunda kazanan Guzeyye olur. Yıllar sonra onun çalışmaları sonunda nihayet bütün Devs kabilesi İslam’ı kabul edecektir.

İşkenceye uğrayanlardan biri de Bizans kökenli azadlıı kölelerden Sinan oğlu Süheyb hafızasını yitirir, ne dediğini anlamaz bir hal alır.

Ebu Fükeyhe, Ümeyye tarafından ayağından bir iple taşların üzerinde sürüklenerek Ramda işkenceliğine götürülür. İşkence sırasında efendisi Ümeyye, yanlarından geçmekte olan bir “Cual” (osurgaç) böceğini göstererek: “Benim rabbim şu ‘Cual’ böceğidir de, seni bırakayım.”  Ebu Fükeyhe, Müslümanlık izzet ve onuruyla “Benim Rabbim Allah’tır.” der. “Beni de yaratan, seni de yaratan O’dur. Cual böceğini de O yaratmıştır.” Ümeyye deliye döner. Ancak öldüğünü zannederek Ebu Fükeyhe’yi bırakır. Onu da Ebubekir kurtarır.

Fakat Hz. Ebubekir bile zulüm o boyuttadır ki kendisini baskı ve eziyetten tamamen koruyacak halde değildir. “Kureyş Aslanı” denen Mekke’nin belalılarından Huveylid oğlu Nevfel, Ubeydullah oğlu Talha ile ikisini namaz kılmalarına engel olmak için iple birbirlerine bağlar. Nevfel’in  korkusundan kimse onları çözmeye cesaret edemez. Bu halleri onlara yaşam boyu devam edecek bir unvan kazandırır. “Ayrılmaz iki arkadaş” anlamında “Karineyn” denilir kendilerine. Talha, kendi ailesinden bile zulüm görür. Öz kardeşi Osman yetmezmiş gibi annesi Saba bile onu Kabe’nin yanında elleri boynuna bağlı, öz oğluna küfürler ve lanetler okuyarak önüne katar, aşağılar.

Avvam oğlu Zübeyr’e, amcası tarafından işkence yapılır. Amca Nevfel, son metot olarak, yeğenini bir iple bağlayıp bir hasırın içine sarar ve ikisini birlikte bir duvara asar. Sonra da altından hasırı ateşe verir, Zübeyr dumandan boğulacak gibi olur. Gün bitimine kadar yanmış hasırın içinde duvarda asılı kalır. Bu orijinal işkence bittiğinde, derisi dumandan simsiyah olmuş, gözleri de dumanın etkisiyle nar gibi kızarmıştır.

Osman da yine kendi amcası tarafından aynı cezaya uğratılır. Herkes bir şekilde zalimlerin işkencelerine düçar olurlar. Fakat bütün bunlar putperestleri istedikleri sonuca götüremez. Anlık sarsıntılar hariç Müslümanların cesaretleri, gayretleri ve inançları asla zayıflamaz. Tam aksine güçlendikçe güçlenir. Mekke putperestleri kendilerini bu şanlı direniş karşısında çaresiz hissetmeye başlarlar. Bu gerçeğin bir kanıtı o günlerde Mesud oğlu Abdullah’ın Kabe’de Kuran okuması olur. Ufak tefek biridir Abdullah. Üstelik kendisini koruyacak güçlü akrabaları da yoktur. Kabe’de ilk defa açıkça Kuran okuyan Müslüman olma onuruna sahip olmak ister. Arkadaşları kendisini vazgeçirmeye çalışırlar ama boşuna. Bir sabah Kabe’nin karşısında ayakta durur ve “Rahman” suresini yüksek sesle ağır ağır okumaya başlar. Putperestler önce şaşırır. Okunan şeyin ne olduğunu bir anlam veremezler. Hem bu ölçüde bir meydan okuma da düşünebilecekleri şey değildir. Sonra anlarlar ve var güçleriyle çullanırlar Mesud oğlu Abdullah’a! O ise her yandan üzerine yağan tekme yumruk yağmurunun altında okuyabildiği kadar okur. Müslüman arkadaşlarının yanına döndüğünde yüzü gözü kan içindedir. Arkadaşları hayıflanarak “Keşke bizi dinleseydin!” derler. Fakat Abdullah, halinden memnundur. “O putperestler benim gözüme hiç bugünkü kadar zayıf ve zavallı görünmemişlerdi.” olur.  “Yarın da gidip, aynı şeyi tekrar edeceğim.” Fakat bu kez arkadaşları önüne geçer, bırakmazlar. Bu kadar işkence ve zulümden sonra psikolojik baskı ve alay etme gibi eylemleri de bir kenara koyalım. O tür söz ve davranışlar, Müslümanlar için günlük yaşamlarının önemsiz bir parçası olmuştur.

Bu noktada insan aklına zorunlu olarak bir soru gelebilir.  Nasıl olur da Allah bütün bunlara izin verir? Kendisine samimiyetle iman eden o bir avuç insanın, sadist putperestlerin elinde her çeşit zulmü ve işkenceyi yaşamalarına, sakat kalmalarına hatta ölmelerine göz yumar?

Bu ve benzeri sorulara verilecek ilk cevap, bu dünyanın bir sınav meydanı olduğudur. İkinci olarak ise, bilinmelidir ki Müslümanların dinlerini yaşamalarının ödülü ahirette verilecektir, burada değil. Daha kısa bir ifade ile bu dünya sınav yeridir; ahiret ise ödül. Konuya özel cevap ise yukarıda işaret ettiğimiz gerçektir: Hak, yumruklandıkça kuvvetlenir, yeni bir toplumsal oluşumu hedef alan saldırı ve baskılar onu ortadan kaldırmayı başaramazsa sonuçta onu daha güçlü kılar. Mekke Müslümanları da bu on sene boyunca yaşadıkları baskı ve saldırılar sayesinde polatlaşırlar, dinleri onlar için canları da dahil bütün varlıklarından daha değerli hale gelir. Sonrasında da ona göre sahip çıkarlar. Yaklaşık 1400 seneden beridir devam ede gelen İslam gerçeği de varlığını işte bu birkaç yüz kişiye borçludur. Ama bu  “çok özel” birkaç yüz kişiye! İmanın, feragatin ve fedakarlığın timsali bir avuç insana!

Efendimizin tarihin bu dönemini okuyuşu da, bu dönemde yaşanan işkenceleri yorumlayışı da çok farklıdır. Kendisi de o işkencelerden hem fiziken, hem ruhen en çok etkilenenlerden biri olmasına rağmen! Sırtında ateş söndürülenlerden biri, Ered oğlu Habbab zulmün en ağır yaşandığı günler içinde efendimize yalvararak bir temennide bulunur.

“Allah’ın elçisi!” der, “Ne olur, Rabbimize dua etsen de bu sıkıntıyı bizden artık giderse ve Müslümanları hakim hale getirse!”  Efendimiz, oturduğu yerden toparlanır. Yüzünün rengi değişir. Kızmıştır. Cevabı kaşları çatık olduğu halde verir. “Sizden önceki iman eden topluluklar öyle işkencelere uğratılmışlardı ki, testereyle vücutları ortadan ikiye ayrılırdı ya da demirden taraklarla etleri ve sinirleri kemiklerinin üzerlerinden taranırdı fakat onlar yine de dinlerinden dönmezlerdi.

Allah’tan korkun ve sabırlı olun. Allah bu işi mutlaka sonucuna ulaştıracaktır. Öyle ki bir insan tek başına devesine binecek, Allah’tan ve koyunlarına kurdun saldırmasından başka hiç bir şeyden korkmayacaktır. Fakat siz sabırsızlanıyorsunuz.”

Efendimizin cevabında ilginç olan, işaret ettiği hedeftir. Vurguladığı şey sadece Müslümanlara ait bir başarı, egemenlik ya da siyasi bir zafer değil elde edilecek olan toplumsal huzurdur. O, bu cevabıyla işkenceleri çeken insanlara, katlandıkları zulmün hem nedenini hem de sonucunu açıklamış olur. Dikkat edilmesi gereken hedefin ne olduğunu öğretir. Hem onlara, hem de kıyamet kopuncaya kadar yaşayacak bütün Müslümanlara!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÇİLE VE BOYKOT

 

Hamza, Efendimizin amcalarındandır. Mekke Devri’nin 6’ıncı yılında Müslüman olmuştur.

Peygamberimiz bir gün Safa tepesinde otururken yanından Ebu Cehil geçti. Efendimize çirkin sözlerle hakarette bulundu. Peygamberimiz ise hiç bir karşılık vermedi.

Hamza o gün ava gitmişti. Dönüşünde, bir cariye, olayı Hamza’ya anlattı. Hamza henüz Müslüman olmamıştı. Yeğenine hakaret edilmesine dayanamadı, silahını çıkarmadan, derhal Kureyşin toplantı yerine gitti. “Kardeşimin oğluna hakaret eden sen misin?” diyerek yayı ile Ebu Cehil’in kafasına vurup yaraladı. Ebu Cehil, Hamza’da Müslüman oluverir korkusu ile ses çıkarmadı. Ebu Cehil’den, Peygamberimize yaptığı hakaretin öcünü alan Hamza, Efendimize giderek O’nu teselli etmek istedi. Efendimizin ancak onun iman etmesi ile memnun olacağını söylemesi üzerine, şehadet getirip Müslüman oldu. 

Hamza son derece cesur, kuvvetli, yiğit gözünü budaktan sakınmaz bir kişiydi. Kendisinden üç gün sonra da Ömer Müslüman oldu. Bu ikisinin Müslüman olmalarıyla, Müslümanlar moral olarak büyük destek buldular.

Hamza’nın İslam’ı kabulü, Müslümanları sevindirmiş fakat müşrikleri telaşlandırmıştı. Kureyş ileri gelenleri hemen Darün-Nedve de toplandılar. “Bunlar gittikce çoğalıp kuvvetleniyorlar, çabuk çaresine bakmazsak, ileride önünü alamayacağımız tehlikeler doğacak. Buna kesin çare bulmalıyız” dediler. Çeşitli teklifler ortaya atıldı. Ebu Cehil “Muhammed ‘i öldürmekten başka çıkar yol yok. Bu işi yapana şu kadar deve ve altın verelim,” deyince Ömer ayağa kalkarak “Bu işi ancak Hattab oğlu yapar”? dedi. Ömer alkışlar arasında peygamberimizi öldürme niyetiyle yola çıktı. Silahlarını kuşanıp giderken yolda Abdullah oğlu Nuaym’e rastladı. Onun bu aceleci davranışı karşısında “Nereye böyle ya Ömer”? diye sordu.

“Araplar arasına ayrılık sokan Muhammed’in vücudunu ortadan kaldırmağa”diye cevap verdi, Ömer.

“Ya Ömer, sen çok zor bir işe kalkışmışsın. Müslümanlar Muhammed ‘in etrafında pervane gibi dönüyor, seni O’na yaklaştırmazlar. Yapabildiğini kabul etsek, Haşimoğulları seni yaşatmaz.” dedi. Ömer bu sözlere hiddetlendi.

“Yoksa sen de mi onlardansın”? diye çıkıştı. Nuaym’da “Sen benden önce kendi yakınlarına bak. Enişten Said ile kız kardeşin Fatıma Müslüman oldular,” dedi.

Ömer bu cevabın gerçek olduğuna hiç ihtimal vermedi. Fakat içine düşen şüpheyi gidermek için, yolunu değiştirip doğru eniştesi Said bin Zeyd’in evine vardı. Bu esnada içeride Kuran-ı Kerim okunuyordu. Ömer, kapı önünde okunanları işitti. Kapıyı kırarcasına öfkeyle vurdu.

İçerdekiler Ömer’i görünce telaşlandılar. Ömer’in İslam’a olan düşmanlığını biliyorlardı. Hemen Kuran sahifesini sakladılar ve kapıyı açtılar. Ömer:

“Nedir o okuduğunuz şey”? diye bağırdı. Eniştesi “Bir şey yok”, diye cevap verdi. “İşittiklerim doğruymuş” diyerek, hiddetle eniştesinin üzerine atıldı. Araya giren kız kardeşinin, bir tokatla yüzünü kan içinde bıraktı. Canı yanan kızkardeşi Fatıma “Ya Ömer, Allah’tan kork. Ben ve eşim Müslüman olduk, bundan gurur duyuyoruz ve senden de korkmuyoruz. Öldürsen de dinimizden dönmeyiz” dedi ve arkasından şehadet getirdi. Yüzü kan içindeki kız kardeşinin bu hali ve sözleri Ömer’i sarstı, kalbinde bir yumuşama başladı, adeta yaptıklarına pişmandı. Olduğu yere oturdu. Kısık bir sesle “Hele şu okuduğunuz şeyi getirin, göreyim”, dedi. Kız kardeşi Kuran sahifesini ona verdi. Ömer büyük bir ilgi ile sahifeyi okumaya başladı.

“Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah’ı tesbih ederler. Yegane galip ve hikmet sahibi olan O’dur. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur, hem diriltir, hem öldürür. O her şeye hakkıyla kadirdir. O her şeyden öncedir. Kendisinden sonra hiç bir şeyin kalmayacağı Son’dur, varlığı aşikardır, gerçek mahiyeti insan için gizlidir, O her şeyi bilir”  (El- Hadid Suresi)

Ömer bu ayetleri okuduktan sonra derin bir düşünceye daldı. Allah Kelamı’nın yüksek anlamı   onun kalbine işlemişti. “Göklerde ve yerde olan şeyler hepsi Allah’ın, bizim putlarımızın bir şeyi yok” diye düşündü. “Beni Allah’ın elçisinin  yanına götürün” dedi O esnada efendimiz Safa semtindeki Erkam’ın evindeydi.

Ömer’in silahlı olarak yanlarına geldiğini gören Müslümanlar telaşlandılar. Yalnızca Hamza:

“İyilik için gelirse ne ala, aksi halde geleceği varsa, göreceği de var, telaşa gerek yok”dedi. Ömer’in sağından ve solundan iki kişi tutarak efendimizin huzuruna götürdüler. Ömer Allah’ın elçisinin önünde diz çökerek şehadet getirdi. Orada bulunanlar sevinçlerinden hep birden tekbir getirdiler. Safa tepesinde yükselen “Allahü Ekber” sedası ile Mekke ufuklarını çınlattılar.

Ömer, “Kaç kişiyiz”? diye sordu. “Seninle 40 olduk,” dediler. Ömer  “O halde ne duruyoruz? Hemen çıkalım, Harem-i Şerif’e gidelim,” dedi. Bütün Müslümanlar toplu halde umut ve mutluluk içinde Kabe’ye gittiler.

Kureyş ise  Darun Nedve’de Muhammed’in ölüm haberini merak içinde beklemekteydi. Müslümanların toplu halde Harem-i Şerif’e ilerlediğini görünce, keyifle “İşte Ömer, hepsini önüne katmış getiriyor” dediler.

Ömer Kureyşlilere yaklaşınca”Beni bilen bilsin, bilmeyen öğrensin, Ben Hattab oğlu Ömer’im. İşte Müslüman oldum” dedi ve şehadet getirdi. Kureyşliler şaşkına döndüler. Her biri bir tarafa savuştu. O gün Müslümanlar ilk defa Harem-i Şerif’te saf olup topluca namaz kıldılar.

Hamza ve Ömer’in Müslüman olmalarıyla, İslâm’ın yayılması hız kazandı. Daha önce 6 yılda sayıları ancak 40 kişiye ulaşabilmişken bir yıl sonra Müslümanların sayısı 300’ü geçmiş, bunlardan 90 kişi Habeşistan’a hicret etmişti.

Müşriklerin her gün biraz daha şiddetini arttıran eziyet, hakaret ve işkenceleri neticesinde Mekke, Müslümanlar için yaşanmaz bir şehir haline gelmişti! Günden güne artan bu eza ve cefalar, dini ibadetlerini de gönül rahatlığı içinde yapma imkanını ellerinden almıştı.

Müşriklerin, bu gaddarca ve merhametsizce davranışlarından kolay kolay vazgeçmeye de niyetleri yoktu.

Bunun için Efendimiz, bir gün Müslümanlara, “Siz bari yeryüzüne dağılın. Allah  sizi yine bir araya getirir.”dedi.

Sahabiler, “Ya Resulullah, nereye gidelim?” diye sorunca da eliyle Habeşistan`ın bulunduğu tarafı işaret ederek,”Siz Habeş ülkesine gitseniz iyi olur. Habeş Hükümdarının yanında hiç kimse zulme uğramaz. Orası doğruluk yurdudur. Umulur ki, Allah, sizi orada ferahlığa kavuşturur.” buyurdu.

Efendimizin bu müsaade ve tavsiyeleri üzerine ilk olarak 10`u erkek 5`i kadın on beş kişilik bir Müslüman kafilesi, dinlerini ve inançlarını korumak mukaddes gayesiyle yerlerini, yurtlarını, bağ ve bahçelerini, anne ve babalarını, akraba ve komşularını terk ederek, yabancı bir diyara doğru gizlice yola koyuldular. Kızıldeniz yoluyla Habeşistan`a varan ve Habeş Necaşisi (hükümdarı) tarafından gayet olumlu karşılandılar.

Efendimizin Habeşistan`ı tercih edişi birkaç sebebe dayanıyordu: Her şeyden evvel, orası Mekkeliler tarafından gayet iyi bilinen bir yerdi. Zira, bu ülke ile eskiden beri ticari ilişkileri vardı.

Habeş Necaşi`sinin adil hükümdar oluşu, bu ülkenin tercih edilmesine ikinci bir sebepti. Adaletiyle şöhret bulmuş Necaşi, elbette bu mazlum topluluğa haksızlık etmeyecekti.

Bir diğer sebep olarak da, Habeşistan halkının Ehl-i kitap oluşları, Hristiyan dinine mensup bulunmalarıydı. Ehl-i Kitap oluşları sebebiyle şüphesiz Müslümanlara karşı tavır ve davranışları, müşriklerin Ehl-i İslama karşı hareket ve davranışlarından farklı olacaktı!

Nitekim, Mekke’yi sessiz sedasız terk eden adı geçen sahabiler, Habeş Necaşi’si ve halkı tarafından gerçekten çok güzel karşılandılar. Buraya yerleştikten sonra da, ibadetlerini ifa, dini inançlarını yaşama hususunda herhangi bir engel ve zorlukla karşılaşmadılar. 

Bütün bunlarla birlikte, bu hicret hadisesi çok daha mühim bazı olumlu neticelerin doğmasına sebep oldu. Bu sayede İslamiyet etraftan da duyuldu. Hicret olayının arkasında bu yüksek gayenin bulunuşundan dolayıdır ki, müşrikler göç eden bu bir avuç Müslümanın Habeşistan’a sığınmalarından endişe duydular ve telaşa kapıldılar. Bu uzak diyarda dahi onları rahat bırakmak istemediler.

Mekke müşrikleri, İslam nurunun sönmesi için, ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Alay, hakaret ve işkencenin her çeşidini denediler. Bütün bu insafsız uygulamalar İslam’ın yayılmasına, Müslümanların sayılarının günden güne artmasına engel olamıyordu.

Peygamberliğin gelmesinin üzerinden altı yıl geçmiş, yedinci yıla girilmişti. Müslümanların bir kısmı, Habeş ülkesine hicret ederek emniyete kavuşmuş, İslam, diğer Arap kabileleri arasında da duyulmaya başlamıştı. Çok geç olmadan bu gidişe bir son vermek gerektiğini düşünen Kureyşli müşrikler, Peygamberimizi yine öldürmek için aralarında anlaşmaya vardılar.

Müşriklerin aralarında yaptıkları anlaşmanın haberi, amca Ebu Talib’in kulağına kadar gelmekte gecikmedi. Yeğeni hakkında endişeye kapılan Ebu Talib, Haşimoğullarını toplantıya çağırdı. Müslüman olsun, olmasın hepsi kimisi din, kimisi akrabalık gayretiyle  efendimizi  koruma hususunda anlaştılar.

Haşimoğullarının yaptıkları toplantıyı haber alan müşrikler de ayrı bir yerde yeni bir toplantı daha yaptılar. Toplantıda, Muhammed öldürülmek üzere kendilerine verilinceye kadar devam etmek üzere şu konularda anlaşmaya vardılar:

- Haşimoğullarına kız verilmeyecek, onlardan kız alınmayacak,

- Yapılan her türlü ticari faaliyet durdurulacak,

- Onlarla oturulmayacak, görüşülmeyecek, konuşulmayacak,

- Barış istekleri asla kabul edilmeyecek ve acınmayacak

Üzerinde anlaştıkları maddeleri bir kağıda yazıp mühürlediler ve verdikleri sözden dönmemek için de Kabe’nin içine astılar.

Ebu Talib, “anlaşmadan vazgeçmeleri, dostluk bağlarını koparmamaları, bunun kabileler arasında kanlı savaşlara sebep olabileceği” yönünde uyarılarda bulunduysa da bir sonuç alamadı. Haşimoğulları için yıllar sürecek, zorluklarla dolu bir dönem başlıyordu.

Bu karardan sonra, şurada-burada dağınık halde olan bütün Müslümanlar Ebu Talib mahallesi’nde Haşimi’lerle birleştiler. Ebu Leheb, Haşimi’lerden olduğu halde, müşriklerle beraber oldu ve mahalleden çıktı. Ebu Talib, Müslüman olmadığı halde, Müslümanların başına geçti. Peygamberimiz de üç yıldan beri ikamet etmekte olduğu Erkam’ın evinden, Ebu Talib mahallesine taşındı. Müslümanlar burada üç yıl kuşatma altında kaldılar.

Müslümanlar kuşatma altında kaldıkları bu üç yıl içinde çok sıkıntı çektiler. Yeteri kadar erzak temin edemedikleri için, açlıktan ağaç yapraklarını yediler. Bazı küçük çocuklar, gıdasızlıktan öldü. Ebu Cehil gece-gündüz Ebu Talib mahallesi’ne girip çıkanları kontrol ediyor, mahalleye gizlice yiyecek maddesi sokulmasına imkan vermiyordu. Hamza ve Ömer gibi cesur olanların dışında kimse çarşıya çıkıp alış-veriş yapamıyordu. Sad Bin Ebi Vakkas, bir defa bulduğu bir deri parçasını ıslatmış, ateşte kavurarak yemişti. Kadınların ve çocukların açlıktan feryatları mahalle dışından duyuluyordu. Müslümanlar yıllık yiyecek ve diğer ihtiyaçlarını ancak “Eşhür-i hurum” denilen kan dökülmesi yasak dört ayda (Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep) temin etmeğe çalışıyorlardı. Peygamber Efendimiz de davet ve tebliğ vazifesini, özellikle Mekke’ye dışarıdan gelenlere ancak bu aylarda yapabiliyordu. Müslümanlar üç yıl süren bu boykot esnasında dayanılmaz sıkıntılara katlandılar. Fakat Kureyş bundan da hiç bir netice alamadı.

Müslümanların bu acıklı durumu müşriklerden bazı insaflı kimseleri de rahatsız etmeğe başladı. İçlerinden Züheyr ismindeki kişi, “Ey Kureyş topluluğu, şu yaptığımız şey, insanlığa yakışmaz. Biz her imkandan yararlanırken, bizim kabilemizin bir kolu olan Haşimoğullarının aç bırıkılması insafla bağdaşmaz. Bu kararın bozulması gerekir. Yemin ederim ki bu zalim sözleşme yırtılmadıkça buradan ayrılmıyacağım.” diye söze başladı. Ebu Cehil, Züheyr’i susturmak istediyse de, diğerleri de onu destekledikleri için muvaffak olamadı.

Haşim Oğullarına uygulanan boykot üçüncü yılını doldurmak üzereydi. Peygamberimiz amcası Ebu Talib’in yanına geldi:

“Ey amca! Rabbim olan Allah Kureyşlilerin Kabe’ye astıkları sayfaya ağaç kurdunu (güvesini) musallat etti. Allah’ın isminden başka, yazılan anlaşma maddelerinden hiç birini bırakmadı, hepsini kemirdi.”

“Bunu sana Rabbin mi haber verdi?”

“Evet!”

“Ey kardeşimin oğlu! Bu haber verdiğin şey gerçek midir?”

“Evet! Vallahi gerçektir!”

Ebu Talib, haberi kardeşlerine anlattı. Kardeşleri:

“Bu hususta kanaatin nedir?”

“Vallahi, O bana hiçbir zaman yalan söylememiştir. En güzel şekilde giyinerek Kureyşlilerin yanlarına gidelim ve bu haberi onlara bildirelim. Hep birlikte hazırlanarak Kabe’ye gittiler. Kureyşlilerin ileri gelenleri Kabe’nin yanında oturuyorlardı. Ebu Talib ile yanındakileri görünce, efendimizi  kendilerine teslim etmeyi kabul etmek zorunda kaldıklarını düşünerek heyeti hemen meclislerine aldılar. Ebu Talib “Ey Kureyş topluluğu! Hiçbir zaman yalan söylememiş olan kardeşimin oğlu bana, anlaşmayı yazmış olduğunuz sayfanıza, Allah’ın ağaç kurdunu musallat kıldığını ve anlaşma maddelerinin tamamının kemirildiğini haber verdi. Haydi anlaşmayı yazmış olduğunuz sayfanızı getirin! Eğer söylediği doğru çıkarsa, vallahi en sonuncumuz ölünceye kadar Onu size teslim etmeyiz! Ama siz de bu yaptıklarınızdan vazgeçin! Eğer dediği doğru çıkmazsa, kardeşimin oğlunu size teslim ederim. Siz de Ona istediğiniz gibi davranırsınız!”

Müşrikler teklifi kabul ettiler. Anlaşma sayfası getirildi. Aynen efendimizin söylediği gibi her şey kurtlar tarafından kemirilmiş, yalnız Allah’ın isminin bulunduğu bölüm sağlam kalmıştı. Müşrikler yine de verdikleri sözü yerine getirmekten kaçındılar ve “bu bir sihirdir!” dediler. Ama içlerinde Haşimoğullarına karşı haksızlık ettiklerini düşünenlerin sayısı gün geçtikçe artıyordu.

Peygamberliğin 10. yılına girilmişti. Uygulanan boykot, artık çoğu kimseye insafsızca gelmeye başlamıştı. Kureyşlilerden, Haşimoğullarına yakınlığı olan birkaç kişi, aralarında anlaşıp bir toplantı sırasında anlaşmayı eleştirdiler ve bundan sonra uymayacaklarını bildirdiler. Zaten zayıflamış bulunan boykot cephesi, bu girişimden sonra daha fazla devam edemedi. Haşimoğulları da tekrar halkın arasına karıştılar.

Müslümanlar ablukadan-kuşatmadan kurtuldukları için sevindiler. Çektikleri sıkıntıları unutmağa, yaralarını sarmaya çalıştılar. Fakat sevinçleri uzun sürmedi. Boykotun kalkmasından 8 ay kadar sonra, iki büyük acı ile karşılaştılar. Mekke Devri’nin 10’uncu yılı Şevval ayında önce Ebu Talib, üç gün sonra da  Hatice annemiz vefat etti. 

Ebu Talib, Müslüman olmamıştı. Ancak efendimize son derece bağlıydı. O’nu çok seviyor, bu yüzden her fedakarlığa katlanarak, müşriklerden gelecek kötülüklere karşı O’nu koruyordu. Ölürken bile, Haşimoğullarına, “O’na bağlı kalmalarını, uğrunda her fedakarlığı yapmalarını, sözünden çıkmamalarını” vasiyet etmişti. Hatice O’nun gam ortağı, şefkatli bir hayat arkadaşıydı. En sıkıntılı anlarında O’nu teselli ediyor, bütün varlığı ile O’na destek oluyordu.

En büyük destekleri olan, sevdiği iki insanı peşpeşe kaybettiği için efendimiz çok üzüldü. Bu sebeple bu yıla “Senetü’l-huzn” (Hüzün yılı ) denildi.

Müşrikler, Ebu Talib’in sağlığında, efendimizin  şahsına pek ilişemiyorlardı. O’nun ölümünden sonra, efendimizin şahsına da her türlü kötülüğü yapmağa başladılar. Bir defa, Kabe’de namaz kılarken, Ebu Cehil’in teşviki ile Ebu Muayt oğlu Ukbe, yeni kesilmiş bir devenin barsaklarını getirip, secdede iken üzerine koymuş, efendimiz başını secdeden kaldıramamıştı. Kızı Fatıma yetişerek, üzerini temizlemiş, efendimiz namazını bitirdikten sonra etrafında gülüşen müşrikleri işaret ederek üç defa”Allah’ım Kureyşten şu zümreyi sana havale ediyorum” dedikten sonra isimlerini birer birer saymıştı. Efendimizin isimlerini saydığı bu azılı müşriklerin hepsi de Bedir Savaşı’nda katledilip, leşleri Bedir’deki “Kalib” denilen kuyuya atılmıştır.

Kureyş’in zulümleri artık katlanılamaz bir duruma gelmişti. Bu yüzden efendimiz yanına evlatlığı Harise oğlu Zeyd’i de alarak Taif’e gitti. Taiflileri putlarından kurtulup bir olan Allah’a teslim davet edecekti.

Taif’te Sakiyf adında bir Kabile vardı ve onlar da putperestti. Efendimiz  on gün kadar, onlara İslam’ı anlatmağa çalıştı, ileri gelenleri ile görüştü. Hiç biri Müslüman olmadığı gibi, “Senden başka Peygamberlik gelecek kimse kalmadı mı?” diye de alay ettiler. “Memleketimizden çık da nereye gidersen git!” diye Allah elçisini kovup hakaret ettiler. Taif’ten ayrılırken de çoluk çocuğu ve ayak takımı olan düşük tabiatlı kişileri yolun iki tarafına sıralayıp taşlattılar. Efendimizin ayakları, atılan taşlarla yara-bere içinde kaldı, ayakkabıları kanla doldu. Ayaklarındaki yaraların verdiği acıdan adeta yürüyemez hale gelip oturmak istedikçe, zorla kaldırıp yaralı ayaklarını taşlamağa devam ediyorlar, bu yürekler parçalayan acıklı haline gülüp eğleniyorlardı. Vücudunu atılan taşlara siper eden evlatlığı Zeyd’de, bir kaç yerinden fena halde yaralandı. Efendimiz hayatı boyunca karşılaştığı bedeni sıkıntılardan en büyüğünü o gün yaşamıştı. Bir şekilde nihayetinde Rabia’nın oğulları Utbe ve Şeybe’nin yol üstündeki bağına sığınarak ayak takımının takiplerinden kurtulabildi. Burada bir çardağın gölgesinde, ellerini kaldırıp şu hazin duayı yaptı:

“İlahi, kuvvetimin zaafa uğradığını, çaresizliğimi, halkın gözünde hor ve hakir görüldüğümü ancak sana arzederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi, herkesin zayıf görüp de dalına bindiği biçarelerin Rabbi sensin! İlahi, huysuz ve yüzsüz bir düşmanın eline beni düşürmeyecek, hatta hayatımın dizginlerini eline verdiğim akrabamdan bir dosta bile bırakmayacak kadar bana merhametlisin.

Ya Rabb! Eğer bana karşı gazablı değilsen, çektiğim bela ve sıkıntılara hiç aldırmam, fakat senin esirgeyiciliğin bunları da göstermeyecek kadar geniştir.

Ya Rabb! Gazabına uğramaktan, rızandan mahrum kalmaktan, senin karanlıkları aydınlatan, din ve dünya işlerini dengeleyen yüzünün nuruna sığınırım. Razı oluncaya kadar işte affını diliyorum. Bütün kuvvet ve kudret ancak seninledir!”  

Görüldüğü üzere yapılan bunca eziyet ve cefaya rağmen insanlara beddua etmemiş, hatta yolda Mekke’ye iki konak mesafede  Karn  denilen yerde kendisine Cebrail gelerek,

“Ey Allah’ın Resulü, Allah kavminin sana söylediklerini işitti, yaptıklarını gördü, sana şu Dağlar Meleği’ni gönderdi. Kavmin hakkında ne dilersen, bu meleğe emredebilirsin” dedi. Dağlar emrine verilmiş olan melek de kendisini selamladıktan sonra,

“Ya Muhammed, emrine hazırım. (Ebu Kubeys ile Kayakan denilen) Şu iki yalçın dağı  üzerlerine devrilip, birbirine kavuşarak müşrikleri tamamen ezmelerini istersen emret” dedi.

“Onlar bilmiyorlar! Hayır, onların ezilip yok olmalarını değil, Rabbimin bu müşriklerin soyundan, O’na hiç bir şeyi ortak kılmayan ve yalnız Allah’a ibadet eden bir nesil meydana getirmesini istiyorum” demiştir.

Rabia’nın oğulları, Efendimizin perişan halini gördüler. Hristiyan köle Addas ile O’na bir salkım üzüm gönderdiler. Efendimiz “Bismillah!” diyerek üzümü yemeğe başlayınca, Addas hayretle “Bu bölge halkı böyle söz söylemezler, onlar Allah adını anmazlar”, dedi.Efendimiz  ona nereli olduğunu sordu. “Ninovalıyım, Hristiyanım”, diye cevap verdi Addas. Efendimiz gülümseyerek “Demek kardeşim Yunus Peygamberin memleketindensin”dedi. Addas “Sen Yunus’u nerden biliyorsun? diye sordu efendimize.

“Yunus benim kardeşim, O’da benim gibi Peygamberdi” dedi efendimizde. Daha sonra efendimiz Addas’a İslamiyeti anlattı. Addas da orada Müslüman oldu. Efendimiz  en zor ve en sıkıntılı anlarında bile Peygamberlik görevini ihmal etmiyor, insanların hidayetlerine vesile olmaya gayret ediyordu.

Mekke’ye dönüş zamanı gelmişti.  Efendimizin himayesiz Mekke’ye girmesi imkansızdı. Esasen, hayatı tehlikede olduğu için Mekke’den Taif’e gitmişti. Bu sebeple dönüşte, Hira   Dağına çıkarak, Kureyşin hatırı sayılır büyüklerinden Adiyy oğlu Mutim’e haber gönderdi. Ancak onun himayesinde gece vakti Mekke’ye girebildi. Kabe’yi tavaf edip Harem-i Şerif’de iki rekat namaz kıldıktan sonra evine döndü. Arap geleneklerine göre, bir kimse himayesine aldığı kişiyi korumağa mecburdu. Bu sebeple, Mutim ve çocukları silahlanıp Kabe’nin dört bir tarafını tuttular. Böylelikle  Peygamber Efendimizin Mekke’ye girip serbestçe tavaf etmesini ve evine gitmesini sağladılar. 

Ne yazık ki Mutim, Bedir savaşında müşrik olarak öldü. Peygamber Efendimiz, Mutim’in bu iyiliğini unutmamış, Bedir esirlerinin kurtarılması için Medine’ye gelen oğlu Cübeyr’e “Eğer senin o ihtiyar baban, sağ olsaydı da bu murdar herifleri benden isteseydi, hepsini ona bağışlardım.” demiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İSLAMA DAVET

 

Efendimiz, Taiflilerin insafsız ve zalimce hücum ve hakaretlerine hedef olduğunda ve Mekke’ye döndüğünde müşriklerin daha da şiddetli muhalefet ve eziyetleriyle karşı karşıya kaldığı halde, iman ve İslam’ı hakikatlerini insanlara anlatmaktan  bir an bile geri durmadı. Aksine, Taif dönüşü, İslam’a davet dairesini daha da genişletti ve bu kez kabileleri topluca İslam’a davete başladı.

Bir fikrin, davanın hızlı gelişimi şüphesiz, sağlam ve seviyeli olarak birbirlerine bağlı olanlarının çokluğuyla doğru orantılıdır. Efendimizde bu gerçeği göz önünde bulundurarak, hem imana davet etmek, hem de Kureyş müşriklerine karşı bir kuvvet olarak kullanmak gayesiyle hac mevsiminde Mekke etrafında konaklamış bulunan Arap kabileleri arasında dolaşmaya başlamıştı.

Görüştüğü kabile ileri gelenlerinin her biri, ayrı ayrı mazeretler ileri sürüyor, İslam’ı kabulden uzak duruyorlardı. İçlerinde Müslüman olma arzusunu ortaya koyanlar ortaya çıksa da, bunların İslam safına katılmalarına engel olunuyordu. İslam’a davet edilen bazı kabileler ise, davete icabet etmedikleri gibi, Efendimize hakaretamiz sözler de söylüyorlardı.

Efendimizin  dolaştığı yerlere müşrikler de gidiyor, onu adeta bir gölge gibi takip ediyorlardı. Kabile fertlerinin İslamiyetten uzak durmalarında  şüphesiz ki, müşriklerin olumsuz, yalan ve iftira üzerine kurulu algı propagandalarının büyük rolü vardı.

Efendimiz, her sene belirli mevsimlerde kurulan Ukaz, Mecenne, Zül-Mecaz panayırlarını gezmeyi, buraya gelmiş bulunan kabilelerle görüşmeyi, halkına Kuran okuyup onları İslam’a davet etmeyi asla ihmal etmezdi.  O bu kutsal amaçla halk arasında dolaşırken, Ebu Leheb’ de peşi sıra geziyor ve “Muhammed, atalarının dininden döndü, yalanlar uyduruyor, ona kanmayın!” diyerek, halkın kendisiyle temas etmesine engel olmaya çalışıyordu.

Efendimiz, kabileler arasında dolaşıp tebliğ görevinde bulunurken, kabilenin bütün fertleriyle değil, çoğu zaman sadece ileri gelenleri, reisleriyle görüşüyor, konuşuyor ve İslam’ı onlara anlatıyordu. Çünkü kabile bireylerinin, reislerine sarsılmaz bir bağlılıkları vardı. Reislerinin İslam’ı benimsemesi demek, tamamının müminler safında yer alması demekti. Bu bakımdan efendimiz, kısa yoldan netice elde edebilecek yöntemi takip ediyordu.

Peygamberlik görevinin 11. senesi Hac mevsimi idi. Mekke’ye yarımadanın çeşitli yerlerinden birçok hacı adayı gelmişti. Bunlar arasında Medine halkından da bazı kimseler vardı. Efendimiz, hac mevsiminde kabileler arasında dolaşıp onları İslam dinine davet ederken, Akabe mevkii yakınında altı kişiden ibaret olan bir Medineli kafileye rastgeldi. Onlara, “Siz kimsiniz?” diye sordu. Onlarda “Hazreç kabilesindeniz” diye cevap verdiler.  Efendimiz, “Yahudilerin komşu ve müttefiklerinden misiniz?” diye sordu.“Evet ” dediler. Bunun üzerine Efendimiz, “Otursanız da, sizinle biraz konuşsak olmaz mı?” dedi.

Efendimiz, onları Allah’ın varlık ve birliğine imana çağırdı. Tevhid’i anlattı. Gönüllerini, akıllarını, hayatlarını işgal eden her türlü puttan arınmaları gerektiğini belirtti. En iyi insanların diğer insanlara en çok faydası dokunanlar olduğunu söyledi. İbrahim Suresi’nden bir bölüm okudu ve onları İslam dinine davet etti.  Medine’de oturan Yahudiler ile iki kardeşten türemiş Hazreç ve Evs kabileleri arasında eskiden beri devam edegelen bir düşmanlık ve anlaşmazlık vardı. Kendi aralarında  kah barışırlar, kah bozuşurlardı.

Komşuluk yaptıkları Yahudiler, kitap ehlinden ve ilim sahibi idiler; oysa Evs ve Hazreçliler ise Allah’a ortak koşar, puta taparlardı. Ne zaman Yahudilerle araları açılsa, Yahudiler de onlara, “Beklenen peygamber gelmek üzeredir. Gelince, biz ona uyacağız, İrem ve Ad kavimleri gibi sizin kökünüzü kazıyacağız!” der, dururlardı.

Efendimiz, onları İslam’a davet edince, birbirlerine bakıştılar ve aralarında, “Vallahi, bu bize, Yahudilerin geleceğini haber verdikleri peygamber olsa gerektir! Sakın, Yahudiler ona inanmakta bizi geçmesinler!” diye konuşarak hemen iman ettiler ve Peygamber Efendimizin huzurunda kelime-i şehadet getirdiler.

“Kavmimiz birbirlerine kin ve düşmanlık besledikleri gibi, başka bir kavimle de aralarında kötülük ve düşmanlık vardır. Umulur ki Allah, onları da sayenizde bir araya toplar. Biz hemen dönüp, onları da senin anlattıklarına davet edeceğiz. Eğer Allah, onları bu din üzerinde bir araya getirir, birleştirirse, senden daha aziz ve şerefli bir kimse olamaz!”

Efendimizin davetine icabet edip İslamiyetle şereflenen  Medineliler 6 kişiydiler.  Bu  kişiler kabileleri tarafından hatırı sayılır ve sevilir kimselerdi. Bu sebeple, Medine’ye dönüp, akrabalarına Efendimizi anlatıp, onları İslam’a davet edince İslamiyet, Medine içinde bir anda yankı yaptı. Allah ve elçisinin çağrısı şehrin ufuklarını sardı. Kısa sürede şehirde, Peygamberimiz ve İslam’ın anılmadığı ev hemen hemen kalmamış gibiydi! Medine’ye parıltıları ulaşan ebedi nur, artık birdenbire burada parlayacak ve kısa bir zaman sonra şehri, İslam devletinin merkezi haline getirecekti.

Peygamberliğin 11. yılında Akabe mevkiinde İslamiyetle şereflenen altı Medineli, bir sene sonra aynı yerde buluşacaklarına dair Efendimize söz vermişlerdi. İlk görüşmelerinin üzerinden bir sene geçip tekrardan hac mevsimi gelince, içlerinde bir sene önce İslam’la şereflenmiş bulunan altı kişinin de bulunduğu Medineli 12 kişilik bir kafile Mekke’ye çıkıp geldi. Akabe denen küçük ve dar vadide bir gece vakti, gizlice efendimizle buluşarak görüştüler. Bu görüşme sonunda da birlikte bir karar üzerine uzlaştılar.

Allah’a hiçbir şekilde, hiçbir şeyi eş ve ortak koşmayacaklardı. Hırsızlık yapılmayacaktı. Zinada bulunulmayacaktı. Çocuklarını öldürmeyeceklerdi. Kimseye iftira edilmeyecekti. Hiçbir hayırlı işe karşı çıkılmayacaktı. Bu konular üzerinde  efendimize biat ettiler. Ona her şartta koşulsuz bağlı olacaklardı.

Efendimiz bunun üzerine kendilerine şöyle hitap etti: “Sizden, verdiği sözde duranın ücret ve mükafatına Allah kefil olmuş, onlara cennet hazırlamıştır! Kim, insanlık icabı bunlardan birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya uğratılırsa, bu ona keffaret olur! Kim de, yine bunlardan, insanlık haliyle birini işlerde, işlediği o şeyi Allah gizler, açığa vurmazsa, onun işi de Allah’a kalır. Dilerse onu bağışlar, dilerse azaba uğratır!”

Ayrıca bu Müslümanlar, efendimize ayrıca söz de verdiler. “Gerek sıkıntı ve darlıkta ve gerekse refah ve sevinç halinde söz dinlemek ve itaat etmek  önceliğimizdir.  Sen bizzat, bizim üstümüzde bir tercihe sahip olacaksın ve senin hiçbir iyi hareketinde sana karşı itaatsizlik etmeyeceğiz.”  İlk Akabe Biatı’nda bulunanların yapmayacaklarına dair söz verdikleri  hususlar, huzurlu bir toplum  hayatının temelini oluşturan unsurlardır. Bu çirkin hareketlerin hakim olduğu toplumlarda elbette emniyet ve huzur olamazdı.

İnsanlığı huzur ve mutluluğa kavuşturmak ve toplum hayatını huzur temeli üzerine oturtmak için gelen İslam, elbette bu hususları vazgeçilmez birer esas olarak kabul edecek ve bu hususta bağlılarından kesin söz alacaktı. Medineli bu Müslümanlar, görüşmelerden sonra yurtlarına geri döndüler. Orada kendi kabileleri arasında İslam’ın nurunu ve sesini duyurmaya ve yaymaya devam ettiler.

Bir müddet sonra, Medineli Müslümanlar, efendimizden kendilerine İslam kurallarını ve uygulamalarını öğretecek bir öğretmen göndermesini istediler. Efendimiz, onların bu taleplerini, yaradılış itibariyle oldukça kibar ve medeni, aynı zamanda güzel bir simaya sahip, Kureyş’in önde gelenlerinden  genç bir sahabe olan Musab Bin Umeyr’i göndererek derhal yerine getirdi.  Medine’de Mus‘ab’la birlikte halka Kur’an öğretmekle görevlendirilen diğer bir sahabi de aynı zamanda  kör olan Abdullah İbn Mektum’dur. Bilal-i Habeşi gibi o da İslam’ın ilk müezzinlerindendir.  Yeri gelmişken bu sahabe ile ilgili bir olayı anlatmalıyım.

 Efendimiz, bir gün hem İslam’hem de Müslümanlara şiddetli düşmanlıklarıyla bilinen Velid bin Muğire, Utbe bin Rebia, Ümeyye bin Halef gibi birçok Kureyş ileri gelenleriyle konuşuyor, onlara iman ve Kuran gerçeklerinden bahsediyordu. Zaman zaman muhataplarının dikkatlerini canlı tutmak ve dinlemelerini sağlamak maksadıyla da, “Nasıl, güzel değil mi?” diye soruyordu. O sırada maddi gözden mahrum, fakat mana gözü açık Hatice’nin dayısı oğlu Abdullah bin Ümmi Mektum, Efendimizin kimlerle konuştuğunun farkında olmaksızın seslendi. “Ey Allah’ın elçisi! Beni irşad et, bana Kuran okut, Allah’ın sana öğrettiklerinden bana bir şeyler öğret.” dedi. Efendimizin bütün dikkatini Kureyş ileri gelenleri üzerine İslamı anlatmak için verdiğini fark edemediğinden, bu arzusunu birkaç sefer tekrarlayıp durdu. Efendimiz bir an için bu durumdan sıkıldı ve rahatsız oldu. Onunla pek ilgilenmedi. O her zaman gelip kendisinden İslamiyetle ilgili her şeyi öğrenebilirdi. Halbuki Kureyş müşriklerinin ulularını bir daha böyle toplu halde bulma imkanını elde etmeyebilirdi. Onların İslamı kabul etmeleri veya düşmanlıklarından vazgeçmeleri ise, Kureyş’in toptan Müslüman olma anlamına geliyordu. İşte bu sebeple Efendimiz, dikkatinin dağıtılmak istenişinden rahatsız olmuştu.  Efendimiz, tam Kureyş ileri gelenleriyle konuşmasını bitirip kalkacağı sırada vahiy geldi. Gözlerini kapayıp daldı. Abese Suresi inmişti.

“Yanına amageldi diye yüzünü ekşitip döndü. Nereden bileceksin, belki de o günahlarından arınacaktı. Yahut öğüt alacak ve öğüt kendisine fayda verecekti. Öğütle ihtiyaç duymayan kimseye gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun inkâr ve isyan pisliği içinde kalmasından sen sorumlu değilsin. Sana koşarak gelen ve Allah’tan korkan kimseyi ise ihmal ediyorsun. Sakın! O Kuran bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır.”

Elbetteki kalblerinden şirkin pisliğini iman suyu ile gidermek istemeyen, Kuran’ı dinlemek arzusu duymayan, ondan istifadeyi düşünmeyen kimselerin İslam’a  girmemesi ve nefsini temizlememesi efendimizin üzerine bir sorumluluk yüklemiyordu. Çünkü, Onun görevi sadece İslamı hakkıyla duyurmaktı. Ancak, hak ve hakikatı öğrenmek arzusunu izhar eden bir Müslümandan yüz çevirmek, ona bilmediği hakikatleri öğretmemek, arzusuna cevap vermemek, işte böylesine ikazı gerektiriyordu. Bu durum ve ikazdan sonra efendimiz Abdullah Bin Ümmi Mektum’u her gördüğünde ona ikram ve ihsanda bulunur, ihtiyacı olup olmadığını sorar ve”Merhaba, ey Rabbimin bana uyarı ve ikazda bulunmasına sebeb olan kişi!”diyerek ona iltifat ederdi.

***

Esad Bin Zürare, Medineli Müslümanların bir nevi önderliğini yapıyordu. Bu sebeple genç sahabe, Kuran öğretmeni Musab Medine’ye gelince, onun evinde kalmaya başladı. Artık bu ev, Müslümanların buluşmaları için merkezi bir yer teşkil ediyordu.

Bizzat efendimizden dersini almış bulunan genç  Musab, zamanı ve şartları çok iyi değerlendirebilen, fırsatları çok güzel kullanabilen bir sahabe idi. Bütün gayretini, Medine’de İslam’ın yayılmasına yöneltmişti. Kabilelerin hatırı sayılır kimseleriyle görüşüyor, konuşuyor, onlara yumuşak bir dille İslam’ı anlatıyordu. Medine’de birçok kimse Müslüman olmuştu, ama İslam’ın daha da hızlı gelişmesi için bazı engeller de vardı. Evs kabilesinin Reisi Sad Bin Muaz ile yine reislerden bulunan Üseyd Bin Hudayr, henüz Müslüman olmamışlardı. Onların bu durumu haliyle halka da olumsuz olarak etki yapıyordu.

Sad Bin Muaz, Esad Bin Zürare’nin halasının oğlu idi. Bir gün Musab ile Esad, bir evin bostanındaki kuyunun başında oturmuş, sohbet ediyorlardı. Etraflarında Müslümanlardan da birçok kimse vardı. Bu esnada elinde mızrağı olduğu halde, Üseyd Bin Hudayr yanlarına çıkageldi. Şiddetle, “Siz, bize neye geldiniz? Birtakım aklı ermez ve zayıf kimseleri aldatıp azdırıyorsunuz! Hayatınızdan olmak istemiyorsanız, derhal buradan ayrılın!” dedi.

Musab sükunetle, “Hele biraz dur, otur! Sözümüzü dinle, maksadımızı anla! Beğenirsen kabul edersin, beğenmezsen o zaman engel olursun” diye gayet nazikçe karşılık verdi.

Üseyd, “Doğru söyledin!” diyerek ve mızrağını yere saplayarak yanlarına oturdu. Musab, ona İslamiyet hakkında bir konuşma yaptı ve Kuran’dan okudu. Üseyd öfkesi dinmiş bir şekilde, kendisini tutamayarak, “Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir söz!” diye konuştu ve “Bu dine girmek için ne yapmalı?” diye sordu. Sonrada şehadet getirerek İslamın bağlılarından oldu. Doğruca Muaz’ın yanına gitti. Üseyd durumu Muaz’a anlattı.

Sad Bin Muaz, “Vallahi, sen beni tatmin edici bir bilgi getirmedin” dedi, Üsey’in anlattıklarından rahatsız olarak doğruca Musab ile Esad’ın yanlarına vardı.Öfkeli bir şekilde, “Ey Esad! Eğer seninle aramızda akrabalık olmasa, böyle kabilemiz içine soktuğunuz çirkin işlere sabır ve tahammül edemezdim!” diye bağırdı ve tehdit etti.

Musab aynı şekilde ona da, “Hele biraz durunuz! Otu¬rup dinleyiniz! Anlayınız da! Beğenirseniz kabul edersiniz, beğenmezseniz biz de size çirkin gördüğünüz işi tekliften vazgeçeriz” diye nazikçe cevap verdi. Onun üzerine, Muaz oturdu ve Musab’ın sözlerini dinlemeye başladı. Musab, ona, İslam dininin ne demek olduğunu anlattı ve Zuhruf Suresi’nin baş kısımlarından okudu. Kuran okunurken, Muaz’ın yüzü birdenbire değişiverdi. Yüzünde bir yumuşama oluştu. Dinledikleri, o ana kadar duymadığı, bilmediği şeylerdi. Kuran’ın eşsiz dili ve tatlı üslubu karşısında derhal, “Siz bu dine girerken ne yapıyordunuz?” diye sordu. Musab ona da İslam dininin esas ve adabını anlattı. O da orada şehadet getirerek Müslüman oldu. Sonra da kendi kavminin yanına döndü. Onlara, “Ey topluluk! Beni nasıl biliyorsunuz?” diye sordu. “Sen bizim büyüğümüz, en üstünümüzsün” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Muaz, “Öyle ise siz de Allah’ın elçisine iman etmelisiniz” dedi ve ekledi. “İman etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun!” Bu söz üzerine, aşireti içinde o gün iman etmedik hiç kimse kalmadı.

Artık Musab, Medine’de İslam’ı tebliğ  ve yaymada yalnız değildi. Evs ve Hazreç kabilelerinin reisleri de yanında yer almışlardı. Olanca gayretleriyle İslam’ın yayılmasına çalışıyorlardı.

Yine İslam’ın tebliğ merkezi, Esad Bin Zürare’nin evi idi. Musab ile Sad bin Muaz, el ele vererek, burada insanları hak dine davetle meşgul oluyorlardı.

Bu senenin hac mevsiminde Kuran öğretmeni Musab hem Medine’deki İslami gelişmeyi bizzat  Efendimize bildirmek, hem de haccetmek üzere Evs ve Hazreç kabilelerine mensup ikisi kadın yetmiş beş Müslümanla Mekke’ye geldi. Bunları temsilen bir grup, Mescid-i Haram’da amcası   Abbas’la oturan Efendimizin yanına vardılar.

“Ya Resulullah! Biz oldukça kalabalığız. Seni yanımıza almak, size yardımcı olmak, uğrunuzda canımızı feda etmek, şahsımızı koruduğumuz şeylerden zatınızı da esirgeyip korumak üzere söz birliği etmiş bulunuyoruz! Bu hususta sizinle daha geniş konuşmak için nerede buluşalım?” Efendimiz yine Akabe’de buluşmayı uygun gördü.

Bu buluşma, gece yarısı olacak ve kimseye duyurulmayacaktı. Hatta bulundukları yerlerden ayrılırken ve dikkatleri çekmemek için küçük küçük gruplar halinde Akabe’ye geleceklerdi.  Efendimiz de buraya, henüz Müslüman olmamış amcası Abbas’la geldi. Abbas’ın amacı, yeğenini bu mühim meselede yalnız bırakmamak, yapılanları ve verilen sözleri bizzat görüp işitmekti. Önce, Abbas söz aldı. Medineli Müslümanlara hitaben, Allah Resulünü koruma konusunda kendilerine güvenleri varsa bu işe girişmeleri, aksi takdirde daha şimdiden bu işten vazgeçmeleri gerektiğini belirten bir konuşma yaptı.

Ancak Medineli Müslümanlar, bizzat Resulullah’ın konuşmasını istiyorlardı. “Ya Resulullah! Sen de konuş! Kendin ve Rabbin için arzu ettiğin sözü bizden al” dediler.

Medineli Müslümanların önderi durumunda olan Zürare, Allah’ın elçisinden konuşmak için izin aldı. “Her davetin bir yolu var. O yol ya kolay olur ya da zor! Bugün senin yaptığın davet, insanların çok zor kabul edecekleri çetin bir davettir! Sen, bizi takip ettiğimiz dini bırakmaya ve kendi dinine uymaya davet ettin. Bu, çok güç ve zor bir işti. Buna rağmen biz bu teklifini kabul ettik. Biz yurdumuzda, şerefli ve her tecavüzden korunmuş, orada değil kavminden ayrılan ve amcaları tarafından düşmanlarına teslim edilmek istenilen bir kişinin, hatta kendimizden başka hiç kimsenin de hakim olmak için göz dikemeyeceği bir topluluktuk. Bu çok zor bir iş olduğu halde, biz senin bu yoldaki teklifini de kabul ettik! Halbuki, bütün bunlar insanların hiç de hoşlanacakları şeylerden değildi. Fakat biz bunları dillerimizle ikrar, kalplerimizle tasdik, ellerimizi uzatmak suretiyle kabul ettik! Allah’tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana biat ediyoruz! Biz, Rabbimize ve Rabbine biat ediyoruz! Allah’ın kudret eli, ellerimizin üzerindedir! Kanlarımız kanınla, ellerimiz elinledir! Kendimizi, evlatlarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de esirgeyip koruyacağız! Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah’ın ahdini bozan bedbaht insanlar olalım! Ya Resulallah! Kendin için arzu ettiğin sözünü bizden al, Rabbin için de istediğin şartı koş!”

Efendimiz, önce onlara Kuran’dan bazı ayetler okudu. Onları Allah’a davet, İslamiyete teşvik ettikten sonra da kendisi ve Rabbi için arzu ettiği hususları şöyle sıraladı:

“Yüce Allah için size söyleyeceğim şartım şudur: O’na hiçbir şeyi eş ve ortak koşmadan ibadet etmeniz. Namazı kılmanız, zekâtı vermenizdir. Kendim için isteyeceğim ise şudur: Allah’ın peygamberi olduğuma şehadet etmeniz; kendinizi, çocuklarınızı ve kadınlarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanız.”

Bu sırada, Abdullah Bin Revaha söz alarak, “Ey Allah’ın elçisi! Bunları söylediğiniz tarzda yaparsak bize ne var?” diye sordu. “Cennet var!” diye cevap verdi efendimiz. Bu cevabı alınca, gözlerinde parlayan pırıl pırıl sevinçlerini, “O halde bu, kazançlı ve karlı bir alış veriştir!” diyerek sözleriyle de teyit ettiler. Mute şehidi Revaha...

Efendimiz de tekraren, “Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve benim de Allah’ın Resulü olduğuma şehadet getirerek, namazı kılacağınıza, zekatı vereceğinize, neşeli neşesiz zamanlarınızda sözlerime itaat edeceğinize, emirlerime tamamıyla boyun eğeceğinize; darlıkta da varlıkta da muhtaçlara yardımda bulunacağınıza; hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaksızın Allah yolunda, Allah için hak ve gerçeği söyleyeceğinize, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacağınıza biat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz! Şahsıma gelince... Bana her yönden yardım edeceğinize; yanınıza vardığımda kendinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden beni de esirgeyip koruyacağınıza kesin söz vermelisiniz!” dedi.

Bundan sonra Efendimiz, onlara, “Aranızdan, her hususta kavimlerinin benim yanımda temsilcisi olacak on iki kişi seçiniz. Musa da, İsrailoğullarından on iki temsilci almıştı” buyurdu. Medineli Müslümanlar, Hazreç kabilesinden dokuz, Evslilerden de üç temsilci seçtiler.Bu temsilcilerin hepsi de Medine’nin ileri gelen, hatırı sayılır kimseleri ve okuma yazmasını bilen kişilerdi. Efendimiz, seçilen temsilcilere, “Havariler, Meryemoğlu İsa’ya karşı kavimlerinin kefili oldukları gibi, siz de sizden olanların kefilisiniz, ben de Mekkeli muhacirlerin kefiliyim” dedi.

Ayrıca Efendimiz, on iki temsilci seçildikten sonra  Zürare’yi, seçilen on iki temsilcinin başkanı tayin etti. Temsilciler, temsil ettikleri topluluklarla konuşup, biatın önemini anlattılar ve onları Resulullah’a bağlılık sözü vermeye hazırladılar. Bundan sonra Efendimiz, mübarek ellerini uzattı. Medineliler teker teker biat ettiler. Yapılan bağlılık yemini olan biat, bir manada Medineli ve Mekkeli Müslümanlar arasında bir ittifaktı.

Biat, gecenin karanlığında, çağrılanların dışında kimsenin göremeyeceği tenha bir yerde cereyan etmişti. Buna rağmen, biat biter bitmez kulaklarına bir ses geldi: “Ey Kureyş! Mu-hammed ile atalarının dininden çıkmış Medineliler, sizinle savaşmak için toplanıp sözleştiler!”

Gecenin karanlık ve sükûtunu yırtan bu ses kimindi ve nereden geliyordu? Herkesi bir merak ve telaş sardı. Efendimiz, “Derhal konak yerlerinize dönünüz!” emrini verdi. “Ya Resulullah! İstersen sabah olur olmaz kılıçlarımızı kınından sıyırır ve Mina’da bulunan halkın üzerine yürür, onları kılıçtan geçiririz!” dedi içlerinden biri.

 “Hayır, hayır! Bize henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Hepiniz yerlerinize dönünüz.”  Henüz sabır silahını kullanmakla vazifeliydi Müslümanlar. Bunun üzerine, Medineliler konak yerlerine döndüler.

Sabah olunca, durumu sezmiş bulunan Kureyşli müşrikler, kendilerince mahiyeti henüz belirsiz bulunan olayı  tam öğrenmek üzere araştırmaya başladılar. Kendileri gibi putperest olan Medinelilerden sordular. Ancak onların böyle bir meseleden haberleri olmadığından dolayı yemin ederek, “Böyle bir şey olmadı. Biz, böyle bir şey bilmiyoruz” dediler. Medineli Müslümanlar ise, doğru yolun sessizlik olduğunu düşünerek, tek kelime konuşmuyorlardı!

Kureyşli müşrikler, bu sefer Medine’nin büyüklerinden Selul’e gidip sordular. O da aynı şekilde, “Bu, büyük bir iştir! Böyle bir şey olmamıştır! Söylenenler boş laf olsa gerek! Kavmim, bana böyle bir şey danışmadı. Onlar, Yesrib’de iken bana danışmadan hiçbir iş yapmazlardı” dedi. Yesrib Medine’nin bir diğer adıdır. Bunun üzerine Kureyşli müşrikler, Medineli putperestlerin bu hususta herhangi bir bilgileri olmadığı kanaatine vardılar.

Şayet Efendimiz, “Bu işi sizden başkasına duyurmayın” dememiş olsaydı ve Medineli Müslümanlar da bu işi müşrik hemşehrilerinden gizlememiş olsalardı, elbette bu olay Mekkeli müşriklere onlar tarafından duyurulacak ve kuvvetli olasılıkla orada Müslümanların başına büyük bir olay açılacaktı. Belki de, Medine’ye henüz açılmış bulunan İslamiyet için büyük bir engel ortaya çıkacaktı. Hac mevsimi sona erince, Medineli Müslümanlar da yurtlarına geri dönmek üzere yola koyuldular. Medineli Müslümanların Mekke’den ayrılışlarından az zaman sonra, müşrikler böyle bir anlaşmanın cereyan etmiş olduğunu bir şekilde öğrendiler. Derhal Müslümanları takibe koyuldular. Ancak Medineliler çoktan o civardan uzaklaşmış bulunuyorlardı. Sadece iki kişiyi yakalayabildiler. Biri ellerinden bir şekilde kurtuldu ama yakaldıkları diğer Müslüman’a olmadık eziyetlerde bulundular.

Yurtlarına dönen Medineli Müslümanlar, artık dört gözle muhacirleri ve Efendimizin yolunu bekliyorlardı!

Peygamber Efendimiz ile Medineli Müslümanlar arasında yapılan anlaşmalar, Müslümanlar önünde yepyeni emniyetli bir saha açıyordu. İnançlarını burada serbestçe söyleyebilecek, ibadetlerini serbestçe ifa edebilecek, dinlerini korkmadan ve çekinmeden yaşayabileceklerdi. Çünkü Medine’nin iki güçlü kabilesi olan Evs ve Hazreç, onlara kucaklarını açmış, her koşulda kendilerini koruyacaklarına ve yardımlarını esirgemeyeceklerine dair vaadde bulunmuşlardı. İslam güneşinin Medine’de bütün haşmetiyle parlayacağı, şimdiden gözüküyor gibiydi! Müşrikler, Müslümanların bu emniyetli yere göç edeceklerinden endişe duyarken, efendimiz de hızla İslamlaşan bu yeni yurdun İslam merkezi haline bir an evvel gelmesi için her türlü gayreti gösteriyordu.

Mekke’de oldukça hassas bir devre yaşanıyordu. Allah’ın elçisinin Medineliler’le anlaşma yapığını duyan müşrikler, Müslümanlara karşı olan zulüm ve işkencelerini daha da artırdılar. Artık durum bir ölüm kalım meselesi haline gelmişti! Müslümanlar için Mekke’de hayat, bir azap; içilen su, teneffüs edilen hava bile, sanki yakıcı bir ateş olmuştu. Müslümanlar, bu sıkıntılı ve acı durumlarını Efendimize arz ettiler ve hicret için izin istediler.Efendimiz, ilk önce kendisine böyle bir müsaadenin henüz verilmemiş olduğunu belirtti. Ancak bu açıklamasının üzerinden daha birkaç gün geçmişti ki sevinç içinde hicret izninin verildiğini, Müslümanlara bildirdi.

“Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında hurmalık bir şehir olduğu, bana gösterildi ve bildirildi. Mekke’den ayrılmak isteyen oraya gitsin, Medine’li Müslüman kardeşleriyle birleşsin. Yüce Allah, onları size kardeş yaptı ve Medine’yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı!”

Hicret, bir kaçış değil, bir arayıştır. Dinin, tamamen yok edilme noktasına gelen tehdit ve tehlikelerden kurtarılarak, yaşatılmasına müsait ortamın aranmasıdır. Din bir söylem değildir ve yaşanılmayı gerektirir. Bulunulan yerin şartları, buna imkan tanımaz hale gelirse yine dinin gereği olarak oradan uzaklaşmak, hicret etmek şarttır. Zor duruma düşen kimseleri, hicret etmediği takdirde Kuran mazeretli saymıyor ve kesinlikle sorumlu tutuyor. Zor şartlara maruz kalan Müslümanlar artık dinlerini yaşayabilecekleri uygun bir yer aramakla mecburdurlar, sorumludurlar.

Efendimiz, bu müsaadeden sonra “dini yaşayıp diğer insanlara yaymak için müsait yer arama gayreti” olan hicret hareketini inceden inceye düşündü. Müslümanlara, hicret ederken tedbirli davranmalarını sıkı sıkıya tenbih etti. Müşriklerin dikkatini çekmemek için küçük gruplar halinde yola çıkmalarını tavsiye buyurdu.

Efendimizin bu müsaade ve tavsiyelerinden sonra Müslümanlar, bu hareketlerine engel olacak müşriklerin dikkatlerini çekmeyecek şekilde birer ikişer veya küçük gruplar halinde Medine’nin yolunu tuttular! İşin farkına varan Mekkeli müşrikler, görebildiklerini ve yakalayabildiklerini geri çeviriyorlardı. İslam dininden vazgeçirmek için bıkmadan, usanmadan  her türlü çareye başvuruyorlardı. Öyle ki gerektiğinde kadınları kocalarından ayırıyor ve kocalarıyla beraber göç etmelerine karşı çıkıyorlardı. Bazıları da hapsi boyluyordu. Fakat bir iç savaş patlamasına sebebiyet verebilir diye kimseyi öldürme yoluna gitmek istemiyorlardı.

Bunun dışında akla hayale gelecek her türlü eziyet ve işkencelerle Müslümanları hicret etmekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Fakat Müslümanlar kesin kararlarını vermişlerdi ve ne pahasına olursa olsun Medine’ye göç edeceklerdi. Nitekim de her engeli aşarak hicretlerine devam ettiler.Onlara nurlu ufuklar şimdiden gülümsüyordu. Baskı ve zulüm çemberinden kurtulup hür ufuklara doğru kanat açıyorlardı. Zaten, Medine ve Medineliler de onları dört gözle bekliyorlardı.

Diğer Müslümanlar gizli gizli hicret ederken, Ömer, kılıcını kuşandı. Yayını, oklarını ve mızrağını alıp Kabe’ye gitti. Açıkça Kabe’yi yedi sefer tavaf etti. Orada bulunan müşrik elebaşlarına cesaretle seslendi: “İşte, ben de dinimi korumak için Allah yolunda hicret ediyorum! Karısını dul bırakmak, anasını ağlatmak, çocuklarını öksüz bırakmak isteyen varsa, şu vadide önüme çıksın!”  Bu seslenişten sonra, yirmiye yakın Müslümanla gündüz ortasında Medine’nin yolunu tuttu. Müşriklerden hiçbiri onların arkalarına düşme cesaretini gösteremedi.

Böylece, birkaç ay içinde Müslümanların büyük bir kısmı Medine’ye yerleşmek üzere hüzün ve umut arası duygularla Mekke’den ayrıldı. Geride Efendimiz, Ebubekir, Ali ile yol tedariği göremeyecek kadar yoksul olanlar, yolculuk yapmaya takati bulunmayanlar ve müşrikler tarafından hapsedilenler kaldı.

Efendimiz de hicret etmek niyetinde idi. Fakat bu hususta Rabbinin iznini bekliyordu. Hatta Ebubekir, Medine’ye hicret etmek arzusunu beyan edince o, “Sabret! Umulur ki Allah, sana bir arkadaş ihsan eyleye!” buyurdu.

Peyderpey Medine’ye hicret eden Müslümanları, Evs ve Hazreç kabileleri son derece güzel karşıladılar. Kendilerine yer gösterip barındırdılar. Evli muhacirler, evli Medineli Müslümanlar tarafından misafir edildiler. Bekar muhacirler ise, Kuba’da oturan bekar sahabe Sad Bin Hayseme’ye misafir oldular. Kureyş müşrikleri, hicret eden Müslümanların Medineli Müslümanlar tarafından korunduklarını, yardıma mazhar olduklarını ve onlarla birleşip kuvvetlendiklerini görünce iyiden iyiye telaşa kapıldılar. Hele, Efendimizin de bir gün hicret edip onların başlarına geçeceğini, kendilerine karşı savaşabileceğini ve gerektiğinde Şam ticaret yollarını bile kesebileceğini düşününce telaşları büsbütün arttı. Kendileri için, menfeatlari için tehlike büyüyordu. Derhal bu durumu görüşüp gereken tedbirleri almak için Darun Nedve’de toplanmayı kararlaştırdılar. Bahsetmiştik, Darun Nedve, Efendimizin atalarından Kusayy Bin Kab’ın yaptırdığı, kapısı Kabe’ye bakan konağı-meclis binası idi. Kureyş ileri gelenleri, mühim işlerini hep burada toplanıp konuşur, meşveret ederlerdi.

Daha önceden kararlaştırdıkları günün sabahında Darun Nedve’de bir araya geldiler. Bu sırada düzgün giyimli, bir ihtiyarın kapıda dikilip durduğunu gördüler. Tanımadıkları bu adama, “Kimsin?” diye sordular. “Necid’li bir ihtiyarım” diye cevap verdi adam. “Böyle bir toplantının yapılacağını duymuştum. Ben de katılıp fikirlerimi söylemek istedim. Uygun görüp görmediğim tedbirler hususunda görüşlerimi beyan etmek istiyorum!”

Kureyşliler “Olur, gir!” dediler ve onu içeri aldılar. Toplantıda yüz kadar Kureyşli bulunuyordu. Alınacak karardan kimsenin haberleri olmasın diye, Haşimoğullarından sadece İslam düşmanı amca Ebu Leheb alınmıştı. “Muhammed için ne gibi bir tedbir almamız lazımdır?” diyerek meseleyi görüşmeye açtılar.

Bazıları, “Onu zincire vurup hapsettirelim” fikrini ileri sürdüler. Necid’li ihtiyar bu fikre”Hayır!” dedi. “Bu görüşünüz uygun değildir. Siz, onu hapsedecek olursanız, bunu duyan arkadaşları üzerinize yürürler. Onu elinizden çekip alırlar. Onun telkin ve propagandası ile çoğalarak, bu işte size galip gelirler! Siz başka bir tedbir düşününüz!” Bunun üzerine bazıları, “Onu aramızdan, memleketimizden sürüp çıkaralım! Aramızdan ayrıldıktan sonra nereye giderse gitsin!” dediler.

Necid’li ihtiyar tekrar söz aldı ve “Hayır, vallahi bu düşünceniz de yerinde değildir! Onun sözünün güzelliğini, tatlılığını, getirdikleri ve tebliğ ettiği şeylerin insanların kalplerine hakim olup durduğunu görmüyor musunuz? Onu aranızdan kovacak olursanız, o da Arap kabileleri arasında dolaşır ve onlara hakim olur. Sonra da üzerinize yürüyerek, size istediğini yapabilir. Onun için siz başka bir şey düşününüz!” dedi. Tartışmaların uzaması üzerine  İslamın baş düşmanı Ebu Cehil söz aldı ve “Ben, onun hakkında hiçbir zaman düşünemeyeceğiniz bir tedbir düşündüm!” dedi. Hazirun merakla “Nedir o?” diye sordular. Ebu Cehil öfkeli bir kararlılıkla “Onu öldürmekten başka çare yoktur! Bunun için de aramızda her kabileden güçlü kuvvetli birer delikanlı seçeriz. Sonra onların her birine keskin birer kılıç veririz. Hepsi birden onu vurup öldürürler. Böylece ondan kurtulmuş oluruz. Böylece kimin öldürdüğü de belli olmaz.Bu durumda, Haşimiler, bütün kabilelerle çarpışmayı göze alamazlar ve mecburen diyete razı olurlar. Biz de onun diyetini ödeyip meseleyi böylelikle kolayca hallederiz!” diye konuştu. Necid’li ihtiyar “En doğru fikir ve uygun çare budur!” dedi.

Aslında ihtiyar, insan suretine girmiş şeytandı!

***

Kureyş müşrikleri, Efendimizi öldürmek için kesin karar almışlardı ve bunu gerçekleştirmek için de yoğun bir şekilde faaliyetlerini sürdürüyorlardı. İşte bu ortamda Allah elçisine hicret emrini verdi.

Efendimiz, Ebubekir’in evine her gün sabah veya akşam vakitlerinde mutlaka uğrardı. Hicret emrini aldığı gün, öğle vakti sıcağında, adeti olmadığı bir saatte başını sararak arkadaşı Ebubekir’in evine vardı. Efendimizin geldiği haber verilence, Ebubekir şaşırdı ve “Resulullah bu saatte hiç gelmezdi. Bu gelişinde mutlaka bir iş var!” dedi. Sonra Efendimizi içeri alıp minderinin üzerine oturttu “Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın elçisi! Hayırdır inşallah!” diye merakla sordu. Efendimiz, “Yüce Allah, bana Mekke’den çıkmaya ve Medine’ye hicret etmeye izin verdi” buyurdu.Ebubekir can dostuna merakla, “Senin refakatinle şereflenecek miyim ya Resulallah?” diye sordu. “Evet” deyince de peygamberimiz, gönlüne huzur, gözlerine sevinç gözyaşları doldu.

İki yoldaş, Medine’ye kadar kendilerine kılavuzluk etmek üzere, henüz müşrik, fakat güvenilir, sözünde durmasıyla tanınmış biri olan Abdullah Bin Üreykit’le anlaştılar. İki binit devesini kendisine teslim ettiler. Üç gece sonra Sevr dağı eteğinde buluşmak üzere sözleştiler.

Müşriklerse bir an önce Allah’ın elçisinin nefesinin derdine düşmüşlerdi. Vahiy meleği Cebrail gelip, Efendimize müşriklerin almış oldukları kararlarını bildirdi ve başvuracağı tedbiri de şöyle açıkladı:

“Şimdiye kadar yattığın yatağında, bu gece yatma!” Bunun üzerine Efendimiz, Hz. Ali’yi yanına çağırdı.“Yatağımda bu gece yat, uyu! Şu yeşil, geniş aba hırkamı da üzerine ört! Korkma, sana hiçbir zarar erişmeyecektir!” dedi. Ayrıca Ali’ye, kendisine teslim edilen emanetleri sahiplerine verinceye kadar da Mekke’de kalmasını emretti. Mekkeliler, “Muhammedü’l-Emin” lakabını verdikleri Efendimize, son derece güvenirler ve en kıymetli eşyalarını, saklayamamaktan korktukları için ona teslim ederlerdi. Kureyş ileri gelenlerinin, hakkında ölüm kararı aldıkları sırada da kendilerinde emanet olarak birçok kıymetli eşya vardı. Ama o, bu karara rağmen, emanetlerin sahiplerine verilmesini Ali’ye emretmekle, bir kez daha büyüklüğünü ve emanete sadakatini ortaya koyuyordu.

Müşrikler yapmış oldukları plan gereği her kabileden seçilmiş eli kılıçlı iki yüze yakın müşrik, gecenin üçte biri geçince, Efendimizin evinin önünde toplandılar. İçlerinde Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Ümeyye Bin  Halef gibi azılıları ve elebaşıları da vardı. Katiller gecenin geçmesini, aydınlığın etrafı sarmasını ve efendimizin evinden çıkmasını bekliyorlardı. Zira, geleneklerine göre, bir adamı evinin içinde katletmek, korkaklığın en adisi sayılırdı!   Efendimiz, eli kılıçlı katillerin evinin etrafını sardıkları sırada evinden çıktı. Yerden aldığı bir avuç toprağı onların başlarına attı ve Yasin Suresi’nin ilk sekiz ayetini okudu. Hiçbiri onu göremedi ve o da içlerinden çıkıp gitti.

Bir müddet sonra yanlarına birisi uğradı. “Burada ne bekleyip duruyorsunuz?” diye sordu kalabalığa. “Muhammed’i bekliyoruz” dediklerinde, “Muhammed,  evinden çıkıp gideli hayli vakit oldu. Hele bir kere üstünüze başınıza bakın!” diyerek, gözü dönmüş katillerle adeta alay etti. Müşrikler birbirlerine bakakaldılar. Üzerlerinin toz toprak içinde kalmış olduğunu gördüler. Şaşırıp kaldılar. Derhal evin içerisine baktılar. İçeride birinin abaya sarınıp bürünerek yattığını görünce, “İşte, Muhammed yatıyor!” diyerek beklemeye devam ettiler; ta ortalık iyice ağarıncaya kadar!

Sabahleyin Efendimiz yerine kuzeni Ali’nin yataktan doğrulup kalktığını görünce, bütün bütün şaşırdılar, sonra da Ali’ye, “Muhammed nerede?” diye sordular. Hz. Ali, “Bilmem!” diye cevap verince, ne yapacaklarını iyice şaşırdılar.

 “Hani bir zamanlar o küfredenler, seni tutup bağlamaları, ya seni öldürmeleri yahut seni (yurdundan zorla) çıkarmaları için sana tuzak kuruyor(lar)du. Onlar bu tuzağı kurarlarken Allah da onun karşılığını yapıyordu. Allah, tuzak kuranlara mukabele edenlerin en hayırlısıdır.” (Enfal Suresi)

Evinden çıkan Efendimiz, doğruca Ebubekir’in evine vardı. Kendileri için acele sefer malzemesi hazırlandı ve bir dağarcığa bir miktar da azık kondu. Sonra, Efendimizle Ebubekir, evin arkasındaki küçük kapıdan çıktılar ve Mekke’nin aşağısındaki şehre yaklaşık bir saat uzaklıkta bulunan Sevr dağına doğru yol aldılar. Sevr dağındaki mağaraya vardılar.  Mağara oldukça ıssızdı. Önce Ebubekir içeri girdi. Yeri temizleyip düzeltti. Mağaradaki delikleri tıkadı. Geriye kalan bir deliğe de ayağını dayadı. Sonra Efendimizi içeriye davet etti, o da içeri girdi ve mübarek başını can yoldaşının dizine dayayarak uyudu.

Bir süre sonra Allah’ın emriyle bir örümcek gelip mağaranın ağzına ağını gerdi, bir çift güvercin ise gelip yuva kurdu. Bu hayvanlar, iki yaren’i bütün Kureyş’e karşı korumak için adeta nöbet tutmaya başlamışlardı!

Efendimizi evinde bulamayan müşrikler öfkelenmişlerdi. Derhal Mekke’nin her tarafını didik didik aramaya koyuldular. Ebubekir’in evine vardılar. Onu da bulamayınca büsbütün öfkelendiler. Mekke’de Efendimizi bulamayınca, bu sefer tellal çağırttılar. “Muhammed’i ve Ebubekir’i bulup getirene veya öldürene yüz deve veririz!”

İçlerinde ne kadar hırsız, cani ve gözü dönmüş insanlıktan nasipsiz var ise, bu ilanı duyunca, kimi eline kılıç, kimi de sopalar alarak Mekke’nin dışına da çıkarak ve etrafta koşuşturmaya başladılar.

Arayıcılar, bir süre sonra Efendimizle Ebubekir’in izlerini buldular. Takip ede ede gelip Sevr dağının eteklerine dayandılar. İzcilerden biri, “Onlar, şu mağaradan ileri geçmemişlerdir! İz burada kesiliyor!” İçlerinden bir kısmı müşriklerin liderlerinden Ümeyye Bin Halef’le beraber mağaranın ağzına kadar geldiler. Bu sırada Peygamberimiz ile Ebubekir onları görüyor, fakat müşrikler onları göremiyorlardı.

Ebubekir, fazlasıyla telaşa kapıldı ve üzüldü. “Beni öldürseler de gam çekmem! Ben, nihayet bir ferdim. Ama, Allah göstermesin, sana bir zarar ve ziyan eriştirecek olurlarsa bu, bütün ümmetin helakına sebep olur!”

“Üzülme, Allah bizimle beraberdir” diye buyurarak efendimiz dostuna teselli verdi. Ebubekir yine endişeyle“Onlardan birisi eğilip de ayaklarının dibinden bir bakıverse, bizi görür!” Efendimiz, yine emin ve teslimiyet içinde “Ya Ebubekir! İki kişinin üçüncüsü Allah olursa, sen sonucun ne olacağını zannediyorsun? Yakalanacağımızı mı sanırsın?” buyurdu. Sonra da Ebubekir’in içinin ferahlaması için Rabbine dua etti.

Rabbimiz, Kuran’da bu olaya şu ayetiyle işaret etmektedir.

“Eğer siz ona (Resuluma) yardım etmezseniz, (hatırlayın ki) kafirler onu (Mekke’den) çıkardıkları zaman bizzat Allah ona yardım etmişti. Yine de O, nusretini esirgemez. O öyle bir zamandı ki Resulullah (ancak) ikinin ikincisinden ibaretti (bir tek yanında Ebubekir vardı). O zaman onlar, (Sevr dağının tepesindeki) mağaradaydılar. Peygamber o vakit arkadaşına, ‘Mahzun olma! Allah, hiç şüphe yok, bizimle beraberdir’ diyordu. Allah o (arkadaşının) üzerine (kalbine) sekinetini (kuvve-i maneviyesini) indirmiş, onu (habibini) görmediğiniz (manevi) ordularla teyit etmiş, kafirlerin kelimesini (küfürlerini) alçaltmıştı. Allah’ın kelimesi (tevhid kelimesi) ise, çok yücedir. Allah, mutlak galibtir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe Suresi)

Müşrikler  Sevr mağarasına oldukça yaklaşmışlardı. “Şu mağarayı da arayalım” dediler. Onların konuşmalarını Efendimizle sadık dostu duyuyordu. Biri mağaranın ağzına kadar geldi. Ancak içeri girip bakma gereği hissetmeden gerisin geriye döndü. Diğerleri “Neden girip içeri bakmadın?” diye sordular. “Mağaranın ağzında iki yabani güvercinin yuva kurduğunu gördüm. Orada olduklarına asla ihtimal vermem!” diye cevap verdi.Onlar tartışa dururlarken Azılı müşrik Ümeyye ise, arkadaşlarına hiddetle seslendi. “Mağaranın orada ne dolaşıp duruyorsunuz? Orada örümceğin ağ bağladığını görmüyor musunuz?”

Bu durum karşısında müşrikler mağaranın yanından uzaklaştılar. Böylece Allah, nöbetçi tayin ettiği bir örümcek ve iki yabani güvercinle, elçisini bütün Kureyş’in zalimlerine karşı korumuş oluyordu!

Perşembe günü geceleyin Sevr mağarasına, can dostuyla birlikte giren Peygamberimizin, üç gün üç gece mağarada gizlenmeleri tedbir içindi. Müşrikler bu süreçte, onların Mekke civarından uzaklaşmış olduklarına kanaat getirecek ve bir derece takiplerini gevşetmiş olacaklardı. Nitekim de öyle oldu. Mağarada gizlendikleri zaman zarfında,   Ebubekir’in oğlu Abdullah, aldığı talimat üzere gündüzleri Kureyşliler arasında dolaşıyor, ne konuştuklarını, neler düşündüklerini öğrendikten sonra, geceleri gelip efendimize olan bitenden haber veriyordu. Geceyi onlarla birlikte orada geçiriyor ve aydınlık tamamıyla etrafı sarmadan Mekke’ye geri dönüyordu. Diğer taraftan, Ebubekir’in kölesi (Henüz kölelik tamamen yasaklanmamıştı.) Amir Bin Fuheyre de, o civarda koyunlarını güdüyor, hem Abdullah’ın izlerini yok ediyor, hem de onlara süt götürüyordu.

Kureyşlilerin iki yakın dost hakkındaki arama taramaları da bir derece gevşemişti. Bu arada, daha evvel kararlaştırıldığı üzere kılavuz olarak tutulan Abdullah Bin Üreykit de, kendisine teslim edilen iki deveyle birlikte kendi devesi de yanında bulunduğu halde Pazartesi günü seher vakti Sevr dağının eteğinde göründü. Efendimiz ve beraberindekilere yol azığı olarak bir koyun kesilmiş, eti pişirilmişti. Ebubekir’in kızı Esma, bunu bir dağarcığa koyup bir tulum suyla birlikte mağaraya getirdi. Nihayet mağaradan hareket zamanı gelmişti. Yolcular Sevr mağarasından ayrıldılar.

Efendimiz, doğup büyüdüğü mübarek şehirden ayrılıyordu. Uzaktan Mekke’ye mahzun mahzun baktı ve “Vallahi, sen Allah’ın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Allah katında en sevgili olanısın! Bana senden daha sevgili, daha güzel yurt yoktur! Çıkarılmaya zorlanmamış olsaydım, senden asla ayrılmaz, senden başka yerde yurt yuva tutmazdım” diyerek ona olan sevgisini dile getirdi. Rabbi de onu teselli eden vahyini indirdi.

“Elbette, o Kuran’ın tebliğini üzerine farz kılan Allah, seni yine döneceğin yere (Mekke’ye) döndürecektir!”(Kasas Suresi)

 Düşmanın takibini zorlaştırmak ve onları şaşırtmak maksadıyla Medine’ye doğru, herkesin gittiği yoldan ayrı bir yol takip edildi. Önce, güney istikametinde Kızıldeniz’e yakın Tihame’ye gittiler. Sonra kuzeye döndüler. Denizden uzak çöl içinden sahile paralel yol aldılar. Salı günü öğleye kadar durup dinlenmeden deve sırtında yol katettiler. Salı günü öğle üzeri bir gölgelikte bir nebze dinlenmek için konakladılar. Efendimiz, istirahate çekildi. Dört kişinin meşakkatli yolculuğu değişik olayların cereyan ettiği şekilde sürüyordu.  Kureyş’in Efendimizi ele geçirenlere yüz deve vaat ettiği haberi çok kimseyi harekete geçirmişti. Bunlardan gayet cesur ve aynı zamanda iyi iz takip eden Kinane kabilesinden Süraka Bin Malik de, bu ödülün iştahına kanarak, Efendimizi takibe koyulmuştu. Bir ihbar üzerine harekete geçen Süraka, kısa zamanda yolcuların izlerini buldu. Dörtnala koşturduğu atıyla gittikçe Efendimiz ve beraberindekilere yaklaşıyordu. Aralarında az bir mesafe kalmıştı. Ebubekir, Süraka’nın kendilerine doğru geldiğini görünce telaşlandı.Efendimiz, mağarada dediği gibi, “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” dedi dostuna. Sonrada dönüp Süraka’ya baktı. Süraka’nın atının ayakları bir anda dizlerine kadar yere battı. Kurtulunca, tekrar takip etti. Fakat yine atının ayakları yere saplandı ve atının ayaklarının saplandığı yerden duman gibi bir şey çıktı. O vakit anladı ki ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki ona ilişsin!

“Ey Muhammed!” dedi. “Dua et, kurtulayım! Sana hiç dokunmayacağım! Seni takip edecek kimselere de senden hiç bahsetmeyeceğim!” Efendimiz Rabbine dua etti. Rabbide onun duasını kabul etti ve Süraka’yı o zor durumdan kurtardı. Duanın tek makamı vardır, o da yüce yaratıcı Allah’tır.

Süraka, saygıyla Efendimizin yanına vardı. Kendisini tanıttı. İleride İslamiyetin her tarafa hakim olacağı kanaatiyle bir güvence (emanname) istedi. Efendimiz, kendisine Ebubekir’in kaleme aldığı yazılı bir emanname  verdi. Emannameyi alan Süraka, “Ey Allah’ın peygamberi! Emret, istediğini yapayım!” dedi.Efendimiz de, “Git, öyle yap ki başkası gelmesin!” diye ferman etti.Efendimizden bu talimatı alan Süraka, derhal geri döndü. Arkadan gelen Kureyş’in takipçilerine de, “Ben buraları arayıp taradım, kimseyi bulamadım. Başka tarafa bakalım” diyerek onları geri çevirdi. Kaderin tecellisine bakınız ki günün başlangıcında Peygamberimizi ele geçirmek veya öldürmek için atına atlayıp takibe çıkan Süraka, günün sonunda onu düşman takipçilerden korumaya çalışıyor! Aynı Süraka ileride Huneyn savaşından sonra Müslüman olacaktır.

Süraka döndükten sonra Efendimiz, beraberindekilerle yine kızgın çöller üzerinde yol almaya başladı. Sanki gökten alev yağıyor, yerden kızgın kıvılcımlar fışkırıyordu!

Nihayet ufukta Medine görünmüştü. Yolda karşılaştığı ve iman eden Büreyde ve ekibi de kafileye katılmıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MEDİNE

 

 Ben anlatımımı kısa tutmaya çalışıyorum. Yoksa efendimizden ve yaşadıklarından bahsetmek için ciltler dolusu kitap yetmez. Kitaba kaynak ya da dipnotlarla da akademik bir hüviyet vermemeye çalışıyorum. Çalışmamda Ehl-i Sünnet kaynaklarını baz aldığımı ifade edeyim. 

Medineli Müslümanlar, Efendimizin Mekke’den Medine’ye gelmek üzere yola çıktığını büyük bir umut ve sevinçle  duymuşlardı. Bunun için her gün sabah namazından sonra Harre mevkiine çıkarak, öğle sıcağı basıncaya kadar yolunu heyecan ve sabırsızlıkla beklemekteydiler. Yine bir gün uzun uzun beklemişler, onun gelmediğini ve etrafını da şiddetli sıcaklığın bastığını görünce evlerine geri dönmüşlerdi.

Bu sırada bir işi için evinin damına çıkmış olan bir Yahudi, beyazlara bürünmüş birkaç kişinin çölün sıcaklığını, serap ve sisleri yararak gelmekte olduğunu gördü. Müslümanların, peygamberlerini günlerden beri heyecanla beklemekte olduğunu biliyordu. Kendisini tutamayarak, “Ey Arap topluluğu! İşte, beklediğiniz devletliniz geliyor!” diye haykırarak Müslümanlara müjde verdi.

Bu müjde, Medine sokaklarında bir yağmur sevinci etkisi oluşturdu. Şehir bir anda bayram havasına büründü. Çünkü insanlığa huzur ve mutluluk sunan Allah’ın elçisi  geliyordu! Müslümanlar derhal o tarafa sevinç içerisinde koştular. Diller coşkuyla söyleniyordu.

“Ay doğdu üzerimize

Veda tepesinden

Şükür gerekti bizlere

Allah’a davetinden

Sen güneşsin sen aysın

Sen nur üstüne nursun

Sen süreyya ışığısın

Ey sevgili ey resul

 

Ey bizden seçilen elçi

Yüce bir davetle geldin

Sen bu şehre şeref verdin

Ey sevgili hoş geldin!”

Karşılayıcılar, Efendimize ve yoldaşlarına  bir hurma ağacının gölgesinde dinlenirken kavuştular. Günlerden beri yolunu heyecan, sabırsızlık ve muhabbetle bekledikleri Kainatın Efendisini selamladılar.Efendimiz, daha sonra beraberindekiler ve karşılayıcılar ile birlikte Medine’nin sağ tarafına düşen Kuba köyüne doğru yoluna devam etti. Bir süre orada kalacaktı.

Efendimizin emriyle, Kureyşlilerin kendisine teslim ettikleri kıymetli eşya ve emanetlerini sahiplerine iade etmek maksadıyla Mekke’de kalan Ali bu görevi yerine getirmiş ve Efendimizin Mekke’den ayrılışından sonra Medine’ye doğru hareket etmişti. Efendimiz henüz Kuba’da iken gelip onlara kavuştu. Yürümekten ayakları şişmiş ve kabarmış idi. Peygamberimiz, onu gözyaşları arasında kucakladı ve ayağının iyileşmesi için dua edip eliyle meshetti.

Efendimiz on küsur gece misafir kaldı orada. Bu müddet zarfında Kuba Mescidi’ni bizzat kendisi de çalışarak yaptırdı ve bu mescit içinde namaz kıldı. Onun bu gayret ve faaliyetini gözlemleyen Müslümanlar da, aşk ve şevk içinde bıkmadan usanmadan çalışıyorlardı. Mescit yapılıp bitinceye kadar Peygamber Efendimiz, çalışmaktan bir an olsun geri durmadı ve kendisini diğer Müslümanlardan farklı bir muameleye tabi tutmadı. İslam topluluğu için ilk olarak bina yapılan mescit, işte bu Kuba Mescidi’dir.

“Muhakkak bu bir mescittir ki onun temeli Medine’ye hicretin ilk gününde takva üzere atılmıştır. Aziz Peygamberim! Bu mescit senin, içinde namaz kıl¬mana daha layıktır. Bu mescitte son derece temizliği ve nezaheti seven bir cemaat vardır. Allah da, çok temiz ve faziletli olanları sever!” (Tevbe Suresi)

Efendimiz, Kuba’da on küsur gece ikamet buyurduktan sonra bir Cuma günü Medine’ye doğru hareket etti. Kasva adındaki devesinin üzerinde idi. Peşinde Ebubekir, sağ ve solunda ise ana tarafından dayıları olan Neccaroğullarından yüz kişi ile birçok Medineli Müslüman yer almıştı. Manzara, düşündürücü olduğu kadar da sevindirici ve ümit verici idi. Mekke’de yalnızlıkla başbaşa bırakılmış bulunan Allah’ın elçisinin etrafını şimdi, feragat ve fedakarlık timsali yüzlerce insan sarmıştı! Dillerinde tekbir, gönüllerinde ise sınırsız bir teslimiyet vardı. Kendilerine dünya ve ahiret saadetinin kaynağı olan gerçek iman ve İslam’ı sunan bu şerefli insanın yolunu günlerden beri sabırsızlıkla beklemişlerdi. Şimdi ise ona kavuşmanın eşsiz sevincini duyarak, hissederek yaşıyorlardı.

Efendimiz Ranuna mevkine geldiklerinde Cuma namazı vakti girdi. Efendimiz, Ranuna vadisinin ortasındaki Cuma Mescidi’nin yerine indi ve burada Cuma namazı kıldı. Bu, Peygamber Efendimizin Medine’de kıldığı ilk Cuma namazı idi.Efendimiz, burada arka arkaya iki hutbe buyurdu. İlk hutbesinde Allah’a hamd ettikten sonra mealen Müslümanlara seslendi.

“Ey insanlar! Sağlığınızda ahiretiniz için tedarik görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki kıyamet gününde birinin başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak. Sonra Cenab-ı Hak, ona diyecek. Ama nasıl diyecek? Tercümanı yok, rehberi yok. Bizzat diyecek ki: ‘Sana benim Resulüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin için ne tedarik ettin?’ O kimse dahi sağına soluna bakacak, bir şey görmeyecek. Önüne bakacak, cehennemden başka bir şey görmeyecek! Öyle ise, her kim ki kendisini velev ki bir yarım hurmayla olsun ateşten kurtarabilecekse, hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa, bari  güzel sözle kendisini kurtarsın. Zira, onunla bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevab verilir. Allah’ın selam, rahmet ve bereketi üzerinize olsun!”

Efendimiz  ikinci hutbesinde ise mealen “Allah’a hamdolsun. Allah’a hamdederim ve O’ndan yardım isterim. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah’a sığındık. Allah’ın hidayet ettiğini kimse saptıramaz. Allah’ın saptırdığına da ettiğine de kimse hidayet edemez. Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet ederim. O, birdir, ortağı yoktur. Sözlerin en güzeli Allah’ın sözüdür. Kimin ki Allah, kalbini Kur’an’la süsler ve onu kafir iken İslam’a dahil eder, o da Kur’an’ı diğer sözlere tercih ederse, işte o kimse kurtuluşu bulur.

Doğrusu, Allah’ın kitabı, sözlerin en güzeli ve en anlaşılır olanıdır. Allah’ın sevdiğini seviniz. Allah’ı can ve gönülden seviniz. Allah’ın kelamından ve zikrinden usanmayınız. Ve Allah’ın kelamından kalbinize sıkıntı gelmesin. Zira, Kelamullah, her şeyin en güzelini, en iyisini ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların güzidesi olan peygamberleri ve kıssaların iyisini zikreder; helal ve haramı açıklar. Artık. Allah’a ibadet ediniz ve O’na hiçbir şeyi ortak etmeyiniz. O’ndan hakkıyla sakınınız.Hayırlı işler işleyiniz ve bu iyi işleri diliniz de teyit etsin. Allah’ın kelamıyla birbirinizi seviniz. Muhakkak bilmelisiniz ki Allah ahdini bozanlara gazap eder. Allah’ın selamı üzerinize olsun!” demişti.

***

Peygamber Efendimiz, Medine yakınlarında Ranuna mevkiinde Cuma namazını kıldıktan sonra tekrar devesine bindi ve yularını devesinin boynuna doladı.Efendimiz ilerlerken, önünden geçtiği her evin sahibi, kendisini evinde misafir etme şerefine nail olmak istiyor ve devesinin yularını tutup, “Ya Resulallah! Bize buyurun!” diyordu.

Efendimiz ise, mübarek tebessümleri arasında, “Hayra erin! Deveye yol verin!Ona, gideceği yer buyrulmuştur” diye cevap veriyordu. O mübarek hayvan da, sağa ve sola bakarak kendiliğinden ilerliyordu. Yuları boynuna dolanmış Kasva ağır adımlarla ilerleyerek boş bir arsaya çöktü. Efendimiz, üzerinden hemen inmedi. Deve, az sonra ayağa kalktı, biraz ilerledikten sonra birdenbire geriye döndü ve ilk çöktüğü yere geldi. Oraya tekrar çöktü ve artık kalkmadı. Boynunu ve göğsünü yere uzatarak tatlı tatlı böğürmeye ve sağa sola deprenmeye başladı. Dikkatler Kasva’nın üzerine çevrilmişti.Efendimiz onun çöktüğü yere mi misafir olacaktı, yoksa başka bir yere mi? Kasva, ikinci sefer çöküp yerinden kalkmayınca Efendimiz, “İnşallah menzilimiz burasıdır” buyurarak indi.

Efendimiz, etrafını saranlara, “Akrabalarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?” diye sordu. Neccaroğullarından Ebu Eyyüb el-Ensari, sevinç ve heyecanla ortaya atıldı. “Ey Allah’ın elçisi! Benim evim daha yakındır! İşte, şu evim, şu da kapısı” diyerek gösterdi. Sonra da, “Müsaade buyurursanız, devenizin üzerindekileri oraya taşıyayım” dedi; Kasva’nın yükünü indirip palanını soydu ve heyecanla evine taşıdı. İstanbulumuzda kabri bulunan Eyüp Sultan’dı, o.

Sevgi tezahürleri arasında Efendimiz de kalkıp Eyyub el-Ensar’ın evine gitti. Böylece, Efendimizi ağırlama şerefi bu aziz sahabeye nasip oluyordu! Efendimiz, bu mütevazı evde tam yedi ay ikamet buyurdu. Bu süre içinde Medineli Müslümanlar (ensar), bu eve yemekler taşımada ve Efendimizin ihtiyaçlarını yerine getirmede birbirleriyle adeta yarışırlardı.

Efendimiz, Medine’ye hicret ettiklerinde, Müslümanların kullandıkları kendilerine mahsus bir tarihleri yoktu. Bunun üzerine Efendimizin hicretini başlangıç kabul ederek, “Resulullah’ın gelişinden bir ay, iki ay sonra...” diye hicri tarihi kullanmaya başladılar. Böylece, kamer senesi esas ve hicret tarihi başlangıç kabul edilerek, Müslümanlar kendilerine mahsus bir takvim tanzim etmiş oldular.

Efendimizin hicret etmesiyle Medine şehri “İslam merkezi” haline gelmiş oluyordu. Şimdiki gibi o zaman da Medine, Arabistan Yarımadası’nın önemli şehirlerinden biriydi. Vadi olan arazisi oldukça geniştir. Vadi tamamen dağlarla çevrilidir. İklimi tatlı, arazisi verimlidir. Havası güzel, suyu serin ve oldukça boldur. Yağışı Mekke’den fazladır.

Hicrete kadar şehir Yesrib ismini taşıyordu. Ancak bu kelimede “fesat” manası bulunduğundan, Efendimiz, bu ismi beğenmedi ve onu “Medine” diye değiştirdi. Artık Müslümanlar arasında şehir “Yesrib” diye değil, “Medine” adıyla anılmaya başladı.

Medine’de Müslümanlardan başka Yahudiler ve Hıristiyanlar da oturuyordu. Bu bakımdan nüfusu kalabalık bir şehirdi. O zamanki nüfusunun on bin civarında olduğu tahmin edilmiştir.

Buradaki Müslümanlar, Evs ve Hazreç kabilelerine mensup idiler. Evs ve Hazreç adındaki iki kardeşten üreyip çoğalan bu iki kabile arasında Araplar aykırılıklar, kavgalar ve çarpışmalar içerisindeydiler.

Efendimizle birlikte bu iki kardeş kabile arasındaki düşmanlık, muhabbete dönüştü.. Dargınlık ve kırgınlıklar tamamen ortadan kalktı. Buradaki Yahudiler ise, üç kabileye mensup idiler: Beni Kaynuka, Beni Kurayza ve Beni Nadir. Şehirde sayıları en az olan, Hristiyanlardı. Bunlar, İslam’ın Medine’de hızla yayılışı karşısında tahammül edemediler ve kısa bir zaman sonra Medine’den ayrıldılar. Uhud Savaşı’nda müşrikler safında Müslümanlara karşı savaşan bu Hristiyanlar, sonraları Bizans’a sığınmışlardır! Siyasi hayat açısından Medine, o sırada ilkel denecek bir seviyede idi. Henüz kabile hayatı yaşanıyordu. Tıpkı müşrik Araplarda olduğu gibi, Yahudilerde de her kabile kendi başına bağımsız bir topluluğu oluşturuyordu. Kendi kabile reislerinden başka hiçbir otoriteyi kabul etmiyorlardı. Adalet, özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi kavramlar ancak güçlüler arasında kısmi olarak yer alabiliyordu. Sosyal hayat, kanunlardan mahrumdu. Durumun gerektiği hallerde hakemler seçiliyor ve bu hakemlerin şahsi kanaat ve görüşleri yasa görevini üstleniyor buna göre hüküm ve kararlar veriliyordu. Okuma yazma bilenlerin sayısı oldukça azdı. Peygamber Efendimizi mühim görevler halli gereken birçok ağır mesele bekliyordu.

***

Yusuf peygamberin soyundan gelen Abdullah İbni Selam, Medine Yahudilerinin ileri gelen bilginlerinden biri idi. Efendimizi birgün ziyarete geldi ve ona birtakım sorular sordu. Tevrat’tan sorduğu sorularına yine Tevrat’a uygun cevaplar alınca, şehadet getirerek Müslüman oldu. Sonra da, “Ey Allah’ın elçisi! Yahudi milleti, iftiracı, yalancı bir millettir. Yarın benim Müslüman olduğumu duyunca türlü yalanlar uydurup iftirada bulunurlar. Müslümanlığım duyulmadan önce beni onlardan sorup onların içindeki durumumu onaylattırınız!” dedi. Efendimiz de, onu bir tarafa gizleyip Yahudi ileri gelenlerinden bazılarını evine davet etti ve onlara, “Ey Yahudi cemaati! Siz benim, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğumu pek iyi bilirsiniz! Ben hak dinle geldim; Müslüman olunuz!” dedi. Yahudiler büyük bir kibirlilikle, “Biz, senin peygamber olduğunu bilmiyoruz!” diye karşılık verdiler ve bu sözlerini de üç kez tekrarladılar. “Sizin içinizde Abdullah İbni Selam adında birisi var. O nasıl bir kişidir?” diye sordu bu kez peygamberimiz. Yahudiler, “O, bizim içimizde hayırlı bir babanın hayırlı bir oğludur. Kendisi de babası da en faziletlimiz, en bilginimizdir.” dediler.”Abdullah İbni Selâm, Müslüman olursa, siz ne dersiniz?” diye sordu efendimiz. Yahudiler, “Asla! Abdullah İbni Selam, hiçbir vakit Müslüman olamaz!” dediler.

Bunun üzerine efendimiz, Abdullah İbni Selam’a hitaben, “ İbni Selam! Gel!” diye çağırdı. Abdullah, saklı bulunduğu yerden çıkarak Müslüman olduğunu ilan etti. Yahudilere de, “Ey Yahudi cemaati! Allah’tan korkunuz! Size geleni kabul ediniz. Siz de bilirsiniz ki o, yanınızdaki Tevrat’ta ismini ve sıfatını yazılı bulduğunuz Allah’ın elçisidir.” diyerek onları İslam’a davet etti.

Yahudiler biraz önce övdükleri Abdullah’a, “Sen yalan söylüyorsun! Sen şerir oğlu şeririmizsin!” dediler. Onu kıymetini düşürmek için türlü türlü kusur ve kabahatler isnat ederek kötülemeye başladılar. Abdullah efendimize dönerek”Ey Allah’ın elçisi! Korktuğum işte bu idi! Ben, sana onların gaddar, yalancı, günahkar ve iftiracı bir millet olduğunu haber vermemiş miydim? İşte, dediğim çıktı!” dedi.Efendimiz huzursuzlanan ve aksileşen Yahudileri huzurundan çıkardı. Abdullah İbni Selam ise evine gitti. Onun davetiyle bütün ev halkı Müslüman oldu. Daha sonra Yahudilerin bazı ileri gelenleri, Abdullah İbni Selam’ı türlü türlü hile ve sözlerle Müslümanlıktan vazgeçirmeye çalıştılarsa da başaramadılar.

Bir süre sonra Abdullah’la birlikte birçok Yahudi alimi de içtenlikle  İslam’ı kabul edip Müslümanlıkta sebat gösterdiler. İman etmeyen diğer Yahudi alimleri ise, “Muhammed’e bizim şerlilerimiz tabi oldu! Eğer hayırlı olsalardı atalarının dinini terk etmezlerdi” diye ileri geri konuşmaya başladılar. Bunun üzerine inen vahiy şöyle buyurmaktadır:

“Kitap ehlinin (Yahudilerin ve Hıristiyanların) hepsi aynı değildir. Onların arasında, (Müslüman olduktan sonra) gece boyunca Allah’ın ayetlerini okuyan ve O’nun huzurunda secdeye kapanan dosdoğru insanlar da vardır.”(Al-i İmran Suresi)

***

Efendimiz ve kendisine bağlı Müslümanların Medine’de hürriyet ve huzur-barış içinde bir hayata kavuştuklarını gören müşrikler, büsbütün rahatsız olup endişeye kapıldılar. Hergeçen gün sayılarının artmasından korkmaya da başlamışlardır.  Medine’de de onları rahat bırakmak istemiyorlardı. Mekke’de uyguladıkları, halkı efendimizden uzaklaştırma yöntemini burada da uygulamak istiyorlardı. Bu amaçla, onu himayeye söz vermiş bulunan ensara, üst üste muhtıra niteliğinde, ağır dille tehdit dolu yazılmış iki mektup gönderdiler. Mektuplarda, ensarın bu koruma ve kollamadan vazgeçmesi isteniyor, aksi takdirde başlarına gelecek her türlü belaya razı olmaları gerektiği belirtiliyordu. Fakat Kureyş müşriklerinin bu iki muhtırası, Medineli Müslümanlar üzerinde hiçbir olumsuz etki meydana getirmedi. Aksine, sert cevaplarla karşılandı. Mekkeli müşrikler, Medine’de korku ve tehdit ile kimseyi Allah’ın elçisinin aleyhine çeviremeyeceklerini de anlamış oluyorlardı.Efendimiz de Medinelilere gelen bu ihtar mektuplarından haberdar olmuştu. Bu sebeple, Medine devamlı teyakkuz halinde tedbirli idi. “Her an müşrik saldırısı olabileceği” ihtimaline karşın Efendimiz, Müslümanları da dikkatli ve tedbirli olmaya çağırıyordu. Bu yüzden uyumadıkları geceler bile oluyordu. Medine’de Müslümanların durumu oldukça hassastı. Çünkü buraya hicret etmekle müşrik Arap kabilelerine tam manasıyla hedef olmuşlardı. Elbette, bunun karşısında her zaman uyanık bulunmak gerekiyordu. Müslümanlar en ufak bir gürültü, bir seslenişten dolayı hemen bir araya toplanıyorlardı.

Mekkeli müşrikler, Medineli Müslümanları efendimizin korumaktan vazgeçirmek için sadece bu uyarı ve tehdit dolu mektupları göndermekle de kalmamışlardı. Ayrıca ekonomik tedbirlere de başvuruyorlardı. Ayrıca Medine’deki münafıklardan ve Yahudilerden bazılarını elde ederek, Müslümanlar arasına fitne ve fesat düşürmeyi de planlı bir şekilde yürütüyorlardı. Bütün bunlara rağmen Medineli Müslümanlar, efendimizi bağırlarına basmada, İslam’ı yaşayıp yaşatmada, muhacir Müslümanlara her türlü yardımda bulunmada zerre kadar çelişkiye kapılmadılar ve geri durmadılar. Ne var ki muhacirler, Medine’nin iklimine, geleneklerine ve çalışma şartlarına alışkın değillerdi. Mekke’den gelirken de beraberlerinde hiçbir şey getirmediklerinden dolayı ensar adını alan Medineli Müslümanlarla kaynaşmaları gerekiyordu. Efendimiz Medine’ye hicretten beş ay sonra ensar ile muhaciri bir araya topladı. Kırk beşi muhacirlerden, kırk beşi ensardan olmak üzere doksan Müslümanı kardeş yaptı. Efendimizin kurduğu bu kardeşlik müessesesi, maddi manevi yardımlaşma ve birbirlerine varis olma esasına dayanıyor, böylelikle muhacirlerin yurtlarından ayrılmalarından dolayı duydukları keder ve üzüntüyü giderme, onları Medinelilere ısındırma, onlara güç ve destek kazandırma niyetini ve amacını güdüyordu. Kurulan bu kardeşlik müessesesine göre, Medineli ailelerden her birinin reisi, Mekkeli Müslümanlardan bir aileyi yanına alacak, mallarını onlarla paylaşacak, beraber çalışıp beraber kazanacaklardı. Efendimiz, rastgele iki Müslümanı bir araya getirmemişti. Bir araya getireceklerin durumlarını inceden inceyeleyerek, uygun bulduklarını birbirine kardeş yapmıştı. Mesela, Selman-ı Farisi ile Ebud-Derda, Ammar ile Huzeyfe, Musab ile Ebu Eyyub Hazretleri arasında karakter, zevk, duygu açısından tam bir uyum vardı. Bu kardeşlik sayesinde, Allah ve elçisinin sevgisinden başka her şeylerini geride bırakmış bulunan muhacirlerin bakım ve konaklama sorunları da halledilmiş oluyordu. Ensardan her biri, muhacirlerden birini evinde barındırıyor, beraber çalışıyor, beraber yiyorlardı. Yeryüzünde böyle bir uygulama görülmüş bir şey değildi. Günümüzün dinsizlik eksenli koministlerinin komün arzuları bu uygulamanın gölgesi bile edemezdi. Bu uygulama soy ve kan kardeşliğini fersah fersah geride bırakacak bir kardeşlikti. İman kardeşliği, din kardeşliği idi. Medineli Müslümanlar, yani ensar, her şeylerini bu garip, bu kederli, bu yurtlarından uzak bulunmanın hüznünü duyan Müslümanlarla paylaşıyorlardı. Medineli biri vefat edince, muhacir kardeşi akrabalarıyla birlikte ona mirasçı oluyordu.

Yine kurulan bu kardeşlik sayesinde büyük bir sosyal yardımlaşma da temin edilmiş oldu. Muhacir Müslümanlar, sıkıntıdan kurtuldular. Medineli her bir Müslüman, kardeş olduğu Mekkeli Müslümana malının yarısını veriyordu.  İnsanlık tarihinin en eşsiz tablosu ortadaydı; muhacir kardeşlerine karşı misafirperverliğin, cömertliğin, kadirşinaslığın, insanlığın en yüce derecesini göstermekten zevk alıyorlardı. Ashabın yani efendimizin arkadaşlarının ensarıyla, muhaciriyle ne denli kıymetli insanlar olduklarını göstermişler ve  bu kardeşlik uygulaması da insanlığa kıyamete kadar gösterilecek en önemli örnektir. Başka ideolojilerin ve arayışların içine giren insanların huzursuzluğuna da en net örnektir, ayrıca!

Tarih, birçok göçe şahit olmuştur. Dışarıdan gelenle yerlileri arasında böylesine birbirlerine canı gönülden sarılma, birbirleriyle sevgiyle kaynaşma, birbirleriyle samimiyetle ku-caklaşmayı o ana kadar görmüş değildi ki ne yazık ki bu gidişle bir daha da göremeyecektir! Bu içten kaynaşmadan muhteşem  bir kuvvet doğuyordu. Bu öylesine bir kuvvetti ki kısa zamanda bütün Arabistan, her şeyiyle o insanların sevgilerine boyun eğmek mecburiyetinde kalacaktı.

Muhacirler de elbette, “Ensar kardeşlerimiz, bize mal mülk verdi, bakımımızı temin etti” diyerek boş oturmuyorlardı. Her biri elinden gelen gayreti göstererek, mümkün oldukça kimseye yük olmamaya çalışıyordu. Bunun en canlı örneği, Sad b. Rebi’in yaptığı teklife, cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan Abdurrahman Bin Avf’ın verdiği cevaptır. Birbirlerine kardeş tayin edilen Rebi, Abdurrahman’a, “Ben, mal yönünden Medineli Müslümanların en zenginiyim. Malımın yarısını sana ayırdım!” demişti. Büyük sahabe Abdurrahman’ın verdiği cevap, yapılan teklif kadar ibretliydi: “Allah, sana malını hayırlı kılsın! Benim onlara ihtiyacım yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alış veriş yaptığınız çarşının yolunu göstermendir.”  Ertesi sabah, Kaynuka çarşısına götürülen Abdurrahman, yağ, peynir gibi şeyler alıp satarak ticarete başladı. Efendimizin, “malının çoğalması ve bereketlenmesi” hususundaki duasına da mazhar olduğundan, çok geçmeden epeyce bir kazanç elde etti ve kısa zamanda Medine’nin sayılı tüccarları arasında yer aldı.Abdurrahman gibi birçok Mekkeli Müslüman, Medine’de kendilerine göre birer iş bulmuşlar ve kendi ellerinin emeğiyle huzur içinde geçiniyorlardı. En çok özen gösterdikleri konu, kul hakkından sakınmalarıydı.

Kurulan bu manevi kardeşlik, hiçbir milletin tarihinde rastlanmayacak eşsiz bir şeref tablosudur. Bu kardeşlik neticesinde meydana gelen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik, İslam’ın genişlemeye başlaması dönemine rastlamış olması bakımından da oldukça mühim bir tesir icra etmiştir. İslamın ruhunu algılamayan kafalar onun kılıç ile yaygınlaştığını iddia ederler de bu kardeşlik kurumunu asla göremezler. Hiç tereddüt etmeden denilebilir ki 25 yıl içinde  İslam nurunun alemin her tarafına yayılması, İran’ın tamamen fethi, Doğu Roma İmparatorluğu’nu zorlaması, hep bu dinî kardeşliğinin eseridir.”

Efendimiz  Mekkeli Müslümanları da teker teker birbirlerine kardeş yapıyordu. O sırada Ali çıkageldi. Gözyaşları arasında,“Sen sahabeleri birbirine kardeş yaptın; benimle hiç kimse arasında kardeşlik kurmadın!”Efendimiz, “Ey Ali! Sen dünyada ve ahirette benim kardeşimsin!” buyurdu.

***

Müslümanlar Medine’de içinde cemaatle namaz kılabilecekleri, gerektiğinde toplanıp meselelerini konuşabilecekleri bir yerden mahrum bulunuyorlardı. Bu önemli görevler için merkez teşkil edecek bir mescit gerekiyordu. Durup dinlenmeden yapılan çalışma neticesinde, ismi Mescid-i Nebevi olan mabedin yapımı kısa zamanda tamamlandı. Her türlü süsten uzak, dört duvarı kerpiçten olan bu kutsal mabedin tavanı yoktu. Henüz Kabe kıble olarak tayin edilmemiş bulunduğundan, kıblesi Kudüs’e doğru idi. Dörtgen şeklinde idi ve üç kapısı ile bir de mihrabı vardı. Mihrab yerine sıra halinde hurma gövdeleri dizilmişti. Minberi yoktu. Sadece efendimizin hutbe buyururlarken dayanmaları için bir hurma kütüğü bulunuyordu. Mescid-i Nebevi, nihayet değişik tarihlerde onarımlar görerek bugünkü şeklini almıştır! Mescid-i Nebevi, sadece cemaatle namaz kılmak için kullanılmıyordu. Bunun yanında burada öğretim yapılıyor, bir nevi hükümet binası gibi elçi ve kabile temsilcileri de kabul ediliyordu! Mescid-i Nebevi’ye bitişik odalar yapılınca, Efendimiz, Ebu Eyyüb’ün evinden oraya taşındı.

Mekke’de iken Müslümanlar ibadetlerini gizlice yapıyorlar, namazlarını kimsenin göremeyeceği yerlerde kılıyorlardı. Dolayısıyla, orada namaza açıktan davet etmek gibi bir durum söz konusu olamazdı. Medine’de manzara tamamıyla değişmişti. Özgürlükle birlikte Müslümanlar rahatlıkla ibadetlerini yerine getiriyorlardı. Din ve vicdanları baskı altında bulunmadığı gibi müşriklerin zulüm, eziyet ve hakaretleri de sözkonusu değildi.

Mescid-i Nebevi inşa edilmişti. Ancak Müslümanları namaz vakitlerinde bir araya toplayacak bir davet şekli henüz tespit edilmemişti. Müslümanlar gelip vaktin girmesini bekliyorlar, vakit girince namazlarını eda ediyorlardı. Efendimiz bir gün, ashabını toplayarak, kendileriyle “namaza nasıl bir davet şekli tespit etmeleri gerektiği” konusunu istişare etti. Sahabelerin bazıları, Hristiyanlarda olduğu gibi çan çalınmasını, diğer bir kısmı Yahudiler gibi boru öttürülmesini, bir kısmı da Mecusilerinki gibi namaz vakitlerinde ateş yakılıp yüksek bir yere götürülmesini teklif etti. Efendimiz, bu tekliflerin hiçbirini beğenmedi. O sırada Hz. Ömer söz aldı ve “Halkı namaza çağırmak için neden bir adam göndermiyorsunuz?” dedi.

Ömer’in teklifini uygun gören efendimiz  ve Bilâl’e, “Namaz için seslen!” dedi. Bunun üzerine Bilal, bir müddet Medine sokaklarında, “Esselâ! Esselâ! (Buyurun namaza! Buyurun namaza!)” diye seslenerek Müslümanları namaza çağırmaya başladı.

Aradan fazla bir zaman geçmeden, Abdullah Bin Zeyd bir rüya gördü. Rüyasında, bugünkü ezan şekli kendisine öğretildi. Abdullah, sabaha çıkar çıkmaz, sevinç içinde gelip rüyasını Efendimize anlattı. O’ da “İnşallah bu, gerçek bir rüyadır!” buyurarak davetin bu şeklini onayladı. Abdullah, ezan şeklini Bilal’e öğretti. Bilal, yüksek ve gür sedasıyla Medine ufuklarını ezan sesleriyle çınlatmaya başladı. Ne var ki her dönemin müşrikleri okunan bu ezandan oldum olası hep rahatsız olacaklar, onu yasaklamaya kalkışacaklardı.

***

Medine’ye hicret eden Peygamberimiz, hanımı Sevde, kızları Ümmü Gülsüm, Fatıma ve Zeyneb ile nişanlısı Aişe’yi Mekke’de bırakmak zorunda kalmıştı. Mescid-i Nebevi inşa edilip bitişiğine de evi yapılınca, onları getirmek üzere, iki ashabını Mekke’ye gönderdi. Sadece, Zeyneb’i, henüz Müslüman olmayan kocası müsaade etmediğinden getiremediler. Fakat bir müddet sonra o da Medine’ye hicret etmiştir. Kocası da daha sonra Müslüman olmuştur.

***

Kıble, henüz Kabe tarafına çevrilmeden önce Mescid-i Nebevi’nin kuzey duvarında, hurma dallarıyla bir gölgelik ve sundurma yapıldı. Buna “Suffa” denildi. Burada kalan Müslümanlara da “Ashab-ı Suffa” ismi verildi. İslam tarihinde okul kavramı ilk burada oluşuyordu.

Mescidin suffasında kalan bu sahabelerin, Medine’de ne meskenleri, ne de aşiret ve akrabaları, hiçbir şeyleri yoktu. Aileden uzak, dünya hırsından emin ve tam manasıyla feragatkar bir hayata sahip idiler. Kuran ilmi tahsil eder, Efendimizin derslerini dinleyerek istifade ederlerdi. Ekseriye oruçlu bulunurlardı.

Efendimizin medresesine Allah için nefsini vakfetmiş fedakar, ilim aşığı öğrencilerdi. Efendimiz tarafından tespit edilen öğretmenler, kendilerine Kuran öğretirlerdi. Bunlardan yetişenler, Müslüman olan kabilelere Kuran öğretmek ve efendimizin uygulama ve sözlerinden ibaret olan sünnet’i beyan etmek için gönderilirlerdi. Kendilerine “kurra” denilirdi. Suffa ise bu açıdan “Dârü’l-Kurra” diye anılmıştır.

Sayıları dört-beş yüz kadar kadar olan, bu mütevazi seçkin sahabeler, bir kültür ordusu idiler. Bütün mesailerini Kuran ve Sünnet’i öğrenmeye adamalarına rağmen , gerektiğinde silahlı mücadelelere de katılırlardı. İçlerinden evlenenler, ancak suffadan ayrılırlardı. Fakat yerlerine de mutlaka başkaları alınırdı. Efendimiz, Ashab-ı Suffa’nın hem eğitim-öğretimi, hem de geçimleriyle yakından ilgilenirdi. Tam manasıyla Allah yoluna kendilerini vakfetmiş bulunan bu güzide sahabeler çektikleri bütün sıkıntılarına ve yoksulluklarına rağmen, Efendimizin hiçbir nasihatini, hiçbir hitabesini kaçırmazlardı. Daima orada hazır bulunur, beyan olunanları ezberleyip diğer sahabelere de naklederlerdi. Bu bakımdan, İslamî hükümlerin korunması ve yayılmasında Suffa’nın pek ayrıcalıklı hizmetleri ve gayretleri vardır! Kuran’ın kısa zamanda alemin her tarafına hızlıca yayılmasında bu ilim ekibinin büyük payı vardır.

***

Efendimiz, on üç senelik Mekke devrinde mesaisini tamamıyla iman esaslarını anlatmaya yöneltmişti. Bu iman mücadelesi sonucunda birçok kimse İslam’ın hem dünya hem de ahret mutluluğunu vaad eden çağrısına koşmuşlardı.  İmanlı insanların sayısı hızla çoğalmış ve Müslümanlar gözle görülür bir kuvvet haline gelmişlerdi. Ancak buna rağmen bu devrede İslam düşmanlarına karşı her türlü fiziki karşılık vermek yasaktı. Müslümanların tek silahı vardı, o da “sabır”dı. Hicretle yeni bir diyara gelinmişti. Şartlar tamamıyla değişmişti. Müslümanlar, imanlarının gereği olan her şeyi artık serbestçe yapabiliyorlardı. Efendimizin Medine’ye gelir gelmez gerçekleştirdiği İslam’ın, ırk, dil, sınıf ve coğrafi ayrılıkları tanımayan kardeşlik müessesesi, böylece tarihte ilk defa gerçekleşiyor, insanlık nefes alıyordu.

Medine’de yalnız Müslümanlar yaşamıyorlardı. Bu yeni diyarda Yahudiler, müşrik Araplar ve bazı Hristiyanlar da vardı. Arap kabileleri arası tükenmek bilmeyen rekabet ve çatışmaları, Yahudilerle Araplar arasındaki anlaşmazlıkları katarsak, bu yeni muhitin ne büyük bir karışıklık içinde olduğunu da anlamalıyız.Bir de Mekkeli müşriklerin her an Medine üzerine yürüyebilecekleri hususu idi. Aralarında devam eden soğuk harp, her an sıcak harbe dönüşebilirdi.Efendimizin önünde böylesine önemli sorunlar duruyor ve bunlar çare bekliyordu. Bu yeni memlekette, Müslüman olmayan unsurlarla anlaşmak, topluma bir örgütlenme ruhu ve havası getirmek gerekiyordu. Henüz Hicret’in 1. yılı bitmiş bile değildi. Adli-hukuki, askeri, siyasi birtakım esasların tespitine ihtiyaç vardı.

Efendimiz, bütün Medine ahalisinin temsilcilerini Enes Bin Malik’in evinde bir araya topladı. Maksat, bazı sosyal-toplumsal ilkelerin belirlenmesiydi. Yapılan konuşmalar neticesinde bu prensipler belirlendi ve derhal yürürlüğe kondu. Mühim maddeler yazılarak, taraflarca da imzalandı.

Bu belirlenmiş maddeler, efendimizin başkanlığında oluşan ilk İslam devletinin anayasasıydı. İslam devletsiz olamazdı. Adil bir devlet te İslamsız!  Hatta belirlenmiş esasların yer aldığı bu belge , sadece ilk İslam devletinin anayasası olmakla da kalmamakta, aynı zamanda bütün dünyada yazılı ilk anayasayı oluşturmaktadır. Oluşturulan bu anayasayla, Medine halkı, artık diğer insanlardan ayrı bir millet oluşturuyor, yönetim biçimiyle de ilk İslam devletini ortaya çıkarıyordu. Elli iki maddeden ibaret olan İslam şehir devletinin ilk yazılı anayasasının ilk maddelerinde şöyle deniliyordu:

“ Bu kitap (yazı), Resulullah Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli müminler ve Müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla yine onlara sonradan katılmış olanlar ve onlarla birlikte cihat edenler için düzenlenmiştir. İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir topluluk teşkil ederler.”

Bu anayasaya göre, Medine halkı, inanç farkı gözetmeksizin diğer milletlerden ayrı bir “millet” oluşturmakta ve ayrı bir topluluk kimliğini taşımaktaydı.Efendimiz  ayrıca Medine etrafında bulunan kabilelerle, özellikle Mekkelilerin Şam ticaret yolu üzerinde yerleşik olan kabilelerle derhal dostluk tesis etmek yoluna gitti ve onlarla anlaşmalar imzaladı. Yine Müslümanlar, şehrin yerli halkı Yahudiler ve diğerleri ile ilişki halinde bulunmak durumundaydılar. Bu nedenle, kurulan devletin anayasasında onlara da bir kısım haklar tanındı. Buna göre, onlar da Müslümanlar gibi yeni devletin vatandaşları sayılıyorlardı. Onların da bizzat Müslümanlar gibi yeni devletin vatandaşları olduğu, Yesrib’deki iki kabile-nin bir tek millet teşkil ettiği, suçların dinlerin hükümlerine göre cezalandırılacağı, ihtiyaç hasıl olduğu zaman her iki tarafın (Müslüman ve Yahudilerin) yeni devleti müdafaaya çağrılacağı, gelecekte oluşabilecek anlaşmazlıklar hakkında Allah’ın elçisi tarafından karar verileceği yazılıydı.Bu anayasa metninde savaşla ilgili madde de ilgili çekicidir. Olabilecek herhangi bir savaşta, savaş masraflarını kendilerini karşılamak şartıyla Yahudiler, Medine şehir devletinin savunmasına katılacaklardı.Dışarıdan gelecek herhangi bir hücum karşısında da beraberce şehri savunacaklar, bu hususta birbirlerinin yardımına koşacaklardır. Bu hücum ister Müslümanlara, ister Yahudilere olmuş olsun.

Ehli kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlara tamamen bir din ve inanç hürriyeti tanınmıştır. Böylelikle, ehli kitap arasında kitapsız olan müşriklere karşı hiç olmazsa asgari müşterekte birleşme esası getirilmiştir.

“De ki: ‘Ey ehl-i kitap (Hıristiyan ve Yahudiler)! Bizimle sizin arasında ortak bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da birbirimize Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, o halde deyin ki: ‘Şahit olun; biz, gerçek Müslümanlarız!’” (Al-i İmran Suresi)

Bizzat efendimiz tarafından yazılı anayasayla korunma  ve yardıma mazhar olan Kitap Ehli ne yazık ki kısa süre sonra antlaşmanın şartlarını bizzat kendileri bozmuştur. Antlaşmada “site devleti içinde bulunanların birbirlerinin aleyhinde bulunmayacakları” şartı, “birbirlerinin düşmanlarıyla anlaşmaya varmayacakları” maddesi yazılı iken, onlar (Yahudiler) Medine’nin müşriklerin taarruzlarına hedef olduğu çok hassas bir sırada baş kaldırdılar. Yeni oluşan ve yeni yerine oturan bir devletin aleyhinde tertipler düzenlemeye başladılar.

***

Efendimiz, Mekke’de savaş ve fiili cihada izinli değildi. İslam hukukuna göre, insanlar arasında asıl olan, sulh ve barış çerçevesindeki ilişkilerdir. Savaşa ancak zorunluluk durumlarında başvurulur. Allah’ın, bir ana ve babadan yarattığı insanlar arasında bundan başka da bir hak olamazdı.

İslam, Medine’de günden güne kuvvet kazanıyor ve genişliyor, Kuran güneşi bütün haşmetiyle ruhları sarmaya başlıyordu. Yine de Efendimizin ve Müslümanların durumu tam bir emniyet içinde değildi. Medineli Müslümanlar, Efendimizi coşkunlukla karşılamışlardı, ama münafıklarla Yahudiler, gönüllerinde müthiş bir kin ve düşmanlık besliyorlardı. Her ne kadar Yahudiler, Efendimizle bir anlaşma imzalamışlarsa da, bütün hal ve hareketleri bu anlaşmayı yalanlıyordu. Münafıklar ise, daha da tehlikeli bir durum arz ediyorlardı. Yani diliyle Müslüman olduğunu iddia edip kalpleriyle yalanlayanlar…

Efendimizin hicretinden önceye rastlayan günlerde, Hazreç kabilesinin reisi bulunan Abdullah Bin Übey için süslü bir taç hazırlanmıştı. Bir devlet reisi ihtişamıyla onu giymek üzere iken, hicret gerçekleşmişti. Bunun neticesinde kavmi olan Hazreçliler tamamen Müslüman olmuşlardı. Haliyle taç ve saltanat gibi şeyler unutulmuştu. Abdullah Bin Übey, kavmine uyarak görüntüde Müslüman olmuştu. Ama reislikten mahrum olmak acısıyla yan çizmiş ve bir münafıklar gurubu kurmuştu. Gizli gizli nifak ve fesada başlamıştı. Hatta Efendimizin nasihatlerine bile müdahale etme cüretini gösterecek kadar da ileri gidiyordu. İslama karşı olan müşriklerden başka münafık adı verilen yeni bir sınıf ortaya çıkıyordu.Mekke müşrikleri, Medine münafıklarını ve Yahudilerini, hatta Medine etrafındaki kabileleri devamlı olarak tahrike çalışıyorlardı.

Harici ve dahili…Yani içerde ve dışarda bu kadar düşmana karşı sabır ve tahammül ile barış içerisinde davranmanın imkanı kalmamıştı. Müslümanlardan çoğuda  Kureyşlilere karşı çıkmak, onlarla hesaplaşmak istiyorlardı.  İşte, bu sırada Efendimize, düşmanlık edenlere karşılık verme ve savunma suretiyle savaşa izin verildi.

“Saldırıya uğrayanlara zulme maruz kaldıkları için savaş izni verildi. Allah onları muzaffer kılmaya elbette kadirdir.

Onlar sırf “Rabbimiz Allah’tır” dediklerinden dolayı haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmıyla diğer kısmını engellemesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler -ki oralarda Allah’ın adı çokça anılır- yıkılır giderdi. Allah kendi dinine yardım edenlere muhakkak yardım edecektir. Kuşkusuz Allah güçlüdür, mutlak galiptir.

 Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine bir yerde egemenlik versek, namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler ve kötülükten alıkoymaya çalışırlar. İşlerin sonu Allah’a varır. “(Hacc Suresi)

***

Mekkeli müşrikler bütün zulümlerine, bütün başarısızlıklarına rağmen ısrarla Peygamberimizin ve Müslümanların peşini bırakmış değillerdi. Medine’deki Yahudi ve münafıklar ile el altından gizli gizli işbirliklerini devam ettirerek İslam nurunu söndürmeye, efendimizi ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetlerine aralıksız devam ediyorlardı.

Medine’yi muhteşem bir şekilde örgütleyen Efendimiz, nihayet bunlara karşı da tedbirler almaya başladı. Düşman her türlü hile ve tuzağa başvururken elbette tedbirsiz kalınmazdı.

Efendimiz, her şeyden önce ekonomik savaş yöntemini uygulamak istiyordu. Bu maksatla da Kureyş’in Suriye’ye giden ticaret yolunu kontrol altında tutmayı uygun buldu. Müslümanların düşündükleri bir diğer tedbir de, civarda yaşayan kabilelerle barış anlaşmaları yapmaktı. Böylece, onları Mekkeli müşriklerin sinsi emellerine alet olmaktan kurtarıp ve böylelikle Kureyş’i tek başına bırakmış olurdu.

Bu maksat ve gayeler ile henüz Hicret’in ilk yılında etrafa seriyyeler göndermeye başladı. Seriyye, efendimiz’in bizzat katılmayıp sancağı, ashabından birine teslim ederek onun komutası altında gönderdiği birliklerin gerçekleştirdiği siyasi ve askeri harekatlardır. Seriyyeyi gaza-gazveden ayırmak gerekir. Bilindiği gibi gazve, Resulullah’ın mücahidlerle birlikte bizzat katıldığı askeri harekatlara denir. Bu seriyyeler, herhangi bir yere hücum etmek ve kan akıtmak maksadıyla yola çıkarılmıyordu. Nitekim (biri istisna edilirse) bir damla kan dökmemişler ve hiçbir kabileyi yağmalamamışlardır. Yola çıkarılan bu seriyyelerin belli başlı özelliği, Kureyşli müşrikleri iktisad baskı altında tutmak, onlara bu yolda bir nevi ihtar idi; “Eğer siz şiddet siyasetinize devam ederseniz, biz de yapacağımızı biliriz. Can damarınız demek olan olan ticaret yolunuz elimizdedir. Aklınızı başınıza alın!” demekti. Seriyyelerin gördüğü bir başka önemli görev, Medine’nin etrafını kontrol etmekti; herhangi bir tehlikenin söz konusu olup olmadığını, düşmanın ne gibi hazırlıklar içinde bulunduğunu araştırıp haber almaktı.

Medine’ye hicretlerinden yedi ay sonra Ramazan ayında Efendimiz, amcası Hamza’yı, Mekkeli muhacirlerden otuz kişilik bir süvari grubunun başında, Kureyş müşriklerinden üç yüz kişilik bir birliğin muhafazasında Şam’dan Mekke’ye gitmekte olan ticaret kervanını gözetlemek için gönderdi. Müslümanların Süvari birliğinin içinde ensardan bir tek Müslüman yoktu. Çünkü onlar, sadece Medine içinde korumak üzere Peygamberimize söz vermişlerdi. Bu sebepledir ki Bedir savaşına kadar ensardan hiç kimse askeri seferlere gönderilmemiştir. Karşılaşmalarına rağmen Kureyş, kervanıyla Mekke’ye doğru yol alırken, Hamza da beraberindeki Müslümanlarla Medine’ye geri döndü. Efendimiz, çarpışma çıkmamış olmasından memnunluk duydu.

Hamza’nın Medine’ye dönüşünden sonra, Peygamberimiz, Ubeyde Bin Haris’i gönderdi. Ubeyde, Kureyş müşriklerinden iki yüz kişiyle karşılaştı. İki tarafta birbirlerine hafif ok atışlarında bulundular. Müslümanların safından ilk ok Sad Bin Ebi Vakkas tarafından atıldı. Allah yolunda atılan ilk ok, bu oldu. Bunun dışında herhangi bir çatışma olmadan iki taraf birbirlerine uzaklaştı. Bu arada Müslüman olmuş, fakat bir türlü fırsatını bulup Müslümanlar arasına katılamayan iki sahabede, bu durumu fırsat bilerek müşrikler arasından ayrılarak mücahitlere katıldılar.

Hicretin birinci senesininin son ayına gelinmişti. Efendimiz, ilk defa, muhacirlerden altmış kişilik bir kuvvetle, yerine Sad Bin Übade’yi vekil bırakarak Medine’den yola çıktı. Efendimizin bu gazve-gazaya çıkış maksadı, etrafa saldırıp halkı rahatsız eden Kureyş müşrikleriyle karşılaşıp onlara gözdağı vermek, aynı zamanda Demre kabilesiyle anlaşma yapmak isteğiydi. Efendimizin beyaz sancağını Hamza taşıyordu. Peygamber Efendimiz bu gazada müşriklerle karşılaşmadı. Ancak yola çıkışının ikinci maksadı olan Demre Bin Bekiroğullarıyla anlaşmayı gerçekleştirdi. Bu anlaşmaya göre ne Peygamberimiz onlarla, ne de onlar Peygamberimizle herhangi bir çarpışmaya girmeyeceklerdi. Bir taraf diğerinin düşmanına gizlice de olsa yardım etmeyecekti. İslam’a karşı çıkmadıkları müddetçe Resulullah’tan yardım görecekler, Peygamberimiz de onları düşmanına karşı yardıma davet ettiğinde onlarda bu davete geleceklerdi. Efendimiz on beş gece sonra Medine’ye döndü. Civar kabilelerle yapılan bu dostluk anlaşmalarının büyük faydaları olmuştur. Özellikle Mekkelilerin Şam ticaret yolu üzerindeki kabilelerle yapılmış olması, Kureyş’i iktisaden çökertme planının bir uygulaması idi.

Hicret’in ikinci senesinin başlarında Efendimiz, beraberinde iki yüz muhacirle Medine’den yola çıktı. Maksadı, içlerinde azılı müşrik Ümeyye Bin Halef’in de bulunduğu yüz kişilik bir muhafız grubun kontrolü altında hareket eden 2 bin 500 develik büyük Kureyş kervanının üzerine yürüyerek onlara gözdağı vermekti. Buvat dağına kadar giden efendimiz, kimseyle karşılaşmadı ve Medine’ye geri döndü.

Çok geçmeden Mekkeli müşriklerin adamlarından Kürz, arkadaşlarıyla Medine otlaklarına kadar sokularak akın etmiş ve Müslümanlara ait birçok hayvanı alıp götürmüştü. Bu baskın üzerine Efendimiz, Medine’de yerine Zeyd Bin Harise’yi vekil tayin ederek, yağmacıyı takibe çıktı. Bedir kasabasının Safevan vadisine kadar ilerledi. Ancak Kürz, takip edildiğini haber almış olduğundan daha önce sapa bir yoldan kaçmıştı. Bunun üzerine, Peygamberimiz, Medine’ye geri döndü. Bu gazaya İlk Bedir Gazası denilir.

Efendimiz, Safevan Gazası’ndan üç ay sonra, muhacir Müslümanlardan, 150-200 kişiden müteşekkil bir askerî birlikle Medine’den yola çıktı. Beraberlerinde otuz deve bulunuyor ve mücahitler bu develere nöbetleşe biniyorlardı. Maksat, yine Kureyş’in Şam’a göndermiş olduğu ticaret kervanını takip etmekti. Ancak Medine’den dokuz konak mesafede bulunan Müdlicoğullarına ait Uşeyre ovasına gelindiğinde, Kureyş kervanının buradan iki üç gün önce geçtiği öğrenildi. Medine etrafını her bakımdan emniyet altına almak hususu üzerinde dikkatle duran Peygamberimiz, burada daha önce anlaşma yaptığı Demreoğullarının müttefiki olan Beni Müdlic’le aynı içerikte bir dostluk ve ittifak antlaşması imzaladı. Sonra da Medine’ye geri döndü.  Bir süre sonra Efendimiz, Abdullah Bin Cahş’ı huzuruna çağırdı ve muhacir Müslümanlardan sekiz kişilik bir birlik kumandasında Nahle vadisine gideceğini emir buyurdu. Birliğe katılanlara hitaben de, “Sizin üzerinize birini tayin edeceğim ki o, belki en hayırlınız değildir; fakat açlığa, susuzluğa en çok dayanan, katlananınızdır” dedi. Kumandan tayin ettiği Abdullah Bin Cahş’a bir de mektup verdi. Bu mektubu iki gün yol aldıktan sonra açıp okumasını ve ona göre hareket etmesini emir buyurdu. Mücahitler, nöbetleşe bindikleri develerle Nahle vadisine vardılar. Orada konakladılar. İki günlük yolculuktan sonra Abdullah emir gereğince mektubu açıp okudu. 

“Bu mektubumu gözden geçirdiğin zaman Mekke ile Taif arasındaki Nahle vadisine kadar yürüyüp, oraya inersin. Oradaki Kureyş’i gözetler, alabildiğin haberleri gelip bize bildirirsin.”

Bu seriyyeden maksat, Kureyş’in hareketini gözetlemek, ne gibi hazırlıklar içinde bulunduklarını tespit etmekti. Fakat bu arada, yükleri kuru üzüm ve bazı yiyecek maddeleri olan Kureyş’in bir kervanı göründü. Gelip, onlara yakın bir yerde konakladı. Mücahitler, bunlara karşı nasıl davranmaları gerektiği hususunda kendi aralarında konuştular. Hücum etmeyeceklerine dair önce bir karara varamadılar. Çünkü içinde kan dökmek haram olan Receb ayının girip girmediğinde çelişkideydiler. Sonunda, henüz Receb ayının girmesine bir gün var olduğu kanaatine varınca, ortak kararla kervanı ele geçireceklerine dair karar aldılar. Tam o esnada atılan bir okla, kervanın reisi öldü. Mücahidler, diğerlerinin üzerine yürüdüler. İki kişiyi esir alıp kervanı da ele geçirdiler. Kurtulanlar, Kureyşlileri olaydan haberdar etmek için Mekke’ye doğru kaçmaya başladılar. Mücahitler ise, iki esir ve kervanla birlikte Medine’ye döndüler. Seriyyenin başkanı Abdullah Bin Cahş durumu anlatınca, Efendimiz hiddetle, “Ben, size haram olan ayda çarpışmayı emretmemiştim!” dedi ve ganimetten herhangi bir şey almaktan kaçındı. Seriyyeye katılmış bulunan mücahitler, Peygamberimizin bu hareketi karşısında neye uğradıklarını şaşırdılar. Diğer sahabeler de onların bu hareketlerini onaylamayınca, moralmen büyük bir sıkıntı uğradılar.Durumu izah etmeye çalıştılar. “Biz, onu Receb’in ilk gecesinde ve Cemaziyelahir ayının son gecesinde öldürdük! Receb ayı girince kılıçlarımızı kınına soktuk!” Buna rağmen Resulullah, kendisi için ayrılan ganimeti almadı. Çünkü ortada bir şüphe söz konusuydu. O ki şüpheli şeylerden özenle kaçınırdı.

Mekkeli müşrikler de bu hareketi dillerine doladılar ve dedikodu yapmaya başladılar. “Muhammed ve arkadaşları, haram ayı helal saydı; onda kan döktüler, mal aldılar, adam esir ettiler.” Bu dedikodular Medine’den de duyuldu. Diğer taraftan, Medine’de bulunan Yahudiler de ileri geri konuştular. Bütün İslam düşmanlarına gün doğmuştu. Bir müddet sonra Efendimize inen vahiyle mesele halledildi.  

“Sana haram olan çarpışmanın hükmünden soruyorlar. De ki: ‘O ayda savaş yapmak büyük günahtır. Fakat küfür ve inkarla insanları Allah yolundan çevirmek, Mescid-i Haram’da tavaf ve namazdan alıkoymak, Peygamber ve ashabını Mekke’den çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günahtır. ‘Allah’a ortak koşmak’ fitnesi, Müslümanların haram ayda yaptıkları savaştan da beterdir. Ey mü’minler! Kafirlerin gücü yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan bir an bile geri durmazlar.”(Bakara Suresi)

Bundan sonra olacaklara dikkat edin. Hikmetlerle dolu olaylar peşi sıra gelecektir. Seriyyeye iştirak etmiş olan mücahitler, bu ayet üzerine sıkıntı ve manevi ızdıraptan kurtuldular. Peygamber Efendimiz de, kendisi için ayrılmış bulunan ganimet hissesini kabul etti. Müşrikler ise, esirleri için kurtuluş bedeli gönderdiler. Esirlerden sadece biri Mekke’ye gitti. Diğer esir Hakem Bin Keysan ise, Müslüman olup Medine’de kaldı. İşte, esirlerden Keysan’ın nasıl Müslüman olduğunu ibretle irdelememiz gerekir. Mücahitler tarafından esir alınınca, Kumandan Abdullah Bin Cahş, onun boynuna vurmak istemişti. Fakat diğer sahabeler, “Hayır, Allah’ın elçisine götürelim” diyerek, buna engel olmuşlardı. Keysan, boynunun vurulmasından kurtulmuştu.Medine’ye döndüklerinde onu Efendimize götürdüler. O’da Keysan’ı Müslüman olmaya davet etti. Ancak o, olumsuz bir tavır takınarak ileri geri konuşmaya başladı. Bu konuşmalarından hiddetlenen Ömer, “Bunun Müslüman olacağı yok ey Resulullah! Müsaade et, boynunu vuralım!” dedi. Efendimiz bu teklifi kabul etmedi ve Keysan’ı tekrar tekrar İslam’a davet etti. Sonunda direnci biten Hakem, “İslam nedir?” diye sordu.”İslam, ortağı olmayan bir Allah’a iman ve ibadet, Muhammed’in de O’nun kulu ve resulü olduğuna şahitlik etmendir” buyurulunca, Keysan, “Müslüman oldum!” diyerek kelime-i şehadeti getirdi. Efendimiz arkadaşlarına dönerek, “Eğer sizin, onun hakkındaki görüşünüze uyup onu öldürseydim, o cehenneme girmiş, gitmişti!” diyerek hepimize ölçü olacak dersini verdi. Efendimizin İslam’a davetteki temennisi, sabrı ve sebatı, işte bir insanı böylesine cehennemden kurtarıp, sahabelik gibi şerefli bir makama yükseltiyordu.

Efendimiz ile Müslümanlar, Medine’de namazlarını, Allah’ın emriyle, “peygamberler makamı” olan Kudüs’e, yani Beytü’l-Makdis’e doğru kılarlardı. Efendimiz, öteden beri tevhid inancının müstesna bir abidesi olan yeryüzünün ilk mabedi ve ceddi İbrahim’in kıblesi olan Kabe’ye doğru yönelerek namaz kılmayı kalben arzu ve temenni ediyordu. Müslümanlar da, özellikle muhacirler, kalplerinde aynı arzuyu taşıyorlardı. Çünkü beş vakit namazlarında Kabe’ye yönelmek, vatanları Mekke’yi de hatırlamaya bir sebep olacaktı. Yahudilerin de, “Muhammed ve arkadaşları, biz gösterinceye kadar kıblelerinin neresi olduğunu bile bilmiyorlardı!” diyerek dedikoduda bulunmaları onları rahatsız ettiğinden bu arzuları daha da kuvvetleniyordu. Bu sebeple, Efendimiz, kıble için vahyin gelmesini bekliyor, Cebrail’i gözetliyor ve Kabe’yi temenni ederek dua ediyordu.

“(Ey Resûlüm! Vahyin gelmesi için) yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Bunun için seni, razı olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Şimdi, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ey mü’minler! Siz de her nerede olursanız, yüzünüzü namazlarda o mescit tarafına çevirin!” (Bakara Suresi)

Kıble’nin değişmesi Yahudilerin gücüne gitti ve tekrar dedikodu yapmaya, fitne fesat çıkarmaya koyuldular! Hatta bilginlerinden birkaçı Resulullah’a gelerek, “Muhammed! Üzerinde bulunduğun kıblenden seni döndüren nedir? İbrahim’in milleti ve dininde bulunduğunu söyleyen, sen değil misin?” dediler. “Eğer şimdiye kadar üzerinde bulunduğun kıblene tekrar dönersen sana tabi olur, seni tasdik ederiz!”

“... Andolsun ki sen, o kitap verilmiş olanlara her ayeti, her kanıtı da getirmiş olsan, onlar yine senin kıblene tabi olmazlar. Sen de onların kıblesine tabi olmazsın. Hatta onların bir kısmı, bir kısmının kıblesine uyacak da değildir. Celalim hakkı için, sana gelen bunca ilim arkasından bilfarz onların arzularına uyarsan, bu takdirde sen de kendine yazık etmişlerden sayılırsın.” Bakara Suresi konuyu kapatıyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

BEDİR SAVAŞI

 

Hicretin ikinci senesindeyiz.  Kureyş müşrikleri bir ticaret kervanı hazırlamışlardı. Şam pazarına gönderilen kervana Mekke`den kadın erkek çok sayıda kişi hisselerine göre ortak idiler. Bin deveden oluşan ve sermayesi 50.000 dinar olan bu büyük kervanın satılan malları karşılığında Müslümanlar’a yönelik savaşa hazırlık için silah alınacaktı. Kervanın yola çıkarılmasındaki asıl hedef buydu. Kureyşliler kervanla birlikte Ebu Süfyan başkanlığında 30-40 kadar kişiyi de muhafız olarak göndermişlerdi.

Efendimiz, bu durumu haber aldığında Ebu Süfyan başkanlığındaki bu büyük kervanın Mekke’ye geri dönmesine engel olmaya karar verdi. 300 kişiyi aşkın sahabi ile kervana doğru yola çıkmaya hazırlandı.

Sahabiler coşku ile Bedir seferine katılmayı şiddetle arzu ediyorlardı. Bu konuda aralarında kura çekenler bile vardı. Sefere çıkmak için yalnız erkeklerde değil, kadınlardan da büyük bir talep vardı.

Efendimiz, yerine namaz kıldırmakla Ümmü Mektum’u görevlendirdi. Ensardan Ebu Lübabe’yi ise, şehre vekil atadı. Oruç zamanıydı. Ramazan ayından on iki geceyi geride bıraktıkları oldukça sıcak bir cumartesi gününde, tekbirler getirerek mücahidlerle Medine’den hareket etti.

Efendimizin beyaz sancağını Musab bin Umeyr taşıyordu. İki siyah bayraktan Ukab adındaki  Hz.Ali’nin, diğeri ise Ensardan Sad bin Muaz Hazretlerinin elinde idi. Kervan, Bedir civarında karşılanacaktı. Burası Mekke, Medine ve Suriye’ye giden yolların birleştiği stratejik önemi olan bir noktaydı. Cihad erleri, yazın en sıcak günlerinin birinde Medine’den yola çıkmışlardı. Üstelik Ramazan ayı olduğu için oruçlu bulunuyorlardı. Kavurucu sıcaklar altında, alev saçan çöl üstünde, oruçlu halde yol almak oldukça güçtü. Geçerli mazeret nedeniyle efendimiz orucunu açtı. Mücahidlere de açmalarını buyurdu.

Medine’den fazla uzaklaşılmamıştı ki, efendimiz küçük yaşta olanları ordudan ayırarak geri çevirdi. Sayıları sekiz olan bu küçük mücahidler, ordudan geri kalmaktan dolayı fazlasıyla üzüldüler. Bunun üzerine Peygamberimiz bir-ikisine tekrar orduya katılma izni verdi. Sad bin Ebi Vakkas “Resulullahın küçüklerimizi geri çevirmesinden biraz önce, kardeşim Umeyr’in göze görünmemeye çalıştığını gördüm. “Kardeşim sana ne oldu?” diye sordum. “Allah Resulünün beni küçük görüp geri çevirmesinden korkuyorum. Halbuki, ben sefere çıkmak istiyor, Allah`ın bana şehidlik nasip etmesini umuyorum.” diye cevap verdi. Kendisi Resulullaha arzedilince ona, “Sen geri dön.” dedi. “Umeyr ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resulullah’ da ona izin verdi. Umeyr’in boyu kısa olduğu için kılıcını bağlayamamış, ben yardım ederek bağlamıştım.”  Allah yolunda savaşıp şehidlik mertebesine ulaşmak isteyen Umeyr, harp esnasında müşriklerin oklarına hedef olup maksadına ulaştı.

Müslümanlar’ın beraberinde  iki at, yetmiş deve vardı. Develere nöbetleşe biniliyordu. Efendimiz de bu hususta, diğer Müslümanlardan kendisini farklı görmek istemiyordu. Ali ve Ebu Mersed ile bir deveye nöbetleşe biniyorlardı. Yürüme sırası Efendimize geldiğinde, diğer iki sahabi, “ Sen bin, biz senin yerine yürürüz.” diyorlardı kendisine.

Efendimiz, bunu kabul etmiyor ve “Siz yürümekte benden daha kuvvetli olmadığınız gibi, sevap ve mükafat hususunda da ben sizden daha ayrıcalıklı ve ihtiyaçsız değilim.” diye cevap veriyordu. Bu hareketiyle, İslamın emrettiği adalet ve eşitlik ilkesini, her şeyden önce bizzat şahsında uyguluyordu. O asla yapmadığı bir şeyi ashabından istemezdi.

İslam ordusu, kavurucu sıcaklar altında yoluna devam ediyordu ki henüz Bedir’e varmadan, Ebu Süfyan başından beri endişe duyduğu durumu haber aldı: “Müslümanlar kervanı ele geçirmek için yola çıkmışlar!” Mekke`ye acilen bir haberci gönderirken, kendisi de hiç konaklamadan kervanın yönünü değiştirerek Kızıl Deniz sahilinden Bedir`e uğramaksızın Mekke`ye doğru yol aldı. Ebu Süfyan’dan önce Mekke’ye varan haberci  devesinin üzerinde bağıra bağıra haberi duyurdu:

“Ey Kureyş topluluğu! Kervanınıza, Ebu Süfyan’ın yanındaki mallarınıza Muhammed ve arkadaşları saldırdılar! Ona ulaşabileceğinizi sanmıyorum. Lat-Menat-Uzza aşkına İmdât! İmdât!”

Bu haber Kureyş’in öfkelenmesine neden oldu. Çünkü kervanda hemen her ailenin malı vardı. Kureyşliler aceleyle toplandılar. Hızlıca hazırlığa başladılar. Alelacele hazırlanan müşrik ordusunun sayısı 950’yi buldu. Bunların 100’ü atlı 700’ü develi idi. Bu rakam, kervanı takibe çıkan Müslümanların sayısından üç kat fazla demekti. Ayrıca Kureyş ordusu silah bakımından da Müslümanlardan fazlasıyla üstündü. Ebu Cehil ve diğer ileri gelenlerin baskısı karşısında müşrik ordusuna katılmak istemeyenler de orduya katılmak zorunda kaldılar. Buna rağmen amca Ebu Leheb hasta olduğunu mazeret etti ve yerine bedelle birini göndererek kendisi Mekke`de kaldı.Hazırlanan müşrik ordusu, kadın şarkıcıların söylediği şarkıların, kadınların çaldığı deflerin coşkulu havası içinde Mekke’den Bedir’e doğru intikam hisleriyle hareket etti.

Yolda ilerlemektelerken kervanını Bedir’den kazasız-belasız geçiren Ebu Süfyan’dan kendilerine haber geldi. “Siz kervanınızı, kervan üzerindeki adamlarınızı ve mallarınızı korumak  için yola çıkmıştınız. Onları kurtarıldı. Artık geri dönünüz!”

Ancak, şedid Ebu Cehil geri dönmek niyetinde değildi. Başkalarının da geri dönmesine rıza göstermedi. “Bedir’e varmadıkça asla dönmeyiz. Orada üç gün kalırız. Develer boğazlayıp, yemekler yeriz. Şaraplar içeriz! Cariyelere şarkılar söyleterek eğleniriz! Başımıza toplanacak Araplar bizi dinler ve seyrederler. Bundan sonra hep bizden korkar dururlar. Haydi ilerleyiniz!”

Ebu Cehil`in bütün şirretliği ve kışkırtıcılığına rağmen, ordudan az da olsa ayrılanlar oldu. Efendimiz, Safra yakınındaki Zefiran civarına vardığında, Kureyşin büyük bir ordu ile kendilerine doğru gelmekte olduğunu haber aldı. Böyle bir hareketle karşılaşacaklarını tahmin etmediklerinden bir anda ne yapmaları gerektiği konusunda karar veremediler. Yola çıkarken niyetleri gözdağı vermek, savaş etmek değildi. Bunun için belirgin bir hazırlıkları da yoktu. Üstelik gelen habere göre, müşrik ordusu hem sayıca çok, hem silahça onlardan üstün idi.

Efendimiz, arkadaşlarına danışarak kervanın takib edilmesinin mi, yoksa müşrik ordusuna karşı çıkmanın mı daha uygun olacağını sordu. Ebubekir ile Ömer söz alıp müşriklerin üzerine yürümenin, onlarla savaşa girmenin daha isabetli olacağı hakkında konuşunca, Efendimiz bu yaklaşımdan memnun oldu. Ensardan Mikdat bin Esved ise  “Ey Allah’ın elçisi! Rabbim sana neyi emrettiyse onu yap! Vallahi biz İsrailoğullarının Musa’ya dediği gibi, `Git Rabbinle beraber düşmanlara karşı çık! Biz buradan kımıldamayız’ tarzında bir söz söyleyecek değiliz. Biz sana ölümüne bağlıyız.” dedi.

Konuşmalardan sonra, kararın ne içerikte verileceği artık anlaşılmıştı. Fakat Ensar’dan diğerlerininde bu konuda görüşünü almak gerekiyordu. Çünkü, onlar Medine kapsamında Peygamberimizi ve Müslümanları koruyacaklarına dair söz vermişlerdi. Şimdi ise şehrin dışında bulunuyorlardı.Ensar namına Sad bin Muaz söz aldı.

“Ey Allah’ın elçisi! Biz sana iman ve seni onadık. Bize getirdiğin şeyin de hak olduğuna şehadet ettik. Bu hususta dinlemek ve itaat etmek üzere sana kesin sözler de verdik. Ya Resulallah! Nasıl bilirsen, öyle yap. Biz seninle beraberiz. Seni Hak dinle gönderen Allah’a yemin olsun ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan, biz de seninle birlikte dalarız. Bizden bir kişi dahi geri kalmaz. Biz düşmana karşı varmaktan çekinmeyiz. Çarpışma  anında geri dönmeyiz. Allah’ın bereketi ile yürüt bizi.”

Karar artık kesinlik kazanır. Bir avuç mücahid herşeye rağmen, kendilerinden gerek sayıca ve gerekse silahça çok fazla olan müşrik ordusuna karşı koyacaklardı. Onların sayıca çokluğu, silahça üstünlüğü kahraman sahabilerin gözünü korkutmadı. Kuran’ın ifadesiyle “Ölümün ağzına girmeyi.” severek göze alıyorlardı. Onlar, Allah’ın yardımına güveniyorlardı. Allah için mücadele vereceklerinin farkında olarak, din sahibinin yardımını esirgemeyeceğine gönülden inanıyorlardı. Rableri asla onları yalnız bırakmayacaktı. Komutanları da kainatın efendisiydi.  Böyle bir ordu elbette her şeyi göze alarak müşrik ordusuna karşı koymaktan çekinmeyecek, korkmayacak ve yılmayacaktı!

“Yürüyün ve Allah’ın lütfu ile neşelenin. İşte Kureyşin tek tek düşüp uzayacağı yerleri şimdiden görür gibiyim.” Efendimizin konuşması mücahidler üzerinde derin bir etki bıraktı ve heyecanlarını kat kat arttırdı. Bedir’e doğru şanlı ordu büyük bir şevkle yol almaya başladılar. İslam’ın  ordusu, nihayet Cuma gecesi yatsı vakti Bedir yakınına geldi. Efendimiz, “Şu küçük tepe yakınındaki kuyu başında bir takım bilgiler elde edeceğimizi umarım.” buyurduktan sonra, Ali, Zübeyr bin Avvam, Sad bin Ebi Vakkas gibi bazı arkadaşlarını oraya gönderdi. O esnada müşriklerin sucuları, su taşıyan develeriyle birlikte kuyunun başında bulunuyorlardı. Mücahidler onlardan bazılarını ele geçirdiler ve efendimizin huzuruna getirildiler. Efendimiz kendilerine, “Bana, Kureyş hakkında bilgi veriniz.” dedi. “ Şu gördüğün kum tepesinin en yüksek, en uzak tarafındadırlar.” dediler. Efendimiz  “Kaç kişiler?” diye sordu. ”Pek çok” diye cevap verdiler. Efendimiz tekrar, “Onların sayıları ne olabilir?” dedi.”Bilmiyoruz.” cevabını verdiler. Efendimiz, “Onlar her gün kaç deve kesiyorlar?” diye sordu. “Bir gün 9, bir gün 10”  Bu cevap üzerine Resulullah, “Onlar, 950 ile 1000 kişi arasındadır” buyurdu.”İçlerinde Kureyş eşrafından kimler var?” diye tekrardan sordu. Müşrik sucuları Kureyş ileri gelenlerinden bir çoğunun ismini peşisıra sıralayınca, Efendimiz arkadaşlarına dönerek “İşte Mekke, sevdiklerini size feda etti!” dedi.

Efendimiz, mücahidlerle, müşriklerden önce Bedir’e vardı ve Bedir kuyusuna en yakın bir yere indi. Karargahın nerede kurulmasının daha uygun olacağını ashabına danıştı.

O zaman, Hubab bin Münzir ismindeki sahabi ayağa kalktı ve, “Ey Allah’ın elçisi! Biz, savaşçı kimseleriz. Ben, bütün suları kapatıp, bir tek su kaynağı üzerine karargah kurmayı uygun görürüm.” diye konuştu. Arkasından ekledi. “ Burası, sana Allah’ın emrettiği, bizim için ileri gidilmesi veya geri çekilmesi caiz olmayan bir yer midir? Yoksa, kişisel bir görüş neticesi, bir savaş tedbiri olarak mı seçildi?” diye sordu. Efendimiz de, “Hayır! Kişisel bir görüş neticesi, bir savaş tedbiri gereği olarak seçildi.” buyurdu. Hubab şöyle dedi efendimize; “Ey Allah’ın elçisi! Burada karargah kurmak pek isabetli değildir. Siz, halkı hemen buradan kaldırınız! Kureyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Ben orayı bilirim. Orada suyu bol ve tatlı bir kuyu vardır. Onun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım. Sonra bir havuz yapıp onu su ile dolduralım. Sonra da müşriklerle çarpışalım. Biz, susadıkça havuzumuzdan içeriz. Onlar su bulup içemezler. Zor duruma düşerler.”

Efendimiz  istişare etmeyi, hele ki dünyalık işlerde arkadaşlarının fikirlerine danışmayı önemserdi. “Ey Hubab, doğru olan görüş senin işaret ettiğindir.”buyurarak Kureyş müşriklerinin konacakları yerin yakınındaki suyun altına kadar gittiler.Efendimizin emriyle kuyular kapatıldı. Bir havuz yapılıp içerisi kuyu suyu ile dolduruldu ve içine de bir kab konuldu. Efendimiz, Bedir’e gelir gelmez ordusunu savaş düzenine soktu. Ordu saf ve hatlarını dikkatle kontrol etti. Sonra da her mevzideki grup için bir kumandan tayin etti. Müslüman kuvvetler; Muhacirler, Evsliler ve Hazreçliler olmak üzere üç kısıma ayrılmışlardı. Her biri açtıkları kendi sancakları altında toplanmışlardı. Muhacirlerin sancağını Musab bin Umeyr, Evsliler’inkini Sad bin Muaz, Hazreçliler’inkini ise Hubab bin Münzir tutuyordu.

Efendimiz, bütün bunlardan sonra ordusuna talimatını verdi. “Hatlarınızı bırakıp ayrılmayınız! Bir yere kımıldamadan yerlerinizde sebat ediniz. Ben emir vermedikçe savaşa başlamayınız. Oklarınızı, düşman size yaklaşmadan kullanıp israf etmeyiniz. Düşman kalkanını açtığı zaman okunuzu atınız. Düşman iyice sokulunca elinizle taş atınız. Daha da yaklaşırsa mızrak ve kargılarınızı kullanınız. Kılıç en sonunda, düşmanla göğüs göğüse gelindiği vakit kullanılacaktır.” Mücahidlerin her biri, bulunduğu yere taş yığınakları yapmıştı. Savunma savaşında bulunacak Müslümanlar için bu, çok işe yarayacaktı. Düşman bundan mahrumdu. Çünkü, saldırı taktiğini uyguluyordu. Dolayısıyla hücum esnasında ancak bir kaç taş taşıyıp atabilirlerdi.

Savaştan bir önceki geceydi. Efendimiz, bütün gecesini Rabbine ibadetle geçirmişti. “Allah’ım! Bana yaptığın vaadini yerine getir! Allah’ım! Bu bir avuç Müslüman mücahid helak olursa, artık sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz.” Efendimiz vakit namazlarında da aynı duayı tekrarlıyordu. Bu duayı duyan mücahidler ise heyecanlarından yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi.

Nihayet müşrik ordusu da Bedir mevkiine çıkıp geldi. Manzara oldukça düşündürücü ve ibretliydi. Birbirleriyle amansızca çarpışacak olanların çoğu akraba idi. Kardeş kardeşle, baba oğulla, dayı yeğenle kıyasıya vuruşacaktı.

Efendimiz ordusunu son bir defa dikkatle kontrol etti. Her şey istediği gibi düzgün ve düzenliydi. Ne var ki, düşman sayıca ve silahça üstündü. Görüntüye bakılırsa, denk bir mücadele verilemeyecekti. Oysa mücahidler, asla ümitlerini yitirmiyor, harbin her şeye rağmen lehlerinde neticeleneceğine gönülden inanıyorlardı.

Savaş kuralları gereği, önce her iki taraftan teke tek çarpışacaklar ortaya çıkacaktı. Fakat, müşrikleri heyecana getirmek için ortaya atılan Hadremi geleneğe muhalefet ederek mücahidlere doğru bir ok attı. Ok, muhacir Müslümanlardan Mihca’ya isabet etti ve orada İslam ordusu savaş meydanındaki tarihinin ilk şehidini verdi.  Mihca’nın şehadeti havayı birdenbire elektriklendirdi. Bu sırada müşrik ordusundan Rabiaoğulları Utbe ile Şeybe ve Utbe’nin oğlu Velid ortaya atılarak karşılarına çıkacak er dilediler. Efendimiz Müslümanlarla müşrikler arasındaki bu ilk çarpışmada, Ensarın müşriklerle karşılaşmasını arzu etmiyordu. Ortaya ilk çıkanlar Ensar’dandılar. Müşrikler, “Siz kimlersiniz?” diye sordular. Onlar da, “Ensardanız” diye cevap verdiler. Müşrikler Ensar’ın mücahidlerine”Bizim sizinle işimiz yok. Biz, Abdülmuttaliboğullarından, amcalarımızın oğulları ile çarpışacağız.” dediler. Sonra da Efendimize hitaben, “Ey Muhammed! Sen, bizim karşımıza, kavmimizden dengimiz olanı çıkar!” diye konuştular. Bunun üzerine Efendimiz, Ensar gençlerine saflarına dönmelerini emir buyurdu. Sonra da, “Kalk ey Ubeyde! Hamza! Ali” diye emretti. Efendimizden emir alan adı geçen üç kahraman Sahabi derhal kalkıp meydana çıktılar. Miğferli oldukları için Utbe onları tanıyamadı. Alaycı bir şekilde “Kendinizi tanıtınız da dengimiz olup olmadığımızı bilelim! Dengimiz iseniz sizinle çarpışalım.” diye seslendi. Üç kahraman sahabi de isim ve şöhretlerini söyleyince müşrikler, “Evet, sizler bizim şerefli denklerimizsiniz, buyurun.” deyip kılıçlarını sıyırdılar.

Ubeyde bin Haris, Utbe bin Rebia ile, Hamza dengi Şeybe bin Rabia ile ve Ali ise Velid bin Utbe ile çarpışacaktı. İki tarafta, vuruşmaya hazır, kiminin ok-yayı elinde ve kiminin eli kılıcının kabzasında olduğu halde, meydandaki kavgaya odaklanmışlardı.Teke tek vuruşma şimşek hızıyla başladı. Hamza ile Ali birer hamlede hasımlarını yere serip öldürdüler. Sonra da Ubeyde’nin yardımına koştular. Utbe’nin de işini bitirerek, Ubeyde’yi alıp Efendimizin huzuruna getirdiler. Ayağından yaralı, kanlar içinde olan Ubeyde, Bedir’den dönülürken yolda şehid oldu. Oraya defnedildi. Adamlarının birbir yere serildiğini gören müşrikleri büyük bir dehşet sardı. Birdenbire ne yapacaklarını şaşırdılar. Ebu Cehil ise, onları teselli etmeye ve toparlamaya çalışıyordu. Allah yolunda çarpışmayı en büyük şeref sayan Müslüman mücahidler ise, heyecanlarından yerlerinde duramıyorlardı. Bir an evvel savaşa girişmek müşriklere hadlerini bildirmek istiyorlardı. Onca yaptıkları zulümlerinin hesabını vermeliydiler.

Allah’ın elçisi ise arkadaşları için Allah’dan yardım istiyordu. “Allah’ım! Onlar yaya ve yalın ayaklılar, Sen onlara binecek ver! Allah’ım! Onlar açtırlar, Sen onları doyur! Allah’ım! Onlar fakirdirler, Sen onlara katından ver, kereminle zengin eyle! Allah’ım! Bana yaptığın vaadini yerine getir! Allah’ım! Bu bir avuç mücahidi helak edersen, artık sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz!”

Yaşanılan görüntü aslında oldukça ibretli idi. Musab bin Umeyr, Müslümanlar safında Muhacirlerin sancaktarı iken, kardeşi İbni Umeyr ise müşrik ordusunun birinci bayraktarı idi. Daha garibi de vardı. Allah’ın elçisinin can yoldaşı Ebubekir oğlu Abdullah ile Müslümanlar safında bulunurken, diğer oğlu Abdurrahman ise Kureyş müşrikleri arasında idi. Cesareti ve keskin ok atıcılığı ile meşhur olan Abdurrahman bir ara ortaya atılıp er dileyince, Ebubekir ayağa kalktı. Efendimizden oğluyla çarpışmak için izin istedi. Fakat, Efendimiz, “ Bilmez misin ki sen, benim görür gözüm ve işitir kulağım yerindesin.” buyurarak izin vermedi ve onu yanından ayırmadı. Efendimizden oğluyla kılıç kılıca döğüşmek için izin alamayan Ebubekir hiddetle  oğluna, “Ey Abdurrahman! Bana olan saygın nerede kaldı.” diye seslendi. Abdurrahman ise, “Aramızda attan ve kılıçtan başka bir şey kalmadı.” diye cevap verdi.

Cuma günü, sabah saatlerinde nihayet iki ordu, olanca güç ve kuvvetleriyle birbirine saldırıya geçmişti.Efendimiz, mücahidleri Allah yolunda cihada teşvik eden konuşmalar yapıyor, şehid düşenlerin makamlarının Cennet olacağını müjdeliyordu. “Zafer bizimdir.” diyerek de her zaman mücahidlerin gayret ve ümitlerini hep aynı canlılıkta tutmaya özen gösteriyordu. Zaman zaman da ordunun önüne geçip bilfiil cesaretini göstererek, mücahidlerin de cesaretini arttırıyordu. “Bedir günü harp şiddetlendiği zaman, Resulullaha sığınmıştık. O gün, halkın en cesaretlisi, en kahramanı o idi. Müşriklerin saflarına ondan daha yakın kimse yoktu!” diye tarif eder sonrasın da Ali, efendimizin savaş anını.

Çarpışma bütün şiddetiyle devam ederken, Efendimiz, yerden bir avuç ince kum alıp müşrik ordusunun üzerine attı ve dua etti. “Yüzleri kara olsun! Allah`ım! Kalblerine korku sal! Ayaklarına titreme ver.”

Efendimiz, bir taraftan mücahidler arasında dolaşıp cihada olan aşk ve şevklerini arttırıcı konuşmalar yapıyor, bir taraftan da Kıbleye yönelerek Yüce Mevlasına yalvarıyordu.

“Muhakkak ki, siz Bedir`de zayıf durumda iken Allah size yardım etmişti de muzaffer olmuştunuz. Öyleyse Allah`tan korkun ki, Onun yardımına şükretmiş olasınız.” Al-i İmran Suresinde belirtildiği gibi Allah’ın yardımı müminlerin imdadına yetişmişti. Ayet devam ediyordu; “O zaman sen müminlere, ‘Rabbinizin gökten indirdiği üç bin melekle yardıma gelmesi size yetmez mi?’ diyordun.”

Özellikle  Hamza ile Ali son derece kahramanca ve cesurca müşriklere hücum ediyorlar ve düşmanın hangi koluna hücum etseler yarıp geçiyorlardı. Hamza, iki elinde iki kılıç önüne geleni bir hamlede yere seriyordu. Müslümanların büyük düşmanı olan Ebu Cehil’i öldürmek bir övünç vesilesi olacağından, mücahidlerden her biri onu bulup öldürmek istiyordu. Ebu Cehil, yetmiş yaşında cesaretli, korkunç yüzlü, inatçı ve soluksuz bir İslam düşmanı idi. “Anam beni bugün için doğurmuş.” diyerek cesaretini ortaya koyuyor, askerlerini teşvik ediyordu. Mahzumoğulları, müşriklerden birçok kimsenin öldürüldüğünü görünce, Ebu Cehil’in etrafını sarmışlardı. Ne pahasına olursa olsun onu koruyacaklardı. Savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu. Abdurrahman bin Avf, harp safında sağına soluna bakınca Ensar gençlerinden iki delikanlıyı gördü. Onlardan biri kendisine yaklaşarak, “Ey Amca! Sen Ebu Cehil’i tanır mısın?” diye sordu. Abdurrahman bin Avf’ın gözü müşrikler arasında dolaşıp duran ve Mahzumoğulları tarafından korunan Ebu Cehil’e ilişti. Soran gençlere, “İşte aradığınız Ebu Cehil” dedi. İki kahraman savaşçı da derhal kılıçlarını sıyırıp Ebu Cehil’in bulunduğu tarafa doğru yürüdüler. Gençlerin Ebu Cehil’ e yetişmesinden önce, onu başından beri gözetleyip duran, Ensardan Cemuh, o esnada bir fırsatını bulup Ebu Cehil’in ayağına bir kılıç darbesi indirdi. Ebu Cehil’in oğlu İkrime’ de kılıcı ile onun elini, kolunu yaraladı. Cemuh’un eli derisinde sallanıyordu. Çarpışmanın şiddetinden elinin farkında bile değildi. O gün kesilen elini arkasına atıp hep çarpışıp durdu. Kendisine fazla zahmet verince de ayağıyla üzerine bastı, sonra da sallanan kolunu koparıp attı. Cemuh`un yaralanmasından sonra iki genç kardeş olan Muaz ile Muavviz de Ebu Cehil’in yanına vardılar. Üzerine hücum ederek, kılıç darbeleriyle yere serdiler. Öldü zannıyla bırakıp gittiler. Bu Ümmetin Firavunu olan Ebu Cehil rezil bir şekilde küfründe boğularak ölüp gitti.

Ebu Cehil’in öldürülmesinden sonra, müşrik ordusunda Müslümanlara karşı koyacak pek kimse kalmadı. Bu arada, azılı müşrik Ümeyye bin Halef de Mekke’de merhametsizce işkenceye uğrattığı Bilal-i Habeşi tarafından yere serilince, Kureyş ordusu dağılmaya başladı. Müşrik askerleri gerisin geri kaçmaya başladılar. Kaçanlar o anda kurtuldular. Ele geçirilenler ise esir alındılar.

Bir kaç saat bütün şiddetiyle devam eden kıyasıya mücadele neticesinde Efendimizin kumandanlığını yaptığı İslam ordusu, parlak bir başarı elde etmişti. Mücahidler 14 şehid vermişlerdi. Müşriklerden öldürdüklerinin sayısı ise 70 kadardı. Bir o kadarını da esir almışlardı. Öldürülenlerden 24 kişi müşriklerin ileri gelenlerindendi. Mücahidler, Peygamberimizin emri gereği, müşrik ileri gelenlerinin cesetlerini toptan bir çukura gömdüler. Efendimiz şehid olan mücahidlerin cenaze namazını da Bedir’de kıldı.

Bu parlak zaferle ayrıca şüphe ve tereddüt bulutları da parçalandı. Müslümanların cesaretlerine bir kat daha cesaret katılmış oldu. Efendimiz derhal iki haberci çıkararak bu şanlı zaferin bir an evvel Medine’ye duyurulmasını istedi. Habercilerden biri şehrin üst tarafında diğeri ise alt tarafında bu muhteşem müjdeyi Müslümanlara ulaştırdı. Büyük bir hezimete uğrayan Kureyş ordusu, geride bir çok ganimet mal ve 70 esir bırakmıştı.

Esirler arasında, Efendimizin amcası Abbas, amcası oğullarından Ukayl bin Ebu Talib ve Nevfel bin Abdülmuttalib ile kızı Zeyneb’in kocası olan Rebi’ de vardı. Yine Musab bin Umeyr`in kardeşi ve müşrik ordusunun baş bayraktarıda esirler arasında idi. Esirlerin kaçmaması için ellerinin bağlanmasına Ömer görevlendirildi. Abbas’ın elleri pek sıkı bağlanmıştı.Bu sebeple de gece inlemeye başladı. Bu iniltiyi duyan Efendimizin gözüne bir türlü uyku girmiyordu.

“Neden uyumuyorsunuz?” diye sorduklarında, ”Abbas`ın inlemesi yüzünden.” diye cevap verdi. Efendimizin üzülmesini istemeyen ashabdan bazıları gidip Abbas’ın bağını çözdüler.

İniltinin kesildiğini farkeden Efendimiz, “Abbas’ın iniltisini ne diye işitmiyorum?” diye sordu.

Sahabiler, “Onun bağını çözdük.” dediler. Bunun üzerine “Bütün esirlerin bağını çözünüz.” diye buyurduktan sonra anca uyudu efendimiz.

Savaşın bitmesinden üç gün sonra ganimet mallarını eşit bir şekilde Müslümanlar arasında taksim etti. Efendimiz, ganimet malları arasından Ebu Cehil’in devesini aldı. Münebbih bin Haccac isimli zalimin kılıcı Zülfikar da Peygamber Efendimizin hissesine düştü. Efendimiz, Zülfikarı Ali’ye hediye etmiştir.

Esirler hakkında ne türlü işlem yapılacağına dair henüz vahiy gelmemişti. Bu sebeple onlar hakkında oy kullanarak  karar vermek gerekiyordu. Görüş beyan etmek biçiminde karara bağlanacak meselelerde ise arkadaşlarıyla danışarak-meşveret etmesi Efendimizin güzel özelliklerindendi. Danışma meclisinde herkes fikrini serbest ve açıkça ortaya koyardı.

Bu konudaki konuşmalardan sonra Efendimiz, Ebubekir`in beyan ettiği görüşünü kabul etti. Esirlerden dirhem bedel alınarak salıverilmelerini emretti. Kurtuluş fidyesi vermeye gücü yetmeyip de okuma yazma bilen esirler, Ensardan onar çocuğa yazı öğretmek şartıyla serbest bırakılacakları Efendimiz, tarafından kararlaştırıldı. Bu sayede Medine’de okuma yazma bilenlerin sayısı çoğaldı.

Esirler hakkında bu kararın alınması üzerine Enfal Suresiyle şu ayetler indi.

“Hiçbir peygambere, yeryüzünde iyice kuvvetlenmedikçe esir alıp fidye karşılığında onları serbest bırakarak düşmanın kuvvetlenmesine sebep olmak uygun düşmez. Siz dünyanın geçici menfaatini istiyorsunuz; Allah ise size ahiret sevabını nasip etmek ister. Allah`ın kudreti herşeye galiptir ve Onun her işi hikmet iledir.”

“Eğer Allah sizi bağışlayacağını Levh-i Mahfuzda yazmış olmasaydı, aldığınız fidye yüzünden size büyük bir azap dokunurdu.”

“Artık ganimet olarak aldıklarınızı helal ve temiz olarak yiyin. Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”

Peygamberimiz mücahidlerle, esirlerden bir gün önce Medine`ye geldi. Bir gün sonra Medine’ye gelen esirleri Ashabı arasında dağıttı ve şöyle dedi.”Siz esirler hakkında birbirinize iyilik ve hayır tavsiye ediniz.”

Esirler arasında bulunan Peygamberimizin amcası Abbas oldukça zengin bir zattı. ”Ey Abbas! Kendin, kardeşinin oğulları için kurtuluş fidyeni öde! Çünkü sen, servet sahibisin.” dedi. Abbas, müşriklerle Bedir’e çıkıp gelirken beraberinde asker için sarfetmek üzere 800 dirhem altın alıp getirmişti. Savaş esnasında bu da elinden alınmış ve ganimet malları arasına katılmıştı. Bunun için Efendimize, “Bari savaş esnasında elimden alınan o altınları kurtuluş fidyesi say.” diye teklif etti. “Hayır, o bizim aleyhimizde sarfetmek için taşıdığın ve Allah`ın sonunda bize nasib ettiği bir maldır. Onu sana geri veremeyiz.” diye buyurdu Efendimiz’de. Abbas, “Benim ondan başka param yok! Muhammed, amcanı avuç açırıp da dilendirecek misin?” dedi. Bunun üzerine Efendimiz, “Ey Abbas, ya o altınlar nerede kaldı?” diye sordu. Abbas, “Hangi altınlar?” dedi şaşkınlıkla. “Hani sen, Mekke’den çıkacağın gün, hanımın Ümmü Fadl’a teslim ettiğin altınlar! Onları teslim ederken, yanınızda ikinizden başka da kimse yoktu. Sen Ümmü Fadl’a ‘Bu seferde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Şayet herhangi bir felakete uğrayıp da dönemezsem, şu kadarı senin içindir! Şu kadarı Fadl içindir! Şu kadarı Abdullah içindir! Şu kadarı Ubeydullah içindir! Şu kadarı da Kusem içindir’ demiştin. İşte o altınlar!” Abbas şaşkınlık içinde, hayretle, “Bunu sana kim haber verdi?” diye sordu. Efendimiz, “Allah haber verdi.” buyurdu. Bu konuşmanın üzerine Abbas, şehadet getirerek Müslüman oldu. Kurtuluş fidyesini ödedikten sonra da Mekke’ye döndü. Abbas, Mekke’ye dönünce Müslümanlığını gizli tuttu. Mekke’de bulunduğu sürede müşriklerin tutum ve davranışlarını Efendimiz’e yazar ve Mekke’deki Müslümanlara yardım ederdi.

Bedir esirleri arasında Efendimiz’in damadı, Zeyneb’in kocası Rebi’de vardı. Zeyneb kocasının kurtuluş fidyesi olmak üzere boynundaki gerdanlığı çıkarıp Medine’ye gönderdi. Bu gerdanlığı ki Zeyneb’e evlendiği sırada annesi Hatice validemiz hediye etmişti. Ashab durumun efendimizi üzeceğinden esiri salmışlar ve bedelini de geri çevirmişlerdir.

Bedir zaferi, gerek Medine içinde ve gerekse dışında olumlu-olumsuz yankılandı, önemli bir gündem oluşturdu. En önemlisi Medine içindeki Yahudi ve putperestlerin gözleri yıldı. Yahudilerden bazıları, “Özelliklerini kitaplarımızda okuduğumuz kişi budur. Artık ona karşı durulmaz. Galip olacak hep odur.” diyerek imana bile geldiler. Bir kısmı da, korkularından iman etmiş gibi göründüler. Yine de fitne ve fesad çıkarmaktan da geri durmadılar.

Habeş Necaşisi de efendimizin bu başarısını ve zaferini haber alanlar arasındaydı. O da ülkesinde bulunan muhacir Müslümanlara, “Allah, elçisine Bedir’de yardım etmiştir. Bundan dolayı hamdederim.” diyerek memnuniyetini paylaşmıştır. Medine’de Müslümanlar arasında bayram havası yaşanırken, Mekke’de müşrikler ise tam bir şok içerinde matem havasına bürünmüşlerdi. Bedir galibiyeti ile, civardaki kabilelere de göz dağı verilmiş oldu.

Amca Ebu Leheb, Bedir’e katılmamış ve yerine birisini  göndererek Mekke’de kalmıştı. Kureyş ordusu, İslam ordusu karşısında büyük bir hezimete uğrayıp Mekke’ye dönünce, Ebu Leheb, Ebu Süfyan bin Haris’i yanına çağırarak, “Ey kardeşimin oğlu, halkın işi nasıl oldu, bana anlat?” dedi. Haris, “Biz o toplulukla karşılaşınca, bozguna uğradık. Onlar da kimimizi öldürdüler, kimimizi de esir ettiler. Fakat, ben halkı kınamam ve ayıplamam. Zira kır atlara binmiş, ak benizli bir alay süvari ile karşılaştık ki, onlara karşı koymak mümkün değildi!” O sırada Abbas’ın zevcesi Ümmü Fadl ile kölesi Ebu Rafi’ de orada bulunuyorlardı. Ebu Rafi’, “ O gördüğün süvariler, melekler idi.” deyince Ebu Leheb hiddetlenip kölenin yüzüne şiddetli bir tokat indirdi. Sonra da üzerine çöküp dövmeye başladı. Ümmü Fadl, “Çaresiz köleyi, efendisi burada yok diye dövüyorsun.” diyerek bir çadır direği ile Ebu Leheb’in başını yardı. Kısa zaman sonrada Bedir mağlubiyetinin gam ve kederinden ağır hasta oldu, yatağa düştü. Bir hafta sonra da Resulullah ve Müslümanlara yaptığı şiddetli düşmanlığın hesabını vermek üzere son nefesini vererek geberenlerin kervanına katıldı, ölüp gitti. Hastalığının bulaşmasından korktukları için kimse cesedinin yanına yaklaşmak istemiyordu. Oğulları ölüsünü, iki veya üç gün beklettiler. Evinde cesedi kokmaya başladı. Cesedin yanına yaklaşılacak gibi değildi. Onu ne yıkadılar ve ne de el sürdüler. Uzaktan üzerine biraz su serptiler. Sonra sürükleyerek götürüp Mekke’nin yukarı taraflarında bir yere gömdüler. Üzerini taşla kapattılar. İslam’a düşmanlık edenlerin ölümleri tarih boyunca hep ibretlik olmuştur, kıyamete kadar da ibret vermeye devam edecektir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

UHUD SAVAŞI

 

Hicret’in üçüncü yılında Kureyş’in öfkesi kabarmış, kin ve intikam duyguları kabarmıştı. Bedir’de yakınlarını kaybeden Utbe kızı Hind “Muhammed’le arkadaşlarından öç almadıkça içim rahatlamayacak, Muhammed’le savaş yapmadıkça koku sürünmek bana haram olsun. Sevdiklerimin intikamının alındığını gözümle görmedikçe bana sevinmek yok!” diyordu.

Ebu Süfyan ve başkaları da buna benzer şekilde yemin etmişlerdi. Ebu Süfyan’ın getirdiği kervanın malları Darun Nedve’de topluca durmaktaydı. Müşriklerin ileri gelenleri, herkese katılma payını verdikten sonra geri kalan kârı ile güçlü bir ordu hazırlanmasına karar verdiler. Onlara göre Müslümanlar Kureyş büyüklerini öldürmüşlerdi. Onların intikamını almak gerekiyordu. Bedir’de yakınları öldürülenler karalar giyinmiş durumda kabileler arasında dolaşıyor, şairler mersiyeler söyleyerek müşrikleri yeni bir savaşa teşvik ediyorlardı.

Putperest Kureyşliler Mekke dışındaki bazı Arap kabilelerinin de katılmasıyla 3000 kişilik bir askeri kuvvet hazırladılar. Bu kuvvette 700 zırhlı, 200 atlı süvari, 3000 deve vardı. Aralarında, başta Ebu Süfyan’ın karısı Hind olduğu halde 14 tane de kadın vardı. Bedir’de babasını ve öteki yakınlarından bazılarını kaybetmiş olan Hind’in kalbini nefret dolu bir intikam duygusu bürümüştü. Mekke sokaklarında intikam çığlıkları atılıyordu.

Amcası Abbas yeğeni Muhammed’e bir mektup yazarak Kureyş’in savaş hazırlıklarını bildirdi. Peygamberimiz amcasından gelen mektubu yakınındakilere okuttu ve mektupta bildirilen haberi gizli tutarak Mekke’ye keşifçiler gönderdi. Keşifçilerin getirdiği haberler mektupta amcasının bildirdiklerine tıpatıp uyuyordu. Düşman büyük bir ordu hazırlamıştı ve Medine’ye doğru yola çıkmıştı bile. Bunun üzerine bir savaş meclisi kurarak meseleyi ayrıntılı olarak ashabıyla görüştü. Efendimiz düşmanı şehrin dışında karşılamayıp şehri içerden savunmak görüşündeydi.

Fakat Bedir savaşına katılan gaziler hakkında inen övücü ayetlerin etkisinde kalan gençler, düşmanın dışarıda karşılanmasından yana idiler. Düşmanla göğüs göğüse bir meydan savaşı yapmak istiyorlardı. Allah’ın elçisi de  ashabının isteklerini kırmayarak düşmanı karşılamak üzere kılıcını kuşandı, zırhını giydi. Münafıkların reisi Abdullah Selül şehrin içinde kalınarak savunma yapılmadığını mazeret göstererek 300 kişilik kuvvetini geri çekti. Maksadı elbette savaşmak değildi. Müslümanları düşmanları karşısında güçsüz bırakmak istiyordu. Böylece Müslüman ordusunun sayısı 1000’den 700’e düşmüştü.

 Kafirler, Medine’nin tek açık sahası olan kısımdan içeriye sızarak karargahlarını Uhud dağının Medine’ye bakan eteklerinde kurdular. Efendimiz ancak Cumartesi sabahı Uhud dağına ulaştı. Sırtını dağa vererek karşıdaki çorak arazide yer tutan düşmana karşı saf tuttu. Müşriklerin düşüncesi Müslüman ordusunu meydanda yendikten sonra şehri yağmalamaktı. Bunun için Medine’nin yakınında Uhud önlerini savaş sahası olark seçtiler.

Efendimiz Bedir’de olduğu gibi bu savaşta da İslam ordusunu savaş düzenine göre yerli yerine yerleştirdi, düşmanın sızabileceği, kuşatma yapabileceği geçit ve gedikleri de okçularla korudu. Özellikle ordunun sol tarafındaki dağın vadisini beklemek üzere Abdullah bin Cübeyr kumandası altında elli kişilik, okçu birliğini bıraktı. Kesin bir şekilde de”Düşman yense de, yenilse de kesinlikle yerlerinizden ayrılmayınız. “ diye tembihte bulundu.

27 Mart 625 Cumartesi günü savaş geleneksel olarak teke tek vuruşmalarla başladı. Ali, Hamza ve öteki İslam’ın aslanları hasımlarını bir bir öldürdüler. Savaş giderek  kızışıyordu. Şanlı komutan efendimizin almış olduğu tedbirler ve uygulamış olduğu planlar sayesinde ilk safhada Müslümanlar müşriklere karşı galip geldiler.

Hamza!.. Efendimiz’in amcası, kükremiş bir arslan gibi düşmana kılıç sallayarak ilerliyor, hasımlarını bir bir kırıp geçiriyordu. Diğer Müslümanlar da ellerinden gelen çabayı gösteriyorlardı. Müşriklerde olanca gayretleriyle kılıca sarılmalarına rağmen bozguna uğramaktan kendilerini kurtaramadılar. Tef çalarak askerlere moral veren düşman kadınları bile bir süre sonra korku içinde dağ yamacına tırmanmaya, kaçmaya başladılar. Buna rağmen savaştan henüz kesin netice alınmış değildi.

Nihayet için düşmanın hızlı bir şekilde takibi ve geri dönemeyeceği bir noktaya kadar kovalanması gerekiyordu. İşte bu inceliği ve savaş taktiğinin bu yönünü bir an unutarak gaflete düşen ve ganimet adına dünyalığa meyleden Müslümanlar kılıçlarını bırakıp kendilerine meydandan pay toplamaya koyulmuşlardı. Ordunun gerisindeki vadiyi bekleyen elli okçu da kumandanlarının ısrarla hatırlatmasına rağmen efendimizin kesin emrini unuttular. “Kardeşlerimiz üstün geldi, biz niye bekleyelim” diyerek yerlerinden ayrıldılar. Onlar da ganimetin derdine düştüler.

İşte bu sırada fırsat kollamakta, tepedeki okçuları gözetlemekte olan 200 kişilik düşman süvari birliği komutanı Halid bin Velid durumu lehine çevirmek için harekete geçti. Az sayıdaki İslam okçusunun kaldığı geçidi rahatça ele geçirerek İslam ordusunu arkasından vurmaya başladı. Bunu gören müşrikler de gerisin geriye döndüler. Yeniden hızlı bir saldırıya giriştiler.

Böylece Müslümanlar ne yazık ki iki ateş arasında kaldılar. Üstünlüğü sağlamışken dünyalığa dalmaları ve Peygamber’in kesin emrini çiğnemeleri yüzünden zor durumlara düştüler. İşte bu aşamada Hamza, Ebu Süfyan’ın karısı Hind’in kölesi Vahşi tarafından mızrakla vurularak şehid edildi. İslam’ın ilk ilk öğretmeni Musab’da bu esnada şehid düşenler arasındaydı. Musab sima olarak efendimize benzediğinden şehit düştüğünde, onu şehit eden kimse Resulullah’ı öldürdüğünü haykırıyordu.

Bu durum Müslümanların daha da dağılmalarına neden oldu. Ne var ki kısa süre sonra efendimizin sağ olduğu anlaşıldı. Uhud dağının hemen eteklerinde bulunan Allah’ın elçisinin  çevresi büyük çarpışmalara sahne oldu. Müslümanlar onun etrafında cansiparane dönüyorlar, gerektiğinde kollarını, bacaklarını kalkan yerine kullanıyorlardı. Sad b. Ebi Vakkas ‘a ise Efendimiz ok veriyor ve: “Anam babam feda olsun, at ya Sad” diyor; oklarının isabet etmesi için Allah’a dua ediyordu. Müşrikler Resulullah’ı öldürmek için hücum ettikçe Müslümanlar onun çevresinde giderek çetin bir savunma hattı kurmuşlardı. Düşman bu hattı yaramayacağını anlayınca geriye çekilmek durumunda kaldılar. Böylece savaş denk bir duruma geldi. Resulullah Uhud’a doğru tırmandı ve bugün hala ziyaret edilen mağarada bir süre dinlendi. Efendimizin dişi kırılmış, yanağı yarılmıştı. Kızı Fatma onu tedavi etti.

Kureyşli müşrikler bu savaşta o kadar dehşet dolu şeyler yapmışlardı ki, belki tarihte benzerine az rastlanırdı. Müslümanlar bu savaşta 70 şehid vermişlerdi. Düşmanlar özellikle de müşrik kadınlar şehid Müslümanların burunlarını ve kulaklarını kesiyorlardı. Ebu Süfyan’ın karısı Hind ve öteki bazı müşrik kadınları Müslüman şehidlerin organlarından yaptıkları gerdanlıkları boyunlarına takmışlardı. Ayrıca Hind, Hz. Hamza’nın ciğerini çıkartarak ağzında çiğnemek iğrençliğini gösterebilmişti.

Uhud’tan ayrılan Ebu Süfyan bir süre sonra geri dönerek Medine’ye saldırmak ve başladıkları işi tamamlamak düşüncesindeydi. Böyle bir durumu, efendimizde tahmin etmiş, 70 şehid ve onca yaralıya rağmen savaşın hemen ertesi günü düşmanı takibe karar vermişti. Peygamberimiz 70 kişilik süvari birliği ile 8 km. kadar giderek müşrikleri takip etti. Sonra da orada konaklayarak üç gün bekledi. Geceleri ateş yaktırarak düşmana savaştan yılmadıkları mesajını veriyordu. Ebu Süfyan yeni bir vuruşmayı göze alamayarak Mekke’ye geri döndü ve Medine’ye saldırmaktan vazgeçmişti. Efendimizin cesaretle takibi neticesinde düşman korkutulmuş ve üstünlük tekrar Müslümanlara geçmişti.

Efendimiz Uhud Şehidleriyle ilgili olarak “Uhud harbinde kardeşleriniz şehit olunca Allah onların ruhlarını bir takım yeşil kuşların içlerine koymuştur. Bunlar Cennet ırmaklarına gelirler, içerler ve Cennet meyvelerinden yerler. Sonra bu kuşlar, arşın gölgesinde asılı bulunan altın kandillere konup tünerler. Şehid ruhları artık böyle mesut bir hayata erişince; bizim cennetteki bu halimizi dünyadaki kardeşlerimize kim bildirir ki, onlar da bilsinler de cihaddan çekinmesinler!” demiştir.

İslam şehidleri ikişer ikişer toprağa verildiler. Tablo göz yaşartıcı idi. Hamza kaftanı ile toprağa verildi. Peygamber’in hicretten önce Medinelilere İslam’ı öğretmesi için tayin ettiği ilk öğretmen Musab toprağa verilirken üzerindeki elbise kısa gelmişti. Göğüs tarafına örtülünce alt kısmı, alt kısmına örtülünce de göğüs kısmı açıkta kalıyordu. Efendimiz örtünün alt kısmına örtülmesini üst kısmına da izhir denilen kokulu otlardan konulmasını emir buyurmuştu.

“Müminlerden bir çok kimseler Allah’a vermiş oldukları sözlerini yerine getirdiler.”  (El-Ahzab Suresi).

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

FACİALAR

 

Adal ve Kare kabilelerinden bir heyet Uhud savaşından bir kaç ay sonra Medine’ye gelmişti. Efendimizle görüşen bu heyet, kavimlerinde İslam dinine girenlerin bulunduğunu söyleyerek, kendilerine İslam’ın ilke ve esaslarını öğretecek öğretmenler istediler. Onların içten olduklarına kanaat getiren Peygamberimiz de, beraberlerinde altı kişilik bir irşad ve tebliğ heyeti gönderdi.

Ancak bu kişilerin asıl niyeti, bu altı kişiyi bir şekilde Mekke’ye götürüp, Uhud savaşında yakınlarını öldürülen Mekkelilere teslim ederek, onların başı için vadedilen ödülü almaktı. Nitekim Mekke yakınındaki Reci denilen yere geldiklerinde, asıl amaçlarını açıklayarak öğretmenlere ihanet ettiler. Özellikle kafile başkanı olan Asım bin Sabit’in kafasını Sad kızı Sülafe’ye götürmek istiyorlardı. Bunun için 100 deve ödül alacaklardı. Bu kadın, Uhud savaşında iki oğlunu öldürmüş olan Asım’ın kafatasından şarap içmeye yemin etmişti. Hani “Asım’ın Nesli” diye daha sonra dilimize yerleşen tabirin ilham kaynağı olan Asım katledildi. Bu zalimler Müslüman öğretmenleri tutuklayıp Mekke’ye götürmek için Hüzeyl kabilesinden de yardım istemişlerdi. Kılıçlarını çeken öğretmenler, onlarla kahramanca çarpıştılar. İçlerinden dördü şehid düştü, diğer ikini ise tutuklanıp satılmak üzere Mekke’ye götürdüler.

Mekke’ye götürülen Desine oğlu Zeyd ve Hubeyb müşriklere satıldılar. Ebu Süfyan, öldürülmek için Kabe’nin yanına getirilen Zeyd’e “Doğru söyle, ailene sağ salim dönmek şartıyla, şu anda senin yerinde Muhammed’in olmasını ve senin yerine onu öldürmemizi istemez misin?” diye sordu. “Asla! Değil bunu, ben evimde otururken Medine’de onun ayağına bir diken batmasına bile dayanamam” diye cevapladı kendisini.

Zeyd’in Resulullah’a bağlılığına bir kez daha şaşıran Kureyş reisi ancak”Hiç bir kimsenin, arkadaşları tarafından Muhammed kadar sevildiğini görmemişimdir.” diyebildi. Daha sonra katledilen Hubeyb ise, Uhud savaşında öldürmüş olduğu Haris oğlu Ukbe’nin ailesine satılmıştı. Hubeyb, öldürülmeden önce izin alarak 2 rekat namaz kıldı. İdam edilecek Müslümanların, idam öncesi iki rekat namaz kılmaları geleneği ondan kalmadır.

Münafıklar, bu olay hakkında ileri geri konuşarak yeni fitnelerin peşindeydiler. Allah, münafıklar ve şehit edilen öğretmenlerin  durumuyla ilgili olarak Bakara Suresinde yer alan ayetlerini indirdi.

“İnsanlardan öylesi vardır ki, onun bu dünya hayatına dair söz, hoşuna gider. O, kalbinde olana Allah’ı şahit tutar. Halbuki O (söylediği ile inandığı bir olmayan düşmanların en yamanıdır. O yeryüzünde iş başına geçti mi orada fesat çıkarmaya, ekini ve nesli kökünden kurutmaya koşar. Allah fesadı sevmez, Ona; Allah’tan kork! denilse, gururu kendisini günaha sürükler. Artık ona cehennem yetişir, ne kötü bir yaratıktır o! İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, canını, Allah rızasını kazanmak karşılığında satar. Allah, kullarına çok merhametlidir.”

Reci faciasının şoku atlatılmadan ne yazık ki aynı günlerde benzeri bir facia daha gerçekleşti. Necid bölgesinde oturan Amiroğulları’nın reisi Ebu Bera, Medine’ye gelmişti. Peygamberimiz tarafından İslam’a davet edilen bu zat, yapılan teklifi kabul etmemekle birlikte bir başka teklifte bulundu. “Ey Muhammed! Senin durumunu ve getirdiğin dini iyi görüyorum. Memleketim Necid’e öğretmenler gönderirsen, halkımın senin dinine gireceklerini umarım.”

Efendimiz, yakın zamanda gerçekleşen faciadan dolayı Necid halkının gönderilecek davetçilere kötülük yapmalarından endişe ettiğini bildirerek, arkadaşlarını böyle bir tehlikeye atamayacağını söyledi. Ebu Bera, gönderilecek öğretmenleri koruması altına alacağına ve onlara vereceği güvence sayesinde, ülkesinde kimsenin onlara dokunamayacağına dair söz verdi.

Peygamberimiz bunun üzerine, Ebu Bera’nın verdiği teminat üzerine, arkadaşları içinden seçtiği 70 kişilik bir öğretim kadrosunu Necid’e gönderdi. Başkan tayin ettiği Amr oğlu Münzir’in eline, Ebu Bera’nın yeğeni Tufeyl oğlu Amir’e yazdırdığı bir de mektup verdi. Öğretmenler heyetini oluşturan bu tebliğcilerin tamamı, Suffe’de yetişmiş alimlerdi.Yola çıkan heyet, Biru Maune denilen yere kadar gelmişti. Burada, kafilenin başkanı Münzir, efendimiz tarafından kendisine teslim edilmiş mektubu, arkadaşlarından biriyle Tufeyl oğlu Amir’e gönderdi. Ancak bu alçak şahıs mektupta neler yazıldığına bile bakmaksızın, mektubu getiren sahabiyi şehid etti. Heyetteki diğer Müslümanları da pusuya düşürerek katletmek için kavminden yardım istedi. Reisleri Ebu Bera’nın hatırını sayan Amiroğulları, onun bu cinayet çağrısına kulak vermediler. Bu durum karşısında Amir, civardaki başka kabile oymaklarını yardıma çağırdı. Onlardan topladığı askerlerle birlikte güzide öğretmenler heyetini pusuya düşürdü. Kahramanca karşı koymaya çalışan öğretmenlerin tamamını zalimce kılıçtan geçirdi. Olay öncesinde, iki kişi develeri otlatmak için kafileden biraz uzaklaşmışlardı. Zalimlerin hışmından bu iki Müslüman’da kurtulamadılar. Biri öldürüldü, diğeri de esir alındı. Daha sonra serbest bırakılan bu esir, acı haberi Medine’ye ulaştırdı. Medine’ye dönüşünde yolda Amiroğulları’ndan iki adamla karşılaşmıştı. Arkadaşlarını pusuya düşürüp öldüren kabileden olmaları sebebiyle fırsatını bulup, bu iki kişiyi öldürdü. Ancak bu iki şahıs, daha önce Peygamberimiz ile görüşmüşler ve ondan eman-güvence almışlardı. Bu nedenle onların diyetleri ödendi. Bu diyet konusu, Beni Nadir gazasına neden olacaktır.

Müslümanların başına gelen her musibette olduğu gibi, Yahudiler ve münafıklar bu facialara da sevindiler.

***

Kurayza ve Kaynuka gibi bir diğer Yahudi kabilesidir Nadir kabilesi de. Kudüs’ün MS 70’te Titus tarafından işgali sırasında bölgeden kaçarak Medine civarına yerleşen üç yahudi kabilesinden biridir. Soylarının Harun peygamberden geldiğini iddia ederler. Diğer Yahudi kabilelerine göre daha üstün durumdadırlar.  Hicretten sonra hazırlanan Medine anayasasına yine Evs kabilesinin müttefiki olarak katılan Beni Nadir kabilesi şehrin dış taraflarında oturuyor ve yahudiler arasında en kalabalık grubu oluşturuyordu. Önceleri Resulullah’a karşı bir hareketlerine rastlanmayan Nadir yahudileri, Bedir savaşının ardından Kaynuka kabilesinin şehirden sürülmesine, ayrıca kendi kabilelerinden müslümanlar aleyhine kışkırtıcı şiirler söyleyen ve yıkıcı faaliyetlerde bulunan ünlü şairleri Kab b. Eşref’in öldürülmesine çok kızdılar. Buna rağmen aynı zamanda korkuya kapılarak efendimiz ile yeni bir antlaşma yaptılar. Fakat daha sonra Uhud savaşının hazırlıkları sırasında Ebu Süfyan’a müslümanlar hakkında istediği bilgileri verdiler. Uhud savaşında İslam ordusunun tam bir üstünlük sağlayamamasından aldıkları cesaretle de müşriklerin  efendimizi öldürme teklifini olumlu karşılayıp antlaşmalarını bozma eğilimine girdiler.  Yahudi Nadir kabilesinin Medine’den sürülmesine sebep olan olaylar haklı gerekçelere dayanmaktadır.

Meydana gelen Biru Maune hadisesinde yetmiş İslâm davetçisinin tuzağa düşürülüp Kılıçtan geçirilmesi esnasında kurtulanlardan Amr Damri, olayı efendimize haber vermek üzere Medine’ye dönerken yolda kendilerine saldıranlardan olduklarını zannettiği Amir kabilesinden iki yeni müslümanı, Müslüman olduklarını bilmeden öldürmüştür. Bu yanlışlık karşısında öldürülenlerin diyetlerinin ödenebilmesi için Peygamberimiz bir grup arkadaşıyla birlikte Nadiroğulları’na giderek aralarındaki mevcut anlaşma gereği diyete katılmalarını istemiştir. Onların kendi paylarına düşen kısmını toplamak için hazırlık yapmaları sırasında bir duvarın dibine oturup beklemeye başlamıştı. Ancak Nadirliler bunu fırsat bilmişler ve üzerine büyük bir taş yuvarlayarak onu öldürmeye çalışmışlardı.

Ayrıca efendimizi öldürmeleri konusunda Kureyş’ten aldıkları teklif üzerine ona bir mektup yazarak İslâm’ı kabul etmeleri için üç arkadaşıyla birlikte gelip kendilerinin çıkaracağı üç hahamla tartışmasını istemişler ve üç haham yerine bir suikast ekibi hazırlamışlardı. Peygamberimiz her iki olayda da, Nadir yahudilerinin kendisini öldürmeye teşebbüs ettiklerini öğrenmiştir. Bunun üzerine onlara haber göndererek on gün içinde Medine’yi terketmelerini, aksi halde yakalananların öldürüleceğini bildirmiştir. Yahudiler, önce şehri terketmek için hazırlıklara başladılarsa da başkaca yerlerden destek geleceği haberi aldıklarından daha sonra da yerlerinden çıkmayacaklarını ve savaşa hazır olduklarını ilan ettiler.

Savaş hazırlıklarını tamamlayıp yola çıkan Efendimiz önce diğer Yahudi kabilelerinden olan Kurayza’nın üzerine giderek onlarla bir tarafsızlık antlaşması yaptı. Ardından Nadir’in oturduğu yeri kuşattı.

On beş gün sonra kuşatmanın şiddetinden daralan Nadir yahudileri, bekledikleri yardım da gelmeyince develerinin yüklenebildiği kadar yükle Medine’den ayrılma talebinde bulundular. Talepleri kabul edilince bir kısmı 600 deve yükü ile Suriyetarafına, daha az sayıdaki bir kısmı da Hayber’e gidip yerleştiler. Hayber’e yerleşen Nadir yahudileri kısa sürede tekrardan bir tehdit unsuru ve fitne kaynağı haline geldiler. Sonuçta da Hendek savaşının düzenleyicisi oldular.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HENDEK SAVAŞI

   

Hicretin beşinci yılındayız. Kureyş müşrikleri aslında Uhud savaşında başarılı olmuşlardı ama umdukları şekilde müslümanların gücünü kıramamışlardı. Tam tersine müslümanlar Medine’deki birlik ve beraberliklerini sağlamlaştırmış, askeri bakımdan daha güçlü bir duruma gelmişlerdi. Medine’de sürekli problem çıkaran Yahudi Nadir kabilesi sürülmüş; doğuya ve kuzeye yapılan seferlerle kesin zaferler alınmış, müslümanların gücü ve etkinliği gün geçtikçe daha da büyümüştü. Neticede Mekke müşriklerinin Mısır, Suriye ve Irak yönündeki kervan yolları tamamen kapatılmıştı.Müslümanların bölgeye hakim bir güç olmaya başlaması İslam’a katılanların sayısını hızla artırmıştı. 

Süreç  müslümanların sosyal hayatlarını düzenleme ve yerleştirme yolunda önemli adımlar atmasına fırsat tanımıştı. İslam’ın bu gözle görülür güçlenişi karşısında tedirgin olan ve müslümanların başlıca düşmanlarından olan yahudiler, düşmanca hareketlerine alabildiğince hız verdiler. Özellikle yakın zamanda Medine’den sürülen Nadir kabilesi bütün çevrede İslam aleyhinde sürekli propaganda yapıyordu. İslam’ın güçlenmesini önlemek için de müslümanlara kesin bir darbe vurmanın fırsatını kolluyordu. Bu çalışmaları neticesinde, yahudiler kendi aralarında görüş birliği sağlayarak Kureyş ve diğer müşrik kabilelerle birleşmenin yollarını aramaya başlamışlardı.

Yahudilerden oluşan bir heyet Mekke müşriklerine gelerek kışkırtıcı çalışmalardan sonra Kureyş’e ortak düşmanları olan müslümanlara birlikte saldırmayı Allah’ın elçisini, dolayısıyla da İslam’ı ortadan kaldırmayı teklif ettiler. Ticaret yollarının kesilmesiyle ekonomik bir çıkmaza düşen ve içlerinde hala Bedir’in acısını taşıyan Mekke’li müşrikler bu teklifi olumlu karşıladı.

Yahudiler Kureyş’le anlaştıktan sonra Necid’e giderek Benu Süleym ve Gatafan kabilelerini de bu işbirliğine  katkı vermeye çağırdılar. Gatafan kabilesini Hayber’in bir yıllık hurmasının yarısı karşılığında müslümanlara karşı savaşmaya razı ettiler. Arkasından diğer Arap kabilelerini dolaşarak putperestliğin İslam’dan üstün olduğunu, fakat müslümanlarla savaşılmadığı takdirde putperestliğin sonunun yaklaştığı propagandasıyla savaşa kışkırttılar. Bu çalışmalarının sonunda bir kısım Arap kabilelerini savaşa ayrıca ikna ettiler. Savaş hazırlıklarına başlayan Kureyş, üçyüz at, bin beşyüz devenin bulunduğu dörtbin kişilik bir ordu donattı. Buna Yahudi ve diğer Arap kabilelerinin kuvvetleri de eklenince yaklaşık onbin kişilik bir ordu meydana geldi. Bu büyük ordu İslam’a son ve öldürücü darbeyi vurmak umuduyla Medine’ye yöneldi. Arap yarımadası o güne kadar böyle büyük bir orduya şahit olmamıştı.

Efendimiz de şer ittifakının  girişimini haber alır almaz derhal bir savaş meclisi topladı. Mecliste düşmana karşı ne gibi tedbirler alınması, nasıl bir savaş taktiği izlenmesi gerektiği konusunda görüş alış verişinde bulundu.  Ashabın çoğunluğu Medine’yi içerden savunmanın uygun olacağı görüşünde idi. Selman-ı Farisi de, “Bizde bir şehir üstün kuvvetlerle kuşatıldığı zaman daima çevresine bir hendek kazılır ve şehir bu şekilde savunulur” şeklinde görüş bildirince efendimiz de bu görüşü uygun görerek savunma planının bu doğrultuda hazırlanmasını emretti. Düşmanın geleceği yöne kazılacak hendekle şehrin koruması esas alınacaktı.  Zaten şehrin diğer tarafı dağ ve hurmalıklarla çevriliydi.

Efendimiz  zaman kaybetmeksizin, ileri gelen arkadaşlarıyla birlikte keşfe çıkarak hendek kazılması gereken yerleri bir bir tesbit etti. Düşmanın saldırısına açık bulunan yerlerin tesbitinden sonra bütün müslümanlar toplanarak hendek kazma çalışmalarına bütün gayretleriyle başladılar.  Mevsim kış olduğu için çalışmak oldukça güç ve yorucuydu. Buna rağmen müslümanlar büyük bir coşkuyla çalışıyor, hep bir ağızdan “bizler ömrümüz oldukça Muhammed’le birlikte savaşa devam etmek üzere biat etmişizdir” anlamında mısralar okuyorlardı.  Efendimiz de coşkuyla çalışan arkadaşları ile birlikte toprak kazıyor, taşıyor, onlarla bir ağızdan şu anlamdaki beyitleri okuyordu: “Allah’ın lütfu ve hidayeti olmasaydı biz ne hidayete erer, ne sadakalar verir, ne de ibadet ederdik. Rabbimiz! Bizi huzur ve sükuna erdir. Düşmanla karşılaşırsak bize dayanma gücü ver. Bize saldıranlar fitne çıkararak fesat peşinde koşuyorlar. Biz ise onlara karşı koyuyoruz.”

Münafıklar ise işlerini ağırdan alıyor ve çeşitli mazeretler üreterek çalışmak istemiyorlardı. Bu şekilde iki hafta boyunca süren gayretli çalışmanın sonunda Medine çevresinin gerekli yerleri hendeklerle kuşatılmış, hendeklerden çıkan topraklar ise iç tarafa yığılarak siperler oluşturulmuştu. Hendek kazma çalışmaları biter bitmez savaşabilecek durumdaki bütün müslümanlar toplandı. Müslüman mücahitlerin sayısı ancak üçbindi ve otuz altı da atları vardı. Mücahidler gruplar halinde siperlerin gerisine yerleştirildi. Ebu Süfyan komutasındaki ordu da Medine’nin Batısından, Necid kabileleri de Doğudan Medine önlerine kadar geldiler. Kafir Kureyş ordusu Medine’nin kuzeyinden dolaşarak Uhud dağı mevkine geldi. Ortalığı boş görünce evvelce Uhud savaşında aldıkları yere doğru yaklaştılar. Burada diğer kuvvetlerle birleşerek Uhud-Medine yolu üzerinde kararlı bir şekilde ilerlemeye başladılar. Nihayet Resulullah’ın hendekler gerisinde görülen çadırlarının karşısına gelerek onun karşısında yerlerini aldılar .

Müşrikler çevrede müslümanları göremeyince hırsla Medine üzerine saldırmaya başladılar. Fakat asla beklemedikleri bir durumla karşılaşmışlardı. Müslümanlar tarafından kazılan hendeklere gelir gelmez ne yapacaklarını şaşırdılar. O zamanlar böylesi korunaklı savunma düzeni Araplar tarafından bilinmiyordu. Efendimizin bu değişik savunma yöntemi müşrikleri bir kez daha hayret ve şaşkınlık içinde bıraktı. İçlerinden bazıları atlarını hendekler boyu sürerek karşıya geçmek için bir geçit aradılar. Fakat hendek gayet derin kazılmış olduğu için asla geçmeyi başaramadılar. Bu arada hendek gerisinde siperlenen müslümanlar düşmanı ok ve taş yağmuruna tutmaya başladılar. Düşman süvarileri  çaresiz kalmışlardı. Aynı çaresizlikle Müşrikler bir aya yakın bir süre hendek gerisinde kaldılar. İki taraf arasında herhangi fiili bir savaş olmadı. Cephede karşılıklı ok atmaktan başka ciddi bir hareket olmadı.

Müslümanlar arada sırada saldıran düşmanı siperlerde karşılayarak şehrin savunma süresini uzatıyorlardı. Bu esnada Müslümanlarla anlaşma içindeki Yahudi Kurayza kabilesinin aralarındaki anlaşmayı bozarak geceleyin Medine üzerinde baskın yapmak için hazırlandıkları söylentisi yayıldı. Bu haber müttelik ordulara göre oldukça zayıf olan müslümanlar arasında büyük bir endişeye neden oldu. Efendimiz durumun açıklığa kavuşturulması için Kurayza kabilesine birisini gönderdi. Kurayzalılar’ın gerçekten anlaşmayı bozmuş oldukları anlaşıldı.

Kuran düşmanın gelişini ve durumun vehametini Ahzab suresinde “Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi. Gözler dönmüş, yürekler ağızlara gelmişti. Allah için çeşitli tahminlerde bulunuyordunuz” diyerek açıklar.

Bu durum karşısında zaman geçirilmeden ortaya çıkan yeni duruma uygun tertibatlar alınıldı. Şehir içinde ve savunma hattı çerçevesinde güvenlik önlemleri daha da artırıldı. Geceleri düşmanın ani bir baskın yapmasını önlemek amacıyla devriye kolları çıkarılmaya başlandı.

Gece basar basmaz bütün devriye görevlileri görev yerlerine dağılıyor, efendimizde savunma hattının en zayıf noktasında bekliyordu. Geceleri çok soğuk olduğu için savaşın zorlukları kendisini daha ağır biçimde hissetirmesine rağmen Müslümanlar inançla ve sabırla görevlerini yerine getiriyorlardı. Durumdan istifade etmeye çalışan  münafıklar da boş durmuyor bir takım teşvikler ve aldatıcı sözlerle imanı zayıf kimseleri kandırmaya çalışıyorlardı. Kuran bu duruma El Ahzab suresinde “İki yüzlüler ve kalplerinde hastalık olanlar” Allah ve Resulü size sadece kuru vaadlerde bulundu” işaret ediyordu. 

Kuşatma  süresince müşrikler hiçbir sonuç alma başarısını gösteremediler. Kuşatmanın devamı sabahlara kadar siperlerde bekleyen müslümanları oldukça kötü etkiliyordu. Şehrin dışarıyla bütün bağlarının kestirilmiş olması dolayısıyla yiyecek sıkıntısının başlanmasına neden oldu. Münafıklar bu durumdan güç alarak fitneye sebep olacak yersiz konuşmalarını çoğalttılar. Kuran Ahzab suresinde Müslümanların durumlarını tasvir ediyordu. “İşte orada mü’minler denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya uğramışlardı.” Meydan savaşlarına alışmış olan müslümanlar düşman karşısında hiçbir şey yapmadan beklemekten sıkılmaya başlamışlardı. Mevsimin şiddeti bu durumu daha da etkiliyordu. Özellikle geceleri çıkan soğukta devriye görevini yapanlar fazlasıyla ızdıraptaydılar. Hatta hayvanlarına yedirecek birşey bulamaz hale geldiler. Müslümanların direnci yavaş yavaş kırılmaya yüz tutmuştu. Diğer yandan düşman ordusu baskısını giderek arttırıyordu. Değişik yönlerden peşpeşe saldırılarda bulunsalarda hendeği aşamayarak çaresiz geri dönüyordu. Kuşatmanın olağanüstü şiddet kazandığı bir sırada müşrikler ne pahasına olursa olsun hendeği aşmaya karar verdiler. Savaşçılıktaki büyük ustalığı ve Kahramanlığıyla şöhret kazanmış olan bir kısım isimleri ileri sürdüler. Onlardan biri olan Amr bin Abdived ve yanındakiler binbir güçlükle de olsa hendeği aşmayı başardılar.

Amr atını ileriye sürerek müslümanlardan kendisiyle savaşacak bir savaşçı istedi. Amr birçok savaşlarda bulunmuş, yiğitlik ve gözüpekliği sayesinde birçok birlikleri dağıtmış gayet usta bir silahşor, çevik bir süvari olduğundan, onunla dövüşmeye kim cesaret edebilirdi ki? Nitekim müslümanlardan da kimse onun isteğine cevap veremedi. Yalnızca Ali, Amr’a karşı çıkmak için efendimizden izin istedi. Fakat Resulullah izin vermedi. Amr tekrar ileriye atılarak müslümanlara hitaben; “İçinizden kahramanlık meydanına çıkacak kimse yok mu? Hani ölenlerinizin gideceğini söylediğiniz Cennet?” diye küçümseyerek bağırdı. Müslümanlardan yine ses çıkmayınca Ali ikinci defa izin istedi. Resulullah kendi zırhını çıkarıp Ali’ye giydirdi, beline zülfikar’ı taktı ve ellerini açarak “Rabbim!  Amcam Übeyd Bedir’de, Hamza Uhud’da şehid oldular. Ali ise kardeşimdir ve amcamın oğludur. Onu koru, beni kimsesiz bırakma. Sen Varislerin en hayırlısısın” diye dua ederek uğurladı.

Amr’ın karşısına cesaretle çıkan Ali kendisini tanıttı. Amr, Ali’nin gençliğini ve babasıyla olan dostluğunu ileri sürerek onunla savaşmak istemedi. Ali ise kendisiyle savaşmayı ve onu öldürmeyi arzuladığını bildirdi. Ya müslüman olmasını, ya savaşı bırakıp gitmesini, yada kendisiyle dövüşmesini teklif etti. İlk ikisini reddeden Amr dövüşmeyi seçti. İlk saldırı Amr’dan geldi. Vurduğu kılıç darbesi Ali’nin kalkanını parçalayarak başından yaralanmasına neden oldu. Hamle sırası kendisine geldiğinde Ali indirdiği darbe ile Amr’ı cansız yere yuvarladı. Müslümanlar sevinçle tekbir getirirken müşrikler bir kez daha büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Bir kaç hengame daha gerçekleşti orada. Durum müşriklerin aleyhineydi. Müslümanlar morallenmişlerdi. Bu kötü sonuç karşısında Ebu Süfyan her zaman olduğu gibi yine çaresizce ordugahına döndü. Ertesi günü Kurayza kabilesi de safını seçerek düşman ordusuna katıldı. Müttefikler böylece kuvvet kazanınca bir kat daha cesaretlenerek saldırılarını sıklaştırmaya, baskılarını arttırmaya başladılar. Ok ve taşlar atılarak mücadele akşama kadar sürüp gitti. Karanlık basınca müşrikler ordugahlarına tekrardan çekildiler. Genel bir saldırı düşüncesi müslümanlar arasındaki endişeyi artırmaya devam ediyordu.

Bu arada savaşın yönünü değiştirecek önemli bir olay oldu. Düşman saflarında iken müslüman olan Nuaym Sakafi gizlice efendimizin safına katıldı. Bu durum müşriklerle Kurayza Kabilesinin arasını bozmak için iyi bir vesile oldu. Peygamberimiz ona Kurayza ile müşriklerin arasını açması için talimat verdi. Nuaym’ın İslam’a girdiği bilinmediği için rahatça Kurayza lideri Kaab b. Esed’in yanına gitti. Kaab’ın yanında daha başka Yahudi liderleri de bulunuyordu. Onlara yahudilere bir iyilik etmek isteğini söyleyerek Kureyş ve Gatafan kabilelerinin artık savaştan usandığından söz etti. “Hatta daha fazla zahmet çekecek olurlarsa sizi bırakıp gidecekler. O zaman siz İslâm ordusuna karşı koyamazsınız. Bu tehlikeyi önlemek için Kureyş ve Gatafan kabileleri ileri gelenlerinden birkaç kişiyi rehin almanızı öneririm” dedi. Yahudiler bu gelen haberden son derece memnun oldular.

Nuaym, oradan ayrılarak  Ebu Sufyan’ın ordugahına geldi. Sufyan’a Kurayzalıların Müslümanlarla yaptıkları  anlaşmayı bozduklarından dolayı pişmanlık duyduklarını ve anlaşmayı gizlice yenilediklerini, hatta suçlarını affettirmek için Kureyş ve Gatafan liderlerinden birkaç kişiyi rehin alarak müslümanlara teslim etmeyi düşündüklerini söyledi. Bu haber Ebu Süfyan’ı  Kurayzalılar’a karşı şüpheye düşürdü. Hemen Kurayza liderine haber göndererek kuşatmanın çok uzadığını, askerin açlıktan şikayet ettiğini bu nedenle ertesi günü genel bir saldırı ile bu duruma bir son verilmesi gerektiğini söyledi. Gelen habere karşılık Kurayzalılar, Kureyş ve Gatafan ileri gelenlerinden birkaç kişi rehin verilmedikçe kendilerine güvenemeyeceklerini bildirdiler. Kureyş ve Gatafan liderleri bu gelen cevabı işitince Nuaym’ın sözüne hak vererek rehin vermediler. Kurayza kabilesi ise onların tavrının Nuaym’ı doğruladığını görünce müttefiklerden ayrılarak onları kaderleriyle kendi başlarına bıraktılar.

Kuşatma yine sürüyordu, ama eski şiddetini kaybetmişti.  Allah’ın Müslümanlara olan yardımı bu kez şiddetli bir rüzgar ile gerçekleşti. Bu soğuk, dondurucu bir rüzgardı. Tozları, toprakları müşriklerin gözlerini dolduruyordu. Rüzgar, onları kendi başlarının derdine düşürmüştü. Şiddetli rüzgar çadırlarının bezlerini, derilerini yırtıyor, direklerini söküyor, sergileri kumlara gömüyor, yakılan ateşleri söndürüyor, develeri-atları birbirine karıştırıyor, hiç kimse kimsenin yardım için yanına gidemiyordu. Müşrikler ordugahlarından devamlı karşı cepheden yükselen  tekbir sesleri, silah şakırtıları duyuyorlardı. Kalplerine büyük bir korku düşmüş, amansız bir paniğe kapılmışlardı.

Kuran sonradan bu olayı müminlere Ahzab suresindeki şu ayetleriyle açıklamıştır. “Ey mü’minler. Allah’ın size olan nimetini anın. Hani üzerinize ordular gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgar ve görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı görüyordu.”

“Allah kâfirleri öfkeleri ile geri çevirdi. Hiçbirşey elde edemediler. Savaşta iman edenlere Allah’ın yardımı kâfi geldi. Allah güçlüdür, herşeye galiptir”

Gece boyunca devam eden fırtına, sabahleyin biraz sakinleşmişti. Ebu Sufyan ansızın ortaya çıkan bu büyük felaket üzerine Kurayza kabilesinin ordudan ayrıldığını ve orduda ayrılık çıktığı bahanesiyle de kuşatmayı sona erdirerek geri çekilme emrini verdi. Müşrikler başarısızlıklarından doğan umutsuzluk ve sıkıntı içerisinde hızla yine gerisin geriye  dönmeye başladılar.

Kureyş ordusu Mekkeye, Gatafan kabileleri Necid’e doğru yol alırken müslümanlar savunma hattından çıkarak düşman ordugahına vardılar. Düşmanın telaş ve heyacan içinde geri çekilirken bırakmış olduklarına el koydular. Elde edilen bu ganimet vasıtasıyla kuşatmanın ortaya çıkardığı kıtlık ortadan kalkmıştı. Efendimiz  müslümanlara “Ey İslam mücahidleri! Emin olunuz ki bu zafer sizin için ölümsüz bir başarıdır. Bundan böyle Kureyş kabilesi size değil, siz Kureyş’e saldıracaksınız” diye buyurdu. Bu sözleriyle müşriklerin bütün gücünün tükendiğini, artık müslümanların zafer yollarının ilelebet açıldığını da müjdelemiş oluyordu.

İslam ordusu vakit kaybetmeksizin  ihanet eden Beni Kureyza Yahudilerinin üzerine yürüdü. Derhal harekete geçip Kureyza kabilesinin bulunduğu kale kuşatma altına alındı. Peygamberimiz onları önce İslam’a davet etti. Yahudiler yapılan bu teklifi kabul etmediler.  Efendimiz bu kez  “Öyle ise, Allah’ın ve Resulünün emrine boyun eğerek kaleden inip teslim olunuz.”  dedi. Yahudiler yapılan bu teklifi de şiddetle kabul etmediler.  Bir ay süren kuşatmadan sonra Kureyza kabilesi bu kez Efendimiz ‘den, haklarında hüküm vermek üzere bir kimseyi hakem tayin etmesini istediler. Efendimizde “Ashabımdan istediğiniz kimseyi siz hakem seçiniz.” dedi Yahudilerin bu tekliflerine cevaben.  Onlar da daha önceden Medine’de meşhur kabile reislerinden olan Sad bin Muaz’ı istediler. “Biz Sad bin Muaz’ın vereceği hükme razı oluruz.” dediler. Sad bin Muaz, Hendek Savaşında ağır yara almıştı. Sedye üzerinde Yahudilerin istediği hükmü vermek üzere oraya getirildi. Sad, Yahudilerden, vereceği hükme razı olacaklarına dair kesin söz aldı. Her iki taraf da verilecek hükmü merakla beklemeye başladılar. Sad onlara verilecek hükmü kendi kitaplarından belirledi. Bu kesin hüküm karşısında, Yahudiler donup kaldılar. Çünkü, kendi kitaplarında, azgınlık yapanlara verilecek ceza apaçıktı.

“Şehrin birine harb etmek için vardığında, onları sulha davet et. Bunu kabul edip, kapılarını açarlarsa, içindekilerin hepsi, sana haraç versinler ve hizmet etsinler. Şayet, harb etmeye karar verirlerse, onları kuşat. Allah’ın ihsanı ile, onlara galip geldiğin zaman, erkeklerinin hepsini kılıçtan geçir. Kadınlarını, çocuklarını ve mallarını ganimet olarak al!..” (Tesniye/Yasanın tekrarı, 10-14)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HUDEYBİYE ANLAŞMASI

 

628 yılının Mart ayıydı. Efendimiz gördüğü bir rüya üzerine yaklaşık 1500 Müslümanla birlikte umre yapmak için Medine’den Mekke’ye doğru yürüdü. Hudeybiye köyünün yakınlarına vardıklarında Müslümanlar burada kamp kurdular. Mekkeli müşrikler, Müslümanların umre amacıyla Mekke’ye geldiklerini bilmelerine rağmen onları Mekke’ye sokmamaya karar verdiler. Bu amaçla Halid bin Velid kumandasında 200 kişilik bir süvari birliğini gönderdiler. Efendimiz de bunun üzerine,  Osman’ı elçi olarak Mekke’ye yolladı.

Mekkeliler tarafından önce iyi karşılanan Osman, amaçlarının umre ziyareti olduğunu belirtmesine rağmen Mekkeliler, Müslümanların gelmesine izin vermedikleri gibi elçiye de sert tepki gösterdiler, hatta hapsettiler. Müslümanlar arasında onun şehit edildiği haberleri yayıldı. Bunun üzerine Peygamberimiz müşriklere karşı savaş kararı aldı. Bu karara binaen sonraları “Rıdvan Ağacı” denilecek yerde efendimize biat ettiler.

Müşrikler tarafından gönderilen birlik Müslümanlarca esir alındı. Bunun üzerine Kureyşliler anlaşmaya razı oldu ve Süheyl bin Amr’ı da barış için elçi olarak gönderdiler. Yapılan tartışmalardan sonra  Ali tarafından kaleme alınan anlaşma metni peygamberimiz ve Mekkelileri temsilen Süheyl bin Amr tarafından imzalandı. Hudeybiye Antlaşmanın süresi on yıldır olacaktı. Daha önce alınan esirler ve sonrası için karşılıklı serbest bırakılacaktı. Müslümanlar Kabe’yi bu yıl ziyaret edemeyeceklerdi. Ancak bu ziyaret, bir sonraki yıl yapılacaktı. Gelecek yıl ziyarete gelenler, Mekke’de üç gün kalacak, o zaman içinde müşrikler Mekke dışına çıkacaklar,  Müslümanlarla hiçbir şekilde temas kurmayacaklardı. Kureyşlilerden biri, Müslüman olarak da olsa, Medine’ye sığındığı takdirde iade edilecek, ama Medine’den Mekke’ye sığınanlar iade edilmeyecekti. Diğer Arap kabileleri ise dilerlerse Müslümanların tarafına, dilerlerse Kureyşlilerin safına katılabileceklerdi. Bu anlaşma ile Mekkeliler, Müslümanların siyasi varlığını, dolayısıyla İslam devletini resmen kabul etmiş oldular. Barış ortamının oluşması ile İslam’a katılımlar hızlandı. Bir şekilde yakında herçekleşecek olan Mekke’nin fethi kolaylaşmış oluyordu.  Müslümanlar, yapılan barış antlaşmasının hikmetini ilk anda kavrayamadıkları için gösterdikleri memnuniyetsizlik içindeydiler. Ancak inen Fetih suresi müjde içeriyordu.

“(Ey Resulum!) Muhakkak ki Biz Sana apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, Senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlayacak; Sana olan nimetini tamamlayacak ve Seni (daima) doğru yola götürecektir. Ve Sana şanlı bir zaferle yardım edecektir.”

Fetih Suresi, müminlere Hudeybiye ile birlikte açılmış bulunan zafer kapılarının müjdelerini veriyordu. Çok geçmeden müjdeler birer birer gerçekleşmeye başladı: Civar kabileler, Resulullah’ın Kabe’yi ziyaret için çıktığı bu yolculuğu, “dönüşü olmayan bir yolculuk” diye vasıflandırmışlardı. Fakat Allah’ın elçisinin en ufak bir zarara dahi uğramadan sağ salim geri döndüğünü görünce, telaşlandılar. Allah onların bu halini Fetih Suresindeki ayetlerinde ortaya koymuştur.

“Aslında siz, Peygamber’in ve müminlerin, ailelerine bir daha geri dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu sizin gönüllerinize güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve helaka layık bir topluluk oldunuz. Kim Allah’a ve Resulu’na iman etmemişse bilsin ki Biz, kafirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.”

O gün Hudeybiye’de müşriklerle yapılan sulh antlaşmasında alınan bazı kararlar, görünüşte Müslümanların aleyhine idi. Ta ki Fetih Suresi inerek bu işteki yüksek hikmetler ve müjdeler bildirildi. Sonradan anlaşıldı ki, ilk nazarda yenilgi ve kahır zannedilen bu geri dönüş, açık bir zafer ve fetih imiş. Bakara Suresinde “…Bazen siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o sizin için bir hayırdır. Bazen de bir şeyi sever, istersiniz, halbuki o sizin için bir şerdir. Allah bilir, siz bilmezsiniz..” diye buyurulduğu gibi.

Bu antlaşma ile oluşan barış ortamında birçok kimse İslam’la şereflenmiş, iki sene süresinde Müslüman olanların sayısı, o zamana kadar Müslüman olanların toplam sayısını geçmiştir.

Doğrudur; belki o sene Müslümanlar umre yapamayacaklar veya bazı ağır şartlara sabretmek durumunda kalacaklardı. Fakat bunun ardından sökün edip gelecek olan kazançlar çok daha büyük olacaktı. Çünkü bu antlaşma ile İslam’ın varlığı resmen tanınmıştı. Neticede bir sene sonra Kabe ziyaret edilecekti. Arap kabilelerinden isteyenler Müslümanların himayesine geçebilecekti. Bu ise aslında Kureyş’in nüfuzunu kaybetmesi ve İslam davetinin rahatça yapılması demekti. Allah’ın elçisinin bu barışı tercih sebeplerinden biri de Mekke’de o sırada Müslüman olmuş, fakat bunu durum gereği açıklayamamış birçok kimsenin bulunmasıydı.

Şayet müşriklerle aralarında bir çatışma olsaydı, bunların açığa çıkma ve dolayısıyla öldürülme ihtimalleri vardı.  Hudeybiye barışının şartlarına yüzeysel olarak bakınıp sevinen müşrikler, aslında farkında olmadan müminlerin önünü tıkayan engelleri kendi elleriyle kaldırmış, onları kendilerinden daha üstün bir konuma koymuşlardı. Efendimizin dışında hemen her sahabinin de bu antlaşmayı kendi aleyhlerineymiş gibi görerek kabule yanaşmamaları ise müşriklerin gözlerini daha da perdelemiş, büyük bir başarı kazanma tavrıyla şartları çekinmeden imzalamışlardı. Ancak başlangıçta sırrı müminlere bile kapalı olan bu barışın gerçek içeriği, maddeler uygulandıkça yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu müddet içinde, müşriklerin ileri gelenlerinden Amr bin As, Halid bin Velid ve Osman bin Talha gibi kimseler Müslüman olmuşlardı. Resulullah Hudeybiye’ye giderken bin beşyüz kişiyle yola çıkmıştı. Bundan iki yıl sonra, Mekke’nin fethinde ise yanında on iki bin Müslüman bulunur. Öyle ki, Hudeybiye’den Mekke fethine kadar ki iki senede zarfında Müslüman olanların sayısı, Hudeybiye’ye kadar geçen on dokuz senelik İslami davet neticesinde Müslüman olanların sayısından daha fazla olmuştur.

İlk başlarda Efendimize gönül koyanlar “Beytullah’ı tavaftan alıkonulduk, kurbanlarımızın Harem’de kesilmesine mani olundu. Müslüman olarak bize gelip sığınan iki kişiyi de Resulullah geri verdi. Bu nasıl fetihtir?” diyerek söyleniyorlardı.

Efendimiz bu anlaşmayı  bir Fetih olarak tarif ediyordu oysa. “Evet! Bu anlaşma en büyük fetihtir. Müşrikler sizin, kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize razı olmuş, gidip gelirken de emniyet ve selamet içinde bulunmanızı istemiştir. Onlar şimdiye kadar istemedikleri, hoşlanmadıkları İslam’ı, böylece sizlerden görecek ve öğrenecekler. Allah sizi muzaffer kılacak, gittiğiniz yerden salimen ve kazançlı olarak döneceksiniz. Bu ise fetihlerin en büyüğüdür.”

 

 

 

 

 

DAVET MEKTUPLARI

 

Efendimiz Rabbinden aldığı tebliğ ve irşad görevini ve verilmesi gereken mesajları her türlü metoddan istifade ederek bütün insanlığa ulaştırmaya çalışıyordu. Özellikle Arap Yarımadası dışındaki devletlerin yöneticilerine de mektuplar, elçiler vasıtasıyla ulaşmaya çalışmıştır.

O’nun İslam’a davet mektupları, İslam ve dünya tarihi açısından büyük öneme sahiptir. Bizans İmparatorluğu, İran, Mısır, Habeşistan, İslam güneşinin Medine’den yükselişi sırasında Arabistan yarımadasıyla siyasi ve ekonomik yönden yakın ilişkileri olan önemli devletlerdi.

Efendimiz  hicretin 6. yılında Mekke’li müşriklerle yapılan Hudeybiye Antlaşmasından sonra, bu büyük devletler ve bazı Arap kabile başkanlarına gönderdiği mektuplarla İslam’ın tebliğ alanını genişletmeye gayret göstermiştir.

Necaşiye’ Mektup

İlahi tebliğ görevine başladıktan 5 yıl sonra   Muhammed (sav) Mekke’li müşriklerin işkence ve eziyetlerinden bunalan ashabına Habeşistan’a sığınmalarını teklif etti. O sırada komşu ülkelerden sadece Habeşistan karışıklık ve çatışmaların dışında bulunuyordu. İlk olarak, sahabilerin Habeşistan’a sığındıkları esnada Necaşi’ye efendimiz tarafından bir mektup gönderilmiştir. Bir diğeri de hükümdarlara İslama davet mektuplarının gönderildiği sırada…

İlk mülteciler arasında Peygamberimizin amcasının oğlu Cafer, kızı Rukayye ve eşi Osman da bulunmaktaydı.

Efendimiz  Necaşi Ashama’ya gönderdiği mektubunda kendisine çöyle seslenmiştir.

“Allah’ın elçisi Muhammed’den, Habeş’lilerin Kralı Necaşi’ye. Kendisinden başka tanrı olmayan, gerçek Hükümdar (Melik), Mukaddes (Kuddûs), Selâm, Koruyucu, Kurtarıcı olan Allah’ın övgüsünü sana iletirim. Takdir edip şehadet ederim ki Meryem oğlu İsa, Allah’ın Ruhu ve Kelimesidir ve (bu kelime) afife, dokunulmamış Meryem’e bırakılmıştır; böylece o İsa’ya hamile olmuş ve Allah da onu, kendi Ruh ve Nefesinden olmak üzere Adem’i Eli ve Nefesi ile nasıl yarattı ise onu da (öylece) yaratmıştır.

Seni tek olan Allah’a çağırıyorum ki onun hiç bir ortağı yoktur. O’na itaat konusunda karşılıklı yardıma (çağırıyorum); beni takip et, bana uy, bana gelen şeye iman et! Zira ben Allah’ın elçisiyim. Bu duruma göre seni ve etrafındaki askerlerini Kadir ve Azim olan Allah’a davet ediyorum. Nasihat ve sözlerimi kabul etmenizi tavsiye ederim.

Amca tarafından yeğenim olan Cafer’i beraberinde az sayıda bir Müslüman kümesiyle birlikte sana doğru hemen yola çıkarıyorum. O, sana varır varmaz taşıdığın boş ve faydasız gurur ve azameti bir kenara koyup onlara misafirperverlik göster!

Selam, gerçek hidayet yolunu takip eden kimsenin üzerine olsun!”

Müslümanların Habeşistan’a kabulünden sonra Mekkeli müşrikler, mültecilerin buradan çıkarılmaları için hediyelerle birlikte bir elçi heyeti gönderdiler. Hristiyan inancındaki Necaşi’den, ülkesine sığınanların, milletin dinini terk eden ve yeni bir din icad eden boş kafalı gençler olduğunu söyleyerek sürülüp çıkarılmasını istediler.

İltica hakkında ihanet etmeye ve sözünden dönmeye şiddetle karşı çıkan kral, Müslümanları dinlemek üzere huzuruna getirtti. Efendimizin yeğeni Cafer söz alıp Allah’ın içlerinden birini elçi seçip gönderene kadar cahillerden olduklarını, tek tanrı olan Allah’a tapmayı, ibadet etmeyi, sadaka vermeyi, oruç tutmayı, iyi ve güzel fiilleri Muhammmed’den öğrendiklerini anlattı.  Necaşi’nin isteği üzerine Kuran’dan Yahya Peygamber ile İsa Peygamber’in ilahi bir mucize olarak doğumunu, dünyaya gelişini anlatan Meryem Suresinin baş kısımlarını okudu. Önlerinde Kitabı Mukaddes nüshaları olduğu halde bu ayetleri dinleyen Necaşi ve etrafındaki papazlar, her biri aziz ve mukaddes olan bu hususların hiç de beklemedikleri bir şekilde Kuran ayetleriyle doğrulanması karşısında ağlamaya başladılar. Kral, Muhammed’e gelen mesajın İsa’ya gelen ilahi tebliğin aynı kaynaktan geldiğini ifade ederek, müslümanların ülkesinde barış ve huzur içinde yaşamalarına izin verdi. Daha sonra oğlunun aracılığı ile Efendimiz’e bir mektup göndererek, İslam’a girdiğini bildirdi. Necaşi ölünce, gıyabi namazını Medine’de Peygamberimiz kıldırmıştır.

Mukavkıs’a Mektup

Mekke’lilerin ticari ilişkide bulunduğu Mısır, Bizans hakimiyetinde olup Hristiyanlaşmış bir ülke idi. İskenderiye şehri hem siyasi ve hem de dini idarenin başkentiydi. Bizans’daki dini ayrılıklar, sapıklıklar ve kanlı din ayrılıkları yüzünden Mısır’ın Hristiyan yerli halkı Kıptiler Bizans İmparatorunun atadığı Patrik’i tanımayarak kendilerine yerli bir patrik seçmişlerdi. İslam yayılmaya başladığı sırada Mısır’ı işgal eden İran’lılar, Grek patriği kovarak Kıptilerin patriğini işbaşına geçirdiler. “Mukavkıs” isminin, İran egemenliği sırasında Mısır patriğini belirten, Farsça terimin Arapçalaşmış şeklidir. Resulullah’ın İslam’a davet mektubu Mukavkıs’a da ulaştırılmıştır.

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

Allah’ın kulu ve Resulü Muhammed’den Kıptiler’in Büyük Başkanı Mukavkıs’a:

Allah’ın selamı, hidayet yoluna girmiş bulunan kimse üzerine olsun! Buna göre ben seni, tam bir İslam daveti ile (İslam’a) çağırıyorum. İslama gir, sonunda emniyet ve selamet içinde olursun ve Allah sana iki defa sevap verecektir. Şayet bundan kaçınacak olursan, bütün Kıptiler’in günahı senin üzerinde toplanacaktır. Ve (siz) ey (mukaddes) Kitap sahipleri! Gelin, sizinle bizim aramızda ortak olan tek bir kelimede, yani Allah’tan başka hiç bir tanrıya tapmamak, O’na hiç bir şeyi ortak koşmamak, Allah’tan başka aramızdan hiç bir kimseyi amir ve efendi yapmamak (hususunda) birleşelim. Şayet onlar sırtlarını dönüp (bundan) kaçınacak olurlarsa şöyle deyiniz: Siz şahit olun ki kesinlikle bizler, (Allah’a) itaat edip teslim olan müslümanlarız.”

Mukavkıs bu davet mektubuna verdiği cevapta, nazik bir tavırla Arabistan’dan bir Resul çıkış ihtimalini reddetmekle beraber efendimize hediyeler göndermiştir.

Heraklius’a Mektup

Efendimizin, İran’la savaşında Bizans’a karşı yakınlık duyduğunu, önce mağlub olan Bizans’ın on yıldan az bir zamanda galip geleceğini Kuran ayetleriyle haber verdiğin bilmekteyiz. Resulullah, Bizans’ın Ninova zaferinden sonra, Heraklius’a elçi gönderdi. Dihye ismindeki sahabenin Kudüs’de bulunan Heraklius’a teslim ettiği mektubun metni imparatoru şaşırtmıştır.

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den Rum’ların Başbuğu Heraklius’a:

Allah’ın selamı, hidayet yoluna girmiş bulunan kimse üzerine olsun! Buna göre ben seni tam bir İslam daveti ile (İslam’a) çağırıyorum. İslam’a gir, sonunda emniyet ve selamet içinde olursun. Ve Allah sana iki defa sevap verecektir, şayet bundan kaçınacak olursan, köylülerin (yani tebanın) günahları da senin üzerinde toplanacaktır. Ve “(Siz) ey (Mukaddes) Kitap sahipleri!

Gelin, sizinle bizim aramızda müşterek olan bir tek kelimede, (yani) Allah’tan başka bir tanrıya tapmamak, O’na hiç bir şeyi ortak koşmamak, Allah’tan başka aramızdan hiç bir kimseyi amir ve efendi yapmamak (hususunda) birleşelim. Şayet onlar sırtlarını dönüp (bundan) kaçınacak olurlarsa şöyle deyiniz: “Siz şahit olun ki kesinlikle bizler, (Allah’a) itaat edip teslim olan müslümanlarız.”

Hiç beklemediği davet karşısında şaşkına dönen İmparator, Efendimiz hakkında bilgi edinmek üzere o sırada Bizans topraklarında bulunan, henüz Müslüman olmamış Mekke’li tüccarları huzurunda topladı. İslam ve onun peygamberi hakkında bilgi toplamaya çalıştı. O sırada Bizans İmparatorluğunda halk kitleler halinde hem siyasi, hem de dini alanda huzursuzluk içindeydiler. Bu şartlarda Heraklius,“Benim tebam, Hristiyanlığı terketmeye son derece karşıdır, düşmandır. Aksi halde derhal İslamı kabul ederdim.” cevabını vermiştir.

Kisra’ya Mektup

Ateşe büyük saygı ve ululuk gösteren Mecusilik  Arap yarımadasının kuzey, doğu ve güney bölgelerini egenmenliği altında bulunduran İran’ın resmi dini idi. Efendimiz İran İmparatoru Perviz’e elçi göndererek ilettiği mektubuyla onu da İslam’a davet etmiştir.

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!

Allah’ın Resûlü Muhammed’den İran’lıların Büyük Başkanı Kisra’ya:

Hidayet yoluna girip tabi olana, Allah’a, O’nun Resuluna iman edene, Allah’dan başka tanrı olmadığına, onun bir tek ve ortaksız bulunduğuna, Muhammed’in onun Resulü ve kulu olduğuna şehadet edip bunu kabul edene selam olsun! Buna göre ben seni tam bir İslam daveti ile (İslam’a) çağırıyorum. Zira ben, kim olursa olsun can taşıyan herkese belli bir tehlikeyi haber verip bunları uyandırmak ve inanmayanlar üzerinde Allah’ın sözünü gerçekleştirmek için istisnasız bütün insanlara gönderilmiş bir Allah Resuluyum. O halde sen İslam’a gir, sonunda emniyet ve selamet içinde olursun! Şayet kaçınacak olursan, bu halde hiç şüphesiz Mecusilerin günahı senin üzerinde toplanacaktır”

Hitabe kısmındaki ifadeleri imparatorluk şanına layık bulmayan Perviz, öfkeye kapılarak mektubu daha bitirmeden tercümanın elinden alıp yırttı. O öfke ile Yemen’deki valisine, Resulullah’ın derhal İmparatorluk sarayına getirilmesi için özel memurlar göndermesini yazıp emretti. Kisra Perviz’in hakaret içeren tavrı Hazreti Peygamber’e ulaştığı zaman Efendimiz,“Allah da onun hükümdarlığını tam bir yırtılmayla yırtsın.” demekle yetindi.

Yemen valisinin memurları Medine’ye gelip Perviz’in mektubunu ilettiklerinde Efendimiz cevabı ertesi gün hazırlayacağı vaadinde bulundu. Ertesi gün onlara, “Bu gece benim Efendim (Rabbim), senin efendini Şeroeh eliyle öldürttü.” dedi.

Gelen memurlar o günün tarihini not ederek Yemen’e geri döndüler. Gerçekten de İmparator, oğlu Şeroeh eliyle öldürülmüştü. Suikast haberi Yemen’e ulaştığında, İran valisi Bazan ve adamları hemen İslama girdiler, hem de Resulullah’ın bu mucizesini halk arasında yaydılar. Efendimiz Bazan’ı Yemen’in İslam valisi olarak görevlendirdi. Ölümünden sonra da oğlunu aynı makama atadı. Böylece Yemen herhangi bir askeri sefer olmaksızın İslam’a geçmiş oldu.

Gassani Hükümdarına Mektup

Kuzey Arabistan’daki Arap kabilelerinin bir kısmı Bizans’a, bazıları da İran’a bağlı idiler. Bunlar otonom yönetime sahip olup, Bizans ve İran arasındaki savaşlarda tabi oldukları devletin saflarında yer alıyorlardı. Bazıları göçebe özellikteydiler. Bunlardan en güçlüsü Şam bölgesinde yaşayan ve Bizans’a bağlı Gassanlılardı. Hristiyan dini bu bölgede epey yaygındı.

İran’lıların Ninova’da Bizans’a mağlubiyetelerini izleyen günlerde Resulullah komşu hükümdarlara da, onları İslama davet eden mektupla gönderdi. O mektuplardan biride Gassan hükümdarınaydı.

“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla!

Allah’ın elçisi Muhammed’den Haris bin Ebi Şemir’e:

Allah’ selamı, hidayet yoluna girmiş bulunan, Allah’a inanan ve bunu ikrar edenin üzerine olsun! Bilesin ki, senin mülkünün (yani ülken ve krallığının) senin elinde kalması için, hiç bir şeriki ve ortağı bulunmayan bir ve tek’lik sıfatında olan Allah’a inanmaya seni davet ederim.

Resulullah’ın bu mektubuyla Hıristiyanlık duygularının rencide olduğunu düşünen el-Haris Medine’ye bir hücum tertipleme tehdidinde bulunduysa da, Bizans İmparatorundan yardım göremediği için teşebbüsünü gerçekleştiremedi.

Mektuplar Kuran’dan Al-i İmran suresinde yer alan ayetle bitirilmekteydi.

“Geliniz, ya Ehl-i Kitab’a inananlar (Kuran, İncil, Tevrat ve Zebur), doğru söze inanalım, Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’tan başkasına tapmayalım. Eğer onlar kabul etmezlerse şahit olun ki bizler Müslümanız.”

***

Hicretin sekisinci yılıydı. Peygamberimiz, Haris bin Umeyr ‘ı Busra Emiri Gassani’ye İslam’a davet mektubunu sunmak üzere yollamış, ama bu sahabi Gassaniler tarafından şehid edilmişti. Halbuki “Elçiye zeval olmaz” anlayışı gereğince düşman ülkeler bile birbirlerinin elçilerine dokunmazlardı. Peygamberimiz, arkadaşlarına çok düşkündü. Hele ki onlardan birinin başına bir sıkıntı geldi mi ondan çok rahatsız olurdu. Bu sebeple ashabından birinin küstahça öldürülüşüne asla seyirci kalamazdı. Hemen 3000 kişilik bir ordu hazırladı. Ordunun kumandanı Zeyd bin Harise idi. Şayet savaşta şehid düşerse yerine Cafer bin Ebu Talib, o da şehid düşerse Abdullah bin Revaha geçecekti. Düşman önce İslam’a davet edilecekti, kabul etmez ve cizyeye de razı olmazlarsa İslam elçisini öldüren bu canilerle ölümüne  savaşılacaktı. Peygamberimiz orduyu dualarıyla uğurladı.

İslam ordusu Medine’den çıkıp Mute denilen yere  ulaştığında karşılarında Bizans’ın desteğinde Hristiyan Araplardan oluşan 100.000 kişilik bir ordu bulmuşlardı. İslam ordusunun kumandanları düşman ordusunun kendilerine olan hayli kalabaklığını tartıştılar. Hatta geri dönmek için, efendimize haberci yollamak hususunu bile görüştüler. Ancak savaştan yana olan görüş ağır basmış ve iki ordu amansızca karşılaşmıştı.

Zeyd bin Harise şehit düşünce, sancağı, Cafer aldı Cafer’in sağ eli kesildi; bu sefer sancağı sol eliyle tuttu. Sol eli de kesilince sancağı yine bırakmadı; kesik iki elinin kalan kısımlarıyla sıkıştırarak göğsü arasında tuttu. Nihayet o da şehid düştü. Cafer şehit olduktan sonra “Cafer-i Tayyar,Uçan Cafer” diye anılmıştır. Bundan sonra sevgili Peygamberimizin emrine uyularak sancağı, Sahabenin şair sanatçılarında  Abdullah bin Revaha aldı. Efendimizin söyledikleri gerçekleşiyordu. O da şiirler söyleyerek kafirle çarpıştı ve şehadet şerbetini içti. İşte bu sırada askerde genel bir çöküntü doğmak üzereydi ki, askerin hemen hepsinin isteği üzerine Halid bin Velid kumandayı ve sancağı eline aldı. Herkes biliyordu ki, Halid bin Velid gibi yüksek askeri bir dehaydı ve üstün strateji bilgisine sahipti. O bu savaşa bir nefer olarak katılmıştı.

O gün akşama kadar savaş yapıldıktan sonra Halid, ertesi sabaha kadar sağ kanatta bulunan müslüman askerleri sol kanada, sol kanattakileri sağ kanada, arkadakileri öne ve öndekileri arkaya alarak yerlerinde değişiklik yaptı. Böylece düşmana yeni destek kuvvetleri geliyormuş izlenimini vermek istiyordu. Bir yandan da İslam ordusunu kesin hezimete uğramaktan ve bütünüyle kılıçtan geçirilmekten korumak için yavaş yavaş geriye çekiliyordu. Hatta geri dönüşten önceki  bir hücumunda Halid, düşmana bir hayli kayıp verdirmiş ve bolca da ganimet elde etmişti. İşte bu şekilde İslam ordusunu Medine’ye sağ-salim geri getirdi. Peygamber Efendimiz bu savaşı Medine’de, olduğu gibi görmüş ve her safhasını minberden müslümanlara anlatmıştı. Sıra ile kumandanların şehadetini anlattıktan sonra sıra Halid’e gelince “En sonunda sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı “ buyurmuş ve bundan sonra Halid bin Velid’e “Seyfullah” ünvanını vermişti. Halid bin Velid “Mute Savaşında elimde dokuz kılıç parçalandı.” derken Savaşın ne kadar şiddetli geçtiğini vurgulamıştır.

Peygamberimiz bütün ashabını ayırdetmeksizin çok severdi. Bu üç şehid kumandanı ve Habeşistan muhacirlerinden amcasının oğlu Cafer’i de çok severdi. Bir süre, şehitlerin ardından ağladı. Bu sevgi, şefkat, merhametin eseri olan ağlamaktı, yoksa feryat değildi. Nitekim feryat tarzındaki ağlama haberleri kendisine ulaşınca böyle ağlamaktan müslümanları yasakladı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HAYBER’İN FETHİ

 

Takvim, hicretin yedinci yılını gösteriyordu. Daha önce Medine’de oturan Yahudiler, yaptıkları ihanetler ve suikastlar sebebiyle Medine’den sürülmüşlerdi. Kin ve intikam hırsıyla yandıklarından, doğruca Hayber’deki soydaşlarının yanlarına sığınmışlar ve Müslümanlara zarar vermek için fırsat kollamaya başlamışlardı. Artık tek gayeleri vardı; efendimizin hayatına son vermek, İslam’ı ortadan kaldırmaktı. Hayber Yahudileri çevredeki diğer başka Yahudi kabilelerini ve özellikle Gatafanlılardan getirttikleri çok sayıda seçme savaşçıyı Hayber’de hazırlıklara başlattı.

Onlar bu hazırlıkları yaparken, Efendimiz istihbarata vermiş olduğu önem sayesinde Yahudilerin durumlarından haberdar oldu. Abdullah bin Revaha başlarında olmak üzere üç sahabiyi derhal Hayber’de olup bitenleri öğrenmek üzere gönderdi.  Onlarda süratle Hayber’e geldiler. Burası, sekiz kalesi, verimli arazileri, bağ ve bahçeleri bulunan zengin bir şehirdi. Abdullah ve arkadaşları  üç gün Yahudilerin durumlarını, harbe hazırlıklarını yakından incelediler. Sonra da olup bitenleri ve gördüklerini Peygamber efendimize birer birer anlattılar.

Peygamberimiz, Yahudilerle savaşa hazırlanılmasını emretti. Onların Medine’ye saldırmalarını önlemek için, Hayber üzerine gitmeye karar verdiler. Bu kararın alındığını duyunca Medine’deki Yahudiler telaşa düştüler. Müslümanların maneviyatlarını bozmak için, “Yemin ederiz ki eğer siz, Hayber’deki kaleleri, oraya birikmiş yiğit savaşçıları görseydiniz, hiç bir zaman oraya adım atmazdınız! Dağların tepesindeki yüksek burçlu kaleleri, zırhlı yiğitler korumaktadır. Çevreden binlerce asker onlara yardıma gelmişlerdir! Sizin hiç Hayber’i fethetmeniz mümkün müdür?” diyorlardı. Müslümanlar da “Allah elçisine Hayber’i fethedeceğini vaad etmiştir” diyerek, Yahudilerden hiç bir zaman için korkmayı gerektirecek bir durumun olmadığını söylüyorlardı. Onların bu kararlı hali, Yahudileri daha çok korkutuyor, endişeye düşürüyordu. Münafıkların başı Abdullah bin Übey “Muhammed, az bir kuvvetle üzerinize geliyor. Korkacak bir durum yok, fakat tedbirli olup, mallarınızı kalelerinize doldurun. Onları, kaleden dışarı çıkarak karşılayın” diyerek Hayber’e acele haber gönderdi.

Müminler  hazırlıklarını kısa sürede tamamladılar. Geride kalanlarla helallaşarak efendimizin etrafında toplandılar; iki yüz süvari ve bin dört yüz piyade olmuşlardı. Bu sırada bazı kadınların, harpte askerin yiyeceklerini hazırlamak, yaralıları sarmak için Peygamber efendimizden görev istedikleri görüldü. Kendilerine verilen izin ile mücahidlere, başta Peygamberimizin mübarek hanımı Ümmü Seleme olmak üzere, yirmi hanım mücahide de katıldı.

Efendimizin mukaddes sancağını Ali taşıyor; sağ kol kumandanlığını da Ömer yapıyordu. Her konak yerinde “Allah’ım! İstikbale endişelenmekten, geçmişe tasa etmekten, güçsüzlük ve gevşeklikten, cimrilik, korkaklık ve bel büken borçtan, zalim ve haksız kimselerin musallatından sana sığınırım” diyerek dua buyuruyordu.

 “Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi olan Allah’ım!

Ey yerlerin ve üzerindekilerin Rabbi olan Allah’ım!

Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allah’ım!

Ey rüzgarların ve savurduklarının Rabbi olan Allah’ım!

Biz senden, bu beldenin hayrını ve iyiliğini, bu beldede yaşayan insanların hayrını ve iyiliğini, yine bu beldede bulunan her şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz. Bu beldenin şerrinden, insanların şerrinden ve içindeki her şeyin şerrinden de sana sığınırız!” diye yakarıştaydı Rabbine karşı.

Allah’ın ordusu nihayet Hayber’in en güçlü kalelerinden Natat kalesi yakınına gelip, karargahlarını kurdular. Vakit akşamdı. Efendimiz, sabah olmadıkça asla baskın yapmaz ve karşısındakileri önce İslam’a davet ederdi. Tekliflerini kabul etmedikleri takdirde harbe başlardı. Yahudilerin hiç biri, İslam ordusunun geldiğini anlamamıştı.

Şanlı komutan sabah namazını askerlerine kıldırdıktan sonra hazırlıklarını bitirdi ve mücahidleri öylece harekete geçirdi. Bu sırada, bağ, bahçe, tarla işleriyle uğraşmak üzere kaleden çıkan Yahudiler, beklemedikleri durumla karşılaşınca şaşkına döndüler “Yemin ederiz ki, bunlar Muhammed’in ordusudur!” diyerek gerisin geri kaçmaya başladılar. Onların bu halini gören komutan “Allahu ekber! Allahu ekber! Hayber, harab olup gitti” dedi. Efendimiz Yahudilere ya Müslüman olmalarını, ya teslim olup haraç ve cizye vermelerini, yoksa savaş edilip kan döküleceğini bildirdiler.

İslam ordusunun bu teklifine, Yahudiler ok atarak karşılık verdiler. O gün akşama kadar, çarpışma ok ile devam etti. Elli kadar sahabe atılan oklarla yaralanmışlardı. Akşam olunca, yeni bir karargah keşfine karar verildi. İslam karargahı belirlenen bir başka yere, nakledildi ve yaralılar orada tedavi görmeye başladılar. Ertesi gün Natat önlerinde akşama kadar çarpışıldı. Beşinci güne dayanmıştı kuşatma. Yahudiler hep savunmada kaldılar. O günlerde Peygamberimiz, şiddetli bir baş ağrısına tutulduklarından, iki gün mücahidlerin arasında bulunamadılar. Bu durumun verdiği mesaj önemliydi. Peygamber aynı zamanda insandı. Rabbi dilemedikçe olaylar karşısında onunda yapabileceği hiçbir şey yoktu. Müslümanların o an için başarısızlığından  cesaretleri artan Yahudiler, kale kapılarını açıp hücuma geçtiler. Artık göğüs göğüse çarpışma başlamış, savaş kızışmıştı. Ertesi gün de Hayber önlerinde şiddetli çarpışmalar oldu. Fakat kale bir türlü fethedilemiyordu.

Ertesi gün efendimiz Ali’ye mübarek elleriyle bir zırh giydirip beline kendi kılıcını kuşatarak, eline beyaz İslam sancağını verdi. “Allah, sana zafer nasib edinceye kadar çarpış. Sakın arkana dönme!” buyurdular. Ali’de tam bir teslimiyetle “Canım sana feda olsun ey Allah’ın elçisi! Onlarla, İslam’a girdikleri zamana kadar çarpışacağım” dedi. Efendimiz “Senin sebebinle Allah’ın, onlardan tek bir kişiyi hidayete kavuşturması, senin için, bir çok kızıl develere sahip olup, onları Allah’ın yolunda sadaka vermenden daha hayırlıdır” buyurdu.

Allah’ın aslanı Ali, elinde sancak Yahudi kalesine ilerlerken, ashabda peşinden yürüdüler. Kaleye iyice yaklaşıp, sancağın bir taşın dibine dikildiği sırada, Natat kalesinin kapısının açıldığı görüldü. Yahudilerin hücum birlikleri dışarı çıktılar. Bunlar, Hayber’in en seçme askerleri idi. Her biri, çift zırhlarla kaplı, demir muhafazalara bürünmüşlerdi. İçlerinden birinin, Ali’ye doğru yürüyüp, çarpışmak için karşısına geçtiği görüldü. Yahudi süratle saldırdı, iki çeliğin çıkardığı ses meydanı doldururken, Zülfikar’ın şimşek gibi indiği ve hasmının başını gövdesinden ayırdığı görüldü.

Bu durum karşısında “Allahü ekber!” sesleri göklere yükseliyordu. Ona Haydar derlerdi. Haydar da aslan demekti. Ali bu savaşın aslanı idi. Karşısına çıkan herkese ecel şerbetinden tattırıyordu.  Çarpışma bütün şiddeti ile devam ediyordu. Kısa zamanda ad artık kalenin içinde çarpışılıyordu. Müslümanların karşılarına çıkacak kimse kalmamıştı. İslam sancağı kaleye dikildi. Böylece en sağlam kaleleri olan Natat fethedildi. Bu sırada Devs kabilesinden dört yüz müslüman, Peygamber efendimize yardıma geldi. Bundan sonra, diğer kaleleri fethetmek için çarpışmalara şiddetli bir şekilde devam edildi. Hayber’in geri kalan yedi kalesi teker teker düşürülünce, çaresiz kalan Yahudiler, heyet göndererek barış isteğinde bulundular. Peygamberimiz yapılan bu teklifi kabul etti. Barış dininin peygamberiydi O.

Bu savaşta müslümanlarla çarpışan Yahudilerin kanları dökülmeyecekti. Hayber’i terkeden Yahudiler, yanlarında sadece çocuklarını ve bir deve yükü gerekli ev eşyalarını götürebileceklerdi. Geri kalan taşınan ve taşınamayan malların hepsi, zırh, kılıç, kalkan, yay, ok gibi bütün silahlar, üzerlerindeki elbiseden başka giyeceklerin tamamı, kumaşlar, altınlar ve ayrıca hazineler, at, deve, koyun gibi bütün hayvanlar, kısaca ne varsa hepsi müslümanlara kalacaktı.Müslümanlara bırakılması gereken herhangi bir şey, hiç bir şartta gizlenmeyecek. Gizleyenler, Allah ve elçisinin güvencesinden ve himayesinin dışında kalacaktı. Yahudilerden ele geçen ganimetin, haddi hesabı yoktu. Hayber’in o verimli arazileri, hurmalıkları tamamen İslam ordusuna kalmıştı.

Hayber fethedildikten sonra, Yahudiler, peygamber efendimize; “Ey Muhammed! Biz Hayber’den çekip gideceğiz. Fakat, biz ziraattan, tarla, bağ, bahçe bakımından iyi anlarız. İstersen, bu verimli arazileri bize kiraya ver. Biz çalışalım ve alınan ürünün yarısını size verelim!” teklifinde bulundular. Efendimizin ve arkadaşlarının, tarla işleri ile uğraşacak zamanları yoktu. Onlar İslam’ı yaymak için uğraşıyor, cihad için gecelerini gündüzlerine katarak çalışıyorlardı. Bu teklife Peygamberimiz memnun oldular, “Sizi istediğimiz zaman çıkarmak şartı ile!” buyurdular. Yahudiler bu şartı kabul ettiler ve Hayber arazilerini işletmeye başladılar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MEKKE’NİN FETHİ

 

 Mekke, Medine, Kudüs ve İstanbul! İnsanlık tarihinin en önemli şehirleri. Hele Mekke!

Mekke, alemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz’in dünyaya geldikleri, çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği şehir. Allah kitabının hem ön sözünün hem de son sözünün indirildiği, Adem’den itibaren tevhid inancının merkezi ve müslümanların kıblesi olan Kabe’nin de bulunduğu şehir!

Muhammed-ül Emin, kendisine peygamberlik görevi verildikten sonra önce hemşehrisi Mekkelileri Allah’ın dinine davet etmiş, fakat onlar bunu kabul etmedikleri gibi Müslüman olmaya başlayan herkese ellerinden gelen bütün işkenceleri de yapmışlardı. Hatta o kadar ileri gitmişlerdir ki, efendimizi öldürme kararı bile almışlar, Cebrail’in haber vermesiyle kurdukları tuzak boşa çıkmıştır.

Yerinden yurdundan uzaklaşırken Allah’ın elçisi “Ey şehir, senden çıkarılmasaydım vallahi seni terk etmezdim!”demiştir.

Hicret sonrası Mekkeliler yine boş durmadılar, Efendimiz’i ve müslümanları yok etmek için ellerinden gelebildiğince uğraştılar. Çabaları boşa çıktı,Bedir’de hezimete uğradılar.  Uhud’da umduklarına yine eremediler. Medine’ye kadar gelip Hendek bozgununu yaşadılar ve nihayetinde Hudeybiye antlaşmasını imzalamak durumunda kaldılar.

Saldırmazlık anlaşması ile beklediklerinin aksine İslam her geçen gün büyümeye başladı. Müşrikler ise İslam’ın bütün Arabistan’a yayılmasından rahatsız oluyorlardı. Bu yüzden yavaş yavaş barış maddelerini ihlal etmeye başladılar. Hudeybiye Antlaşması ’nın üzerinden henüz 1.5 sene geçmişti ki, kendilerine bağlı bulunan Beni Bekr kabilesini kışkırtarak, Müslüman olan Huzaalıların üzerine saldırttılar. Kendi içlerinden bazıları da bu olaya katılım sağladılar. Huzaa kabilesi baskına uğradıklarında namazdaydılar. Vahşice bir katliamla kimi secdede, kimi rükuda, kimi kıyamda iken şehid edildiler.

Bu olayın hemen ardından Mekke’den gelen bir heyet Efendimiz’e daha önce fiilen bozdukları antlaşmayı resmen tek taraflı bozduklarını söylediler. İşte bu durum, Müslümanları Mekke’nin Fethi’ne davet demekti. Sonradan müşriklerin akılları başlarına geldiyse de iş işten geçmiş, sözleşme artık iki taraflı olarak feshedilmişti.

Efendimiz Mekke’nin kan dökülmeden fethedilmesini istiyordu. Yine de çok özenli davranıyordu. Bu özeni her iki cephe için de geçerliydi. Kendi askerlerinden de Mekkelilerden de zayiat verilmesini istemiyordu. Peygamber’in tek arzusu Kureyş reislerinin İslam gerçeğini anlamaları idi.

Mekke’ye yaklaşıldığında Cuhfe denilen yerde amcası Abbas ile karşılaştı. Abbas bir Müslüman olarak Medine’ye hicret ediyordu. Yanında ailesi de vardı. Efendimiz onları görünce sevindi. “Ben peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi sen de muhacirlerin sonuncususun.” dedi. Abbas ailesini Medine’ye göndererek kendisi Resulullah’ın ordusuna katıldı. Dün terk ettiği Mekke’yi bugün fethetmek için yola koyuldu.

Mekkeliler hiç beklemedikleri bir anda on bin kişilik sahabe ordusunu karşılarında görünce akıl tutulması yaşadılar. Neye uğradıklarını şaşırdılar. Hiçbir şey yapamadılar. Herkes şimdi ne olacağını bekliyordu. Allah’ın elçisi Mekke’ye girdiğinde, fethi kendisine nasip etmesinden ötürü Rabbine minnet ve şükranını bildirircesine başını önüne eğiyordu.

Muhacirler ve Ensar Allah’ın elçisinin dört bir yanını sarmıştı. Mescid-i Haram’a girdi. Hacer-i Esved’e doğru yöneldi ve selamladı. Sonra Kabe’yi tavaf etti. Kabe’nin içinde ve etrafında üç yüz altmış put bulunuyordu. Elindeki yay ile bunlara bir bir dokunuyor ve şöyle diyordu: “Hak geldi, batıl yok olup gitti. Zaten batıl her zaman yok olmaya mahkûmdur.”

Efendimiz tavafını bitirip Kabe’nin kapısına geldiğinde, anahtar sorumlusu Osman bin Talha’yı çağırtarak Kabe’yi açtırdı, içeri girdi. Önce orada bulunan putları bir kenara ittirdi. Ağaçtan yapılmış bir güvercin şeklindeki bir putu kendi elleriyle kırdı. Sonra duvarlarda melekler için çizilmiş bazı resimleri gördü. Yine duvarın bir yerinde İbrahim ile İsmail’in fal okları çekiyor halde yapılmış resimlerini gördü. “Allah bunu yapanları kahretsin! Vallahi, o ikisi hiçbir zaman fal oku çekmemişlerdir!” dedi. Ardından bütün bu resimleri sildirdi, Kabe’yi putlardan bir bir temizletti. Ramazan ayının yirmisiydi. Öğle namazı vakti olmuştu. Bilal’e ezan okumasını emretti, ardından da öğle namazını kıldı. Mekke’ye girildikten sonra yaşanan hadiselerden en önemlilerinden birisi de Efendimiz’in yüce ahlakının sonucu kalpleri fethetmesi olayıdır.

Herkes Kabe’nin avlusunda korku ve merak içinde toplanmıştı. Efendimiz’in bundan sonra nasıl davranacağını merak ediyordu. Henüz İslam’ı kabullenmemiş binlerce Mekkeli müşriğin yanında Müslüman askerler de hazır bulunuyordu. O zamanki savaş hukukuna göre O, bütün Mekke halkının öldürülmesini emredebilir, bütün Mekkelilerin varlıklarına el koyup bunu müslümanlar için ganimet malı sayabilir ve dağıtabilirdi. Efendimiz Kabe’den çıktı ve insanlara seslendi. “Bilmelisiniz ki Cahiliye Devrine ait olup, övünç vesilesi yapılarak gelinen her şey, kan, mal davaları... bunların hepsi, bugün şu ayaklarımın altında kalmış ve ortadan kaldırılmıştır. Allah sizden cahiliyye gururu ile ve yine o döneme ait atalarla böbürlenme geleneğini giderdi. Müslüman, Müslümanın kardeşidir ve bütün Müslümanlar kardeştirler. Hepiniz topraktan yaratıldınız ve Allah katında en değerliniz en takvalı olanınızdır. Savaşta güçlü olan da zayıf olan da eşit olarak ganimet alır. Cephenin sağında veya solunda yer almak, ganimet almada farklılık oluşturmaz. Müslümanların kanı muhteremdir ve korunması gereklidir. Müslümanlar, düşmanların karşısında bir olmalı ve el birliğiyle harekete etmelidirler. İyi bilmelisiniz ki ne bir kafir için bir Müslüman öldürülür ve ne de onlardan taahhüt sahibi olanlar, taahhütleri döneminde öldürülürler.” Sonra şu ayeti okudu: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstün olanınız, en çok sakınanınızdır. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat Suresi)

Endişeyle bekleşen Mekkeliler’e “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” diye sordu. Kureyşliler hiç de hak etmedikleri bir merhameti isteyecek sözü bulamayarak, utançtan başları öne düşmüş vaziyette cevap verdiler.

“Sen soylu bir babanın oğlu, asil bir kimsesin. Senden hayır umarız.”

Peygamber Efendimiz o zaman Mekkeliler’in asla bekleyemeceği şeyi söyledi. Öyle ya onlar Müslümanlara hayatı zindan eylemişlerdi. Onların gayet haklı gerekçelerle intikam almalarını gerektirecek o kadar çok şeyleri vardı ki. Oysa Allah’ın elçisinin söylediği söz insanlık tarihinin en emsalsiz yargı kararıydı. “Ben, size Yusuf’un kardeşlerine dediğini söyleyeceğim.‘Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur.’ Gidin, serbestsiniz!”

İşte bu genel aftan sonra kadın erkek herkes gelerek nihayet gönül putları yıkılarak Allah’ın elçisine biat ettiler. Böylece Mekke’nin fethi gönüllerin fethiyle tam anlamıyla tamamlanmış oldu.   Allah Resulu’nun affına mazhar olan Ebu Süfyan ve diğerleri “Tuleka” olarak meşhur oldular. Yani, azat edilmiş ve serbest bırakılmışlar. Allah’ın Müslümanlara verdiği kudret vaadi Mekke’nin fethiyle gerçekleşti. Mekke, Müslümanların kontrolü altına girdi ve müşrikler sonsuza kadar yenilgiye uğratılmış oldu. Mekke’nin fethedilmesiyle Arap yarımadasında, hiçbir kabile veya kabilelerin oluşturduğu birliklerin karşı koyamayacağı büyük bir askeri kuvvet şekillendi. Bir müddet sonra da Arap yarımadasının tamamına yakını Müslüman oldu. Bu fethin Mekke’ye çok fazla dini, siyasi ve toplumsal getirileri olmuştur. Bir de şunu ifade edeyim ki, Mekke’nin fethi aşamasında yalnızca iki kişi ölmüştür. Tarih böyle bir şanlı fethi bir daha asla kaydetmemiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HUNEYN SEFERİ

 

Fetih gerçekleşmiş hem Kabe hem de oradaki ekseriye insanların kalplerindeki putlar yıkılmıştı. Ama her zaman İslam’a düşmanlık edecek kişi ya da topluluklar mutlaka olacaktır.  İşte, Efendimiz henüz Mekke’den ayrılmamıştı ki, Hevazin ve Sakif kabilelerinin Müslümanlara karşı savaşmak için toplandıkları haberi geldi. Efendimiz gelen bilgileri önce doğrulattı. Emin olmadan hiçbir işe kalkışmazdı. Kafirlerin çevre kabilelerden katılanlarla birlikte askerlerinin sayısı 20.000’e ulaşmıştı. Bunun üzerine Mekke’de bulunan ordu hazırlandı ve savaşmak için yola çıktı. İslam ordusu 10.000  kişiyle, 5 günlük bir yolculuktan sonra Huneyn’e ulaştı.

Resulullah Mekke’yi fethedince Kabe’deki putları kırmıştı. Hevazin ve Sakif kabileleri kendi putları olan Lat’ın bir benzeri olan Uzza’nın yıkılışını hazmedemeyerek alarma geçtiler, Müslümanlara karşı büyük bir ordu toplayıp Mekke ve Taif arasında bir ordugah kurdular. Bunun üzerine Resulullah’da, 10 bin kişilik bir ordu ile üzerlerine gitmişti. Bu savaşın ibretlik bir yönü vardı. Çünkü Müslümanlar ordularının çokluğu ile övünmekteydiler.

Ebu Abdurrahman ismindeki sahabi’den dinleyelim o günleri. “Çok sıcak ve yakıcı bir günde yola devam edip ağaç gölgelerine indik. Güneş en yüksek noktaya ulaşınca, zırhımı giydim. Atıma binip Resulullah’ın yanına gittim. Selam verdim ‘Yürüyüş zamanı geldi mi?’ diye sordu.

Ağacın dibinde dinlenen Bilal’den katırının eyerlenmesini istedi. Bilal bir semer çıkardı. Kenarları hurma lifinden yapılmış, gösterişsiz ve hoş olmayan bir eyerdi. Resulullah katırına bindi, biz de hayvanlarımıza bindik. Düşmana karşı bizi o akşam ve gece savaş safları halinde düzene koydu. Kendisi boz renkli bir katıra binmişti. Sırtına iki kat zırh gömlek giymiş, başına da miğfer geçirmişti. Huneyn vadisine sabahın alaca karanlığında, savaş düzeninde inilmeye başlandı. Fakat öncü birlikler Hevazin savaşçılarının kurduğu pusuya düşerek dağıldılar. Her yerden yağmur gibi ok yağıyordu. Hevazinler, bozulup geri çekilen Müslüman savaşçıları kovalayarak Peygamber’in bulunduğu yere kadar geldiler.

O “Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Bana doğru gelin! Ben Allah’ın peygamberiyim. Ben Muhammed bin Abdullah’ım!” diye sesleniyor, develer birbirine giriyor, asker ise alabildiğince kaçıyordu. Peygamber’in yanında asıl askerleri olan Mekke’den kendisiyle birlikte hicret eden Muhacirler ile Medineli Müslümanlar dışında kimse kalmamıştı. Boz katırını tepip Hevazinlerin üzerine yürümek istiyor, yanından ayrılmayan amcası Abbas katırın yularını, Müslüman olan Ebu Süfyan ise üzengisini tutup hızını kesmeğe ve düşman arasına dalmasına engel olmaya çalışıyorlardı.

Seslenmesine rağmen kaçışanların hiçbirinin geriye dönmediğini görünce, çok gür sesli olan Abbas’tan seslenmesini istedi. Abbas Peygamber’in kendisine bildirdiği gibi seslenmeye başladı. “Ey Semure ağacının altında biat etmiş olan Sahabiler! Neredesiniz?” Daveti işiten Müslümanlar nihayet “Emrindeyiz” diyerek gerisin geri toparlanmaya başladılar. Öyle ki, develerinin başlarını çevirmeye güç yetirmeyenler, zırhlarını çıkarıp develerinden atlıyor, kılıç ve kalkanlarıyla sesin geldiği yöne doğru koşuyorlardı. Her taraftan gelen Müslümanlar bu öfkeyle Hevazinlerin üzerine atılmaya başladılar.Birkaç gün önceye kadar Peygamber’in en şiddetli düşmanlarından olan Ebu Süfyan’da atından inmiş, yalın kılıç Peygamber’in katırının yanında savaşıyordu.”

Bundan sonrasını Ebu Süfyan’dan dinleyelim. “Allah biliyor ki, Resulallah’ın önünde ölmek istiyordum. O sırada Abbas, Resulallah’ın katırının gemini tutuyordu. Ben de diğer tarafa geçip katırın geminden tutunca Resulullah ‘Kim bu?’ diye sordu. Yüzümden miğferimi kaldırdım. Abbas ‘Ya Resulullah! Amcanın oğlu Ebu Süfyan’dır! Ondan razı ol!’ dedi.

Allah’ın elçisi ‘Razı oldum. Allah onun düşmanlıklarını bağışlasın.’ buyurdu. Eğildim, üzengideki ayağını öptüm.”

Müslümanların nihayet toparlanmışlar ve Hevazinlere kılıçlarla hücum etmeye başlamışlardı.

Savaş kızıştığında, mücahidler Resulallah’a sığınıyor, O’nunla korunurlardı. İçlerindeki en yiğit olanlar ancak, O’nun hizasında durabilenlerdi. Peygamber, katırından indi ve dua etmeye başladı:

“Ey Allah’ım! Bize yardımını indir! Senden, vaat ettiğini yerine getirmeni dilerim. Ey Allah’ım! Muhakkak ki, Sen onların bize galip gelmelerini istemezsin.”

Sonra yerden bir avuç toprak alıp müşriklerin yüzlerine doğru savurdu. Atarken de,“Ha Mim! Yüzleri kara olsun! Muhammed’in Rabbine and olsun ki, onlar bozguna uğradılar.” dedi. Bir mucize gerçekleşmiş, Hevazinlerin gözlerine ve yüzüne toprak gelmedik kimse kalmamıştı. Kuran Tevbe Sursindeki ayette durumu açıklamıştır. “Andolsun ki, Allah, size birçok (savaş) yerler(in)de ve Huneyn(deki savaş) gününde yardım etmişti. O vakit (Huneyn’de) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti, ama o, size hiç fayda vermemişti. Bunca genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelmişti. Nihâyet (bozularak) arka dönmüş (kaçmaya başlamış)tınız. (Bu bozgundan) sonra Allah, Resulu’nun ve müminlerin üzerine kalplere güven veren rahmetini indirdi, görmediğiniz askerler indirdi ve inkar edenleri de azaba uğrattı. İşte o kafirlerin cezası budur.”

Hicretin sekizinci yılında, Müşrikler, Huneyn’de yenildikten sonra Hevazin kabilesinden bir heyet gelip İslam’a girdiklerini bildirdiler. Bunların arkasından da Sakif kabilesinden de bir heyetin gelip İslam’a girmek istediklerini bildirildi. Lakin bunlar Müslüman olmak için birtakım şartlar ileri sürdüler. Şartlarından ikisi namaz kılmamak ve zekat vermemekti. Bir de putları olan Lat’ın, halk arasında bir anda panik olmaması için üç sene daha yıkılmaması idi. Efendimiz bu şartlı ve putlu imanın kabul olunamayacağını bildirdi. Sonra ilk iki şartı kabul ettiler ve meydan putu Lat’ın da yıkılması talebi ile ilgili süreyi iki yıla, sonra bir yıla, sonra üç, iki ve bir aya indiler. Bu pazarlıkta sonuç vermeyince kesin bir imanla teslim oldular. Fakat Lat’ın bizzat Allah’ın elçisi tarafından yıkılmasını istediler. İşte böylece önce kalplerindeki putlarını, sonra meydandaki putlarını yıkarak kesin iman ile İslam’a girdiler. Bu gösteriyor ki, geçerli müslüman olmak için insanın gerek kendisinin gerek toplumun ölçülerine veya arzularına ve heveslerine uygunluk değil, ancak Allah ve elçisinin bildirdiği şekilde iman ve teslimiyet gerekir.

Tevbe Suresi ne diyordu; “Sonra Allah, bunun ardından da dilediğinin tövbesini kabul eder. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”

Huneyn Savaşı ibretlik olaylarla doludur. Nihayet düşman askerleri dağılıp geri çekilmiş, kadın ve çocukları ile malları Müslümanların eline geçmişti. Peygamberimiz Mekke’den kumaş alınarak tüm esirlerin giydirilmesini emretti. Ele geçirilen malların ve esirlerin savaşçılar arasında dağıtılması gerekiyordu. Efendimiz Hevazinlerin gelerek anlaşma yapmak isteyeceklerini düşünerek dağıtımı geciktirdi. Ama gelen olmayınca da, esirlerin dağıtımını yaptırdı. Çok geçmemişti ki, Hevazin temsilcileri huzura çıkıp geldiler. İslam’a girdiklerini ve Hevazinlerin geri kalanlarının da Müslüman olduğunu bildirdiler. Mallarının ve esirlerin geri verilmesini rica ettiler. ”Ey Allah’ın elçisi! Biz köklü bir kabileyiz. Bildiğin gibi bir musibete uğradık. Allah’ın sana lütuf ve ihsanda bulunduğu gibi, Sen de bize lütufkar ol!” Bağışlanma diliyorlardı. Efendimiz “Ben sizin gelmeyeceğinizi düşününceye kadar dağıtımı geciktirmiştim. Fakat siz çok geç kaldınız. Esirler mücahidler arasında dağıtıldı. Görüyorsunuz ki, yanımda bunca mücahid var. Onları tüm haklarından vazgeçirmek çok zor. Şimdi siz iki seçenekten birini seçin: ya esirleri ya da mallarınızı tercih edin! dedi, heyete.

“ Sen mallarımızla çoluk-çocuğumuz arasında bizi serbest bıraktın. Çoluk çocuğumuz bize mallarımızdan daha sevimlidir.” dedi, heyette.

Peygamberimiz Müslümanların toplanmasını emretti ve onlara Kardeşleriniz, pişmanlık duyup tövbe edip Müslüman olarak bize geldiler. Ben de esirlerini kendilerine vermeyi uygun gördüm. Sizden her kim, esirlerini gönül hoşluğu ile, karşılıksız olarak geri vermeyi arzu ederse bunu yapsın. Kimde karşılıksız vermek istemezse, Allah’ın bize vereceği ilk ganimet malından ona altı deve verilmesi karşılığında esirlerini salı versin. Şu insanlara kadın ve çocuklarını geri verin!” diye buyurunca Müslümanların tamamı, ellerindeki esirleri karşılıksız olarak bağışladılar. İşte Müslümanların bir kısmının tutum ve davranışı Allah ve Resulunu hoşnut etmek üzerineydi. Ancak iman henüz tam manasıyla kalplerine yerleşmemiş olan bazı kimseler vardı ki hadsizlik yaptıklarının bile farkında değillerdi. İbretlik dediğimiz olaylardan biri daha gerçekleşmek üzereydi. Peygamberimiz esirlerin sahiplerine geri verilmesi işini tamamlayınca, konak yerine gitmek üzere hayvanına bindi. Bedevilerden (çöl Arapları) Huneyn savaşına katılmış bazı kişiler Peygamber’in arkasından koşturarak geldiler.

“Ey Allah’ın elçisi! Deve ve koyunlardan hakkımıza düşeni paylaştır!”diyerek Peygamber’i  sıkıştırmaya, üstünü başını çekiştirmeye başladılar. Hatta o kadar ileri gittiler ki, Peygamber’in üst giysisi ellerinde kaldı. Hz.Peygamber ibretlik bu durum karşısında “Ey insanlar! Elbisemi bana verin! Allah’ın size nasib ettiği ganimeti aranızda paylaştırmayacağım diye mi korkuyorsunuz? Vallahi, ganimet malları, Tihame’nin ağaçları sayısınca bile olsa, onları aranızda bölüştürürdüm de siz beni ne cimri, ne korkak, ne de yalancı bulurdunuz!” dedi.

Ganimetler mücahidler arasında titizlikle dağıtıldı. Ganimetin beşte biri, Kuran’da bildirildiği gibi İslam’a hizmet için kullanılmak üzere ayrılıyordu. Mekke’nin ileri gelenlerinden bazıları gerçekten Müslüman olmuşlardı. Bazıları ise sadece korktukları için Müslüman olmuş gibi görünüyor ya da İslam’a girmemiş bulunuyorlardı. Savaşa katılanlara dağıtılan haklarından sonra geriye kalan beşte birlik hisse, bu kimselerin kalplerini İslam’a ısındırmak için dağıtıldı. Bunlar 40 kişi kadardılar. Bu durum özellikle Medineli bazı Müslümanlar tarafından yanlış anlaşıldı ve hoşnutsuzluğa sebep oldu. Özellikle Medineli genç sahabiler arasında konuşmalar oldu. Memnuniyetsizlik belirten konuşmalar cidden ibretlikti.

“Ganimeti savaşanlara vermiyor da, savaşmayanlara veriyor!”

“O Kureyşlilere veriyor da bizlere vermiyor!”

“Savaş zamanı geldiği zaman O’nun ashabı biz oluyoruz, fakat ganimet bölüşümüne gelince kendi kavmi ve kabilesini önde tutuyor!”

Bu fitne dolu konuşmalar nihayet Efendimiz’in kulağına kadar geldi. Medineli Müslümanların toplanmasını istedi.

“Ey Ensar topluluğu! Sizin tarafınızdan söylendiği haberi bana gelen yersiz ve ağır sözlerin sebebi nedir? Bana karşı niçin kalplerinizde kırgınlık duyuyorsunuz? Siz şöyle şöyle mi söylediniz?”

İleri gelenlerden bazıları, ”Ya Allah’ın elçisi! Bizim görüş sahibi olanlarımız ve ileri gelenlerimiz bir şey söylemediler. Ama gençlerimizden bazıları bunları söylemişler.” dediler.

Efendimiz üzgün olarak seslendi topluluğa.“Ey Ensar topluluğu! Sizler, yollarını şaşırmış kimselerken ben sizin yanınıza gelmedim mi? Allah’ın hidayeti benim vasıtamla size erişmedi mi? Sizler yoksulken, Allah benim yüzümden sizi zengin kılmadı mı? Sizler birbirinize düşmanken, Allah, kalplerinizi benim yüzümden birleştirip ısındırmadı mı? Sizler parçalanmışken, Allah sizleri benim yüzümden derleyip toparlamadı mı?”

Topluluk mahcubiyet içinde Allah’ın elçisinin gönlünü almaya çalışıyordu.

“Ey Allah’ın elçisi! Sen bizi karanlıklar içinde buldun. Allah, bizi senin sayende aydınlığa çıkardı. Sen bizi ateş çukurunun başında buldun. Allah, bizi senin sayende ondan kurtardı. Sen bizi şaşkınlık ve sapıklık içinde buldun. Allah, bizi senin sayende doğru yola kavuşturdu. Biz, Allah’ı Rab, İslam’ı din, Seni de peygamber olarak kabul etmiş bulunuyoruz. Sen artık bize ne istersen yap!”

Efendimiz “Ey Ensar topluluğu! Sorularıma neden istediğim gibi cevap vermiyorsunuz?” diye sordu.

“Sana başka nasıl cevap verelim, ey Allah’ın elçisi?!”

Allah’ın elçisi mahzundu. Sözlerini toparladı. “Vallahi, isteseydiniz, ‘Sen bize yalanlanmış olarak gelmiştin, biz seni doğruladık. Sen bize terkedilmiş olarak gelmiştin, biz Sana yardımcı olduk. Sen yurdundan sürülmüş olarak bize gelmiştin, biz Seni barındırdık. Sen bize yoksul gelmiştin, biz Sana kendimiz gibi verdik ve baktık’ deseydiniz, muhakkak ki, doğru söylemiş ve benim tarafımdan da doğrulanmış olurdunuz. Ey Ensar topluluğu! Sizleri, sımsıkı bağlı olduğunuz İslam’a ve sizin için ahirette hazırlanmış bulunan üstün mükafatlara havale edip de, yeni Müslüman olmuş ya da olmak üzere bulunan bazı kimselere, kalplerini İslam’a ısındırmak ve alıştırmak maksadıyla kendilerine dünyalık verdiğimden dolayı, ne diye kalplerinizde kızgınlık ve üzüntü duyuyorsunuz? Ey Ensar topluluğu! Bir kısım insanlar, aldıkları deve ve koyunlarla çıkıp giderlerken, sizler Allah’ın peygamberi ile birlikte yurdunuza dönmeğe razı değil misiniz?”

“Evet, ey Allah’ın elçisi Biz buna razıyız!” diye coşkuyla seslendi Ensar topluluğu.

“Sizler seçkin kimselersiniz, diğerleri ise halktır. Muhakkak ki, sizler benden sonra da başkalarının üstün tutulduğunuzu göreceksiniz! Allah’a  ve peygamberine kavuşuncaya kadar, buna sabredip katlanın!”

“Sabredip katlanacağız!”

“Kıyamet günü sizinle buluşma yerimiz Havuz başı olsun! Benden sonra Bahreyn hasılatının size tahsis edilmesi için Bahreyn’e haber göndereceğim. O sizin için fetihten daha üstündür.”

“Ey Allah’ın elçisi! Senden sonra, bize dünya gerekmez!”

“Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, hicret fazileti olmasaydı, Ensar’dan bir fert olmak isterdim. Ey Allah’ım! Ensar’ın oğullarına, onların oğullarının oğullarına rahmet et!”

Medineli Müslümanlar mahcubiyet içinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladılar. Gözyaşları sakallarını ıslattı. Peygamber Efendimiz’ de onlarla birlikte ağladı. Bundan sonra Peygamberimiz bir Cuma günü Medine’ye geri döndü.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TEBÜK SEFERİ

 

Hicretin 9. yılıydı.  Hristiyan Araplar, Rum hükümdarı Heraklius’a, “Buradaki peygamberlik iddiasında bulunan adam öldü. Müslümanlar da kıtlık ve yokluk yılları geçiriyorlar. Eğer onları senin dinine katmak istiyorsan, şimdi tam sırası.” diye mektup yazdılar. Bunun üzerine 40.000 kişilik bir ordu Bizans tarafından silahlandırılarak yola çıktı. Ordunun yola çıktığı haberi bir süre sonra Efendimiz’e de ulaşmıştı.

Müslümanların gözünde Rumlardan daha korkunç düşman yoktu. Onların sayıları, savaş atları ve askeri hazırlıkları hakkında bilgileri, memleketlerine gelip giden tüccarlardan öğreniyorlardı. Abartılı anlatımlar onların hayalinde korkunç hal alıyordu.

Resulullah gelen haberlerin doğrulanmasından sonra Rumlarla savaşmak üzere mücahidlere savaşa hazırlanmaları doğrultusunda gereken talimatları verdi. Daha önceleri, bir savaşa çıkarken hedefini açıklamaz, başka bir yere gitmek istediğini zannettirecek bir dil kullanırdı. Tebük seferine çıkılacaktı. Bunun içinse böyle yapmadı. Halkın tam olarak hazırlanabilmesi için, gidilecek yerin uzaklığını, kıtlık ve zorluk zamanı olduğunu, düşmanın çokluğunu açıkça bildirdi. Savaşa hazırlanmaları için Mekke’ye ve diğer Müslüman kabilelere de haber gönderildi. Savaş hazırlıkları başladığı sırada kıtlık hüküm sürüyordu. Sıcakların en şiddetli olduğu, hurmaların olgunlaşmaya başlayacağı zamanlardı. İnsanlar meyve ağaçlarının gölgesinde oturacağına, sıcak ve zorluklara katlanarak sefere çıkmak zorunda kalıyorlardı. Bu yüzden seferberlik davetine karşı ağır davranılıyordu.

Elbette durumu fitneye çevirmek için fırsat kollayan münafıklara da gün doğmuştu. Münafıklar sefere gitmemek için, “Yol uzun, mevsim sıcak, mahsullerimiz ortada” diye müslümanları caydırmaya çalışıyorlar, hatta “Onlarla savaşmak bir çılgınlık” diyorlardı. Çünkü münafıklar her zaman için imanlarına göre değil menfaatleri doğrultusunda hareket ederler. Hatta bazı yeni müslümanlar da bunlara kanarak sefere katılmak istemiyorlardı. Müslüman olmuş görünen, ama eski inançlarını terk etmemiş olan münafıklar, sefere çıkmayı engellemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Onlar için  Tevbe Suresinde bir ifşa sözkonusuydu.

“Allah’ın Resulu(nun emri)ne muhalefet ederek (Tebük seferine gitmeyip) geri kalan (münafık)lar, (Medine’de kalıp) oturmalarıyla sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşmayı çirkin gördüler de: “Sıcakta sefere çıkmayın” dediler. (Onlara) de ki: “Cehennem ateşi sıcaklık bakımından daha şiddetlidir. Keşke iyice bilmiş olsalardı!

Artık kazandıkları (günahları)nın cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.”

Efendimiz Müslümanların savaşa hazırlanması için onları gayretlendiriyor, durumu müsait olanların orduya yiyecek ve binek yardımında bulunmasını istiyordu. Bunun üzerine hali vakti yerinde olan Müslümanlar, karşılığını Allah’tan bekleyerek mallarından getirmeye başladılar. Bu hususta tatlı bir yarış da başlamıştı. Münafıkların tüm direnmelerine rağmen Efendimiz ihlaslı ashabının gayret ve yardımıyla yaklaşık 30 bin kişilik bir ordu toplayıp yola çıktı. Ordu Tebük’e kadar gitti. On gün de orada kaldılar. Karşı taraf savaş meydanına gelmeyince iki ordu karşı karşıya gelmedi. Fakat civardaki Eyle, Ezru gibi bazı Bizans kasabaları, kendiliklerinden İslam devletinin egemenliğine girdiler. Böylece hükmen de olsa, bir zafer daha elde edildi. Müslüman ve münafıkların Tebük seferine dair davranışları hakkında ayetler inmiştir. İnen ayetlerle müminler gereken uyarılarla karşılaştılar. Kuran’ın inen son suresi Tevbe’de yapılıyordu bu uyarılar.

“Ey iman edenler! Size ne oldu da,’Allah yolunda hep birden savaşa çıkın’ denildiği zaman yere çakılıp kaldınız? Ahiretten (vazgeçip, yalnız) dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama dünya hayatının faydası (ve refahı) ahiretin yanında pek azdır.

Eğer hep birden (emredilen savaşa) çıkmazsanız, (Allah) size acıklı bir azapla azabeder ve yerinize başka (itaat eden) bir topluluk getirir. O’na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir.

Eğer siz, o (Allah’ın elçisi)ne yardım etmezseniz (mühim değil), muhakkak ki Allah, ona yardım etmiştir! Hani vaktiyle kafirler onu iki kişinin biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları (hicretine sebep oldukları) zaman, (Ebubekir’le) ikisi (Sevr dağında) mağarada iken, arkadaşına; ‘Üzülme, Allah mutlaka bizimle beraberdir’ diyordu. (İşte o zaman) Allah, o(na yardım etti ve arkadaşının kalbi)ne huzur ve güveni indirdi. O’nu, görmediğiniz askerlerle kuvvetlendirdi. Böylece inkar edenlerin sözünü (davasını) en aşağı kıldı. Allah’ın (tevhid) kelimesi ise, o çok yücedir. Allah mutlak galiptir, eşsiz hüküm ve hikmet sahibidir.

(Ey mü’minler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak (kolay-zor; silahlı-silahsız; binekli-yaya; genç-yaşlı, hangi halde olursanız olun) hep birlikte seferber olun, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, sizin için bu daha hayırlıdır.”

Peygamberimiz Tebük’te bulunduğu sırada Rum hükümdarı Kayser’e bir mektup yazdırarak gönderdi. Müslümanlar, Tebük’te 20 gece kadar kaldılar. Sonra, orduya dönüş emri verildi. Ordunun Medine’ye dönmesi, Ramazan ayına denk gelmişti.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

VEDA

 

Tebük Seferi dönüşü, cahiliye Arapları’nın Hac adetlerini zilkade ayında yapacaklarını bilen Resulullah onların bu uygulamasına dahil olmamak için Veda haccına kadar bekledi ve hicretin 9. yılındaki ilk haccı yoldaşı Ebubekir’in yönetiminde yaptırdı. Peygamberimiz Veda haccını zilhicce ayında ifa ederken okuduğu hutbede, “Zaman Allah’ın yerleri ve gökleri yarattığı gündeki şekline döndü” diyerek bu adetlerini kaldırdığı gibi haccın kıyamete kadar zilhicce ayında yapılmasını da sağladı

Diğer taraftan efendimiz müşriklerin Harem’e girmeye devam etmeleri, bazı kadın ve erkeklerin Kabe’yi çıplak tavaf etmeleri sebebiyle hacca gitmemiştir. Resulullah, Ali’yi müşriklerin bir daha Mescid-i Haram’a giremeyeceğini bildiren Tevbe Suresindeki ayeti tebliğ etmek üzere görevlendirdi. “Ey iman edenler! Bilin ki Allah’a ortak koşanlar pisliğe batmışlardır; artık onlar bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan endişe ederseniz, unutmayınız ki Allah size -dilerse- kendi lütfuyla bolluk verir. Allah bilmekte, hikmetle yönetmektedir.”

Hicretin onuncu yılı gelmişti. Hacca niyet eden efendimiz ashabıyla birlikte Medine’den ayrılırdı. Hayatının son yılında yaptığı bu hac tarihe “Veda haccı” adıyla geçti. Haccın hükümlerini tebliğ ederek bizzat uygulamıştır. Haccın farz kılınmasından sonra gerçekleştirdiği ilk Hac’dır.

Efendimiz Hac’ca gideceğini zilkade ayında açıklamıştı. Bunun üzerine çok sayıda sahabi onunla birlikte hac yapabilmek için hazırlandı. Medine civarında yaşayanlar da Medine’ye geldi. 22 Şubat Cumartesi öğle namazını dört rekat kıldırdıktan sonra yanında hanımları ve kızı Fatıma bulunduğu halde muhacirlerden, ensardan ve diğer Arap kabilelerinden meydana gelen büyük bir kalabalıkla Medine’den ayrıldı. Hac farizasını yerine getirdi. Arafat’ta iken tebliğ görevinin tamamlandığını bildiren Maide Suresindeki ayet indi.“Bugün dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’a razı oldum”

Bayramın ikinci günü Mina’da ashabına bir hutbe irat etti. “Haccınızı benden öğrenin. Zira bilmiyorum, belki de bu haccımdan sonra bir daha haccedemem” diyerek adeta onlarla vedalaştı. 27 Mart’ta da  Medine’ye geri dönmüştür. Peygamberimiz, Veda haccıyla tebliğ görevini yerine getirmiş, 100.000 i aşkın civarındaki ashabı da buna şahitlik etmiştir. Efendimiz üç ay kadar sonra da dünyaya veda etmiştir.

Efendimiz  Veda haccı sırasında Arafat, Mina ve Akabe gibi yerlerde ashabına hitap etmiş ve kısa, anlaşılır bir şekilde tavsiyelerde bulunmuştur. Peygamberimizin bu hutbelerinde söylediği sözler adeta bir vedalaşma gibidir. Orada bulunanların şahsında bütün ümmetine mesajlar veren Resulullah, hitabelerinin sonunda ashaba Allah’ın kendisine verdiği tebliğ görevini yerine getirip getirmediğini sormuş ve “evet” cevabını alınca, “Tebliğ ettim Allahım, şahit ol!” demiştir.

Veda hutbelerinde bütün insanlara yönelik evrensel mesajlar olduğu gibi kul haklarını ilgilendiren konular da ele alınmıştır. Dolayısıyla Veda hutbesinin gerçek bir insan hakları beyannamesi niteliğinde düşünülmesi gerekir. Allah’ın affetmeyeceği iki günahtan biri olan kul hakkına büyük önem vermesi dikkat çekicidir. Resulullah Veda hutbelerinde can ve mal dokunulmazlığı, Cahiliye uygulamalarından olan faizin ve kan davalarının kaldırılması, suçun şahsiliği, karı-koca arasındaki haklar ve sorumluluklar, çocuğun babasından başkasına nisbet edilmemesi, müslüman kardeşliği, müslümanların birbiriyle savaşmaması, emanetlerin sahiplerine iade edilmesi gibi doğrudan kul hakkını ilgilendiren hususlar yanında kendisinin son peygamber olması, ümmetine miras olarak Allah’ın kitabını ve sünnetini bırakması gibi temel esaslara vurgu yapmıştır.

“Ey insanlar! Bilmiyorum, belki de bugünden sonra burada sizinle bir daha buluşamayacağım. Allah’ın rahmeti bugün sözümü işitip onu iyice kavrayanların üzerine olsun! Benim bu sözlerimi burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse burada bulunandan daha iyi anlar ve itaat eder. Ey insanlar! Biliniz ki rabbiniz birdir, atanız da birdir. Bütün insanlar Adem’den gelmiş, Adem de topraktan yaratılmıştır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takva iledir. Biliniz ki bu şehriniz Mekke, bugününüz arefe ve bu ayınız zilhicce nasıl mukaddes ve dokunulmaz ise mallarınız ve canlarınız da aynı şekilde dokunulmazdır. Cahiliye devrindeki her türlü faiz kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Fakat ana paranız sizindir. Ne haksızlık edin ne de haksızlığa uğrayın. Kaldırdığım ilk faiz amcam Abbas’ın faizidir. Cahiliye devrinin kan davaları da kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası akrabalarımdan Abdülmuttalib’in oğlu Amir’in kan davasıdır.

Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Dikkat edin! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlar üzerindeki hakkınız iffet ve namuslarını korumalarıdır. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları geleneklere uygun biçimde yiyecek ve giyeceklerini sağlamanızdır. Kadınlar hususunda Allah’tan korkun ve onlara en iyi şekilde davranın. Ashabım! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden saltanat ve nüfuz kurma ümidini ebediyen kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım şeyler dışında küçük gördüğünüz şeylerde şeytana uyarsanız bu da onu sevindirir ve cesaret verir. Sözümü iyi dinleyin ve belleyin. Müslüman müslümanın kardeşidir. Bir müslümanın malı rızası olmadan diğer bir müslümana helal olmaz. Sakın zulmetmeyin. Herkes ancak kendi işlediği suçtan sorumludur. Baba oğlunun, oğul da babasının suçundan sorumlu tutulamaz. Allah her varisin mirastan payını tayin etmiştir. Artık bir varisin diğer mirasçıları mahrum edecek şekilde vasiyette bulunulması helal değildir. Çocuklar babalarından başkasına nisbet edilemez. Ödünç alınan şeyler sahibine geri verilmelidir. Yararlanılmak üzere alınan şeyler de sahiplerine iade edilmelidir. Borçlar ödenmelidir. Birinin borcunu üstlenen kefil de o borcu ödemelidir. Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine iade etsin. Rabbiniz olan Allah’tan sakının, O’na kulluk edin. Beş vakit namazınızı kılın. Ramazan ayında oruç tutun, hac ibadetini yerine getirin, mallarınızın zekatını gönül hoşluğuyla verin. Yöneticilerinize Allah’ın kitabına uydukları sürece itaat edin ve böylece rabbinizin cennetine girin. Benden sonra küfre ve sapkınlığa düşüp birbirinizin boynunu vurmayın. Benden sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir. Ey müminler! Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız takdirde bir daha asla yolunuzu şaşırmazsınız. Bunlar Allah’ın kitabı Kur’an’la peygamberinin sünnetidir.”

Daha sonra Allah’ın elçisi, “Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar. O zaman ne diyeceksiniz?” deyince sahabeler, “Allah’ın risaletini tebliğ ettin, görevini yaptın, bize nasihatte bulundun diye şahitlik ederiz” dediler. Bunun üzerine Resulullah şehadet parmağını semaya doğru kaldırdı, sonra da insanlara doğru çevirip indirerek, “Şahit ol ya Rab, şahit ol ya Rab, şahit ol ya Rab!” dedi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

AYRILIK ZAMANI

 

Efendimiz! Peygamberimiz! Allah’ın elçisi! Tek önder ve tek liderimiz!

 Takvimler Hicret’in on birinci yılını gösteriyordu. Safer ayının sonlarına doğru Mute savaşının cereyan ettiği bölgeye göndermek üzere bir ordu hazırlamış; ordunun başına komutan olarak Mute şehidi Zeyd in oğlu Üsame’yi geçirmişti. Ancak ordusunun hareketinden önce hastalanınca ordunun hareketi geciktirildi.

Peygamberimiz, vefatına sebep olan hastalığına, Safer ayının son günlerinde yakalanmıştı. Eşlerinden Meymune’nin evinde tutulduğu hastalığının ilk günlerini, sıhhatli günlerinde yaptığı gibi, sırayla eşlerinin odalarında kalarak geçirdi. Ancak hastalığı gittikçe şiddetleniyordu. On üç gün sürecek hastalığının beşinci gününden itibaren, diğer hanımlarından izin isteyerek Aişe’nin odasında kalmaya başladı. Son günlerini, içinde defnedileceği bu odada geçirdi. Ateşi gittikçe artıyordu. Önceleri hasta halinde mescide çıkıp namazları kıldırırken, son üç gününde mescide de çıkamadı. Mescide son çıkışlarında arkadaşlarıyla konuşmuştu. Kimin kendisine hakkı geçmişse gelip almasını istedi. Kul hakkı konusunda hassas davranılması, borçların zamanında ödenmesi ve tarihte bazı örnekleri görüldüğü gibi kabrinin tapınak haline getirilmemesine dair uyarılarda bulundu.

 Camiye çıkamadığı bu üç gün içinde yerine vekil olarak can yoldaşı Ebubekir’i imam tayin etti. Bu üç gün zarfında ancak bir vakit namaza çıktı ve ashabına son defa namaz kıldırdı. Bu namazdan sonra yaptığı konuşması veda hükmündeydi.

“Ey insanlar! Size Ensar hakkında hayırlı olmanızı onlara karşı iyi davranmanızı tavsiye ederim. Onlar beni has cemaatim ve sırdaşlarımdır. Onlar sizi vaktiyle evlerinde misafir etmediler mi? Her hususta sizi nefislerine bile tercih etmediler mi? Ey insanlar! Bugün halk, Medine’de günden güne çoğalmakta, halbuki Ensar yemek içindeki tuz kadar azalmaktadır. Sizden biriniz iş başına geçer de iyilik veya kötülük edebilecek nüfuza sahip olursa, Ensar’ın iyiliklerinin karşılığını versin, kusurlularının da günahlarını bağışlasın.

Ashabım! İlk muhacirlere de hürmet etmenizi vasiyet ederim. Bütün muhacirler de birbirlerine karşı iyi davransınlar. Her iş Allah’ın izin ve iradesiyle cereyan eder. Allah’ın iznine, iradesine karşı gelmeye çalışanlar en sonunda muhakkak yenik düşerler. Allah’ı aldatmak isteyenler de muhakkak aldanırlar. Ey insanlar! Peygamberinizin Rabbine olan yolculuğunu düşünerek telaşa kapıldığınızı işittim. Hangi peygamber gönderildiği ümmeti arasında ebedi kalmıştır ki ben de sizin aranızda sonsuza kadar kalayım? Biliniz ki, ben de Rabbime kavuşacağım ve buna hepinizden daha layığım. Yine biliniz ki siz de bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer de Kevser havuzunun kenarıdır. Orada benimle buluşmak isteyenler, ellerini ve dillerini günahlardan çeksinler.

Ey İnsanlar! Zeyd oğlu Üsame’nin komutanlığına itiraz ettiğinizi de işittim. Bundan önce babası Zeyd’in kumandanlığına da karşı çıkmıştınız. Allah’a yemin ederim ki, Zeyd bu göreve nasıl layık idiyse ve Zeyd bana nasıl sevimli kimselerden ise işte oğlu Üsame de babasından sonra bana en sevimli kimselerden biridir.

Allah, bir kulunu dünya hayat ve nimeti ile kendi nezdindeki ahiret hayat ve saadeti arasında serbest bıraktı. O kul da Allah nezdindekini seçti.(Bu sırada Ebubekir ağlamaya başlamıştı. Resulullah ona hitap ederek konuşmasını devam ettirdi.) Ey Ebubekir ağlama! Gerek arkadaşlık gerek mal fedakarlığı itibariyle bana en çok yardımcı olan Ebubekir’dir. Ümmetimden birini kendime halil edinseydim hiç şüphesiz Ebubekir’i seçerdim. Ancak din kardeşliği, şahsi kardeşlikten efdaldir. Mescidde Ebubekir’in kapısından başka kapatılmadık hiçbir kapı kalmasın.”

Efendimizin hastalığı, biraz hafiflemiştir. Aişe validemizin odasından, sabah namazını kılmakta olan ashabına baktı. Durumu fark eden sahabiler, onun iyileşme göstermesine sevinmişti. Ancak Peygamberimiz, odasına dönüp tekrar yattı. Ateşi oldukça yüksekti, ellerini yanındaki su kabına batıyor ve devamlı Kelime-i tevhid getiriyordu. Aynı gün her nefs gibi ecel şerbetinden içerek ruhunu Rabbine teslim etti. Ebedi aleme göçtüğü sırada 63 yaşında bulunuyordu.

Efendimizin vefat haberi kısa sürede etrafa yayıldı. Bu haber, Müslümanları son derece etkilemiş ve onları büyük bir mateme boğmuştu. Öyle bir şaşkınlığa düşmüşlerdi ki, peygamberlerin de diğer insanlar gibi öleceği gerçeğini sanki unutmuşlardı. Halbuki daha bir iki gün önce Resulullah, son konuşmasında bu gerçeği kendilerine tekrar hatırlatmıştı. Ne var ki, metanetiyle bilinen Ömer bile onun ölmediğini söylüyor, bu haberin doğruluğuna inananları ölümle tehdit ediyordu.

Onları bu şaşkınlıktan kurtaran Peygamberimizin en yakın dostu Ebubekir oldu. Acı haberi evinde alan Ebubekir, doğruca Mescid-i Nebevi’ye geldi. Telaş içindeki kalabalığa bakmaksızın Peygamberimizin bulunduğu odaya girdi. Yüzünü açıp gözyaşları içinde, “Babam ve anam, yolunda feda olsun ya Resulullah! Sağlında güzeldin; ölümünde de ayrı şekil de güzelsin.” dedi. Sonra eğilip yüzünü öperek üzerini örttü. Sonra da dışarı çıktı. Ne yapacakların şaşırmış bir halde bekleyen Müslümanlara, akıllarını başlarına getirecek bir konuşma yaptı. Konuşmasının sonuna doğru “İçinizde Muhammed’e tapanlar varsa, iyi bilsinler ki, Muhammed artık ölmüştür. Allah’a tapanlara gelince, bilsinler ki, Allah bakidir, asla ölmez.” dedi. Arkasından Al-i İmran Suresindeki ayeti okudu.

“Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Her kim ökçeleri üzerinde geriye dönerse Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenleri mükafatlandıracaktır.”

Ebubekir’in bu konuşması, ashabın panik ve şaşkınlığını gidermiş, onları yatıştırmıştı. Efendimizin öldüğü gerçeğini acı da olsa kabullenmişlerdi. Pazartesi günü öğleden sonra gerçekleşen vefatının ardından, cenazesi ancak Salı günü hazırlanabildi. O’nu Ali yıkamış, Abbas ve oğullarıda yardımcı olmuşlardı. Kefenlendikten sonra cenaze sedirin üzerine konuldu. Onun cenaze namazı, vefat etmiş olduğu odada, önce erkekler, arkasından kadınlar, daha sonra da çocuklar olmak üzere küçük gruplar halinde imamsız olarak kılındı.

Efendimizin nereye defnedileceği hususunda çeşitli fikirler ileri sürülüyordu. Bu esnada Ebubekir, peygamberlerin öldükleri yerlere gömüleceklerine işaret eden efendimizin hadis’ini hatırlattı. Bunun üzerine, Aişe validemizin odasına kazılan kabre, Salı’yı Çarşamba’ya bağlayan gece defnolundu.

Sade bir hayat yaşayan, elde ettiği maddi imkanları Allah yolunda harcayan Efendimizden geriye son derece mütevazi bir miras kalmıştır. Zira kendisi “Biz peygamberler zümresi miras bırakmayız. Bizim geride bıraktığımız her türlü servet sadakadır” buyurmuştu. Vefatında mülkiyetinde beyaz bir katır, silahları ve bir miktar arazisi vardı. Arazilerinin gelirinin ailesi için harcanmasını ve kalanının devlet hazinesine devredilmesini emretmişti. Ölümünden kısa bir süre önce bununla Allah’ın huzuruna çıkmaktan haya edeceğini söyleyerek elinde kalan 7 dirhemin fakirlere dağıtılmasını istedi. Öyle ki kendisine ait bir zırh da borcu karşılığında bir Yahudinin elinde rehin olarak bulunuyordu.

Efendimizin  manevi mirası ise gerek ümmeti ve gerekse bütün insanlık için son derece büyük ve değerlidir. O, Veda Hutbesi’nde de belirttiği üzere Kuran ve Sünnet’i en değerli miras olarak bırakmış, bu iki temel kaynak etrafında şekillenen İslam dini ve medeniyeti asırlar boyunca geniş bir coğrafyada etkisini hissettirerek insanlık tarihindeki yerini almıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SON SÖZ

 

TEK ÖNDER VE TEK LİDERİMİZ; SELAM O’NA VE O’NA BAĞLI OLANLARA OLSUN!

 

Peygamberler, insanlık tarihinin en üstün ahlakına sahip kişileridir. Onlar günlük hayatlarındaki uygulamalarıyla  hem içinde yaşadıkları topluma hem de daha sonra gelecek topluluklara en iyi örnekleri sunarlar. Onların hayatları ve yaşayış tarzları fertler ve toplumlar için en ideal örneklerdir.

 Efendimiz de, çocukluğundan itibaren en üstün ahlaki duygulara sahipti. Gerek çocukluk, gerekse gençlik yılları akranlarından çok farklı geçti. Kötülüklerin her çeşidinin son derece yaygın olduğu bir toplumda, yüce yaratıcı olan Allah’ımız  son peygamber olarak görevlendireceği Muhammed’i çocukluğundan itibaren “Cahiliye” diye isimlendirilen karanlıkların bütün kötülüklerinden korumuştu. Bu üstün ahlak sahibi olan insan, daha çocukluğundan itibaren  toplumunun takdirini kazanmış, kendisine”el-Emin/güvenilir kişi” lakabı verilmişti. Herkes ona güvenir, doğruluğunu kabul eder, malını-emanetini çekinmeksizin ona teslim ederdi. İlk vahyin gelişinden sonra Hatice validemizin Efendimizi teselli için söylediği sözler, onun peygamberlikten önceki ahlaki durumunu ve toplumdaki konumunu açıkça ortaya koymaktadır.

“Seni müjdelerim ya Muhammed! Hayır, Allah’a yemin ederim ki, O seni hiç bir vakit utandırmaz. Çünkü sen akrabanı koruyup gözetirsin. Borçluların borcunu verirsin. Doğruluktan ayrılmazsın.  Fakirlere yardım eder, misafirleri ağırlarsın. Muhtaçların ihtiyaçlarını karşılarsın”

Kuran, pek çok ayette Peygamberimizin ahlakını över ve onu bize tek lider ve tek önder olarak örnek alınması gereken emsalsiz şahsiyet diye takdim eder. 

“Şüphesiz ki sen üstün bir ahlak üzeresin.”

“Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi.”

“Andolsun Allah’ın elçisinde sizin için, Allah’ı ve ahireti arzu eden ve Allah’ı çok anan kimseler için, uyulacak en güzel bir örnek vardır:”

 “Efendimizin ahlakı Kuran’dı. Darılırsa Kuran darıldığı için darılır, beğenirse Kuran beğendiği için beğenirdi. Kendi nefsi için intikam almazdı. Kızması ve beğenmesi Allah’ın rızası içindi.” Eşi Aişe validemiz böyle tanımlıyordu. 

Müslümanların nasıl olması gerektiğini gerek sözleri ve gerekse davranışlarıyla canlı bir hayat olarak sergilemişti. “Ben sadece üstün ahlakı tamamlamak için gönderildim” derken Allah tarafından elçi olarak seçilmesinin de gerekçesini açıklıyordu.

Allah, üstün ahlâkı tamamlamak üzere gönderdiği son peygamberini en güzel huylarla bezemişti. O’da diyordu ki, “Allah’ım, yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlakımı da güzelleştir. Beni kötü ve hoşa gitmeyen huylardan uzak tut. Allah’ım beni en güzel ahlaka yönelt. Ona yöneltecek olan yalnız sensin.”

“Bana en sevimlileriniz ve kıyamet gününde bana en yakın olacak olanlarınız, ahlakı en güzel olanlarınızdır.”  Derken, en faziletli amelin güzel ahlak olduğunu vurgulardı.

Ona göre din, güzel ahlaktan ibaretti. Cennete de ancak iyi ahlak sahibi olanlar girebilirdi. O’nun şu tavsiyeleri çok önemlidir: Kötü ahlak, iyilikleri yer bitirir, ibadetleri boşa çıkarır. Sahibini cehenneme sevk eder. Nitekim kendisine gündüzleri oruçlu geceleri de namazlı geçiren, fakat kötü huylu, diliyle komşularına rahat vermeyen bir kadından bahsedilince:”Onda hayır yoktur ve o cehennemliklerdendir.” buyurmuştur.

Samimilik ve sadelik, Peygamberimizin en önde gelen vasfıydı. Son derece mütevazı idi. Sade giyinir, sade yer içer, sade yaşardı. Dünya malına gerektiğinden fazla önem vermezdi. Dünya ile olan ilişkisini şöyle açıklamıştır:

“Benim dünya ile alakam yolda giderken bir ağaca rastlayıp, dinlenmek için o ağacın gölgesine sığınan, sonra yine yoluna devam eden bir yolcuya benzer.”

Evinin tüm mefruşatı birkaç basit eşyadan ibaretti. Birçok günlerini yemeksiz geçirdiği, aylarca evinde ateş yanmadığı olurdu.

“Bir ay gelir geçerdi de biz Muhammed ailesinin odalarından hiçbirinde duman tüttüğünü görmezdik.” der Aişe validemiz durumu açıklarken. Böyle günlerde bütün aile yalnızca hurma ile iktifa ederlerdi. Peygamberimiz hiçbir yemeği beğenmemezlik etmezdi. Arzusu olunca yer, olmuyorsa bırakırdı.

Temizliği çok severdi. “Temizlik imanın yarısıdır.” derdi. Elbise ve vücut temizliğine çok önem verirdi. Aynı şekilde oturduğu yerin ve çevrenin temizliğine de özen gösterir, müminleri de bu yönde desteklerdi, teşvik ederdi. Kötü koku veren şeylerden hoşlanmazdı. Soğan ve sarımsak yiyenlerin, ağız kokuları gidene kadar cami ve cemaatten uzak durmalarını isterdi. Yemekten evvel ve sonra ellerini yıkar, yemeğe mutlaka besmeleyle başlardı. Özellikle yemeklerden sonra diş fırçası olarak misvak kullanırdı. Saçını ve sakalını yıkayıp tarar, güzel kokular sürerdi. Müslümanları da bu konularda uyarır, temizliğin her çeşidine dikkat etmelerini isterdi.

Boş vakit nedir bilmez-geçirmez, zamanı çok iyi değerlendirirdi. Gündüzleri ailesinin ve toplumun işleriyle meşgul olur, geceleri ise az uyur, çok ibadet ederdi. Bütün gece uyumayı iyi karşılamaz, ashabına da bu yönde uyarılarda bulunurdu.

İki şey arasında tercih yapacağı zaman, Allah’ın hoşnutluğuna uygun olmak şartıyla, daima kolay olanını seçerdi. Günah olan işlerden son derece kaçınırdı. Şüpheli işlerden uzak dururdu. Hiç kötü söz söylemez, kimseye kötülük yapmazdı. Kimsenin gönlünü kırmaz, hiç kimseyi hor görmezdi. Öyle ki, 10 yıl hizmetinde bulunan Enes bin Malik, bu süre içinde onun kendisine karşı “öf” bile dediğini duymadığını söylemiştir. Kendisine karşı her türlü kötülükleri yapanlara dahi nefsi için kızmaz, daima onlara hayır dua ederdi.

Herkese karşı adil davranır, hak sahibine hakkını verirdi. Toplumun ayakta durmasını, adalet ilkesinin sağlam olmasına bağlardı. Adalet özgürlüğü getirir, özgürlük eşitliğe yol açar, o da nihayetinde kardeşliğe sebep verir. Düşmanlarına karşı bile hep adil idi. Her konuda olduğu gibi, adalet konusunda da yegane ölçüsü Kuran’ın ortaya koyduğu ölçü idi. Ashabına da adaletli olmalarını, ölçü ve tartıda hakkaniyetten ayrılmamalarını tavsiye ederdi. Özellikle idarecilerin ve amirlerin adaletli olmalarına özen gösterirdi.

Yargıçların öfkeli iken iki kişi arasında hüküm vermemelerini tavsiye ederdi. Bir Müslüman’ın, Müslüman kardeşine zulmetmemesi gerektiğini söylerdi. Bütün insanların bir tarağın dişleri gibi eşit olduklarını hatırlatırdı. Kadınlara karşı adalet ilkelerinin özveriyle, fedakarlıkla korunmasını isterdi. Daha önceki ümmetlerin helak oluş sebeplerinin başında, adaletten ayrılmalarının geldiğini, dolayısıyla adaletten uzaklaşan toplumların da helak olacaklarını bildirmiştir.

Efendimiz, doğru sözlü ve doğru işli idi. Hayatının her safhasında doğruluk onun ilkesi olmuştur. Yalandan ve yalancılardan nefret ederdi. Doğru olanların ulaşacakları ödülleri, yalancıların kavuşacakları cezaları sık sık dile getirirdi. Düşmanları bile onun doğruluğunu kabul etmişlerdi. Peygamberimiz, iyi bir Müslüman’ın asla yalan söyleyemeyeceğini hatırlatırdı. Müslümanlara en sık tavsiye ettiği konulardan biri de doğruluk idi. Doğruluğun iyiliğe, iyiliğin de cennete götüreceğini, yalanın ise kötülüğe, kötülüğün ise cehenneme sevk edeceğini söylerdi. Yalan söylemeyi münafıklık alametlerinden biri kabul ederdi. Bir söz verildiği zaman bu sözde durulması gerektiğini söylerdi. Kişinin kendi aleyhine bile olsa, doğru söylemesi gerektiğini hatırlatırdı. Yalan şahitliğinin en büyük günahların önde gelenlerinden olduğunu söylemiştir.

Emanete riayet etmek, Peygamberimizin önemli prensiplerinden biriydi. “Emanete ihanet edenler bizden değildir.” derdi. Herkesin bir sorumluluğunun bulunduğunu ve bu konuda hesaba çekileceğini ashabına sıkça hatırlatırdı. Emanete sahip çıkmanın imanın temellerinden olduğunu bildirirken, sır saklamayı da emanet olarak vasıflandırır, özellikle buna önem verirdi.

Efendimizin sabır konusundaki önderliği ise şaşılacak derecede ileridir. İslam’ı tebliğ ederken, müşriklerin yaptığı bütün kötülüklere karşı ne kadar sabırlı davrandığını unutmayalım. Hayatı boyunca bütün işkence, eza, cefalara ve kendisine karşı yapılan uygunsuz davranışlara sabretmesini bilmiştir. Kuran’ da Allah, hem peygambere hem de müminlere sık sık sabrı tavsiye eder. Peygamberimiz, 23 yıllık tebliğ döneminde sabrın en güzel örneklerini göstermiş, ashabını da bu yolda eğitmiştir. Müşriklerin işkencelerinden kendisine şikayette bulunan arkadaşlarına sabretmelerini tavsiye etmiş ve bunun karşılığının cennet olduğunu müjdelemiştir.

Efendimiz, konuştuğu zaman sözlerini ayıra ayıra söylerdi. Dinleyenler onun söylediklerini iyice anlar, hatta sözlerini ezberleyebilirlerdi. Söylediklerinin iyi anlaşılabilmesi için bazen sözlerini üç defa tekrarlardı. Başkalarının sözlerini dikkatle dinler, onların konuşmalarını kesmezdi. Herkes gülerken, o yalnızca tebessüm eder, asla kahkaha ile gülmezdi. Abartılı davranışlardan kaçınırdı.

Yolda giderken karşılaştığı herkese selam verirdi. Selam verenlerin de selamlarını alırdı. Fakirleri sever, onları kendi sofrasına çağırır, bazen de zengin ashabı arasında dağıtırdı. Hiçbir fakir ve muhtacı asla geri çevirmezdi. Eline bir mal ve para geçtiği zaman hemen dağıtırdı. Sadaka almaz, hediyeyi ise kabul ederdi. Ayrıca ashabına hediyeleşmeyi tavsiye ederdi. İnsanların arasında zengin, fakir, büyük, küçük, efendi, köle ayrımı yapmazdı.

Özellikle çocukları çok sever, yolda karşılaştığı çocuklara selam verir ve onları okşardı. Yetimlere, acizlere, öksüz ve kimsesizlere çok şefkat gösterirdi. Son derece merhametliydi. Hem insanlara hem de hayvanlara karşı merhametli davranırdı. Ziyaretine gelenleri nezaketle karşılar, iyi bir şekilde ağırlardı. Herkese güler yüz gösterirdi. Misafirlerine bizzat kendisi hizmet ederdi. Cömertlikte dengi yoktu. Özellikle Ramazan ayında daha da cömert davranırdı. Ev işlerinde hanımlarına yardımcı olurdu. Kendi işlerini çoğu kere kendisi görürdü.

Güler yüzlü, tatlı sözlü ve ince ruhluydu. Hastaları ziyaret eder, cenaze törenlerine katılırdı. Yapılan davetleri reddetmezdi. Üstün haya-utanma duygusu sahibiydi. Hayanın imandan olduğunu söylerdi.

Efendimiz, son derece cesurdu. Düşmanlarından zerre kadar korkmaz, Allah yolunda karşılaştığı her kötülüğü sabırla karşılardı. Ordunun dağılmaya yüz tuttuğu yerde, olduğu yerde kalarak sebat eder, onun bu cesareti ashabının yeniden etrafında toplanmasına yeterdi. Kılıçlarının, kalkanlarının, yaylarının, oklarının, atlarının, develerinin isimleri dahi cesaret ve kahramanlık ifade eden isimlerdi.

Ahlakı Kuran olan Efendimiz, siyasi ve askeri deha sahibiydi. Bu sayede insanlık tarihinin en büyük devrimini gerçekleştirmiştir. Tarih yazmamıştır, bu kadar kısa bir süre içinde onun başardığını gerçekleştiren bir başka lider veya kahraman görülmemiştir. Cehaletin karanlığına bürünmüş, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan, putlardan her şeyi bekleyen Arap toplumunu, 23 yıl gibi kısa bir süre içinde İslam dininin nurlu aydınlığla karanlıklardan çıkarmayı başarmış, insanlık için en yüksek medeniyeti oluşturmuştur. Bu medeniyeti kan ve gözyaşı üzerine değil, insan cesetleri üzerine değil, sevgi ve kardeşlik ilkesi üzerine kurmuştur. Çünkü kendisine vahyedilen İslam dini, insanlığı esaretten kurtarmak gayesini güdüyordu. Her türlü esaretten!

Efendimiz , yaptığı savaşlarda kan dökülmemesi için büyük gayret gösterirdi. Bu savaşlarda şehit olan arkadaşlarıyla öldürülen düşman askerlerinin toplam sayısı 400’e dahi ulaşmıyordu. Milyonlarca insanın ölümüne bir o kadarının da zulme uğradığı beşeri ideolojilerin çaresizliğini yalnızca bu örnekte bile görebiliriz.  Zira o, kan dökülmemesi için gerekli bütün tedbirleri alıyordu. Onun maksadı insanları öldürmek değil, gerçek kurtuluşa kavuşturmaktı. Diğer din mensuplarını önce İslam’a çağırıyor, kabul etmedikleri takdirde İslam’ın hakimiyetine girmeye davet ediyordu. Ancak bu iki teklif de kabul edilmezse savaşmak zorunda kalıyordu. Kendisiyle savaşanlara nefsi için kin beslemiyor, çoğunlukla onları affediyordu. Onun bu yüksek uygulamaları, çoğu kere, esirlerin İslam’ı gönül rızasıyla kabulüne sebep oluyordu. Onun kurduğu devlet bir yürek devletiydi.

Salat ve selam O’na ve O’nun bağlılarına olsun!

Huzur ve mutluluk ancak O’nun yolundan gitmekle mümkün olabilir. Günümüz insanlığı Efendimizi yeniden tanımak, O’nun yolunu yeniden fark etmek zorundadır. Tek önder ve tek lider O’dur!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

PEYGAMBERİ TEK ÖNDER VE TEK LİDER OLARAK BENİMSEMİŞ GENÇLERE TAVSİYE

 

Ey genç kardeşim!

Ey ömrümün ilkbaharındayım diyen kişi! Biliyorsun ki, bu hayat devir devirdir. Ancak her insanilerleyen devirlere ulaşamayabilir. Ömrünün ne kadar olduğunu ne sen, ne de bir başkası bilemez? Niceleri daha gençliğe eremeden dünyayı terk etmişken, uzun uzun hayallere kapılmakta neyin nesidir?Hele ki o uzun hayallere dalıp ahiretini boşluyor, ebedi hayatını unutuyorsan zarardasın demektir. Daha fazla zarar ziyana uğramadan, daha çok geç olmadan ahiretini düşün, aklına başına al. Sana edeceğim uyarılara-hatırlatmalara kulak ver. İyi bil ki! Bu tavsiyeler dünyanı perişan etmeden ahireti kazanman için önemlidir. Faydalanmak için bak! Bakar gibi yapma!

 

1. BİR HEDEF BELİRLE

Hedefin yoksa birilerinin hedefinde olabilirsin!

Ey genç! Yaratılış gayen, seni ve senden öncekileri yaratana kulluk etmektir. Bu dünya senin görev mahallin ve yapman gereken kulluğunda değişmez görevindir. Bu görevi hiçbir zaman unutma. Asla ve asla bu görevin önüne başka hiçbir şeyi geçirme. Bil ki! Görevini yapanlar ödüllendirilir ve yapmayanlarsa cezalandırılır. Ödülün cennet, cezan ise cehennemdir. Hangisini istiyorsan ona göre yaşa. Ölüm gerçeği hayatın tek gerçeğidir.

2. HANGİ DİNE AİTSİN?

Ey genç! Gençlik hevesleri seni dinini öğrenmekten alıkoymasın. Dinini öğrenmeden dininin gereklerini yaşayamazsın. Din düşmanı dinbazların tuzağına düşer ve perişan olursun. Bu halinle de ölürsen, ahiretinde perişan olur. Dinin iki temel kaynağı Kuran ve Sünnet’tir. Her daim bunları oku. Her gün Kuran’ı eline al. Arapçasından oku. Arapça okumayı bilmiyorsan hemen öğren. Asla öğrenmeyi ihmal etme. Mealinden bile olsa Rabbimizin sözlerini anlamaya çalış. Sünnet, Kuran’ı yaşantıya geçiren peygamberimizin sözleri ve davranışlarıdır. Sünneti öğrenmek Kurani yaşantıyı öğrenmektir. Unutma! Sünneti inkar eden sünnet inkarcıları önüne çıkabilir. Onlara acı ve hidayetleri için dua et. Bu gün azgın insanların, toplumların bilmesini istemediği bir kelime vardır ki, o kelime ‘tağut’ kelimesidir. Bu kelimenin içeriğini çok iyi öğren. Şunu unutma ki, tüm gönderilen elçiler tağutları red etmeye davet ederek, tağutları kabul edenleri de uyarmışlardır. Bu kavramı öğrendikten sonra sen de onu red et ve redde çağır. Bil ki; bilmek, uygulamak içindir. Öğrendiğinle amel etmezsen kurtulamazsın. Öğrendiklerini hayatına yerleştir.

3. İYİLİK GAYEN OLSUN

Ey genç! Biliyorsun ki,  eylemlerinden tek tek hesap vereceksin. Amel defterin önüne getirildiğinde yaptıklarının hepsini orada bulacaksın. O zamanda, dünya sana arkasını dönmüşken, ahiretse önünde olacak. Dünyaya geri dönüp amel edeyim veya amellerimi düzelteyim desen de, sana verilen ömür bir daha eline geçmeyecek. Öyleyse henüz vakit varken, Rabbimizi razı edecek işlere yönel. Namazlarımız Rabbimizle buluşma anımızdır. O anları gözle. Bu sırada Efendimizin nasihatiyle abdestli olmaya çalış.Bil ki! Abdesti ancak olgun mümin muhafaza eder. Bedenin ve aklın abdestli olsun. İnsanlara faydalı olmaya çalış. İyilik üret, kötülüklerden uzak dur!

Salihat kavramından haberdar ol! Topluma dönük olarak, toplumun ıslahına yönelik tüm iyiliklerin , iyileştirmelerin, düzeltmelerin, güvenliğin  ve barışın sağlanmasına yönelik faaliyetlerdir. Mesela, ahlakı bozan, suç işleme eylemlerini çoğaltan durumlarla mücadele etmek, cahillikle ve cahiliyye ile  mücadele etmek, işsizliği azaltmak, çevre kirliliği ile mücadele etmek, zalimlerin zulmünü defetmek, mafya ve çetelerle mücadele etmek,  barışı ve güvenliği sağlamak, hastalıkların azaltılması için bilime ve teknolojiye yatırım yapmak, insan hayatını kolaylaştırmak, israfı önleyip tasarrufu yaymak dünyayı imar etmek, adil ve şeffaf bir yönetimin tesisi için çalışmak, ... gibi tüm halka topluma dönük ıslah edici iyi eylemlerin hepsi birer Salihat’ tır.

4. YARADANINI HATIRLA

Ey genç! Rabbimiz dönüşün kendisine olduğunu bildirmekte. Dönüşün mekanını ve sahibini hiç unutma. Her ne nerede olursan ol ve her ne yaparsan yap, Rabbimizin gazabından kork ve O’nun rızasını elde etmenin peşine düş. Nerede olursan ol, her ne yaparsan yap, Allah’ı hatırla ve O’ndan kork. Korkmak O’nun rızasından mahrum kalmak demektir. Bil ki! Sen O’nu göremesen de, O seni her daim görmektedir. Bu şuurla hareket et.

5. ÖLÜM TEK GERÇEK

Ey genç! Dünyalık zevklere kesen, heveslere son veren ölümü aklından çıkarma. Sen onu unutsan da, vakti geldiğinde o seni bulacak. Şeytan seni uzun arzulara sürükleyip, geçici olana bağlamasın. Bil ki! Nice uzun ömür hayalleri kuran genç, şu an ölümü tatmış ve hesab gününü beklemektedir. Biliyorsun ki, ölüm bizi de bir gün alıp götürecek; öyleyse daima o günü bekle ki, geldiğinde hazır olasın. Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya, yarın ölecekmiş gibi de ahirete hazırlık yaparak  yaşa!

6. HELAL VE HARAM’I BİL

Ey genç! Haramları ve helalleri öğrendikten sonra helallerin peşine düş ve haramlardan da aslandan kaçar gibi kaç. Aslan senin dünyadaki düşmanın olabilir ve imkanını bulsa seni parçalayabilir.

Ancak haramları işlemeye devam edersen, haramlar ahiretini parçalar. Hem haramlarla yaşanan bir hayatın tadını ve bereketini göremezsin. Bil ki! Hayat helallerle yaşandıkça anlam ve tat kazanır. Sen de haramlardan kaçınıp, helali tercih ederek hayatını anlamlandır.

7. EN GÜZELİ GÜZEL AHLAK

Ey genç! Bizler güzel ahlakı tamamlamak için gönderilen, ahlakı azim olan peygamberin ümmetiyiz. O ki bizler için en güzel örnektir. Rabbimiz onu edeblendirmişken, o zamandan bu zamana, bu zamandan kıyamete dek gelecek insanlığın değişmez ahlakı Kuran olan örneğidir.

Öyleyse sen de örneğimiz ve önderimizin ahlakını iyice öğrenip, güzelce yaşamaya çalış.Bil ki! Sahte örnek ve önderler peşine takılan niceleri helak oldu. Sahte önderlerden, onların öğretilerinden uzak ol. Beşeri ideolojilerin ahiretine bir katkıları olmayacaktır.

8. EFENDİ OLMAK İSTİYORSAN HİZMETKAR OL

Ey genç! Dinine hizmet etmeyi önemse. Bu uğurda gece gündüz çabala. Çabalayanlarla birlikte omuz omuza hareket et. Bu hizmet yarışındaki günlerin hayatının en tatlı ve bereketli günleri olacaktır. Bu yolculukta hizmet edilmeye muhtaç insanları göreceksin, onları da boş geçme. Düşeni kaldır. Yetimi gözet. Bil ki! Alemlerin Rabbinin dinine hizmet edebilmek şereflerin en büyüklerindendir. Bu şerefle şereflen. Başka yollarda onur bulamazsın!

9. ALLAH İÇİN SEV

Ey genç! Ehli tevhid Müslümanları sev. Ancak bu sevgin sadece dilinde olmasın. Gözlerinde bile ışıl ışıl bu sevginin parlaması gözüksün. Seven sevdiğini hayırla anarken, sen de Müslümanları hayırla an. Rabbimiz Müslümanları kardeş kılmışken,  kardeşlerinle aranı iyi tut. Kardeşlerini sevmen, dünyada kalbine imanın yerleşmesine ve kıyamette Allah’ın gölgeleyeceği yedi sınıf içerisine girmene vesiledir. Kendisini sevdiğin kardeşine sevgini bildir. Bu da Efendimizin isteğidir, unutma! Bil ki! Dünyada Allah için birbirleri sevenler, ahirette de birbirlerini seven kişiler olacaklardır. Ahiret kardeşlerini daha dünyadayken sev.

10. ALLAH İÇİN DOST OL

Ey genç! Ancak Alemlerin Rabbi için sev. O’nun için öfkelen ve O’na düşman olanlara sen de düşman ol. Allah’ın sevmediklerini, Allah’ı sevmeyenleri asla sevme. Dünyan gitse de onların safında asla yer alma. Cahiliye toplumunda suni dostluk ve düşmanlıklar çıkartanlara rastlayacaksın. Onlar cahiliyenin adamları olarak ateşe çağırırlar. Onlardan ve çağrılardan uzak dur. Bil ki! Onlara yaklaşmak ateşe yaklaşmak, onları sevmek de şeytanı sevmek gibidir. Şeytanı sevmediğini söyleyenler, şeytanın dostlarını dost tutamazlar. 

11. CÖMERT OL

Ey genç! Rabbimiz cömert olup, cömertleri sevmektedir. Cimrilikse manevi bir hastalık olup, Müslüman’a yakışmayan kötü bir özelliktir. Hem unutma ki, Allah için verdiklerin, O’nun yolunda harcadıkların asla yitirdiklerin değildir. Onlar ahirete önden gönderdikleridir.Bil ki! Allah’tan ve O’nun Dininden sakladıklarının, kıskandıklarının hesabı vardır. Öyleyse burada çok bırakmak yerine, oraya çok göndermeye bak.

12. SADIK OL

Ey genç! Bilmelisin ki, sadıklar cennet arkadaşları olan güzel arkadaşların arasındadırlar. Doğruluk peygamberlerin özelliklerinden olup insanları da doğru olmaya çağırmışlardır. Kişi doğrulukla iyiliğe, iyilikle cennete ulaşır. Yalanla da günaha, günahla da cehenneme ulaşır. Bil ki! Cenneti isteyenlerin peygamberi takip edenlerin özeliği sadık olmalarıdır. Sen de sadık ol ve sadıklarla birlikte bulun ki, istikamet bulasın.

13. GÜVENİLİR OL

Ey genç! Emin olmak peygamberlerin özelliklerindendir. İşi ehline veren ve vermeyi emreden Rabbimiz, peygamberlik görevini verdiği kişilerin emanet sahibi olmalarını dilemiştir. Peygamberimize, peygamberlik görevi verilmeden önce Mekke’deki insanların ona “el-Emin” dediklerini hatırla! Emin olmak Rabbimizin rızasına sebep olan çok güzel bir vasıftır. Bu vasfın karşısında ise şeytanın ve onun yolundan gidenlerin vasfı olan hainlik vardır. Emin ol, hain olma. Dilinle halin, sözünle özün bir olsun. Bil ki! Eminler sevilirken, hainler sevilmezler. Eminler emin adımlarla hayat yürüyüşünde yürürlerken, hainler kendilerinden bile korkarlar. Sen de, bu hayat yürüyüşünde emin olarak, emin bir yolda, emin bir sona yürü.

14. İÇTEN OL

Ey genç! En çok ihtiyacın olan şeydir ihlas-içtenlik-samimiyet! Ne yapıp etmeli her bir işinde ihlaslı olmalısın. Bu ise en zor şeylerdendir. Tüm insanları yok kabul ederek sadece O var bilinciyle, yalnızca O’nun için hareket emektir ihlas. Görsünler, duysunlar ve desinleri çöpe atıp, bir daha almamaktır ihlas.  Bilmelisin ki, insanlardan bir karşılık beklemeyen Allah’ın seçilmiş peygamberleri ihlaslıydılar. Elbette son peygamber de ihlasın zirvesi bir şahsiyetti.  Sen de onu takip et. Unutma ki, şeytan ve şeytaniler türlü yerlerden tuzaklar kurarken, onun tuzakları karşısında selamette kalman, imanda içten  olmana bağlıdır. Yine unutma ki, bu fani hayattan baki aleme götüreceğin amellerinin geçerliliği de yine ihlaslı olmana bağlı. Riya-gösteriş ile yapılan ameller dağlar kadar olsa bile yarın ahirette bir arpa kadar olmayacak. Bunları düşün ve ‘nasıl ihlaslı olurum?’ sorusunu kendine sor. Ardından bu sorunun cevabının hayati bir öneme sahip olacağı bilinciyle cevapların peşine düş. Bil ki! Muhlis olmanın yollarını ihlaslıca araştırman, ihlasın kalbinde olduğunun bir göstergesidir.

15. CESUR OL

Ey genç! Allah yolunda cesur ol. O’nun yolunda kınayanın kınamasından korkma! Allah yolunda meydana atılma vaktin geldiğinde meydana atıl ve yapacaklarının peşine düş! Seni bu yoldan ayırmak için uğraşanların hilelerine karşı korun. Onları ve hilelerini Rabbimize havale et! Bil ki! Kalem yazdı ve yazı kurudu. Yakinen inanmalısın ki, hiç kimse O’nun yazdığından başkasını sana getiremez. Ömrünü ne kimse kısaltabilir, ne de uzatabilir.

16. UTANMA DUYGUN OLSUN

Ey genç!  Haya, imanın göstergesi, takva ehli Müslümanların vasfıdır. Haya insanı her zaman hayra götürür. O tümüyle övülmüş bir kavramdır. Bil ki! Hayasızlık iman ve dindarlığın eksikliğinin bir göstergesidir. Hayasızlık da insanı her zaman şerre götürür. Öyle ki hayasızlık dünyada kepazelik, ahirette azaptır. Her türlü hayırların ardına düş, her türlü kepazelikten de uzak ol.

17. ÇALIŞKAN OL

Ey genç! Unutma ki, Allah’ın yarattıklarına koyduğu bazı yasalar vardır. Allah’ın bu yasaları insanlar arasında Müslüman-kafir gözetmeden işler. Bunlardan birisi de şudur ki: “Çalışan başarır.”Allah, çalışana çalıştığının karşılığını verir. Dünya üzerinde Allah’ı tanımayan nice din düşmanı bu yasa gereğince dünyada çalıştıklarının karşılıklarını almaktadır. Ancak onların ahiretten hiçbir nasibleri yoktur.

Müslüman ise, çalıştığının karşılığını Allah’ın izniyle hem bu dünyada alırken, hem de ahirette alacaktır. Öyleyse bize düşen Allah yolunda çalışmaktır.Bu yasanın tersinin nasıl olduğuna gelince, o da şöyledir: “Çalışmayan da başaramaz.”Öyleyse dünya ve ahiret hayatının imarı için çalış. Boş vakit denen şeyi hayatından çıkar at. İyi Müslümanların bir özelliğidir ki, onlar her türlü boş şeylerden yüz çevirirler. Sen de dünyan ve ahiretin için faydası olmayan şeylerden uzak ol. Bil ki! Amacına ulaşanlar çalışanlardır. Öyleyse tembelliği bırak ve faydalı işlerde çalışmaya bak.

18. TEVBE ET

Ey genç! Hayatta sürekli olumsuzluklarla boğuşacaksın. Onlar yeri gelecek seni devirip üstüne çullanacaklar. Sen her defasında onları savuşturup  ayağa kalkmasını bil. Ümitsizlik zindandır. Oradan kurtulmaksa ümitle mümkündür. Özellikle Rabbimize karşı asla ümitsiz olma. Her ne yaparsan yap. Hangi günahı işlersen işle! ‘Tevbem kabul olmaz!’ deme. Tevbe edip tevbeni bozacak olsan bile, yine tevbe ederek O’na yönel. Bil ki! Bizler O’nun kulcağızlarıyız. O’ndan başka günahları affeden ve tevbeleri kabul eden yoktur.

 19. ÜRET

Ey genç! Hep hazır bekleme. ‘Ben ne yapabilirim?’ sorusunu sor, ardından da yapabileceklerini düşün ve onların peşine düş. Ömürleri boyunca hazıra alışmış, ağızlarını açıp bekleyenlerden hiç kimse faydalanmamıştır. Sen onlardan olma. Arkandan bırakacağın, hayırla anılacağın, hayırlara imza at. Bil ki! Her insanın istedikten sonra yapamayacağı iş yoktur.

20. SORUN OLMA

Ey genç! Dert vermek-sorun olmak ve yük olmak iyi şeyler değildir, biliyorsun. Elbette zorunlu durumlarda herkes herkese yük verir, bu olağandır. Ancak bazı insanlar daimi olarak dertli insanlardır. Bunlar yük almazlar, ancak daima yük olurlar. Böylelerinden olma. Böylelerinden uzak dur. Böyle insanlar sevilmezler. Dertlere çare olmaya çalışmak ve yükleri almak güzel özelliklerdendir. Bu özelliği olan insanlar sevilen kişiler olurlar. Bil ki! Dert vermek değil, dert almak erdemdir. Erdemliler arasına katıl. 

  21. ADALETTEN AYRILMA

Ey genç! Hak edene hak ettiğini vermelisin. Adaletli davranmak Rabbimizin emriyken adil olanlarda Rabbimizin sevdikleridir. Efendimiz hayatının her alanında herkese karşı adaletten ayrılmamışken bizlerin yapması gereken de adaleti ilke yaparak zulmün ve zalimlerin karşısında durmaktır. Bil ki! Zalimler adalete düşmanlarken, adillere de düşmandırlar. Sen de zulme düşman olduğun gibi zalimlere de düşman ol.

22. MERHAMETLİ OL

Ey genç! Bizler ‘merhametlilerin en merhametlisi’ olan Allah’ın kullarıyız. O müminlere karşı bağışlayıcı ve esirgeyici iken, Onun son elçisi de ‘alemlere rahmet’ olarak gönderilen rahmet peygamberidir.  Onun hayatını araştıranlar görecektir ki, O merhamet peygamberidir. Küçüğünden büyüğüne, yaşlısından gencine, çocuğundan bebeğine, insanından hayvanına ve bitkisinden ağacına varıncaya dek onun merhametine şahit olmuşlardır. Onun izinden gidenler de, yine merhameti tüm mahlukata göstermeye çalışmışlardır.Bil ki! Merhamet edene merhamet edilip, merhametsiz olana da merhamet edilmezken, merhamet kalbinden eksik olmasın. Katı kalpli olma. Kurtuluşun çağrısını yapan efendimizin önderliğinde merhametle yaklaş sende.

23. GÜLÜMSE

Ey genç! Güler yüzlü olmak gülen temiz kalbin dışa yansımasıyken, asık yüzlü olmakta asık bozuk kalbin dışa yansımasıdır. Oysa Müslüman iç dünyasıyla barışık olmalı ve bunu Müslüman kardeşleriyle karşılaştığında da göstermelidir. Ayrıca Müslüman kardeşimize güler yüzlü olmamız bir sadakadır. Efendimiz bu davranışın küçük görülmemesini bizlere nasihat etmiştir.  Öyleyse sana yakışan kahkahalara boğmak veya boğulmak değildir. Ancak tebessüm eden bir çehreyle Müslümanları karşılaman onlarla birlikte bulunmandır. Bu hali kendine hal edin. Bil ki! Alemlere rahmet olarak gönderilenin yüzü tebessümler saçardı. Sen de onu örnek al.

24. SABIRLI OL

Ey genç! Şu imtihan için geldiğimiz dünya yurdu sabır yurduyken ilk andan son ana kadar insan her şeye sabreder, sabretmelidir. İnsan için üç şeyden başkası yoktur. Birinci sabır ehli olarak sabrı kuşanmak, ikincisi şükür ehli şakir olmak ve üçüncüsü de isyan eden bir asi olmamak. Başımıza olaylar geldiğinde sabredilecek şey ise sabredilmeli, şükredilecek bir hal ise şükredilmelidir. Müslüman hayat sabır ve şükür arasındadır. Üçüncü şık olan isyana yol yoktur, olmamalıdır. Bil ki! Asiler sabrı önemsemezler.  Şükür de dillerinden dökülmez. Böyleleri dünyada huzurlu olamazlar. Ahirette de huzursuzlukları artarak devam edecek olanlar yine bunlardır. Sen isyandan uzak dur. Allah’a itaat ederek sabır ve şükrü hayat ilken yap! Sabır, direnmek, dik durmak, kararlılık, geri adım atmamak, mücadele azminini yitirmemeye çalışmak, nefsin ve şehvetin azgın isteklerine arzularına direnmek, şeytanın vesveselerine karşı direnmek, kardeşlerinin kusurlarına tahammül etmek gibi anlamları da içerir.

25. ŞÜKRET

Ey genç! Nankörlükten uzak dur ve şükür ehli ol! Saymaya gücünün yetmediği kadar çok nimet her daim sana ulaşmaktadır. İnsan düşünmediğinden veyahut ta bu nimetlere alışık olduğundan onları göremeyebilir. Ancak sana düşen, nimetleri ikram edeni her daim şükürle anmandır. Bu nimetlere karşı büyüklenmek, burun kıvırmak, onları beğenmemek ise hayırlı insanların özelliği değildir. Bil ki! Şükredenler, doğru olanı yaparlarken,  şükürleriyle nimetin elden çıkmasını da önlerler. Hatta şükürle birlikte verilen nimet artar ve bereketlenir. Aksi olup ta nimete nankörlük edilirse, bu davranış nimetin elden gitmesine ve azaba uğramaya sebep olur.

26. DAVETÇİ OL

Ey genç! Bilmelisin ki, dava davetsiz ve davet de davetçisiz olmaz. Her davanın o davaya çağıran davetçileri vardır. Sen de, Allah’ın yolunun davetçisi olmaya çalış. Samimi bir davetçi her türlü imkansızlıklar içerisinde bile, İslam davası için çalışmalar yapabilir. Hiçbir zaman kendini küçük görme. İman bu dünyadaki en değerli şeyken, iman ehli de paha biçilmez değerdedir. Müslüman kardeşlerine değerince davran. Onların haklarını gözet. Hep birlikte tarihimize bakın! Tarih okumaları yap. İman ehli davetçiler neler yapmışlardır görün. Övünerek anlatın. Onlar, Allah yolunun yılmaz çağrıcılarıydılar. Şimdi sıra bizlerdedir. Bu şuurla sen de seslen. Gönüllere duyurmaksa Rabbimize  aittir. Bil ki! Zamanımız davet zamanıdır. Ümmeti işgal eden batıl zihniyetin karşısında -karınca kararınca- hak tarafta çağın genç Musab’ı olmak için hakkı haykırmanın tam zamanıdır.

27. EY MÜCADELE İNSANI

Ey genç! Bilmelisin ki, yeryüzü tevhidin şirkle çarpıştığı cihad alanıdır. Tevhid cephesinin erleri, tevhidin galibiyeti için cihad etmişler ve de etmektedirler. Cihad bizler için olmazsa olmaz bir mecburiyettir. Bu görev kimi zaman dille, kimi zaman malla ve de kimi zaman da elle yapılmaktadır. Şartlar ve imkanlar çerçevesinde küfre karşı cihad’dan asla vazgeçme! Ancak olur olmaz her fısıltıya da kulak kabartıp, cihad adına uygun olmayan işler de yapma. Cihadın özelliğini, şekillerini ve onunla ilgili ne varsa tüm meseleleri öğrenmeye çalış. Yapmadığın veya yapmayacağın şeyleri söyleyip de slogonik cihadçı, internet mücahidi(!) olma. Onlar çok konuşur, az yaparlar. Ya da sadece konuşurlar. Kuvvetli Müslüman, zayıf Müslümandan daha hayırlıyken, sen de bedeninin gelişmesi ve sıhhati için spor yap. Ruhun ve bedenin güçlü olsun. Akıl, ruh ve beden sağlığını koru.Bil ki! Yeryüzü tağutları, sözlerimize bakarak tahtlarını bırakmayacaklardır. Onları yerlerinden edecek şey, tüm boyutlarıyla cihad etmektir. Ebu Cehiller Bedirleri beklemekteyken, sana düşense Bedir’in yiğidi olmaktır.

28. CEMAATSİZ OLMAZ

Ey genç! Özellikle işgal altındaki İslam topraklarında yanız başına kalamayacağın ortadadır. Şeytan ve şeytanlaşanlar tek kalanla birlikteyken, sen tevhid ehli cemaati ara. Erdemli bir toplulukla hareket et.  Konuyla ilgili sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte hareket et.  Fikir kargaşalarının yayıldığı bu zamanda tevhidi öğrendikten sonra müşriklerden uzak olduğun gibi, tevhidi yaşantı hayatlarına yansımayanlardan, sürekli fikir değiştirenlerden, İslam’ın ahlakıyla ahlaklanmayanlardan da uzak dur. İnandıkları gibi yaşayanlarla birlikte ol. Bil ki! Bu yol yalnız başına gideceğin bir yol değildir. Ne yap yap güvenilir yolculardan oluşan sadıklar kervanına katıl.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

NE DEDİLER?

 

Batı’da son derece bağnaz ve önyargılı düşünürler olduğu gibi,  elbetteki  insaflı bilim adamları da vardır. Bunlar içinde İslam dinini ve onun şerefli elçisini incelerken hakkı teslim edenler de az değildir.  Ünlü düşünür ve politikacıların bir kısmından örnekler vermek gerekirse şu gerçeklerle karşılaşırız. Ayrıca belirteyim örnekler çoğaltılabilir. Buraya ancak bir kısmını ele aldık.

 Michael Hart  ile başlayalım. Cornell Üniversitesi’nde Edebiyat, New York’ta Hukuk, Adelphi Üniversitesi’nde Fizik alanında çalışmaları olan bir bilim adamı. Aynı zamanda  American Astronomical Üyesi.

Hart, “Dünyanın En Etkili Yüz İnsanı”nı yazar. Birinci sıraya Hz. Peygamber’i (s.a.v.) koyar. Hz. İsa’yı üçüncü sıraya koyan Hart, 15. sıraya Hz. Musa’yı yerleştirir. 52. sıraya da Hz. Ömer’i tercih eder (The 100 - Ranking of the Most Influentical Persons in History). Hz. Peygamber (s.a.v.) dışındaki sıralamaya itiraz edilebilir. Elbette Peygamberler bu sıralamanın zirvesinde olmalılardı.

Hart, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) gelen vahiyle dinini kurup 632’de vefat ettiğinde Güney Arabistan’a hakim olduğunu söyler. O’na göre Hz. Peygamber (s.a.v.) sıralamada Hz. İsa’dan çok daha üst yeri hak etmektedir. Zira İncil’in esas yazarı Hz. İsa değil, Aziz Pavlus olmuştur. Ona göre Hıristiyan teolojisinin geliştiricisi bu kişidir.

Hart Hz. Peygamber’in (s.a.v.) muhteşem yaşamını anlattıktan sonra son olarak şunu söyler: Hem dini ve hem siyasi etkinliğin bu eşi görülmemiş birleşimi nedeniyle bence Hz. Muhammed (s.a.v.) insanlık tarihinin en etkili kişisi olmaya hak kazanmıştır.

 Thomas Carlyl Kahramanlar adlı eserin yazarı şöyle der Hz. Peygamber (s.a.v.) hakkında. Konuşması 1850’li’ yıllardadır.

“Bence Muhammed hakiki bir peygamberdir. Ayrıca aramızda kimsenin Müslümanlığı kabul etmesi gibi bir tehlike bulunmadığından (bu konuşma Hıristiyanlara yönelik konferanstan alınmadır.) O’nun bütün iyiliklerini dosdoğru söylemek istiyorum. O’nun sırrına varmanın yolu budur. Şu anda yüz seksen milyon insan bin iki yüz yıldan beridir onu rehber edinmiştir. O’nun hakkında nasıl kötü düşünebilirsiniz. Hayır ben bunu kabul edemem.

O batıl, zavallı veya entrikacı değildir. Getirdiği mesaj gerçekti. O samimi olmak üzere yaratılmıştı.

Uzun uzun Hz. Peygamber’i (s.a.v.) anlatan Thomas Carlyl şu cümlelerle konuşmasını bitirir:

O, Delhi’den ta Granada’ya kadar gökleri sevgisiyle tutuşturdu. Bu parlak siyah gözlü, toplumu düşünen yüce ruhlu çöl çocuğunda şahsi ihtiras yoktu.

Büyük adam, daima gökten inen bir şimşektir. Bütün insanlar onu yakılmaya hazır şeyler gibi bekler ve o gelince de hep birden tutuşurlar (Kahramanlar, Thomas Carlyl, Beyaz Balina, 2000).

 Karen Armstrong (Katolik rahibe, Yahudi araştırmacısı, çalışmalarıyla birçok ödülün sahibi)’a kulak verelim.

Muhammed (s.a.v.) 8 Haziran 632’de vefat ettiğinde tüm kabileleri Müslümanlaştırmıştı. O’nun emrettiği örtü (tesettür) kadınları aşağılamak değil, yüceltmek için getirdiği bir protokoldü. Onun bu duruşu batılı emperyalistlere karşı bir duruştu. O sadece kendi toplumunu değil, aynı zamanda insanlık tarihini düzeltmek ve adil bir toplum oluşturmak hedefini öne koymuştu ve bunu başardı da.

Çocuklara çok merhametliydi. Çocuklar da O’nu çok seviyorlardı. Şehre her dönüşünde çocuklar O’nu sevgiyle kucaklıyorlardı. O dünya tarihini değiştirmiş zeki, karizmatik bir liderdi (Karen Armstrong, İslam Peygamberinin Biyografisi, Hz. Muhammed, Koridor, 2005).

 Anne Marie Delcambre (Hukukçu. İslam Ansiklopedisi’nde hukuk mad. katılımcısı, düşünür)şöyle anlatır Efendimizi; “Hıristiyan Avrupa Hz. Peygamber (s.a.v.) hakkında saptırılmış bir görüntü yansıtıyor. Batı önyargılıdır. Batı’da Hz. Muhammed hakkında yazan sözlük veya ansiklopedi yazarlarının hepsi farklı nedenlerle O’na anlamsız bir düşmanlık içindeler (Anne Marie Delcambre, Allah Resulü Hz. Muhammed (s.a.v.) 2001).

 Maxime Rodinson (1915 Paris. Fransız Komünist Partisi üyesi. Marksist yazar. Kuramcı. Lübnan-Suriye üzerinde bilimsel araştırmacı) ise şöyle diyecektir:

Modern Müslüman için Hz. Muhammed (s.a.v.) kendilerine adaleti, dürüst ve iyi olmalarını emreden adamdır.

Muhammed (s.a.v.) Peygamberi tanıyanlar O’na müthiş bir aşkla bağlıydılar. Hatta Doğu Bilimci Edward W. Lane bir gün Kahire pazarında dolaşırken bir nargile kabı görür. Güzel bir kap. Hayran olur. Çömlekçiye şöyle der: Neden adını üstüne yazmadın. Nargileci şöyle der: Benim adım Ahmed (Peygamber’in isimlerinden birisi) ben bu ismi nasıl ateşe koyayım? Müthiş bir sevgi.

Goethe, O’na adadığı enfes şiirinde O’nu deha ilan eder. Hıristiyanlar O’na saldırmaya devam etsin.

***

Ve diğerleri

 Prof. Dr. H. Mones: O’nun her sözü bir vecizedir.

 Jane Pelo: O’nun davasında heyecanı asildi.

 Aleksi Lovazon: O Allah tarafından gönderilmiş bir hak peygamberdir.

 G’la Faytt: ‘Ey şanlı arap!Aşk olsun sana... Adaletin ta kendisini bulmuşsun.’

 Raymons Leronge: ‘14 asır geçmesine rağmen Hz. Muhammed bu zamanın tek rehberi, tek hidayet resulüdür.’

 V. D. Eratsen (Sosyolog): ‘Ben şahsen Hz. Muhammed’in hayranıyım.’

 Prof. Jules Masserman: ‘Bütün zamanların en büyük lideri Muhammed idi.’

 Tolstoy: Muhammed, hürmet ve saygıya fazlasıyla lâyıktır.

 Gibson: Hz. Muhammed’i sevmeyenler onu yeterince tanımayanlardır.

 Dostoyevski: Büyük İslam Peygamberi yüce yaratıcının katına çıkıp onunla buluşmuştur. Ben Mirac’a bütün kalbimle inanıyorum.

 B. Smith: “Şöyle bir göz atmakla, Hz. Muhammed’in, bütün vasıflarını ve kahramanlıklarını görmek mümkündür. Bunlardan bazıları Peygamberliğinin ilk günlerinde ve bazıları da peygamberliğinden sonra olmuştur. Eşsiz mucizeleri gördüğüm zaman, O’nu rütbe bakımından insanların en büyüğü ve en yücesi olarak mütalaa ediyorum. Hatta; insanlık O’nun bir benzerini görmemiş ve görmeyecektir de…”

Prens Bismark: Senin asrında yaşayamadığımdan dolayı çok üzgünüm. Ey Muhammed! Kuran Allah’ın kitabıdır. İnsanlık senin gibi bir yüceyi bir defa görmüş bir daha göremeyecektir. Senin önünde tam bir saygı ve hürmetle eğiliyorum.

 Goethe: “Hiç kimse Hz. Muhammed’in prensiplerinden daha ileri bir adım atamaz. Avrupa’ya nasip olan bütün başarılara rağmen bizim bütün kanunlarımız, İslam medeniyetine bakarak çok eksiktir. Biz Avrupa milletleri, büyük medeni imkanlarımıza rağmen, Hz. Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız.”

 Shebol: Bütün insanlık Hz. Muhammed’in insanlığıyla övünmelidir. Biz Avrupalılar iki bin sene sonra bile onun hakikatine ve kıymetine yetişemeyiz.

 Bernard Shaw (İrlandalı, sosyalist, dramist): Ben bu hayret uyandırıcı insanın hayatını okudum. Ben O’nu insanlığın kurtarıcısı olarak görüyorum. O’nu böyle tanımamız lazım. O bugün aramızda olsaydı, dünyanın bütün problemlerini bir kahve içiminde hallederdi.

 Voltaire: Türk kardeşim. Senin dinin bana çok saygın bir din olarak görünüyor. Senin dinin çok asil.

 Knematirul: Ben haykırıyorum. Hz. Muhammed hiç kimseyle kıyaslanamayacak kadar büyük bir devrimcidir.

 Arthur Gilman: Mekke’nin fethinde O’nun büyüklüğünü görüyorsunuz. Geçmişte kendisine yapılan zulümlere karşın hiçbir intikama yeltenmedi. Pekala intikam isteyebilirdi. Ordusunu da intikamdan alıkoydu.

Prof. Dr. Philip Khuri Hitti “İslâm medeniyetinin modern dünyaya en büyük yardımı ve hediyesi ilimdir. Fakat Avrupa’yı, yeniden hayata kavuşturan şey, yalnız ilim değildir. İslâm medeniyetinden gelen daha başka tesirler Avrupa hayatına ilk parlaklığını vermişti.Avrupa’nın ilerleme hayatında İslâm kültürünün kati tesirini takip edemeyeceğimiz bir tek safha bulunmadığı gibi tesirin kendini bütün azametiyle hissettirdiği saha tabii ilimler ve ilim zihniyetidir.Orta çağın ilk yarısında dünyanın hiçbir milleti insanlığın ilerlemesine müslümanlar kadar hizmet etmemiştir. 9-12 asırlar arasında felsefe, tıb, tarih, ilahiyat, astronomi ve coğrafya mevzuunda Arapça olarak yazılan eserler herhangi bir lisanla yazılanların üstünde idi.”

J. H. Lenison, Emotion as the basis of civilisation adlı eserinde “Ellerin et ve yağ gibi maddelerle bulaşık olması hem haşere hem de mikropların üremesi için zemin teşkil eder. Yüce Rehberimiz ‘ellerinde et veya yağ kokusu eseri olduğu halde yatan bir kimse bir hastalığa müptela olur veya hayvan ve haşerelerden bir zarara uğrarsa, kendisinden başkasını suçlu bulmasın’ buyurmuştur. Burada haşerenin yanında hayvan tabirinin kullanılması enteresandır. Hayvan, hayat sahibi yani canlı mânâsına da gelmektedir. Dolayısıyla mikrop mefhumuna işaret edilmektedir.

Hz. Muhammed (sav) toplu halde yapılan ibadetin o muazzam gücünü, tarihte ilk temsil edip gösteren insandır. Hiç şüphe yok, ki, çok geniş ölçüde, İslam’ın gücü, günde beş vakit kılınan namazın kudretinden kaynaklanmaktadır.

“İnsan hangi kriterlerle ölçülürse ölçülsün, acaba Hz. Muhammed’den daha büyük insan bulunur mu?  diyen Fransız tarihçisi Lamartine’ de  “Şişmanlık birçok hastalıkları da beraberinde getirmektedir. Son araştırmalar neticesinde şişmanlarda yüksek olan kolesterol seviyesinin damar sertliğine sebep olduğu, buna bağlı olarak da damar sertliği, yüksek tansiyon, kalb yetmezliği, böbrek ve göz hasarlarının meydana geldiği tespit edilmiştir. Dengeli beslenme mevzuunda ne kadar dikkatli olmamız gerektiğini İslam’ın peygamberi (sav) asırlarca önce şu kutlu sözleriyle belirtmişti: ‘Çok yemek kötü bir şeydir.’ ‘İnsanoğlunun midesini iyice doldurmasından daha zararlı bir şey yoktur.

Şayet gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin gösterişi insan dehasının üç ölçüsü ise, modern tarihin en büyük şahsiyetlerini bile Muhammed’le (sav) kıyaslamaya kim cesaret edebilir? O şahsiyetlerin en meşhurları ancak maddi kuvvetler kurdular. Halbuki, O (sav), orduları hukuk sistemlerini, imparatorlukları, kavimleri hanedanları ve dünyanın üçte biri üzerindeki milyonlarca insanı harekete geçirdi.

Meşhur İngiliz düşünür Thomas Carlyle “Kral ve vezirler gibi azamet ve debdebe perdeleriyle gizlenmiş değildi. Kendi hırkasını kendi yamalar, kendi ayakkabısını kendi tamir ederdi. Harbe gider, ashabı ile istişare eder, emirlerini onlarla beraber verirdi.

Nasıl bir insan olduğunu her yönü ile kavminin bilmesi için böyle yaptı. Ona artık, siz ne isterseniz öyle deyiniz. Dünya’da taç ve ihtişam sahibi hiçbir imparatora, yamalı bir hırka içindeki bu insan kadar hürmet ve itaat edilmemiştir. Yirmiüç yıllık dünya imtihanı, gerçek bir kahraman için lüzumlu bütün unsurları taşımaktadır.”

Hz. Peygamberin hayatını kaleme alan Emile Dermenghem  “Asrımızda çeşitli ilim adamlarının yaptıkları tecrübe ve araştırmalar göstermiştir ki, pişirmek kaydıyla soğan ve sarımsağın damar sertliğini mühim ölçüde azalmalmaktadır. Ayrıca pirişilmiş sarımsağın kanda lipid-yağ artmasına mani olduğu ve kan pıhtılaşma bozukluklarını da bir ölçüde engellediği, yüksek tansiyonlu kişilerde ise tansiyonun düşmesine yardımcı olduğu müşahede edilmiştir. Nitekim ondört asır önce İslam’ın Peygamberi de bir hadislerinde sarımsağın pişirilerek yenilmesini tavsiye etmiştir.

Doğrusu aranırsa Hira Dağı mağarasında meleği gördüğü günden beri geçen 20 sene dünyayı değiştirmeye kafi gelmiş. Hicaz’ın kuru kumlarında yeni bir tohum filizlendirmişti; öyle bir filiz ki Arabistan’ı uyaracak, bir yandan Hindistan’a bir yandan da okyanuslara  kadar uzanacaktı.”

Uluslararası Hukuk Kongresi Başkanı  Shebol  1927 yılında şunu ifade etmiştir:  “Hz. Muhammed’in (sav) insan olması itibariyle, bütün insanlık muhakkak iftihar eder. Çünkü O kişi, ümmi olmasıyla beraber, onüç asır evvel öyle kanunlar ve esaslar getirmiş ki, biz Avrupalılar ikibin sene sonra onun kıymetine ve hakikatına yetişsek en mes’ud, en saadetli nesiller oluruz.”

 

Son söz: Batı’nın bağnaz kalemleri ve politikacıları Hz. Peygamber’e (s.a.v.) elbette saldıracaklardı. Onlar toplumlarının İslam’ı ve Yüce Peygamberini tanımalarını elbette istemezler. Çünkü bundan korkarlar, ürkerler. Ama elbette de, Batı dünyasında insaflı, makul insanlar da vardır. Ancak onlar hakikati teslim etmişlerdir. İşte bu gerçeğinde özellikle gençlere duyurulması gereklidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KARDEŞİM!

 

Ey genç! Bu acizane nasihatlerimi -gençlik günleri geride kalmış- bir abinin kardeşine yaptığı faydalı uyarılar olarak kabul et.

Dilerim yazılanların tamamını okur ve onlardan istifade edersin. Allah seni hakka ulaştırıp, hakkı yaşamayı sana kolaylaştırsın.

Rabbim! Tüm Müslümanların gönüllerini ve saflarını hak üzerinde birleştir. Gönüllerimizi ve saflarımızı dinin üzerinde sabit eyle. Ey dinini tüm dinlere üstün kılmak için gönderen Rabbimiz!

Bizleri dininin hizmetçileri olmakla şereflendir. Mallarımızı ve canlarımızı bizden kabul buyur, Allah’ım. ‘Kabul buyur, Allah’ım.’ ‘Kabul buyur, Allah’ım.’ ‘Kabul buyur, Allah’ım.’

 

Selam ve dua ile!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder