MURAT
FEHMİ DEMİRBAĞ
571
BEŞYÜZYETMİŞBİR
“Muhammed, ancak bir peygamberdir.
Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir.” (Al-i İmran Suresi, 144)
“Muhammed, sizin erkeklerinizden
hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur.”
(Ahzab Suresi, 40)
“İnanıp salih ameller işleyenlerin
ve Muhammed’e indirilene -ki o Rablerinden gelen haktır- inananların ise Allah
günahlarını örtmüş ve hallerini düzeltmiştir.” (Muhammed Suresi, 2)
“Muhammed, Allah’ın Resulüdür.
Onunla beraber olanlar, inkarcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da
merhametlidirler.” (Fetih Suresi, 29)
“Hani, Meryem oğlu İsa, “Ey
İsrailoğulları! Şüphesiz ben, Allah’ın size, benden önce gelen Tevrat’ı
doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici
(olarak gönderdiği) peygamberiyim” demişti.” (Saf Suresi, 6)
ADALET,
ÖZGÜRLÜK,
EŞİTLİK VE KARDEŞLİK İÇİN!
“BİZ BU DÜNYAYI ÇOCUKLARIMIZDAN
ÖDÜNÇ ALDIK!”
“Şüphesiz, yaratıkların Allah
katında en çok sevileni, genç ve yakışıklı-güzel olmasına rağmen, Allah
yolundan çıkmayan ve (bu nimeti) Allah yolunda ona itaat etmek için kullanan
kimsedir. İşte o gençle Allah, meleklerine iftihar ederek şöyle buyurur: işte
budur benim gerçek kulum.”
“Sizlere gençler hakkında iyiliği
tavsiye ediyorum. Çünkü onların kalbi daha ince ve yumuşaktır. Allah beni
(kullarına) müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdi. Gençler (sözümü kabul
edip) benimle sözleştiler. Fakat yaşlılar (sözümü reddederek) benimle
muhalefete kalkıştılar”
“Gençliğinde Allah’a kulluk yapan
bir gencin, yaşlandıktan sonra kulluk yapan bir yaşlıya olan üstünlüğü,
peygamberlerin diğer insanlara olan üstünlüğü gibidir.”
Bütün bu sözler tek önder ve tek
liderimiz olan Efendimiz’e ait. O ki gençlik ve gençliğe verilen önem konusunda
konusunda tartışmasız tarihin işaret ettiği tek önderdir. O ki tüm insanlık aleminin “Rahmet
Peygamberi”dir.
Peygamberimizin, peygamberlik
dışındaki insani yönünün en çok dikkat çekici örneklerini, çocuklarla olan
ilişkilerinde bulabilmekteyiz. Çünkü O, sıradan bir insandan öte, adeta
“çocuklarla çocuklaşabilen”, bunu başarabilen ve diğer insanlara da tavsiye
eden özel bir kişiliktir. O’nun
çocuklara yaklaşımındaki bu farklılık bile, başlı başına incelenmesi gereken
bir özellik arz etmektedir. Öte yandan O, bugün çocuk psikolojisi üzerine
çalışan insanların tespit edip ortaya koyduğu pek çok gerçeğe, daha o dönemde
dikkat çeken büyük bir eğitimcidir. İşte bu özellikleriyle O, her yönüyle
incelenmesi gereken güzelliklerle dolu hayatında, çocuklar için ayrıcalıklı bir
yer ayırmış bir baba, bir dede ve çağındaki tüm çocukların sevgisini kazanmış
bir çocuk eğitimcisidir.
Bilindiği üzere, Muhammed
Peygamber, Kuran’da ”Alemlere Rahmet” olarak tanıtılmaktadır. Müslüman
terbiyesinde O’nun adı geçtiğinde kendisine salat ve selam verilir. Biz
kitabımızda okumaya kolaylık vermek için adı her geçtiğinde kısaca S.A.V olarak
geçen betimlemede bulunmayacağız. Kendisine inananlar için tavsiyemiz adı
geçtiğinde vacip olan “Sallallahü Aleyhi ve Sellem” demeleri.
Bu kitabı yazmamdaki maksat adı
dünyada en çok bilinen birisi olmasına rağmen, daha çok da kendisini tanımayan
insanlara tanıtmak. Hoş O’na inandığını söyleyen insanlarında O’nu ne kadar
bildikleri de ayrı bir konu. Kabul eden kimi kabul ettiğini bilsin, kabul
etmeyende kimi reddettiğini bilsin, tanısın istiyoruz. Anlatımda
hatalarımız-kusurlarımız elbette olacaktır. Niyetimiz ve gayretimiz en azından
Muhammed Peygamber’in bilinirliğini artırmaktır. Tabiri caizse “kafeterya
gençliği” diye ifade edilen, ıskalanan gençlikle peygamberi tanıştırmaktır.
Şunu da hatırlatayım, bu kitap bir ilahiyatçının kaleminden yazılmadı. Kusurlar
bana aittir.
Devam ediyorum, insanlık tarihinin
en duyulan isimlerinden biri olan Muhammed Peygamberi anlatmaya.
Bilinsin duasıyla...
O, komutanların, idarecilerin,
amirlerin ve aile reislerinin olduğu kadar, ordudaki askerin, yönetilen halkın
ve toplumun en küçük yapı taşını oluşturan aile fertlerinin de peygamberidir.
Nihayet O, Allah tarafından insanlara hizmet için yaratılan hayvanların,
toplumun alt tabakasına mensup fakirlerin, dul ve yetimlerin, kimsesizlerin ve
çocukların da “Rahmet” vesilesidir. Zira insanlar, hayvanlara eziyet etmeyi,
yoksulları hor görmeyi, yetimlerin malına el uzatmayı ve çocuklarını öldürmeyi,
O’nun sayesinde terk etti.
Bizler kurulu bir dünyaya
doğmakta, fakat sosyal hayatın ürettiği bir bilinçle doğal çevremizle ilişki
içine girmekteyiz. Çocukluktan itibaren gerek ailemiz ve gerekse yakın sosyal
çevremizden aldığımız düşünce ve davranış tarzıyla tabii çevremize yaklaşırız.
Dolayısıyla sosyal çevremizin görmediği veya görmezden geldiği pek çok şeyi biz
de görmeyiz. Çevremizde farkına varmamız ve korumamız gereken bir çok şey
olmasına karşın, çoğunlukla bunların farkında bile olmayız. Çünkü bunları ya
biz kurmamışızdır, ya da her gün göre göre alışkanlık kazanmışızdır. Her an
soluduğumuz havanın, ışık ve ısısına muhtaç olduğumuz güneşin, havamıza oksijen
üreten ve bize psikolojik bir haz veren yeşilin, içimizi açan berrak mavi
gökyüzünün, zümrüt yeşili rengiyle insanları kendine çeken denizin varlığını
ancak bunlar olmadığı zaman, ya da kullanılamaz hale geldiğinde fark ederiz.
Fark ederiz de insan için ne büyük bir değer olduklarını o zaman anlarız.
Bu evren denilen düzen, Yüce Allah
tarafından yaratılmış ve bize sunulmuştur. Bu, Allah’ın insana verdiği değerin
apaçık bir göstergesidir. Kuran yeryüzü ve gökyüzündeki canlı cansız bütün
varlıkların belli bir ölçü ve dengeye göre yaratıldığını açıklarken, insanın
doğadan faydalanma esnasında bu ölçü ve dengeyi bozmaması gerektiğine de dikkat
çekmektedir. Ölçülü ve dengeli biçimde
doğayla ilişki içine girmek, insan türünün mümkün olan en uzun sürede doğadan
faydalanması sonucunu doğuracaktır. Bir Kızılderili kabile reisinin söylediği
gibi “Biz bu dünyayı atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan ödünç aldık.”
İslam’ın, dini alan kabul edilen
sadece inanç ve ibadet konularında bizlere bir takım görevler yükleyip de
hayatın diğer alanlarını boş bıraktığı düşünülmemelidir. İslam insan hayatının
her yönüyle ilgili emirler, tavsiyeler ve uyarılar yapmaktadır. Dolayısıyla
üzerinde durduğumuz bu konuyla ilgili bir takım emir, tavsiye ve uyarılarda da
bulunmaktadır.
İslam Müslümanlara bütün
varlıklara saygı duymayı, onların hayat hakkına ilişmemeyi öğretmektedir. Çünkü
her Müslüman, “Yedi kat gök, yeryüzü ve bunlarda bulunan varlıklar Allah’ı
tesbih ederler. Onu övgüyle tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur” inancını taşır. Kuran’ın israfı haram,
savurganlığı şeytanın kardeşliği sayan beyanları ile Peygamber Efendimiz’in
akarsu dahi olsa abdest alırken israf edilmemesi gerektiğine dair uyarıları da
Müslümanlarda çevre şuuru oluşturmada önemli bir temel olacaktır.
Müslüman bir insan kendisinin
Allah’ın isimlerine mahzar olduğuna, bu isimlerin kendisinde yansıdığına
inanır. Allah’ın isimlerinden birisi “Kuddüs” ismidir. Kuddüs, mukaddes, temiz,
pak olan demektir. Bu ismin bir yansıması olarak Yüce Rabbimiz yeryüzünde
sürekli olarak meydana gelen tabii kirlenmeleri, kurmuş olduğu ekolojik
sistemle sürekli olarak temizlemektedir. Bu noktada Müslüman “Kuddüs” isminin
bir yansıması olarak kendisini ve çevresini temiz tutması gerektiği inancıyla
hareket eder ve üzerine düşeni yapar. Kuran Allah’ın yeryüzünü imar görevini
insana yüklediğini beyan eder. Bir ayette “Sizi yeryüzünde yaratıp, orayı imar
etmenizi dileyen Allah’tır” buyrulmaktadır.
İslam alimleri yukarıda söylediğimiz ayete dayanarak, meskenlerin
yapılması, su kanallarının açılması, ağaçlandırma çalışmaları gibi imar
işlerinin topluma farz olduğunu söylemişlerdir. İnsan tabii veya dini bir görev
olarak elbette ki yeryüzünü imar edecektir. Ama bunu, tabiatı tahrip etmeden
yapmalıdır. Müslüman ahlakı bunu gerektirir. Müslüman çevreci olmakla
yükümlüdür.
Peygamberimiz de bu konuda
Müslümanlara örnek olmuştur. Allah’ın bu emrini çok iyi bilen Peygamber
Efendimiz Medine’de imar faaliyetlerine katılarak yaşadıkları şehrin mamur hale
gelmesi için çalışmıştır. Ayrıca Mekke’nin yanında Medine ve Taif bölgelerini
de harem alanı ilan ederek oralarda ağaç kesmeyi ve avlanmayı yasaklamıştır.
Peygamberimizin Medine’nin her yönden
yaklaşık 30 km bir alanı (yaklaşık 1000 kilometrekare) koruluk (harem)bölgesi
ilan ettiğini ve ağaçların kesilmesini, dallarının kırılmasını yasakladığını
unutmayalım. Yine Peygamberimiz
gölgesinde yolcuların, hayvanların gölgelendiği bir çöl bitkisi olan “Sidr”
ağacını kesmeyi yasaklamıştır.
Kuran yeryüzü ve gökyüzündeki
canlı cansız bütün varlıkların belli bir ölçü ve dengeye göre yaratıldığını
beyan ederken, insanın tabiattan faydalanma esnasında bu ölçü ve dengeyi
bozmaması gerektiğine de dikkat çekmektedir.
Ayrıca Efendimiz yaşadıkları
şehrin temiz tutulması yönünde emir ve tavsiyelerde bulunmuş, bitki ve
hayvanların korunmasına özen göstermiştir. Bu noktada Efendimiz’in mescidin
temizlenip güzel koku ile kokulanmasına , avluların temiz tutulmasına ,
özellikle durgun suların kirletilmemesine, içme sularının yakın çevresine çöp
dökülmemesine dair emirleri ile... Susuzluktan ağzı kurumuş, dili sarkmış bir
köpeğe kuyudan ayakkabısıyla su çıkarıp susuzluğunu gideren adamı övmüş ,
kedisini eve hapsedip açlıktan öldüren yaşlı kadını da yermiştir.
Bu örnekler göstermektedir ki tek
önder ve tek liderimiz olan Peygamberimiz her konuda olduğu gibi çevreyi
koruma, temiz tutma hususunda da ümmetine hep örnek oluyordu. Ayrıca
Efendimiz’in ağaç dikmeye teşvik eden; “Kıyamet kopmaya yakınken elinizde bir
ağaç fidanı var ve onu dikmeye vakit bulabilirseniz onu dikin” , “Kim bir ağaç
dikerse onun için ağaçtan hasıl olan ürün kadar Allah sevap yazar.”, “Her kim
boş, kuru ve çorak bir araziyi ihya ederse bu amelinden dolayı Allah tarafından
mükafatlandırılır. Herhangi bir canlı ondan faydalandıkça orayı ihya edene
sadaka yazılır”, “Müslümanlardan bir kimse bir ağaç dikerse o ağaçtan yenen
mahsul mutlaka onun için sadakadır. Yine o ağaçtan alınan meyve de onun için
sadakadır. Vahşi hayvanların yediği de sadakadır. Kuşların yediği de sadakadır.
Herkesin ondan yiyip eksilttiği mahsul de onu dikene ait bir sadakadır”,
içeriğindeki sözleri bu duyarlılığın ve çevre bilinci oluşturmaya teşvikin tam
bir göstergesidir.
Bizi de, kainatı da bir yaradanın
olduğu muhakkak. Peki yaratıcıyı nerden bilip tanıyacağız? Tarih boyunca
insanlık bu konuda mevlasını arayıp durmuştur. Biz Müslümanların bu soruya
cevabı Kuran isimli kitap ile olmuştur. Biz Kuran’la Allah’ı bilmiş, bildikçe
de sever olmuşuzdur. Kuran’ı yani Rabbin kendisini onun mesajını bize getiren
elçisini de! Yani bizden biri olan o insanı da çok sevmişizdir. Anamızdan,
babamızdan, hayatımızdan üstün tutmuşuzdur. Bu konuda da şehadetimiz vardır.
Deriz ki “Allah birdir. Ondan başka ilah yoktur. Onun kulu ve elçisi olan
Muhammed’e de şahitlik ederim.”
Kuran’ın ve Kuran’ı bize getiren
elçisinin yolunda gittikçe insanlık huzuru bulmuştur. İnsanlığını bulmuştur.
Kuran’ın ve Peygamberin yolundan uzaklaştıkça da yeryüzü insanlığın zulmünden
nasibini almıştır.
İşte bizim Allah ve Resulu
denklemimizi bilen şer güçler bu hususta ki akaidimizi bozmak için var
güçleriyle asırlardır çalışıp durmaktalar.
Rabbimizden uzaklaşmamız için
Kuran’ı Müslümanın hayatından uzak tutmaya gayret etmişlerdir. Onu adeta ölüler
için indirilmiş bir kitap formatına indirgemişlerdir. Haşa bir cenaze ritüel
kitabına dönüştürülmeye çalışılır rehberimiz olan Kuran!
Efendimize gelince; Dünya
hegemonları bizim başka efendiler edinmemiz için bir gayretkeşlik içindedirler.
Onun sünnetlerini silip atmanın telaşına düşmüşlerdir. Hem de bunu Müslüman
görünümlü dinbazlar vasıtasıyla yapmaya çalışmaktadırlar.
Kuran’ı ve peygamberi olmayan ama
adı İslam olan bir dinle tanıştırmaya çalışmaktadırlar Müslümanları.
Adeta Hristiyanlar gibi yaşayan
Müslüman kalıbına sokmaya çalışıyorlar herbir bireyimizi.
Asla! Bu kumpasa razı olmayız!
Ki dinini koruyacağına ahdetmiş
bir Rabbimiz var. Mesele imanını yitirmeyen Müslüman kavramını yeniden
oluşturmamız lazım. Özellikle şetani şer yapılar çocuklarımız ve gençlerimiz
üzerinden bizleri cahil bırakarak yok etmenin hesabı içindeler.
Namazımız, Orucumuz, Haccımız
adeta yapılan kültürel işgal neticesinde folklorik bir motif kategorisine
indirgenmek istenmektedir.
Bu Ilımlı İslam tezgahları ile
misal, “Efendimizi Anıyoruz” adı altında düzenlenen doğum günleri
şarlatanlığına düşmeyelim. O işin arkasında da modernizmin ve kapitalizmin
tuzaklarından biri olan doğum günü kavramını normalleştirme işlemi yapılmaktadır.
Ki gençlerimiz özellikle
şehirlerde yaşayanlarımız kanıksanan doğum günü kutlama etkinliklerinde olmadık
şirretlerin tuzağına çekilmektedirler.
Hasılı...
Bizi ve kainatı yaradan yüce
yaratıcımızın Kuran’ın belirttiği Allah olduğunu biliyoruz. Buna iman ettik.
Ayrıca inandık ki Kuran’ı nasıl anlayacağımızı ve yaşayacağımızı bize gösteren
tek önderimiz, tek liderimiz, rol modelimiz efendimiz Hz. Muhammed (sav)’tir.
Bizim kalbimizi başka şeyler dolduramaz. O kadar!
Şimdi Allah’ı ve resulünü rehber
edindiğimizde tarihte neler yapabildiğimizin kısa bir özetini vermek istiyorum.
...
Farklı ülke, kültür, din ve
çevrelerden gelen insanların, yeni keşifler yapmak, dünya hakkında daha fazla
şey öğrenmek ve yeni buluşlar geliştirmek için birlikte çalıştığı ve tüm bu
bilgileri dünya ile özgürce paylaştığı bir zamanı ve yeri düşünün. Bilimin tüm
dünya için ortak bir dil olduğu ve bu dilin herkesin yararına kullanıldığı bir
dünya. İlerlemenin fikir paylaşımına ve işbirliği içinde çalışmaya dayalı
olduğu bir dünya. Böyle bir zaman ve yer vardı. Neredeyse unutulan bu yer ne
yazık ki çok uzun zaman önceydi.
İslam Uygarlığı’ndaki buluş ve
olağanüstü gerçekler, bizi o dünyaya götürüyor ve modern bilimin, teknolojinin,
tıbbın temellerini oluşturan ve de dünyamızı anlamamıza yardımcı olan kadın ve
erkekler ile tanıştırıyor. Bu insanlar, kendilerinden önceki uygarlıkların
bilimlerini ve kültürlerini “İslam Kültür ve Uygarlık Şemsiyesi” altında
çalışarak, geçmiş bilgilerin üzerine yeni katkılarda bulunup, bu başarıları
devam ettirerek, modern dünyaya kazandırdılar. Bu önemli gelişmeler Batının
karanlık çağı olan “Orta Çağ” da gerçekleşti. O zamanlarda neredeyse hiç
gelişme yokmuş gibi gösterilmesine rağmen bu “Altın Çağ”,İspanyadan Çin’e kadar
uzanan İslam Uygarlığı’nda önemli bir dönem olarak biliniyordu.
Genellikle bizler, insanların bin
yıl önce karanlık çağlarda yaşadıklarını düşündürtüldük. Fakat tanıyamadığımız
ve sokaktaki insanın pek az bilgi sahibi olduğu İslam Uygarlığı 7. yüzyıldan bu
yana hala günlük hayatımızı etkileyen harika buluşlar ve ilerlemeler
gerçekleştirmiştir.
İslam Uygarlığı’nda yaşayanlar,
Mısır, Çin, Hint, Yunan ve Romalıların keşiflerini görmezden gelmemiştir. Çünkü
Peygamber “İlim müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa almalıdır” diyerek
Müslümanlara bir hedef göstermiştir.Müslümanlar’da sonraki bin yılı bu
keşiflerin üzerine yeni gelişmeler ve fikirler ekleyerek geçirmişlerdir.
Kaşifler, Amerika’yı gösteren ilk
dünya haritasıda dahil olmak üzere detaylı haritalar çizmiş ve açık denizlere
yelken açmışlardır.
İslam Uygarlığı’ndaki mühendisler,
gizli bir su sistemi tarafından kontrol edilen ve düşen metal toplarla
desteklenerek çalışan mekanik bir filli su saati gibi ilginç makineler
tasarlamışlardır.
Kayısı, portakal ve pirinç gibi
yeni gıdalar uzak ve geniş bir alana yayılmış,çiftçiler mahsulleri sulamak için
pompalar ve ürünleri öğütmek için de yel değirmenleri kullanmışlardır.
Arapçadan Latinceye çevrilen
kitaplar sayesinde, paylaşılan bilgiler Avrupa’daki gelişmeye yardımcı
olmuştur.
Fatima al-Fihri isimli bir kadın,
günümüzde hala öğrenim görebileceğiniz dünyanın ilk üniversitesini kurmuş ve
buradan mezun olanlar da kimya, fizik ve matematik alanlarında önemli
gelişmelere imza atmışlardır.
Doktorlar her türden hastalık ve
kırıkları tedavi ediyor,göz ameliyatları yapıyor, ameliyat sonrası ise katküt
(vücutta çözülebilen hayvan bağırsağından yapılmış dikiş ipi)kullanarak,dikiş
atıyorlardı.
Mimarlar her zaman kinden büyük
kubbeler inşa ediyor farklı kemer ve çini desenleri tasarlıyorlardı.
Gökbilimciler yıldızların
haritasını çıkarmış ve onlara hala günümüzde kullandığımız isimleri
vermişlerdir. Hatta bir gökbilimci, şimdi adı andromeda olan galaksiden bile
söz etmiş, diğerleri ise ayın evreleri ve ay ile güneş tutulmalarını öngörmeye
çalışmışlardı.
Farklı inanç ve kültürlerden gelen
erkek ve kadınların birlikte çalışarak, binlerce yeni buluşlarda bulunup,
dünyayı değiştirdiği İslam Uygarlığı’nı görmezden gelmesi için bir insanın
ciddi manada cahil olması ya da art niyetli olması gerekir. İspanya’dan Kuzey
Afrika’ya, Orta Doğu’dan Endonezya ve Çin’e kadar üç kıtaya yayılmış olan İslam
Uygarlığı, bilim, matematik, tıp, teknoloji, mimarlık gibi daha bir sürü dalın
ilerlemesinde katkıda bulunmuştur.
Küçük örnekler verelim. Misal,
Abbas Kasım İbn Firnas, ilk bilimsel uçma girişimini bir tür kanat vazifesini
gören bol bir pelerini çıtalara tutturarak gerçekleştirmiştir.
Mimar Sinan, 16.yüzyıl
Türkiye’sinde o güne kadarki en yüksek ve en geniş kubbeli çatıları
tasarlayarak ünlü olmuştur.
El- Cezeri’nin Filli Su Saati,
altın çağ boyunca oluşturulan inanılmaz mekanik aletlerden bir tanesidir.
Söylemiştik... Fatima al-Fihri,
1150 yıl önce, Fas da bulunan ve hala dünyanın en eski ve modern üniversitesi
olan Karaviyin’i kurmuştur. Karaviyin zamanına göre yüksek teknoloji
teçhizatları olan astronomi aletleri, usturlaplar, güneş, kum ve su saatleri
ile iyi bir donanıma sahipti. Öğrenciler zamanı muvakkid (namaz saatlerini
belirleyen kişi)tarafından desteklenen bir odada hesaplarlardı.
10.yüzyılda İslam Uygarlığı’ndaki
doktorlar, günümüzdeki bazı cerrahi aletlere benzeyen ve hala kullanılan
malzemelerle çalışmışlardır.
Müslüman alim El-İdrisi, Kristof
Kolomb Amerika’yı keşfetmeden çok önce, Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’yı
gösteren bir harita çizmiştir.
Cep telefonlarınızı bir
düşünün...İbnü’lHeysem’in karanlık odada ışık deneyleri(Latincede”camera
obscura”)günümüzdeki modern dijital kameraların yolunu açmıştır. Tiktok
gençliğinin elbette bunlardan haberi olamaz. O gençliğin abileri-ablaları olan
entel-dantel takımının da muhtemelen haberi yoktur; 9. yüzyılda bir Habeşli,
keçilerin belirli bir meyveyi yedikten sonra enerjilerinin arttığını görmüş,
bunları yemek yerine kaynattıktan sonra ortaya kahve çıkmış ve daha sonra
taleplerin artmasıyla Yemen’in Moka Limanının önemli bir ticaret merkezi
olduğundan...
Cabir bin Hayyan desek, misal!
Günümüzde hala kullanılan parfüm, benzin, plastik ve daha birçok ürünün
yapımındaki damıtma tekniğini mükemmelleştiren ismi gençlerimizin gündemine
nasıl alabiliriz? Netflix dizisini çeker mi bu gerçek kahramanların?
Don Kişot’un “Yel Değirmenleri”,
daha Avrupa’da ortaya çıkmadan beş yüz yıl önce, İslam Uygarlığı’nda alışıldık
bir görüntüydü.
Meryemü’l-İcliyyeel-Usturlabı,
hassas usturlaplar yapma konusunda oldukça yetenekliydi. Bunlar, yön bulmakta,
zamanı gösteren, güneş ve yıldızların konumlarını belirleyerek onları izlemekte
kullanılan oldukça faydalı aletlerdi. Bugünün navigasyon aletlerinden
bahsediyoruz, bir nevi.
9. Yüzyılın başlarında, tüm İslam
Uygarlığı’nın önde gelen bilim insanları ve alimleri, araştırma, müzakere ve
yeni keşiflerde bulunmak üzere “Bilim Evleri”nde toplanırlardı; Dar’ül Hikme!
Zheng he, 1400’lü yıllarda
dünyanın gördüğü en büyük ahşap gemilerle Çin donanmasının Müslüman amirali olarak denizlere açılmıştır.
Bütün bu gelişmelerin sebebi,
Müslüman aleminde herkes, yeni şeyler öğrenmek ve buluşlarını paylaşmak
isterdi. Bilgiye olan açlık 622 yılında bir okulun, bugününün Suudi
Arabistan’ında bulunan Medine’deki bir caminin içinde açılmasına neden
olmuştur; Suffa Okulu!
Ahl Al-ılm “Bilgili İnsanlar” adı verilen gezici öğretmenler,
Müslüman şehir ve kasabalarına bilgi yayarlardı. 9.yüzyılın sonlarında
neredeyse tüm camilerde, erkek ve kızlar için bir ilkokul vardı. 10. yüzyılın
sonlarında, gezici bir coğrafyacı olan İbn Havkal’a göre, Müslüman
Sicilya’sındaki Palermo şehrinde farklı konularda eğitim veren 300 kadar
ilkokul öğretmeni vardı.Bu okullarda çocuklar altı yaşında okula başlarlardı.
Her Müslüman okulunda, dışarıda verilen dersler için bir avlu veya avluya açılan
kemerli koridorlar, öğrenciler için ibadet mekanları, namazdan önce abdest
almak için bir şadırvan ve oturma odaları vardı. Öğrenciler derslerini
genellikle tekrar ve ezber ile öğrenirlerdi. Günümüzde ise Müslüman
öğrencilerin çoğu hala Kur’an’ın 6666 ayetini ezberlerler. Zengin aileler,
çocuklarının daha iyi eğitim almaları için özel öğretmenler tutarlardı. Camiden
ayrı bir okul olan ilk medrese,1066 yılında bugün Amerikan bombalarıyla viran
olan Bağdat’ta inşa edilmiştir. Dört farklı Müslüman Okulu vardı; normal(ilk)
okullar, okuma evleri(liseler),hadis okulları(dini okullar)ve tıp fakülteleri.
Çoğu okulun, kimya, fizik ve astronomi gibi gelişmiş konularda, Arapça
kitaplarla dolu kütüphaneleri vardı. İslam Uygarlığı’nda eğitim ücretsizdi ve
ihtiyacı olan öğrencilere kitap, harçlık ve konaklayacak yer sağlanırdı. Okul
inşa etmek, öğretmenlerin maaşlarını ödemek ve öğrencilere yemek vermek için
vakıf adı verilen yapıların fonları
kullanılırdı. 15.yüzyılda Osmanlılar okullarda devrim yapmış ve külliye
(kampüs) adı verilen bir tür öğrenim merkezi kurmuşlardı. Her kompleksin içinde
bir cami, okul, hastane ve yemekhane gibi tesisler bulunurdu. Müslüman
akademisyenlerin gelişmiş eğitim arayışları üniversitelerin yayılmasına neden
olmuş ve Avrupa genelinde öğrenimin canlanmasına yol açmıştır. Arapçada Jamıah
üniversite ve jami de cami demektir. İlk İslam Uygarlığı’nda yetişmiş pek çok
bilim insanı, inanç ile öğrenme arasında bir bağlantı kurmuştur. Güneydeki en
büyük üniversite,12. yüzyıla gelindiğinde yaklaşık 25.000 öğrencisi ile batı
Afrika da bulunan Timbuktu Mali’deydi. Günümüzde Fransızların sömürgesi olan
Mali!
Orta çağ İslam uygarlığı zamanında
camilere bitişik olarak yapılan bazı okullar, dünyanın en eski üniversiteleri
olarak kabul edilmektedirler. Günümüzdeki üniversite öğrencileri gibi, İslam
uygarlığındaki üniversite öğrencileri de giriş sınavlarına girer, çalışma
gruplarına katılır, mezun olmak için bitirme sınavlarını geçmeleri gerekirdi.
Avrupalı öğrenciler, Müslüman
şehirlerindeki üniversitelere öğrenim görmeye gelirlerdi. Bin yıl önce
Bağdat’ta, zamanın en önde gelen entelektüel yeri olarak övünülen darülhikme,
yani “bilgelik evi” kurulmuştu. Zamanla bilgelik evinde birikmiş olan Fars,
Hint ve Yunan yazıtlı çizimler, dünyanın en büyük bilgi koleksiyonlarından biri
olup, bilim insanlarının yeni keşifleri ile daha da genişlemiştir. Dört nesil
boyunca halifelerin yönetimi altında olan 9.yüzyıldaki ilim akademisi, Müslüman
dünyasının dört bir yanından en iyi bilim insanlarını bir çatı altında toplamıştır.
Bilgelik evindeki araştırma ve
keşifler, bugün bildiklerimizin temelini oluşturmaktadır. Bilgelik evi,
muhtelif bilimsel konuları içeren ve farklı dillerde yazılmış kitaplarla dolu
bir kütüphaneye sahipti. Bu entelektüellik merkezi, Bağdat’ı sanat, bilim ve
edebiyat çalışmalarının merkezi haline getirmiş ve bu alanlardaki bilginin
yayılmasında önemli bir rol oynamıştır. Bilgelik evi, her dinden kadın ve
erkeğe açıktı. Halife Memun, bilgelik evine, İslam Uygarlığı’nın diğer
bölgelerinden yüzlerce kitap ve el yazmalarını getirtmiştir. Her bilim dalı
için ayrı bir ek bina veya bölüm ekleyerek, kütüphaneyi genişletmiştir. Buraya
gelmek isteyen akademisyenlerin çokluğu nedeniyle etüt merkezlerini sürekli
büyütmek zorunda kalmıştı.
Halife Memun’un çevirmen ve
akademisyenleri bilgelik evine katkıda bulunmaları için teşvik ettiği ve onlara
tamamladıkları her kitabın ağırlığı kadar altın ödediği söylenir. Bağdat’ta
Marsad Feleki adında bir astronomi merkezi kurmuş ve İslam Uygarlığı’nın her
yanına bir düzüne öğrenme merkezleri açmıştı. Seçkin akademisyenler, her gün
Arapça, Farsça, Yunanca ve Süryanice
gibi çeşitli dillerde tercüme, okuma, yazma çalışmaları yapmak, bilimsel
içerikli konferanslar-sempozyumlar için bir araya gelirlerdi. Ünlü tercümanlar,
akademisyenlerin okuma, tartışma ve yeni bilgiler öğrenebilmeleri için diğer
medeniyetlerin eserlerini çevirirlerdi. Bilgiye meraklı olan hükümdar Halife
Memun’un adı hak ettiği anısının mirası, ayda bulunan “Almanon”adlı bir
kraterde yaşamaktadır.
Ayrıca İslam Uygarlığı’ndaki diğer
şehirler ise, 9. ve 10. yüzyıllarda Bağdat’ın liderliğinde kendi bilgelik
evlerini kurmuşlardır. ”Cebir” kelimesi, 9. yüzyılın başlarında bilgelik
evindeki bir akademisyen olan Harizmi’nin yazmış olduğu Al-jabr W’al-muqabala
kitabından gelir. Matematikçi, makine ve şaşırtmalı düzeneklerin mucidi olan
Benu Musa kardeşler, Cebir ilminin babası “Harizmi ile felsefeci ,matematikçi
ve şifre kırma yönteminin mucidi olan Kindi, Bilgelik Evinin en tanınmış
aydınları arasındaydı.
Bazı kütüphanelerin kubbeli
çatıları, kitaplarla dolu sayısız odaları ve içinde göller ve akarsular bulunan
bahçeleri vardı. O zamanların Bağdat’ında 36 kütüphane ve 100’ün üzerinde sahaf
vardı. 12. yüzyılda Fas, Marakeş’deki bir caddenin her iki tarafında 50’şer
olmak üzere 100 kitapçı ve kütüphane vardı. İslam Uygarlığı sırasında, yüzlerce
kütüphane açılmış, okuyucuların binlerce kitaba ulaşması sağlanmıştır.
Çoğu Müslüman kasabasında herkesin
gelip kitap satın alabileceği, bir şeyler yiyip içebileceği ve fikirlerini
paylaşabileceği kitapevleri vardı. 13.yüzyılda, Tunus’taki Zeytune Camisindeki
kütüphanede,100.000’ den fazla kitap bulunmaktaydı.
Bugünün okumayan Müslümanlarına
atıf olsun!
Fehmi Demirbağ
2020-İstanbul
CAHİLİYE DÖNEMİ
İnsanlığın ve değerlerinin
kaybolduğu, vahşetin, dehşetin, zalimliğin, cehaletin ve acımasızlığın hüküm
sürdüğü bir dönem; kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü karanlık bir
çağdı. Zalimler dışında kimsenin hayata dair bir güvencesi yoktu.
“Bir ümit, bir ışık, bir kurtuluş bir mucize
yok mu?” diye yakarmaktaydı insanlık.
Arabistan çöllerinde kabileler
halinde ve göçebe olarak yaşayan bir millet, kabile reislerinin baskısı altında
insanlıktan uzak, hak ve hukukun tanınmadığı, köleliğin hüküm sürdüğü, acımasız
bir zulüm ülkesi haline gelmiş, kurtarıcısını bekleyen bir garip mekândı Mekke.
Zulüm, sefalet ve cehaletin
karanlığı içinde kıvranan, yalnız Araplar ve Arabistan değil, bütün dünya
üzerinde manevi ve ruhi sıkıntılar içinde bunalmış olan insanlık artık bir
kurtarıcı beklemekteydi.
Okuma - yazma bilenlerin sayısının
son derece azlığı ile birlikte, kırpıntı misali cömertlik ve konukseverlik,
sözde durma, düşmanları bile olsa kendilerine sığınanları himaye etmenin
yanında cesaret gibi bazı iyi hasletler de umut vaat ediyordu insanlık için.
Fakat aynı zamanda “Soygunculuk, faizcilik, zenginleri üstün, fakirleri hor
görme, içki ve kumar düşkünlüğü, kabilecilik taraftarlığı ile kan dökme gibi
son derece çirkin uygulamaların hüküm sürdüğü bir sistem. İçkinin, kumarın,
faizin ve zinanın toplumun bütün zerrelerine kadar nüfuz etmiş olduğu bir
buhran dönemi!
En kötüsü de köleliğin, en
acımasız kurallarını sürdürdüğü, özellikle kadınlara insan değeri vermeyen,
erkeklerin istediği kadar kadını suistimal ettiği vahşi ve keyfi bir düzen.
İnsanlığın başlangıcı olarak bilinen Adem’den bu yana, İbrahim peygamber ve
inşa ettiği Kabe ile birlikte anılan mübarek belde; Mekke’yi putperestliğin
merkezi haline getirmiş bir aymazlık.
Kan davaları ve sınır
anlaşmazlıkları da huzuru ve güveni bozan en büyük sebeplerdendi. Haklı olanın
üstünlüğü değil, güçlü ve kuvvetli olanın üstünlüğü yanında, kendi yaptıkları
putlara tapacak kadar cahil ve aciz, insanları para ile alıp satacak kadar da
acımasız bir düzen.
Hz. Ömer’e cahiliye döneminde
unutamadığı bir hadiseyi sorduklarında şöyle der:
“Yolculuğa çıkmadan önce, yolda
tapınmak için hamurdan put yapar, pişirirdik. İhtiyaç duyduğumuzda ona ibadet
yapardık. Acıktığımızda ise oturur, o putu yerdik”.
Bu olay bile tek başına bu coğrafyada
yaşayan Arap Milletinin İslamiyet’ten önceki içler acısı halini anlatmaya yeter
de artar bile. İnanç yönünden hakim olan zihniyet, tam bir anarşik düzeni
beslemekteydi.
Kuran “Cahiliyet Devri” denilen bu
karanlık dönemi, “İnsanların kendi elleriyle işledikleri kötülükler yüzünden,
fesat her tarafı kapladı, karada ve denizde yayıldı.” ifadesiyle, en açık bir
şekilde bu bölgede yaşanan olayları özetlemekteydi.
İşte bu karanlık bulutların
dağılması için Yüce Allah tarafından gönderilen ahir zaman peygamberi olarak
gönderilen Efendimiz bir kurtarıcı olarak sadece Arap Yarımadasına değil, bütün
insanlığa güzel ahlakıyla ve emin kişiliğiyle kıyamete kadar sürecek etkisiyle
örnek olmuştur.
***
Cahiliye denilen bu dönemi elbette
yalnızca Arap Yarımadası için sınırlandıramayız. Çağı değerlendirmek için
kafamızı kaldırıp bakacak olursak dünyanın her tarafına görürüz ki aynı
olumsuzluklar bütün dünya için geçerlidir.
İslamiyet’in doğduğu dönemde
Asya’da Göktürkler, Hindistan, Çin, Japonya ve Sasaniler gibi güçlü siyasi
organizasyonlar bulunmaktaydı. Özellikle Göktürkler ticaret yolları üzerinde
büyük bir egemenliğe sahipti.
Orta Asya Türklüğünün en önemli
temsilcisi olan Göktürk Devleti’nde Hristiyanlık, Zerdüşlük, Budizm, Maniheizm
ve Yahudilik dinleri kabul görmesine rağmen Gök Tanrı inancı hakimdir. Kısaca
Gök Tanrı inancına göre Tanrı kainatın yaratıcısıydı, tekti ve ebedi idi. O
coğrafyada birden fazla dinin benimsenmiş olmasının en büyük nedeni coğrafyanın
bulunduğu konumdur. Göktürk Devleti’nin o zamanki kağanlarından olan Tapo
Kağan, yönetime geçtiği zaman ağabeyi gibi Çin ile iyi ilişkiler kurarak,
kazanç elde etmek istemektedir. Bu isteğinde Çin’in o zaman içinde bulunduğu
zor koşullar onun lehinedir. On bin kadar Türk tüccar Çin’e yerleşir ve daha
sonra bu tüccarlar Çin ekonomisini yavaş yavaş ele geçirmeye başlarlar. Ancak
kendileri de tersine bir durum olarak Çin kültürürnün etkisine girerek
yozlaşmaya başlarlar. Çin ile olan bu içli dışlı ilişki sebebiyle Çin kültürü
yayılır ve Türk beyleri arasında bu kültüre biz özentilik oluşur. Bunun üzerine
Tapo Kağan Budist olur ve bu dini korumak için seferberlik ilan eder. Fakat
Türk halkının yaşam tarzına uymayan bu din, halk tarafından kabul edilmez. Bu
sebeple Tapo Kağan halk tarafından eskisi kadar değer görmemeye başlar.
Göktürkler kendi coğrafyalarında birçok dinin bulunmasına rağmen sadece kendi
yaşantılarına en uygun olan Gök Tanrı inancı’nı benimseyebilmişlerdir.
Coğrafyada bulunan bu dinsel ayrım
elbette ki bazı sorunlara neden olmuştur. Çünkü o dönemlerde kişiler genelde
kendi dinlerine çok bağlı insanlardır ve bu dinsel ayrım onlar için büyük bir
sorundur. Çin’in kendi prenseslerini entrika kurmak için Göktürk Devleti’ne
sokmaları devletin içten içe çöküşüne sebep olmuştur. Göktürk tüccarlarının Çin
kültürüne olan bu merakları devletin diğer bireyleri tarafından hoş
karşılanmadığı için devlet içi siyasi itaatsizlik oluştuğunu söyleyebiliriz.
Belki bazı kesimler küçük ayaklanmalar yapmış olsa da güçleri devlet reisinin
bu arzusunu -aynı zamanda bu arzunun getirmiş olduğu her türlü fikir ve siyasi
çatışmayı- engelleyememiştir.
Türk topraklarından Hindistan’a
yönelip orası içinde bir değerlendirme yapacak olursak…Hindistan’da en eski
devirlerden beri çeşitli ırk, dil ve kültürden insan bir arada yaşıyordu.
Benimsenen din ise Hinduizm idi. Daha sonradan Budizm ortaya çıkmış olsa da
fazla yaygınlaşamamış ve benimsenememiştir. Hinduizm Kast Sistemi’ne dayalı
olan bir dindir. Kast kelimesinin kökeni ırk ya da soy anlamına gelir. Kast
Sistemi ise toplumdaki insanların belirli ölçütlere göre sınıflandırıldığı
sistemdir. Kast Sistemi’nde insanlar dört ana gruba ayrılmışlardı.
Brahmanlar (Din adamları),
Kşatriyalar (Hükümdar ailesi ve askerler), Vaisyalar (Tüccarlar, çiftçiler,
esnaflar), Sudralar (İşçiler). Aslında bu kast sistemi bugünde dünyanın her
yerinde değişik isimlendirmelerle hakim olan dünya düzeninin geleneksel
yapısıdır. Aristokratlar, burjuvalar ve işçiler! Yöneticiler, bürokratlar ve
halk yığınları! Kast Sistemi, toplumu kapalı sınıflara ayırmış, her sınıf kendi
dilini geliştirmiştir. Kast Sistemi yüzünden Hint toplumu asla tek bir bütün
olamamış ve siyasi birliğini sağlayamamıştır. Toplumun sınıflara ayrılmış
olduğu ve siyasi birliğin bulunmadığı bir toplumda da sosyal sıkıntılar elbette
kaçınılmaz olmuştur.
Eşitliğin olmadığı sınıflar
arasındaki farklar ve baskılar çok fazladır. Toplum en üst seviyedeki
Brahmanlar için yaşanılabilir bir yer olsa da, daha alt seviyedeki insanlar
için sefillik içerisinde olabilir. Elbette ki bu sistemin kendi içinde de bir
yaşanmışlığı bir düzeni vardır. Kaos’ta bir düzensizlik düzeni değil
midir? Bu sistem hatırı sayılır bir
dönemdir uygulanmaktadır. Toplumsal sıkıntıların kaynağı sistemin katı
olmasından kaynaklanmaktadır. Yani bu sistem isimsel bir ayrımdan daha fazlasıdır.
Hindistan’da siyasi birliğin olmaması ayrı bir problemdir. Siyasi birliği
olmayan bir ülke, yapılmamış bir yapboza benzer. Parçaların her ne kadar bir
hikayesi olsa da, bir araya gelip yapboz olamadan kimse onları duvarlarına
asmazlar.
Gelelim Çin’e. Cahiliye döneminin dünyasına
göz atmaya devam ediyoruz. İslamiyet’in doğuşu sırasında Çin’de siyasi birlik
Si Hanedanı tarafından sağlanmıştı. Sui Hanedanı yönetimi sırasında Çinlilerin
Göktürkler ile münasebetleri oldu. Tapo Kağan ölene kadar Göktürklerin Çinliler
üzerindeki baskıları devam etmişti. Bu etki altında kalan Çin daha sonra
Göktürk saldırıları karşısında kendi klasik politikası olan Türk boylarının
arasına ikilik soktu ve Türk prensleri birbirine karşı kışkırttı. Bunun üzerine
Göktürkler 582 yılında Doğu ve Batı Göktürkler olmak üzere ikiye ayrıldılar.
Çin bu yıllarda Türkleri Çinlileştirmeye çalışmıştır. Şipi Kağan (609-619)
zamanında Doğu Göktürkler, yeniden eski güçlerine kavuştular. Çin’e her yıl
ödenen vergiler kesildi. Çin imparatoru yenilgiye uğratıldı. Çinliler ve
Türklerin bu şekilde karşı karşıya gelmelerinin ana nedenlerinden bir tanesi
İpek Yolu egemenliğidir. Tarım geniş ve verimli topraklarda önemli
etkinliklerden bir tanesidir. En önemli ekonomik kazancı İpek Yolu’ndan almış olan
Çin, elbette ki bu verimli topraklar için entrikalar düzenlemiştir.
Bu entrikaları düzenlerken kendi
içerisinde siyasi karşıtlık ve çatışmalara maruz kalan Çin’de çatışmalar eksik
olmamıştır. Bu gibi kumpaslardan önce bulunduğu sıkıntılı durumu yavaş yavaş
atlatsa da toplum içi karışıklıklardan kurtulamamıştır. Aynı zamanda Göktürk
baskısı nedeniyle savunmasız kalmıştır. Kesilen vergilerle ekonomik olarak da
sıkıntıya girmiştir. Fakir kalmıştır. Yani Göktürkler Çin’i birçok bakımdan zor
durumda bırakmıştır; bu da karışıklıklaların temel görünür nedenidir.
Sıra geldi Asya ülkelerinden Japonya’ya göz
gezdirmeye. İslamiyet’in doğuşu sırasında Japonya’da Yamato sülalesi hakimdi.
Japonya’nın o dönemde kuvvetli bir merkezi idaresi yoktu ve Çin’in etkisi
altında kalmıştır. Bu nedenle Japonya derebeylik sisteminin kapılarını
açmıştır. Derebeylik, temeli eşitsizliğe dayanan sosyal, ekonomik ve siyasal
düzendir. Japonya, kendi bulunduğu coğrafyada durumu en kötü olan ülkedir.
Nedeni siyasi bakımdan kuvvetli olmaması ve ekonomik açıdan gelişmiş
olmamasıdır. Elbette ki çoğu açıdan gelişmemiş ve başka bir devletin adı
altında -ki buna sömürgecilik de denebilir- yaşayan bir ülke olmak beraberinde
sıkıntı ve karışıklık getirecektir. Bu merkezi idare yoksunluğu Japonya’nın
gelişmesini uzatmış -şu an ne kadar gelişmiş olsa da- ve bir süre sefil
kalmasına neden olmuştur. Zaten temeli eşitsizliğe dayanan bir sistem altında
olan bir ülkede toplum içi sınıfsal kargaşalar veya hak sorunları eksik olmaz.
Avrupa’ya gelecek olursak…İslamiyet’in doğuşu
sırasında Avrupa’da siyasi bir birlik bulunmamaktaydı. Kavimler Göçü ve Batı
Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Avrupa’da merkezi krallıklar gücünü
kaybetmeye başlamışlardır. Bunun yerine soyluların güç kazanması ile feodalite sistemi
ortaya çıkmıştır. Feodalite, toplumsal eşitsizlik üzerine kurulu olduğu için
toplumu sınıflara ayırmıştır. Bunların yanı sıra Avrupa’ da hakim olan
Skolastik-Dogmatik dini düşünce, kilise hakimiyetinin fazlasıyla artmasını
sağladı. Bunun sonucunda Tanrıdan aldıklarını iddia ettikleri yetkileriyle
kendilerini sosyal ve siyasi idare gücünde de gören Papalar kiliseye karşı
gelenleri Aforoz ediyorlardı.
Kilise gün geçtikçe zenginleşti ve
güç kazandı. Bu gelişme bilim ve gelişmede stabil olmanın yanı sıra Engizisyon
Mahkemeleri, Papa’nın bir ülkeyi kralı
ile birlikte cezalandırması gibi yollarla birçok insanın Kilise’ye karşı gelme
nedeniyle ölümüne neden olmuştur. Bu sınıfsal ayrım, siyasi birlikten yoksunluk
ve Kilise’nin güç kazanması gibi nedenler Avrupa’da siyasi ve sosyal sıkıntılar
oluşturmuştur. Kilise’nin bu şekilde etkin olması sonucunda bilimsel ve sosyal
gelişmeler gerilemiştir. Verilen can kayıpları insanların içinde Kilise
hakkında kötü bir düşünce ve hakkını arama isteği yer etmiş bulundursa da,
kimse can kaybı olamaması için sesini çıkartmamıştır. Bu da Kilise’nin
kendisinde daha fazla güç bulmasına ve durumun daha kötüye gitmesine neden
olmuştur.
Bizans ise o zamanlar önemli Yakın
Doğu devletleri arasındaydı. Bizans İmparatorluğu yıkılan Batı Roma
İmparatorluğu’ndan sonra varlığını tek başına sürdürüyordu. En parlak dönemini
Jüstinyen ile yaşamış olan Bizans, onun ölümünden sonra tekrar eski gücünü
toplayamadı. İslamiyet’in doğuşu sırasında başında Heraklius varken
yıpranmasına rağmen Orta Doğu’nun en güçlü devletlerindendi. Mısır ile arasında
Hristiyanlık yüzünden sıkıntılar ortaya çıkmıştı. Ayrıca Afrika’nın kuzey
kısımları Bizans’ın egemenliğindeydi ve Bizans ve Sasani rekabeti nedeniyle
Mısır büyük bir baskı altında kalıyordu. O zamanlar Bizans, Hristiyanlık’ın
Ortodoks mezhebine bağlıydılar. İslamiyet’in doğuşu sırasında Bizans’ın
elindeki yerler hariç Avrupa’da siyasi bir birlik yoktu. Bizans ve Sasani
devleti rekabetinde iki taraf da fazlasıyla yıpranmışlardı.
Kendi içerisinde taht kavgaları ve siyasi
karışıklıklar yaşayan Sasani Devleti, Bizans ile büyük bir mücadele içindeydi.
Birbirlerine uzun süre boyunca akınlar düzenleyen bu iki devlet yine de yan
yana yaşayabilecek şekilde birbirlerine eşitlik tanımışlardı. IV ile VII.
yüzyıllar arasında iki rakip olarak dünya yönetimini paylaşan Bizans ve Sasani
Devletleri dünya tarihine yön vermiş olan iki devletti. Bu iki devlet arasında
askeri, siyasi ve diplomatik ilişkiler bulunmaktaydı ve özellikle nazik
diplomatik söylemlerin arkasında derin düşmanlık yatmaktaydı.
Avrupa gezimize devam ediyoruz. Franklar’a
gelirsek… Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra o coğrafyalarda
yaşayan topluluklar kendilerine ait devletler kurmuşlardı. Bunlar; Fransa’da
Franklar, İspanya’da Vizigotlar ve İtalya’da Ostrogotlar’dır. Franklar’ın
yönetimi askeri güce dayanıyordu. Silah ve donatım yapımı nedeniyle maden
işçiliğinde ilerlemişlerdi. Genelde yağmacılıkla geçinen bir kabileydi.
Normalde Vizigotlar ve Ostrogotlar, Gotlar kavminin üyesiydi. Daha sonra bu
kavmin ayrılması üzerine ikiye ayrılmışlardır. Bu üçü arasındaki savaşlar
yüzünden binlerce kişi can vermiştir.
Kalan toplumun bu şekilde
ayrılması tekrar birleşip eski gücüne kavuşması önünde bir engeldir. Verilen
can kayıpları da toplumun zayıflamasına ve diğer devletlerin onlar üzerindeki
egemenlik isteğinden dolayı yeni tartışma ve kargaşalara neden olmuştur.
***
Dünyanın cahiliye dönemindeki genel hali bu
iken şimdi Araplar’ın durumuna biraz etraflıca bir bakalım. Cahiliye Döneminde
Araplar bir yaratıcının olduğunun farkındaydılar. Bu bağlamda Allah’ı inkar
etmiyorlardı, Cahiliye Arapları diğer tanrı ve put adlarından ayrı olarak yüce
mâbud ve yaratıcıyı ifade etmek için Allah kelimesini kullanıyorlardı. Bu
kullanım bize Cahiliye Dönemi Araplarında Allah inancının var olduğunu
göstermektedir. Bununla birlikte Cahiliye Döneminde kendilerine Hanif denilen
sayıca az olan insanlar bulunmaktaydı. Hanifler, İbrahim’in dinine bağlı olup,
Allah’a inanan, puta tapmayı reddeden kişilerdi; ayrıca bu kişilerin ortak bir
ibadetleri de yoktu. Bu bağlamda Cahiliye Döneminde Araplar arasında yaygın
inanç puta tapmaktı. Putların dünyada kendilerine yardımcı olduklarına
inanıyorlardı. Taptıkları putları genellikle taş, ağaç ve bazı madenlerden imal
ediyorlardı. Bazen de yiyeceklerine put şekli verip tapıyorlardı. Cahiliye
Döneminde putların bulunduğu mabetlerin sayısı oldukça fazlaydı. En önemli
mabetlerden biriside Kabe’ydi. Kabe’nin içinde ve çevresinde tapınmak için
yüzlerce put bulunmaktaydı.
Araplar Peygamber İbrahim
döneminde tek tanrı inancına sahipti.
İbrahim’in bildirdiği tek Tanrı inancının temellerinden biri de Kabe’yi
tavaf etmek yani çevresini dolaşmaktı. Araplar bu nedenle tarihin bütün
dönemlerinde Kabe’ye saygı göstermişlerdi. Diğer bir neden ise hac döneminde
Kabe’nin kentin ticari yaşantısını canlandırmasıydı.
Mekke’de Hac görevini yerine
getirenler, Kabe’ye olan saygıları nedeniyle oradaki taşlardan bir tane alıp
götürür, gittikleri bölgede bir yere koyar, Kabe’nin çevresini dolaştıkları
gibi bu taşın çevresini de dolaşırlardı. Böylece zamanla hoşlarına giden ya da
beğendikleri başka taşlara tapma yani puta tapıcılık Araplar’ın arasında hızla
yaygınlaştı, kutsal sayılan Kabe’nin içi yine kutsal saydıkları putlar ile
dolduruldu.
Araplar, kendilerini çevreleyen
doğanın, insanlarınkine üstün, fakat özel yollarla kendi çıkarlarına
kullanılabilen kuvvetlerle dolu olduğuna inanıyorlardı. Bu kuvvetler Cinler’di
ve onlar bu Cinler’i Tanrı’nın kızları sayıyorlardı. Onlar, Cinlerin iyilik ya
da kötülük yapabildiklerine inanırlardı; bu nedenle de onların sevgisini
kazanmak, onlara saygı göstermek, putlarına tapmak gerekirdi. Ayrıca cahiliye döneminde meleklerin,
Allah’ın kızı olduğuna inanan bir kısım insanlar mevcuttu.
Her Cin’in belirli bir yeri olduğu
ve kayaları, ağaçları ve putların içini mesken tuttukları kabul edilirdi. Her
kabilenin veya birkaç kabile topluluğunun özel bir Cin’i, bir kayası, bir ağacı
veya bir putu bulunup, bunun yakınında belli bir topluluk oturur ve dini ödevi
yerine getirirdi. Temelini kurban kesmenin oluşturduğu bir ayin yoluyla putlar,
kendilerine tapanların kabilesi ile bir kan akrabalığına dahil olurlar ve
böylece de bu kabilenin koruyucusu olurlardı. Yani Araplar putları Tanrı olarak
değil, Tanrı’ya yaklaşma, dua ve isteklerini ona ulaştırma aracı olarak kabul
ediyorlardı.
Her kabile kendi özel putuna tapar
ancak, başka kabilelerin Tanrılar’ının da kendi bölgelerindeki kudretini
tanırdı. Yüce putların yerleri değişmez,
onlar burada, kabile göç ettiği zaman, onların yerine gelenler
tarafından da aynı saygı ile sayılırlar.
Bunun dışında her aile bir put
edinip onu kendi evine koyup dualarında aracı olarak kullanıyorlardı. O aileden
bir kişi yola çıkacağı zaman hayvanına binmeden önce evindeki bu puta elini
yüzünü sürer, bu onun yola çıkmadan son yaptığı iş olurdu. Yolculuktan
döndüğünde yine o puta elini yüzünü sürerdi ki, bu iş de ailesini görmeden
yaptığı ilk iş olurdu. Zor kararlar verilmesinin gerektiği durumlarda putlara
danışılırdı. Putlara danışma çoğunlukla put önünde fal okları çekmek yöntemiyle
gerçekleşirdi. “Evet” ya da “Hayır” okundan birinin çıkması ile yapılacak işe
karar verilirdi.
Araplara göre putların içindeki
Cinler kahinlerle konuşur ve kahinlere, gökte neler olup biterse haber
verirlerdi. Her kahin, kendine sorulan her şeyi çözmeye çalışmakta idiyse de
bazen özel bir uzmanlığı bulunurdu. Kahinlerin her şeyi bildikleri
düşündüklerinden fal oklarının yön göstericiliği gibi onlara da danışırlardı.
Aralarında çıkan anlaşmazlıklarda onların aracılığına ve verecekleri kararlara
önem verirler, hastalıklarında şifacı olarak kabullenildiklerinden dolayı
tavsiyelerine uyarlardı. Bunlardan başka, içinden çıkamadıkları konularda
onların fikirlerini sorarlar, düş gördüklerinde onlara yorumlatırlar, gelecekte
başlarına ne geleceğini onlardan öğrenmek isterlerdi.
Yine de Arapların putlara olan
saygılarının tam olduğu söylenemez. İşlerine geldiği ve duaları tesadüfen
isteklerine uygun düştüğü zaman sevinseler de, ters düştüğü zaman putlara
hakaret ettikleri, hatta küfrettikleri de olurdu. Birçok kez de çıkarları ya da
durum neyi gerektiriyorsa öyle davranırlardı. Örneğin kıtlık zamanında hurma ve sütten yapılmış
putlarını yedikleri gibi.
Arap Yarımadası’nda Yahudiler ve
az da olsa Hristiyanlar yaşamaktaydı. Yahudiler genellikle Medine’de
hayatlarını sürdürmekteydiler. Hristiyanlık ise Arap Yarımadası’nın kuzeyinde,
Gassaniler ve Hireliler arasında yaygın bir inanış olarak varlığını
sürdürmekteydi.
Kabilecilik anlayışıyla yaşayan,
insan hakları geri plana atılmış ve kadınlara hiç değer vermeyen bir
toplumun huzura karşı duyduğu özlemi iyi
anlamak zorundayız.
İnsanlık peygamberlerin tebliğlerinin
etkisinden çıktıklarında oldum olası hep karanlık dönemler yaşamıştır.
İnsanlığın son cahiliye dönemi İsa Peygamberden Muhammed Peygamber’e kadar
sürmüştür. Muhammed’in peygamber olmasıyla birlikte bu dönem yavaş yavaş yok
olmaya başlamıştır. İnsanlar İslamiyet ile nihai bir aydınlanma sürecine
girmiştir. İslam’ın getirdiği aydınlanmadan önce ise Arap toplumu geleneklerine
körü körüne bağlanmış ve bağnaz bir şekilde yaşamaktaydılar.
Diğer Arabistan bölgelerinin
tersine Hicaz’da, Muhammed Peygamber dönemine kadar hiç bir zaman hiç bir kral
veya emir yönetim başına geçmemiş, henüz uluslaşma aşaması da
tamamlanmadığından kabile yaşamı hüküm sürmektedir. Her kabile diğerinden ayrı
bir devlet gibidir ve başlarında “Şeyh” adı verilen kişiler bulunurdu. Hükümet
olarak adlandırılabilecek tek kurum ise şeyhlerin katılımıyla oluşturulan fakat
yürütme gücüne sahip olmayan, tavsiye niteliğinde kararlar alan “Mele” adlı
kurumdur.
Bazı bölgelerde kentleşme olsa da
toplumun büyük bölümü göçebedir. Yemen bölgesi dışında bütün yarımadanın tarıma
elverişsiz vadiler, çorak topraklar ve çöllerden oluşması Arapların göçebe bir
yaşam sürmesinin ve çoğunlukla ticaretle uğraşmalarının nedenidir. Kentleşmenin
son derece az olduğu dönemde bilgi ise hemen tümüyle bu göçebe yaşantısının
zorluklarından doğan deney, gelenek ve yöntemlerin geliştirdiği bilgilerden
ibarettir.
Diğer bölgelerde kurulan
devletlerin kültür ve uygarlıklarının Hicaz’ı hiç etkilemediği iddia edilemezse
de coğrafi koşullardan dolayı oldukça az etkilemiş, bedevi kültürü kendi
dünyasını dışarıdan gelen etkilere daima kapalı tutmuştur. Bu yüzden İslamiyet
öncesi Hicaz’da -zengin bir şiir dili olmasına rağmen- yüksek bir kültür
varlığından söz edilemez. Bu kültürden faydalananlar ise çoğunlukla din
adamları, tüccarlar ve imtiyazlı-ayrıcalıklı kişilerdir. Okuma yazma da, hemen
hemen sadece ticaretle uğraşanların veya nüfuzlu ve soylu kişilerin bildiği bir
şeydi. Geri kalan halkın neredeyse tamamı tümüyle cahildi. İslamiyet’in doğuşu
sırasında Muhammed Peygamberin, Bedir Savaş’ında tutsak olan Mekkelilerden her
birinin, on Medineli gence yazı öğretmesini kurtuluş şartı sayması bu gerçeği
açıkça belirtir.
Okuma yazma oranı yok denecek
kadar az olsa da, Cahiliye dönemi Araplarının bilgi ve deneyimlerini belli
alanlarda aktardıkları bir sözlü birikim oluşturdukları söylenebilir. Soy ilmi,
efsanelerle karışık bir tarih geleneği, su ve hava durumları ile kendileri ve
hayvanlarının sağlıkları ile ilgili kehanetler, iz sürme yeteneği, “Cahiliye
Dönemi Bilimleri” arasında gösterilebilir.
Cahiliye dönemi’nde Arapları’nda
“İnsan Hakları” gibi bir kavram olmadığından kölelik en yaygın uygulamalardan
biriydi. İnsanlar kölelerini istedikleri gibi alıp satar, işkence ederlerdi.
Sonuçta onların malıydı. Sanki bir eşyaya sahip olmak gibiydi insanların
kölelere sahipliği.
Bunun yanında bilgi üretilen ve
ulaşılan bir şey değildi. Kulaktan dolma, bilgi ediniminde en bariz olan
yöntemdi. Dolayısıyla kitleler okuma-yazma bilmiyorlardı. Böyle bir toplumda kadınlar da haliyle hiç
değer görmüyordu. Kadınların kölelerden çok bir farkı yoktu. Yine kadınlara ne
istenilse yapılır ve kadın sesini asla çıkaramazdı.
Bu dönemde cinsiyet ayrımı
yetmezmiş gibi insanlar kabile halinde yaşadığı için kabileler arası da bir
ayrım söz konusu idi. Güçlü kabile her zaman daha avantajlı olurdu çünkü bu
dönemde ve bu coğrafyada para bakımından güçlü olan her zaman kazanırdı. Hak ve
hukuk kavramları ise ancak güçlünün hakkından ibaretti. Üstünlerin hukukundan
bahsedilebilirdi. Genelde “Kısasa Kısas” mantığı vardı.
Cahiliye döneminde kadını tek başına incelemek
gerekirse bir eşyaya benzetmemiz çok doğru olur. Eşyaların belli sahipleri
olur. Sahipler eşyasına istediği gibi davranabilir. İstediği kişiye tamamen ya
da ödünç verebilir. Kadınlar da aynen böyle idi. Bir kadının kocası ne derse
desin o kadın bunu yapmak zorundaydı. Kime verirse versin gitmek zorundaydı.
Bir söz hakkına sahip değillerdi. Bu çarpık uygulama bu yüzyılın başına kadar
İngiltere’de de geçerli idi. Kocalar eşlerini insan pazarlarında rahatlıkla
satabiliyorlardı. Hoş yakın zamanın Avrupa’sında pedofoli ve yamyamlıkta sık
rastlanılan bir uygulamaydı. Yani cehaleti okuma-yazmazlık bilmeme olarak
anlamamalıyız. Empati kuramama, merhametten uzak olmak, bencillik, utanmazlık
en büyük cahiliye davranışlarıdır.
Söz hakkına sahip olmama herhangi
bir konuda geçerli idi. Erkek başka kadınla evlenmek istediği zaman ses
çıkaramazlardı. Erkek eşini boşamak istediği zaman ses çıkaramazlardı. Eğer
kadın boşanmak istiyorsa erkeğe bir miktar para teklif edilirdi. Onun dışında
eğer koca, karısını boşamazsa kadın, kocasına bağımlı yaşamaya devam etmek
zorunda kalırdı. Kadınlar bu dönemde çok aşağılanmış bir durumdaydı.
Orta ve aşağı tabakadaki
kabilelerin kadınları daha doğuştan ikinci sınıf insan muamelesine uğruyordu.
Bir kişi erkek çocuğu olduğunda sevinip şenlik düzenlerken, kız çocuğu
doğduğunda utanır, suç işlemiş gibi pişmanlık duyardı. Özellikle aşağı
tabakalarda kadının, kocasının gözündeki değeri, sahip olduğu bir eşyadan daha
fazla değildi. Bu dönemde Arap erkeği, aybaşı gören kadınla aynı odada oturmaz,
onunla yemek yemez hatta kadın geçici olarak evden kovulurdu. Evliliklerin
temel amacı da sevgiden daha çok, ailedeki erkek evlat sayısını çoğaltmak,
böylece düşmanlara karşı daha güçlü olabilmekti.
Cahiliye döneminde gerçekleşen
evliliklerde kadınla erkeği birbirine bağlayan nikâhın dini bir özelliği
olmadığından kadın ancak erkeğine bir çocuk verdikten sonra aileden birisi
olarak kabul edilirdi. Bu nedenle bir kadın çocuk doğurmadan öldüğünde aile
bireyi sayılmadığından başsağlığı için o aileye kimse gelmezdi. Kadınların iyi
çocuk doğuranlarına ise büyük önem verirler ve şiirlerinde onlara işaret
ederlerdi. Çocuksuz kadın, diyet vermeye
mahkum edilirse, aile bireyi olmadığından bu diyeti kocası yerine ailesi ödemek
zorundaydı.
Evlilik dönemine gelen bir kızın
eşini seçmek konusunda da en ufak söz hakkı yoktu. Babalar kızlarının yerine
karar verir, onun isteğine aldırmaksızın, taliplinin yaşlı ya da kötü huylu
oluşuna bakmaksızın kızını istediği erkeğe verirdi. Burada temel ölçüt
taliplinin serveti ya da kabilesinin toplumdaki konumuydu.
Arapların öz anneleri, kızları,
halaları ve teyzeleriyle evlenmeleri yasaktı ama üvey anneleriyle evlenmeleri
yasak değildi. Üstelik üvey annesi istemese bile! Miras hırsıyla yapılan bu çok
çirkin evliliklere sık rastlanırdı. Üvey anne öldüğünde, evin en büyük oğlu
analığı ile evlenebilirdi. Evlenmek istemezse ya mehir karşılığı başkasına
verebilirdi, ya da diğer kardeşleri analıklarını nikahlayabilirlerdi. Kadının
tek şansı elini çabuk tutarak ailesinin yanına kaçabilmesiydi. Ve yine bu
dönemin adeti olarak bir kadının kızı ile beraber aynı şahıs tarafından nikâhlanabilmesinde
de sakınca görülmüyordu.
Boşanan bir kadının yeniden
evlenmesi de oldukça zordu. Karısının bir başkasıyla evlenmesine engel olmak
isteyen erkek, “iddet süresi” (evliliği biten kadının yeniden evlenebilmesi
için gereken süre) tamamlanacağı sırada onunla tekrar evlenip ardından tekrar
boşardı. İddet süresi yeniden başlayacağı için kadın bir yıl daha evlenemezdi.
Kocanın ölümünden sonra ise kadınlar tam bir yıl yas tutarlar ve iddete
girerlerdi. Ölen kocanın mirasından da en ufak pay alamazlardı.
Soy ve kabilenin oldukça önemli
olduğu Arap toplumunda erkekler, soylu bir çocuk sahibi olmak istediklerinde
karılarını soylu kabilelerin erkekleri ile cinsel ilişki kurmaya gönderir,
doğan çocuğu kendi nesebine alırdı.
Kentlerde yaşayan cariyelerin durumu
ise çok daha kötüydü. Cariyeler bir mal gibi alıp satılabilir, ya da sahipleri
onları fuhşa sevk eder, bu yolla kazandıkları paraları ellerinden alırlardı.
Kadının namusuna saygı çölde şehirdekinden daha çoktu.
Yaygın olmamakla birlikte
Araplarda kız çocuklarını diri diri gömme adeti de vardı. Bunun nedeni
kızlarının bir gün istemedikleri bir kimse ile evlenerek ailenin onurunu
lekeleyebilecekleri korkusu, geçim kaygısı ya da kız çocuklarının büyütülmeye
değer görülmemesiydi. Göçebe Araplar, yaşamasını istedikleri kızlarına
çoğunlukla deve ya da koyun güttürürlerdi. Öldürmek istedikleri kızlarını ise
doğar doğmaz kum çukuruna gömerler veya altı yaşına geldiğinde ona güzel
giysiler giydirip çölde önceden hazırladıkları çukura atıp üstüne kum
örterlerdi. Bazen çocuklar sakat ya da çirkin doğduğu için bazen ise sadece
namuslarını korumak için insanlar kız çocuklarını hala canlıyken toprağa
gömerlerdi. Başka bir deyişle çoğu insan kız çocuklarından kurtulmak
amacındaydı.
Günümüzün modern toplumlarında
olduğu gibi fuhuş Arap toplumundaki en yaygın illetlerden birisiydi. Kadın alım satımı bir eşya alım satımı
gibiydi. Zaten kadınların hiç değer görmediği bir toplumdan da bu beklenirdi.
Eğer bir kadının kocası ona bir erkekle ilişkiye gireceğini söylerse kadının hayır
deme şansı yoktu veya bir grup erkek bir kadının evine girip cinsel ilişki
yaşarsa kadın yine hayır diyemezdi. Şimdilerde modern yaşama ait olan swinger
yaygındı. Bazı kadınlar ise kendileri isteyerek fuhuş yaptığı için evlerine
bayrak tarzı kumaş asarlardı.
Cahiliye çağında Arap toplumu
Özgürler, Esirler ve Mevali olmak üzere üç sınıfa bölünmüştü. Özgür olanlar
aile topluluğunun veya kabilenin ortak adını taşıyan, aynı haklara sahip
kimselerdi. Bunlar birlikte göç eder, savaşlara gider, her konuda ortak ve eşit
bir yaşantı sürerlerdi.
Esirler, kölelerle cariyelerden
oluşurdu. Köleler veya cariyeler, ya savaşlarda yakalanır ya da tutsak
pazarlarından satın alınırlardı. Cahiliye çağında köle ve cariyeler, mal ve
eşya gibi alınıp satılır, miras yoluyla bir kimseden ötekine geçer, hediye
edilir veya gelin mehri olarak verilirdi. Günümüzün genelev sektörü halen bu
uygulamayı sürdürmektedir. Köle ve cariyelerin işledikleri suçların cezaları,
özgür insanlara verilen cezalarının yarısı kadardı. Cariyelerden doğan çocuklar
da köle veya cariye sayılırdı. Ancak bu çocuklar arasında zeki ve üstün
yetenekli olanlarını, babaları isterlerse, kendi evlatları arasına alabilirdi.
Köle veya cariyelere genelde son
derece merhametsizce davranılır, kendileri hayvanlardan daha aşağı tutulurdu.
Bir köle veya cariye sahibi onları istediği gibi, kayıtsız şartsız her türlü
muameleye tabi tutabilirdi. İsterse onu öldürünceye kadar dövebilir, elini,
kulağını, burnunu keser, gözünü çıkarır, hatta öldürürdü. Bundan dolayı da hiç
kimseye sorumlu olmazdı
Mevali ise köle ile özgürler
arasında orta bir sınıftı. Genel olarak azat edilmiş köleler veya cariyelerden
oluşurdu. Herhangi bir köle azat edildiğinde o kabilenin bir üyesi kabul
edilir, akraba niteliğini kazanırdı. Mevaliler köleler gibi alınıp satılamazdı
ama özgür bir kız veya kadınla da evlenemezdi.
Arap toplumunda şarap çok yaygın
bir içkiydi. Adeta bir kültürdü. İnsanların şarap hakkında bol bol sohbet
etmesi görülürdü. Aynı zamanda şarap edebiyatlarının da büyük bir kısmına sahip
olmakla beraber şairler de sık sık şarap muhabbeti açarlardı. İslamiyet’ten
önce de zevkine düşkün bir millet olduğu için şarabın bu denli önemli olması
şaşırtıcı değildir.
İçkinin yanında kumara da düşkün
olan Araplar, kumar oynamadan edemezlerdi. Hatta o zamanlarda kumar meclisine
katılmamak toplumda ayıp karşılanırdı. İnsanlar geçimini en kolay yollardan
biri olan kumar ile kazanırdı.
Kumar gibi yaygın olan bir diğer
etkinlik ise falcılıktır. Fal bakmak-baktırmakgünün sıradan işlerindendi. Fal
bakmanın bir yöntemi ise neredeyse bütün Arap toplumunda yaygın olan fal
oklarıydı. İnsanlar fal oklarıyla bir yerin kurak olup olmaması, başlarına kötü
bir şeyin gelip gelmeyeceğini fal oklarıyla belirlediklerini sanırdı.
Yaygın olan bir diğer şey ise
tefecilik idi. İnsanlar ne zaman isterlerse bir borca faiz koyabilir ve bu
faizi istedikleri kadar arttırabilirlerdi. Genelde geçen süreye göre kat kat
artardı. Tefecilik orada bir meslek veya en basitinden bir alışveriş gibiydi.
İnsanlar için faiz arttırma çok normal bir şeydi.
Bu dönemde Arap toplumunun
hayvanlarla ilgili adetleri de vardı. Mesela bir deve beş batın birlikte
doğurduğunda beşincisi erkek olursa doğuran devenin sütünü sağmak ve o deveye
binmek onların inancında haram sayılırdı. Aynı zamanda bir deve sahibi
tarafından putlara adanmışsa aynı şekilde ondan yararlanmak haram kılınırdı.
Koyunlar için de ayrı bir adetleri
vardı. Eğer doğan kuzu dişi ise onu sahiplenirlerdi ancak eğer erkek olursa
bunu putlara adarlardı ve kutsal sayılırdı.
Bu dönemde anlattıklarımız
çerçevesinde anlaşılmaktadır ki Arap toplumu tamamen karanlık ve cehalet dolu
bir çağ yaşamaktadır. Aynı cahiliye dönemi uygulamalarının yansımalarını
günümüz dünyasında da görmekteyiz. Cahiliye devam etmektedir. İslamiyet ile tanışana
kadar insanlar hak yemiş, adil olmamış, kölelere ve kadınlara bir hiç gibi
davranmıştır. Güçlü güçsüzü ezmiş, içki ve kumar bir adet haline gelmiştir.
İnsanlar tefecilik yoluyla para kazanmış ve bunu normal karşılamıştır.
İslamiyet onlara bir ışık gibi gelmiş ve yaşadıkları bu dönemden kurtarmıştır.
İnsanlığın huzuru adına yeniden İslami değerlerin içselleştirilmesi
gerekmektedir.
İslamiyet’in doğuşu sırasında Arap
Yarımadası’ndaki Araplar henüz millet haline gelemedikleri için kabileler
halinde yaşıyorlardı. Arap Yarımadası’nın en önemli bölgeleri Hicaz, Necid ve
Yemen’dir. Yemen, tarıma elverişli topraklara sahiptir. Necid bölgesi ise
hayvancılığa elverişlidir. Bu üç yer önemli ticari yolların üzerinde
bulunmuştur. Elbette ki konu verimli coğrafyalar olunca rekabet kaçınılmaz
olur. Bu yüzden kabileler arasındaki sınır anlaşmazlıkları kan davalarına, kan
davaları da savaşlara dönüştü.
Arap Yarımadası’ndaki bu kan
davaları birçok can kaybına neden olduğu için -ki bu can kayıplarının bir kısmı
kabile reisleri veya kabilede değer gören kişilerdir- kabileler sıkıntıya
girmiştir. Ayrıca bu davalar yarımadadaki her yönden birliğin sağlanmasını
geciktirmiştir. Bir siyasi birliğin olmadığı, topluma kabile ırkçılığının
egemen olduğu bu dönemde kabileler arasında kan davası ve sınır anlaşmazlıkları
gibi nedenlerden sık sık savaşlar yaşanırdı. Toplum yaşamını düzenleyen
hukuksal kurallar değil, atalardan gelen örf ve adetler belirliyordu. Bu
kurallara uymayanlar kabileden ihraç edilirdi ki, kabileden ihraç edilmek kan
bağının kalkması anlamına geldiğinden can güvenliğinin yitirilmesi ile eş
anlamlıydı. Çöl yasalarına göre zayıfı yakalayıp tutsak almak bir haktır. Böyle
bir kimsenin bir kabileye sığınmaksızın çölde yaşaması da bu nedenle olası
değildir.
Kabileleri birbirine kenetleyen ve
aralarında kalıcı bir bağ kuran yalnızca kan ilişkisiydi. Güçlü bir kabileye
mensup olmak, başka kabilelere karşı övünme vesilesi oluyordu. Evlenmelerde
bile kabile ve aile seviyelerinin eşit olmasına dikkat edilir, aşağı kabile mensubu
olmak utanç sayılırdı. Bütün bunlar kabilenin gücünü kanıtlamak ve adını
onurlandırmak için Arapların fırsat bulunca basit nedenlerden dolayı adam
öldürmesine, çapulculuk yapmalarına neden oluyordu.
Zulüm ve zorbalığın hüküm sürdüğü,
insanların savaşacak kimse bulamadıklarında kardeşlerine saldırdığı günlerdi.
Kan dökmek için fırsat kollayanlar, bazen bir deveyi bahane ederek yıllarca
savaşırlardı. Gece uykuya dalan insanlar, ticaret için yollara düşen
kervanlar kanlı bir saldırıya maruz kalmanın endişesini yaşarlardı. Kan
davalarının ardı arkası kesilmez, gücü kuvveti olanlar, mazlumlara rahat
vermezdi. Yürekler kin ve nefretle dolmuş, sevgi ve şefkate yer
kalmamıştı. Cahiliye devriydi. Taşa ve
tahtaya tapanlardan merhamet beklenir
miydi?
Kabileden birisi yaralandığında ya
da öldürüldüğünde bu hırsıza ya da katile karşı kabileler haklarını kendileri
aramak zorundaydı. Çünkü aile topluluğunun oluşturduğu gruplar arasında devlet
otoritesine benzer bir kurum yoktu ve kollektif sorumluluk anlayışının bir
gereğiydi. Bir aşiret ya da klanın oturduğu yerde, bilinmeyen biri tarafından
öldürülmüş birisi bulunduğu ve bu klana bağlı kişilerin birinden şüphe edildiği
zaman, bütün klan öç alınması için yemin ederdi. Öldürme olayının öcünü almak
öncelikle öldürülenin en yakın mirasçısının ödevidir ama öç almak aynı zamanda
kabileyi oluşturan bütün bireylerin bir borcudur.
Kan davası kuralına göre, bir
kişinin işlediği cürümden bütün soyu sorumlu olurdu. Zaten çok zaman katil,
kendi klanı tarafından korunduğundan, dökülen kanın öcünü alma, çoğu kez
kuşaklar boyu süren ve yeniden bir sürü insanın öldürüldüğü kanlı savaşlara,
çarpışmalara neden olurdu. Bu savaşlar Kabe’ye saygılarını göstermek için, Kabe
ziyareti ve umre sırasında yılda dört ay durdurulurdu. Zilhicce, Muharrem,
Safer, Rebiülevvel aylarından oluşan bu aylara
Haram Aylar denilirdi. Ticari seyahatler, akraba ziyaretleri bu günlerde
yapılır, cahiliye devrinin meşhur panayırları bu tarihlerde kurulurdu. Ne var
ki yüreği taş kesilmiş kimseler bu aylara dahi saygı göstermez, kan dökmeye, savaşmaya devam ederlerdi. Haram
aylarda yapılan bu savaşlara Ficar Savaşları denilmiştir.
Öç alma şüphesiz diyet olarak deve
vermekle de durdurulabilirdi. Ne var ki Cahiliye dönemi aynı zamanda,
kahramanların mezarları başında deve kurban eden Arapların kahramanlıklarıyla
övündükleri bir dönemdir. Bu nedenle anlaşmak bir şerefsizlik olarak görülür,
katili kendileri öldürmeyi tercih ederlerdi. Çünkü bedevinin bütün işlerini
düzenleyen yüksek şeref duygusu, onun ahlak prensibinin temelini oluştururdu.
Araplarda aile toplulukları
arasında çıkan kan davaları müthiş kavgaların ortaya çıkmasına sebep olmuş, bu
yüzden de diyet müessesesi doğmuştur. İslamiyet geldiğinde öç alma geleneği
yüzünden Araplarda her gün yaşanan cinayetler gayet sıradan olaylardan biriydi.
***
Elbette Cahiliye dönemi Arap
toplumu tamamıyla kötü özelliklere sahip değildi. Özellikle konukseverlikleri,
her araştırmacının dikkatini çekecek ölçüdedir.
Cahiliye dönemindeki Arap
toplumunun özelliklerini ve yaşam biçimlerini inceleyenler, yoksulluğun onları
devamlı tehdit ettiğini görür. Yağmur pek az yağar. Yer kurak, bitkiler yok
denecek kadar azdır. Zaman zaman açlıkla karşı karşıya kalmayan Arap sayısı pek
azdır. Bu durum güçlü iken aciz, zengin iken fakir olma korkusu ile gücü
yetenleri servet elde edebilmek için zorluklara katlanmaya sevk ediyordu. Bu
durum bir kısım insanlarda empati duygusunun ortaya çıkmasına neden oluyordu.
Korku ve kaygılar belirleyici unsurlardı.
İşte bu düşüncenin ışığında, Arap
tarihi cömertlik ve ihsanın çeşitli örnekleri ile doludur. Araplarda mal gaye
değil, araçtı. Mal, onların sıkıntıda olanları kurtarmak, muhtaçlara yardım
etmek ve bunun gibi kutlu gayeleri gerçekleştirmek için bir araç idi.
Geniş, suskun çöl geceleri köyleri
ve su kaynaklarını yutardı. Geceleyin yolculuk yapanların, yollarını
kaybetmeleri işten bile değildi. Yolunu kaybedenlerin yollarını bulmaları için,
yüksek yerlerde ateşler yakmak Arapların geleneği idi. Ateş, Araplar arasında
ziyafete daveti temsil ederdi. Onun için
kölelerine ateşi alevlendirmeye devam etmelerini, onu sürekli odun ve çalılarla
beslemelerini emrederlerdi. Bunu, misafirin ateşe gelmesi umuduyla yapar,
kölelerine de, eğer ateşi görüp de bir konuk gelirse ona özgürlüğünü
bağışlamayı vaat ederlerdi.
Bir diğer adetlerine göre de,
yolcu yolunu şaşırır da ateş göremezse köpek gibi ulur, köpekler de ona cevap
verir böylece kabilenin bulunduğu yeri bulmuş olurdu. Bu kabile gelen
misafirlere ikram için koyun keser, köpeğin payı da unutulmazdı. Misafir sahibi,
gelen konukla çok sevinir, onu konaklatır ve güler yüzle karşılardı. Misafiri
kendi çocuklarının yerine koyardı.
Çölde yaşayan Araplar, yardımlaşma
konusunda en gelişmiş toplumların özendikleri dereceye çıkmışlardı. Onlara
göre, vermek asil bir huydu. Araplar, bir görevi yerine getirmek veya yasaya
uymak zorunda oldukları için cömertlik yapmıyordu. Onlar, sadece canı istediği
ve kendisine zevk verdiği için son derece cömertti. Bu cömertlik İslamiyet’in
gelişi ile de zirve yapacaktı. Yunanlılar’ın Hedonizmine benzer bir durumdu;
iyilik yapmaktan daha zevk verecek bir duygu yoktur! İşte bu Hedonizmi Avrupa
16. yüzyıldan sonra apışarası ile işkembe arasına sokuşturmuş, zevkperestlik
fikrine yol açmıştır. Günümüze olan etkisi de tartışmasızdır.
***
Şiir, Arapların büyük değer
verdikleri bir sanat dalıydı. Zaten Kuran’ın söze dayalı mucizevi özelliği
Arapların bu üstün meziyetlerine karşıda bir meydan okumaydı. Bugünün
insanlarının büyük bir şarkıcının veya meşhur ses sanatçısının etrafında
toplandıkları gibi Araplar da şairlerin çevresinde toplanıp okudukları
kasideleri dinlerlerdi. Ukaz, Micenne ve Zu’l-Mecaz gibi ünlü panayırları
vardı. Araplar alış-veriş için buralarda toplanırlar, şairler de yeni
şiirlerini sunmak için panayırları fırsat olarak değerlendirirlerdi. Şair
şiirini okurken kabilesi de etrafında durur, ona tezahürat yaparak gayrete
getirir ve onunla iftihar ederdi. Panayırlarda en iyi kasideler seçilerek, bir
deve derisine yazılır ve mabutlardan uzak olmaması için Kabe’ye asılırdı. Ukaz
panayırı, şiir sahasında panayırların en tanınmışı idi. Araplar arasında şairin
konumu gerçekten yüce idi. İnsanların nezdinde en üstün mertebede şairler
bulunurdu. Bir kabileden adını duyuran bir şair çıktığı zaman diğer
kabilelerden konuklar bu kabileyi kutlamaya gelirlerdi. Şairin kabilesi buna
sevinir, kurbanlar keser, halka yemek ikram ederdi. Kabilenin kadınları da
çalgı çalarlar, dans ederler ve şarkı söylerlerdi. Çünkü şair kabilesini şiiri
ve diliyle bir süvarinin kılıç ve harbesiyle savunmasından çok daha iyi
savunurdu. Aynı zamanda şair olayları şiiriyle tescil eder, diğer kabilelerin
şairleri şiirleriyle kabilesine sataştığı zaman onlara yanıt verirdi.
Araplar arasında şiir ve şairlerin
etkisi büyüktü. Çünkü şair önemsiz birini övünce değerini yüceltir, şerefli
birini eleştirdiğinde itibarını azaltırdı. Şairler kabilesi için övünç kaynağı
olduğu gibi aynı zamanda korkulan kimselerdir. Zira sıradan bir insanın elde
etmesi olanaksız olan bir ilme vakıf olduğu düşünülen şairlerin gözle
görülmeyen bir takım kuvvetlerle irtibat halinde olduğu düşünülürdü. Bunun
sonucunda bir takım beddualarla düşman üzerine bela ve kötülükler
yağdırabilirdi.
KABE VE FİL OLAYI
Sözlük karşılığı “küp şeklinde
nesne” manasına gelen Kabe’nin yeryüzündeki ilk mescid olduğu gerçeğini
hatırlatırım. Yaratılan ilk insan Adem yeryüzüne indirildiğinde Mekke’de bir
mabed inşa etmekle görevlendirilir. Kuran’da şöyle buyurulur:
“Şüphesiz, alemlere bereket ve
hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mabed), Mekke’deki
(Kabe)dir.” (Al-i İmran, 96)
Yeryüzünde ilk inşa edilen
mescidin “Kabe”, ikinci inşa edilenin ise “Mescid-i Aksa” olduğu rivayet
olunmaktadır.
Mekke vadisi ilk insanla birlikte
seçilip mukaddes kılınmıştır. Kabe, Nuh Tufanı’ndan sonra, uzunca bir süre kumlar
altında kaldı. İbrahim Peygamber, seneler sonra hanımını ve oğlunu bıraktığı
Mekke’ye geldiğinde oğlu İsmail’e;
“–Rabbimin emri var. Bir beyt(ev)
inşa edeceğiz. Sen de bana yardım edeceksin!” dedi.
İsmail taş taşıdı, İbrahim
Peygamber’de duvarlarını inşa etti.
Bu durum Kuran’da “Bir zamanlar
İbrahim, İsmaîl ile beraber Beytullah’ın temellerini yükseltiyor, (ve şöyle
diyorlardı:) «Ey Rabbimiz! Bizden bunu kabul buyur; şüphesiz Sen işitensin,
bilensin.»” (el-Bakara, 127) diye açıklanmıştır. Kabe’nin inşası tamamlanınca Hz. İbrahim ve
Hz. İsmail Allah’a şöyle dua ettiler:
“Ey Rabbimiz! Bizi Sana teslim
olanlardan kıl! Neslimizden de Sana itaat eden bir ümmet çıkar; bize ibadet
usüllerimizi göster; tevbelerimizi kabul et; zira tevbeleri çokça kabul eden,
çok merhametli olan ancak Sen’sin. Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden Sen’in
ayetlerini kendilerine okuyacak, Kitap ve hikmeti öğretecek, (nefislerini)
tezkiye edecek bir Peygamber gönder! Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince
yapan yalnız Sen’sin!” (Bakara, 128-129)
Kabe’nin inşası bittikten sonra,
Allah Hz. İbrahim’e bütün insanları hacca davet etmesini emretti:
“İnsanları hacca davet et;
yürüyerek veya zayıflamış binekler üstünde (uzak yollardan) her derin vadiyi
aşarak sana gelsinler.” (El-Hacc, 27)
Bundan sonra yakın ve uzak
beldelerden ziyaretçiler Hicaz bölgesine gelerek Beytullah’ı ziyarete
başladılar. Kabe önemli bir dini merkez haline gelerek bütün insanların
övgüsünü kazandı.
Öte yandan Kabe, sahip olduğu
kıymet ve kutsiyeti çekemeyen pek çok müşrik kavmin saldırısına da maruz kaldı.
Yemen hükümdarı Ebrehe’nin meşhur saldırısından önceki asırlarda, putperest
olan Yemen hükümdarlarından üçü daha Kabe’yi yıkmak istemişti. Hüsranla
neticelenen benzeri olaylarla Kabe’nin önemini halk nazarında itibarını daha da yükseltti. Kabe, Mekke ve
Kureyşlilerin ilahi koruma altında oldukları inancı, Arabistan halkı tarafından
benimsendi.
İbrahim Peygamber’den sonra
Beytullah’ta ibadet, putperestliğin başladığı zamana kadar tevhid esaslarına
uygun bir şekilde devam etmiştir. Ancak Mekke’de putperestliğin yayılmasıyla
beraber, müşrikler tarafından Kabe’nin içine ve etrafına birçok put
dikilmiştir. Buna rağmen Kabe hiçbir zaman putlara adanmamış, daima “Beytullah”
ismiyle yad edilmiştir.
Kabe ile ilgili, inşa edildiği
günden itibaren yerine getirilen birtakım özel görevler vardı ki, bunları ilk
zamanlar İsmail Peygamber yerine getirmişti.
Kabe’nin güvenliği ve anahtar
koruyuculuğu, Hacılara tatlı su ikram etmek ve Zemzem kuyusunun bakımı, fakir
hacılara yemek ikram etmek, onları barındırıp ağırlamak gibi görevler Kabe
açısından önem arzetmekteydi. Bu görevleri yerine getirmek en büyük şeref
sayılırdı. Bu hizmetler günümüze kadar önemini yitirmeden devam etmektedir.
***
52 gün vardı daha alemlere huzur
getirecek olanın dünyaya gelişine. Cahiliye karanlığını yok edecek hidayet
güneşinin doğuşuna az zaman kalmıştı. Kabe’ye Hac mevsiminde her taraftan insanların akın akın gelmesi,
ziyaret etmesi çevre topluluklarda birtakım kimseler tarafından hazmedilemiyor ve rahatsızlık duyuyorlardı.
Bunlardan biri de, Ebrehe Esrem idi.
Ebrehe, Yemen’de, Aksum Krallığı’na bağlı Hristiyan bir vali idi ve Arapların
her sene hac amacıyla Mekke’ye gitmelerini istemiyordu. Sana’da büyük bir kilise
yaptırdı ve ismini Kuleys koydu.
Ebrehe Habeş Kralı’na halkın hac
için ancak Kuleys’i ziyaret edebileceklerini, Mekke’ye gidenlere izin
vermeyeceğini yazarak onun da desteğini aldı.
Kilisenin içini büyük masraflar
sonucu altın ve gümüşle süsledi, dışını çeşitli yerlerden getirttiği son derece
kıymetli taşlarla donattı. Öyle ki, o anda yaptırdığı kilisenin bir benzeri
başka bir yerde yoktu!
Bu süs ve tezyinat ile Ebrehe, güya halkı
buraya yönlendirecekti. Dolayısıyla Kabe’ye karşı gösterilen muazzam ilgiyi
aklınca kırmış olacaktı!
Fakat, Ebrehe’nin bütün bu masraf ve
gayretleri boşa çıktı. Yaptırdığı kilisenin müstesna süslemelerini ve muhteşem
yapısını görmek için birçok kimse etraftan geldi. Ama sadece süsünü püsünü
görmek için. Kabe’ye olan akın, eksilmek şöyle dursun, artarak devam ediyordu!
Ebrehe’nin, Kabe’ye olan ilgi-sevgi-saygıyı
kırmak niyetiyle muhteşem bir kilise yaptırdığı, Araplarca da duyulmuştu. Bu
arada, Kinane Kabilesinden Nevfel adında biri, bu kiliseyi kirletmeyi aklına
koydu. Bir gece yarısı giderek Kulleys’in içini dışını pisliğiyle kirletti,
sonra da kaçıp memleketine döndü.
Bu olay, insanların Kabe’ye ilgisinin devam
etmesinden fazlasıyla öfkelenmiş bulunan Ebrehe’yi bütün bütün çileden çıkardı.
Olayı Araplardan birini yaptığını da öğrenince, “Araplar bunu, Kabe’lerinden yüz çevirttiğim için
yapıyorlar. Ben de onların Kabe’sinde taş üstünde taş bırakmayacağım!” diye
yemin etli. Sonra da, Kabe’yi yıkmak gayesiyle Mekke üzerine yürümeye
hazırlandı. Habeş kralından “Mahmud” adındaki meşhur filini istedi. Kral
Necaşi, o sırada dünyada büyüklük ve kuvvetçe eşsiz olan Mahmud isimli fili,
Ebrehe’ye göndererek arzusunu yerine getirdi. Ebrehe, ordusunu hazırladı,
Mekke’ye doğru yola çıktı. Bu arada, bazı Arap kabileleri, bu büyük orduya
karşı çıktılar, fakat başarı gösteremediler ve Ebrehe tarafından mağlub
edildiler.
Ebrehe, ordusuyla Mekke’ye
yaklaşınca, bir süvari birliğini öncü olarak gönderdi. Süvari birliği, Mekke
civarına kadar sokularak Efendimizin dedesi Abdulmuttalib’in 200 devesi de
dahil Kureyş ve Tihamelilerin sürülerini gasbetti. Bu sırada, Abdulmuttalib, Kureyş Kabilesinin
reisi idi. Ebrehe bir elçiyle, Kureyşlilere şu haberi gönderdi:
“Ben sizinle harbetmek için değil, şu mabedi
yıkmak için geldim! Eğer bana karşı koymazsanız, kanınızı akıtmaktan
vazgeçerim. Şayet Kureyş Kabilesinin reisi benimle harbetmek istemiyorsa,
yanıma kadar gelsin!”
Kureyş Reisi Abdulmuttalib’in, elçiye cevabı
“Allah adına yemin ederiz ki, biz kendisiyle harbetmek istemiyoruz. Zaten, buna
gücümüz de yetmez. Yalnız, bu mabed, Allah’ın evidir. Onu yıkılmaktan ancak
Allah koruyabilir. O kendi mukaddes beytini muhafaza etmezse, bizde Ebrehe’yi
bu hareketinden vazgeçirecek güç ve kuvvet yoktur.” şeklinde oldu.
Karşılıklı bu konuşmadan sonra
Abdulmuttalib, elçiyle birlikte Ebrehe’nin yanına vardı. Abdulmuttalib,
isteğini belirtti: “Askerlerin, 200 devemi almıştır. Arzum, develerimin
iadesidir.”
Ebrehe, bundan pek hoşlanmadı ve
alaylı bir tavırla, “Seni görünce büyük bir adam zannetmiştim; konuşmaya
başlayınca, pek de öyle büyük olmadığını anladım! Ben, senin ve atalarının
tapınağı olan Kabe’yi yıkmaya gelmişken sen, ondan söz etmiyorsun da, aldığım
200 deveden bahsediyorsun!” diye konuştu.
Abdulmuttalib, Ebrehe’nin alaylı
tavrına aldırmadan, “Ben, develerimin sahibiyim. Kabe’nin de bir sahibi ve
koruyucusu vardır; elbette onu koruyacaktır!” diye karşılık verdi. Bu sözler,
Ebrehe’yi hiddete getirdi ve şöyle konuştu: “’Onu bana karşı kimse koruyamaz!”
Abdulmuttalib, “Orası beni
ilgilendirmez. İşte sen ve işte o!..”
dedi.
Karşılıklı bu konuşmalardan sonra,
Ebrehe, Abdulmuttalib’in gasbedilen develerini geri verdi. Abdulmuttalib,
ordugahı terkederek Mekke’ye geldi ve olup bitenleri Kureyşlilere anlattı.
Ayrıca, 200 deveyi de Allah için kurban etmek üzere işaretleyerek serbest
bıraktı.
Abdulmuttalib, ayrıca Ebrehe
ordusunun şerrinden ve zulmünden korunmak için Mekke’yi boşaltmalarını halka
tavsiye etti. Kendisi de birkaç kişiyle birlikte Kabe’nin yanına vardı ve
kapısının halkasına yapışarak, “Allah’ım!.. Bir kul dahi evini barkını korur.
Sen de kendi evini koru! Ta ki, yarın onların kuvvetleri, senin kuvvetine
galebe çalmasın.” diye dua etti.
Mekke boşaltıldı. Halk, dağ
başlarına ve kuytu yerlere sığınarak, Ebrehe ordusunun yapacaklarını beklemeye
koyuldu. Mekke mahzun, Kabe mahzun, Kureyş mahzundu. Ertesi günün sabahı idi.
Mekke üzerine yürüyüp Kabe’yi
yerle bir etmek için, Ebrehe ordusunda hazırlık tamamdı. Ordu tek bir işaret
beklemekteydi.O esnada ordunun başındaki heybetli fil birdenbire yere
çöküverdi. Fili ayağa kaldırmak için her tedbire başvurdular, fakat bir türlü
başaramadılar. Yönünü Yemen’e doğru çevirdiklerinde koşuyor, Şam’a doğru
çevirdiklerinde yine koşuyor, doğu tarafına yönelttiklerinde aynı şekilde
durmadan koşuyordu. Ancak, yüzünü Mekke’ye doğru çevirdiklerinde, adeta
bacaklarındaki kuvvet birdenbire çekiliveriyor ve Mahmud çöküveriyordu.
Bu heyecanlı anda, kimsenin filin bu
hareketine akıl erdiremeyip düşündüğü sırada, Kur’an’da “Ebabil” diye
adlandırılan kuşları, deniz tarafından, Ebrehe ordusunun üzerine salıverdi.
Kırlangıçlara benzeyen bu kuşların her biri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında
olmak üzere nohut veya mercimek tanesi büyüklüğünde üçer taş taşıyordu. Bu
taşların isabet ettiği her asker, anında yerde debelenip ölüveriyordu. Taş
yağmuruyla karşı karşıya kalan askerler, şaşırıp kaldılar. Bir anda karargah,
yıkılan, yere serilen insan ve hayvanlarla doldu. Kendilerine taş isabet
etmeyenler ise, kaçışmaya başladılar. Ebrehe’ de o anda canlarını zor
kurtaranlar arasında idi. Fakat, aldığı bir taş yarasıyla sonradan o da, arzusuna
gerçekleşmeden ölüp gitti.
Bu arada, Kabe üzerine yürümemenin
bir ödülü olarak Mahmud adındaki fil de sağ kurtuldu.
Yüce yaratıcı Ebrehe ordusuna
Ebabil kuşlarını musallat ettikten sonra, ayrıca arkasından sel halinde yağmur
yağdırdı. Yağmur seli, Ebrehe ordusunun ölülerini de silip süpürerek denize
döktü. Yüce Rabbimiz, Kuran’da bu hadiseyi Fil Suresi’nde bize şöyle haber
verir:
“(Ey Resulüm!.. Kabe’yi tahrip etmek isteyen)
Ashab-ı Fil’e (fillerle donatılmış Ebrehe ordusuna) Rabbinin ettiğini görmedin
mi? Onların kötü niyet ve girişimlerini boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü
kuşlar salıverdi, onlara ‘siccipden [pişmiş çamurdan] taşlar atıyorlardı.
Derken, Rabbin, onları (kurtlar tarafından kemirilip doğranan) yenik ekin
yaprakları haline getirdi!”
Bu hadise, Efendimizin
peygamberliğinin bir deliliydi. Zira, dünyaya gözlerini açmaya pek az bir zaman
kala meydana gelmiş ve doğum yeri, sevgili vatanı ve kıblesi olan Mekke ve
Kabe-i Muazzama, harika ve gaybi bir surette Ebrehe ordusunun tahribinden
kurtulmuştur.
Allah’ın rahmet ve hikmeti,
elbette elçisinin yüzü suyu hürmetine bu muazzam mabedi Ebrehe ordusuna
çiğnetmeye müsaade etmezdi ve etmedi de!
Efendimize peygamberlik görevi
verilmeden önce, peygamberliğiyle ilgili olarak meydana gelen harikulade
olaylara “irhasat” denir. Bu hadiseler, Efendimizin peygamberliğine kanıt
teşkil ederler. Alimler, Fil Vak’asını da irhasatdan kabul etmişlerdir.
DOĞUMUNDAN ÖNCE
Efendimiz, tek önder ve tek
liderimiz dünyaya gelmezden önce ve doğumu esnasında O’nun Allah tarafından
günaha, ahlaksızlığa ve cehalete son vermesi için insanlığa yol gösterici
olarak gönderilen son peygamber olduğuyla ilgili çok sayıda alametler ortaya
çıkmıştır.
Evet; dünyaya kıyamete kadar manen
reis olacak, tek önder ve tek lider olacak, dünyanın manevi iklimini iyilikten
yana değiştirecek, dolayısıyla kainatın tek yaratıcı olan Allah’ın iradesinde
olduğunu gösterecek Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed Peygamber’den
bahsediyoruz. O ki dünyayı ahirete tarla yapacaktır.
O ki, dünyadaki ve kainattaki
yaratılmışların kıymetlerini Allah’ın sanatları oldukları dersini insanlığa
vermekle ilan edecektir.
O ki, “İnsanlar’a ve Cinler’e”
ebedi mutluluğun tek yolunu gösterecektir. Onları ebedi yok olma korkusundan
kurtaracaktır. Dünyanın ve kainatın ve içindekilerinin yaradılış hikmet ve
sırlarını açacaktır. İlmin baş öğretmeni olacaktır.
O ki, kainatı yaratan yüce
yaratıcı Allah’ın maksadını bilecek ve bildirecektir. İmtihan konusunda irade
sahibi olan insanın yaratılmışların en şereflisi olduğunu tescilleyecektir.
Allah’ın emir ve yasaklarından uzaklaşanların ise bu kez yaratılmışların en
aşağısı konumuna düşecekleri konusunda uyaracaktır. Yaratıcıyı yaratılana
tanıtacaktır.
Onun ki başarılı ve örnek hayatı
kıyamete kadar insanlara yol göstericiliğini sürdürecektir. Vahye dair
sultanlığı ve saltanatı mesajını idrak etmişlerce günümüzde de devam
etmektedir.
O ki, Allah’ın elçisidir. Onun
gelişi bütün yaratılmışlar için bir mutluluk vesilesidir. İnsanlar onun gelişi
ile küfür-cehalet karanlıklarından kurtularak imanın ışığına kavuşacaklardır.
İnsanları delaletten-gafletten kurtarıp onların sonsuz mutluluğuna, Cennet’e ve
Rablerine perdesiz kavuşmalarına vesile olacaktır.
Eşkaliyle tanımaya başlayalım
hidayet rehberimizi. Hz. Ali’nin tarifiyle Peygamberimizin boyu ne çok kısa, ne
de çok uzundu, orta boyluydu. Ne kıvırcık kısa ne düz uzun saçlı; saçı,
kıvırcıkla düz arasında idi. Yuvarlak yüzlü, duru beyaz tenli, iri ve siyah
gözlü, uzun kirpikliydi.
İri kemikli ve geniş omuzluydu.
Göğsü, ortadan karnına kadar kılsızdı. İki avucu ve tabanları dolgundu.
Yürüdüğü zaman, sanki yokuş aşağı iner gibi rahatlıkla ilerlerdi. Sağına ve
soluna baktığında bütün vücuduyla dönerdi.
O, insanların en cömert gönüllüsü,
en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu, en arkadaş canlısıydı. Kendilerini
ansızın görenler O’nun heybeti karşısında sarsıntı geçirirler, fakat üstün
vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise, O’nu her şeyden çok severlerdi.
O’nun doğumuyla müjdelendi bütün
mahlukat. Eğer ki gün gelir, yani günümüzde olduğu gibi cehaletten ve zulümden
karanlığa bürünürse bütün dünya kurtuluşun ve huzurun tek yolu yine o şanlı
tebliğcinin işaret ettiği konulara dikkat etmek, ona göre de inanmak ve yaşamak
gerekir. Hz.Aişe validemizin rivayet ettiğine göre, Mekke’de ticaretle uğraşan
bir Yahudi Resulullah’ın doğduğu gece doğuşuna alamet olan yıldızın doğduğunu
görmüş, katıldığı Kureyş meclislerinden bir mecliste:
“Ey Kureyş cemaati! İçinizde bugün
çocuğu doğan oldu mu?” diye sormuş meclistekiler içlerinde çocuğu doğan
kimsenin olmadığını haber vermişlerdi. Yahudi,
“Ey Kureyş topluluğu! Beni iyi dinleyin, sözlerimi ezberleyin bugün ahir
zaman Peygamberi doğdu.”
Meclis dağılıp herkes evlerine
gidince, kimileri ailelerine Yahudi’nin sözlerini haber verdiler. Bunun üzerine
“Abdulmuttalib’in bir torunu olmuş. İsmini de Muhammed koymuşlar” dediler.
Sabah olunca meclistekiler akşam
kendilerine soru soran Yahudi’ye dün gece bir çocuğun doğduğunu söylediler.
Yahudi:
-O çocuk ben size söyledikten önce
mi,yoksa sonra mı doğdu, dedi. Oradakiler çocuğun kendilerine haber vermeden
önce doğduğunu söylediler. Yahudi’yi Peygamber Efendimizin evine götürdüler
Yahudi çocuğu görmek isteyince Peygamber Efendimizi getirdiler. “Vallahi artık
Yahudilerin elinden peygamberlikte,
kitapta gitti. Bu İshakoğullarının hükümlerinin kalmayacağına,
bilginlerinin de itibarlarının kalmayacağına verilmiş bir hükümdür. Araplar
Peygamberlikle büyük bir şeref ve izzet kazanacak.” dedi.
Yahudiler ki Medine’de Araplarla beraber
yaşıyorlardı. Zaman zaman onlarla
kavgalar eder ve atışırlardı. Atıştıklarında “Yakında son peygamber zuhur
edecek. Bizler onunla olup sizleri Ad ve İrem kavimleri gibi helak edeceğiz”
diyorlardı.
Peygamber Efendimizin doğduğu gece
bir başka Yahudi gökyüzünde daha önce görmediği bir yıldız görmüştü. Bunu bir
peygamberin doğumuna işaret sayarak damına çıkıp bütün avazıyla “Ey Yahudi
topluluğu! Bu gece Ahmet’in yıldızı
doğdu” demişti.
Annesi, Amine ‘den bildirilene
göre Efendimize hamile iken hamile kadınların çektiği hiç bir sıkıntıyı
çekmemiş, doğum öncesi ve doğum
sonrasında her hangi bir acı çekmemiştir.
Peygamber Efendimiz’in doğduğu
gece dünyanın zalim idarecelerinden Kisra’nın sarayının gösterişli on dört
sütunu yıkılmış, sarayda dehşet ve
korkuya sebep olmuştur.
İran’ın Istahrıbat
şehrinde bin yıldır
sönmeyen Mecusiler’in kutsal
ateşi Peygamber Efendimiz’in
doğduğu gece sönmüştü.
Kudsiyet arzedilen Save gölünün suları çekilip kurumuş,
Irak’ta ise Fırat Nehri’nin yakınlarındaki Semave vadisi ise sularla
dolmuştu.
İran’ın baş kadısı ve din adamı
Nubezan rüyasında bazı başıboş develeri bir sürü Yörük atlarını önlerine
katarak Dicle ırmağını geçerek İran topraklarına kadar ulaştıklarını görmüştü.
Bu dört olayın aynı gece ve
saatlerde meydana geldiği Kisra’ya haber verildiğinde, Kisra bunları kahinlere
yorumlattı. Bütün kahinler 14 hükümdar sonra Sasani imparatorluğuna Araplar
tarafından son verileceğine yormuşlardır.
Efendimizin doğduğu gece annesinin
yanında bulunan Şifa hatun o gece her tarafı bir nurun kapladığını şahit olmuş
ve bunun daha sonra oğlu Abdurrahman bin Avf’ a anlatmıştı. Bütün bu olaylar
yeni bir ufkun aydınlık bir geleceğin tüm dertlere çare olacak kutlu bir
misafirin habercisiydi. Kainat Efendisi dünyaya teşrifleriyle zulüm ve zorbalığın
sembollerini yerle bir etmiş, insanlığın aklını ve yüreğini işgal eden mekanlar
ortadan kalktı. Coşkun gönüller misali akan seller vadileri doldurdu. Dünya
seması nihayet hidayet güneşine kavuştu.
Muhammed Peygamber M.S. 571
senesinde, 20 Nisan Pazartesi gecesi sabaha karşı, Mekke’de doğdu. Arap yarımadasının batısındaki Hicaz
bölgesinde yer alan Mekke’ de... Abdülmuttalib, torununun doğumu şerefine
verdiği ziyafette çocuğun adını soranlara:”Muhammed adını verdim. Dilerim ki,
gökte Allah yeryüzünde halk, O’nu hayırla ansınlar...” cevabını verdi. Annesi
de ona “Ahmed” dedi. Muhammed, üstünlük ve meziyetleri anılarak çok övülen
demektir. Ahmed ise yaratıcımızı yüce sıfatları ile öven, hamd eden kimse
demektir.
Doğum tarihi kesin olarak
bilinmemektedir. Bunun sebebi o sırada Araplar arasında belirli bir takvimin
kullanılmamasıdır. Genel kabul gören kanaate göre Fil Vakası’ndan 50-55 gün
sonra Rebiülevvel ayında (Nisan) Pazartesi günü dünyaya gelmiştir.
Muhammed Peygamber’in babası,
Kureyş’in Beni Haşim kolundan Abdullah bin Abdülmuttalib, annesi ise Kureyş
kabilesinin Beni Zühre koluna mensup Vehb bin Abdümenaf’ın kızı Amine’dir. Hz.
Peygamber onların evliliklerinden dünyaya gelen biricik çocuklarıdır.
Peygamberimizin babası Abdullah,
akranları arasında çok beğenilen yakışıklı bir gençti. Yüzünde diğer gençlerde
bulunmayan bir güzellik ve parlaklık vardı. Bunun Hz. Peygamber’e ait “nübüvvet
nuru” (peygamberlik nuru) olduğu kabul edilir. Rivayete göre Abdullah’ın babası
(Peygamber’in dedesi) Abdülmuttalib Zemzem Kuyusu’nu yeniden ortaya çıkarıp
onardığı sırada Kureyş’in bazı ileri gelenleri onu alaya alıp küçük düşürmek
istemişlerdi. O sırada Haris’ten başka oğlu olmayan Abdülmuttalib onlara karşı
savunmasız bir durumda olduğundan, on oğlu olursa birini Allah’a kurban
edeceğine dair adakta bulunmuştu. Bir süre sonra duası gerçekleşip on oğlu
dünyaya geldiğinde gördüğü bir rüyada kendisine adağı hatırlatılmış, o da
oğullarından hangisini kurban edeceğini belirlemek için kuraya başvurmuştu.
Kura o sırada en küçük oğlu olan Abdullah’a çıkınca onu kurban etmeye karar
vermiş ancak başta kızları olmak üzere pek çok kimse bu karara karşı çıkmıştı.
Adağını yerine getirebilmek için bir çözüm arayan Abdülmuttalib kendisine
yapılan bir tavsiye doğrultusunda Abdullah ile o günkü örfe göre diyet olarak
kabul edilen on deve arasında kura çektirmiş, fakat kura yine Abdullah’a
çıkmıştı. Abdülmuttalib deve sayısını onar onar artırarak kuraya devam etmiş,
sayı yüze ulaşınca kuranın develere çıkması üzerine 100 deve kurban etmişti.
Böylece çok sevdiği oğlu Abdullah’ı da kurtarmıştı. Bundan dolayı Hz.
Peygamber, hem babası Abdullah’ın hem de büyük atası Hz. İbrahim’in oğlu Hz.
İsmail’in kurban edilmekten kurtulmuş olduğunu kastederek “Ben iki kurbanlığın
oğluyum” demiştir. Ne yazık ki, eski insan topluluklarında insan kurban etme
geleneksel bir davranıştı.
Abdullah gençlik çağına
ulaştığında kendisine gelen birçok evlilik teklifini kabul etmemiş, nihayet
babasının teşebbüsüyle Vehb’in kızı Amine ile evlenmiştir. Abdullah’ın bu sırada
on sekiz yaşında olduğu anlaşılmaktadır. Abdullah ticaret için gittiği
Suriye’den dönerken Yesrib’e (Medine) uğramış ve orada babasının dayıları olan
Adi bin Neccar oğullarını ziyaret etmişti. Ancak bu sırada hastalanıp
akrabalarının yanında bir ay kadar hasta yattıktan sonra vefat etmiş ve
Medine’de defnedilmiştir. Abdülmuttalib Abdullah’ın hastalığını haber alınca
büyük oğlu Haris’i Medine’ye göndermiş ancak o daha şehre ulaşmadan kardeşi
vefat etmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber yetim olarak dünyaya gelmiştir.
Peygamberimizin annesi Amine
Kureyş kızları arasında iyi bir yere sahipti. Babası Vehb de Zühre oğullarının
ileri gelenlerinden biriydi. Abdülmuttalib, oğlu Abdullah’ı yanına alarak
Amine’yi babasından veya diğer bir rivayete göre amcası Vüheyb’den istemiş,
olumlu cevap verilmesi üzerine evlilik gerçekleşmiştir. Zamanın gelenekleri
doğrultusunda evliliğin ilk üç günü Amine’nin evinde geçmiştir. İslam
kaynaklarında Hz. Muhammed’in ana rahmine düşmesinden doğumuna kadar geçen
zaman içinde bazı olağanüstü olayların meydana geldiğine dair değişik
rivayetler yer almaktadır. Bir rivayete göre annesi Amine Hz. Peygamber’e
hamile olduğu sırada bir rüya görmüş, rüyada kendisine önemli bir kişiye hamile
olduğuna işaret edilerek doğacak çocuğa Muhammed veya Ahmed adını vermesi
söylenmiştir.
ÇOCUKLUĞU ve GENÇLİĞİ
Efendimiz kutlu doğumunun ardından
bir süre annesi Amine’nin yanında kalır, daha sonra gelenek olduğu üzere
sütanneye verilir. O zamanların inanışına göre çocukların sütanneye
verilmesinde ki temel sebep çocukların şehir yerine daha sağlıklı olan çöl havasında
büyümelerini sağlamak ve konuşma çağında fasih Arapça öğrenmelerine imkan
vermekti. Peygamber de bu geleneğe uyularak Hevazin kabilesinin Sad bin Bekir
koluna mensup Halime bint Ebu Züeyb’e verildi. Halime, sütanneliği yaparak
geçimini sağlayan diğer çöl insanı olan bedevi kadınlarla ve kocası ile
birlikte aynı zamanda bir kıtlık yılı
olan o zamanda Mekke’ye gitmişti. Lakin
geçimlerine kolaylık saplamak için genellikle tercih edildiği üzere zengin bir
aile çocuğu bulamamıştı. Ayrıca Efendimizin yetim olduğunu öğrenince de O’nu
almakta tereddüt göstermişti. Buna
rağmen Mekke’den boş dönmemek için sütanneliği yapmak üzere O’nu yanında
götürmeye karar vermişti. Nihayet Efendimiz iki yıl sütannesi Halime’nin yanında
kalır. Sonrasında Mekke’ye geri getirilir. Amine ise, çöl havasının çocuğuna
yaradığını gördüğü, bazı rivayetlere göre ise o sıralarda Mekke’de veba salgını
bulunduğu için onun bir müddet daha Halime’nin yanında kalmasını ister.
Peygamberimiz bu kez dört veya beş yaşına kadar daha sütannesinin yanında
kalır. Sonra da Mekke’ye getirilerek annesine teslim edilir. Peygamberimizin
sütbabası Haris bin Abdüluzza, sütkardeşleri de Abdullah, Üneyse ve Şeyma idi.
Rivayete göre Halime ve Haris, Muhammed’i yanlarına aldıktan sonra ailecek
bolluk ve berekete kavuştular; deve ve koyunları eskisinden çok daha fazla süt
vermeye başladı. Halime ve Haris’in baştan beri birçok olağanüstü özelliğine
şahit oldukları, Efendimiz hakkında olup biteni izah edememekten kaynaklanan
bir endişe yaşadıkları ve bu harikulade çocuğu ailesine iade etmenin daha doğru
olacağını düşünmeye başlamışlardır.
Ailesine bırakılan efendimiz altı
yaşına geldiğinde annesi Amine O’nu da cariyesi Ümmü Eymen’le birlikte yanına
alarak Yesrib’e götürdü. Burada hem babası Abdullah’ın mezarını hem de
Abdülmuttalib’in annesi dolayısıyla ailenin dayıları sayılan Beni Neccar
mensuplarını ziyaret ettiler. Amine, Yesrib’de bir ay kadar kaldıktan sonra
Mekke’ye dönerken Medine’ye yaklaşık 190 km. uzaklıkta bulunan Ebva denilen
yerde hastalanır ve genç yaşta Rabbine kavuşur. Hz. Amine’nin, ölümünden kısa
süre önce küçük yavrusuna bakarak şöyle söylediği anlatılır: “Her yaşayan
ölür. Her yeni eskir. Her çok azalır. Her büyük yok olur. Şüphesiz ben de
öleceğim, ama devamlı anılacağım. Çünkü dünyaya oğlumu hayırlı bir gelecek
olarak bırakıyorum.” Annesinin beklenmedik ölümüyle öksüz kalan Efendimiz,
Ümmü Eymen tarafından Mekke’ye getirilip dedesi Abdülmuttalib’e teslim edildi.
Dede Abdülmuttalib çok sevdiği ve
genç yaşta kaybettiği oğlu Abdullah’ın değerli hatırası olan Muhammed’e büyük
özen gösteriyordu. Sofraya onunla birlikte oturup yemek yiyor; onu zaman zaman
Kabe duvarının gölgesindeki minderine oturtuyor; Darünnedve’deki toplantılara
başkanlık ederken yanına alıyor; bütün davranışlarıyla O’na baba şefkati ve
sevgisinin eksikliğini hissettirmemeye çalışıyordu.
Darun Nedve; cahiliye Mekke’sinde
Mekkeli müşriklerin toplantı ve istişare yeridir. Buraya ‘‘şehir meclisi’’ ya
da cahiliyye devri ‘‘Mekke şehir devletinin parlamentosu’’ da diyebiliriz. Oligarşinin (Siyasal gücün birkaç kişiden
oluşan küçük bir grubun elinde bulunduğu yönetim biçimi.) hakim olduğu
Mekke’de, Daru’n-Nedve; şehrin idari meclisi, bir nevi hükümeti gibi
çalışmaktaydı.
Yaşı seksenin üzerinde olan
Abdülmuttalib o sırada sekiz yaşındaki torunu Muhammed’in bakım ve himayesini
amcası Ebu Talib’e verdikten kısa bir süre sonra ecel şerbetini içti. Ebu Talib
Hz. Peygamber’in babası Abdullah’ın anne-baba bir kardeşi idi. Ebu Talib,
yeğenini çocuklarından fazla sevdi, O’nun uğurlu olduğuna inandı ve iyi
yetişmesi için de özel bir gayret sarfetti. Çıktığı bazı seyahatlerde onu da
yanına alırdı. Nitekim Hz. Muhammed’in dokuz (veya on iki) yaşında bulunduğu
sırada amcası ticaret amacıyla Suriye’ye gitmeye karar verdiğinde O da
amcasıyla birlikte yanında gitmek istedi. Yeğeninin bu konudaki ısrarlı
isteğini gören Ebu Talib O’nu yanına aldı. Kervan yola çıktıktan bir süre sonra
Suriye topraklarındaki Busra’da konakladı. Burada bir manastırda yaşayan Bahira
adlı rahip kafileyi yemeğe davet etti. Bahira amca Ebu Talib’e, küçük Muhammed
’in İncil’de gönderileceği vaad edilen peygamber olduğuna dair işaretler
taşıdığını söyler.Sonra da başına gelebilecek bazı tehlikelere dikkat çekmiş ve
onu iyi korumasını tavsiye etmiştir. Ebu Talib bunun üzerine endişelenerek
seyahatini yarıda kesip Mekke’ye döndü.
Muhammed Peygamber’in henüz on
yaşlarındayken, kalabalık bir aileye sahip bulunan amcası Ebu Talib’e yardımcı
olmak amacıyla bir süre çobanlık yaptığı da bilinmektedir. Peygamberliği
döneminde O, bu hatırasına atıfla “Hiçbir peygamber yoktur ki koyun gütmüş
olmasın” buyurmuştur. Etrafında bulunan sahabelerin “Siz de mi koyun güttünüz
ya Resulullah?” şeklindeki sorusu üzerine “Evet. Ben de Mekkeliler’in
koyunlarını güttüm” cevabını vermiştir.
Ebu Talib’in hanımı Fatıma bint
Esed Muhammed Peygamber’ e kendi çocuklarından daha fazla ilgi gösterdi.
Efendimizde büyüdüğünde yengesinin iyiliklerini hiçbir zaman unutmadı. Onu
Medine’deki evinde ziyaret eder, zaman zaman orada öğle uykusuna yatardı.
Yengesi vefat ettiğinde çok üzülmüş, gömleğini ona kefen yapmış, cenaze
namazını da kendisi kıldırmıştır. Ölümünden duyduğu üzüntüyü etrafındakilere
anlatırken şöyle diyerek vefa duygusunu göstermiştir: “Ben onun himayesine
muhtaç öksüz bir çocuktum. O kendi çocukları aç olduğu halde beni doyururdu.
Kendi çocuklarını bırakır benim saçlarımı tarardı. O benim annem gibiydi.” Ebu
Talib, peygamberliğinden sonra da yeğeninin yanında yer aldı ve onun İslam’ı
kabul etmesi için yaptığı ısrarlı tekliflerini cevapsız bırakmakla birlikte kendisini
korumak için elinden geleni yapmaya çalıştı.
***
Araplar arasında çok oğul sahibi
olmak büyük bir güç ve onur sahibi olmak demekti. Çok oğul sahibi olmak içinde
mümkün olduğunca küçük yaşlarda ve çok kadınla evlenmek gerekiyordu. Arabistan
ikliminden dolayı insanların ergenliğe ulaşmaları bizim coğrafya insanlarına
göre daha erken yaşlardaydı.
Efendimizde yirmi yaşına gelmiş
ama henüz evlenmemişti. Arap gelenek ve göreneklerine göre geç kalmış
sayılırdı. Şüphesiz ki evlenememesinin en büyük nedeni son derece fakir
oluşuydu. Ayrıca hem yetim, hem öksüzdü. Babasından kendisine bir cariye, beş
deve, bir kaç koyun, bir kılıç ve bir miktarda gümüş para miras kalmıştı ki
onunda miktarı evlenmek için dönemin şartlarına göre yetersizdi.
Peygamberimiz bu gençlik döneminde
bir sivil toplum kuruluşu olan Erdemliler Hareketindeki sosyal statüsünün
yükselmesiyle, gerek akrabaları tarafından gerekse diğer Kureyşliler tarafından
sık, sık ticaret kervanlarına davet edilmeye başlandı. Bir keresinde son anda
hasta olarak sefere çıkamayan bir tüccarın kervandaki mallarını teslim almış,
akabinde başarılı bir ticaret yapmıştı. Genç Muhammed artık Kureyşiler arasında
bu konuda aranan bir eleman durumuna gelmiş, hayatını rahatlıkla kazanmaya
başlamıştı. Kazancının artması ise dolayısıyla evlilik imkanının artması
demekti.
Muhammed Peygamber sekiz yaşından beri amcası Ebu Talib’in
ailesinin içinde idi. Onlar Muhammed’i, Muhammed’de onları sevmekteydi. Bu
sevgi son derece içten ve güçlüydü.
Genç Muhammed amcası Ebu Talib’in
kızlarından Fahite’yi çok beğeniyordu. Aşık olmuştu. İki genç arasında güçlü
bir sevgi oluşmuştu. Efendimiz hayatını kazanmaya başladığı zaman amcasından
Fahite’yi kendisi için istedi. Ancak o zamanki Araplarda evlilikler pek çok
sosyal ve siyasal nedenlere dayanırdı. Duygusal nedenlere pek de önem
verilmezdi. Ebu Talib’in de kızı Fahite için bazı düşünceleri, planları vardı.
Kısa süre önce Mahzum kabilesinden
dayısının oğlu Hübeyre Fahite’yi istetmişti. Hübeyre kabilesi içinde iyi bir
konuma sahip olduğu gibi Ebu Talip gibi iyi bir şairdi. Şairlik önemli bir
statüydü. Ebu Talib kızını Hübeyre ile evlendirmekle iyi ve zengin bir damat
kazanmakla kalmayıp aralarındaki akrabalık bağları güçlenecekti. Mahzum
oğulları gibi Kureyşîler içinde gün güne gücü artan bir müttefikte kazanacaktı.
Yeğenini çok sevmekle birlikte
böyle bir evlilik için O’nu henüz bu evliliğe hazır bulmuyordu. Fakat yeğeni
Muhammed’i de kırmak istemiyordu. Bu
nedenle Ebu Talib’in kızı Fahite konusunda Muhammed’e verdiği cevap oldukça
politik oldu.
“Ey Muhammed! Ey kardeşimin oğlu!
Fahite’yi Mahzum oğullarından Hübeyre istemektedir. Onlar daha önce kızlarından
bir kızı bize vermişlerdi. Cömertlik yapanlara cömertlik yaparak karşılık
verilmelidir” dedi.
Ebu Talib burada Mahzum
oğullarının kendilerine verdikleri kız olarak Annesi Fatıma Bint-i Amr’ı
kastetmekteydi.
Genç Muhammed amcasının kızını
kendisine vermek istemediğini anladı. Bu konuyu da bir daha hiç açmadı.
Fahite Hübeyre ile evlendirildi.
Ondan Hani isminde bir oğlu oldu ve Ümmü Hani
diye künyelendi. Hz. Muhammed’in Fahite’ye karşı olan duyguları onun
evliliğinden sonra güçlü bir saygıya dönüştü.
Fahite konusunda genç Muhammed’in
uğradığı düş kırıklığı ve bunun sonucunda oluşan iç sızlatan gönül yarası
ruhunu bir parça daha hassaslaştırdı. O ise her şeyin olduğu gibi bununda
ezelden kurgulanmış mükemmel bir planın gereği olduğunu henüz bilmiyordu. Eğer
Fahite ile evlenseydi daha sonra Hz. Hatice
annemizle evlenmesi mümkün
olmayabilirdi. Şüphesiz ki Hz. Hatice’nin
kişiliği daha sonra sırtına yüklenecek olan o ilahi görevin ağırlığını
kaldırmasında en büyük desteği olacaktı. Fahite’nin ise kişiliğiyle bu ağır
yükü kaldırmasında yardımcı olması ise mümkün değildi. Bu nedenle genç
Muhammed’in çok istemesine rağmen Fahite ile değil de Hatice ile evlenmesi bu
ilahi görevin gerçekleşmesi yönünden daha uygundu. Ancak “Biz insanın kaderini
kendi çabasına bağlı kıldık” diyen Rabbimiz imtihan için değişik şartları da
vesile kılabilir. Varlık, yokluk, hastalık, sağlık hep imtihan sorularımızdandır.
***
Cahiliye dönemi’nde Arap
kabileleri arasında çeşitli sebeplerle sık sık savaşların çıktığı
bilinmektedir. Öyle ki, kan dökmenin yasak olduğu haram aylarda (Zilhicce,
Muharrem, Safer, Rebiülevvel) bile savaşların yapıldığı olurdu. Haram aylarda
cereyan ettiği için bu savaşlara Ficar savaşı adı verilirdi. Efendimizde
gençliğinde böyle bir savaşa katılmak durumunda kalmıştı. O’nun müttefik
Kureyş-Kinane ve Kays-Aylan kabileleri arasında çıkan şiddetli savaşa
amcalarıyla birlikte katıldığı ancak fiilen savaşmayıp amcalarına ait eşyaları
koruduğu, ayrıca gelen okları da kalkanla karşılayıp toplamak suretiyle
amcalarına verdiği bu konudaki farklı rivayetler içinde tercih edilen bir
görüştür. Onbeş yaşlarındadır.
Hz. Muhammed yirmi yaşında olduğu
sırada Hilfü’l-fudul adı verilen antlaşma için yapılan toplantıya katıldı.
Toplantı Mekke’ye hac ve ticaret için gelen zayıf ve güçsüz kimselere yapılan
haksızlıklar, ayrıca sık sık ortaya çıkan kabileler arası savaşlar karşısında
Peygamber’in amcası Zübeyr bin Abdülmuttalib’in girişimiyle Mekke’nin en
zengin, yaşlı ve nüfuzlu kabile reisi durumundaki Teymi’nin başkanlığında
yapıldı. Bir sivil toplum örgütü konumundaki “Erdemli insanların yemini”
anlamına gelen bu hareket içinde yer alanlar, yerli veya yabancı olsun
haksızlığa uğrayan herkesi koruyacaklarına, hakkı verilinceye kadar tek bir el
gibi hareket edeceklerine ve birbirlerine maddî yardımda bulunacaklarına yemin
etmişlerdi. Kendisi peygamberliğinden sonra da bu ittifaktan övgüyle bahsetmiş
ve şöyle demiştir: “Ben Teymi’nin evinde yapılan bir antlaşmaya katılmıştım ki
bunu güzel ve kızıl develere değişmem. Bugün de böyle bir antlaşmaya çağrılsam
tereddüt etmeden giderim.”
Son Ficar harbinde çok kan
dökülmüştü. Mekke’de asayiş alabildiğince bozulmuş, huzur diye bir şey
neredeyse hiç kalmamıştı. Bu dönemde Mekke’de güçlüler zayıfları acımasızca
eziyor, haksızlıklar almış başını gidiyordu. Gerek Mekke yerlilerinin, gerekse
Mekke’ye dışarıdan gelen turist ve tüccarların mal, can ve namus güvenlikleri
yoktu. Yağma ve çapulculuk arapların adeti haline gelmişti. Kısaca Mekke’de bir
azgın, bir kudurmuş karanlık bir devir yaşanıyordu. Akraba akrabaya düşman
olmuş, kardeş kardeşi boğazlar hale gelmişti. Merhum Mehmet Akif’in ediği gibi,
“ Dişsiz mi bir insane, onu kardeşi yerdi.” Hırsızlık adeta profesyonel bir
meslek haline gelmişti. Mal adına ne bulunursa çalınıp aşırılırdı. Mekke’ye
dışarıdan gelenlerin bazen malları ucuza alınıyor, bazen de hiç para vermeden
gasp ediliyordu. Hatta dışarıdan gelenlerin yanlarında ki eşleri ve kızları
ellerinden zorla alınarak Mekke’de alıkonuluyordu. Aciz ve güçsüzler her türlü
kötü muameleye maruz kalıyorlar, dertlerini anlatacak resmi ve gayri resmi bir
makam bulamıyorlar, haksıza da karşı koyamıyorlardı. Böyle bir dönemde Yemen’in
Zebid kabilesinden birisinin, bir deve yükü malı gasp edilmişti. O da Ebu
Kubeys dağına çıkarak uğradığı zulüm ve hakareti bütün Mekke’lilere yüksek
sesle avazı çıktığtnca bağırarak duyurdu ve insanlardan yardım istedi.
Mekke’nin aklı başında ileri gelenlerini, Haşim, Zühre ve Teym ailelerini,
Peygamberimizin amcası Zübeyr bir araya getirdi. Mekke’nin yaşlı, zengin ve
itibarlılarından olan Abdullah bin Teymi’nin
evinde toplandılar. Hilful-fudul cemiyetini kurdular. Cemiyetin gayesi,
Mekke’de ister yerli, ister yabancı olsun, zulme uğramış kimse
bırakılmayacaktır. Bu işe, denizlerin suyu kalmayıncaya, Hıra ve Sebir dağları
yerlerinden silinip gidinceye ve gerekirse Kabe’de ibadet ortadan kalkıncaya
kadar devam edilme kararı alındı. Efendimiz de 20 yaşında bir delikanlı olarak
bu asıl duygularla ve güzel gayelerle kurulan cemiyete davet edilmiş, kaydolmuş
ve aktif görev almıştır.
O günlerde Mekke’ye ürettiği malını satmaya gelen
bir yabancının malına şefkat peygamberinin amcası Ebu Cehil, değerinin çok
altında fiyat vermiş, adam da malını o fiyata vermemişti. Fakat Ebu Cehil’in
korkusundan kimse daha fazla para verip bu malı almıyordu. Adam malını değer
fiyatından satamadığı için mağdur olmuştu. Bunu duyan efendimiz pazara gitmiş,
adamın malını değerini vererek satın almış ve Ebu Cehil’e rağmen adamı
mağduriyetten kurtarmıştı. Bu olayla Efendimiz ilk defa Ebu Cehil’e karşı
koymuş oluyordu. Bir gün, Ebu Cehil’e iki yıl önce veresiye yüklü miktarda mal
satan ve hala parasını alamadığı için mağdur olan bir yabancı tüccar, Hilful
Fudul cemiyetine gelerek derdini anlattı ve şikayette bulunarak yardım istedi.
Oradakiler tüccara “Muhammed-ül Emine git ve derdini O’na anlat” dediler. Peygamberimizin
lakabı artık Muhammet’ül Emin idi. Yani güvenilir Muhammed! Adam Efendimize
derdini anlatınca, Peygamberimiz tüccarı yanına alarak Ebu Cehil’in evine
gitti. Bunu gören birçok Mekke’li de oraya gelerek geriden olacakları
seyretmeye başladılar. Herkes Ebu Cehil’in Peygamber Efendimize neler
yapacağını görmek istiyordu. Efendimiz kapıyı çaldı. Ebu Cehil kapıyı açtı.
Genç Muhammed durumu anlatarak, “ Bu adamın parasını hemen getir ver” dedi. Ebu
Cehil içeri girdi, parayı getirerek adamın borcunu ödedi. Efendimiz de adamı
oradan alarak ayrıldı. Olayı seyredenler dışarıda; “ Yazıklar olsun sana, senin
şanına ününe, yirmi yaşındaki Muhammed’in korkusundan dediklerini yaparak
mağlup oldun. Ondan korktun, hani senin şanın şöhretin nerde kaldı, yoksa bizim
bildiğimiz, herkesin korkusundan titrediği Ebu Cehil öldü mü ” diye
bağırıyorlardı. Ebu Cehil hışımla dışarı çıktı, bir türlü dağılmayıp bağırarak
kendisini ayıplayanlara “Şunu bilin ki, ben Muhammed’ten korkmuş değilim.
Muhammed kapımı çalınca evimde bir zelzele başladı, kapıyı açmayacaktım amma,
ev başımıza yıkılacak diye korktuğum için kapıyı açmak zorunda kaldım. Muhammed
bana ‘Bu adamın sende alacağı varmış, hemen getir ver parasını’ dediğinde, ben
parayı vermeyecektim amma o anda ne yaptığımı bilemez haldeydim. Adamın borcunu
ödedim, yoksa ben Muhammed’ten korkmuş değilim” dedi. Halk oradan dağıldı.
Böylece Peygamber Efendimiz, Allah’ın izni ve yardımıyla Mekke’lilerin karşı
konulmaz sandıkları Ebu Cehil’i mağlup etmiş oldu. Artık halk Ebu Cehil’in
kudretini sorgulayıp, onun yenilmez bir insan olmadığı kanaatine vardı.
Kabe, tarih boyunca zaman zaman küçük ve büyük onarımlar
geçirmiştir. Kabe ilk yapıldığında üstü açıktı. Yağan yağmurlar içeriden ve
dışarıdan duvarların zarar görmesine sebep oluyordu. Kabenin ilk çatısı,
Peygamber Efendimizin dedelerinden Kusay b. Kılab tarafından, Kabe yeniden inşa
edilirken yaptırılmıştır. Kabenin içinde bir kuyu vardı. Burası hazine ambarı
gibi kullanılıyor, Kabe’ye gelen hediyeler buraya konuyordu. Yağmur sularının
Kabe’nin bir kısım duvarlarını yıktığı bir sırada, korumasız kalan bu kuyudan
hırsızlar bir şeyler çalmıştı. Bu yüzden Kureyşliler Kabe’yi yeniden inşa
etmeye karar verdiler. Kabe’nin bu onarımı,
Efendimizin gençliği döneminde yapılmıştır. Bu onarımda Kızıldeniz’de
Cidde yakınlarında kazaya uğrayan bir Rum tüccarına ait geminin keresteleri, bu
maksatla Cidde’ye gönderilen Velid bin Mugire tarafından satın alınarak
Kabe’nin inşaatında kullanılmıştır. O
sırada orada bulunan Yunanlı bir mimarda Mekke’ye getirilerek, inşaatın
yapımına nezaret etmesi sağlanmıştır.
Hacer-i Esved adında bir taş
vardır Kabe’de. Rengi beyaz iken insanların günahları yüzünden karardığı,
cennetten indirildiği, Nuh tufanı sırasında Ebu Kubeys Dağı’nda korunduğu ve
Hz. İbrahim’in Kabe’yi inşası esnasında oradan yerine getirilerek konulduğu,
onun Allah’a verdiği sözü yerine getirenlere şahitlik edeceği gibi hususlar
dile getirilmektedir. Bu büyük onarım esnasında, Kureyşli aileler arasında
kutsal bir taş olan “ Hacer-i Esved’i” yerine koyma konusunda anlaşmazlık
çıkmış, sen koyacaksın, ben koyacağım derken kan dökülmek aşamasına
gelmişlerdir. Mekkenin ve Kureyşin en yaşlısı olan Ebu Ümeyye bin Mugire; “
Durun, kavga edip kan dökmekle elinize bir şey geçmez. Yarın sabah Safa kapısından
girecek ilk zatın hakemliğini kabul edin, hakem nasıl isterse anlaşmazlığı öyle
çözelim, ne dersiniz?”dedi. Yapılan bu
teklif kabul edildi. Sabahleyin Kureyş ileri gelenleri, Safa kapısından
ilk girecek zatı beklerken, efendimizin geldiğini görünce hepsi sevindiler.
Çünkü O’na hepsi de“ El emin” diyorlardı. O’nun doğruluğundan, dürüstlüğünden
ve tarafsızlığından emindiler ve hepsi de O’na güveniyorlardı. Durum genç
Muhammed’e anlatılınca O da, bir kilim istedi. Kilim getirildi. Herkes ne
yapacağını merak ederken, genç Muhammed kilimi yere serdi. Hacer-i Esved’i
kilimin üzerine koydu. Her kabileden bir kişi seçti. Bu kişilere kilimden
tutmalarını rica etti. Herkes kilimin bir ucundan tuttu. Böylelikle Hacer-i
Esved’i yerine koyma konusunda herkes ortak şerefe nail olmuştu. Kilimden
tutanlar taşı konacağı yere kadar kaldırdılar. Genç Muhammed taşı kendi eliyle
yerine yerleştirdi. Böyle basit fakat kimsenin aklına gelmeyen bir yöntemle hem
kavga önlenmiş hem de her kabile Hacer-i Esved’in yerine konmadaki
şerefe nail olmuş oldu. Efendimizin bu hakemlik olayı, O’nu Mekke halkı
karşısında onurlandırmış, halk nezdinde saygınlığının ve güvenirliliğini daha da artırmıştı. O artık halkın gözünde,
toplumsal olaylarda da, millete önderlik yapacak, halkın ihtiyaçlarının
karşılanması için tedbirler üretecek ve sosyal olaylarda önderlik yapacak
güvenilir bir lider olma kapasitesine sahip bir kişi olmuştu.
Muhammed Peygamber Mekke’deki
birçok Kureyşli gibi ticaret ile meşgul olmuştur. Kumaş ve tahıl ticaretiyle uğraşan
Ebu Talib’e yardım etmek suretiyle ticaret hayatına başlayan genç Muhammed
amcasının yaşlandığı yıllarda kendisi ticarete devam etti. Bu dönemde Hz.
Muhammed’in çeşitli yerlere ticaret amacıyla seyahat ettiği bilinmektedir.
Ergenlik çağında Hubaşe panayırına, bir veya iki defa Yemen’e, ayrıca Doğu
Arabistan’daki Muşakkar ve Deba panayırlarına, hatta Habeşistan’a gittiği
tesbit edilmektedir. Bu seyahatler sebebiyle bir taraftan ticari hayatın
gereklerini öğrenirken diğer taraftan Arabistan’ın muhtelif yerlerinde yaşayan
insanları yakından tanıma, onların dil ve lehçelerini, dini, siyasi ve sosyal
durumlarını öğrenme imkanını elde ediyordu. Kaynakların ittifakıyla Cahiliye
döneminin yaygın kötülüklerinin hiçbirine bulaşmaksızın temiz bir hayat yaşayan
ve yirmi beş yaşlarına gelen Hz. Muhammed çevresinde iffeti, mertliği,
merhameti ve hak severliğinin yanısıra ticaret hayatında da doğruluğu ve
güvenilirliği sebebiyle “Muhammedü’l-Emin” veya sadece “el-emin” unvanıyla
bilinmekteydi. Mekkeli tacirlerden Kays bin Saib, Hz. Muhammed’le birçok ticari
iş yaptığını ve ondan daha iyi bir ortağa rastlamadığını belirterek şöyle
demiştir: “O ticari bir yolculuğa çıkacağı zaman kendisine bazı işleri havale
ettiğim olurdu. Seyahatten döndüğünde benim tamamen memnun kalacağım bir
şekilde hesap görmeden kendi evine çekilip gitmezdi. Buna karşılık ben seyahate
çıktığımda bana bir iş havale ederse dönüşümde herkes bana kendi işleri ile
ilgili hususları sorup dururken O, bana sadece sağlık ve afiyette olup
olmadığımı sorardı.”
EFENDİMİZ EVLENİYOR
El Emin 25 yaşlarına ulaşmıştı.
Sevdiceği amcası Ebu Talib’in maddi olarak kıt kanaat geçindiği, zor zamanlar
geçirdiği günlerdi. Ekonomik durumların çok iyi olmaması ile birlikte amca Ebu
Talib’in bakmakla yükümlü olduğu bir ailesi vardı.
O günlerde Mekke’den kalkacak olan
bir ticaret kervanı vardı. Lakin kervanın başında kimin olacağı henüz
belirlenmemişti. Bu yüzden Ebu Talib genç Muhammed’i karşısına alarak kendisine;
“Ey kardeşimin oğlu, yeğenim!
Biliyorsun ki ben, mal ve mülkü olmayan bir adamım. Gün geçtikçe sıkıntılarımız
da giderek artıyor. Ne yazık ki gelen her yeni sene de, hoşumuza gitmeyecek
yeni sıkıntılarla birlikte geliyor. Ne malımız kaldı ortada, ne de bir
ticaretimiz!”dedi.
Bunları söylerken Ebu Talib’in yüzünde,
yanlış bir işe adım atma ihtimalinden kaynaklanan bir endişe de okunuyordu.
Belli ki, zor bir kararın arefesindeydi. Aslında sözün gidişatından bir teklif
geleceği belli oluyordu.
“Duydum ki kavmin, Şam taraflarına
ticaret için bir kervan tertip etmiş. Huveylid’in kızı Hatice de, bu kervanda
görevlendireceği, ticaretinde kendisine ortak güvenilir bir adam arıyormuş. Her
ne kadar ben senin, Şam taraflarına gitmenden hoşlanmasam da ve oradaki kıskanç
ve fesat bazı din adamlarının sana bir kötülük yapmalarından endişe edip
korksam da, nihayetinde çaresizim. Hani, ona bir gitsen…Sanıyorum ki, sana
duyduğu güven, emniyet ve senin temiz fıtratın sebebiyle bu iş için başkaları
yerine ihtimal ki seni tercih edecektir”
Peygamberimiz için ise bu zor
alınacak bir karardı. Çünkü o gidip de bir başkasının karşısında kendini ortaya
koymaya ve bir şey istemeye alışık değildi. Bu yüzden de araya El Emin’in
teyzesi Atike girdi. Atike aynı zamanda Hatice’nin erkek kardeşi ile evliydi.
İşin aslı iki tarafı da yakından tanıyan birisiydi. Her şeye karşı tenezzülsüz
davranan efendimizin bu işte de kendini ortaya koymaması için iş, Ebu Talib’e
düşüyordu.O da efendimizin onayını almak için bu konuyu açmıştı zaten.
Peygamberimiz de yapılan teklife “Nasıl isterseniz öyle olsun” diyerek,
meseleye olumlu baktığını ifade etmişti.
Efendimizin olumlu cevabını alan
amcası Hatice’nin yanına gitti. Bu
görüşmedeki niyeti aynı zamanda genç
Muhammed’in güvenilirliğinden ve üstün
meziyetlerinden bahsederek alınacak ücretin işe talip diğer kişiler ile aynı
olmayacağını anlatmaktı.
Ebu Talib, Muhammedül Emin’den
bahsetmeye başlayınca, Hatice’de bazı çağrışımlar oluşmaya başladı. Çünkü o
amcaoğlu olan Varaka bin Nevfel’den uzunca zamandır bu özelliklerde birisinin
hikayesini dinlemişti. Küçüklüğünden beri bu özelliklerde birisi kendisine
anlatılmıştı. Aslında o da işi için bu özelliklerde birisini arıyordu ve şimdi
de gökte aradığını adeta karşısında bulmuştu.
Hatice annemiz hayatının en
kazançlı ticaretini yapmak üzereydi. Ebu Talib, “Ey Hatice! Bu iş için iki deve
ücret vereceğinin haberini aldım; yeğenim Muhammed, Emin’dir ve ben bunun için senden iki katını isterim”dedi.
“Ey Ebu Talib! Doğrusu sen, çok kolay ve hoşa
gidecek bir ücret istemiş bulunuyorsun! Bundan kat be kat daha fazlasını istemiş
olsaydın vallahi de ben, yine kabul eder ve tereddüt etmeden onu da verirdim.
Sen bunu, hiç sevmediğim ve uzak birisi için bile isteseydin yapardım; kaldı ki
sen onu, benim çok takdir ettiğim birisi için talep ediyorsun!”
Ücrette anlaşılmış ve yolculuk
için bir mani kalmamıştı. 3 ay sürecek bir yolculuktu bu. Ebu Talib’in bu
yolculukla ilgili kaygıları vardı. Evladı kadar değer verdiği yeğenine bir
önceki yolculukta yaşadıklarını ve Rahib Bahira’nın söylediklerini
hatırlatıyordu. Bu yüzden yolculuk süresince dikkatli olmasını yeğenine sıkı
sıkı tembihlemişti.
Derken nihayet hareket günü geldi
ve kervan büyük umutlarla yola çıktı. Efendimize yolculuğunda Meysere adında
birisi de eşlik ediyordu. Meysere, onun yanından hiç ayrılmıyor ve
peygamberimizi yolculuk süresince adım adım takip ediyordu. Çünkü Hatice onu bu
işle görevlendirmişti.
Hatice annemiz, daha önce iki defa
evlenmiş, iki kocası da vefat etmişlerdi. Bu eşlerinden kendisine bir
miktar mal mülk kalmış ve o’da bu mal
ile ticaret yapıyordu.
Kendisine konumundan dolayı
sürekli bir evlilik teklifi geliyordu. Hem de Mekke’nin ileri gelenleri ve en
zenginleri tarafından. Ancak o bu teklifleri ısrarla kabul etmiyordu. Gelen bu
tekliflerin bir çoğunun sermayeleri birleştirme ve daha çok zengin olma niyeti
taşıdığının farkındaydı. Hatta kendisine
evlenme teklif edenlerden bir tanesi de Ebu Cehil’di. Onu da reddetmişti.
Kimseyle evlenmeyi düşünmediğini her durumda ortaya koyuyordu.
Hatice yoğun olarak ticaretle
uğraşıyordu. Bunun için kervanlar düzenliyor, ya da düzenlenen kervanlardan bir
tanesinde kendi mallarını da ticaret için değişik güzergahlara gönderiyordu.
İşi için gerekli adamları tutuyor, ortaklıklar kuruyor ve o dönemin
uluslararası ticaret şirketlerinden birisinin başındaki başarılı bir iş
kadınıydı.
Uzun bir yolculuğun ardından
kervan sağ salim Şam’a ulaşmıştı.
Kervandaki herkes aceleyle ticaret için çarşının yolunu tutmuştu. Peygamberimiz
de buraya geldiği amacı olanı gerçekleştirmek, getirdiği malları uygun fiyata
satıp, yeni yükler ile geri dönmek için çarşıya gitti. Karşılaştığı bir
tüccarla pazarlık yapmış ve anlaşmıştı. Ancak adam sonradan Hz. Muhammed’den
ticaretlerine yönelik olarak ısrarla yemin etmesini istemişti. Bu normal bir
yemin de değildi. O günün büyük putları sayılan Lat ve Uzza üzerine yemin
edilmesini inatla istiyordu.
Oysa genç Muhammed hayatının hiçbir döneminde bu putlara asla
saygı göstermemiş, onlar üzerine de asla yemin etmemişti. Bu yüzden bu anlamsız
isteğe tepki göstermiş ve adama şunları söylemiştir:
“Ben, onlar adına asla yemin
etmem; zaten onlar kadar bana sevimsiz gelen bir şey de yok.”
Peygamberimiz adama bu şartlar
altında katiyen bir anlaşma yapmayacağını, kendi şartları kabul edilmedikçe de
anlaşma olmayacağını söyler.
Meysere bir kenardan olup bitenleri izlemektedir.
Döndüğünde olan bitenleri patronu Hatice’ye
rapor edeceğinden onun için bu olaylar önemli hadiselerdi.
Peygamberimiz adamın yanından
ayrılınca tüccar Meysere’nin yanına geldi ve:
“Onu tanıyor musun? Kim bu adam?”
diye sordu.
Daha Meysere’nin kendisine
cevap vermesine fırsat bırakmadan da
hükmünü vermiş ve ardından şunları söylemiştir: “Sakın O’nun peşini bırakma;
şüphesiz O, beklenendir!.”
Şam’daki alışverişler kısa sürede tamamlanmış
ve kervan dönüş için tekrardan yola koyulmuştu. Herkes uzun yolculuk
neticesinde çok yorulmuş ve yolculuğun en sevilen kısmı olan mola zamanı
gelmişti. Bir yerde durdular ve beklenen molayı verdiler. Herkes bir kenara
çekilmiş dinleniyordu. Bir yandan da yaptıkları alışverişten dolayı oluşan
menfaati hesaplıyorlardı.
Genç Muhammed ise yaşlıca bir
ağacın gölgesinden nasipleniyordu. Biraz sonra uzaktan koşarak mola verilen
yere gelen birisi göründü. Gelen kişi uzaktan kendilerini seyreden Rahip
Nastura’dan başkası değildi. Rahip, Meysere’nin yanına geldi ve soluk soluğa
usulca soruverdi:
“Şu ağacın altında oturup
gölgelenen kim?”
“O, Muhammed İbn Abdullah. Harem
ehlinden bir genç!” diye sorulan soruyu cevapladı Meysere.
Rahib’in aldığı bu kısa cevap hiç
te hoşuna gitmemişti. Çünkü o, sorulan sorunun cevabını aradığı bu kişi bu
kadar basitçe anlatılamazdı. Aslında sorarken de bir şeyler ima ederek
sormuştu. Sen onu tanımıyorsun bile der gibi acınası bir tavır takınarak
tekrardan sordu:
“O’nun gözlerinde hiç, bir miktar
kırmızılık var mı?”
“Evet var”dedi Meysere.
Rahibin beklediği cevabın hükmü
kesinleşmiş gibiydi ve yemin ederek şunları söyledi:
“Tanrı şahittir ki bu ağacın
altında, bu güne kadar elçilerden başka kimse konaklamamıştır. Hiç şüphe yok ki
O, insanlığın beklediği peygamberdir. Hem de peygamberlerin en sonuncusudur.”
Meysere şaşkınlık içindeydi. Bütün
bu gelişmelere pek bir anlam verememişti. Sadece, hanımefendisi Hatice’nin
kendisine verdiği görevi hakkıyla yerine getirmenin hassasiyetiyle kulağını
dört açmış, hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan notlarını kaydetmeye çalışıyordu.
Rahip aradığını bu kadar yakınında
bulunca yolcuyu daha yakından tanımak istiyordu ve onun hakkında sorular
sormaya devam etti. Meysere’ye yolculuk esnasında enteresan bir olay olup
olmadığını sordu. Meysere de Şam Çarşısı’nda meydana gelen yemin olayını
anlattı. Nastura dinledikleri karşısında daha da heyecanlanmıştı.
“Tanrı şahittir ki bu, bizim
bekleyip durduğumuz elçidir. Ne olur O’na canın pahasına iyi bak ve göz-kulak
ol!” dedi.
Sonra da heyecanla genç
Muhammed’in yanına doğru yöneldi. Önce onu saygıyla alnından öptü ve ardından
ayaklarına kapanarak şunları söyledi:
“Ben şehadet ederim ki Sen,
Allah’ın Tevrat’ta zikrettiği o şahıssın.”
Bir süre sonra kervan tekrardan
yola koyuldu. Peygamberimiz daha 12 yaşında iken amcası Ebu Talib ile Şam’a
doğru bir yolculuğa çıkmış ancak Şam’a varamadan geri dönmüştü. Çünkü üzerinde onunla birlikte hareket eden
bir bulut vardı ve bu bulut Rahib Bahira’nın dikkatini çekmiş ve Onun gelecek
olan peygamber olduğunu anlamıştı. Amcasını uyarıp Şam’a gitmemelerini,
Mekke’ye geri dönmelerini telkin etmişti.
Bu ikinci yolculukta da yine
peygamberimizi takip eden bir bulut vardı. Bulut Meysere’nin dikkatini
çekmişti. Yolda giderken Meysere iki tane meleğin, bulut şeklinde
peygamberimizi gölgelediğini görmüş ve hayretle onlara bakakalmıştır.
Çöl ikliminin hüküm sürdüğü bu
coğrafyada, bu kadar sıcakta hareket halinde, hem de birisini takip eden bir
bulut... Bu kişinin gittiği yere giden, o durunca duran bir bulut. Ayrıca
yolculuk boyunca şahit oldukları Meysere’yi genç Muhammed’e hayran bırakmış ve
Meysere bundan sonra hayatını bu genç adama adamaya karar vermiştir.
Mekke’ye nihayet yaklaşıyorlardı.
Günün en sıcak saatleriydi. Kervanın geldiğini haber alan Hatice ise, yüksek
bir yere çıkarak uzaktan yaklaşan kervanı izlemeye başlamıştı. Uzaktan o da iki
meleğin kanatları şeklinde bir bulut görmüştü. Bu bulut Muhammedü’l-Emin’i
gölgeliyordu. Gördüklerini arkadaşları ile paylaşmak için hemen onları yanına çağırmıştı. Gerçekten de
olağanüstü bir manzaraydı. Gören herkes şaşkınlığını gizleyemiyordu.
El Emin götürdüğü malları, Şam’da
en iyi şekilde değerlendirmiş, beraberinde getirdikleri de Mekke’de kat kat
değerle satılmış ve yapılan ticaretten iyi bir kar elde edilmişti. Emanetler de
yerine itinayla teslim edilmişti. Kervanın yolunu gözleyen Hatice’nin gözü ise yapılan kazançta değildi.
O daha çok Meysere’nin getireceği haberleri bekliyordu.
Meysere için ise bu yolculuk,
hayatında yaşadığı daha öncekilerden çok farklıydı; yolculuk esnasında ne bir haksızlığa şahit
olmuş ne de yol boyunca bir huzursuzluk yaşamıştı. Daha önce çok farklı
kimselerle ticaret yapmıştı. Lakin bu seferki bambaşkaydı.
Hatice, şahit olduklarını
Meysere’ye büyük bir heyecanla sormaya başladı. Meysere de heyecanlıydı olan bitenleri hanımına anlatırken. Yolda
şahit olduklarını tekrar tekrar anlatıyor ve genç Muhammed’i öve öve
bitiremiyordu.
Hatice aslında bu anlatılanları
arıyordu. Şimdiye kadar dinleyip durduğu hikayelerdeki kişiyi gerçek dünyada
görüyordu. Bütün bunları öğrendiğinde hemen amcasının oğlu Varaka bin Nevfel’e
gitti. Varaka, Hatice’nin bir nevi akıl hocasıydı. Gelecek peygamberle ilgili
bilgileri daha önceleri hep ondan öğrenmişti. Bu yüzden Meysere’den
dinlediklerini, bu olaylar hakkında fikrini sormak için de yine Varaka’nın
yanına gitti. Varaka:
“Eğer bu anlattıkların doğru ise
ey Hatice! Şüphesiz Muhammed bu ümmetin peygamberidir. Ben de biliyordum ki,
insanlığınbeklenen bir Peygamberi vardır. İşte bu zaman da zaten O’nun
zamanıdır.”
Zaten Varaka da gelecek olan son peygamberi
bekliyordu. Hatice aldığı cevapla heyecanlanmıştı. Bu yüzden Muhammed’in yüksek
meziyetlerinden dolayı ona daha yakın olmak istiyordu. Bunun en kolay ve
yakınlığın en yüksek olduğu durum ise onunla evlenmekti. Ancak Hatice’nin bu düşünceleri sadece kendi
içindeydi. Henüz hiç kimseye düşüncelerini açmamıştı ve bunu nasıl
açıklayacağını, nasıl bir teklifte bulunacağını ise bilmiyordu.
Hatice’yi yakından tanıyan
arkadaşı Nefise, Hatice’nin düşünceli halini ve ondaki değişimi fark etmişti.
Bu yüzden bir gün Hatice’ye “Sana ne oluyor, bu halin ne ey Hatice? Bugüne
kadar hep seninle birlikte oldum, ama seni hiç bu kadar düşünceli
görmedim!”diye sordu.
Hatice konuyu arkadaşı Nefise’ye anlatma konusunda
çekiniktir. Bir süre susar. Cevap
veremez. Ancak bir adım atmadan düşüncesini nasıl gerçekleştirebilir ki? Böyle
hayırlı bir işte de bir adım atmak gerekir ki maksat ancak hasıl olsun. Bu
yüzden aklından geçenleri bir bir Nefise’ye anlatmaya başladı.
“Ey Nefise! Şüphe yok ki ben,
Abdullah oğlu Muhammed’de, başkalarında görmediğim bir üstünlük görüyorum. O,
dosdoğru, sadık ve emin, şeref ve temiz bir soy sahibi! İnsanın karşısına
çıkabilecek en hayırlı insan. Üstüne üstlük O’nun için bir de, sürpriz ve güzel
haberler var! Garip bir durum… Meysere’nin anlattıklarına bakınca... Rahibin
anlattıklarını dinleyip çarşı-pazardaki gelişmelere şahit olunca... Şam’dan
kervanla gelirken üstünde kendisini gölgeleyen bulutu seyrederken, kalbim
neredeyse yerinden fırlayacak gibi oldu; inandım ki, bu ümmetin beklenen Nebi’si
O’ndan başkası değil!”
Nefise, arkadaşının derdini,
meseleyi anlamaya çalışıyordu:
“İyi de, senin bu kadar sararıp
solman ve kaç günden bu yana düşünceli bir hal almanla bunun ne alakası var”
diye cevap verdi. Hatice’nin daha açık konuşması gerekiyordu.
“O’nunla evlenmek suretiyle
yollarımı birleştirmeyi umuyorum; ancak buna da nasıl nail olacağımı
bilemiyorum.”
Nefise arkadaşının durumunu şimdi
anlamıştı.
“İzin verirsen, senin için ben,
bir nabız tutarım!”diye cevapladı arkadaşını. Bu cevapla Hatice heyecanlandı.
“Eğer bunu yapabilirsen ey Nefise,
hiç gecikme, hemen yap” dedi o’da.
Nefise, Haticenin yanından
çarçabuk ayrıldı ve efendimizi telaşla aramaya başladı. Kısa sürede nerede
olduğunu öğrenerek, yanına gitti. Önce selam verdi ve ardından:
“Ya Muhammed” diye seslendi.
Peygamberimiz Nefise’yi dinlemeye
başladı. Nefise “Senin evlenmene engel olan ne, Sen neden evlenmiyorsun?” diye
sordu.
Peygamberimizin beklemediği bir
soru sorulmuştu.
“Elimde evlenmek için imkânım yok
ki.”
Gerçekten de peygamberimizin
elinde evlenecek kadar maddi imkanı yoktu. Evlenmek sorumluluk demekti. Ne
yazık ki bu sorumlulukların bir çoğu maddi olarak varlıklı olmayı
gerektiriyordu. Nefise ise bu durumun bir problem olmadığını kendisine
anlatmaya başladı.
“Şayet senin için bu durum problem
olmaktan çıksa ve karşına, güzellik, mal, şeref ve sana denklik açısından bir
kıymet-kısmet çıksa, olumlu cevap vermez misin?”
Nefise öyle konuşuyordu ki ortada
bir aday olduğu aşikar oluyordu. Bu durumu anlayan efendimiz, “Peki kim bu?” diye
merakla sordu.
“Hatice...”
Peygamberimiz durumu anlamıştı.
Daha bir kaç gün önce onunla ticaret yapmış, onun kervanını Şam’a götürüp
getirdiği Hatice’ydi bu. Ancak evlilik ticaret kadar kolay karar alınacak bir
durum değildi. Bu yüzden şöyle dedi:
“Bu nasıl olacak ki?”
Nefise’nin amacı bu işin nasıl
olup olmayacağı değildi elbette. Onun asıl amacı bu işin olup olmayacağını
anlamaktı. Bu yüzden duyduklarından sonra rahat bir nefes aldı. Çünkü duyduğu
cevaplar olumlu sayılırdı. Genç Muhammed teklife olmaz dememiş, nasıl olabilir,
demişti. Bundan sonrası Nefise’ye göre kolaydı artık.
“Sen, onu bana bırak. Ben
hallederim.”
Efendimiz cevap vermedi. Nefise de
“susmak kabuldendir” mantığıyla, hemen
oradan bir çırpıda ayrılıp Hatice’nin yanına heyecanla döndü. Konuşulanları
tane tane anlattı ve Hatice de rahat bir nefes aldı duyduklarından.
Gelen cevap olumlu olunca Hatice efendimize, bu teklifin arkasındaki
sebepleri de açıkça anlattığı bir haber daha gönderdi.
“ Şüphesiz ben, aramızdaki
akrabalık bağlarının yakınlığından, senin kavmin arasındaki eşsiz konumundan,
güzel ahlakın ve emanete riayetinden ve sözündeki doğruluktan dolayı sana talip
oldum. Amcalarına söyle de, işlerin yönetilmesi için devreye girsinler!
Peygamberimiz de bu tekliften sonra hemen amcası Ebu Talib’in yanına gitti.
Nefise ile aralarında geçen konuşmayı detaylarıyla anlattı. Ebu Talib’in
gözünde yeğeni elbette çok değerliydi. Ancak kendisinden teklif gelen Hatice de
yabana atılacak birisi değildi. İzzet ve onuru ile yaşadığı bir hayatı vardı.
Şeref ve nesep yönüyle de Mekke’nin en önde gelenlerinden birisiydi. Ebu Talib,
yeğeninin de bu işe sıcak baktığını anlamıştı. Bu yüzden neden olmasın diyerek
teklifi olumlu değerlendirdi.
Teklifin olumlu olarak
değerlendirilmesi ve kabulüyle uzun yıllar sürecek, mutlu ve acı günlerde hep
beraber olunacak, kendilerinden sonra hayırlı bir nesil olarak devam edecek
evlatların doğacağı kutlu bir yuvanın temelleri atılıyordu.
Kısa zaman sonra efendimizin
amcaları Ebu Talib, Abbas ve Hamza, Hatice’yi istemek üzere gittiler.
Evlenecek kişiler her ne kadar bu işe gönüllü olsalar da, büyüklerin de
gönlünün alınması ve bu işi onaylamaları gerekiyordu. Bununla da kalmayıp
aileler arasında yapılması gereken merasimlerin yapılması ve bu mutlu olayın herkese duyurulması
gerekiyordu. Kız istemede ilk olarak Ebu Talib konuşmaya başladı:
“Bizi, İbrahim neslinden ve İsmail
soyundan kılan Allah’a hamd olsun! Soy itibariyle bizi, insanların hizmetine
adayan, evine hizmetle bizi şereflendiren, Harem’e hizmetle yücelten ; bizim için evini, insanların yönelip
emniyet solukladığı bir mekana çeviren ve bizi, insanlar hakkında hüküm
vermekle öne geçiren şüphesiz O’dur. Kardeşimin oğlu Muhammed’e gelince O,
Abdullah’ın oğlu Muhammed’dir. Onunla kim boy ölçüşmeye kalkışsa, mutlaka
Muhammed üstün gelir. Mal ve mülk
itibariyle pek bir varlığı olmasa da şeref, asalet, yiğitlik, cesaret, akıl ve
fazilet yönüyle herkesten üstündür. Zaten mal ve mülk de, kaybolan bir gölge
gibidir; emanettir ve kalıcı olamaz. Ancak şu var ki, gelecek itibariyle O’nun
hakkında büyük haberler, herkesi hayran bırakacak yenilikler var! O sizden,
kerimeniz olan Hatice’yi talep etmektedir.”
Bu sözler karşısında kız tarafının
da söylemesi gereken sözler vardı. Bunun için Hatice annemizin babası Ficar
Savaşlarında vefat ettiği için amcası Amr ibn Esed de Hz. Hatice’nin
faziletlerini anlatan bir konuşma yaptı:
“Senin de zikrettiğin gibi,
saydığın hususlarda bizi insanlara üstün kılan Allah’a hamd olsun! Şüphe yok ki
bizler, Arap’ın önde gelenleri ve efendileriyiz. Sizler de öyle! Araplardan hiç
kimse, sizin faziletinizi inkar edip şeref ve iftihar noktalarınızı yok
sayamaz. Sizinle aynı kökten gelme ve müşterek şerefimizin adına sizler şahit
olun ki ben de, Huveylid kızı Hatice’yi, (zikredilen) mehir karşılığında
Abdullah’ın oğlu Muhammed’e nikahladım.”
Genel kabul gören merasimler de
tamamlanmış, artık iş düğün yemeğine
kalmıştı. Böylelikle efendimizin ve Hatice annemizin 25 yıl sürecek zor
ama huzur dolu bir evlilik hayatı başlamış oluyordu.
Öte tarafta, zamanın ağır ekonomik
şartları altında zor günler yaşayan Ebu Talib’in sevincine de diyecek yoktu;
bir kenara çekilmiş ve yeğenine böyle bir kapı aralayan Allah’a, içtenlikle
hamd ediyordu. Sevinen sadece Ebu Talib değildi elbette! Mekkeliler de bu
birlikteliği o kadar içtenlikle onaylamışlardı.
Ancak o gün, hiç kimsenin sevinci,
Hz. Hatice’ninkine denk olamazdı. Efendimizi o kadar yakından takip ediyordu
ki, düğünlerine, artık ayrılmaz bir parçası olan kocasının süt annesi Halime’yi
de davet etmişti. Böylelikle, yetim büyüyen süt yavrusunun mutluluğunu onunla
da paylaşmak istemişti. Sevinci, cömertliğine gölge düşürmeyecek ve yapması
gerekeni de unutturmayacaktı. Sabah ayrılıp giderken Halime’nin yanında, sütünü
verdiği Abdullah’ın oğlu Muhammed’in yüce hatırına karşılık, bahtiyar Hatice
tarafından hediye edilen kırk baş koyun da.
Birkaç gün amca Ebu Talib’in
evinde kaldıktan sonra artık, Hatice validemizin yeğeninden alınan yeni eve
yerleşecekler ve böylelikle, vahiy geleceği zamana kadar 15 yıl süren, herkese
örnek, yeni bir hayat başlayacaktı.
Muhammedü’l-Emin, bundan böyle
herkese örnek bir aile reisiydi. Yeri geldiğinde, ev işlerinde hanımına yardım
ediyor, çoğu zaman kendi ihtiyaçlarını bizzat kendisi karşılıyor ve böylelikle,
karşılıklı saygı ve sevginin esas olduğu mutlu ve örnek bir yuva inşa
ediliyordu.
Bunu yapacak imkanı olmasına
rağmen Hatice, kocasına bizzat kendisi
hizmet edebilmek için ev işlerini hizmetçi veya adamlarına bırakmıyor, bütün
bunları büyük bir keyif içinde yürütüyordu. O’nun hoşnutluğuna kendini öylesine
adamış, O’na öylesine kendini vakfetmişti ki, kılının bile incinmesinden
rahatsızlık duyuyor ve O’nu rahatsız edici en küçük bir hareketinin olmaması
için büyük gayret gösteriyordu.
İLK VAHİY
Muhammed Peygamber yüce yaratıcıdan
ilk mesaj alışını yani vahiyle muhatap olmasını bize şöyle anlatır:
“Yine Hira’da olduğum bir gün ‘Cebrail olduğunu söyleyen’ melek geldi ve
bana, ”Ey Muhammed! Sen Allah’ın elçisisin” dedi. Ayakta idim dizlerimin
üzerine çöktüm. Sonra bana:
”Oku” dedi. Ben:
”Ben okuma bilmem” dedim. Bunun üzerine melek
beni tuttu ve hiç gücüm kalmayıncaya kadar sıktı ve bıraktı. Öyle ki, bir an
için ölüyorum zannettim. Bırakınca rahatladım ve yine:
”Oku” dedi. Ben de tekraren:
”Okuma bilmem?” dedim. Bu durum
bir defa daha tekrarlandı ve üçüncüde:
”Oku! Yaratan Rabbi’nin adıyla, O
insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir, O
kalemle yazmayı öğretendir, O insana bilmediğini öğretendir” dedi. Bu defa ben de okudum. Ben okuyunca
melek benden ayrıldı. Mağaradan dışarı çıktığımda melek bana:
-”Ey Muhammed! Sen Allah’ın
elçisisin, ben de vahiy meleği Cebrail’im” sözlerini birkaç defa tekrarladı.
Okuması olmayan birisine karşı
yapılan bu talebi, henüz indirilmiş bir kitap da yokken ortada, bu “oku”
mesajını nasıl okumak gerekiyor? Düşün, sorgula, aklet kavramlarına bir atıftı
bu oku çağrısı! Hayatı vahyin gözünde okumak!..Kainat ve yaradılış ayetleriyle
birlikte Allah’ın kudretinin farkına varmak…
Okumanın önemini kimse yadsıyamaz. Hele ki sen kardeşim; okuyan biri olarak,
gözlerin bu satırlardayken ayrıca da bilirsin ki yaratıcımızın ilk inen sure
olan Alak Suresi ile bizleri bir Kuran serüveninde kıyamet yolcularına nasıl
bir tavsiyede bulunduğunu. Alak Suresi; yani yaradılış...
Yaradılıştan bahsetmek için ilk kelime
“oku”maktır. Alak suresinde okumanın ve öğrenmenin önemi, insanın yaratılış
hikayesi, kalemin işlevselliği, bunların müminlere Allah’ın vermiş olduğu bir
ihsan olduğu, müminlerin bunları düşünerek Rabbine itaat etmesi ve aksi bir
durumda azaba uğrayacakları anlatılmaktadır.
Rabbimizin Vahyin Meleği Cebrail ile kulu
Muhammed’ e ilk seslenişindeki muhteşem hitaptır, “Oku” vurgusu. Bakın
Besmeleyle hitap etmiyor ilk seslenişinde Allah’ımız. Hem de okuma bilmeyen
efendimize. Hem neyi okuyacaktır ki alemlerin efendisi? Henüz indirilmiş bir
kitap yoktur ortada.
Hz.
Peygamber, içinde yalnız kalmayı adet edindiği Hira mağarasında iken Ramazan
ayının 27. gecesi (Pazar-Pazartesi) tan yerinin ağarmaya başlamasından az önce
ufukta nurdan bir şekil görmüş; o zamana kadar hiç karşılaşmadığı bu nurani
varlığın kendisine seslendiğini duymuştur. Hz. Peygamber olayı şöyle anlatır:
“Melek bana okumamı emretti. Kendisine okuma bilmediğimi söyledim. Beni
kollarının arasına alıp kuvvetle sıktı; sonra ‘Oku!’ dedi. Ben yine, ‘Okuma
bilmem’ dedim. Beni tekrar kollarının arasına aldı, kuvvetle sıktı ve ‘Oku!’
diye tekrar etti. Ben yine ‘Okuma bilmem’ dedim. Üçüncü defa kollarının arasına
alıp daha kuvvetlice sıktıktan sonra bıraktı ve şöyle dedi: ‘Yaratan rabbinin
adıyla oku; O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yarattı. Oku! Rabbin
sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediklerini
öğretmiştir”
Oku! Neyi?
“Oku” hitabı geldiğinde, Hz. Muhammed ’ın eline
yazılı bir metin verilmiş miydi? Elbette ki hayır! Allah Resulu’nun eline
verilmiş yazılı bir metin yoktu! Peki, yazılı bir metin eline verilmediğine
göre, o kişinin okuyup-yazma bilip bilmemesini tartışmanın alemi var mıdır?..
Bundan sonra dikkatimizi çekmesi gereken önemli ikinci bir nokta daha vardır.
Eline yazılı bir metin verilmediğine göre;
“Oku” uyarısıyla Allah Resulu Muhammed’in neyi “Oku”ması istenmişti acaba?..
“Okumak”
kelime olarak iki anlam taşır... Birincisi, “bakmaya” dayalı bir biçimde
baktığı şeyin ne olduğunu anlamak... İkincisi, “görmeye” dayalı bir biçimde
baktığı şeyi “değerlendirmek”!
“Bakmak” ayrı şeydir; “görmek” ayrı şeydir!
Herkes “bakar”, ama bazıları “görür”! “Basar”,
bakar; “basiret” görür! Yani “görmek”ten murat, gördüğünün anlamını çözüp onu
değerlendirmektir...
Bir şeyi dinleyebilirsiniz, ama o dinlediğiniz
şeyi anlayıp değerlendirebilmek güçlü bir akıl, mantık ve muhakeme kuvveti
ister... Bunun gibi, baktığını görmek de ayrı bir özelliktir!
Okunması istenilen sistem nedir?
İşte “okumak” da bir anlamıyla baktığın yazılı
metini deşifre etmek, çözmek anlamına geldiği gibi; bir diğer anlamıyla da
baktığını görmek; güçlü bir mantık, muhakeme ile ondan yeni anlamlar çıkartmak
suretiyle o şeyi değerlendirmek anlamını taşır... Konumuz yazılı bir metni
“okumak” olmadığına göre; Hz. Muhammed’e yapılan “Oku” hitabının anlamını acaba
nasıl değerlendireceğiz?..
Konuyu bir misalle açıklamaya çalışalım... Maç
spikerleri veya spor eleştirmenleri çoklukla teknik direktörleri
değerlendirirken şu husus üzerinde dururlar... “Basiretsiz teknik adam maçı
okuyamıyor!” ya da “maçın birinci devresini çok iyi okudu, buna göre verdiği
taktikle takım ikinci devre çok iyi oynadı!”
Demek ki, “Okumak”, yazılı bir metni çözmenin
ötesinde, bir diğer anlamıyla, seyrettiğimiz şeyin nereden, neden, nasıl gelip,
hangi hedefe yönelik akış içinde olduğunu kavramaktır!
Yani, “Oku” hitabıyla, Hz. Muhammed ’in,
Allah’ın yaratmış olduğu düzeni, “sistemi” okuması istenmiştir!
“Oku” hitabının muhatabını iki şıktan biri
olarak değerlendirmek zorundayız!
“Oku” istemi ya özel olarak yalnızca Hz.
Muhammed ’e aittir, genel olarak bizi hiç ilgilendirmez; “Oku”mak gibi bir
mükellefiyetimiz yoktur! Bu durumda, gerek Kuran’ın ve gerekse Allah Resulunun
ne dediğini anlamaya, kavramaya çalışmak gereksizdir! Bize düşen körü körüne,
beyinsizce, eğitilmiş bir mahluk gibi sadece denilenleri yapmaktır!
Ya da... “Oku” istemi Hz. Muhammed’in şahsında,
tüm ümmetine yapılan bir hitaptır; Hz. Muhammed’e inanan herkesin “Okuması”
istenmektedir!
Bu takdirde de, tüm inananlar, Allah’ın
yaratmış olduğu yaşam sistemini, Allah’ın düzenini, Allah’ın planını “Okumakla”
görevlidirler!
Bu hususu çok iyi düşünmeli ve anlamalıyız!
Oku! Yani Düşün! Okumazsan, düşünmezsen yani...Cebrailin efendimizi sıkmasını
hatırla...Yaşadığın hayat seni sıkar be kardeşim.
Ki sureye dikkat et. Orada kalemden bahseder
yaratıcımız. Okumak ve yazmak aynı satırların içinde. Ayrıca belirteyim
Yaradılış suresinden sonra inen surenin adı da “Kalem Suresi”dir. Yani işaretin
en büyüğü burada saklı; mümin okur-yazar özelliklidir. Okumak mühim. Okumak;
Tanrıyla...yani yaratıcımızla...yani Yüce Rabbimizle konuşmaktır aynı zamanda.
Konuşmaktır ölülerle. Geçmiş bütün beşeriyetle iletişime geçmektir hasılı.
Yazmak daha da mühim. Yazmak ise doğmamış
nesillerle irtibata geçmektir. Okumak ve yazmak yani; bir zaman makinasının
yolcusu olmaktır. Okursan bilirsin, yazarsan bildirirsin.
***
Kendisine vahyolunan bu ayetler
kalbine iyice yerleştirilmiş olan Hz. Muhammed omuzlarına yüklenen bu büyük ve
şerefli görevin heyecanı, kaygısı ve korkusu
ile âdeta kalbi titreyerek Hira’dan inip bir çırpıda evine geldi. İlk
inen bu ayetler aslında cehalete, karanlığa karşı bir meydan okuma idi. El Emin
oldukça yorgun ve solgun görünüyordu. O ki, bundan önce “Kitap nedir, iman
nedir bilmiyordu…” Birden peygamberlik gibi yüce bir görevle yüz yüze gelince
kaygı ve endişelerinin kalbini titretmesi gayet doğaldı. Hz. Hatice O’nu karşısında telaşeli görünce:
“Ey Kasım’ın babası! Neredeydin? Seni aramaları için adamlar gönderdim” diyerek
karşıladı. Hz. Muhammed:
“Üzerimi ört, üzerimi ört”
diyebildi.
Biraz dinlendikten sonra Hira’da
olup bitenleri can yoldaşı Hatice’ye tane tane anlattı ve korktuğunu söyledi.
Kendisine en büyük ve en yüce makam olan peygamberliği lütfeden Rabbi’ne karşı
bu şerefli görevi O’na layık olacak şekilde yerine getirebilecek mi idi? Yoksa
mahcup mu olacaktı? Mahzun mu olacaktı? Utanacak mı idi? Muhammed’in yüzündeki
endişeyi, içindeki korkuyu ve yüreğindeki kaygıyı çok iyi anlayan Hatice O’nun
şu özelliklerini hatırlatarak sakinleştirmeye çalıştı:
“Ey Muhammed! Korkma! Allah’a
yemin ederim ki, Allah seni asla mahcup ve mahzun etmez. Çünkü (1) sen
akrabanı, eşini dostunu gözetirsin; (2) işini görmeye gücü yetmeyenlere yardım
edersin; (3) ihtiyacı olana verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın;
(4) misafirlerini ağırlarsın; (5) sen doğru sözlü, son derece güvenilir ve (6)
güzel ahlaklısın; Allah’a yemin ederim senin bu ümmetin peygamberi olacağına
kesinlikle inanıyorum.”
Ramazan ayının 16 gecesi geride kalmıştı.
Ramazan’ın 17’si gecesi, Pazartesi gecesi idi. Nur dağı, derin ve manalı bir
sessizliğe bürünmüştü. O civarda her şey de onunla birlikte sessiz ve sakindi.
Kim bilir, konuşulacakları dinlemek, söylenenleri adeta duyabilmek eşsiz
mazhariyetine ermek için! Konuşacak olan ile dinleyene belki de hürmet için!
Gecenin yarısı geçmiş idi ve zaman seher vaktine ayak basmıştı.
Muhammed Peygamber yaşadığı
toplumun içinde bulunduğu olayların gerginliğinden çok sıkıntılı bir süreç
geçiriyordu. Onaylamadığı davranışları,
eylemleri sürekli yapan insanların etrafında var olması, onlara müdahale
edememesi, toplumun ve insanların sorunlarına çözüm üretememesi bu içindeki
sıkıntıyı daha da arttırıyordu. Hz. Muhammed’in bu hal üzereyken kendini az da
olsa rahat hissettiği nefes aldığı iki ortamı vardı. Birincisi kısmen
düşüncelerini kabullendiği Haniflerin (İbrahim peygamberin kavmine ve onların
inançları olan putperestliğe iltifat etmeyip, Allah’ın dini İslam’a döndüğü
için öncü manasındaki, Hanif diye nitelendirilmesi) bulunduğu mekanlar; ikincisi ise 35 yaşından
itibaren inzivaya çekildiği Hira Mağarasıdır. Hz. Muhammed özellikle kırk
yaşına yaklaştığı zaman dilimindeki inzivasını daha da arttırmıştı. Bazen
günler, bazen haftalar boyunca Hira Mağarasında bir başına kalıyor ve tefekkür
ediyordu. Özellikle bu süreçte başına çok garip hadiseler geldi. Rüya olup
olmadığına karar veremediği bazı şeyleri görmeye, bazı varlıkların ona hitap
ettiğini duymaya başladı. Kendisine selam
veriliyor ama selam veren varlığı göremiyordu. Bu süreci yaşarken en büyük
destekçisi Hatice annemizdi. Efendimiz kendisinin kahin veya deli olabileceği
ihtimallerini aklına getirdiğinde Hatice annemiz bu düşüncelerden onu
uzaklaştırıyor ve ona moral olarak destek çıkıyordu. Bu ruh hali ilk vahyin
gelişine kadar da devam etti.
Allah’ın elçisi neden vahiyden
önce bu kadar ilginç olaylar ile karşılaştı, garip rüyalar gördü, anlam
veremediği sesler duydu?
Bunların hepsi aslında insan
bedeninin ve psikolojisinin normal şartlarda kaldıramayacağı ‘Vahyin Nüzulü’
hadisesine Allah’ın elçisini hazırlamaktı.
Tüm bu hazırlıklara rağmen
Allah’ın elçisi ilk vahiy geldiği sırada çok sıkıntı çekmişti. Hatta ileriki
zamanlarda dahi vahiy geldiği sırada buna şahitlik eden arkadaşları olayın ne
kadar dehşet verici bir hadise olduğunu görmüşlerdi.
Aslında vahiyden önce gerçekleşen
bu tür olaylar Allah’ın son peygamberine olan merhametinin bir sonucu idi.
Malumdur ki Hz. Muhammed,
toplumunda ahlaki olarak parmakla gösterilen örnek bir kişilik edi.
Bunu hak edecek vasıflara
fazlasıyla sahip olan Muhammed Peygamber aynı zamanda insanlarda genel olarak
aranan bir çok özelliğede sahipti. İnsanları güzellikle idare edebiliyor,
sorunlarına güzel çözümler üretiyor, kendi aile yaşantısını sorunsuz bir
şekilde sürdürüyor, yaptığı dünyevi işlerde başarı sağlayabiliyordu.
Tüm bunları bir kez daha
hatırlatmamızın sebebi ise şudur:
Allah’ın son elçisi bunca özelliğe sahip olmasına rağmen
toplumu değiştirebilecek bir çözüm önerisi, onları bataklıktan çıkartacak bir
genel kurtuluş reçetesi niçin sunamadı? Çünkü vahyin nurundan mahrum bir
şekilde yaşıyordu. Tüm bu güzelliklere anlam katan, hayat veren, toplum için
faydalı bir hale çeviren şey ancak ve ancak vahiydi.
Maalesef her cahiliye döneminde olduğu gibi günümüzde de
ölçüler tepe taklak olmuş durumda. İnsanlara kurtuluş reçetesi sunanlara, önder
olarak gösterilenlere ‘Vahiy ile besleniyorlar mı?’ sorusu sorulmuyor. Ahlaki
ve buna benzer bazı özelliklere sahip mi diye bakılıyor. Bir de ağzı güzel laf
yapıyor mu diye... Bu vasıflara sahip herkesin peşinden gidiliyor.
Peygamberimiz zamanında, öncesinde veya sonrasında
yaşayan bazı kafirlerde dahi mevcut olan ahlaki vasıflar, bugün din adına
konuşan kimseler için geçerlilik işlevi görüyor.
Hayır! Allah’ın elçisinden daha
güzel bir ahlaka sahip kimse yoktu. Ama bu onun bir beşer olarak karanlıkları
tek başına aydınlatmasına yetmedi. Vahiy onun önünü aydınlattığında ise sahip
olduğu bütün güzellikler Allah’ın ayetlerini anlama, anlatma ve yaşamada onun
en büyük destekçisi oldu.
Hatice annemiz Muhammed’in
peygamber olduğuna ve ona gelen vahyin Allah’tan geldiğine ilk anda
tereddütsüz iman etti. Böylece Hz.
Muhammed’in peygamberliğine ilk inanan kişi oldu. Allah Hz. Hatice ile Hz.
Muhammed’e destek sağlayarak, onun
yükünü bir nebze hafifletti. Hz. Muhammed hem peygamberliğinin bu ilk
günlerinde hem de daha sonraki yıllarında ne zaman bir sıkıntıya düşse, ne
zaman zor bir durumla karşılaşsa onu eşi Hatice ile paylaşır, onun desteği ile
teselli bulur, rahatlardı. O’nun Allah’tan sonra en büyük yardımcısı eşi Hatice
idi. Peygamberliğinin bu ilk günlerinde Cebrail’in kendisine öğrettiği abdesti
ve namazı ilk olarak Hz. Hatice’ye öğretmiş ve ilk namazını ona kıldırmıştı.
Daha önce adını zikretmiştik.
Hatice annemizin Varaka bin Nevfel
adında bir amcasının oğlu vardı. Mekke’de doğup büyüyen ve Mekke’de ölen Varaka
putperestliği bırakıp Hristiyan olmuştu. Tevrat’ı ve İncil’i okumuş, bunları
bilenleri de dinlemiş bilgili bir kişiydi. Ömrünün son yıllarında gözleri
görmez olan Varaka ayrıca İbranice bilirdi. Hatta Kitab-ı Mukaddesi Arapça’ya
çevirmişti. İncil’in ancak Cromwell tarafından Latince’den İngilizce’ye 1500’lü
yıllarda çevrildiğini hatırlatalım. Hatice zaman zaman Varaka’yı ziyaret eder,
ona sorular sorar, onun görüş ve düşüncelerine değer verirdi. Hz. Muhammed’in
peygamberlik ile müjdelendiğini de Varaka’ya haber vermişti.
Vahiyden kısa süre sonra Varaka
bin Nevfel, Kabe’ye geldiği bir gün Muhammed’in peygamber olduğu iddiasını
ayrıca Mekkelilerden de duydu. Bu sırada tavaf etmek için Kabe’ye gelen
Muhammed’i gördü ve yanına gelerek: “Ey kardeşimin oğlu! Bana gördüğün ve
duyduğun şeyleri haber versene” dedi. Efendimizde ona başından geçenleri
anlattı. Bunun üzerine Varaka: “Allah’a yemin ederim ki sana, Musa’ya gelen
Namusu Ekber / Vahiy / Cebrail gelmiştir. Sen bu ümmetin peygamberisin. Sen de
“daha önceki bütün peygamberler gibi” yalanlanacak, eziyetlere ve sıkıntılara
uğrayacak, yurdundan çıkarılacak ve savaşlarla karşı karşıya kalacaksın. Senin
o günlerine yetişirsem Allah biliyor, mutlaka sana yardım edeceğim” dedi ve
yaklaşıp alnından öptü.
Efendimiz, aradan çok zaman
geçmeden, bir hadiseyle karşı karşıya geldi: “İnkıta-ı Vahy” hadisesi, yani
“vahyin kesilmesi...” Sebebi (şöyle veya böyle) açıklanmakla beraber,
insani-beşeri aklımızla sebebini-hikmetini tam kavrayamadığımız bu hadise
karşısında efendimizin tekrar büyük bir
sıkıntı ve üzüntü duyduğu fark ediliyordu. Öyle ki adeta dünya kendisine dar
gelmekteydi. Bu esnada Cebrail kendisini teselli için birkaç sefer göründü.
Efendimiz tam kırk gün bu üzüntüyle-belirsizlikle karşı
karşıya kaldı. Ancak dünyada olup biten her şey bir sebep silsilesiyle devam
ede gelmektedir. İnsanlığın bu soruları cevaplandırmasının adıdır zaten
imtihan.
Aklımızın küçücük terazisiyle biz,
bazen olayların sebep ve hikmetlerini yakalarız, bazen de yakalamamız ne yazık
ki mümkün olmaz. Olayların Ama sebep ve hikmetini bilmeyişimiz, elbette
olanların hikmetsiz süregeldiğine hiçbir zaman delil olmaz. Hele, peygamberlik
gibi her şeyi hikmet kalemiyle programlanmış bir görevin içine elbette
hikmetsizliğin girmesine olanak ve ihtimal yoktur. Dolayısıyla, “inkıta-ı
vahy”, yani vahyin bir ara kesilmesi olayı, kesinlikle birçok sebep ve hikmete
binaen hasıl olmuştur. Fakat biz hikmetlerin bütünlüğüne sahip değiliz.
Elbette efendimiz, ilk vahiy
karşısında fazla telaş duymuş ve ruhu adeta vahyin ağırlığıyla sarsılmış
olabilir. Bu durumda ruhunun biraz sükun
bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hadise vuku bulmuştur.
Yine efendimizin peygamberliği süresince
karşılaşacağı ızdırap ve elemlere
dayanmaya şimdiden alıştırılması gerekmektedir.
Ayrıca vahye karşı , daha fazla
istek ve arzu duymasınının temini açısından hikmetler aranılabilir.
Hasılı endişe ve sıkıntı dolu kırk
günlük bir aradan sonra, Efendimize vahiy tekrar gelmeye başladı.
Vahyin tekrar gelmeye başlaması
hadisesini bizzat kendileri şöyle anlatmışlardır:
“Bir gün giderken, aniden
gökyüzünde bir ses işittim. Başımı kaldırıp baktığımda, Hira’da bana gelen
meleği (Cebrail), yerle gök arasında bir kürsü üzerinde oturmuş gördüm.
Ürpererek yere çöktüm. Evime dönüp,
eşime ‘Beni örtünüz, beni örtünüz!’ dedim. Bunun üzerine Yüce Allah
beklenilen mesjı vahyetti:
‘Ey örtüye bürünen Peygamber! Kalk
da sana iman etmeyenleri azapla korkut! Rabbinin büyüklüğünden bahset! Elbiseni
temiz tut! Putperestlik pisliğini bırakmakta devam et!’ ayetlerini indirdi. Artık vahiy
gelmeye başladı ve ardı arkası kesilmedi.”
Vahiy tekrar gelmeye başlayınca,
efendimizin ruhundaki sıkıntılar dindi, iç alemi huzur ve dinginliğe
kavuştu.
Ya bizim örtüsüne büründüğümüz
mazeretlerimiz? İlk inen sure Yaradılış (Alak) Suresi idi. Hemen sonrasında
Kalem Suresi. Yani yaradılış gayemizi artık kalem ile sorgulamamız gerekmiyor
mu?
KURAN MUCİZELERİ
Belirtelim ki Kuran, dini ve
ahlaki ayetlerinin yanında hem bilime hem de düşünmeye teşvik eden ayetleri ve
en temel varoluşsal sorularımıza getirmiş olduğu açıklamalarıyla tüm insanlığa
rahmet ve kılavuz olarak gönderilmiş eşsiz bir kitaptır.
İnsanlığa gönderilmiş bir kitap
olması sebebiyle onlara kendi anlayacakları dilden hitap etmektedir. Yalın bir
anlatım ve üsluba sahiptir. Eşsizliğinin bir nedeni de bu özelliğidir. Çünkü
önemli olan bir konunun sadece açıklanması değil; yapılan açıklamanın anlaşılır
olmasıdır. İşte Kuran ayetleri en zor konularda dahi getirmiş olduğu sade
anlatım ve açıklamalarıyla her seviyeden insana hitap etmekte ve bu yönüyle
insanlığı doğruya ileten bir rehber olmaktadır.
Şüphesiz Kuran, astronomi, fizik,
kimya gibi bir bilim kitabı ya da psikoloji veya sosyoloji kitabı değildir.
Ancak tüm bu ve benzeri alanlara öyle incelikler ile temas eder ki özellikle bu
konulara ilgi duyan ve bu konularda bilgi sahibi olan insanları kendisine
hayran bırakır.
Kuran, bir bilim kitabı gibi
açıklamalar yapmaz ama bilimin alanına giren kimi konularda çok büyük
iddialarda bulunur. 1400 yıl önce vahyedilmiş bir kitabın dev iddialarının
günümüze kadar hem bilimsel hem de felsefi anlamda çürütülememiş olması ve
aksine modern bilimin verileri ile uyumlu olması, bu kitabın Allah tarafından
gelmiş bir vahiy olduğunun önemli delillerinden biridir.
Kur’an on dört asır önce
insanın/ceninin anne rahminde geçirdiği safhaları sırasıyla öyle bir tarzda
belirtmiş (Müminun, 23/12-14) ki, Embriyoloji uzmanlarına parmak ısırtmıştır.
Evrenin genişlemesi (Zariyat, 51/47), göklerle yerin birbirinden ayrılması
(Enbiya, 21/30), rüzgarların aşılayıcı özelliğinin olması (Hicr, 15/22),
dünyadaki su döngüsü (Tarık, 86/11-12), bitkilerdeki erkeklik ve dişilik
özellikleri (Yâsin, 36/36), dağların hareket etmesi (Neml, 27/88), parmak izlerinin benzersiz olmasının bir
kimlik özelliği taşıması (Kıyamet, 74/4) gibi birçok gerçek, Kuran’da yer
almaktadır.
Şu ayet bile başlı başına
inmesinden bugünlere bir mesajdir: “Biz ileride Kur’an’ın hak/Allah’ın sözü
olduğu gerçeği onlara açık-seçik oluncaya kadar, hem âfaki hem enfüsi (hem
insanların kendi alemlerinde hem kainat çapında) ayetlerimizi/delillerimizi
göstereceğiz.” (Fussilet, 41/53)
Kuran önce karşıtlarına “Kur’an’ın
bir benzerini getirmelerini” (İsra, 17/88), daha sonra “Kur’an’ın yalnız on
suresinin bir benzerini” (Hud, 11/13), ardından da bir tenzilat daha yaparak
“Kur’an’ın tek bir suresinin bir benzerini” (Bakara, 2/23) getirmelerini
istemiş ve bunu yapamayacaklarını da peşinen haber verip onlara meydan
okumuştur. Bu meydan okuma kıyamete kadar sürecektir.
Kuran’da, insanları ölümden sonra
diriltmenin Allah için çok kolay olduğu anlatılırken, insanların özellikle
parmak uçlarına dikkat çekilir. Kıyamet Suresi’nde parmak uçlarının
vurgulanması son derece hikmetlidir. Çünkü parmak izindeki şekiller ve detaylar
kişiye özeldir. Parmak izi doğumdan önce cenin üzerinde son şeklini alır ve
ömür boyu sabit kalır. İşte bu nedenle parmak izi, herkese özel çok önemli bir
“kimlik kartı” sayılmakta ve insanlar tarafından bilinen tek değişmez ve
yanılmaz kimlik tespit yöntemi olarak kullanılmaktadır..
Kuran’da inananları bilim yapmaya
teşvik eden, hem kendi benliğimizdeki hem de Evren’deki delillere dikkat çeken
birçok ayet bulunur. Kuran ayetlerinde dikkat çekilenler ile
ilişkilendirilebilecek bazı bilim dalları şu şekilde örneklendirilebilir:
Astronomi (Gökbilim):
“Üzerlerindeki göğü nasıl kurduğumuza ve süslediğimize bakmazlar mı? Bir
çatlağı da yoktur onun.” (Kaf suresi 6)
Jeoloji (Yer bilimi): “Dağların
nasıl dikildiğine bakmazlar mı? Ve yeryüzünün nasıl yayıldığına bakmazlar mı?”
(Gaşiye suresi 19-20)
Paleontoloji (Fosilbilim):
“Yeryüzünde dolaşın ve yaratılışın nasıl başladığına bir bakın...” (Ankebut
suresi 20)
Arkeoloji (Kazı bilimi):
“Yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin sonuna bakmazlar mı? Onlar
bunlardan daha kuvvetliydiler, yeryüzünü eşip deşip didik didik etmişler ve
bunların imar ettiklerinden çok daha fazla imar etmişlerdi.” (Rum suresi 9)
Botanik (Bitki bilimi): “O, gökten
su indirendir. Her çeşit bitkiyi onunla bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık,
üst üste binmiş taneler üretiyoruz ve hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar,
bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen üzüm bağları, zeytin ve
nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her
birinin meyvesine bakın. Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için
deliller vardır.” (En’am suresi 99)
Zooloji (Hayvanbilimi): “Muhakkak
hayvanlardan alacağınız ibretler vardır.” (Nahl suresi 66)
Embriyoloji (Canlı gelişimi bilimi): “Ey insanlar! Eğer
dirilişten şüpheleniyorsanız, gerçekten de sizi topraktan yarattık, sonra bir
damla sudan, sonra asılıp tutunan bir şeyden, sonra yaratılış biçimi belli
belirsiz bir çiğnem et parçasından; size apaçık gösterelim diye. Dilediğimizi
belirli bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz sonra sizi bebek olarak
çıkarıyoruz, sonra da güçlü çağınıza eriştiriyoruz.” (Hac suresi 5)
Bu kadar farklı konulardaki
açıklamanın tek bir kitapta toplanmış olması ve kendi içinde müthiş bir tutarlılık
sergilemesi de Kuran’ın başka bir benzersizliğidir. Tarih boyunca gerek
Evren’in gerekse yaşamın ortaya çıkışına dair ileri sürülen iddialara ve en
küçüğünden en büyüğüne kadar Evren’deki oluşumlara dair getirilen açıklamalara
bakıldığında, kendi içinde çelişkiler barındıran ya da zamanla yanlış olduğu
anlaşılan birçok görüşe rastlanır.
Mısır, Sümer, Babil, Fars, Hint ve
Yunan gibi kadim bilgelik merkezlerine ve bu merkezlerde yetişmiş bilge
kişilerin ortaya koydukları iddialara ve günümüze kadar ulaşan kitaplarına
bakıldığında birçok iddianın zamanla hatalı olduğu görülmüştür.
Oysa Kuran ortaya koymuş olduğu ve
kendi döneminde bilinmesi mümkün olmayan dev iddialarında daima haklı çıkmış ve
getirdiği tek bir delil dahi çürütülememiştir. İçlerindeki birçok hatalı
yaklaşıma rağmen kadim kitaplara hayranlık duyan ve yazarlarını yere göğe
sığdıramayanlar, Kuran’ın kendi içindeki tutarlılığı ve haklılığı karşısında
derin bir sessizliğe bürünmektedirler.
Kuran’ın anlamına nüfuz etmeye ve
ilkelerini hayata geçirmeye çalışmaktan ziyade bu ayetleri anlamadan
seslendirenler, Kuran’ın Evren’deki olguları incelemeye yönlendiren yüzlerce
ayetini gereğince takdir edememişlerdir.
Kuran, alimlerin, yani bilgi sahiplerinin
ve kavrama yeteneğine sahip olanların üstünlüğüne vurgu yapar ve şöyle sorar:
‘Bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?’ Kuran’daki yedi yüz elli ayet
(neredeyse Kuran’ın sekizde biri) inananları doğayı incelemeye, üzerine
düşünmeye, nihai gerçeklik arayışında akıldan en iyi şekilde yararlanmaya,
bilgi edinmeye ve bilimsel anlayışı toplum hayatının bir parçası yapmaya teşvik
eder.
“O, yedi göğü eşsiz bir uyum
içinde yaratmıştır; Rahman’ın yaratışında bir düzensizlik göremezsin; haydi,
çevir gözünü de bir bak bakalım. Bir kusur ve başıboşluk görebilecek misin?
Sonra tekrar tekrar çevir gözünü de bir bak; bakışın yılgın ve bezgin bir
şekilde sana geri dönecektir.”
(Mülk suresi 3-4)
İLK MÜSLÜMANLAR
Allah’ın elçisi insanları
uyarma-uyandırma emrini alınca Allah’ın dinine davet işine bir anda ve bütün
gücüyle başlamadı. Temkinli, tedbirli ve ihtiyatlı davrandı. Davetini ilk önce
mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalıştı, bu ferdi ve gizli çalışmalar üç sene
kadar devam etti.
Hiç şüphesiz ki onun bu ilk
yıllarda İslam’a daveti gizli tutması, kendi canından korkusu ya da endişesi
sebebiyle değildir. Kendisini bu davetle görevlendiren ve peygamber olarak
seçen Rabbinin onu insanlardan korumaya kudreti olduğuna kesinlikle inanıyordu.
İlk günden itibaren daveti aleni olarak açıklaması emredilseydi, elbette apaçık
yapardı. Fakat Allah, görevini gizli olarak sürdürmesini, ancak çok güvendiği
kimselere açmasını ilham etmişti.
Bu da her asırdaki İslam
davetçilerinin, içinde yaşadıkları zamanın durumuna göre görünür sebep ve
tedbirlere başvurmalarının, aleniliği veya gizliliği tercih etmelerinin meşru
olduğuna dair bir ölçü idi. Efendimizde bu gerekçeyle ilk yıllarda akrabalarından başlayarak, yakın
çevresindeki dostlarını gizlice İslam’a davet etmiştir.
İlk müslümanlar arasında her
sınıftan insan vardı. Eşraftan kişiler olduğu gibi; daha çok fakirler,
güçsüzler ve köleler iman ediyor, sayı ise günden güne artıyordu. Özellikle
gençlerin efendimize rağbeti dikkat çekmekteydi.
Her ne kadar İslamiyet gizli
tutulmaya çalışılmışsa da, Müslümanlar yine de müşrikler tarafından
gözetlenmekten kurtulamadılar. Bu cehalete karşı olan tavır yavaş yavaş
kulaktan kulağa duyuldu. “Muhammed yeni bir din çıkarmış! Ben Allah’ın
peygamberiyim diye halkı kendi yoluna davet ediyormuş! Hatta ona uyanlar bile
varmış!” diyorlardı.
Mekke toplumu ateist değildi.
Tanrıya inanıyorlardı. Ancak Allah’ı tek otorite olarak görmüyorlardı.
Müşriktiler, çünkü Allah’ın hükmünü tanımıyorlardı. O’nun otoritesine karşı
ortaklar ve aracılar koymaya çalışıyorlardı.
Bu kavramı iyi bilmemiz lazım. Peygamberimizin daveti ile ilerleyen
aşamalarda toplumu ile ters düşmesinin, çatışmasının temel sebebi bu kavramın
iyi anlaşılmasında yatar. Hatta günümüz toplumlarının genel huzursuzluğunun
sebebi de işte bu kavramın anlaşılamamasındandır.
Allah’a inandıklarını söyledikleri
halde onun kudretini dilediklerince kabullenirler. ” Ve eğer dönüp de onlara sorsan: Gökleri
ve yeri yaratan kimdir; ve güneşle ayı emre amade kılan kimdir? diye, hiç
kuşkun olmasın ki Elbette Allah’tır! diyecekler. O halde, nasıl böyle
savruluyorlar? “(Ankebut 61)
Müşrikler Allah’a yaklaşmak için
aracılar edinir onları da kendilerince kullanırlar!Genelde put adı verilen
objeler bu konudaki en belirgin araçlarıdır.
“Değil mi ki böyle bir borçluluk
bilincinin en saf ve samimi olanı, sadece Allah’a has kılınanıdır! O’ndan
başkalarını sığınacak otorite edinenler, “Biz bunlara sadece bizi Allah’a
yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz!” (derler)….” (Zümer Suresi)
Müşrikler kendileri için geçmiş
zamanlarda önem arzeden insanların hatırasından, dolayısıyla ölülerinden yardım
isterler!
“Ve Allah’ın peşi sıra, sana ne
yararı dokunan ne de senden zararı gideren varlıklara yalvarıp yakarma! Zira
eğer böyle yaparsan, işte o zaman sen de zalimlerden olursun! (Yunus 106)
Gelenek, örf onlar için
vazgeçilmez hukuk kurallarıdır. Yani aslında müşrikler bir nevi atalarına
taparlar!
“Onlara Allah’ın indirdiklerine uyun!
denildiği zaman, Hayır, biz atalarımızın üzerinde bulunduğu geleneğe uyarız!
derler. Ya ataları hiç akıllarını kullanmamış ve doğru yolu bulamamışsalar? ”
(Bakara Suresi)
Daha ilk zamanlarda Peygamberimize
inen ilk vahiylere karşı bir reddiye içine girdiler. Müşrikler Kur’an’ın
hükümlerini beğenmediler!
“Bir de ne zaman gerçeğin apaçık
kanıtları olan ayetlerimiz onlara okunsa, huzurumuza çıkacak yüzü olmayan o
kimseler derler ki: Git, bize bundan başka bir hitab getir, ya da onda
değişiklik yap!….” (Yunus Suresi)
En önemli bariz özelliklerinden
birisi de din adamlarına olan mantıksız teslimiyetleridir. İnsanların müşrik
olmalarının önemli sebeplerinden biride dinden geçinen ruhbanlardır.
“Allah’ın peşi sıra, hahamlarını
ve rahiplerini -tabi ki Meryem oğlu Mesih’i de- rabler edindiler. Oysa ki tek
bir ilahtan başkasına asla kulluk etmemekle emr olunmuşlardı; (O ki), O’ndan
başka ilah yok ve O onların putlaştırdıkları her şeyden beri ve yücedir. (Tevbe
Suresi)
Müşrikler ilk sıralarda olanları
anlayamadıklarından, kavrayamadıklarından efendimizin Kabe’de namaz kılmasına
karışmazlardı. Müslümanlar ise namazlarını gizlerler; ya evlerinde ya da ıssız
yerlerde birbirlerine gözcülük etmek suretiyle gizli gizli kılarlardı.
Müşrikler davet haberini öğrendiklerinde, bu meseleye pek fazla önem
vermemişlerdi. İslam dinine tabi olanları; putlara tapmaktan kaçınan, İbrahim
peygamberin yolundan giden hanifler gibi olduklarını zannediyorlardı.
İslamiyet adındaki bu son din
artık giderek Mekke’de yayılmaya başlamış, halk arasında konuşulur
olmuştu. Kuran’ın erkek ve kadınlara
şart koştuğu tek şey, zayıf olanların korunacağı adaletli bir toplumun
oluşturulmasıdır. Kuran’ın ilk mesajı son derece anlaşılırdır; kişisel servet oluşturmak için zenginlik
yığmak yanlış, sadakalar vermek ve zenginliği topluma yaymak doğrudur.
Diğer taraftan İslam, sadece
algıya açık, körelmemiş akla yatkın olanlara açıklanıyor, asıl hedefler gizli
tutuluyordu. Müslümanlar müşriklerin işlerine hiçbir surette karışmıyor, onları
eleştirmek veya karşı koymak gibi bir fikir gütmüyorlardı. Çünkü müşrikler dinlerine ve putlarına şiddetle bağlı idiler.
Bir nevi kendilerince dindar bir topluluk idiler.
Kureyşliler için Kabe kutsallığın
merkezinde yer alıyordu. Bu kutsal yerin çevresinde kurdukları birlik ruhunu
zaman içerisinde tehlikeye atmışlardı. Eski toplumsal ideali bir kenara
bırakmış, zayıf kabileleri, yetimleri, yoksulları, yaşlıları ve düşkünleri
düşünmemeye, bencilce olara eza etmeye başlamışlardı. Durum onu göstermekteydi
ki eğer bu şekilde cahiliye
yaşantılarına devam ederlerse, dünyadaki gerçek pozisyonlarıyla ilgili
tüm görüşlerini kaybedecek, tarihten de
silinip gideceklerdi. Bu erken dönemde Kuran ayetleri, Mekkelilere halen
hem yaratılışlarıyla hem de yaşamalarıyla Allah’a ne kadar çok şey borçlu
olduklarını ifade etti. Yaratıcının doğanın-kainatın her yerinde kendini
gösteren iyiliğini ve gücünü görmeye çalışmalıydılar. Eğer kendi toplumlarında
bu yardımseverlik ruhunu yeniden oluşturamazlarsa, kendilerini doğal yaşamın
dışına atmış olacaklardı. Rahman suresinin ilk ayetlerinde belirtildi gibi
insanları düşünmeye yönelik bir davet sözkonusudur.
“Rahman; Kuranı öğretti, insanı
yarattı, ona güzel beyanı belletti.
Güneş ve Ay hesap iledir; çimen,
ağaç secde eder dururlar.
Bak şu güzel göğe, onu yükseltti,
mizanı koydu ki, tartıda taşkınlık etmeyesiniz.
Tartıyı adaletle doğru tutun,
teraziyi aksatmayın! Yeryüzünü mahlukat için serdi,
Onda meyvalar, salkım tomurcuklu
hurma ağaçları vardır.
Çimli taneler ve güzel kokulu
bitkiler vardır; simdi Rabbinizin hangi nimetlerine yalan dersiniz?”
Diğer bütün yaratıklar yaratanı
tanıyıp önünde eğiliyor, O’nu en önemli amaçları olarak kabul ediyor, kendi
varlıklarının kaynağı olduğunu ve O olmadan var olamayacaklarını biliyorlardı.
Allah’ı, her şeyi kapsayan, hareket etmelerini sağlayan ve güçlü kılan tek ve
temel enerji olarak görüyorlardı. Her şeyi birbiriyle doğru ilişkiler içinde
tutan dengeyi o yaratmıştı ve Kureyşliler kendi toplumlarında bu dengeyi
sağlayamazlarsa, birbirleriyle ilişkilerinde daima önce kendilerini düşünmeye
devam ederlerse, doğal sistemden uzaklaşacaklardı. İlk Müslümanların bu ilahi
sorumluluğu kabul etmesine yardımcı olmak için, Hz. Muhammed günde iki kez
ibadet ederken tıpkı yıldızlar ve ağaçlar gibi yüzlerini O’na dönmelerini
söyledi. Bu ibadet sonrasında İslam dininin beş temel ilkesinden biri oldu.
Görünüşteki bu hareket, Müslümanların içsel duruşlarını ayarlamalarını,
yaşamlarını yeniden düzenlemelerini kolaylaştıracaktı. Hz. Muhammed’in davet
ettiği Allah’ın bu son dini zaman içinde İslam adıyla tanındı; bu, her inananın
kendini tam anlamıyla Tanrı’ya teslim etmesi anlamına geliyordu. Müslüman,
kendini tamamen Allah’a teslim eden kişi demektir. Ama ilk inananlar, dinlerine
“tazakka” adım vermişlerdi. Bu, tercüme edilmesi kolay olmayan bir kelimedir.
Muhammed’in takipçileri ibadet sırasında kendilerini bir şefkat ve cömertlik
pelerinine sarıyorlardı; ilgili, şefkatli ve zeki bir ruh oluşturmak için,
“zekalarını” kullanmaları gerekiyordu ve bu da sahip oldukları her şeyi
Allah’ın diğer yaratıklarına
koşulsuzca vermeyi istemelerine neden
oluyordu. Yaratılışın gizemlerini akıl yoluyla incelerken, Müslümanlar nazik
davranmayı öğrenecekti ve bu cömert tutum da ruhsal bir gelişim içine
girecekleri anlamına geliyordu. Vermek hususunda Allah, mükemmel örnekti.
Müslümanlar, O’nun doğaya karşı merhametini ve büyüklüğünü anlamak için O’nun
işaretleri üzerinde düşünmeye teşvik ediliyordu. Bu cömert zekanın bir sonucu
olarak, kargaşa ve bencil barbarlık yerine düzen ve verimlilik sürüyordu. O’nun
emirlerine boyun eğerlerse, kendi hayatlarının da benzer bir şekilde düzene
gireceğini vahyin terbiyesinde zaman içerisinde anlayacaklardı.
Diğer bütün yaratıklar, seçme
özgürlüğü olmayan ama Allah’ın iradesini
yerine getirerek ilahi planı izleyen doğal Müslümanlardır. Sadece insanoğlu
İslam inancını seçme, hayatını varlığının kaynağına odaklama özgürlüğüne
sahiptir. İnsan yaratılmışların en şereflisidir, iradesini kullandığı için.
Allah’ın elçisi ilk müslümanlardan Erkam’ın Safa tepeciğinin
eteklerinde bulunan evini tebliğ ve toplantı merkezi olarak seçti, kendi evini
bırakarak oraya taşındı.
Orada bir yandan müslümanlara
dinlerini öğretirken, diğer taraftan hakikati arayan insanları İslam’a davet
ediyor, inen ayetleri okuyor ve onlarla birlikte namaz kılıyordu. Birçok insan
gelip Erkam’ın bu mübarek evinde İslâmiyet’le tanışıyorlar, yeni müslümanlar
buraya gizli gizli gelip bir süre kalıyorlardı. Burada toplanan bir avuç
müslüman, hayat ve memat endişesinden tamamen sıyrılarak kendilerini o Nur’un
cezbesine kaptırmışlardı.
“Darül-Erkam” olarak meşhur olan
bu ev, İslam’ın ilk yayılma yeri olduğundan “Darül-İslam” olarak da bilinir.
Resulullah’a inen Mekki surelerin çoğu burada nazil olmuştur.
Üç yıllık gizli tebliğ dönemi
bittikten sonra uzun bir müddet toplanma yeri olarak kalmıştır.
Muhammmed’in bu evi ikametgah
olarak seçmesi, ilk müslümanların İslamı kabul tarihlerine bir esas teşkil
etmiş; Ashab-ı kiram olarak adlandırılan peygamberin yol arkadaşlarının Müslüman oluşları, Resulullah Aleyhisselam’ın
“Darül Erkam”a girmesinden önce veya sonra şeklinde tarihlendirilmiştir.
Peygamberimiz İslam’ı tebliğ
ederken, toplumun yeniliğe açık, idealist ve enerjik kesimini oluşturan
gençlerden büyük ölçüde destek almıştır. Nitekim ilk Müslümanlardan birkaç kişi
50 yaş civarında, birkaç kişi 35 yaşın üzerinde, geri kalan çoğunluk ise 23
yaşın altında bulunuyordu.
Efendimizin hayatını ve sahabeyi
düşündüğümüzde, her nedense hep olgun ve yaşlı insanlar canlanır zihnimizde.
Kırk yaşındayken peygamberlik görevine başlayan Peygamber’in etrafındaki ilk
Müslümanlara baktığımızda, onlardan çoğunun gençler olduğunu görürüz.
Mesela genç yaşta İslam’ı kabul
edenlerden; Hz. Ali 10, Abdullah bin Ömer ve Ubeyde bin el-Cerrah 13, Ukbe bin Amir 14, Cabir bin Abdullah ve Zeyd
bin Harise 15, Abdullah b. Mesud, Habbab
bin Eret ve Zubeyr bin Avvam 16, Talha bin Ubeydullah, Abdurrahman bin Avf,
Erkam bin Ebi’l-Erkam, Sa’d bin Ebi Vakkas ve Esma bint Ebî Bekr 17, Muaz bin
Cebel ve Musab bin Umeyr 18, Ebu Musa el-Eşari 19, Cafer bin Ebî Talip 22,
Osman b. Huveyris, Osman bin Affan, Ebû Ubeyde, Ebu Hureyre ve Hz. Ömer 25-31
yaşlarında idiler.
Peygamberimizin yanında bulunan,
O’nunla birlikte mücadele edenler gençlerdi. Bu yüzden Peygamberimiz gençlere
ayrı bir önem atfetmiştir. İslam’ı bir gençlik hareketi olarak değerlendirebiliriz.
Ayrıca kölelerin ve mazlumların efendimize olan iltifatlarından dolayı İslam’ı
ayrıca devrimci bir hareket olarak da düşünebiliriz.
Efendimiz arkadaşlarına, savaşlarda bile müşriklerin gençlerini
öldürmemeleri talimatını vermişti. O,”Yaşlı neredeyse İslam’a girmez! Genç ise
İslam’a yaşlıdan daha yakındır.” demiştir diyerek gençlere olan özel tavrını
hatırlamamız gerekir.
Yine demiştir ki, “Kıyamet günü
Ademoğlu şu beş şeyden sorgulanmadıkça Rabbinin huzurunda sorgudan
kurtulamayacaktır: Ömrünü nerede tükettiğinden, gençliğini nerede
geçirdiğinden, malını nereden kazanıp nereye harcadığından, bildiklerini hayata
ne kadar aktarabildiğinden.”
Peygamberimiz’in gençlerle ilgili
bütün ilişkilerine baktığımızda O’nun bütün gayret ve hedefinin, inançlı, dindar,
ahlaklı ve iffetli bir gençlik oluşturabilmek olduğunu görürüz.
Zira Efendimiz, “Allah’ın
(arşının) gölgesinden başka hiçbir gölgenin olmadığı o günde yedi sınıf insanın
Allah’ın gölgesinde gölgeleneceği” haberini vermiştir. Bu hadiste ilk olarak
“adaletli yönetici”, ikinci sırada da “Rabbine ibadetle yetişen genç”i
zikretmektedir.
Başka rivayetlerde ise “Allah,
gençliğini Allah’a itaatle geçiren genci sever.”; “Allah tevbe eden genci
sever.” buyurulmaktadır.
“Yaşından dolayı bir ihtiyara ikramda bulunan
genç için, Allah Teâlâ ona ikram edecek kimseler hazırlar.”
Peygamber’in gençleri teşvik eden
bu sıcak ve samimi ilgisi sayesinde, genç sahabiler, canlarını, mallarını,
ailelerini Allah yolunda feda edecek kıvama gelmişlerdi. Müslüman olur olmaz
birçoklarının başta ailesi olmak üzere, Mekkelilerden gördükleri baskılar,
korkunç işkenceler, açlık ve abluka yılları onları asla yıldırmamıştır. Onlar,
Allah Rasûlü’nden aldıkları inanç ve ahlakın gereği olarak, yalnız Mekke’den
ayrılmayı değil, zamanı geldiğinde dünyadan ayrılmayı dahi göze almışlardır.
Peygamber Efendimiz’in çocuklara
karşı muamelesi, merhamet ve sevgisi, ümmeti ve bütün insanlık için muazzam bir
örnektir.
Allah Resulü bir çocuk gördüğünde
başını okşar, kucağına alır, sever, öperdi. Mübarek yüzü özellikle çocuklara
karşı hep yumuşak ve güleçti. Çocuklara selam verirdi, halini hatırını sorar,
binekliyse onları atın terkisine alır gideceği yere kadar götürürdü. Çocuklarla
birlikteyken çocuklaşır, onlarla sohbet eder şakalaşırdı.
“Kimin çocuğu varsa, onunla
çocuklaşsın.”
Allah Resulu bir defasında yarış
yapan çocukları görmüştü de, onlarla birlikte koşmuştu. O, çocukların neşesine
ortak, üzüntüsüne teselli olurdu.
Kuşu ölen Zeyd’e taziyeye gitmiş,
onu teselli etmişti. Zeyd, 3 ya da 5 yaşlarında iken çok sevdiği ve adını Umeyr
koyduğu küçük bir kuşu vardı. Efendimiz her gördüğünde ona “Umeyr’in Babası”
anlamına gelen “Ebu Umeyr” diye hitap ederdi. Bir gün Zeyd’in kuşu öldü ve Zeyd
çok üzüldü. Zeyd’in üzüntüsünü duyan Peygamber Efendimiz o günlerde çocuğun
evine taziyeye gitti. Zeyd’i neşelendirmek için, “Ya Ebu Umeyr! Senin Nüğayr
(serçeye benzeyen küçük kuş) ne oldu, hayvanı ne yaptın?” diye sordu. Bu soru
Zeyd’i güldürdü. Allah Resulu Zeyd’i kucağına aldı, saçını okşayıp öptü,
teselli etti.
Merhamet Peygamberiydi, babaydı,
dedeydi. Mübarek yüzü çocuklara karşı hiç asılmadı, onları kınamadı, zorlamadı,
azarlamadı.
Peygamber Efendimiz’in yanında
yetişen Enes, şöyle anlatıyordu:
“Allah Resulu’na on yıl hizmet
ettim. Bana bir kere bile ‘öf’ demedi. Yaptığım bir iş hakkında hiçbir zaman
‘niçin böyle yaptın’, ‘şöyle yapsaydın’ dediğini duymadım. Bir işi güzel
yapamadığımda bana kızmadı, beni kınamadı. Ben, Allah Resulu’nun surat astığını
bile görmedim.”
Allah Resulu çocukların
kişiliklerine saygı gösterir ve onlara iltifat ederdi. Bazen onların
kıyafetlerini över, hastalandıklarında ziyarete giderdi.
Namaz kıldırırken cemaatin içinde
ağlayan bir çocuk sesi duysa dayanamaz, kıraati kısa tutarak namazı bir an
evvel bitirirdi. Kendisine mevsimin ilk meyvesi sunulduğunda bereket duası
yapar ve meyveyi orada bulunan en küçük çocuğa ikram ederdi.
“Küçüklerimize sevgi, şefkat ve
merhamet; büyüklerimize de saygı göstermeyen bizden değildir.” diyerek bir
müslüman’ın nasıl oması gerektiğinin özetini vermiştir.
Asr-ı saadet olarak isimlendirilen
o dönemin çocukları, bütün zamanların en mutlu çocuklarıydı. Çünkü, onları çok
seven, koruyan, gözeten ve kıymet veren bir Peygamberleri vardı.
Asr-ı saadetin çocukları bütün
zamanların en şanslı çocuklarıydı. Onlarla şakalaşan, oyunlar oynayan, dua edip
başlarını okşayan, sırtına bindirip taşıyan Peygamberle birlikte hatıraları
vardı.
Abdullah bin Ömer küçük bir
çocukken, babasıyla birlikte Peygamber’in de bulunduğu bir yolculuğa çıkmıştı.
Abdullah, babasının devesine binmişti. Abdullah küçük, deve hızlıydı ve deve
hep kafilenin önüne geçiyordu. Babası sık sık kafilenin önüne geçip deveyi geri
çevirmek zorunda kalıyor, “Abdullah, kafilenin önüne geçme, Allah Resulü’nün
önüne geçilmez” diye çocuğu sürekli ikaz ediyor, azarlıyordu.
Babanın çocuğu sık sık azarlaması
Hz. Peygamber’i üzmüştü. Babaya, “şu deveyi bana satar mısın” dedi. Baba
satmayı kabul etmeyip, “Allah Resulü, deve senindir” dediyse de efendimiz kabul
etmedi ve babayı deveyi satması konusunda ikna etti. Deveyi satın alan
Peygamber Efendimiz Abdullah’a seslendi:
“Abdullah! Deve artık senindir,
ona istediğin gibi binebilirsin”
Kız çocuklarının evlattan
sayılmadığı bir zamanda o, kızı Fatıma yanına gelince ayağa kalkar, onu öper ve
kalkıp kendi yerine oturturdu. Bir sefere çıkacağı zaman önce Fatıma’yı görür,
dönünce evvela Fatıma’ya uğrardı.
“Muhakkak ki siz, kıyamet günü
isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. O halde
çocuklarınıza güzel isimler koyun.”
Peygamber Efendimiz çocuklara
hoşlarına gidecek lakaplar takar, bu lakaplarla seslenerek onları
neşelendirirdi. İsmi güzel olmayan çocukların isimlerini değiştirir, onlara
“yavrucuğum” diye hitap ederdi.
O, alemlere rahmet olarak
gönderilmişti. Sevgisi ve merhameti alemlere yetecek kadar derindi. Müminler
yani hem iman edip hem iman ettikleri şekilde yaşayanlar birbirini sevmeliydi,
müminler çocuklara muhabbet göstermeliydi, çocuklar emanetti.
Peygamber Efendimiz ve Ebubekir
Medine’ye hicret ettiklerinde onları ilk karşılayanlar çocuklardı. Çocuklar,
müjdelerin en güzelini alacaklarından habersiz ellerindeki defleri çalıyor,
şarkılar söylüyorlardı. Sevinçten
yerlerinde duramayan çocuklar “Muhammed geldi! Peygamber geldi” diye bağırıp
koşturuyorlardı. Bu sırada kutlu misafir çocukların yanına gelip sordu:
”Beni seviyor musunuz?”
Çocuklar coşkuyla ve hep bir
ağızdan, “Evet, çok seviyoruz ya Resulullah” dediler. Peygamberin yüzü
aydınlandı, tebessüm etti ve çocuklara:
“Andolsun ki ben de sizi
seviyorum” diyerek kendi zamanının ve bütün zamanların çocuklarına en büyük
müjdeyi, en güzel hediyeyi verdi.
Doğal olarak elbette ki Peygambere
ilk inananlar ailesi ve yakın çevresindeki insanlardı. Eşi Hatice,yanlarında
kalan amcasının oğlu Ali, kölelikten azad ettiği ve kendisine evlat edindiği
Zeyd, yakın arkadaşı Ebubekir ilk Müslümanlar oldular. Sonra sayıları yavaş
yavaş artmaya başladı. Özellikle Ebubekir, yumuşak huylu, bilgili, çevresinde
sevilen ve saygı gösterilen bir kimseydi. Bir çok kişinin İslam’a girmesi onun
aracılığıyla gerçekleşti.
Müslümanlar önceleri Peygamber’in
kendilerine öğrettiği şekilde namaz kılmaya başladılar. Namaz kıldıklarını
çevrelerindekilerden gizliyorlardı. Namazlar ya kapıları üzerlerine kilitli
evlerde ya da ıssız ve kuytu yerlerde kılınıyordu. Fakat Müslümanlıklarını gizli
tutmaya çalışsalar da gözlenmek ve izlenmekten kurtulamıyorlardı.
Bu arada, bir yandan Peygamber,
bir yandan da Ebubekir, yanlarına gelenleri İslam’a davet ediyor, insanlardan
İslam’a girenler de hızla çoğalıyordu. İslam, Mekke’de yayılmaya ve halk
arasında konuşulmaya başlamıştı. İlk üç yıllık dönem, bu şekilde halkı gizlice
İslam’a davet ile geçti.
Dördüncü yıla girilmişti ki, inen
ayetlerle davet yeni bir döneme girdi:
“(Önce) en yakın akrabanı uyar (ve
davet et).
Mü’minlerden sana uyanlara (şefkat) kanadını
indir.
Eğer sana karşı gelirlerse: “Ben sizin
yaptıklarınızdan uzağım (sorumlu değilim)” de.Sen (sadece) mutlak galip ve çok
merhametli olan (Allah’)a güvenip dayan.” (Şuara Suresi)
Resulullah önceki peygamberler gibi bir belde
ve bir kavme değil bütün çağlara, bütün aleme ve insanlara gönderildiği için
Kur’an’ı tebliğ ve İslam’a davet görevini, özelde (bu ayetle) yakınlarına,
genelde ise kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa yapmış; özel daveti, genel
daveti erteletmemiştir.
Bu ilahi emir, Peygamber’e o kadar
ağır geldi, o kadar kaygı verdi ki bir aya yakın bir süre evinden dışarı
çıkamadı. Hatta insanlar, hastalandı sanarak hastalığını sormaya geldiler.
Sonunda Ali’yi yanına çağırdı. Daha sonra Ali olanları şöyle anlatır.
“Resulullah beni yanına çağırdı:
- Ey Ali! Yüce Allah’ın, en yakın
akrabalarımı uyarmamı emretmesi bana çok ağır geldi. İyi biliyorum ki, ben
onlara bu işi açmaya kalksam, muhakkak hoşuma gitmeyecek şeylerle
karşılaşacağım.
Bir süre sustu, sonra devam etti:
- Ya Ali! Bize bir sa’ (eskiden
kullanılan ve dört avuç kadar tutan bir ölçü) yemek yap ve üzerine, koyun
budundan et koy! Bir kaba da süt hazırla ve Abdülmuttalib oğullarını benim için
topla! Onlarla konuşup, emr olunduğum şeyi kendilerine ulaştıracağım.
Emrettiği şeyleri yaptım.
Abdülmuttalib oğulları evde toplandılar. Kırk kişi kadardılar. Amcaları Ebu
Talib, Hamza, Abbas ve Ebu Leheb de gelenler arasında bulunuyordu.
Resulullah yaptığım yemeği kendisine
getirmemi emretti. Getirip önüne koydum. Eti parçalayarak çanağın çevresine
birer parça koyduktan sonra,
“Haydi yiyin! Bismillah!”buyurdu.
Hepsi ondan yediler ve tamamen doydular. Allah’a yemin ederim ki, sunduğum
yemeği, onlardan tek bir adam bile, yalnız başına yiyebilirdi. Sonra,
“Ya Ali! Onlara süt de içir!”
buyurdu. Onlara süt kabını getirdim. Hepsi kana kana içtiler. Vallahi, o
kaptaki süt kadarını, onlardan tek bir adam bile, yalnız başına içebilirdi.
Yemeğin ve sütün kalanları sanki hiç el dokunulmamış gibiydi. Resulullah konuşmaya başlayacaktı ki, amcası Ebu Leheb
sözü ele aldı:
“Şaşılacak şey! Arkadaşınız sizi
büyük bir sihirle sihirledi! Doğrusu biz, bugünkü gibi bir sihir hiç görmedik!”
Sonra da Resulullah ’a dönerek:
“Bunlar senin amcaların ve
amcalarının oğullarıdır. Sen onlara istediğini söyledin. Dinde sapkınlığı
bırak! İyi bil ki kavmin, Senin için bütün Arap topluluklarına karşı koymayı
göze alacak değildir! Bütün Kureyş kabileleri ile Araplar, üzerlerine
çullanmadan önce onların seni hapsetmeleri gerekir! Böyle yapmaları, bütün
Araplar’a karşı savaşmalarından daha kolaydır. Ey kardeşimin oğlu! Ben, senin
getirdiğin gibi kötülük getiren bir kimse daha görmedim!”
Resulullah’ın konuşmasına fırsat
vermediler ve dağıldılar. Amcası Ebu Leheb’in sözleri, Resulullah’ın çok ağırına gitmişti. (Hz. Peygamber’e inkar
ve azgınlıkla en çok karşı gelen amcası Ebu Leheb olmuştur.)
Sabahleyin, Resulullah beni
çağırdı:
“Ya Ali! Şu adam, erken davranıp
önüme geçti de ben konuşamadan dağılıverdiler. Sen yine önceki akşam bizim için
yapmış olduğun kadar yiyecek ve içecek hazırla. Sonra da onları yanıma topla!”
Dediklerini yaptım. Abdulmuttalib
oğulları yine toplandılar. Hz.Peygamber, yemeği getirmem için beni yanına
çağırdı. Yemeği getirip önüne koydum. Yine eti parçaladı ve tabağın etrafına
dizdi ve
“Hadi yiyiniz! Bismillah!” dedi.
Hepsi doyuncaya kadar yediler ve içtiler. Vallahi, onların tümünü, onlardan bir
adam yiyip içebilirdi. Sonra konuşmaya başladı:
“Hamd Allah’a mahsustur! Ben Ona hamd ederim. Yardımı da Ondan dilerim. Ona inanır, Ona dayanırım. Şüphesiz, Allah’tan
başka ilah yoktur. O birdir, eşi ve ortağı yoktur.
Sizi, kendisine inanmaya davet
ettiğim Allah, öyle bir Allah’tır ki, Ondan başka ilah yoktur. Sizler, uyur
gibi ölecek, uykudan uyanır gibi de dirilecek ve yaptıklarınızdan hesaba
çekileceksiniz. İyiliklerinizin mükafatını görecek, kötülüklerinizin de
cezasını çekeceksiniz. İnsanlardan ilk uyardığım da sizlersiniz.
Ben sizi, söylemesi kolay, tartıda
ise ağır iki kelimeye davet ediyorum ki, o da “Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim de
Allah’ın kulu ve peygamberi olduğuma”
şahitlik etmenizdir.
Ey Abdulmuttalib oğulları!
Aranızdan kim bana yardımcı olmayı kabul eder?”
Hiç kimse ayağa kalkmadı. Hemen
ben ayağa kalktım. Yaşça orada bulunanların en küçüğüydüm. Resulullah,
“Sen otur!” buyurdu. Sorusunu üç
kere tekrarladı. Her defasında ben ayağa kalkıyordum. O da, “Sen otur”
buyuruyordu. Sorularının üçüncüsünden sonra
“Ya Resulullah! Bunların yaşça en
küçükleri ve en zayıfları olsam da ben sana yardımcı olurum!” dedim. Hepsi
sustular. Elini elimin üzerine koydu.
“İçinizden bu, benim kardeşim ve
vekilimdir. Sözlerini dinleyin ve itaat edin! Bu işe amcamsız, amcamın oğlu
varis oldu.” buyurdu. Davetliler gülüşerek ayağa kalktılar ve Ebu Talib’e,
“Bak, sana oğlunu dinlemeni
emrediyor. İtaat et!” dediler. Ebu Talib de, onlara cevap verdi:
“Bırakınız onu! Amcasının oğlu,
onun başına hayırdan başkasını getirmez.”
Yakın akrabanın İslam’a
çağrılmasının ardından sıra tüm Mekke’nin açıkça İslam’a davet edilmesine
gelmişti. Bununla ilgili emir de gelmekte gecikmedi.
“Artık sana emredilen şeyi açıkça
söyle ve müşriklere aldırma (onlara itibar etme)!
Andolsun ki, onların söyledikleri
şeylerle göğsünün cidden daraldığını biz biliyoruz.Hemen Rabbini hamd ile
tesbih et (“Sübhanallahi ve bihamdih” de) ve secde edenlerden ol.
Sana ölüm gelinceye kadar da
Rabbine ibadet et. (Hicr Suresi)
Peygamber nihayet tüm Mekke
halkına peygamberliğini açıklayacaktı. Araplar, bir tehlike durumunda
diğerlerini uyarmak için yüksekçe bir yere çıkarlar ve “düşman tarafından
kuşatıldık, sabah vakti gelip çattı, çarpışmaya hazırlanın” anlamına gelen
“Sabahah! Sabahah!“diye seslenirlerdi.
Peygamber’de Kabe’nin yakınında
bulunan Safa tepeciğinin üzerine çıktı ve “Ya Sabahah! Ya Sabahah!” diye
seslenmeye başladı. Bu, Araplarda alarm işaretiydi. Her an bir baskın korkusuyla yaşayan Arap
kabilelerinde bir tehlike parolası! Sesi işiten insanlar çevresine toplandılar.
Gelenler merak içinde, “Ey Muhammed! Ne
oldu, ne haber var?” diye soruyorlardı. Efendimiz konuşmaya başladı:
“Benimle sizin durumunuz, düşman
görünce ailesini uyarmak için koşan ve “Ya Sabahah!” diye bağıran adamın haline
benzer. Söyleyin! Ben, “şu dağın eteğinden atlılar var, sabaha baskına
uğrayacaksınız” desem, bana inanır mısınız?”
“Evet inanırız! Bugüne kadar senin
yalan söylediğini duymadık.”
“Öyle ise sizi, şiddetli bir azap
ile uyarıyorum. Yüce Allah, akrabalarımı, başlarına gelecek azapla uyarmamı
emretti. “La ilahe İllallah” demedikçe, ben size ne dünyada, ne de Ahirette bir
yarar sağlayabilirim.”
Amcası Ebu Leheb, Peygamberimize
atmak için eline bir taş aldı.
“Yuh sana! Bizi bunun için mi buraya
topladın!”dedi. Toplananlar ise söylenerek dağıldılar.
Yüce Allah ise elçisine moralini
bozmaması gerektiğini vahyediyordu.
“Seninle ve Kuran ile alay eden ve
Allah ile beraber başka bir tanrı tanıyanlara karşı biz sana yeteriz. Onlar
yakında (başlarına gelecek felaketleri) bilecekler.” (Hicr 95)
EZİYET VE İŞKENCELER
Yavaş yavaş İslam tarihinin Mekke
dönemini karakterize eden olaylar başlar. Başta Efendimiz olmak üzere bütün
Müslümanlar on uzun sene boyunca adeta kan kusacaktır. Hem de giderek artan bir
biçimde!
İlk saldırılar en yakın olanlardan
gelir. Bu konuda gerekli taktiği ise Muhammed düşmanlığının beyni durumunda
olan Ebu Cehil vermiştir:
“Muhammed’i kendi kendiyle meşgul
edin!”
Ebu Cehil, bu ismi almadan önce Ebul Hakem
olarak tanınmakta ve Mekke’nin ileri gelenleri arasında yer almaktaydı. Hakem
olarak anılmasının sebebi; tarafsız ve dürüst bir kişiliğe sahip olmasındandı.
Sonralarında İslam’a karşı amansızca ve düşmanca hareketleri sebebiyle Ebu
Cehil olarak isimlendirildi. Ticari bağları bulunan ve büyük bir serveti olan
Ebu Cehil’in hayatı İslamiyet düşmanlığı ile geçti. Bu bağlamda, kendisi
Müslüman olanları dinlerinden çevirmek için çeşitli işler yaptı. İtibarlı
kimseleri bunu kaybetmekle, ticaretle uğraşanları ise iflas ettirmekle tehdit
etti. Güçsüz ve kimsesiz olan insanları da İslam yolundan eziyet ederek
çevirmeye çalıştı.
Müslümanlara karşı nefreti
uygulamayı başlatanlar ise amca Ebu Leheb ve eşi Ümmü Cemil olur.
Peygamberimizin kızları Rukiyye ve Ümmü
Gülsüm Ebu Leheb’in oğulları Utbe ve Uteybe ile nişanlıdır. Utbe’ye Hz.
Muhammed’in kızını boşadığı takdirde Kureyş kabilesinden dilediği kızı seçmesi
teklif edilir. O da yapılan teklifi kabullenerek Ümeyye oğullarından güzel bir
kızı seçer. Hatta kızını boşadığı haberini, babası Ebu Leheb’in kışkırtmasıyla,
Hz. Muhammed’in yakasını çekiştirip, yüzüne tükürerek verir. Hakaretin bu
derecesine dayanamayan efendimiz ise ona “Allah sana bir itini musallat etsin!”
der.Ticaret için Şam yolunda oldukları ve mola verdikleri bir gece kamp yerini
basan bir aslan tarafından parçalanır. Son sözleri:
“Ben size Muhammed insanların en
doğru sözlüsüdür, dememiş miydim?” olur.
Aynı girişim en büyük kızı
olan Zeyneb için de gündeme gelir. O,
Ebul As ile evlidir. Babasının peygamber olmasından bir sene önce
evlenmişlerdir. Ebul As, Utbe ile Uteybe’den farklı bir kişiliğe sahiptir.
Bütün baskılara göğüs gerer, bütün göz alıcı tekliflere dudak büker ve eşi Zeyneb’ten ayrılmayı kabul etmez:
“Ben eşimi boşamayacağım” der ve
ekler, “o dünyanın en güzel kadınıdır.”
Ama karısının sözüne uydu
denilmesinden ve kılıbık bir erkek olarak görülmesinden endişe ettiği için ne
yazık ki Müslüman da olmaz.
Efendimiz için kızlarının
boşanması sadece işkencelerin başlangıç
olur. Ebu Leheb tarafından sabahları evinden çıkarken sık sık taşa tutulur.
Öyle ki o sıralarda arkasına siper aldığı kaya yüzyıllar boyunca Mekke’de
bilinmeye devam edecektir. Kaderin cilvesi, kapı komşusudurlar. Kureyş’in başka
azgınları ile birlikte sık sık efendimizin kapısı ve kapı önü, geceden dışkı
ile sıvanır. Sabah kapısını açar açmaz ilk karşılaştığı şey amca Ebu Leheb’in
ve arkadaşlarının o gece ki marifetleri olur. Bu olay o kadar çok tekrarlanır
ki efendimiz, yüksek bir duvar örerek onların evleriyle kendisinkinin arasını
iyice ayırmak zorunda kalır. Abdest almak için kullandığı çömleğin içine koyun
dışkısı doldururlar. Namaz kılarken de aynı şeyi doğrudan üzerine atarlar.
Bazen de evinin avlusunda yemek pişirilirken aynı şeyleri yemek tenceresinin
üzerine atarlar. Bütün bu saldırılar karşısında Hz. Muhammed’in tek
yapabildiği, aradaki akrabalık bağını hatırlatarak:
“Ey Abdimenaf oğulları! Bu nasıl
komşuluk?” demekten ibaret kalır.
Ümmü Cemil ise geceleri
efendimizin geçeceği yollara diken
serper. Ebu Leheb’in kinini, öfkesini her fırsatı kullanarak körükler. En
sonunda “Tebbet” suresinde kendisine de
özel bir yer ayrılıp, “odun hammalı” olarak vasıflandırıldığını öğrendiğinde
eline irice bir taş alıp, efendimize vurmak için Kabe’yi basar fakat karşısında
durduğu halde bir türlü O’nu göremez, gözü dönmüş bir şekilde dolanır durur.
Hz. Muhammed’e acı çektirme
uğrunda hiçbir ahlak kuralı tanımazlar. Vicdanları ise zaten yoktur. İslam’ın
muhatabı da vicdanlı insandır. Efendimizin ilk doğan çocuğu Kasım’dan sonra
Abdullah’ın da peygamberlik yılları içinde vefat edip hiç oğlu kalmamış olması
bile onlar için sevinmeye bir fırsat olur. Efendimize soyu kesilmiş anlamında “Ebter” diye isim
takar, evlat acısıyla bile alay ederler. Bunda da başı çeken amcası Ebu Leheb
olur. Küçük Abdullah’ın vefat haberini alınca sevinç içinde diğer putperestlere
koşar, müjde verir: “Muhammed bugün oğulsuz kaldı” der ve ekler, “Kökü
kazındı!”
Rabbi ise üzüntü içerindeki
elçisine “Kevser” suresini indirir, onu teselli eder.
Yine o günlerde Dimad isminde, işi
akıl hastalarına tılsımlı sözler okumak olan biri Mekke’ye gelir. Kureyşliler
Dimad’ı efendimize gönderir: “O’na da oku!” derler, “belki sayende şifa bulur,
aklını başına toplar.” Dimad, becerisinden emin olarak cevap verir: “Ben ona
bir okuyayım hiçbir şeyi kalmaz!” der. Yanına gittiğinde, Hz. Muhammed’e ilk
sözü:
“Ey Muhammed! Ben hastalara okur,
onları iyileştiririm. Ne dersin sana da okuyayım mı?”Efendimiz bütün sükuneti
ve ciddiyetiyle tılsımcıya seslenir:
“Hamd (yücelik) ancak Allah’a özgüdür!” der ve devam eder.
“O’na hamd eder, O’dan yardım dileriz. Allah kimi doğru yola iletirse artık onu
kimse saptıramaz. Kimi de saptırırsa onu kimse doğru yola yöneltemez. Ben
tanıklık ederim ki, Allah’tan başka hiçbir ilah
yoktur. O, birdir, ortağı yoktur. Yine tanıklık ederim ki, Muhammed,
O’nun kulu ve elçisidir.” Dimad duyduğu bu sözler karşısında afallamıştır:
“Şu sözleri bir daha tekrar
edebilir misin?” der şaşkınlıkla. Ve onları efendimize tam üç kez tekrar
ettirir. Sonra da:
“Ben birçok kahin, sihirbaz ve
şairlerin sözlerini duydum. Senin sözlerinin bir benzerini ise onların
hiçbirinden dinlemedim. Bu sözler insanı denizlerin dibine bile ulaştırır. Ey
Muhammed! Uzat elini sana iman edeyim!”Güya efendimizi yolundan döndürmek için
gönderilen Dimad ilk Müslümanlardan olur.
Fakat o günlerde bu gibi olaylar,
kızgın çölde insanın yüzüne düşen birkaç damla su gibidir. Efendimize ve O’na
inananlara uygulanan baskı ve zulüm şiddetini her gün biraz daha arttırır. Bu
zalimlerin içinde öyle biri vardır ki onun yanında amca Ebu Leheb bile insaflı
kalır. İsmi tarihte kinin, vahşetin, cehaletin ve din düşmanlığının simgesi
haline dönüşüp, ebedileşecektir. Bu insan Ebu Cehil’dir. Evlenmeyi çok istediği Hatice’nin kendisinin yerine Muhammed’i eş
olarak seçmiş olmasından derin bir nefret duymaktadır. Bu yeni din olayı
yüzünden efendimizin bütün Kureyş ile karşı karşıya gelmiş olması Ebu Cehil
için arayıp da bulamayacağı bir fırsat olur. Yılların kini ile yüklenir. Kin ve
düşmanlığı sadece O’na da değil bütün Müslümanlara da yöneliktir. İnkarının
temel nedeni kibirdir ve kıskançlıktır. İslam’ın açıktan tebliğ edilmeye
başlandığı ilk günlerde tavrını ve kibrini net bir biçimde ortaya koyar.
O günlerde efendimiz ile Mekke’de, bir sokakta karşılaşırlar.
Efendimiz, “Ey Ebu’l-Hikem!” der, “Ben seni Allah’a davet ediyorum!”
Ebu Cehil “Muhammed! Sen bizim
tanrılarımızı kötülemekten vazgeçmeyecek misin? Sen bizden yarın Allah katında
elçilik görevini yaptığına dair tanıklık etmemizi istiyorsan, söz, sana
tanıklık ederiz. Yemin olsun ki bu anlattıklarının gerçek olduğunu bilseydim
sana iman ederdim. Fakat bir şey beni, sana iman etmekten alıkoyuyor. İçimizden
Kusay oğulları (Hz. Muhammed’in soyu) ‘Hicabet’ (Kabe’nin anahtarlarını
bulundurmak) onuru bizimdir dediler, evet dedik. ‘Sikayet’ (Hacılara su
dağıtmak) onuru bizimdir dediler, evet dedik. ‘Nedved’ (Mekke’nin yönetimi ile
ilgili toplantıları organize etme) onuru bizimdir dediler, ona da evet dedik.
Sonra ‘Liva’ (Savaşta bayrağı taşıma ve orduya komuta etme) onuru bizimdir
dediler, ona da evet dedik. Ve şimdi bizden bir de peygamber çıktı diyorlar.
Allah’a yemin ederim ki ben buna da evet demeyeceğim!”
Kısacası kibiri imanına perde
olur. Kibri Muhammed gerçeğini görmesini engeller. O, Muhammed’i bir peygamber
olarak göremedi, hep Ebu Talib’in yetimi
Muhammed’i gördü.
Bu düşmanlık her gün biraz daha
artarak kısa sürede aklı zorlayan, vicdanları yaralayan boyutlara ulaşır. Hem o
sıralar Muhammed’e ve Müslümanlara saldırmak, kişiye Kureyş içerinde oldukça
prim kazandıran bir davranış haline dönüşür. Ebu Cehil öğünerek, etrafına hava
atar:
“Muhammed’in yüzünü yere
değdirerek (secde ederek) namaz kıldığını gördünüz mü? Bunu yapmayı O’na yasak
ettim! Ve Lat ile Uzza üzerine yemin ederim benim emrimi dinlemeyecek olursa,
yüzü yerdeyken ayağımı ensesine bastırıp yüzünü yerlerde sürteceğim!” Çok
geçmez, yeminini yerine getirme fırsatını yakalar. Efendimiz Kabe’de namaz
kılmaktadır. Meraklı bakışların önünde hışımla üstüne yürür. Tam ayağını
kaldırdığı sırada elleriyle yüzünü perdeleyip, dehşet içinde geri çekildiği
görülür. Yüzü korku içinde bembeyaz olmuştur:
“Benimle O’nun arasında” der,
“ateşle dolu bir hendek, dev kanatlar ve korkunç şeyler belirdi!” Kaderin
kendisine çizdiği sınırı zorlamış ve Cehennem’le karşılaşmıştır. Sonra bu olayı
anlatan bir vahiy iner efendimize.
“Namaz kıldığı zaman, bir kulu
engelleyeni gördün mü?
Gördün mü (ne dersin?), ya o (kul) doğru yolda
olur,
Veya kötülüklerden sakınmayı emrederse?
Gördün mü, ya bu (adam, hakkı) yalanlar,
yüzçevirirse,
O adam, Allah’ın kendini gördüğünü hiç
bilmiyor mu?
Hayır, hayır! Eğer o, bu davranışından
vazgeçmezse, and olsun ki biz, onu perçeminden, o günahkâr ve yalancı
perçeminden tutup cehenneme sürükleriz.
O zaman o taraftarlarını yardıma çağırsın.
Biz de Zebanileri çağıracağız.
Hayır, sakın onu dinleme de, secde
et ve yaklaş!” (Alak Suresi)
Başka bir defa da yine secde de
iken efendimizin başını taşla ezip, O’nu
öldürmeye kalkışır ve aynı olay bir kez daha yinelenir. Bu yıllar içindeki
Muhammed - Ebu Cehil çatışması İslam’ın sadece inanç ve ibadet boyutuyla
sınırlı kalmaz. Toplumsal bir karakter de kazanır. Efendimiz, Ebu Cehil’in
kimsesiz ve yoksul insanlar üzerindeki zulmü nedeniyle de onun karşısına
dikilir. Sadece bir ahiret peygamberinin ötesinde dünyadan da sorumlu olduğunu
sergiler. Hem de maddi açıdan en zayıf olduğu dönemde ve en zor koşullar
altında!
Çölden gelmiş yalnız bir bedevi
Ebu Cehil’e mal satar, parasını ise alamaz. Kendisine sürekli “bugün git, yarın
gel” denir ve en sonunda Ebu Cehil’den hakkını almaktan ümit kesen bedevi,
Kabe’de oturmakta olan Kureyş ulularına giderek durumunu anlatır, onlardan
yardım ister. Garip bir bedevi için devrin otoritesi Ebu Cehil’le çatışmayı kim
göze alabilir ki? Yardım yerine bedeviyi alaya alırlar. Ciddiyetlerini hiç
bozmadan az ötede oturmakta olan efendimiz Muhammed’i göstererek:
“İşte” derler, “senin hakkını Ebu
Cehil’den ancak şu adam alabilir!” Kendisine oynanan oyundan habersiz zavallı,
ümitle efendimizin yanına gider, derdini
anlatır. Efendimiz bedeviyi ve arkada birbirlerini dürterek gülen Mekkelileri
bir kez süzer“Düş arkama” der, bedeviye “gidip, paranı, Ebu Cehil’den alalım!”
Kureyş’in uluları bu durum karşısında ellerini ovuşturarak “Bugün bize iyi bir
eğlence çıktı.” derler. Hz. Muhammed önde, bedevi O’nun peşinde ve “eğlence
meraklıları” da en geride, hep beraber Ebu Cehil’in evine varılır. Kapıyı
efendimiz çalar. Kapıyı açan Ebu Cehil şaşkındır. Efendimiz ona sadece:
“Öde bu adamın parasını!” der.
Karşısındaki hiç yanıt vermeden içeri döner ve az sonra bedevi alacağını tahsil
etmiş olur. Bu kez şaşkınlık sırası
“Kureyş’in uluları”na gelir. Bir araya geldiklerinde Ebu Cehil’e merakla
sorarlar. “Neden” derler, “Muhammed’in sözünü ikiletmedin?” Ebu Cehil, zavallı
bir biçimde cevaplar meraklıları: “O sırada yanında azgın bir deve gördüm. Az
daha beni yiyecekti!”
***
Mekkeli müşriklerin Efendimize
yaptıkları eziyet ve işkencelerin hiçbiri O’nu İslamı anlatmaktan
alıkoyamıyordu. Üstelik, hamisi-koruyucusu amcası Ebu Talib de yaptıklarına ve
söylediklerine karşı çıkmıyor, aksine onu tüm engellemelere rağmen koruyordu.
Müşrikler, başka yollar deniyorlardı her defasında. Müşriklerin ileri
gelenlerinden on kişi, EbuTalib’e “Yeğenin putlarımızı ve dini inançlarımızı
kötüledi, akılsız olduğumuzu, babalarımızın, dedelerimizin yanlış yolda gitmiş
olduklarını söyleyip durdu. Şimdi sen, ya onu bunları yapmaktan ve söylemekten
alıkoy veya aradan çekil.” diyerek yine geldiler.Bir tarafta kavminin gelenek
ve âdetleri, diğer tarafta yeğenine karşı olan samimi sevgisi karşısında
ikilemde bırakıyorlardı amcayı.
“Sen bizim yaşlı ve ileri
gelenlerimizden birisin. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmek için sana müracaat
ettik. Fakat sen istediğimizi yapmadın. Vallahi, artık, bundan sonra onun
babalarımızı, dedelerimizi kötülemesine, bizi akılsızlıkla itham etmesine,
ilahlarımıza hakaretlerde bulunmasına asla tahammül edemeyiz. Sen, ya onu
bunları yapıp durmaktan vazgeçirirsin, yahut da iki taraftan biri yok oluncaya
kadar onunla da seninle de çarpışırız.” diye ultimatomda bulunuyorlardı.
Yaşlı amca tehlikeli bir durumla
karşı karşıya bulunduğunun farkındaydı. Kavmi tarafından terk edilmek
istemezdi. Ama, yeğeninden de vazgeçemezdi. O halde ne yapabilirdi? Derin derin
düşündükten sonra, efendimizi yanına çağırarak yalvarırcasına,”Kardeşimin oğlu,
kavminin ileri gelenleri bana başvurarak senin onlara dediklerini bana
arzettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından
kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri
söylemekten artık vazgeç.” dedi.
Durum oldukça hassastı. Bir bakıma
o güne kadar kavmi içinde kendisine tek hamilik eden Ebu Talib’di. O da mı
kendisini himayeden vazgeçecekti?
Bu teklifle karşı karşıya kalan
Efendimiz bir süre mahzunlaştı. Sonra, gerçek muhafızının, hamisinin Allah
olduğunu bilmenin inancı içinde amcasına cevabı kılıç kadar keskin, kayalar
gibi sert ve kesin oldu:
“Bunu bilesin ki, ey amca! Güneşi
sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden
vazgeçmem. Ya Allah, bu dini hakim kılar, yahut ben bu uğurda canımı veririm.”
***
Efendimize eziyet etmeyi, çile çektirmeyi kendine görev
bilen tek Mekkeli elbette Ebu Cehil değildir. Her zalim ve güçten yana tavır
almaktan başka bir değer ölçüsüne sahip olmayan zayıf ve alçak kimlikteki
kişilikler o günlerde kendini apaçık
belli ederler. Başta Hz. Muhammed olmak üzere bütün Müslümanlar onlar için
hedeftirler. Cesaret edip, şimdilik, denemedikleri tek şey efendimizi öldürmeye
kalkışmaktır. Onları Ebu Talib’e
duydukları saygı/korku ve Kureyş içinde bir kan davası başlatma endişesi durdurmaktadır. Ama sadece o kadar!
Lakin bunun dışında on sene boyunca öyle günler yaşanır ki
efendimiz bunları daha sonraları
“Andolsun hiç kimse aynı nedenle korkutulmazken ben Allah yolunda
olduğum için korkutuldum. Hiç kimse aynı nedenden ötürü eziyet görmezken, ben
Allah uğrunda eziyete uğradım. Üzerimden öyle bir otuz gün ve gece geçti ki,
benim de Bilal’in de canlı bir kimsenin yiyebileceği-Bilal’in koltuk altında
gizleyebildiği az bir şeyden başka-hiçbir şey yoktu.” diye anlatmıştır.
Bütün insanlık dışı baskı ve
eziyetler karşısında, dayanabildiği tek insani sığınak, eşi Hatice annemizdir. Hz. Hadice hem karı-koca,
hem peygamber-ümmet, hem öğretmen öğrenci ve hem de arkadaş ve birbirlerine
destek, yoldaştırlar. Hz. Hatice, O’nu güçlendirmiş, yükünü hafifletmiş ve onun
mutlak doğru söylediğine inanmıştı.
Süreç içerisinde her Müslüman
değişik ölçülerde Müslüman oluşunun bedelini öder. Mekke yıllarından baskı ve
eziyetten kendini koruyabilen hiç kimse olamaz. Köle ya da Kureyş’ten olmayan,
dolayısıyla kendisini savunabilecek bir soya sahip bulunmayan zavallılar için
yaşadıkları baskı ve eziyet tahammül boyutlarını çok aşar. Yaşanılanlar
kelimenin gerçek anlamıyla adeta bir işkence ve sadizm gösterisine dönüşür. On
sene boyunca çok sayıda insan Müslüman olduğu için ya sakat bırakılır, kör edilir
veya öldürülür. Fakat sadist putperestler bütün zalimliklerine rağmen bir şeyin
farkında değildirler. Hak eziyet gördükçe kuvvetlenir. Demirin çeliğe dönüşmesi
gibidir. İslam’ın kaderi de işte tam bu noktada
belirginleşecektir.
O günler çile günleridir. İşte o
çile dolu günleri anlatmak adına Yasir ailesinden bahsetmemek olmaz. Yasir
ailesi, köle değildir ama Kureyş’e de mensup değildir. Yani onları Mekke’de
koruyup, kollayacak hiçbir yakınları bulunmamaktadır. Zengin de değildirler.
Mekke yönetiminin hoşuna gitmeyeceğini bildikleri halde Müslüman olmuşlardır.
Müslümanlıkları da alenidir, bilinmektedir. İşte bütün bu durum Yasir ailesini
putperest sadistler için ideal bir hedef haline getirir. Yaşlı baba Yasir, anne
Sümeyye ile genç oğulları Ammar ve Abdullah’tan oluşan bu ailenin belalısı Ebu
Cehil’dir. Aile, öğlenin en sıcak zamanında güneşin kızdırdığı Mekke
kayalıklarına sırt üstü yatırılır ve akla gelen her tür işkence kendilerine
uygulanır. Bunlardan birinde efendimizin yanlarına geldiğini gören yaşlı Yasir,
acılar içerisindeyken dayanamayıp sorar. “Allah’ın Elçisi! Günler hep böyle
işkenceli mi olacak?” Efendimiz elinden bir şey gelmemesinin çaresizliğiyle
alabildiğine üzgündür.
“Sabredin Yasir ailesi!” diyebilir
sadece. Sonra da Allah’a yönelir: “Allah’ım Yasir ailesini bağışla, zaten
mutlaka bağışlamışsındır!” İşkence
sürecinin sonunda baba Yasir, Ebu Cehil tarafından oklanarak öldürülür. Sonra
da oğul Abdullah! Sıra anne Sümeyye’ye gelir. Yaşlı bir kadındır Sümeyye.
“Sen Muhammed’e aşık olduğun için
Müslüman oldun!” diyerek iftira dolu yakıştırmada bulunur Ebu Cehil. Fiziki
işkence ve hakaret, aşağılama bir arada uygulanmaktadır putperestlerce. En
sonunda da gözü tamamen dönen Ebu Cehil, bu yaşlı kadının bir ayağından bir
deveye, diğer ayağından da başka deveye bağlanmasını emreder. Develer aksi
yönlere doğru kırbaçlanır. Yaşlı kadının kemikleri çatırdamaya başlar, vücudu
parçalanmak üzeredir. Fakat sadist Ebu Cehil, daha fazla beklemez karşısındaki
görüntünün verdiği coşkuyla, elindeki mızrağı Sümeyye anaya saplar ve sonra da
yukarı doğru çekerek bütün gövdesini parçalar. O da şehit olur. İslam’ın ilk
kadın şehidi… İmanlı kadın dünyadan
ayrılırken son sözleri çıkar dudaklarından; “Allah, birdir, Muhammed de O’nun
kulu ve elçisidir.”
Son sırada ailenin son bireyi,
Ammar vardır. O da günün en sıcak saatlerinde Mekke’nin, “Ramda” ismi verilen
kayalıklarına götürülür. Demir bir gömlek giydirilip, vücud yağları eriyinceye
kadar yakıcı güneş altında tutulur. En sonunda ne söylediğini bilemeyecek hale
gelir. Aynı şey günlerce tekrarlanır. Bazen de sırtı ateşle yakılır. Ateşin
sırtında bıraktığı izler ölünceye dek kapanmaz. Ona uygulanan başka bir işkence
metodu da, güneşin altında göğsüne ağır kaya parçaları konmasıdır. Bazen de
boğulacağı ana kadar suya batırılır. Bu işkencenin yapıldığı sırada efendimiz
onun yanına gelir. Delikanlı Ammar, takatince hıçkırıklarla ağlamaktadır.
Ammar’ın hali O’nun içini acıtır. Elini Ammar’ın gözlerine sürer ve kulağına:
“Bir daha inançsızlar seni suya
batırıp, onların putlarına tekrar döndüğünü söylemeni isterlerse, sen de
istediklerini söyle ellerinden kurtul!” diye fısıldar. Birkaç gün sonra Ammar kendisine verilen izni
kullanır. Haber, Mekke’de hızla duyulur. Müslümanlar üzülmüştür. Hz. Muhammed’e
gelip “Allah’ın Elçisi!” derler,”Ammar, dininden dönmüş!” “Hayır! Ammar, tepesinden tırnağına kadar
iman ile doludur! İman onun etine, kanına işlemiştir!” Bir süre sonra da
Ammar’ın kendisi çıka gelir. Yine ağlamaktadır ama bu kez acıdan değil suçluluk
duygusu ve pişmanlıktan… Efendimiz onun gözyaşlarını siler.
“Allah’ın Elçisi! Sana sövmedikçe ve onların
putlarının senin dininden daha üstün olduğunu söylemedikçe beni bırakmadılar!”
Efendimiz sorar. “Onların istediklerini söylerken kalbin nasıldı?” “Allah’a,
sana ve dinime olan bağlılığım, demirden bile daha sağlamdı.”
“Öyle ise senin için çekineceğin
bir şey yok! Ammar! Aynı duruma bir daha düşersen yine aynı şekilde kendini
kurtarabilirsin!” Ammar’ın başına gelenler, ayet inmesine neden olur ve o
günden kıyamete kadar aynı koşullarla karşılaşan Müslümanlar için Allah
tarafından bir çıkış kapısı açılır.
“Kalbi imanla dolu olduğu halde
dinden dönmeye zorlanan hariç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr edip,
gönlünü inançsızlığa açarsa, onların üzerine Allah’tan bir gazap ve büyük bir
ceza vardır.” (Nahl Suresi)
O gün efendimizin Yasir oğlu
Ammar’a son sözü “Allah, anneni katledenleri kahretsin!” şeklindedir. Duanın
kabul vadesi ise Bedir gününedir!
Mekke zalimlerinin işkencelerine
maruz kalmış bir başka İslam’ın sembol isimlerinden birisi de Rebah oğlu Bilaldir. Kendisi Mekke’nin en
kibirli aristokratlarından Halef oğlu Ümeyye’nin oniki kölesinden biridir.
Görevi ise , Ümeyye’nin özel puthanesinin bekçiliğidir.O günlerde Müslümanlığını
gizlemeyip açığa vurabilen yedi kişiden de biridir. Üstelik Kabe’deki putlar
hakkında da ileri geri konuştuğu duyulur ve bir gün de bekçisi olduğu putların
hepsini secde durumuna getirip, yüz üstü yere yatırır ve yaptığını inkar etmez
de. Başlarında Ebu Cehil olduğu halde Kureyş’in uzman işkence ekibi tarafından,
sahibi Ümeyye’den teslim alınır, Bilal.
“Zaten beş para etmez zenci bir
köle” der, Ümeyye, “alın sizin olsun. Ne yaparsanız yapın!” Bilal Ebu Cehil’in
insafına terk edilmiştir. Yani Cehil’in hiç sahip olmadığı şeye!
Açık sözlülüğünün bedeli Bilal için çok ağır olur. Ona da Ammar gibi
Ramda kayalıklarında, kızgın güneşin altında ağır kaya parçaları yüklenir, o da
bir gün bir gece susuz bırakıldıktan sonra üzerine demir gömlek giydirilip,
vücut yağları eritilir. Boynuna bir ip takılıp, çocukların ellerine teslim
edilir ve Mekke sokaklarında alay, hakaret, tükürük ve taş yağmuru altında
sahipsiz bir sokak hayvanı gibi koşturulur, tekmelenir. Ancak bunların hiç biri
Bilal’i yıldırmaz. Kendisine teklif edilen, putlara iman ve Hz. Muhammed’i
inkar sözlerine direnir.
“Dilim onlara dönmüyor!” diye
cevap verir. Bilal’in dili gerçekten dönmez ama sadece “Ş”lere onları “S”
olarak telaffuz eder. Mekkeli sadistler hırslarından çıldıracak gibi olur,
işkence son haddine ulaştığında Bilal canının acısını “Ah! Of!” gibi ünlemlerle
asla dışarıya vurmaz. Bu kadarcık bile olsa, zalim sadistleri sevindirmez. Ama
o da bir insandır kendini tutamadığı anlarda ciğerinin bütün gücüyle “Ehad!”
(Allah Bir!) diye bağırır. İçinin yangınını dışarıya ancak o şekilde vurur. Batha’nın, Ramda’nın kayalıkları zenci köle
Bilal’in “Ehad! Ehad!” haykırışlarıyla çınılar. Haftalar, aylar boyu sürer
işkenceler. Öyle günler yaşanır ki Müslüman oldukları için sahiplerinden ya da
Ebu Cehil’in uzman ekibinden işkence gören kölelerin hepsi, efendimizin verdiği
izne dayanarak, işkencecilerin istediklerini söyler, sadece Bilal hariç! O
kölelere Bilal de aralarında olduğu halde toplu olarak işkence yapıldığı
günlerde akşam olup da hava karardığı ve işkenceciler yorulup işin devamı
ertesi güne bırakıldığı zamanlarda her zavallının, kendisi ziyaret edip, birkaç
yudum su veren, sırtına ıslak bir bez koyan, ailesinden birileri olur, sadece
Bilal hariç, onun hiç teselli edeni olmaz. Bilal, akşamları da yalnız geçirir.
Nihayet zenci köle Bilal’in çilesi mutlu biter. Mekke putperestlerinin elinde
işkence görmekte olan altı köleyle birlikte Rebah oğlu Bilal de Ebubekir tarafından sahibi Halef oğlu
Ümeyye’den satın alınıp azad edilir. İslam’ı tercih edişi, aylarca işkence
görmesi bir yana bırakılırsa, Bilal’e dünyada da büyük bir ödül kazandırır.
Özgürlüğüne kavuşturur. Ebubekir ile Ümeyye arasındaki pazarlık ise ilginç bir
seyir takip eder. Ümeyye Bilal için on altın ister, Ebubekir’den ve o da kabul
eder. İş bittikten sonra Ümeyye, pişkin pişkin:
“Pazarlık etseydin bu siyah köleyi
bir altına da bırakacaktım”der. Kendince Ebubekir’i duyarlılığına pişman etmeye
çalışır. Fakat Ebubekir’in gülerek verdiği yanıt Ümeyye’nin içine oturur. “Sen
derdine yan! Eğer onun için yüz altın da isteseydin gözden çıkarmıştım,
verecektim.”
Bu dönem içinde Ebubekir,
servetinin büyük bölümünü işkence gören Müslüman köleleri özgürlüklerine
kavuşturmak için harcar. Kadın ve erkek toplam yedi kişidir bunlar. Bu uğurda
babası Ebu Kuhafe’yle bile karşı karşıya gelir. Ebu Kuhafe hala bir putperesttir
ve oğlunun yaptığı şeyin gerçek nedenini anlayabilme bilincinden de uzaktır.
Sadece Allah rızası ve Müslüman kardeşliği için koca bir servetin harcanmasını
aklı alamadığından oğluna çıkışır:
“Görüyorum ki” der, “bazı zayıf,
işe yaramaz köleleri azad edip duruyorsun. Bari ihtiyaç duyduğunda işine
yarayacak, zor zamanında yanında yer alıp sana güç katacak, kuvvetli adamları
azad etsen!”
“Babacığım!” diye cevap verir,
Ebubekir, “Ben bununla kendimi güçlendirmek değil Rabbimin rızasını kazanmak
istiyorum!” Baba Ebu Kuhafe gene anlamaz, sadece dudak büker.
Bilal’in Ebubekir tarafından
özgürlüğüne kavuşturulma haberinin Müslümanlar arasında veriliş biçimi ise
Efendimizin devrimi’nin daha ilk
yıllardan itibaren kurulu toplumsal düzeni ve egemen eşitliksiz yargıları
dönüştürmede ne kadar etkin olduğunun bir delilidir. Müslümanlar birbirlerine
“Ebubekir Bilal ‘i özgürlüğüne kavuşturmuş!” diyerek olayı haber verirler.
Mekke zalimlerinin en amansız
işkencelerine uğrayanlardan biri de azadlı köle Ered oğlu Habbab olur. Bir
demirci köledir, Habbab. Ona da artık standart yöntem olan Ramda kayalıklarında
demirden gömlek giydirilip, kızgın güneşe bırakma cezası uygulanır. Farklı
olarak da çıplak vücudu dikenler içinde sürüklenir. Bir gün yere ateş korları
döşenir ve Habbab boylu boyunca onların üzerine yatırılır. Yıllar sonra bu
olayı “Allah’a yemin olsun ki” diyecektir, “o gün, o korlar ancak sırtımdan
akan etimin yağlarıyla söndü!”
Habbab o işkence dolu günlerin
hatırası olan yumruları ölünceye kadar sırtında taşır. Eski sahibesi Ümmü
Enmar, Habbab’a sahip çıkan kimse olmayacağını bilmenin güveni ile ateşte
kızdırılan demirlerle onun başını dağlar.
İşkencelerde erkek, kadın ayrımı
gözetmez zalimler. Özellikle köle kadınların payına, bu zulüm sağanağından
büyük bir pay düşer. İşte onlardan birinin ismi Zinnire’dir. Bizans kökenli bir
cariye olan Zinnire ilk iman edenlerdendir.Kolları iki yana düşüp, öldü
zannedilecek hale gelene kadar boğazını sıkarlar. Ebu cehil, yaptığı
işkencelerle bu mazlumun kör olmasına neden olur. Sonra da pişkin bir
tavırla,“Gördün mü?” der, “Lat ve Uzza senin gözlerini kör etti!” Zinnire, öyle
bir anda bile imanıyla konuşur. “Hayır!” diye yanıt verir. “Senin putların
hiçbir şey yapamaz. Hiçbir zarar ya da yarar veremezler. Bu, göklerde verilmiş
bir karardır. Dilerse benim Rabbim bana gözlerimi geri verecek gücü olandır!”
Nihayetinde Zinnire’ de Ebubekir tarafından satın alınıp, özgürlüğüne
kavuşturulur.
Lübeyne de bir cariyedir. O da
henüz iman etmemiş olan Ömer’den çeker. Öldüresiye Lübeyne’yi döver ve
yorulunca da onunla alay eder. “Senden özür dilerim.” der, “Sadece yorulduğum
için ara verdim. Biraz dinleneyim tekrar devam ederim.” Lübeyne’nin de imdadına
Ebubekir yetişir.
İşkence yüzünden gözlerini
kaybeden kadınlardan biri de Guzeyye’dir. Diğerlerinden farklı olarak o, özgür
bir kadındır. Devs kabilesine mensuptur. Erken bir tarihte Müslüman olan
Guzeyye, dinini gizler ve ticaret bahanesiyle Kureyş kadınları arasına karışıp,
İslam’ı anlatır. Fakat bir süre sonra eylemleri belirlenir ve o da Ebu Cehil’e
teslim edilir. Ağır işkencelere uğratıldıktan sonra da Mekke’den sürülür. Kendi
kabilesi olan Devs’e sığınır. Fakat bu, Guzeyye için her şeyin daha da
kötüleşmesi demek olur. Kureyş egemenlerine yaranma isteğiyle Devsliler de bu
hanımefendiye işkenceye başlarlar. Guzeyye kendi kabilesi tarafından kör
edilir. Yine de yılmaz, İslam’ı anlatmaya bütün azmiyle devam eder. Sonunda kazanan Guzeyye olur. Yıllar sonra
onun çalışmaları sonunda nihayet bütün Devs kabilesi İslam’ı kabul edecektir.
İşkenceye uğrayanlardan biri de
Bizans kökenli azadlıı kölelerden Sinan oğlu Süheyb hafızasını yitirir, ne
dediğini anlamaz bir hal alır.
Ebu Fükeyhe, Ümeyye tarafından
ayağından bir iple taşların üzerinde sürüklenerek Ramda işkenceliğine
götürülür. İşkence sırasında efendisi Ümeyye, yanlarından geçmekte olan bir
“Cual” (osurgaç) böceğini göstererek: “Benim rabbim şu ‘Cual’ böceğidir de,
seni bırakayım.” Ebu Fükeyhe,
Müslümanlık izzet ve onuruyla “Benim Rabbim Allah’tır.” der. “Beni de yaratan,
seni de yaratan O’dur. Cual böceğini de O yaratmıştır.” Ümeyye deliye döner.
Ancak öldüğünü zannederek Ebu Fükeyhe’yi bırakır. Onu da Ebubekir kurtarır.
Fakat Hz. Ebubekir bile zulüm o
boyuttadır ki kendisini baskı ve eziyetten tamamen koruyacak halde değildir.
“Kureyş Aslanı” denen Mekke’nin belalılarından Huveylid oğlu Nevfel, Ubeydullah
oğlu Talha ile ikisini namaz kılmalarına engel olmak için iple birbirlerine
bağlar. Nevfel’in korkusundan kimse
onları çözmeye cesaret edemez. Bu halleri onlara yaşam boyu devam edecek bir
unvan kazandırır. “Ayrılmaz iki arkadaş” anlamında “Karineyn” denilir
kendilerine. Talha, kendi ailesinden bile zulüm görür. Öz kardeşi Osman
yetmezmiş gibi annesi Saba bile onu Kabe’nin yanında elleri boynuna bağlı, öz
oğluna küfürler ve lanetler okuyarak önüne katar, aşağılar.
Avvam oğlu Zübeyr’e, amcası
tarafından işkence yapılır. Amca Nevfel, son metot olarak, yeğenini bir iple
bağlayıp bir hasırın içine sarar ve ikisini birlikte bir duvara asar. Sonra da
altından hasırı ateşe verir, Zübeyr dumandan boğulacak gibi olur. Gün bitimine
kadar yanmış hasırın içinde duvarda asılı kalır. Bu orijinal işkence
bittiğinde, derisi dumandan simsiyah olmuş, gözleri de dumanın etkisiyle nar
gibi kızarmıştır.
Osman da yine kendi amcası
tarafından aynı cezaya uğratılır. Herkes bir şekilde zalimlerin işkencelerine
düçar olurlar. Fakat bütün bunlar putperestleri istedikleri sonuca götüremez.
Anlık sarsıntılar hariç Müslümanların cesaretleri, gayretleri ve inançları asla
zayıflamaz. Tam aksine güçlendikçe güçlenir. Mekke putperestleri kendilerini bu
şanlı direniş karşısında çaresiz hissetmeye başlarlar. Bu gerçeğin bir kanıtı o
günlerde Mesud oğlu Abdullah’ın Kabe’de Kuran okuması olur. Ufak tefek biridir
Abdullah. Üstelik kendisini koruyacak güçlü akrabaları da yoktur. Kabe’de ilk
defa açıkça Kuran okuyan Müslüman olma onuruna sahip olmak ister. Arkadaşları
kendisini vazgeçirmeye çalışırlar ama boşuna. Bir sabah Kabe’nin karşısında
ayakta durur ve “Rahman” suresini yüksek sesle ağır ağır okumaya başlar.
Putperestler önce şaşırır. Okunan şeyin ne olduğunu bir anlam veremezler. Hem
bu ölçüde bir meydan okuma da düşünebilecekleri şey değildir. Sonra anlarlar ve
var güçleriyle çullanırlar Mesud oğlu Abdullah’a! O ise her yandan üzerine
yağan tekme yumruk yağmurunun altında okuyabildiği kadar okur. Müslüman
arkadaşlarının yanına döndüğünde yüzü gözü kan içindedir. Arkadaşları
hayıflanarak “Keşke bizi dinleseydin!” derler. Fakat Abdullah, halinden
memnundur. “O putperestler benim gözüme hiç bugünkü kadar zayıf ve zavallı
görünmemişlerdi.” olur. “Yarın da gidip,
aynı şeyi tekrar edeceğim.” Fakat bu kez arkadaşları önüne geçer, bırakmazlar.
Bu kadar işkence ve zulümden sonra psikolojik baskı ve alay etme gibi eylemleri
de bir kenara koyalım. O tür söz ve davranışlar, Müslümanlar için günlük
yaşamlarının önemsiz bir parçası olmuştur.
Bu noktada insan aklına zorunlu
olarak bir soru gelebilir. Nasıl olur da
Allah bütün bunlara izin verir? Kendisine samimiyetle iman eden o bir avuç
insanın, sadist putperestlerin elinde her çeşit zulmü ve işkenceyi
yaşamalarına, sakat kalmalarına hatta ölmelerine göz yumar?
Bu ve benzeri sorulara verilecek
ilk cevap, bu dünyanın bir sınav meydanı olduğudur. İkinci olarak ise,
bilinmelidir ki Müslümanların dinlerini yaşamalarının ödülü ahirette
verilecektir, burada değil. Daha kısa bir ifade ile bu dünya sınav yeridir;
ahiret ise ödül. Konuya özel cevap ise yukarıda işaret ettiğimiz gerçektir:
Hak, yumruklandıkça kuvvetlenir, yeni bir toplumsal oluşumu hedef alan saldırı
ve baskılar onu ortadan kaldırmayı başaramazsa sonuçta onu daha güçlü kılar.
Mekke Müslümanları da bu on sene boyunca yaşadıkları baskı ve saldırılar
sayesinde polatlaşırlar, dinleri onlar için canları da dahil bütün
varlıklarından daha değerli hale gelir. Sonrasında da ona göre sahip çıkarlar.
Yaklaşık 1400 seneden beridir devam ede gelen İslam gerçeği de varlığını işte
bu birkaç yüz kişiye borçludur. Ama bu
“çok özel” birkaç yüz kişiye! İmanın, feragatin ve fedakarlığın timsali
bir avuç insana!
Efendimizin tarihin bu dönemini
okuyuşu da, bu dönemde yaşanan işkenceleri yorumlayışı da çok farklıdır.
Kendisi de o işkencelerden hem fiziken, hem ruhen en çok etkilenenlerden biri
olmasına rağmen! Sırtında ateş söndürülenlerden biri, Ered oğlu Habbab zulmün
en ağır yaşandığı günler içinde efendimize yalvararak bir temennide bulunur.
“Allah’ın elçisi!” der, “Ne olur,
Rabbimize dua etsen de bu sıkıntıyı bizden artık giderse ve Müslümanları hakim
hale getirse!” Efendimiz, oturduğu
yerden toparlanır. Yüzünün rengi değişir. Kızmıştır. Cevabı kaşları çatık olduğu
halde verir. “Sizden önceki iman eden topluluklar öyle işkencelere
uğratılmışlardı ki, testereyle vücutları ortadan ikiye ayrılırdı ya da demirden
taraklarla etleri ve sinirleri kemiklerinin üzerlerinden taranırdı fakat onlar
yine de dinlerinden dönmezlerdi.
Allah’tan korkun ve sabırlı olun.
Allah bu işi mutlaka sonucuna ulaştıracaktır. Öyle ki bir insan tek başına
devesine binecek, Allah’tan ve koyunlarına kurdun saldırmasından başka hiç bir
şeyden korkmayacaktır. Fakat siz sabırsızlanıyorsunuz.”
Efendimizin cevabında ilginç olan,
işaret ettiği hedeftir. Vurguladığı şey sadece Müslümanlara ait bir başarı,
egemenlik ya da siyasi bir zafer değil elde edilecek olan toplumsal huzurdur.
O, bu cevabıyla işkenceleri çeken insanlara, katlandıkları zulmün hem nedenini
hem de sonucunu açıklamış olur. Dikkat edilmesi gereken hedefin ne olduğunu
öğretir. Hem onlara, hem de kıyamet kopuncaya kadar yaşayacak bütün
Müslümanlara!
ÇİLE VE BOYKOT
Hamza, Efendimizin
amcalarındandır. Mekke Devri’nin 6’ıncı yılında Müslüman olmuştur.
Peygamberimiz bir gün Safa
tepesinde otururken yanından Ebu Cehil geçti. Efendimize çirkin sözlerle
hakarette bulundu. Peygamberimiz ise hiç bir karşılık vermedi.
Hamza o gün ava gitmişti.
Dönüşünde, bir cariye, olayı Hamza’ya anlattı. Hamza henüz Müslüman olmamıştı.
Yeğenine hakaret edilmesine dayanamadı, silahını çıkarmadan, derhal Kureyşin
toplantı yerine gitti. “Kardeşimin oğluna hakaret eden sen misin?” diyerek yayı
ile Ebu Cehil’in kafasına vurup yaraladı. Ebu Cehil, Hamza’da Müslüman oluverir
korkusu ile ses çıkarmadı. Ebu Cehil’den, Peygamberimize yaptığı hakaretin
öcünü alan Hamza, Efendimize giderek O’nu teselli etmek istedi. Efendimizin
ancak onun iman etmesi ile memnun olacağını söylemesi üzerine, şehadet getirip
Müslüman oldu.
Hamza son derece cesur, kuvvetli,
yiğit gözünü budaktan sakınmaz bir kişiydi. Kendisinden üç gün sonra da Ömer
Müslüman oldu. Bu ikisinin Müslüman olmalarıyla, Müslümanlar moral olarak büyük
destek buldular.
Hamza’nın İslam’ı kabulü,
Müslümanları sevindirmiş fakat müşrikleri telaşlandırmıştı. Kureyş ileri
gelenleri hemen Darün-Nedve de toplandılar. “Bunlar gittikce çoğalıp
kuvvetleniyorlar, çabuk çaresine bakmazsak, ileride önünü alamayacağımız
tehlikeler doğacak. Buna kesin çare bulmalıyız” dediler. Çeşitli teklifler
ortaya atıldı. Ebu Cehil “Muhammed ‘i öldürmekten başka çıkar yol yok. Bu işi
yapana şu kadar deve ve altın verelim,” deyince Ömer ayağa kalkarak “Bu işi
ancak Hattab oğlu yapar”? dedi. Ömer alkışlar arasında peygamberimizi öldürme
niyetiyle yola çıktı. Silahlarını kuşanıp giderken yolda Abdullah oğlu Nuaym’e
rastladı. Onun bu aceleci davranışı karşısında “Nereye böyle ya Ömer”? diye
sordu.
“Araplar arasına ayrılık sokan Muhammed’in
vücudunu ortadan kaldırmağa”diye cevap verdi, Ömer.
“Ya Ömer, sen çok zor bir işe
kalkışmışsın. Müslümanlar Muhammed ‘in etrafında pervane gibi dönüyor, seni
O’na yaklaştırmazlar. Yapabildiğini kabul etsek, Haşimoğulları seni yaşatmaz.”
dedi. Ömer bu sözlere hiddetlendi.
“Yoksa sen de mi onlardansın”?
diye çıkıştı. Nuaym’da “Sen benden önce kendi yakınlarına bak. Enişten Said ile
kız kardeşin Fatıma Müslüman oldular,” dedi.
Ömer bu cevabın gerçek olduğuna
hiç ihtimal vermedi. Fakat içine düşen şüpheyi gidermek için, yolunu değiştirip
doğru eniştesi Said bin Zeyd’in evine vardı. Bu esnada içeride Kuran-ı Kerim
okunuyordu. Ömer, kapı önünde okunanları işitti. Kapıyı kırarcasına öfkeyle
vurdu.
İçerdekiler Ömer’i görünce
telaşlandılar. Ömer’in İslam’a olan düşmanlığını biliyorlardı. Hemen Kuran
sahifesini sakladılar ve kapıyı açtılar. Ömer:
“Nedir o okuduğunuz şey”? diye
bağırdı. Eniştesi “Bir şey yok”, diye cevap verdi. “İşittiklerim doğruymuş”
diyerek, hiddetle eniştesinin üzerine atıldı. Araya giren kız kardeşinin, bir
tokatla yüzünü kan içinde bıraktı. Canı yanan kızkardeşi Fatıma “Ya Ömer,
Allah’tan kork. Ben ve eşim Müslüman olduk, bundan gurur duyuyoruz ve senden de
korkmuyoruz. Öldürsen de dinimizden dönmeyiz” dedi ve arkasından şehadet getirdi.
Yüzü kan içindeki kız kardeşinin bu hali ve sözleri Ömer’i sarstı, kalbinde bir
yumuşama başladı, adeta yaptıklarına pişmandı. Olduğu yere oturdu. Kısık bir
sesle “Hele şu okuduğunuz şeyi getirin, göreyim”, dedi. Kız kardeşi Kuran
sahifesini ona verdi. Ömer büyük bir ilgi ile sahifeyi okumaya başladı.
“Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi
Allah’ı tesbih ederler. Yegane galip ve hikmet sahibi olan O’dur. Göklerin ve
yerin hükümranlığı O’nundur, hem diriltir, hem öldürür. O her şeye hakkıyla
kadirdir. O her şeyden öncedir. Kendisinden sonra hiç bir şeyin kalmayacağı
Son’dur, varlığı aşikardır, gerçek mahiyeti insan için gizlidir, O her şeyi
bilir” (El- Hadid Suresi)
Ömer bu ayetleri okuduktan sonra
derin bir düşünceye daldı. Allah Kelamı’nın yüksek anlamı onun kalbine işlemişti. “Göklerde ve yerde
olan şeyler hepsi Allah’ın, bizim putlarımızın bir şeyi yok” diye düşündü.
“Beni Allah’ın elçisinin yanına götürün”
dedi O esnada efendimiz Safa semtindeki Erkam’ın evindeydi.
Ömer’in silahlı olarak yanlarına geldiğini
gören Müslümanlar telaşlandılar. Yalnızca Hamza:
“İyilik için gelirse ne ala, aksi
halde geleceği varsa, göreceği de var, telaşa gerek yok”dedi. Ömer’in sağından
ve solundan iki kişi tutarak efendimizin huzuruna götürdüler. Ömer Allah’ın
elçisinin önünde diz çökerek şehadet getirdi. Orada bulunanlar sevinçlerinden
hep birden tekbir getirdiler. Safa tepesinde yükselen “Allahü Ekber” sedası ile
Mekke ufuklarını çınlattılar.
Ömer, “Kaç kişiyiz”? diye sordu.
“Seninle 40 olduk,” dediler. Ömer “O
halde ne duruyoruz? Hemen çıkalım, Harem-i Şerif’e gidelim,” dedi. Bütün
Müslümanlar toplu halde umut ve mutluluk içinde Kabe’ye gittiler.
Kureyş ise Darun Nedve’de Muhammed’in ölüm haberini
merak içinde beklemekteydi. Müslümanların toplu halde Harem-i Şerif’e
ilerlediğini görünce, keyifle “İşte Ömer, hepsini önüne katmış getiriyor”
dediler.
Ömer Kureyşlilere yaklaşınca”Beni
bilen bilsin, bilmeyen öğrensin, Ben Hattab oğlu Ömer’im. İşte Müslüman oldum”
dedi ve şehadet getirdi. Kureyşliler şaşkına döndüler. Her biri bir tarafa
savuştu. O gün Müslümanlar ilk defa Harem-i Şerif’te saf olup topluca namaz
kıldılar.
Hamza ve Ömer’in Müslüman
olmalarıyla, İslâm’ın yayılması hız kazandı. Daha önce 6 yılda sayıları ancak
40 kişiye ulaşabilmişken bir yıl sonra Müslümanların sayısı 300’ü geçmiş,
bunlardan 90 kişi Habeşistan’a hicret etmişti.
Müşriklerin her gün biraz daha
şiddetini arttıran eziyet, hakaret ve işkenceleri neticesinde Mekke, Müslümanlar
için yaşanmaz bir şehir haline gelmişti! Günden güne artan bu eza ve cefalar,
dini ibadetlerini de gönül rahatlığı içinde yapma imkanını ellerinden almıştı.
Müşriklerin, bu gaddarca ve
merhametsizce davranışlarından kolay kolay vazgeçmeye de niyetleri yoktu.
Bunun için Efendimiz, bir gün
Müslümanlara, “Siz bari yeryüzüne dağılın. Allah sizi yine bir araya getirir.”dedi.
Sahabiler, “Ya Resulullah, nereye
gidelim?” diye sorunca da eliyle Habeşistan`ın bulunduğu tarafı işaret
ederek,”Siz Habeş ülkesine gitseniz iyi olur. Habeş Hükümdarının yanında hiç
kimse zulme uğramaz. Orası doğruluk yurdudur. Umulur ki, Allah, sizi orada
ferahlığa kavuşturur.” buyurdu.
Efendimizin bu müsaade ve
tavsiyeleri üzerine ilk olarak 10`u erkek 5`i kadın on beş kişilik bir Müslüman
kafilesi, dinlerini ve inançlarını korumak mukaddes gayesiyle yerlerini,
yurtlarını, bağ ve bahçelerini, anne ve babalarını, akraba ve komşularını terk
ederek, yabancı bir diyara doğru gizlice yola koyuldular. Kızıldeniz yoluyla
Habeşistan`a varan ve Habeş Necaşisi (hükümdarı) tarafından gayet olumlu
karşılandılar.
Efendimizin Habeşistan`ı tercih
edişi birkaç sebebe dayanıyordu: Her şeyden evvel, orası Mekkeliler tarafından
gayet iyi bilinen bir yerdi. Zira, bu ülke ile eskiden beri ticari ilişkileri
vardı.
Habeş Necaşi`sinin adil hükümdar
oluşu, bu ülkenin tercih edilmesine ikinci bir sebepti. Adaletiyle şöhret
bulmuş Necaşi, elbette bu mazlum topluluğa haksızlık etmeyecekti.
Bir diğer sebep olarak da,
Habeşistan halkının Ehl-i kitap oluşları, Hristiyan dinine mensup
bulunmalarıydı. Ehl-i Kitap oluşları sebebiyle şüphesiz Müslümanlara karşı
tavır ve davranışları, müşriklerin Ehl-i İslama karşı hareket ve
davranışlarından farklı olacaktı!
Nitekim, Mekke’yi sessiz sedasız
terk eden adı geçen sahabiler, Habeş Necaşi’si ve halkı tarafından gerçekten
çok güzel karşılandılar. Buraya yerleştikten sonra da, ibadetlerini ifa, dini
inançlarını yaşama hususunda herhangi bir engel ve zorlukla
karşılaşmadılar.
Bütün bunlarla birlikte, bu hicret
hadisesi çok daha mühim bazı olumlu neticelerin doğmasına sebep oldu. Bu sayede
İslamiyet etraftan da duyuldu. Hicret olayının arkasında bu yüksek gayenin
bulunuşundan dolayıdır ki, müşrikler göç eden bu bir avuç Müslümanın
Habeşistan’a sığınmalarından endişe duydular ve telaşa kapıldılar. Bu uzak
diyarda dahi onları rahat bırakmak istemediler.
Mekke müşrikleri, İslam nurunun
sönmesi için, ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Alay, hakaret ve işkencenin
her çeşidini denediler. Bütün bu insafsız uygulamalar İslam’ın yayılmasına,
Müslümanların sayılarının günden güne artmasına engel olamıyordu.
Peygamberliğin gelmesinin
üzerinden altı yıl geçmiş, yedinci yıla girilmişti. Müslümanların bir kısmı,
Habeş ülkesine hicret ederek emniyete kavuşmuş, İslam, diğer Arap kabileleri
arasında da duyulmaya başlamıştı. Çok geç olmadan bu gidişe bir son vermek
gerektiğini düşünen Kureyşli müşrikler, Peygamberimizi yine öldürmek için
aralarında anlaşmaya vardılar.
Müşriklerin aralarında yaptıkları
anlaşmanın haberi, amca Ebu Talib’in kulağına kadar gelmekte gecikmedi. Yeğeni
hakkında endişeye kapılan Ebu Talib, Haşimoğullarını toplantıya çağırdı.
Müslüman olsun, olmasın hepsi kimisi din, kimisi akrabalık gayretiyle efendimizi
koruma hususunda anlaştılar.
Haşimoğullarının yaptıkları
toplantıyı haber alan müşrikler de ayrı bir yerde yeni bir toplantı daha
yaptılar. Toplantıda, Muhammed öldürülmek üzere kendilerine verilinceye kadar
devam etmek üzere şu konularda anlaşmaya vardılar:
- Haşimoğullarına kız
verilmeyecek, onlardan kız alınmayacak,
- Yapılan her türlü ticari
faaliyet durdurulacak,
- Onlarla oturulmayacak,
görüşülmeyecek, konuşulmayacak,
- Barış istekleri asla kabul
edilmeyecek ve acınmayacak
Üzerinde anlaştıkları maddeleri
bir kağıda yazıp mühürlediler ve verdikleri sözden dönmemek için de Kabe’nin
içine astılar.
Ebu Talib, “anlaşmadan
vazgeçmeleri, dostluk bağlarını koparmamaları, bunun kabileler arasında kanlı
savaşlara sebep olabileceği” yönünde uyarılarda bulunduysa da bir sonuç
alamadı. Haşimoğulları için yıllar sürecek, zorluklarla dolu bir dönem
başlıyordu.
Bu karardan sonra, şurada-burada
dağınık halde olan bütün Müslümanlar Ebu Talib mahallesi’nde Haşimi’lerle
birleştiler. Ebu Leheb, Haşimi’lerden olduğu halde, müşriklerle beraber oldu ve
mahalleden çıktı. Ebu Talib, Müslüman olmadığı halde, Müslümanların başına
geçti. Peygamberimiz de üç yıldan beri ikamet etmekte olduğu Erkam’ın evinden,
Ebu Talib mahallesine taşındı. Müslümanlar burada üç yıl kuşatma altında
kaldılar.
Müslümanlar kuşatma altında
kaldıkları bu üç yıl içinde çok sıkıntı çektiler. Yeteri kadar erzak temin
edemedikleri için, açlıktan ağaç yapraklarını yediler. Bazı küçük çocuklar,
gıdasızlıktan öldü. Ebu Cehil gece-gündüz Ebu Talib mahallesi’ne girip
çıkanları kontrol ediyor, mahalleye gizlice yiyecek maddesi sokulmasına imkan
vermiyordu. Hamza ve Ömer gibi cesur olanların dışında kimse çarşıya çıkıp
alış-veriş yapamıyordu. Sad Bin Ebi Vakkas, bir defa bulduğu bir deri parçasını
ıslatmış, ateşte kavurarak yemişti. Kadınların ve çocukların açlıktan
feryatları mahalle dışından duyuluyordu. Müslümanlar yıllık yiyecek ve diğer
ihtiyaçlarını ancak “Eşhür-i hurum” denilen kan dökülmesi yasak dört ayda
(Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep) temin etmeğe çalışıyorlardı. Peygamber
Efendimiz de davet ve tebliğ vazifesini, özellikle Mekke’ye dışarıdan gelenlere
ancak bu aylarda yapabiliyordu. Müslümanlar üç yıl süren bu boykot esnasında
dayanılmaz sıkıntılara katlandılar. Fakat Kureyş bundan da hiç bir netice
alamadı.
Müslümanların bu acıklı durumu
müşriklerden bazı insaflı kimseleri de rahatsız etmeğe başladı. İçlerinden
Züheyr ismindeki kişi, “Ey Kureyş topluluğu, şu yaptığımız şey, insanlığa
yakışmaz. Biz her imkandan yararlanırken, bizim kabilemizin bir kolu olan Haşimoğullarının
aç bırıkılması insafla bağdaşmaz. Bu kararın bozulması gerekir. Yemin ederim ki
bu zalim sözleşme yırtılmadıkça buradan ayrılmıyacağım.” diye söze başladı. Ebu
Cehil, Züheyr’i susturmak istediyse de, diğerleri de onu destekledikleri için muvaffak
olamadı.
Haşim Oğullarına uygulanan boykot
üçüncü yılını doldurmak üzereydi. Peygamberimiz amcası Ebu Talib’in yanına
geldi:
“Ey amca! Rabbim olan Allah
Kureyşlilerin Kabe’ye astıkları sayfaya ağaç kurdunu (güvesini) musallat etti.
Allah’ın isminden başka, yazılan anlaşma maddelerinden hiç birini bırakmadı,
hepsini kemirdi.”
“Bunu sana Rabbin mi haber verdi?”
“Evet!”
“Ey kardeşimin oğlu! Bu haber
verdiğin şey gerçek midir?”
“Evet! Vallahi gerçektir!”
Ebu Talib, haberi kardeşlerine
anlattı. Kardeşleri:
“Bu hususta kanaatin nedir?”
“Vallahi, O bana hiçbir zaman
yalan söylememiştir. En güzel şekilde giyinerek Kureyşlilerin yanlarına gidelim
ve bu haberi onlara bildirelim. Hep birlikte hazırlanarak Kabe’ye gittiler.
Kureyşlilerin ileri gelenleri Kabe’nin yanında oturuyorlardı. Ebu Talib ile
yanındakileri görünce, efendimizi
kendilerine teslim etmeyi kabul etmek zorunda kaldıklarını düşünerek
heyeti hemen meclislerine aldılar. Ebu Talib “Ey Kureyş topluluğu! Hiçbir zaman
yalan söylememiş olan kardeşimin oğlu bana, anlaşmayı yazmış olduğunuz
sayfanıza, Allah’ın ağaç kurdunu musallat kıldığını ve anlaşma maddelerinin
tamamının kemirildiğini haber verdi. Haydi anlaşmayı yazmış olduğunuz sayfanızı
getirin! Eğer söylediği doğru çıkarsa, vallahi en sonuncumuz ölünceye kadar Onu
size teslim etmeyiz! Ama siz de bu yaptıklarınızdan vazgeçin! Eğer dediği doğru
çıkmazsa, kardeşimin oğlunu size teslim ederim. Siz de Ona istediğiniz gibi
davranırsınız!”
Müşrikler teklifi kabul ettiler.
Anlaşma sayfası getirildi. Aynen efendimizin söylediği gibi her şey kurtlar
tarafından kemirilmiş, yalnız Allah’ın isminin bulunduğu bölüm sağlam kalmıştı.
Müşrikler yine de verdikleri sözü yerine getirmekten kaçındılar ve “bu bir
sihirdir!” dediler. Ama içlerinde Haşimoğullarına karşı haksızlık ettiklerini
düşünenlerin sayısı gün geçtikçe artıyordu.
Peygamberliğin 10. yılına
girilmişti. Uygulanan boykot, artık çoğu kimseye insafsızca gelmeye başlamıştı.
Kureyşlilerden, Haşimoğullarına yakınlığı olan birkaç kişi, aralarında anlaşıp
bir toplantı sırasında anlaşmayı eleştirdiler ve bundan sonra uymayacaklarını
bildirdiler. Zaten zayıflamış bulunan boykot cephesi, bu girişimden sonra daha
fazla devam edemedi. Haşimoğulları da tekrar halkın arasına karıştılar.
Müslümanlar ablukadan-kuşatmadan
kurtuldukları için sevindiler. Çektikleri sıkıntıları unutmağa, yaralarını
sarmaya çalıştılar. Fakat sevinçleri uzun sürmedi. Boykotun kalkmasından 8 ay
kadar sonra, iki büyük acı ile karşılaştılar. Mekke Devri’nin 10’uncu yılı
Şevval ayında önce Ebu Talib, üç gün sonra da
Hatice annemiz vefat etti.
Ebu Talib, Müslüman olmamıştı.
Ancak efendimize son derece bağlıydı. O’nu çok seviyor, bu yüzden her
fedakarlığa katlanarak, müşriklerden gelecek kötülüklere karşı O’nu koruyordu.
Ölürken bile, Haşimoğullarına, “O’na bağlı kalmalarını, uğrunda her fedakarlığı
yapmalarını, sözünden çıkmamalarını” vasiyet etmişti. Hatice O’nun gam ortağı,
şefkatli bir hayat arkadaşıydı. En sıkıntılı anlarında O’nu teselli ediyor,
bütün varlığı ile O’na destek oluyordu.
En büyük destekleri olan, sevdiği
iki insanı peşpeşe kaybettiği için efendimiz çok üzüldü. Bu sebeple bu yıla
“Senetü’l-huzn” (Hüzün yılı ) denildi.
Müşrikler, Ebu Talib’in
sağlığında, efendimizin şahsına pek
ilişemiyorlardı. O’nun ölümünden sonra, efendimizin şahsına da her türlü
kötülüğü yapmağa başladılar. Bir defa, Kabe’de namaz kılarken, Ebu Cehil’in
teşviki ile Ebu Muayt oğlu Ukbe, yeni kesilmiş bir devenin barsaklarını
getirip, secdede iken üzerine koymuş, efendimiz başını secdeden kaldıramamıştı.
Kızı Fatıma yetişerek, üzerini temizlemiş, efendimiz namazını bitirdikten sonra
etrafında gülüşen müşrikleri işaret ederek üç defa”Allah’ım Kureyşten şu
zümreyi sana havale ediyorum” dedikten sonra isimlerini birer birer saymıştı.
Efendimizin isimlerini saydığı bu azılı müşriklerin hepsi de Bedir Savaşı’nda
katledilip, leşleri Bedir’deki “Kalib” denilen kuyuya atılmıştır.
Kureyş’in zulümleri artık
katlanılamaz bir duruma gelmişti. Bu yüzden efendimiz yanına evlatlığı Harise
oğlu Zeyd’i de alarak Taif’e gitti. Taiflileri putlarından kurtulup bir olan
Allah’a teslim davet edecekti.
Taif’te Sakiyf adında bir Kabile
vardı ve onlar da putperestti. Efendimiz
on gün kadar, onlara İslam’ı anlatmağa çalıştı, ileri gelenleri ile
görüştü. Hiç biri Müslüman olmadığı gibi, “Senden başka Peygamberlik gelecek
kimse kalmadı mı?” diye de alay ettiler. “Memleketimizden çık da nereye
gidersen git!” diye Allah elçisini kovup hakaret ettiler. Taif’ten ayrılırken
de çoluk çocuğu ve ayak takımı olan düşük tabiatlı kişileri yolun iki tarafına
sıralayıp taşlattılar. Efendimizin ayakları, atılan taşlarla yara-bere içinde
kaldı, ayakkabıları kanla doldu. Ayaklarındaki yaraların verdiği acıdan adeta
yürüyemez hale gelip oturmak istedikçe, zorla kaldırıp yaralı ayaklarını
taşlamağa devam ediyorlar, bu yürekler parçalayan acıklı haline gülüp
eğleniyorlardı. Vücudunu atılan taşlara siper eden evlatlığı Zeyd’de, bir kaç
yerinden fena halde yaralandı. Efendimiz hayatı boyunca karşılaştığı bedeni
sıkıntılardan en büyüğünü o gün yaşamıştı. Bir şekilde nihayetinde Rabia’nın
oğulları Utbe ve Şeybe’nin yol üstündeki bağına sığınarak ayak takımının
takiplerinden kurtulabildi. Burada bir çardağın gölgesinde, ellerini kaldırıp
şu hazin duayı yaptı:
“İlahi, kuvvetimin zaafa
uğradığını, çaresizliğimi, halkın gözünde hor ve hakir görüldüğümü ancak sana
arzederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi, herkesin zayıf görüp de dalına
bindiği biçarelerin Rabbi sensin! İlahi, huysuz ve yüzsüz bir düşmanın eline
beni düşürmeyecek, hatta hayatımın dizginlerini eline verdiğim akrabamdan bir
dosta bile bırakmayacak kadar bana merhametlisin.
Ya Rabb! Eğer bana karşı gazablı
değilsen, çektiğim bela ve sıkıntılara hiç aldırmam, fakat senin
esirgeyiciliğin bunları da göstermeyecek kadar geniştir.
Ya Rabb! Gazabına uğramaktan, rızandan
mahrum kalmaktan, senin karanlıkları aydınlatan, din ve dünya işlerini
dengeleyen yüzünün nuruna sığınırım. Razı oluncaya kadar işte affını diliyorum.
Bütün kuvvet ve kudret ancak seninledir!”
Görüldüğü üzere yapılan bunca
eziyet ve cefaya rağmen insanlara beddua etmemiş, hatta yolda Mekke’ye iki
konak mesafede Karn denilen yerde kendisine Cebrail gelerek,
“Ey Allah’ın Resulü, Allah
kavminin sana söylediklerini işitti, yaptıklarını gördü, sana şu Dağlar
Meleği’ni gönderdi. Kavmin hakkında ne dilersen, bu meleğe emredebilirsin”
dedi. Dağlar emrine verilmiş olan melek de kendisini selamladıktan sonra,
“Ya Muhammed, emrine hazırım. (Ebu
Kubeys ile Kayakan denilen) Şu iki yalçın dağı
üzerlerine devrilip, birbirine kavuşarak müşrikleri tamamen ezmelerini
istersen emret” dedi.
“Onlar bilmiyorlar! Hayır, onların
ezilip yok olmalarını değil, Rabbimin bu müşriklerin soyundan, O’na hiç bir
şeyi ortak kılmayan ve yalnız Allah’a ibadet eden bir nesil meydana getirmesini
istiyorum” demiştir.
Rabia’nın oğulları, Efendimizin
perişan halini gördüler. Hristiyan köle Addas ile O’na bir salkım üzüm
gönderdiler. Efendimiz “Bismillah!” diyerek üzümü yemeğe başlayınca, Addas
hayretle “Bu bölge halkı böyle söz söylemezler, onlar Allah adını anmazlar”,
dedi.Efendimiz ona nereli olduğunu
sordu. “Ninovalıyım, Hristiyanım”, diye cevap verdi Addas. Efendimiz
gülümseyerek “Demek kardeşim Yunus Peygamberin memleketindensin”dedi. Addas
“Sen Yunus’u nerden biliyorsun? diye sordu efendimize.
“Yunus benim kardeşim, O’da benim
gibi Peygamberdi” dedi efendimizde. Daha sonra efendimiz Addas’a İslamiyeti
anlattı. Addas da orada Müslüman oldu. Efendimiz en zor ve en sıkıntılı anlarında bile
Peygamberlik görevini ihmal etmiyor, insanların hidayetlerine vesile olmaya
gayret ediyordu.
Mekke’ye dönüş zamanı
gelmişti. Efendimizin himayesiz Mekke’ye
girmesi imkansızdı. Esasen, hayatı tehlikede olduğu için Mekke’den Taif’e
gitmişti. Bu sebeple dönüşte, Hira Dağına
çıkarak, Kureyşin hatırı sayılır büyüklerinden Adiyy oğlu Mutim’e haber
gönderdi. Ancak onun himayesinde gece vakti Mekke’ye girebildi. Kabe’yi tavaf
edip Harem-i Şerif’de iki rekat namaz kıldıktan sonra evine döndü. Arap
geleneklerine göre, bir kimse himayesine aldığı kişiyi korumağa mecburdu. Bu
sebeple, Mutim ve çocukları silahlanıp Kabe’nin dört bir tarafını tuttular.
Böylelikle Peygamber Efendimizin
Mekke’ye girip serbestçe tavaf etmesini ve evine gitmesini sağladılar.
Ne yazık ki Mutim, Bedir savaşında
müşrik olarak öldü. Peygamber Efendimiz, Mutim’in bu iyiliğini unutmamış, Bedir
esirlerinin kurtarılması için Medine’ye gelen oğlu Cübeyr’e “Eğer senin o
ihtiyar baban, sağ olsaydı da bu murdar herifleri benden isteseydi, hepsini ona
bağışlardım.” demiştir.
İSLAMA DAVET
Efendimiz, Taiflilerin insafsız ve
zalimce hücum ve hakaretlerine hedef olduğunda ve Mekke’ye döndüğünde
müşriklerin daha da şiddetli muhalefet ve eziyetleriyle karşı karşıya kaldığı
halde, iman ve İslam’ı hakikatlerini insanlara anlatmaktan bir an bile geri durmadı. Aksine, Taif
dönüşü, İslam’a davet dairesini daha da genişletti ve bu kez kabileleri topluca
İslam’a davete başladı.
Bir fikrin, davanın hızlı gelişimi
şüphesiz, sağlam ve seviyeli olarak birbirlerine bağlı olanlarının çokluğuyla
doğru orantılıdır. Efendimizde bu gerçeği göz önünde bulundurarak, hem imana
davet etmek, hem de Kureyş müşriklerine karşı bir kuvvet olarak kullanmak
gayesiyle hac mevsiminde Mekke etrafında konaklamış bulunan Arap kabileleri
arasında dolaşmaya başlamıştı.
Görüştüğü kabile ileri
gelenlerinin her biri, ayrı ayrı mazeretler ileri sürüyor, İslam’ı kabulden
uzak duruyorlardı. İçlerinde Müslüman olma arzusunu ortaya koyanlar ortaya
çıksa da, bunların İslam safına katılmalarına engel olunuyordu. İslam’a davet
edilen bazı kabileler ise, davete icabet etmedikleri gibi, Efendimize
hakaretamiz sözler de söylüyorlardı.
Efendimizin dolaştığı yerlere müşrikler de gidiyor, onu
adeta bir gölge gibi takip ediyorlardı. Kabile fertlerinin İslamiyetten uzak
durmalarında şüphesiz ki, müşriklerin
olumsuz, yalan ve iftira üzerine kurulu algı propagandalarının büyük rolü
vardı.
Efendimiz, her sene belirli
mevsimlerde kurulan Ukaz, Mecenne, Zül-Mecaz panayırlarını gezmeyi, buraya
gelmiş bulunan kabilelerle görüşmeyi, halkına Kuran okuyup onları İslam’a davet
etmeyi asla ihmal etmezdi. O bu kutsal
amaçla halk arasında dolaşırken, Ebu Leheb’ de peşi sıra geziyor ve “Muhammed,
atalarının dininden döndü, yalanlar uyduruyor, ona kanmayın!” diyerek, halkın
kendisiyle temas etmesine engel olmaya çalışıyordu.
Efendimiz, kabileler arasında
dolaşıp tebliğ görevinde bulunurken, kabilenin bütün fertleriyle değil, çoğu
zaman sadece ileri gelenleri, reisleriyle görüşüyor, konuşuyor ve İslam’ı
onlara anlatıyordu. Çünkü kabile bireylerinin, reislerine sarsılmaz bir
bağlılıkları vardı. Reislerinin İslam’ı benimsemesi demek, tamamının müminler
safında yer alması demekti. Bu bakımdan efendimiz, kısa yoldan netice elde
edebilecek yöntemi takip ediyordu.
Peygamberlik görevinin 11. senesi
Hac mevsimi idi. Mekke’ye yarımadanın çeşitli yerlerinden birçok hacı adayı
gelmişti. Bunlar arasında Medine halkından da bazı kimseler vardı. Efendimiz,
hac mevsiminde kabileler arasında dolaşıp onları İslam dinine davet ederken,
Akabe mevkii yakınında altı kişiden ibaret olan bir Medineli kafileye
rastgeldi. Onlara, “Siz kimsiniz?” diye sordu. Onlarda “Hazreç kabilesindeniz”
diye cevap verdiler. Efendimiz,
“Yahudilerin komşu ve müttefiklerinden misiniz?” diye sordu.“Evet ” dediler.
Bunun üzerine Efendimiz, “Otursanız da, sizinle biraz konuşsak olmaz mı?” dedi.
Efendimiz, onları Allah’ın varlık
ve birliğine imana çağırdı. Tevhid’i anlattı. Gönüllerini, akıllarını,
hayatlarını işgal eden her türlü puttan arınmaları gerektiğini belirtti. En iyi
insanların diğer insanlara en çok faydası dokunanlar olduğunu söyledi. İbrahim
Suresi’nden bir bölüm okudu ve onları İslam dinine davet etti. Medine’de oturan Yahudiler ile iki kardeşten
türemiş Hazreç ve Evs kabileleri arasında eskiden beri devam edegelen bir
düşmanlık ve anlaşmazlık vardı. Kendi aralarında kah barışırlar, kah bozuşurlardı.
Komşuluk yaptıkları Yahudiler,
kitap ehlinden ve ilim sahibi idiler; oysa Evs ve Hazreçliler ise Allah’a ortak
koşar, puta taparlardı. Ne zaman Yahudilerle araları açılsa, Yahudiler de
onlara, “Beklenen peygamber gelmek üzeredir. Gelince, biz ona uyacağız, İrem ve
Ad kavimleri gibi sizin kökünüzü kazıyacağız!” der, dururlardı.
Efendimiz, onları İslam’a davet
edince, birbirlerine bakıştılar ve aralarında, “Vallahi, bu bize, Yahudilerin
geleceğini haber verdikleri peygamber olsa gerektir! Sakın, Yahudiler ona
inanmakta bizi geçmesinler!” diye konuşarak hemen iman ettiler ve Peygamber
Efendimizin huzurunda kelime-i şehadet getirdiler.
“Kavmimiz birbirlerine kin ve
düşmanlık besledikleri gibi, başka bir kavimle de aralarında kötülük ve
düşmanlık vardır. Umulur ki Allah, onları da sayenizde bir araya toplar. Biz
hemen dönüp, onları da senin anlattıklarına davet edeceğiz. Eğer Allah, onları
bu din üzerinde bir araya getirir, birleştirirse, senden daha aziz ve şerefli
bir kimse olamaz!”
Efendimizin davetine icabet edip
İslamiyetle şereflenen Medineliler 6
kişiydiler. Bu kişiler kabileleri tarafından hatırı sayılır
ve sevilir kimselerdi. Bu sebeple, Medine’ye dönüp, akrabalarına Efendimizi
anlatıp, onları İslam’a davet edince İslamiyet, Medine içinde bir anda yankı
yaptı. Allah ve elçisinin çağrısı şehrin ufuklarını sardı. Kısa sürede şehirde,
Peygamberimiz ve İslam’ın anılmadığı ev hemen hemen kalmamış gibiydi! Medine’ye
parıltıları ulaşan ebedi nur, artık birdenbire burada parlayacak ve kısa bir
zaman sonra şehri, İslam devletinin merkezi haline getirecekti.
Peygamberliğin 11. yılında Akabe
mevkiinde İslamiyetle şereflenen altı Medineli, bir sene sonra aynı yerde
buluşacaklarına dair Efendimize söz vermişlerdi. İlk görüşmelerinin üzerinden
bir sene geçip tekrardan hac mevsimi gelince, içlerinde bir sene önce İslam’la
şereflenmiş bulunan altı kişinin de bulunduğu Medineli 12 kişilik bir kafile
Mekke’ye çıkıp geldi. Akabe denen küçük ve dar vadide bir gece vakti, gizlice
efendimizle buluşarak görüştüler. Bu görüşme sonunda da birlikte bir karar
üzerine uzlaştılar.
Allah’a hiçbir şekilde, hiçbir
şeyi eş ve ortak koşmayacaklardı. Hırsızlık yapılmayacaktı. Zinada
bulunulmayacaktı. Çocuklarını öldürmeyeceklerdi. Kimseye iftira edilmeyecekti.
Hiçbir hayırlı işe karşı çıkılmayacaktı. Bu konular üzerinde
efendimize biat ettiler. Ona her şartta koşulsuz bağlı olacaklardı.
Efendimiz bunun üzerine
kendilerine şöyle hitap etti: “Sizden, verdiği sözde duranın ücret ve mükafatına
Allah kefil olmuş, onlara cennet hazırlamıştır! Kim, insanlık icabı bunlardan
birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya uğratılırsa, bu ona keffaret olur!
Kim de, yine bunlardan, insanlık haliyle birini işlerde, işlediği o şeyi Allah
gizler, açığa vurmazsa, onun işi de Allah’a kalır. Dilerse onu bağışlar,
dilerse azaba uğratır!”
Ayrıca bu Müslümanlar, efendimize
ayrıca söz de verdiler. “Gerek sıkıntı ve darlıkta ve gerekse refah ve
sevinç halinde söz dinlemek ve itaat etmek
önceliğimizdir. Sen bizzat, bizim
üstümüzde bir tercihe sahip olacaksın ve senin hiçbir iyi hareketinde sana
karşı itaatsizlik etmeyeceğiz.” İlk
Akabe Biatı’nda bulunanların yapmayacaklarına dair söz verdikleri hususlar, huzurlu bir toplum hayatının temelini oluşturan unsurlardır. Bu
çirkin hareketlerin hakim olduğu toplumlarda elbette emniyet ve huzur olamazdı.
İnsanlığı huzur ve mutluluğa
kavuşturmak ve toplum hayatını huzur temeli üzerine oturtmak için gelen İslam,
elbette bu hususları vazgeçilmez birer esas olarak kabul edecek ve bu hususta
bağlılarından kesin söz alacaktı. Medineli bu Müslümanlar, görüşmelerden sonra
yurtlarına geri döndüler. Orada kendi kabileleri arasında İslam’ın nurunu ve
sesini duyurmaya ve yaymaya devam ettiler.
Bir müddet sonra, Medineli
Müslümanlar, efendimizden kendilerine İslam kurallarını ve uygulamalarını
öğretecek bir öğretmen göndermesini istediler. Efendimiz, onların bu
taleplerini, yaradılış itibariyle oldukça kibar ve medeni, aynı zamanda güzel
bir simaya sahip, Kureyş’in önde gelenlerinden
genç bir sahabe olan Musab Bin Umeyr’i göndererek derhal yerine
getirdi. Medine’de Mus‘ab’la birlikte
halka Kur’an öğretmekle görevlendirilen diğer bir sahabi de aynı zamanda kör olan Abdullah İbn Mektum’dur. Bilal-i
Habeşi gibi o da İslam’ın ilk müezzinlerindendir. Yeri gelmişken bu sahabe ile ilgili bir olayı
anlatmalıyım.
Efendimiz, bir gün hem İslam’hem de
Müslümanlara şiddetli düşmanlıklarıyla bilinen Velid bin Muğire, Utbe bin
Rebia, Ümeyye bin Halef gibi birçok Kureyş ileri gelenleriyle konuşuyor, onlara
iman ve Kuran gerçeklerinden bahsediyordu. Zaman zaman muhataplarının
dikkatlerini canlı tutmak ve dinlemelerini sağlamak maksadıyla da, “Nasıl,
güzel değil mi?” diye soruyordu. O sırada maddi gözden mahrum, fakat mana gözü
açık Hatice’nin dayısı oğlu Abdullah bin Ümmi Mektum, Efendimizin kimlerle
konuştuğunun farkında olmaksızın seslendi. “Ey Allah’ın elçisi! Beni irşad et,
bana Kuran okut, Allah’ın sana öğrettiklerinden bana bir şeyler öğret.” dedi.
Efendimizin bütün dikkatini Kureyş ileri gelenleri üzerine İslamı anlatmak için
verdiğini fark edemediğinden, bu arzusunu birkaç sefer tekrarlayıp durdu.
Efendimiz bir an için bu durumdan sıkıldı ve rahatsız oldu. Onunla pek
ilgilenmedi. O her zaman gelip kendisinden İslamiyetle ilgili her şeyi öğrenebilirdi.
Halbuki Kureyş müşriklerinin ulularını bir daha böyle toplu halde bulma
imkanını elde etmeyebilirdi. Onların İslamı kabul etmeleri veya
düşmanlıklarından vazgeçmeleri ise, Kureyş’in toptan Müslüman olma anlamına
geliyordu. İşte bu sebeple Efendimiz, dikkatinin dağıtılmak istenişinden
rahatsız olmuştu. Efendimiz, tam Kureyş
ileri gelenleriyle konuşmasını bitirip kalkacağı sırada vahiy geldi. Gözlerini
kapayıp daldı. Abese Suresi inmişti.
“Yanına amageldi diye yüzünü
ekşitip döndü. Nereden bileceksin, belki de o günahlarından arınacaktı. Yahut
öğüt alacak ve öğüt kendisine fayda verecekti. Öğütle ihtiyaç duymayan kimseye
gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun inkâr ve isyan pisliği içinde kalmasından
sen sorumlu değilsin. Sana koşarak gelen ve Allah’tan korkan kimseyi ise ihmal
ediyorsun. Sakın! O Kuran bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır.”
Elbetteki kalblerinden şirkin
pisliğini iman suyu ile gidermek istemeyen, Kuran’ı dinlemek arzusu duymayan,
ondan istifadeyi düşünmeyen kimselerin İslam’a
girmemesi ve nefsini temizlememesi efendimizin üzerine bir sorumluluk
yüklemiyordu. Çünkü, Onun görevi sadece İslamı hakkıyla duyurmaktı. Ancak, hak
ve hakikatı öğrenmek arzusunu izhar eden bir Müslümandan yüz çevirmek, ona
bilmediği hakikatleri öğretmemek, arzusuna cevap vermemek, işte böylesine ikazı
gerektiriyordu. Bu durum ve ikazdan sonra efendimiz Abdullah Bin Ümmi Mektum’u
her gördüğünde ona ikram ve ihsanda bulunur, ihtiyacı olup olmadığını sorar
ve”Merhaba, ey Rabbimin bana uyarı ve ikazda bulunmasına sebeb olan
kişi!”diyerek ona iltifat ederdi.
***
Esad Bin Zürare, Medineli
Müslümanların bir nevi önderliğini yapıyordu. Bu sebeple genç sahabe, Kuran
öğretmeni Musab Medine’ye gelince, onun evinde kalmaya başladı. Artık bu ev,
Müslümanların buluşmaları için merkezi bir yer teşkil ediyordu.
Bizzat efendimizden dersini almış
bulunan genç Musab, zamanı ve şartları
çok iyi değerlendirebilen, fırsatları çok güzel kullanabilen bir sahabe idi.
Bütün gayretini, Medine’de İslam’ın yayılmasına yöneltmişti. Kabilelerin hatırı
sayılır kimseleriyle görüşüyor, konuşuyor, onlara yumuşak bir dille İslam’ı
anlatıyordu. Medine’de birçok kimse Müslüman olmuştu, ama İslam’ın daha da
hızlı gelişmesi için bazı engeller de vardı. Evs kabilesinin Reisi Sad Bin Muaz
ile yine reislerden bulunan Üseyd Bin Hudayr, henüz Müslüman olmamışlardı.
Onların bu durumu haliyle halka da olumsuz olarak etki yapıyordu.
Sad Bin Muaz, Esad Bin Zürare’nin
halasının oğlu idi. Bir gün Musab ile Esad, bir evin bostanındaki kuyunun
başında oturmuş, sohbet ediyorlardı. Etraflarında Müslümanlardan da birçok
kimse vardı. Bu esnada elinde mızrağı olduğu halde, Üseyd Bin Hudayr yanlarına
çıkageldi. Şiddetle, “Siz, bize neye geldiniz? Birtakım aklı ermez ve zayıf
kimseleri aldatıp azdırıyorsunuz! Hayatınızdan olmak istemiyorsanız, derhal
buradan ayrılın!” dedi.
Musab sükunetle, “Hele biraz dur,
otur! Sözümüzü dinle, maksadımızı anla! Beğenirsen kabul edersin, beğenmezsen o
zaman engel olursun” diye gayet nazikçe karşılık verdi.
Üseyd, “Doğru söyledin!” diyerek
ve mızrağını yere saplayarak yanlarına oturdu. Musab, ona İslamiyet hakkında
bir konuşma yaptı ve Kuran’dan okudu. Üseyd öfkesi dinmiş bir şekilde,
kendisini tutamayarak, “Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir söz!” diye konuştu
ve “Bu dine girmek için ne yapmalı?” diye sordu. Sonrada şehadet getirerek
İslamın bağlılarından oldu. Doğruca Muaz’ın yanına gitti. Üseyd durumu Muaz’a
anlattı.
Sad Bin Muaz, “Vallahi, sen beni
tatmin edici bir bilgi getirmedin” dedi, Üsey’in anlattıklarından rahatsız
olarak doğruca Musab ile Esad’ın yanlarına vardı.Öfkeli bir şekilde, “Ey Esad!
Eğer seninle aramızda akrabalık olmasa, böyle kabilemiz içine soktuğunuz çirkin
işlere sabır ve tahammül edemezdim!” diye bağırdı ve tehdit etti.
Musab aynı şekilde ona da, “Hele
biraz durunuz! Otu¬rup dinleyiniz! Anlayınız da! Beğenirseniz kabul edersiniz,
beğenmezseniz biz de size çirkin gördüğünüz işi tekliften vazgeçeriz” diye
nazikçe cevap verdi. Onun üzerine, Muaz oturdu ve Musab’ın sözlerini dinlemeye
başladı. Musab, ona, İslam dininin ne demek olduğunu anlattı ve Zuhruf
Suresi’nin baş kısımlarından okudu. Kuran okunurken, Muaz’ın yüzü birdenbire
değişiverdi. Yüzünde bir yumuşama oluştu. Dinledikleri, o ana kadar duymadığı,
bilmediği şeylerdi. Kuran’ın eşsiz dili ve tatlı üslubu karşısında derhal, “Siz
bu dine girerken ne yapıyordunuz?” diye sordu. Musab ona da İslam dininin esas
ve adabını anlattı. O da orada şehadet getirerek Müslüman oldu. Sonra da kendi
kavminin yanına döndü. Onlara, “Ey topluluk! Beni nasıl biliyorsunuz?” diye
sordu. “Sen bizim büyüğümüz, en üstünümüzsün” diye cevap verdiler. Bunun
üzerine Muaz, “Öyle ise siz de Allah’ın elçisine iman etmelisiniz” dedi ve
ekledi. “İman etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana haram
olsun!” Bu söz üzerine, aşireti içinde o gün iman etmedik hiç kimse kalmadı.
Artık Musab, Medine’de İslam’ı
tebliğ ve yaymada yalnız değildi. Evs ve
Hazreç kabilelerinin reisleri de yanında yer almışlardı. Olanca gayretleriyle
İslam’ın yayılmasına çalışıyorlardı.
Yine İslam’ın tebliğ merkezi, Esad
Bin Zürare’nin evi idi. Musab ile Sad bin Muaz, el ele vererek, burada
insanları hak dine davetle meşgul oluyorlardı.
Bu senenin hac mevsiminde Kuran
öğretmeni Musab hem Medine’deki İslami gelişmeyi bizzat Efendimize bildirmek, hem de haccetmek üzere
Evs ve Hazreç kabilelerine mensup ikisi kadın yetmiş beş Müslümanla Mekke’ye
geldi. Bunları temsilen bir grup, Mescid-i Haram’da amcası Abbas’la oturan Efendimizin yanına vardılar.
“Ya Resulullah! Biz oldukça
kalabalığız. Seni yanımıza almak, size yardımcı olmak, uğrunuzda canımızı feda
etmek, şahsımızı koruduğumuz şeylerden zatınızı da esirgeyip korumak üzere söz
birliği etmiş bulunuyoruz! Bu hususta sizinle daha geniş konuşmak için nerede
buluşalım?” Efendimiz yine Akabe’de buluşmayı uygun gördü.
Bu buluşma, gece yarısı olacak ve
kimseye duyurulmayacaktı. Hatta bulundukları yerlerden ayrılırken ve dikkatleri
çekmemek için küçük küçük gruplar halinde Akabe’ye geleceklerdi. Efendimiz de buraya, henüz Müslüman olmamış amcası
Abbas’la geldi. Abbas’ın amacı, yeğenini bu mühim meselede yalnız bırakmamak,
yapılanları ve verilen sözleri bizzat görüp işitmekti. Önce, Abbas söz aldı.
Medineli Müslümanlara hitaben, Allah Resulünü koruma konusunda kendilerine
güvenleri varsa bu işe girişmeleri, aksi takdirde daha şimdiden bu işten
vazgeçmeleri gerektiğini belirten bir konuşma yaptı.
Ancak Medineli Müslümanlar, bizzat
Resulullah’ın konuşmasını istiyorlardı. “Ya Resulullah! Sen de konuş! Kendin ve
Rabbin için arzu ettiğin sözü bizden al” dediler.
Medineli Müslümanların önderi
durumunda olan Zürare, Allah’ın elçisinden konuşmak için izin aldı. “Her
davetin bir yolu var. O yol ya kolay olur ya da zor! Bugün senin yaptığın
davet, insanların çok zor kabul edecekleri çetin bir davettir! Sen, bizi takip
ettiğimiz dini bırakmaya ve kendi dinine uymaya davet ettin. Bu, çok güç ve zor
bir işti. Buna rağmen biz bu teklifini kabul ettik. Biz yurdumuzda, şerefli ve
her tecavüzden korunmuş, orada değil kavminden ayrılan ve amcaları tarafından
düşmanlarına teslim edilmek istenilen bir kişinin, hatta kendimizden başka hiç
kimsenin de hakim olmak için göz dikemeyeceği bir topluluktuk. Bu çok zor bir
iş olduğu halde, biz senin bu yoldaki teklifini de kabul ettik! Halbuki, bütün
bunlar insanların hiç de hoşlanacakları şeylerden değildi. Fakat biz bunları
dillerimizle ikrar, kalplerimizle tasdik, ellerimizi uzatmak suretiyle kabul
ettik! Allah’tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana biat ediyoruz! Biz,
Rabbimize ve Rabbine biat ediyoruz! Allah’ın kudret eli, ellerimizin
üzerindedir! Kanlarımız kanınla, ellerimiz elinledir! Kendimizi, evlatlarımızı,
kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de esirgeyip koruyacağız!
Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah’ın ahdini bozan bedbaht insanlar olalım! Ya
Resulallah! Kendin için arzu ettiğin sözünü bizden al, Rabbin için de istediğin
şartı koş!”
Efendimiz, önce onlara Kuran’dan
bazı ayetler okudu. Onları Allah’a davet, İslamiyete teşvik ettikten sonra da
kendisi ve Rabbi için arzu ettiği hususları şöyle sıraladı:
“Yüce Allah için size söyleyeceğim
şartım şudur: O’na hiçbir şeyi eş ve ortak koşmadan ibadet etmeniz. Namazı
kılmanız, zekâtı vermenizdir. Kendim için isteyeceğim ise şudur: Allah’ın
peygamberi olduğuma şehadet etmeniz; kendinizi, çocuklarınızı ve kadınlarınızı
koruduğunuz şeylerden beni de korumanız.”
Bu sırada, Abdullah Bin Revaha söz
alarak, “Ey Allah’ın elçisi! Bunları söylediğiniz tarzda yaparsak bize ne var?”
diye sordu. “Cennet var!” diye cevap verdi efendimiz. Bu cevabı alınca,
gözlerinde parlayan pırıl pırıl sevinçlerini, “O halde bu, kazançlı ve karlı
bir alış veriştir!” diyerek sözleriyle de teyit ettiler. Mute şehidi Revaha...
Efendimiz de tekraren, “Allah’tan
başka ilah bulunmadığına ve benim de Allah’ın Resulü olduğuma şehadet
getirerek, namazı kılacağınıza, zekatı vereceğinize, neşeli neşesiz
zamanlarınızda sözlerime itaat edeceğinize, emirlerime tamamıyla boyun
eğeceğinize; darlıkta da varlıkta da muhtaçlara yardımda bulunacağınıza; hiçbir
kınayıcının kınamasından korkmaksızın Allah yolunda, Allah için hak ve gerçeği
söyleyeceğinize, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacağınıza biat etmeli, bana
kesin söz vermelisiniz! Şahsıma gelince... Bana her yönden yardım edeceğinize;
yanınıza vardığımda kendinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı esirgeyip
koruduğunuz şeylerden beni de esirgeyip koruyacağınıza kesin söz vermelisiniz!”
dedi.
Bundan sonra Efendimiz, onlara,
“Aranızdan, her hususta kavimlerinin benim yanımda temsilcisi olacak on iki
kişi seçiniz. Musa da, İsrailoğullarından on iki temsilci almıştı” buyurdu.
Medineli Müslümanlar, Hazreç kabilesinden dokuz, Evslilerden de üç temsilci
seçtiler.Bu temsilcilerin hepsi de Medine’nin ileri gelen, hatırı sayılır
kimseleri ve okuma yazmasını bilen kişilerdi. Efendimiz, seçilen temsilcilere,
“Havariler, Meryemoğlu İsa’ya karşı kavimlerinin kefili oldukları gibi, siz de
sizden olanların kefilisiniz, ben de Mekkeli muhacirlerin kefiliyim” dedi.
Ayrıca Efendimiz, on iki temsilci
seçildikten sonra Zürare’yi, seçilen on
iki temsilcinin başkanı tayin etti. Temsilciler, temsil ettikleri topluluklarla
konuşup, biatın önemini anlattılar ve onları Resulullah’a bağlılık sözü vermeye
hazırladılar. Bundan sonra Efendimiz, mübarek ellerini uzattı. Medineliler
teker teker biat ettiler. Yapılan bağlılık yemini olan biat, bir manada
Medineli ve Mekkeli Müslümanlar arasında bir ittifaktı.
Biat, gecenin karanlığında,
çağrılanların dışında kimsenin göremeyeceği tenha bir yerde cereyan etmişti.
Buna rağmen, biat biter bitmez kulaklarına bir ses geldi: “Ey Kureyş! Mu-hammed
ile atalarının dininden çıkmış Medineliler, sizinle savaşmak için toplanıp
sözleştiler!”
Gecenin karanlık ve sükûtunu
yırtan bu ses kimindi ve nereden geliyordu? Herkesi bir merak ve telaş sardı.
Efendimiz, “Derhal konak yerlerinize dönünüz!” emrini verdi. “Ya Resulullah!
İstersen sabah olur olmaz kılıçlarımızı kınından sıyırır ve Mina’da bulunan
halkın üzerine yürür, onları kılıçtan geçiririz!” dedi içlerinden biri.
“Hayır, hayır! Bize henüz bu şekilde hareket
etmemiz emrolunmadı. Hepiniz yerlerinize dönünüz.” Henüz sabır silahını kullanmakla vazifeliydi
Müslümanlar. Bunun üzerine, Medineliler konak yerlerine döndüler.
Sabah olunca, durumu sezmiş
bulunan Kureyşli müşrikler, kendilerince mahiyeti henüz belirsiz bulunan
olayı tam öğrenmek üzere araştırmaya
başladılar. Kendileri gibi putperest olan Medinelilerden sordular. Ancak
onların böyle bir meseleden haberleri olmadığından dolayı yemin ederek, “Böyle
bir şey olmadı. Biz, böyle bir şey bilmiyoruz” dediler. Medineli Müslümanlar
ise, doğru yolun sessizlik olduğunu düşünerek, tek kelime konuşmuyorlardı!
Kureyşli müşrikler, bu sefer
Medine’nin büyüklerinden Selul’e gidip sordular. O da aynı şekilde, “Bu, büyük
bir iştir! Böyle bir şey olmamıştır! Söylenenler boş laf olsa gerek! Kavmim,
bana böyle bir şey danışmadı. Onlar, Yesrib’de iken bana danışmadan hiçbir iş
yapmazlardı” dedi. Yesrib Medine’nin bir diğer adıdır. Bunun üzerine Kureyşli
müşrikler, Medineli putperestlerin bu hususta herhangi bir bilgileri olmadığı
kanaatine vardılar.
Şayet Efendimiz, “Bu işi sizden
başkasına duyurmayın” dememiş olsaydı ve Medineli Müslümanlar da bu işi müşrik
hemşehrilerinden gizlememiş olsalardı, elbette bu olay Mekkeli müşriklere onlar
tarafından duyurulacak ve kuvvetli olasılıkla orada Müslümanların başına büyük
bir olay açılacaktı. Belki de, Medine’ye henüz açılmış bulunan İslamiyet için
büyük bir engel ortaya çıkacaktı. Hac mevsimi sona erince, Medineli Müslümanlar
da yurtlarına geri dönmek üzere yola koyuldular. Medineli Müslümanların
Mekke’den ayrılışlarından az zaman sonra, müşrikler böyle bir anlaşmanın cereyan
etmiş olduğunu bir şekilde öğrendiler. Derhal Müslümanları takibe koyuldular.
Ancak Medineliler çoktan o civardan uzaklaşmış bulunuyorlardı. Sadece iki
kişiyi yakalayabildiler. Biri ellerinden bir şekilde kurtuldu ama yakaldıkları
diğer Müslüman’a olmadık eziyetlerde bulundular.
Yurtlarına dönen Medineli
Müslümanlar, artık dört gözle muhacirleri ve Efendimizin yolunu bekliyorlardı!
Peygamber Efendimiz ile Medineli
Müslümanlar arasında yapılan anlaşmalar, Müslümanlar önünde yepyeni emniyetli
bir saha açıyordu. İnançlarını burada serbestçe söyleyebilecek, ibadetlerini
serbestçe ifa edebilecek, dinlerini korkmadan ve çekinmeden yaşayabileceklerdi.
Çünkü Medine’nin iki güçlü kabilesi olan Evs ve Hazreç, onlara kucaklarını
açmış, her koşulda kendilerini koruyacaklarına ve yardımlarını
esirgemeyeceklerine dair vaadde bulunmuşlardı. İslam güneşinin Medine’de bütün
haşmetiyle parlayacağı, şimdiden gözüküyor gibiydi! Müşrikler, Müslümanların bu
emniyetli yere göç edeceklerinden endişe duyarken, efendimiz de hızla
İslamlaşan bu yeni yurdun İslam merkezi haline bir an evvel gelmesi için her
türlü gayreti gösteriyordu.
Mekke’de oldukça hassas bir devre
yaşanıyordu. Allah’ın elçisinin Medineliler’le anlaşma yapığını duyan
müşrikler, Müslümanlara karşı olan zulüm ve işkencelerini daha da artırdılar.
Artık durum bir ölüm kalım meselesi haline gelmişti! Müslümanlar için Mekke’de
hayat, bir azap; içilen su, teneffüs edilen hava bile, sanki yakıcı bir ateş
olmuştu. Müslümanlar, bu sıkıntılı ve acı durumlarını Efendimize arz ettiler ve
hicret için izin istediler.Efendimiz, ilk önce kendisine böyle bir müsaadenin
henüz verilmemiş olduğunu belirtti. Ancak bu açıklamasının üzerinden daha
birkaç gün geçmişti ki sevinç içinde hicret izninin verildiğini, Müslümanlara
bildirdi.
“Sizin hicret edeceğiniz yurdun,
iki kara taşlık arasında hurmalık bir şehir olduğu, bana gösterildi ve
bildirildi. Mekke’den ayrılmak isteyen oraya gitsin, Medine’li Müslüman
kardeşleriyle birleşsin. Yüce Allah, onları size kardeş yaptı ve Medine’yi size
emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı!”
Hicret, bir kaçış değil, bir
arayıştır. Dinin, tamamen yok edilme noktasına gelen tehdit ve tehlikelerden
kurtarılarak, yaşatılmasına müsait ortamın aranmasıdır. Din bir söylem değildir
ve yaşanılmayı gerektirir. Bulunulan yerin şartları, buna imkan tanımaz hale
gelirse yine dinin gereği olarak oradan uzaklaşmak, hicret etmek şarttır. Zor
duruma düşen kimseleri, hicret etmediği takdirde Kuran mazeretli saymıyor ve
kesinlikle sorumlu tutuyor. Zor şartlara maruz kalan Müslümanlar artık
dinlerini yaşayabilecekleri uygun bir yer aramakla mecburdurlar, sorumludurlar.
Efendimiz, bu müsaadeden sonra
“dini yaşayıp diğer insanlara yaymak için müsait yer arama gayreti” olan hicret
hareketini inceden inceye düşündü. Müslümanlara, hicret ederken tedbirli
davranmalarını sıkı sıkıya tenbih etti. Müşriklerin dikkatini çekmemek için
küçük gruplar halinde yola çıkmalarını tavsiye buyurdu.
Efendimizin bu müsaade ve
tavsiyelerinden sonra Müslümanlar, bu hareketlerine engel olacak müşriklerin
dikkatlerini çekmeyecek şekilde birer ikişer veya küçük gruplar halinde
Medine’nin yolunu tuttular! İşin farkına varan Mekkeli müşrikler,
görebildiklerini ve yakalayabildiklerini geri çeviriyorlardı. İslam dininden
vazgeçirmek için bıkmadan, usanmadan her
türlü çareye başvuruyorlardı. Öyle ki gerektiğinde kadınları kocalarından
ayırıyor ve kocalarıyla beraber göç etmelerine karşı çıkıyorlardı. Bazıları da
hapsi boyluyordu. Fakat bir iç savaş patlamasına sebebiyet verebilir diye
kimseyi öldürme yoluna gitmek istemiyorlardı.
Bunun dışında akla hayale gelecek
her türlü eziyet ve işkencelerle Müslümanları hicret etmekten vazgeçirmeye
çalışıyorlardı. Fakat Müslümanlar kesin kararlarını vermişlerdi ve ne pahasına
olursa olsun Medine’ye göç edeceklerdi. Nitekim de her engeli aşarak
hicretlerine devam ettiler.Onlara nurlu ufuklar şimdiden gülümsüyordu. Baskı ve
zulüm çemberinden kurtulup hür ufuklara doğru kanat açıyorlardı. Zaten, Medine
ve Medineliler de onları dört gözle bekliyorlardı.
Diğer Müslümanlar gizli gizli
hicret ederken, Ömer, kılıcını kuşandı. Yayını, oklarını ve mızrağını alıp
Kabe’ye gitti. Açıkça Kabe’yi yedi sefer tavaf etti. Orada bulunan müşrik
elebaşlarına cesaretle seslendi: “İşte, ben de dinimi korumak için Allah
yolunda hicret ediyorum! Karısını dul bırakmak, anasını ağlatmak, çocuklarını
öksüz bırakmak isteyen varsa, şu vadide önüme çıksın!” Bu seslenişten sonra, yirmiye yakın
Müslümanla gündüz ortasında Medine’nin yolunu tuttu. Müşriklerden hiçbiri
onların arkalarına düşme cesaretini gösteremedi.
Böylece, birkaç ay içinde
Müslümanların büyük bir kısmı Medine’ye yerleşmek üzere hüzün ve umut arası
duygularla Mekke’den ayrıldı. Geride Efendimiz, Ebubekir, Ali ile yol tedariği
göremeyecek kadar yoksul olanlar, yolculuk yapmaya takati bulunmayanlar ve
müşrikler tarafından hapsedilenler kaldı.
Efendimiz de hicret etmek
niyetinde idi. Fakat bu hususta Rabbinin iznini bekliyordu. Hatta Ebubekir,
Medine’ye hicret etmek arzusunu beyan edince o, “Sabret! Umulur ki Allah, sana
bir arkadaş ihsan eyleye!” buyurdu.
Peyderpey Medine’ye hicret eden
Müslümanları, Evs ve Hazreç kabileleri son derece güzel karşıladılar.
Kendilerine yer gösterip barındırdılar. Evli muhacirler, evli Medineli
Müslümanlar tarafından misafir edildiler. Bekar muhacirler ise, Kuba’da oturan
bekar sahabe Sad Bin Hayseme’ye misafir oldular. Kureyş müşrikleri, hicret eden
Müslümanların Medineli Müslümanlar tarafından korunduklarını, yardıma mazhar
olduklarını ve onlarla birleşip kuvvetlendiklerini görünce iyiden iyiye telaşa
kapıldılar. Hele, Efendimizin de bir gün hicret edip onların başlarına
geçeceğini, kendilerine karşı savaşabileceğini ve gerektiğinde Şam ticaret
yollarını bile kesebileceğini düşününce telaşları büsbütün arttı. Kendileri
için, menfeatlari için tehlike büyüyordu. Derhal bu durumu görüşüp gereken
tedbirleri almak için Darun Nedve’de toplanmayı kararlaştırdılar. Bahsetmiştik,
Darun Nedve, Efendimizin atalarından Kusayy Bin Kab’ın yaptırdığı, kapısı
Kabe’ye bakan konağı-meclis binası idi. Kureyş ileri gelenleri, mühim işlerini
hep burada toplanıp konuşur, meşveret ederlerdi.
Daha önceden kararlaştırdıkları
günün sabahında Darun Nedve’de bir araya geldiler. Bu sırada düzgün giyimli,
bir ihtiyarın kapıda dikilip durduğunu gördüler. Tanımadıkları bu adama,
“Kimsin?” diye sordular. “Necid’li bir ihtiyarım” diye cevap verdi adam. “Böyle
bir toplantının yapılacağını duymuştum. Ben de katılıp fikirlerimi söylemek
istedim. Uygun görüp görmediğim tedbirler hususunda görüşlerimi beyan etmek
istiyorum!”
Kureyşliler “Olur, gir!” dediler
ve onu içeri aldılar. Toplantıda yüz kadar Kureyşli bulunuyordu. Alınacak
karardan kimsenin haberleri olmasın diye, Haşimoğullarından sadece İslam
düşmanı amca Ebu Leheb alınmıştı. “Muhammed için ne gibi bir tedbir almamız
lazımdır?” diyerek meseleyi görüşmeye açtılar.
Bazıları, “Onu zincire vurup
hapsettirelim” fikrini ileri sürdüler. Necid’li ihtiyar bu fikre”Hayır!” dedi.
“Bu görüşünüz uygun değildir. Siz, onu hapsedecek olursanız, bunu duyan
arkadaşları üzerinize yürürler. Onu elinizden çekip alırlar. Onun telkin ve
propagandası ile çoğalarak, bu işte size galip gelirler! Siz başka bir tedbir
düşününüz!” Bunun üzerine bazıları, “Onu aramızdan, memleketimizden sürüp
çıkaralım! Aramızdan ayrıldıktan sonra nereye giderse gitsin!” dediler.
Necid’li ihtiyar tekrar söz aldı
ve “Hayır, vallahi bu düşünceniz de yerinde değildir! Onun sözünün güzelliğini,
tatlılığını, getirdikleri ve tebliğ ettiği şeylerin insanların kalplerine hakim
olup durduğunu görmüyor musunuz? Onu aranızdan kovacak olursanız, o da Arap
kabileleri arasında dolaşır ve onlara hakim olur. Sonra da üzerinize yürüyerek,
size istediğini yapabilir. Onun için siz başka bir şey düşününüz!” dedi.
Tartışmaların uzaması üzerine İslamın
baş düşmanı Ebu Cehil söz aldı ve “Ben, onun hakkında hiçbir zaman
düşünemeyeceğiniz bir tedbir düşündüm!” dedi. Hazirun merakla “Nedir o?” diye
sordular. Ebu Cehil öfkeli bir kararlılıkla “Onu öldürmekten başka çare yoktur!
Bunun için de aramızda her kabileden güçlü kuvvetli birer delikanlı seçeriz.
Sonra onların her birine keskin birer kılıç veririz. Hepsi birden onu vurup
öldürürler. Böylece ondan kurtulmuş oluruz. Böylece kimin öldürdüğü de belli
olmaz.Bu durumda, Haşimiler, bütün kabilelerle çarpışmayı göze alamazlar ve
mecburen diyete razı olurlar. Biz de onun diyetini ödeyip meseleyi böylelikle
kolayca hallederiz!” diye konuştu. Necid’li ihtiyar “En doğru fikir ve uygun
çare budur!” dedi.
Aslında ihtiyar, insan suretine
girmiş şeytandı!
***
Kureyş müşrikleri, Efendimizi
öldürmek için kesin karar almışlardı ve bunu gerçekleştirmek için de yoğun bir
şekilde faaliyetlerini sürdürüyorlardı. İşte bu ortamda Allah elçisine hicret
emrini verdi.
Efendimiz, Ebubekir’in evine her
gün sabah veya akşam vakitlerinde mutlaka uğrardı. Hicret emrini aldığı gün,
öğle vakti sıcağında, adeti olmadığı bir saatte başını sararak arkadaşı
Ebubekir’in evine vardı. Efendimizin geldiği haber verilence, Ebubekir şaşırdı
ve “Resulullah bu saatte hiç gelmezdi. Bu gelişinde mutlaka bir iş var!” dedi.
Sonra Efendimizi içeri alıp minderinin üzerine oturttu “Anam babam sana feda
olsun ey Allah’ın elçisi! Hayırdır inşallah!” diye merakla sordu. Efendimiz,
“Yüce Allah, bana Mekke’den çıkmaya ve Medine’ye hicret etmeye izin verdi”
buyurdu.Ebubekir can dostuna merakla, “Senin refakatinle şereflenecek miyim ya
Resulallah?” diye sordu. “Evet” deyince de peygamberimiz, gönlüne huzur,
gözlerine sevinç gözyaşları doldu.
İki yoldaş, Medine’ye kadar
kendilerine kılavuzluk etmek üzere, henüz müşrik, fakat güvenilir, sözünde
durmasıyla tanınmış biri olan Abdullah Bin Üreykit’le anlaştılar. İki binit
devesini kendisine teslim ettiler. Üç gece sonra Sevr dağı eteğinde buluşmak
üzere sözleştiler.
Müşriklerse bir an önce Allah’ın
elçisinin nefesinin derdine düşmüşlerdi. Vahiy meleği Cebrail gelip, Efendimize
müşriklerin almış oldukları kararlarını bildirdi ve başvuracağı tedbiri de
şöyle açıkladı:
“Şimdiye kadar yattığın yatağında,
bu gece yatma!” Bunun üzerine Efendimiz, Hz. Ali’yi yanına çağırdı.“Yatağımda
bu gece yat, uyu! Şu yeşil, geniş aba hırkamı da üzerine ört! Korkma, sana
hiçbir zarar erişmeyecektir!” dedi. Ayrıca Ali’ye, kendisine teslim edilen
emanetleri sahiplerine verinceye kadar da Mekke’de kalmasını emretti.
Mekkeliler, “Muhammedü’l-Emin” lakabını verdikleri Efendimize, son derece
güvenirler ve en kıymetli eşyalarını, saklayamamaktan korktukları için ona
teslim ederlerdi. Kureyş ileri gelenlerinin, hakkında ölüm kararı aldıkları
sırada da kendilerinde emanet olarak birçok kıymetli eşya vardı. Ama o, bu
karara rağmen, emanetlerin sahiplerine verilmesini Ali’ye emretmekle, bir kez
daha büyüklüğünü ve emanete sadakatini ortaya koyuyordu.
Müşrikler yapmış oldukları plan
gereği her kabileden seçilmiş eli kılıçlı iki yüze yakın müşrik, gecenin üçte
biri geçince, Efendimizin evinin önünde toplandılar. İçlerinde Ebu Cehil, Ebu
Leheb ve Ümeyye Bin Halef gibi azılıları
ve elebaşıları da vardı. Katiller gecenin geçmesini, aydınlığın etrafı
sarmasını ve efendimizin evinden çıkmasını bekliyorlardı. Zira, geleneklerine
göre, bir adamı evinin içinde katletmek, korkaklığın en adisi sayılırdı! Efendimiz, eli kılıçlı katillerin evinin
etrafını sardıkları sırada evinden çıktı. Yerden aldığı bir avuç toprağı
onların başlarına attı ve Yasin Suresi’nin ilk sekiz ayetini okudu. Hiçbiri onu
göremedi ve o da içlerinden çıkıp gitti.
Bir müddet sonra yanlarına birisi
uğradı. “Burada ne bekleyip duruyorsunuz?” diye sordu kalabalığa. “Muhammed’i
bekliyoruz” dediklerinde, “Muhammed,
evinden çıkıp gideli hayli vakit oldu. Hele bir kere üstünüze başınıza
bakın!” diyerek, gözü dönmüş katillerle adeta alay etti. Müşrikler birbirlerine
bakakaldılar. Üzerlerinin toz toprak içinde kalmış olduğunu gördüler. Şaşırıp
kaldılar. Derhal evin içerisine baktılar. İçeride birinin abaya sarınıp
bürünerek yattığını görünce, “İşte, Muhammed yatıyor!” diyerek beklemeye devam
ettiler; ta ortalık iyice ağarıncaya kadar!
Sabahleyin Efendimiz yerine kuzeni
Ali’nin yataktan doğrulup kalktığını görünce, bütün bütün şaşırdılar, sonra da
Ali’ye, “Muhammed nerede?” diye sordular. Hz. Ali, “Bilmem!” diye cevap verince,
ne yapacaklarını iyice şaşırdılar.
“Hani bir zamanlar o küfredenler, seni tutup
bağlamaları, ya seni öldürmeleri yahut seni (yurdundan zorla) çıkarmaları için
sana tuzak kuruyor(lar)du. Onlar bu tuzağı kurarlarken Allah da onun
karşılığını yapıyordu. Allah, tuzak kuranlara mukabele edenlerin en
hayırlısıdır.” (Enfal Suresi)
Evinden çıkan Efendimiz, doğruca
Ebubekir’in evine vardı. Kendileri için acele sefer malzemesi hazırlandı ve bir
dağarcığa bir miktar da azık kondu. Sonra, Efendimizle Ebubekir, evin
arkasındaki küçük kapıdan çıktılar ve Mekke’nin aşağısındaki şehre yaklaşık bir
saat uzaklıkta bulunan Sevr dağına doğru yol aldılar. Sevr dağındaki mağaraya
vardılar. Mağara oldukça ıssızdı. Önce
Ebubekir içeri girdi. Yeri temizleyip düzeltti. Mağaradaki delikleri tıkadı.
Geriye kalan bir deliğe de ayağını dayadı. Sonra Efendimizi içeriye davet etti,
o da içeri girdi ve mübarek başını can yoldaşının dizine dayayarak uyudu.
Bir süre sonra Allah’ın emriyle
bir örümcek gelip mağaranın ağzına ağını gerdi, bir çift güvercin ise gelip
yuva kurdu. Bu hayvanlar, iki yaren’i bütün Kureyş’e karşı korumak için adeta
nöbet tutmaya başlamışlardı!
Efendimizi evinde bulamayan
müşrikler öfkelenmişlerdi. Derhal Mekke’nin her tarafını didik didik aramaya
koyuldular. Ebubekir’in evine vardılar. Onu da bulamayınca büsbütün
öfkelendiler. Mekke’de Efendimizi bulamayınca, bu sefer tellal çağırttılar.
“Muhammed’i ve Ebubekir’i bulup getirene veya öldürene yüz deve veririz!”
İçlerinde ne kadar hırsız, cani ve
gözü dönmüş insanlıktan nasipsiz var ise, bu ilanı duyunca, kimi eline kılıç,
kimi de sopalar alarak Mekke’nin dışına da çıkarak ve etrafta koşuşturmaya
başladılar.
Arayıcılar, bir süre sonra
Efendimizle Ebubekir’in izlerini buldular. Takip ede ede gelip Sevr dağının eteklerine
dayandılar. İzcilerden biri, “Onlar, şu mağaradan ileri geçmemişlerdir! İz
burada kesiliyor!” İçlerinden bir kısmı müşriklerin liderlerinden Ümeyye Bin
Halef’le beraber mağaranın ağzına kadar geldiler. Bu sırada Peygamberimiz ile
Ebubekir onları görüyor, fakat müşrikler onları göremiyorlardı.
Ebubekir, fazlasıyla telaşa
kapıldı ve üzüldü. “Beni öldürseler de gam çekmem! Ben, nihayet bir ferdim.
Ama, Allah göstermesin, sana bir zarar ve ziyan eriştirecek olurlarsa bu, bütün
ümmetin helakına sebep olur!”
“Üzülme, Allah bizimle beraberdir”
diye buyurarak efendimiz dostuna teselli verdi. Ebubekir yine
endişeyle“Onlardan birisi eğilip de ayaklarının dibinden bir bakıverse, bizi
görür!” Efendimiz, yine emin ve teslimiyet içinde “Ya Ebubekir! İki kişinin üçüncüsü
Allah olursa, sen sonucun ne olacağını zannediyorsun? Yakalanacağımızı mı
sanırsın?” buyurdu. Sonra da Ebubekir’in içinin ferahlaması için Rabbine dua
etti.
Rabbimiz, Kuran’da bu olaya şu
ayetiyle işaret etmektedir.
“Eğer siz ona (Resuluma) yardım
etmezseniz, (hatırlayın ki) kafirler onu (Mekke’den) çıkardıkları zaman bizzat
Allah ona yardım etmişti. Yine de O, nusretini esirgemez. O öyle bir zamandı ki
Resulullah (ancak) ikinin ikincisinden ibaretti (bir tek yanında Ebubekir
vardı). O zaman onlar, (Sevr dağının tepesindeki) mağaradaydılar. Peygamber o
vakit arkadaşına, ‘Mahzun olma! Allah, hiç şüphe yok, bizimle beraberdir’
diyordu. Allah o (arkadaşının) üzerine (kalbine) sekinetini (kuvve-i
maneviyesini) indirmiş, onu (habibini) görmediğiniz (manevi) ordularla teyit
etmiş, kafirlerin kelimesini (küfürlerini) alçaltmıştı. Allah’ın kelimesi
(tevhid kelimesi) ise, çok yücedir. Allah, mutlak galibtir, yegane hüküm ve
hikmet sahibidir.” (Tevbe Suresi)
Müşrikler Sevr mağarasına oldukça yaklaşmışlardı. “Şu
mağarayı da arayalım” dediler. Onların konuşmalarını Efendimizle sadık dostu
duyuyordu. Biri mağaranın ağzına kadar geldi. Ancak içeri girip bakma gereği
hissetmeden gerisin geriye döndü. Diğerleri “Neden girip içeri bakmadın?” diye
sordular. “Mağaranın ağzında iki yabani güvercinin yuva kurduğunu gördüm. Orada
olduklarına asla ihtimal vermem!” diye cevap verdi.Onlar tartışa dururlarken
Azılı müşrik Ümeyye ise, arkadaşlarına hiddetle seslendi. “Mağaranın orada ne
dolaşıp duruyorsunuz? Orada örümceğin ağ bağladığını görmüyor musunuz?”
Bu durum karşısında müşrikler
mağaranın yanından uzaklaştılar. Böylece Allah, nöbetçi tayin ettiği bir
örümcek ve iki yabani güvercinle, elçisini bütün Kureyş’in zalimlerine karşı
korumuş oluyordu!
Perşembe günü geceleyin Sevr
mağarasına, can dostuyla birlikte giren Peygamberimizin, üç gün üç gece
mağarada gizlenmeleri tedbir içindi. Müşrikler bu süreçte, onların Mekke
civarından uzaklaşmış olduklarına kanaat getirecek ve bir derece takiplerini
gevşetmiş olacaklardı. Nitekim de öyle oldu. Mağarada gizlendikleri zaman
zarfında, Ebubekir’in oğlu Abdullah,
aldığı talimat üzere gündüzleri Kureyşliler arasında dolaşıyor, ne
konuştuklarını, neler düşündüklerini öğrendikten sonra, geceleri gelip
efendimize olan bitenden haber veriyordu. Geceyi onlarla birlikte orada
geçiriyor ve aydınlık tamamıyla etrafı sarmadan Mekke’ye geri dönüyordu. Diğer
taraftan, Ebubekir’in kölesi (Henüz kölelik tamamen yasaklanmamıştı.) Amir Bin
Fuheyre de, o civarda koyunlarını güdüyor, hem Abdullah’ın izlerini yok ediyor,
hem de onlara süt götürüyordu.
Kureyşlilerin iki yakın dost
hakkındaki arama taramaları da bir derece gevşemişti. Bu arada, daha evvel
kararlaştırıldığı üzere kılavuz olarak tutulan Abdullah Bin Üreykit de,
kendisine teslim edilen iki deveyle birlikte kendi devesi de yanında bulunduğu
halde Pazartesi günü seher vakti Sevr dağının eteğinde göründü. Efendimiz ve
beraberindekilere yol azığı olarak bir koyun kesilmiş, eti pişirilmişti.
Ebubekir’in kızı Esma, bunu bir dağarcığa koyup bir tulum suyla birlikte
mağaraya getirdi. Nihayet mağaradan hareket zamanı gelmişti. Yolcular Sevr
mağarasından ayrıldılar.
Efendimiz, doğup büyüdüğü mübarek
şehirden ayrılıyordu. Uzaktan Mekke’ye mahzun mahzun baktı ve “Vallahi, sen
Allah’ın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Allah katında en sevgili olanısın!
Bana senden daha sevgili, daha güzel yurt yoktur! Çıkarılmaya zorlanmamış
olsaydım, senden asla ayrılmaz, senden başka yerde yurt yuva tutmazdım” diyerek
ona olan sevgisini dile getirdi. Rabbi de onu teselli eden vahyini indirdi.
“Elbette, o Kuran’ın tebliğini
üzerine farz kılan Allah, seni yine döneceğin yere (Mekke’ye)
döndürecektir!”(Kasas Suresi)
Düşmanın takibini zorlaştırmak ve onları
şaşırtmak maksadıyla Medine’ye doğru, herkesin gittiği yoldan ayrı bir yol
takip edildi. Önce, güney istikametinde Kızıldeniz’e yakın Tihame’ye gittiler.
Sonra kuzeye döndüler. Denizden uzak çöl içinden sahile paralel yol aldılar.
Salı günü öğleye kadar durup dinlenmeden deve sırtında yol katettiler. Salı
günü öğle üzeri bir gölgelikte bir nebze dinlenmek için konakladılar.
Efendimiz, istirahate çekildi. Dört kişinin meşakkatli yolculuğu değişik
olayların cereyan ettiği şekilde sürüyordu.
Kureyş’in Efendimizi ele geçirenlere yüz deve vaat ettiği haberi çok
kimseyi harekete geçirmişti. Bunlardan gayet cesur ve aynı zamanda iyi iz takip
eden Kinane kabilesinden Süraka Bin Malik de, bu ödülün iştahına kanarak,
Efendimizi takibe koyulmuştu. Bir ihbar üzerine harekete geçen Süraka, kısa
zamanda yolcuların izlerini buldu. Dörtnala koşturduğu atıyla gittikçe
Efendimiz ve beraberindekilere yaklaşıyordu. Aralarında az bir mesafe kalmıştı.
Ebubekir, Süraka’nın kendilerine doğru geldiğini görünce telaşlandı.Efendimiz,
mağarada dediği gibi, “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” dedi dostuna. Sonrada
dönüp Süraka’ya baktı. Süraka’nın atının ayakları bir anda dizlerine kadar yere
battı. Kurtulunca, tekrar takip etti. Fakat yine atının ayakları yere saplandı
ve atının ayaklarının saplandığı yerden duman gibi bir şey çıktı. O vakit
anladı ki ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden gelmez ki ona ilişsin!
“Ey Muhammed!” dedi. “Dua et,
kurtulayım! Sana hiç dokunmayacağım! Seni takip edecek kimselere de senden hiç
bahsetmeyeceğim!” Efendimiz Rabbine dua etti. Rabbide onun duasını kabul etti
ve Süraka’yı o zor durumdan kurtardı. Duanın tek makamı vardır, o da yüce
yaratıcı Allah’tır.
Süraka, saygıyla Efendimizin
yanına vardı. Kendisini tanıttı. İleride İslamiyetin her tarafa hakim olacağı
kanaatiyle bir güvence (emanname) istedi. Efendimiz, kendisine Ebubekir’in
kaleme aldığı yazılı bir emanname verdi.
Emannameyi alan Süraka, “Ey Allah’ın peygamberi! Emret, istediğini yapayım!”
dedi.Efendimiz de, “Git, öyle yap ki başkası gelmesin!” diye ferman
etti.Efendimizden bu talimatı alan Süraka, derhal geri döndü. Arkadan gelen
Kureyş’in takipçilerine de, “Ben buraları arayıp taradım, kimseyi bulamadım.
Başka tarafa bakalım” diyerek onları geri çevirdi. Kaderin tecellisine bakınız
ki günün başlangıcında Peygamberimizi ele geçirmek veya öldürmek için atına
atlayıp takibe çıkan Süraka, günün sonunda onu düşman takipçilerden korumaya
çalışıyor! Aynı Süraka ileride Huneyn savaşından sonra Müslüman olacaktır.
Süraka döndükten sonra Efendimiz,
beraberindekilerle yine kızgın çöller üzerinde yol almaya başladı. Sanki gökten
alev yağıyor, yerden kızgın kıvılcımlar fışkırıyordu!
Nihayet ufukta Medine görünmüştü.
Yolda karşılaştığı ve iman eden Büreyde ve ekibi de kafileye katılmıştı.
MEDİNE
Ben anlatımımı kısa tutmaya çalışıyorum. Yoksa
efendimizden ve yaşadıklarından bahsetmek için ciltler dolusu kitap yetmez.
Kitaba kaynak ya da dipnotlarla da akademik bir hüviyet vermemeye çalışıyorum.
Çalışmamda Ehl-i Sünnet kaynaklarını baz aldığımı ifade edeyim.
Medineli Müslümanlar, Efendimizin
Mekke’den Medine’ye gelmek üzere yola çıktığını büyük bir umut ve sevinçle duymuşlardı. Bunun için her gün sabah
namazından sonra Harre mevkiine çıkarak, öğle sıcağı basıncaya kadar yolunu
heyecan ve sabırsızlıkla beklemekteydiler. Yine bir gün uzun uzun beklemişler,
onun gelmediğini ve etrafını da şiddetli sıcaklığın bastığını görünce evlerine
geri dönmüşlerdi.
Bu sırada bir işi için evinin
damına çıkmış olan bir Yahudi, beyazlara bürünmüş birkaç kişinin çölün
sıcaklığını, serap ve sisleri yararak gelmekte olduğunu gördü. Müslümanların,
peygamberlerini günlerden beri heyecanla beklemekte olduğunu biliyordu.
Kendisini tutamayarak, “Ey Arap topluluğu! İşte, beklediğiniz devletliniz
geliyor!” diye haykırarak Müslümanlara müjde verdi.
Bu müjde, Medine sokaklarında bir
yağmur sevinci etkisi oluşturdu. Şehir bir anda bayram havasına büründü. Çünkü
insanlığa huzur ve mutluluk sunan Allah’ın elçisi geliyordu! Müslümanlar derhal o tarafa sevinç
içerisinde koştular. Diller coşkuyla söyleniyordu.
“Ay doğdu üzerimize
Veda tepesinden
Şükür gerekti bizlere
Allah’a davetinden
Sen güneşsin sen aysın
Sen nur üstüne nursun
Sen süreyya ışığısın
Ey sevgili ey resul
Ey bizden seçilen elçi
Yüce bir davetle geldin
Sen bu şehre şeref verdin
Ey sevgili hoş geldin!”
Karşılayıcılar, Efendimize ve
yoldaşlarına bir hurma ağacının
gölgesinde dinlenirken kavuştular. Günlerden beri yolunu heyecan, sabırsızlık
ve muhabbetle bekledikleri Kainatın Efendisini selamladılar.Efendimiz, daha
sonra beraberindekiler ve karşılayıcılar ile birlikte Medine’nin sağ tarafına
düşen Kuba köyüne doğru yoluna devam etti. Bir süre orada kalacaktı.
Efendimizin emriyle, Kureyşlilerin
kendisine teslim ettikleri kıymetli eşya ve emanetlerini sahiplerine iade etmek
maksadıyla Mekke’de kalan Ali bu görevi yerine getirmiş ve Efendimizin
Mekke’den ayrılışından sonra Medine’ye doğru hareket etmişti. Efendimiz henüz
Kuba’da iken gelip onlara kavuştu. Yürümekten ayakları şişmiş ve kabarmış idi.
Peygamberimiz, onu gözyaşları arasında kucakladı ve ayağının iyileşmesi için
dua edip eliyle meshetti.
Efendimiz on küsur gece misafir
kaldı orada. Bu müddet zarfında Kuba Mescidi’ni bizzat kendisi de çalışarak
yaptırdı ve bu mescit içinde namaz kıldı. Onun bu gayret ve faaliyetini gözlemleyen
Müslümanlar da, aşk ve şevk içinde bıkmadan usanmadan çalışıyorlardı. Mescit
yapılıp bitinceye kadar Peygamber Efendimiz, çalışmaktan bir an olsun geri
durmadı ve kendisini diğer Müslümanlardan farklı bir muameleye tabi tutmadı.
İslam topluluğu için ilk olarak bina yapılan mescit, işte bu Kuba Mescidi’dir.
“Muhakkak bu bir mescittir ki onun
temeli Medine’ye hicretin ilk gününde takva üzere atılmıştır. Aziz Peygamberim!
Bu mescit senin, içinde namaz kıl¬mana daha layıktır. Bu mescitte son derece temizliği
ve nezaheti seven bir cemaat vardır. Allah da, çok temiz ve faziletli olanları
sever!” (Tevbe Suresi)
Efendimiz, Kuba’da on küsur gece
ikamet buyurduktan sonra bir Cuma günü Medine’ye doğru hareket etti. Kasva
adındaki devesinin üzerinde idi. Peşinde Ebubekir, sağ ve solunda ise ana
tarafından dayıları olan Neccaroğullarından yüz kişi ile birçok Medineli
Müslüman yer almıştı. Manzara, düşündürücü olduğu kadar da sevindirici ve ümit
verici idi. Mekke’de yalnızlıkla başbaşa bırakılmış bulunan Allah’ın elçisinin
etrafını şimdi, feragat ve fedakarlık timsali yüzlerce insan sarmıştı!
Dillerinde tekbir, gönüllerinde ise sınırsız bir teslimiyet vardı. Kendilerine
dünya ve ahiret saadetinin kaynağı olan gerçek iman ve İslam’ı sunan bu şerefli
insanın yolunu günlerden beri sabırsızlıkla beklemişlerdi. Şimdi ise ona
kavuşmanın eşsiz sevincini duyarak, hissederek yaşıyorlardı.
Efendimiz Ranuna mevkine
geldiklerinde Cuma namazı vakti girdi. Efendimiz, Ranuna vadisinin ortasındaki
Cuma Mescidi’nin yerine indi ve burada Cuma namazı kıldı. Bu, Peygamber
Efendimizin Medine’de kıldığı ilk Cuma namazı idi.Efendimiz, burada arka arkaya
iki hutbe buyurdu. İlk hutbesinde Allah’a hamd ettikten sonra mealen
Müslümanlara seslendi.
“Ey insanlar! Sağlığınızda
ahiretiniz için tedarik görünüz. Muhakkak bilirsiniz ki kıyamet gününde birinin
başına vurulacak ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak. Sonra Cenab-ı Hak,
ona diyecek. Ama nasıl diyecek? Tercümanı yok, rehberi yok. Bizzat diyecek ki:
‘Sana benim Resulüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf
ve ihsan ettim. Sen kendin için ne tedarik ettin?’ O kimse dahi sağına soluna
bakacak, bir şey görmeyecek. Önüne bakacak, cehennemden başka bir şey
görmeyecek! Öyle ise, her kim ki kendisini velev ki bir yarım hurmayla olsun
ateşten kurtarabilecekse, hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa, bari güzel sözle kendisini kurtarsın. Zira, onunla
bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevab verilir. Allah’ın selam, rahmet
ve bereketi üzerinize olsun!”
Efendimiz ikinci hutbesinde ise mealen “Allah’a
hamdolsun. Allah’a hamdederim ve O’ndan yardım isterim. Nefislerimizin
şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah’a sığındık. Allah’ın hidayet ettiğini
kimse saptıramaz. Allah’ın saptırdığına da ettiğine de kimse hidayet edemez.
Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet ederim. O, birdir, ortağı yoktur.
Sözlerin en güzeli Allah’ın sözüdür. Kimin ki Allah, kalbini Kur’an’la süsler
ve onu kafir iken İslam’a dahil eder, o da Kur’an’ı diğer sözlere tercih
ederse, işte o kimse kurtuluşu bulur.
Doğrusu, Allah’ın kitabı, sözlerin
en güzeli ve en anlaşılır olanıdır. Allah’ın sevdiğini seviniz. Allah’ı can ve
gönülden seviniz. Allah’ın kelamından ve zikrinden usanmayınız. Ve Allah’ın kelamından
kalbinize sıkıntı gelmesin. Zira, Kelamullah, her şeyin en güzelini, en iyisini
ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların güzidesi olan peygamberleri ve
kıssaların iyisini zikreder; helal ve haramı açıklar. Artık. Allah’a ibadet
ediniz ve O’na hiçbir şeyi ortak etmeyiniz. O’ndan hakkıyla sakınınız.Hayırlı
işler işleyiniz ve bu iyi işleri diliniz de teyit etsin. Allah’ın kelamıyla
birbirinizi seviniz. Muhakkak bilmelisiniz ki Allah ahdini bozanlara gazap
eder. Allah’ın selamı üzerinize olsun!” demişti.
***
Peygamber Efendimiz, Medine
yakınlarında Ranuna mevkiinde Cuma namazını kıldıktan sonra tekrar devesine
bindi ve yularını devesinin boynuna doladı.Efendimiz ilerlerken, önünden
geçtiği her evin sahibi, kendisini evinde misafir etme şerefine nail olmak
istiyor ve devesinin yularını tutup, “Ya Resulallah! Bize buyurun!” diyordu.
Efendimiz ise, mübarek
tebessümleri arasında, “Hayra erin! Deveye yol verin!Ona, gideceği yer
buyrulmuştur” diye cevap veriyordu. O mübarek hayvan da, sağa ve sola bakarak
kendiliğinden ilerliyordu. Yuları boynuna dolanmış Kasva ağır adımlarla
ilerleyerek boş bir arsaya çöktü. Efendimiz, üzerinden hemen inmedi. Deve, az
sonra ayağa kalktı, biraz ilerledikten sonra birdenbire geriye döndü ve ilk
çöktüğü yere geldi. Oraya tekrar çöktü ve artık kalkmadı. Boynunu ve göğsünü
yere uzatarak tatlı tatlı böğürmeye ve sağa sola deprenmeye başladı. Dikkatler
Kasva’nın üzerine çevrilmişti.Efendimiz onun çöktüğü yere mi misafir olacaktı,
yoksa başka bir yere mi? Kasva, ikinci sefer çöküp yerinden kalkmayınca
Efendimiz, “İnşallah menzilimiz burasıdır” buyurarak indi.
Efendimiz, etrafını saranlara,
“Akrabalarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?” diye sordu.
Neccaroğullarından Ebu Eyyüb el-Ensari, sevinç ve heyecanla ortaya atıldı. “Ey
Allah’ın elçisi! Benim evim daha yakındır! İşte, şu evim, şu da kapısı” diyerek
gösterdi. Sonra da, “Müsaade buyurursanız, devenizin üzerindekileri oraya
taşıyayım” dedi; Kasva’nın yükünü indirip palanını soydu ve heyecanla evine
taşıdı. İstanbulumuzda kabri bulunan Eyüp Sultan’dı, o.
Sevgi tezahürleri arasında
Efendimiz de kalkıp Eyyub el-Ensar’ın evine gitti. Böylece, Efendimizi ağırlama
şerefi bu aziz sahabeye nasip oluyordu! Efendimiz, bu mütevazı evde tam yedi ay
ikamet buyurdu. Bu süre içinde Medineli Müslümanlar (ensar), bu eve yemekler
taşımada ve Efendimizin ihtiyaçlarını yerine getirmede birbirleriyle adeta
yarışırlardı.
Efendimiz, Medine’ye hicret
ettiklerinde, Müslümanların kullandıkları kendilerine mahsus bir tarihleri
yoktu. Bunun üzerine Efendimizin hicretini başlangıç kabul ederek,
“Resulullah’ın gelişinden bir ay, iki ay sonra...” diye hicri tarihi kullanmaya
başladılar. Böylece, kamer senesi esas ve hicret tarihi başlangıç kabul
edilerek, Müslümanlar kendilerine mahsus bir takvim tanzim etmiş oldular.
Efendimizin hicret etmesiyle
Medine şehri “İslam merkezi” haline gelmiş oluyordu. Şimdiki gibi o zaman da
Medine, Arabistan Yarımadası’nın önemli şehirlerinden biriydi. Vadi olan
arazisi oldukça geniştir. Vadi tamamen dağlarla çevrilidir. İklimi tatlı,
arazisi verimlidir. Havası güzel, suyu serin ve oldukça boldur. Yağışı
Mekke’den fazladır.
Hicrete kadar şehir Yesrib ismini
taşıyordu. Ancak bu kelimede “fesat” manası bulunduğundan, Efendimiz, bu ismi
beğenmedi ve onu “Medine” diye değiştirdi. Artık Müslümanlar arasında şehir
“Yesrib” diye değil, “Medine” adıyla anılmaya başladı.
Medine’de Müslümanlardan başka
Yahudiler ve Hıristiyanlar da oturuyordu. Bu bakımdan nüfusu kalabalık bir
şehirdi. O zamanki nüfusunun on bin civarında olduğu tahmin edilmiştir.
Buradaki Müslümanlar, Evs ve
Hazreç kabilelerine mensup idiler. Evs ve Hazreç adındaki iki kardeşten üreyip
çoğalan bu iki kabile arasında Araplar aykırılıklar, kavgalar ve çarpışmalar
içerisindeydiler.
Efendimizle birlikte bu iki kardeş
kabile arasındaki düşmanlık, muhabbete dönüştü.. Dargınlık ve kırgınlıklar
tamamen ortadan kalktı. Buradaki Yahudiler ise, üç kabileye mensup idiler: Beni
Kaynuka, Beni Kurayza ve Beni Nadir. Şehirde sayıları en az olan,
Hristiyanlardı. Bunlar, İslam’ın Medine’de hızla yayılışı karşısında tahammül
edemediler ve kısa bir zaman sonra Medine’den ayrıldılar. Uhud Savaşı’nda
müşrikler safında Müslümanlara karşı savaşan bu Hristiyanlar, sonraları
Bizans’a sığınmışlardır! Siyasi hayat açısından Medine, o sırada ilkel denecek
bir seviyede idi. Henüz kabile hayatı yaşanıyordu. Tıpkı müşrik Araplarda
olduğu gibi, Yahudilerde de her kabile kendi başına bağımsız bir topluluğu
oluşturuyordu. Kendi kabile reislerinden başka hiçbir otoriteyi kabul
etmiyorlardı. Adalet, özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi kavramlar ancak
güçlüler arasında kısmi olarak yer alabiliyordu. Sosyal hayat, kanunlardan
mahrumdu. Durumun gerektiği hallerde hakemler seçiliyor ve bu hakemlerin şahsi
kanaat ve görüşleri yasa görevini üstleniyor buna göre hüküm ve kararlar
veriliyordu. Okuma yazma bilenlerin sayısı oldukça azdı. Peygamber Efendimizi
mühim görevler halli gereken birçok ağır mesele bekliyordu.
***
Yusuf peygamberin soyundan gelen
Abdullah İbni Selam, Medine Yahudilerinin ileri gelen bilginlerinden biri idi.
Efendimizi birgün ziyarete geldi ve ona birtakım sorular sordu. Tevrat’tan
sorduğu sorularına yine Tevrat’a uygun cevaplar alınca, şehadet getirerek
Müslüman oldu. Sonra da, “Ey Allah’ın elçisi! Yahudi milleti, iftiracı, yalancı
bir millettir. Yarın benim Müslüman olduğumu duyunca türlü yalanlar uydurup
iftirada bulunurlar. Müslümanlığım duyulmadan önce beni onlardan sorup onların
içindeki durumumu onaylattırınız!” dedi. Efendimiz de, onu bir tarafa gizleyip
Yahudi ileri gelenlerinden bazılarını evine davet etti ve onlara, “Ey Yahudi
cemaati! Siz benim, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğumu pek iyi
bilirsiniz! Ben hak dinle geldim; Müslüman olunuz!” dedi. Yahudiler büyük bir
kibirlilikle, “Biz, senin peygamber olduğunu bilmiyoruz!” diye karşılık
verdiler ve bu sözlerini de üç kez tekrarladılar. “Sizin içinizde Abdullah İbni
Selam adında birisi var. O nasıl bir kişidir?” diye sordu bu kez peygamberimiz.
Yahudiler, “O, bizim içimizde hayırlı bir babanın hayırlı bir oğludur. Kendisi
de babası da en faziletlimiz, en bilginimizdir.” dediler.”Abdullah İbni Selâm,
Müslüman olursa, siz ne dersiniz?” diye sordu efendimiz. Yahudiler, “Asla!
Abdullah İbni Selam, hiçbir vakit Müslüman olamaz!” dediler.
Bunun üzerine efendimiz, Abdullah
İbni Selam’a hitaben, “ İbni Selam! Gel!” diye çağırdı. Abdullah, saklı
bulunduğu yerden çıkarak Müslüman olduğunu ilan etti. Yahudilere de, “Ey Yahudi
cemaati! Allah’tan korkunuz! Size geleni kabul ediniz. Siz de bilirsiniz ki o,
yanınızdaki Tevrat’ta ismini ve sıfatını yazılı bulduğunuz Allah’ın elçisidir.”
diyerek onları İslam’a davet etti.
Yahudiler biraz önce övdükleri
Abdullah’a, “Sen yalan söylüyorsun! Sen şerir oğlu şeririmizsin!” dediler. Onu
kıymetini düşürmek için türlü türlü kusur ve kabahatler isnat ederek kötülemeye
başladılar. Abdullah efendimize dönerek”Ey Allah’ın elçisi! Korktuğum işte bu
idi! Ben, sana onların gaddar, yalancı, günahkar ve iftiracı bir millet
olduğunu haber vermemiş miydim? İşte, dediğim çıktı!” dedi.Efendimiz
huzursuzlanan ve aksileşen Yahudileri huzurundan çıkardı. Abdullah İbni Selam
ise evine gitti. Onun davetiyle bütün ev halkı Müslüman oldu. Daha sonra
Yahudilerin bazı ileri gelenleri, Abdullah İbni Selam’ı türlü türlü hile ve
sözlerle Müslümanlıktan vazgeçirmeye çalıştılarsa da başaramadılar.
Bir süre sonra Abdullah’la
birlikte birçok Yahudi alimi de içtenlikle
İslam’ı kabul edip Müslümanlıkta sebat gösterdiler. İman etmeyen diğer
Yahudi alimleri ise, “Muhammed’e bizim şerlilerimiz tabi oldu! Eğer hayırlı
olsalardı atalarının dinini terk etmezlerdi” diye ileri geri konuşmaya
başladılar. Bunun üzerine inen vahiy şöyle buyurmaktadır:
“Kitap ehlinin (Yahudilerin ve
Hıristiyanların) hepsi aynı değildir. Onların arasında, (Müslüman olduktan
sonra) gece boyunca Allah’ın ayetlerini okuyan ve O’nun huzurunda secdeye
kapanan dosdoğru insanlar da vardır.”(Al-i İmran Suresi)
***
Efendimiz ve kendisine bağlı
Müslümanların Medine’de hürriyet ve huzur-barış içinde bir hayata
kavuştuklarını gören müşrikler, büsbütün rahatsız olup endişeye kapıldılar.
Hergeçen gün sayılarının artmasından korkmaya da başlamışlardır. Medine’de de onları rahat bırakmak
istemiyorlardı. Mekke’de uyguladıkları, halkı efendimizden uzaklaştırma
yöntemini burada da uygulamak istiyorlardı. Bu amaçla, onu himayeye söz vermiş
bulunan ensara, üst üste muhtıra niteliğinde, ağır dille tehdit dolu yazılmış
iki mektup gönderdiler. Mektuplarda, ensarın bu koruma ve kollamadan vazgeçmesi
isteniyor, aksi takdirde başlarına gelecek her türlü belaya razı olmaları
gerektiği belirtiliyordu. Fakat Kureyş müşriklerinin bu iki muhtırası, Medineli
Müslümanlar üzerinde hiçbir olumsuz etki meydana getirmedi. Aksine, sert
cevaplarla karşılandı. Mekkeli müşrikler, Medine’de korku ve tehdit ile kimseyi
Allah’ın elçisinin aleyhine çeviremeyeceklerini de anlamış
oluyorlardı.Efendimiz de Medinelilere gelen bu ihtar mektuplarından haberdar
olmuştu. Bu sebeple, Medine devamlı teyakkuz halinde tedbirli idi. “Her an
müşrik saldırısı olabileceği” ihtimaline karşın Efendimiz, Müslümanları da
dikkatli ve tedbirli olmaya çağırıyordu. Bu yüzden uyumadıkları geceler bile
oluyordu. Medine’de Müslümanların durumu oldukça hassastı. Çünkü buraya hicret
etmekle müşrik Arap kabilelerine tam manasıyla hedef olmuşlardı. Elbette, bunun
karşısında her zaman uyanık bulunmak gerekiyordu. Müslümanlar en ufak bir
gürültü, bir seslenişten dolayı hemen bir araya toplanıyorlardı.
Mekkeli müşrikler, Medineli
Müslümanları efendimizin korumaktan vazgeçirmek için sadece bu uyarı ve tehdit
dolu mektupları göndermekle de kalmamışlardı. Ayrıca ekonomik tedbirlere de
başvuruyorlardı. Ayrıca Medine’deki münafıklardan ve Yahudilerden bazılarını
elde ederek, Müslümanlar arasına fitne ve fesat düşürmeyi de planlı bir şekilde
yürütüyorlardı. Bütün bunlara rağmen Medineli Müslümanlar, efendimizi
bağırlarına basmada, İslam’ı yaşayıp yaşatmada, muhacir Müslümanlara her türlü
yardımda bulunmada zerre kadar çelişkiye kapılmadılar ve geri durmadılar. Ne
var ki muhacirler, Medine’nin iklimine, geleneklerine ve çalışma şartlarına
alışkın değillerdi. Mekke’den gelirken de beraberlerinde hiçbir şey
getirmediklerinden dolayı ensar adını alan Medineli Müslümanlarla kaynaşmaları
gerekiyordu. Efendimiz Medine’ye hicretten beş ay sonra ensar ile muhaciri bir
araya topladı. Kırk beşi muhacirlerden, kırk beşi ensardan olmak üzere doksan
Müslümanı kardeş yaptı. Efendimizin kurduğu bu kardeşlik müessesesi, maddi
manevi yardımlaşma ve birbirlerine varis olma esasına dayanıyor, böylelikle
muhacirlerin yurtlarından ayrılmalarından dolayı duydukları keder ve üzüntüyü giderme,
onları Medinelilere ısındırma, onlara güç ve destek kazandırma niyetini ve
amacını güdüyordu. Kurulan bu kardeşlik müessesesine göre, Medineli ailelerden
her birinin reisi, Mekkeli Müslümanlardan bir aileyi yanına alacak, mallarını
onlarla paylaşacak, beraber çalışıp beraber kazanacaklardı. Efendimiz, rastgele
iki Müslümanı bir araya getirmemişti. Bir araya getireceklerin durumlarını
inceden inceyeleyerek, uygun bulduklarını birbirine kardeş yapmıştı. Mesela,
Selman-ı Farisi ile Ebud-Derda, Ammar ile Huzeyfe, Musab ile Ebu Eyyub
Hazretleri arasında karakter, zevk, duygu açısından tam bir uyum vardı. Bu
kardeşlik sayesinde, Allah ve elçisinin sevgisinden başka her şeylerini geride
bırakmış bulunan muhacirlerin bakım ve konaklama sorunları da halledilmiş
oluyordu. Ensardan her biri, muhacirlerden birini evinde barındırıyor, beraber
çalışıyor, beraber yiyorlardı. Yeryüzünde böyle bir uygulama görülmüş bir şey
değildi. Günümüzün dinsizlik eksenli koministlerinin komün arzuları bu
uygulamanın gölgesi bile edemezdi. Bu uygulama soy ve kan kardeşliğini fersah
fersah geride bırakacak bir kardeşlikti. İman kardeşliği, din kardeşliği idi.
Medineli Müslümanlar, yani ensar, her şeylerini bu garip, bu kederli, bu
yurtlarından uzak bulunmanın hüznünü duyan Müslümanlarla paylaşıyorlardı.
Medineli biri vefat edince, muhacir kardeşi akrabalarıyla birlikte ona mirasçı
oluyordu.
Yine kurulan bu kardeşlik
sayesinde büyük bir sosyal yardımlaşma da temin edilmiş oldu. Muhacir
Müslümanlar, sıkıntıdan kurtuldular. Medineli her bir Müslüman, kardeş olduğu
Mekkeli Müslümana malının yarısını veriyordu.
İnsanlık tarihinin en eşsiz tablosu ortadaydı; muhacir kardeşlerine
karşı misafirperverliğin, cömertliğin, kadirşinaslığın, insanlığın en yüce
derecesini göstermekten zevk alıyorlardı. Ashabın yani efendimizin
arkadaşlarının ensarıyla, muhaciriyle ne denli kıymetli insanlar olduklarını
göstermişler ve bu kardeşlik uygulaması
da insanlığa kıyamete kadar gösterilecek en önemli örnektir. Başka ideolojilerin
ve arayışların içine giren insanların huzursuzluğuna da en net örnektir,
ayrıca!
Tarih, birçok göçe şahit olmuştur.
Dışarıdan gelenle yerlileri arasında böylesine birbirlerine canı gönülden
sarılma, birbirleriyle sevgiyle kaynaşma, birbirleriyle samimiyetle
ku-caklaşmayı o ana kadar görmüş değildi ki ne yazık ki bu gidişle bir daha da
göremeyecektir! Bu içten kaynaşmadan muhteşem
bir kuvvet doğuyordu. Bu öylesine bir kuvvetti ki kısa zamanda bütün
Arabistan, her şeyiyle o insanların sevgilerine boyun eğmek mecburiyetinde
kalacaktı.
Muhacirler de elbette, “Ensar
kardeşlerimiz, bize mal mülk verdi, bakımımızı temin etti” diyerek boş
oturmuyorlardı. Her biri elinden gelen gayreti göstererek, mümkün oldukça
kimseye yük olmamaya çalışıyordu. Bunun en canlı örneği, Sad b. Rebi’in yaptığı
teklife, cennetle müjdelenen on sahabeden biri olan Abdurrahman Bin Avf’ın
verdiği cevaptır. Birbirlerine kardeş tayin edilen Rebi, Abdurrahman’a, “Ben,
mal yönünden Medineli Müslümanların en zenginiyim. Malımın yarısını sana
ayırdım!” demişti. Büyük sahabe Abdurrahman’ın verdiği cevap, yapılan teklif
kadar ibretliydi: “Allah, sana malını hayırlı kılsın! Benim onlara ihtiyacım
yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alış veriş yaptığınız çarşının
yolunu göstermendir.” Ertesi sabah,
Kaynuka çarşısına götürülen Abdurrahman, yağ, peynir gibi şeyler alıp satarak
ticarete başladı. Efendimizin, “malının çoğalması ve bereketlenmesi”
hususundaki duasına da mazhar olduğundan, çok geçmeden epeyce bir kazanç elde
etti ve kısa zamanda Medine’nin sayılı tüccarları arasında yer aldı.Abdurrahman
gibi birçok Mekkeli Müslüman, Medine’de kendilerine göre birer iş bulmuşlar ve
kendi ellerinin emeğiyle huzur içinde geçiniyorlardı. En çok özen gösterdikleri
konu, kul hakkından sakınmalarıydı.
Kurulan bu manevi kardeşlik, hiçbir
milletin tarihinde rastlanmayacak eşsiz bir şeref tablosudur. Bu kardeşlik
neticesinde meydana gelen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik, İslam’ın
genişlemeye başlaması dönemine rastlamış olması bakımından da oldukça mühim bir
tesir icra etmiştir. İslamın ruhunu algılamayan kafalar onun kılıç ile
yaygınlaştığını iddia ederler de bu kardeşlik kurumunu asla göremezler. Hiç
tereddüt etmeden denilebilir ki 25 yıl içinde
İslam nurunun alemin her tarafına yayılması, İran’ın tamamen fethi, Doğu
Roma İmparatorluğu’nu zorlaması, hep bu dinî kardeşliğinin eseridir.”
Efendimiz Mekkeli Müslümanları da teker teker
birbirlerine kardeş yapıyordu. O sırada Ali çıkageldi. Gözyaşları arasında,“Sen
sahabeleri birbirine kardeş yaptın; benimle hiç kimse arasında kardeşlik
kurmadın!”Efendimiz, “Ey Ali! Sen dünyada ve ahirette benim kardeşimsin!”
buyurdu.
***
Müslümanlar Medine’de içinde
cemaatle namaz kılabilecekleri, gerektiğinde toplanıp meselelerini
konuşabilecekleri bir yerden mahrum bulunuyorlardı. Bu önemli görevler için
merkez teşkil edecek bir mescit gerekiyordu. Durup dinlenmeden yapılan çalışma
neticesinde, ismi Mescid-i Nebevi olan mabedin yapımı kısa zamanda tamamlandı.
Her türlü süsten uzak, dört duvarı kerpiçten olan bu kutsal mabedin tavanı
yoktu. Henüz Kabe kıble olarak tayin edilmemiş bulunduğundan, kıblesi Kudüs’e
doğru idi. Dörtgen şeklinde idi ve üç kapısı ile bir de mihrabı vardı. Mihrab
yerine sıra halinde hurma gövdeleri dizilmişti. Minberi yoktu. Sadece
efendimizin hutbe buyururlarken dayanmaları için bir hurma kütüğü bulunuyordu.
Mescid-i Nebevi, nihayet değişik tarihlerde onarımlar görerek bugünkü şeklini
almıştır! Mescid-i Nebevi, sadece cemaatle namaz kılmak için kullanılmıyordu.
Bunun yanında burada öğretim yapılıyor, bir nevi hükümet binası gibi elçi ve
kabile temsilcileri de kabul ediliyordu! Mescid-i Nebevi’ye bitişik odalar
yapılınca, Efendimiz, Ebu Eyyüb’ün evinden oraya taşındı.
Mekke’de iken Müslümanlar
ibadetlerini gizlice yapıyorlar, namazlarını kimsenin göremeyeceği yerlerde
kılıyorlardı. Dolayısıyla, orada namaza açıktan davet etmek gibi bir durum söz
konusu olamazdı. Medine’de manzara tamamıyla değişmişti. Özgürlükle birlikte
Müslümanlar rahatlıkla ibadetlerini yerine getiriyorlardı. Din ve vicdanları
baskı altında bulunmadığı gibi müşriklerin zulüm, eziyet ve hakaretleri de
sözkonusu değildi.
Mescid-i Nebevi inşa edilmişti.
Ancak Müslümanları namaz vakitlerinde bir araya toplayacak bir davet şekli
henüz tespit edilmemişti. Müslümanlar gelip vaktin girmesini bekliyorlar, vakit
girince namazlarını eda ediyorlardı. Efendimiz bir gün, ashabını toplayarak,
kendileriyle “namaza nasıl bir davet şekli tespit etmeleri gerektiği” konusunu
istişare etti. Sahabelerin bazıları, Hristiyanlarda olduğu gibi çan
çalınmasını, diğer bir kısmı Yahudiler gibi boru öttürülmesini, bir kısmı da
Mecusilerinki gibi namaz vakitlerinde ateş yakılıp yüksek bir yere
götürülmesini teklif etti. Efendimiz, bu tekliflerin hiçbirini beğenmedi. O
sırada Hz. Ömer söz aldı ve “Halkı namaza çağırmak için neden bir adam göndermiyorsunuz?”
dedi.
Ömer’in teklifini uygun gören
efendimiz ve Bilâl’e, “Namaz için
seslen!” dedi. Bunun üzerine Bilal, bir müddet Medine sokaklarında, “Esselâ!
Esselâ! (Buyurun namaza! Buyurun namaza!)” diye seslenerek Müslümanları namaza
çağırmaya başladı.
Aradan fazla bir zaman geçmeden,
Abdullah Bin Zeyd bir rüya gördü. Rüyasında, bugünkü ezan şekli kendisine
öğretildi. Abdullah, sabaha çıkar çıkmaz, sevinç içinde gelip rüyasını
Efendimize anlattı. O’ da “İnşallah bu, gerçek bir rüyadır!” buyurarak davetin
bu şeklini onayladı. Abdullah, ezan şeklini Bilal’e öğretti. Bilal, yüksek ve
gür sedasıyla Medine ufuklarını ezan sesleriyle çınlatmaya başladı. Ne var ki
her dönemin müşrikleri okunan bu ezandan oldum olası hep rahatsız olacaklar,
onu yasaklamaya kalkışacaklardı.
***
Medine’ye hicret eden
Peygamberimiz, hanımı Sevde, kızları Ümmü Gülsüm, Fatıma ve Zeyneb ile
nişanlısı Aişe’yi Mekke’de bırakmak zorunda kalmıştı. Mescid-i Nebevi inşa
edilip bitişiğine de evi yapılınca, onları getirmek üzere, iki ashabını
Mekke’ye gönderdi. Sadece, Zeyneb’i, henüz Müslüman olmayan kocası müsaade
etmediğinden getiremediler. Fakat bir müddet sonra o da Medine’ye hicret
etmiştir. Kocası da daha sonra Müslüman olmuştur.
***
Kıble, henüz Kabe tarafına
çevrilmeden önce Mescid-i Nebevi’nin kuzey duvarında, hurma dallarıyla bir
gölgelik ve sundurma yapıldı. Buna “Suffa” denildi. Burada kalan Müslümanlara
da “Ashab-ı Suffa” ismi verildi. İslam tarihinde okul kavramı ilk burada
oluşuyordu.
Mescidin suffasında kalan bu
sahabelerin, Medine’de ne meskenleri, ne de aşiret ve akrabaları, hiçbir
şeyleri yoktu. Aileden uzak, dünya hırsından emin ve tam manasıyla feragatkar
bir hayata sahip idiler. Kuran ilmi tahsil eder, Efendimizin derslerini
dinleyerek istifade ederlerdi. Ekseriye oruçlu bulunurlardı.
Efendimizin medresesine Allah için
nefsini vakfetmiş fedakar, ilim aşığı öğrencilerdi. Efendimiz tarafından tespit
edilen öğretmenler, kendilerine Kuran öğretirlerdi. Bunlardan yetişenler,
Müslüman olan kabilelere Kuran öğretmek ve efendimizin uygulama ve sözlerinden
ibaret olan sünnet’i beyan etmek için gönderilirlerdi. Kendilerine “kurra”
denilirdi. Suffa ise bu açıdan “Dârü’l-Kurra” diye anılmıştır.
Sayıları dört-beş yüz kadar kadar
olan, bu mütevazi seçkin sahabeler, bir kültür ordusu idiler. Bütün mesailerini
Kuran ve Sünnet’i öğrenmeye adamalarına rağmen , gerektiğinde silahlı
mücadelelere de katılırlardı. İçlerinden evlenenler, ancak suffadan
ayrılırlardı. Fakat yerlerine de mutlaka başkaları alınırdı. Efendimiz, Ashab-ı
Suffa’nın hem eğitim-öğretimi, hem de geçimleriyle yakından ilgilenirdi. Tam
manasıyla Allah yoluna kendilerini vakfetmiş bulunan bu güzide sahabeler
çektikleri bütün sıkıntılarına ve yoksulluklarına rağmen, Efendimizin hiçbir
nasihatini, hiçbir hitabesini kaçırmazlardı. Daima orada hazır bulunur, beyan
olunanları ezberleyip diğer sahabelere de naklederlerdi. Bu bakımdan, İslamî
hükümlerin korunması ve yayılmasında Suffa’nın pek ayrıcalıklı hizmetleri ve
gayretleri vardır! Kuran’ın kısa zamanda alemin her tarafına hızlıca
yayılmasında bu ilim ekibinin büyük payı vardır.
***
Efendimiz, on üç senelik Mekke
devrinde mesaisini tamamıyla iman esaslarını anlatmaya yöneltmişti. Bu iman
mücadelesi sonucunda birçok kimse İslam’ın hem dünya hem de ahret mutluluğunu
vaad eden çağrısına koşmuşlardı. İmanlı
insanların sayısı hızla çoğalmış ve Müslümanlar gözle görülür bir kuvvet haline
gelmişlerdi. Ancak buna rağmen bu devrede İslam düşmanlarına karşı her türlü
fiziki karşılık vermek yasaktı. Müslümanların tek silahı vardı, o da “sabır”dı.
Hicretle yeni bir diyara gelinmişti. Şartlar tamamıyla değişmişti. Müslümanlar,
imanlarının gereği olan her şeyi artık serbestçe yapabiliyorlardı. Efendimizin
Medine’ye gelir gelmez gerçekleştirdiği İslam’ın, ırk, dil, sınıf ve coğrafi
ayrılıkları tanımayan kardeşlik müessesesi, böylece tarihte ilk defa
gerçekleşiyor, insanlık nefes alıyordu.
Medine’de yalnız Müslümanlar
yaşamıyorlardı. Bu yeni diyarda Yahudiler, müşrik Araplar ve bazı Hristiyanlar
da vardı. Arap kabileleri arası tükenmek bilmeyen rekabet ve çatışmaları,
Yahudilerle Araplar arasındaki anlaşmazlıkları katarsak, bu yeni muhitin ne
büyük bir karışıklık içinde olduğunu da anlamalıyız.Bir de Mekkeli müşriklerin
her an Medine üzerine yürüyebilecekleri hususu idi. Aralarında devam eden soğuk
harp, her an sıcak harbe dönüşebilirdi.Efendimizin önünde böylesine önemli
sorunlar duruyor ve bunlar çare bekliyordu. Bu yeni memlekette, Müslüman
olmayan unsurlarla anlaşmak, topluma bir örgütlenme ruhu ve havası getirmek
gerekiyordu. Henüz Hicret’in 1. yılı bitmiş bile değildi. Adli-hukuki, askeri,
siyasi birtakım esasların tespitine ihtiyaç vardı.
Efendimiz, bütün Medine ahalisinin
temsilcilerini Enes Bin Malik’in evinde bir araya topladı. Maksat, bazı
sosyal-toplumsal ilkelerin belirlenmesiydi. Yapılan konuşmalar neticesinde bu
prensipler belirlendi ve derhal yürürlüğe kondu. Mühim maddeler yazılarak,
taraflarca da imzalandı.
Bu belirlenmiş maddeler,
efendimizin başkanlığında oluşan ilk İslam devletinin anayasasıydı. İslam
devletsiz olamazdı. Adil bir devlet te İslamsız! Hatta belirlenmiş esasların yer aldığı bu
belge , sadece ilk İslam devletinin anayasası olmakla da kalmamakta, aynı
zamanda bütün dünyada yazılı ilk anayasayı oluşturmaktadır. Oluşturulan bu
anayasayla, Medine halkı, artık diğer insanlardan ayrı bir millet oluşturuyor,
yönetim biçimiyle de ilk İslam devletini ortaya çıkarıyordu. Elli iki maddeden
ibaret olan İslam şehir devletinin ilk yazılı anayasasının ilk maddelerinde
şöyle deniliyordu:
“ Bu kitap (yazı), Resulullah
Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli müminler ve Müslümanlar ve bunlara
tabi olanlarla yine onlara sonradan katılmış olanlar ve onlarla birlikte cihat
edenler için düzenlenmiştir. İşte bunlar, diğer insanlardan ayrı bir topluluk
teşkil ederler.”
Bu anayasaya göre, Medine halkı,
inanç farkı gözetmeksizin diğer milletlerden ayrı bir “millet” oluşturmakta ve
ayrı bir topluluk kimliğini taşımaktaydı.Efendimiz ayrıca Medine etrafında bulunan kabilelerle,
özellikle Mekkelilerin Şam ticaret yolu üzerinde yerleşik olan kabilelerle
derhal dostluk tesis etmek yoluna gitti ve onlarla anlaşmalar imzaladı. Yine
Müslümanlar, şehrin yerli halkı Yahudiler ve diğerleri ile ilişki halinde
bulunmak durumundaydılar. Bu nedenle, kurulan devletin anayasasında onlara da
bir kısım haklar tanındı. Buna göre, onlar da Müslümanlar gibi yeni devletin
vatandaşları sayılıyorlardı. Onların da bizzat Müslümanlar gibi yeni devletin
vatandaşları olduğu, Yesrib’deki iki kabile-nin bir tek millet teşkil ettiği,
suçların dinlerin hükümlerine göre cezalandırılacağı, ihtiyaç hasıl olduğu
zaman her iki tarafın (Müslüman ve Yahudilerin) yeni devleti müdafaaya
çağrılacağı, gelecekte oluşabilecek anlaşmazlıklar hakkında Allah’ın elçisi
tarafından karar verileceği yazılıydı.Bu anayasa metninde savaşla ilgili madde
de ilgili çekicidir. Olabilecek herhangi bir savaşta, savaş masraflarını
kendilerini karşılamak şartıyla Yahudiler, Medine şehir devletinin savunmasına
katılacaklardı.Dışarıdan gelecek herhangi bir hücum karşısında da beraberce
şehri savunacaklar, bu hususta birbirlerinin yardımına koşacaklardır. Bu hücum
ister Müslümanlara, ister Yahudilere olmuş olsun.
Ehli kitap olan Yahudi ve
Hıristiyanlara tamamen bir din ve inanç hürriyeti tanınmıştır. Böylelikle, ehli
kitap arasında kitapsız olan müşriklere karşı hiç olmazsa asgari müşterekte
birleşme esası getirilmiştir.
“De ki: ‘Ey ehl-i kitap
(Hıristiyan ve Yahudiler)! Bizimle sizin arasında ortak bir kelimeye gelin:
Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım.
Allah’ı bırakıp da birbirimize Rabler edinmeyelim.’ Eğer yüz çevirirlerse, o
halde deyin ki: ‘Şahit olun; biz, gerçek Müslümanlarız!’” (Al-i İmran Suresi)
Bizzat efendimiz tarafından yazılı
anayasayla korunma ve yardıma mazhar
olan Kitap Ehli ne yazık ki kısa süre sonra antlaşmanın şartlarını bizzat
kendileri bozmuştur. Antlaşmada “site devleti içinde bulunanların birbirlerinin
aleyhinde bulunmayacakları” şartı, “birbirlerinin düşmanlarıyla anlaşmaya
varmayacakları” maddesi yazılı iken, onlar (Yahudiler) Medine’nin müşriklerin taarruzlarına
hedef olduğu çok hassas bir sırada baş kaldırdılar. Yeni oluşan ve yeni yerine
oturan bir devletin aleyhinde tertipler düzenlemeye başladılar.
***
Efendimiz, Mekke’de savaş ve fiili
cihada izinli değildi. İslam hukukuna göre, insanlar arasında asıl olan, sulh
ve barış çerçevesindeki ilişkilerdir. Savaşa ancak zorunluluk durumlarında
başvurulur. Allah’ın, bir ana ve babadan yarattığı insanlar arasında bundan
başka da bir hak olamazdı.
İslam, Medine’de günden güne
kuvvet kazanıyor ve genişliyor, Kuran güneşi bütün haşmetiyle ruhları sarmaya
başlıyordu. Yine de Efendimizin ve Müslümanların durumu tam bir emniyet içinde
değildi. Medineli Müslümanlar, Efendimizi coşkunlukla karşılamışlardı, ama
münafıklarla Yahudiler, gönüllerinde müthiş bir kin ve düşmanlık besliyorlardı.
Her ne kadar Yahudiler, Efendimizle bir anlaşma imzalamışlarsa da, bütün hal ve
hareketleri bu anlaşmayı yalanlıyordu. Münafıklar ise, daha da tehlikeli bir
durum arz ediyorlardı. Yani diliyle Müslüman olduğunu iddia edip kalpleriyle
yalanlayanlar…
Efendimizin hicretinden önceye
rastlayan günlerde, Hazreç kabilesinin reisi bulunan Abdullah Bin Übey için
süslü bir taç hazırlanmıştı. Bir devlet reisi ihtişamıyla onu giymek üzere
iken, hicret gerçekleşmişti. Bunun neticesinde kavmi olan Hazreçliler tamamen
Müslüman olmuşlardı. Haliyle taç ve saltanat gibi şeyler unutulmuştu. Abdullah
Bin Übey, kavmine uyarak görüntüde Müslüman olmuştu. Ama reislikten mahrum
olmak acısıyla yan çizmiş ve bir münafıklar gurubu kurmuştu. Gizli gizli nifak
ve fesada başlamıştı. Hatta Efendimizin nasihatlerine bile müdahale etme
cüretini gösterecek kadar da ileri gidiyordu. İslama karşı olan müşriklerden
başka münafık adı verilen yeni bir sınıf ortaya çıkıyordu.Mekke müşrikleri,
Medine münafıklarını ve Yahudilerini, hatta Medine etrafındaki kabileleri
devamlı olarak tahrike çalışıyorlardı.
Harici ve dahili…Yani içerde ve
dışarda bu kadar düşmana karşı sabır ve tahammül ile barış içerisinde
davranmanın imkanı kalmamıştı. Müslümanlardan çoğuda Kureyşlilere karşı çıkmak, onlarla
hesaplaşmak istiyorlardı. İşte, bu
sırada Efendimize, düşmanlık edenlere karşılık verme ve savunma suretiyle
savaşa izin verildi.
“Saldırıya uğrayanlara zulme maruz
kaldıkları için savaş izni verildi. Allah onları muzaffer kılmaya elbette
kadirdir.
Onlar sırf “Rabbimiz Allah’tır”
dediklerinden dolayı haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer
Allah’ın, insanların bir kısmıyla diğer kısmını engellemesi olmasaydı,
manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler -ki oralarda Allah’ın adı çokça
anılır- yıkılır giderdi. Allah kendi dinine yardım edenlere muhakkak yardım
edecektir. Kuşkusuz Allah güçlüdür, mutlak galiptir.
Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine bir
yerde egemenlik versek, namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler ve
kötülükten alıkoymaya çalışırlar. İşlerin sonu Allah’a varır. “(Hacc Suresi)
***
Mekkeli müşrikler bütün
zulümlerine, bütün başarısızlıklarına rağmen ısrarla Peygamberimizin ve
Müslümanların peşini bırakmış değillerdi. Medine’deki Yahudi ve münafıklar ile
el altından gizli gizli işbirliklerini devam ettirerek İslam nurunu söndürmeye,
efendimizi ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetlerine aralıksız devam ediyorlardı.
Medine’yi muhteşem bir şekilde
örgütleyen Efendimiz, nihayet bunlara karşı da tedbirler almaya başladı. Düşman
her türlü hile ve tuzağa başvururken elbette tedbirsiz kalınmazdı.
Efendimiz, her şeyden önce
ekonomik savaş yöntemini uygulamak istiyordu. Bu maksatla da Kureyş’in
Suriye’ye giden ticaret yolunu kontrol altında tutmayı uygun buldu.
Müslümanların düşündükleri bir diğer tedbir de, civarda yaşayan kabilelerle
barış anlaşmaları yapmaktı. Böylece, onları Mekkeli müşriklerin sinsi emellerine
alet olmaktan kurtarıp ve böylelikle Kureyş’i tek başına bırakmış olurdu.
Bu maksat ve gayeler ile henüz
Hicret’in ilk yılında etrafa seriyyeler göndermeye başladı. Seriyye,
efendimiz’in bizzat katılmayıp sancağı, ashabından birine teslim ederek onun
komutası altında gönderdiği birliklerin gerçekleştirdiği siyasi ve askeri
harekatlardır. Seriyyeyi gaza-gazveden ayırmak gerekir. Bilindiği gibi gazve,
Resulullah’ın mücahidlerle birlikte bizzat katıldığı askeri harekatlara denir.
Bu seriyyeler, herhangi bir yere hücum etmek ve kan akıtmak maksadıyla yola
çıkarılmıyordu. Nitekim (biri istisna edilirse) bir damla kan dökmemişler ve
hiçbir kabileyi yağmalamamışlardır. Yola çıkarılan bu seriyyelerin belli başlı
özelliği, Kureyşli müşrikleri iktisad baskı altında tutmak, onlara bu yolda bir
nevi ihtar idi; “Eğer siz şiddet siyasetinize devam ederseniz, biz de
yapacağımızı biliriz. Can damarınız demek olan olan ticaret yolunuz
elimizdedir. Aklınızı başınıza alın!” demekti. Seriyyelerin gördüğü bir başka
önemli görev, Medine’nin etrafını kontrol etmekti; herhangi bir tehlikenin söz
konusu olup olmadığını, düşmanın ne gibi hazırlıklar içinde bulunduğunu
araştırıp haber almaktı.
Medine’ye hicretlerinden yedi ay
sonra Ramazan ayında Efendimiz, amcası Hamza’yı, Mekkeli muhacirlerden otuz
kişilik bir süvari grubunun başında, Kureyş müşriklerinden üç yüz kişilik bir
birliğin muhafazasında Şam’dan Mekke’ye gitmekte olan ticaret kervanını
gözetlemek için gönderdi. Müslümanların Süvari birliğinin içinde ensardan bir
tek Müslüman yoktu. Çünkü onlar, sadece Medine içinde korumak üzere
Peygamberimize söz vermişlerdi. Bu sebepledir ki Bedir savaşına kadar ensardan
hiç kimse askeri seferlere gönderilmemiştir. Karşılaşmalarına rağmen Kureyş,
kervanıyla Mekke’ye doğru yol alırken, Hamza da beraberindeki Müslümanlarla
Medine’ye geri döndü. Efendimiz, çarpışma çıkmamış olmasından memnunluk duydu.
Hamza’nın Medine’ye dönüşünden
sonra, Peygamberimiz, Ubeyde Bin Haris’i gönderdi. Ubeyde, Kureyş
müşriklerinden iki yüz kişiyle karşılaştı. İki tarafta birbirlerine hafif ok
atışlarında bulundular. Müslümanların safından ilk ok Sad Bin Ebi Vakkas
tarafından atıldı. Allah yolunda atılan ilk ok, bu oldu. Bunun dışında herhangi
bir çatışma olmadan iki taraf birbirlerine uzaklaştı. Bu arada Müslüman olmuş,
fakat bir türlü fırsatını bulup Müslümanlar arasına katılamayan iki sahabede,
bu durumu fırsat bilerek müşrikler arasından ayrılarak mücahitlere katıldılar.
Hicretin birinci senesininin son
ayına gelinmişti. Efendimiz, ilk defa, muhacirlerden altmış kişilik bir
kuvvetle, yerine Sad Bin Übade’yi vekil bırakarak Medine’den yola çıktı.
Efendimizin bu gazve-gazaya çıkış maksadı, etrafa saldırıp halkı rahatsız eden
Kureyş müşrikleriyle karşılaşıp onlara gözdağı vermek, aynı zamanda Demre
kabilesiyle anlaşma yapmak isteğiydi. Efendimizin beyaz sancağını Hamza
taşıyordu. Peygamber Efendimiz bu gazada müşriklerle karşılaşmadı. Ancak yola
çıkışının ikinci maksadı olan Demre Bin Bekiroğullarıyla anlaşmayı
gerçekleştirdi. Bu anlaşmaya göre ne Peygamberimiz onlarla, ne de onlar
Peygamberimizle herhangi bir çarpışmaya girmeyeceklerdi. Bir taraf diğerinin
düşmanına gizlice de olsa yardım etmeyecekti. İslam’a karşı çıkmadıkları
müddetçe Resulullah’tan yardım görecekler, Peygamberimiz de onları düşmanına
karşı yardıma davet ettiğinde onlarda bu davete geleceklerdi. Efendimiz on beş
gece sonra Medine’ye döndü. Civar kabilelerle yapılan bu dostluk anlaşmalarının
büyük faydaları olmuştur. Özellikle Mekkelilerin Şam ticaret yolu üzerindeki
kabilelerle yapılmış olması, Kureyş’i iktisaden çökertme planının bir
uygulaması idi.
Hicret’in ikinci senesinin
başlarında Efendimiz, beraberinde iki yüz muhacirle Medine’den yola çıktı.
Maksadı, içlerinde azılı müşrik Ümeyye Bin Halef’in de bulunduğu yüz kişilik
bir muhafız grubun kontrolü altında hareket eden 2 bin 500 develik büyük Kureyş
kervanının üzerine yürüyerek onlara gözdağı vermekti. Buvat dağına kadar giden
efendimiz, kimseyle karşılaşmadı ve Medine’ye geri döndü.
Çok geçmeden Mekkeli müşriklerin
adamlarından Kürz, arkadaşlarıyla Medine otlaklarına kadar sokularak akın etmiş
ve Müslümanlara ait birçok hayvanı alıp götürmüştü. Bu baskın üzerine
Efendimiz, Medine’de yerine Zeyd Bin Harise’yi vekil tayin ederek, yağmacıyı
takibe çıktı. Bedir kasabasının Safevan vadisine kadar ilerledi. Ancak Kürz,
takip edildiğini haber almış olduğundan daha önce sapa bir yoldan kaçmıştı.
Bunun üzerine, Peygamberimiz, Medine’ye geri döndü. Bu gazaya İlk Bedir Gazası
denilir.
Efendimiz, Safevan Gazası’ndan üç
ay sonra, muhacir Müslümanlardan, 150-200 kişiden müteşekkil bir askerî
birlikle Medine’den yola çıktı. Beraberlerinde otuz deve bulunuyor ve
mücahitler bu develere nöbetleşe biniyorlardı. Maksat, yine Kureyş’in Şam’a
göndermiş olduğu ticaret kervanını takip etmekti. Ancak Medine’den dokuz konak mesafede
bulunan Müdlicoğullarına ait Uşeyre ovasına gelindiğinde, Kureyş kervanının
buradan iki üç gün önce geçtiği öğrenildi. Medine etrafını her bakımdan emniyet
altına almak hususu üzerinde dikkatle duran Peygamberimiz, burada daha önce
anlaşma yaptığı Demreoğullarının müttefiki olan Beni Müdlic’le aynı içerikte
bir dostluk ve ittifak antlaşması imzaladı. Sonra da Medine’ye geri döndü. Bir süre sonra Efendimiz, Abdullah Bin Cahş’ı
huzuruna çağırdı ve muhacir Müslümanlardan sekiz kişilik bir birlik kumandasında
Nahle vadisine gideceğini emir buyurdu. Birliğe katılanlara hitaben de, “Sizin
üzerinize birini tayin edeceğim ki o, belki en hayırlınız değildir; fakat
açlığa, susuzluğa en çok dayanan, katlananınızdır” dedi. Kumandan tayin ettiği
Abdullah Bin Cahş’a bir de mektup verdi. Bu mektubu iki gün yol aldıktan sonra
açıp okumasını ve ona göre hareket etmesini emir buyurdu. Mücahitler, nöbetleşe
bindikleri develerle Nahle vadisine vardılar. Orada konakladılar. İki günlük
yolculuktan sonra Abdullah emir gereğince mektubu açıp okudu.
“Bu mektubumu gözden geçirdiğin
zaman Mekke ile Taif arasındaki Nahle vadisine kadar yürüyüp, oraya inersin.
Oradaki Kureyş’i gözetler, alabildiğin haberleri gelip bize bildirirsin.”
Bu seriyyeden maksat, Kureyş’in
hareketini gözetlemek, ne gibi hazırlıklar içinde bulunduklarını tespit
etmekti. Fakat bu arada, yükleri kuru üzüm ve bazı yiyecek maddeleri olan
Kureyş’in bir kervanı göründü. Gelip, onlara yakın bir yerde konakladı.
Mücahitler, bunlara karşı nasıl davranmaları gerektiği hususunda kendi
aralarında konuştular. Hücum etmeyeceklerine dair önce bir karara varamadılar.
Çünkü içinde kan dökmek haram olan Receb ayının girip girmediğinde
çelişkideydiler. Sonunda, henüz Receb ayının girmesine bir gün var olduğu
kanaatine varınca, ortak kararla kervanı ele geçireceklerine dair karar
aldılar. Tam o esnada atılan bir okla, kervanın reisi öldü. Mücahidler,
diğerlerinin üzerine yürüdüler. İki kişiyi esir alıp kervanı da ele geçirdiler.
Kurtulanlar, Kureyşlileri olaydan haberdar etmek için Mekke’ye doğru kaçmaya
başladılar. Mücahitler ise, iki esir ve kervanla birlikte Medine’ye döndüler.
Seriyyenin başkanı Abdullah Bin Cahş durumu anlatınca, Efendimiz hiddetle,
“Ben, size haram olan ayda çarpışmayı emretmemiştim!” dedi ve ganimetten herhangi
bir şey almaktan kaçındı. Seriyyeye katılmış bulunan mücahitler,
Peygamberimizin bu hareketi karşısında neye uğradıklarını şaşırdılar. Diğer
sahabeler de onların bu hareketlerini onaylamayınca, moralmen büyük bir sıkıntı
uğradılar.Durumu izah etmeye çalıştılar. “Biz, onu Receb’in ilk gecesinde ve
Cemaziyelahir ayının son gecesinde öldürdük! Receb ayı girince kılıçlarımızı
kınına soktuk!” Buna rağmen Resulullah, kendisi için ayrılan ganimeti almadı.
Çünkü ortada bir şüphe söz konusuydu. O ki şüpheli şeylerden özenle kaçınırdı.
Mekkeli müşrikler de bu hareketi
dillerine doladılar ve dedikodu yapmaya başladılar. “Muhammed ve arkadaşları,
haram ayı helal saydı; onda kan döktüler, mal aldılar, adam esir ettiler.” Bu
dedikodular Medine’den de duyuldu. Diğer taraftan, Medine’de bulunan Yahudiler
de ileri geri konuştular. Bütün İslam düşmanlarına gün doğmuştu. Bir müddet
sonra Efendimize inen vahiyle mesele halledildi.
“Sana haram olan çarpışmanın
hükmünden soruyorlar. De ki: ‘O ayda savaş yapmak büyük günahtır. Fakat küfür
ve inkarla insanları Allah yolundan çevirmek, Mescid-i Haram’da tavaf ve
namazdan alıkoymak, Peygamber ve ashabını Mekke’den çıkarmak, Allah katında
daha büyük bir günahtır. ‘Allah’a ortak koşmak’ fitnesi, Müslümanların haram
ayda yaptıkları savaştan da beterdir. Ey mü’minler! Kafirlerin gücü yetse, sizi
dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan bir an bile geri
durmazlar.”(Bakara Suresi)
Bundan sonra olacaklara dikkat
edin. Hikmetlerle dolu olaylar peşi sıra gelecektir. Seriyyeye iştirak etmiş
olan mücahitler, bu ayet üzerine sıkıntı ve manevi ızdıraptan kurtuldular.
Peygamber Efendimiz de, kendisi için ayrılmış bulunan ganimet hissesini kabul
etti. Müşrikler ise, esirleri için kurtuluş bedeli gönderdiler. Esirlerden
sadece biri Mekke’ye gitti. Diğer esir Hakem Bin Keysan ise, Müslüman olup
Medine’de kaldı. İşte, esirlerden Keysan’ın nasıl Müslüman olduğunu ibretle
irdelememiz gerekir. Mücahitler tarafından esir alınınca, Kumandan Abdullah Bin
Cahş, onun boynuna vurmak istemişti. Fakat diğer sahabeler, “Hayır, Allah’ın
elçisine götürelim” diyerek, buna engel olmuşlardı. Keysan, boynunun
vurulmasından kurtulmuştu.Medine’ye döndüklerinde onu Efendimize götürdüler.
O’da Keysan’ı Müslüman olmaya davet etti. Ancak o, olumsuz bir tavır takınarak
ileri geri konuşmaya başladı. Bu konuşmalarından hiddetlenen Ömer, “Bunun
Müslüman olacağı yok ey Resulullah! Müsaade et, boynunu vuralım!” dedi.
Efendimiz bu teklifi kabul etmedi ve Keysan’ı tekrar tekrar İslam’a davet etti.
Sonunda direnci biten Hakem, “İslam nedir?” diye sordu.”İslam, ortağı olmayan
bir Allah’a iman ve ibadet, Muhammed’in de O’nun kulu ve resulü olduğuna
şahitlik etmendir” buyurulunca, Keysan, “Müslüman oldum!” diyerek kelime-i
şehadeti getirdi. Efendimiz arkadaşlarına dönerek, “Eğer sizin, onun hakkındaki
görüşünüze uyup onu öldürseydim, o cehenneme girmiş, gitmişti!” diyerek
hepimize ölçü olacak dersini verdi. Efendimizin İslam’a davetteki temennisi,
sabrı ve sebatı, işte bir insanı böylesine cehennemden kurtarıp, sahabelik gibi
şerefli bir makama yükseltiyordu.
Efendimiz ile Müslümanlar,
Medine’de namazlarını, Allah’ın emriyle, “peygamberler makamı” olan Kudüs’e,
yani Beytü’l-Makdis’e doğru kılarlardı. Efendimiz, öteden beri tevhid inancının
müstesna bir abidesi olan yeryüzünün ilk mabedi ve ceddi İbrahim’in kıblesi
olan Kabe’ye doğru yönelerek namaz kılmayı kalben arzu ve temenni ediyordu.
Müslümanlar da, özellikle muhacirler, kalplerinde aynı arzuyu taşıyorlardı.
Çünkü beş vakit namazlarında Kabe’ye yönelmek, vatanları Mekke’yi de
hatırlamaya bir sebep olacaktı. Yahudilerin de, “Muhammed ve arkadaşları, biz
gösterinceye kadar kıblelerinin neresi olduğunu bile bilmiyorlardı!” diyerek
dedikoduda bulunmaları onları rahatsız ettiğinden bu arzuları daha da
kuvvetleniyordu. Bu sebeple, Efendimiz, kıble için vahyin gelmesini bekliyor,
Cebrail’i gözetliyor ve Kabe’yi temenni ederek dua ediyordu.
“(Ey Resûlüm! Vahyin gelmesi için)
yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Bunun için seni, razı olacağın
bir kıbleye çevireceğiz. Şimdi, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Ey
mü’minler! Siz de her nerede olursanız, yüzünüzü namazlarda o mescit tarafına
çevirin!” (Bakara Suresi)
Kıble’nin değişmesi Yahudilerin
gücüne gitti ve tekrar dedikodu yapmaya, fitne fesat çıkarmaya koyuldular! Hatta
bilginlerinden birkaçı Resulullah’a gelerek, “Muhammed! Üzerinde bulunduğun
kıblenden seni döndüren nedir? İbrahim’in milleti ve dininde bulunduğunu
söyleyen, sen değil misin?” dediler. “Eğer şimdiye kadar üzerinde bulunduğun
kıblene tekrar dönersen sana tabi olur, seni tasdik ederiz!”
“... Andolsun ki sen, o kitap
verilmiş olanlara her ayeti, her kanıtı da getirmiş olsan, onlar yine senin
kıblene tabi olmazlar. Sen de onların kıblesine tabi olmazsın. Hatta onların
bir kısmı, bir kısmının kıblesine uyacak da değildir. Celalim hakkı için, sana
gelen bunca ilim arkasından bilfarz onların arzularına uyarsan, bu takdirde sen
de kendine yazık etmişlerden sayılırsın.” Bakara Suresi konuyu kapatıyordu.
BEDİR SAVAŞI
Hicretin ikinci senesindeyiz. Kureyş müşrikleri bir ticaret kervanı hazırlamışlardı.
Şam pazarına gönderilen kervana Mekke`den kadın erkek çok sayıda kişi
hisselerine göre ortak idiler. Bin deveden oluşan ve sermayesi 50.000 dinar
olan bu büyük kervanın satılan malları karşılığında Müslümanlar’a yönelik
savaşa hazırlık için silah alınacaktı. Kervanın yola çıkarılmasındaki asıl
hedef buydu. Kureyşliler kervanla birlikte Ebu Süfyan başkanlığında 30-40 kadar
kişiyi de muhafız olarak göndermişlerdi.
Efendimiz, bu durumu haber
aldığında Ebu Süfyan başkanlığındaki bu büyük kervanın Mekke’ye geri dönmesine
engel olmaya karar verdi. 300 kişiyi aşkın sahabi ile kervana doğru yola
çıkmaya hazırlandı.
Sahabiler coşku ile Bedir seferine
katılmayı şiddetle arzu ediyorlardı. Bu konuda aralarında kura çekenler bile
vardı. Sefere çıkmak için yalnız erkeklerde değil, kadınlardan da büyük bir
talep vardı.
Efendimiz, yerine namaz
kıldırmakla Ümmü Mektum’u görevlendirdi. Ensardan Ebu Lübabe’yi ise, şehre
vekil atadı. Oruç zamanıydı. Ramazan ayından on iki geceyi geride bıraktıkları
oldukça sıcak bir cumartesi gününde, tekbirler getirerek mücahidlerle
Medine’den hareket etti.
Efendimizin beyaz sancağını Musab
bin Umeyr taşıyordu. İki siyah bayraktan Ukab adındaki Hz.Ali’nin, diğeri ise Ensardan Sad bin Muaz
Hazretlerinin elinde idi. Kervan, Bedir civarında karşılanacaktı. Burası Mekke,
Medine ve Suriye’ye giden yolların birleştiği stratejik önemi olan bir
noktaydı. Cihad erleri, yazın en sıcak günlerinin birinde Medine’den yola
çıkmışlardı. Üstelik Ramazan ayı olduğu için oruçlu bulunuyorlardı. Kavurucu
sıcaklar altında, alev saçan çöl üstünde, oruçlu halde yol almak oldukça güçtü.
Geçerli mazeret nedeniyle efendimiz orucunu açtı. Mücahidlere de açmalarını
buyurdu.
Medine’den fazla uzaklaşılmamıştı
ki, efendimiz küçük yaşta olanları ordudan ayırarak geri çevirdi. Sayıları
sekiz olan bu küçük mücahidler, ordudan geri kalmaktan dolayı fazlasıyla
üzüldüler. Bunun üzerine Peygamberimiz bir-ikisine tekrar orduya katılma izni
verdi. Sad bin Ebi Vakkas “Resulullahın küçüklerimizi geri çevirmesinden biraz
önce, kardeşim Umeyr’in göze görünmemeye çalıştığını gördüm. “Kardeşim sana ne
oldu?” diye sordum. “Allah Resulünün beni küçük görüp geri çevirmesinden
korkuyorum. Halbuki, ben sefere çıkmak istiyor, Allah`ın bana şehidlik nasip
etmesini umuyorum.” diye cevap verdi. Kendisi Resulullaha arzedilince ona, “Sen
geri dön.” dedi. “Umeyr ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resulullah’ da ona izin
verdi. Umeyr’in boyu kısa olduğu için kılıcını bağlayamamış, ben yardım ederek
bağlamıştım.” Allah yolunda savaşıp
şehidlik mertebesine ulaşmak isteyen Umeyr, harp esnasında müşriklerin oklarına
hedef olup maksadına ulaştı.
Müslümanlar’ın beraberinde iki at, yetmiş deve vardı. Develere nöbetleşe
biniliyordu. Efendimiz de bu hususta, diğer Müslümanlardan kendisini farklı
görmek istemiyordu. Ali ve Ebu Mersed ile bir deveye nöbetleşe biniyorlardı.
Yürüme sırası Efendimize geldiğinde, diğer iki sahabi, “ Sen bin, biz senin
yerine yürürüz.” diyorlardı kendisine.
Efendimiz, bunu kabul etmiyor ve
“Siz yürümekte benden daha kuvvetli olmadığınız gibi, sevap ve mükafat
hususunda da ben sizden daha ayrıcalıklı ve ihtiyaçsız değilim.” diye cevap
veriyordu. Bu hareketiyle, İslamın emrettiği adalet ve eşitlik ilkesini, her
şeyden önce bizzat şahsında uyguluyordu. O asla yapmadığı bir şeyi ashabından
istemezdi.
İslam ordusu, kavurucu sıcaklar
altında yoluna devam ediyordu ki henüz Bedir’e varmadan, Ebu Süfyan başından
beri endişe duyduğu durumu haber aldı: “Müslümanlar kervanı ele geçirmek için
yola çıkmışlar!” Mekke`ye acilen bir haberci gönderirken, kendisi de hiç
konaklamadan kervanın yönünü değiştirerek Kızıl Deniz sahilinden Bedir`e
uğramaksızın Mekke`ye doğru yol aldı. Ebu Süfyan’dan önce Mekke’ye varan
haberci devesinin üzerinde bağıra bağıra
haberi duyurdu:
“Ey Kureyş topluluğu! Kervanınıza,
Ebu Süfyan’ın yanındaki mallarınıza Muhammed ve arkadaşları saldırdılar! Ona
ulaşabileceğinizi sanmıyorum. Lat-Menat-Uzza aşkına İmdât! İmdât!”
Bu haber Kureyş’in öfkelenmesine
neden oldu. Çünkü kervanda hemen her ailenin malı vardı. Kureyşliler aceleyle
toplandılar. Hızlıca hazırlığa başladılar. Alelacele hazırlanan müşrik
ordusunun sayısı 950’yi buldu. Bunların 100’ü atlı 700’ü develi idi. Bu rakam,
kervanı takibe çıkan Müslümanların sayısından üç kat fazla demekti. Ayrıca
Kureyş ordusu silah bakımından da Müslümanlardan fazlasıyla üstündü. Ebu Cehil
ve diğer ileri gelenlerin baskısı karşısında müşrik ordusuna katılmak
istemeyenler de orduya katılmak zorunda kaldılar. Buna rağmen amca Ebu Leheb
hasta olduğunu mazeret etti ve yerine bedelle birini göndererek kendisi
Mekke`de kaldı.Hazırlanan müşrik ordusu, kadın şarkıcıların söylediği
şarkıların, kadınların çaldığı deflerin coşkulu havası içinde Mekke’den Bedir’e
doğru intikam hisleriyle hareket etti.
Yolda ilerlemektelerken kervanını
Bedir’den kazasız-belasız geçiren Ebu Süfyan’dan kendilerine haber geldi. “Siz
kervanınızı, kervan üzerindeki adamlarınızı ve mallarınızı korumak için yola çıkmıştınız. Onları kurtarıldı.
Artık geri dönünüz!”
Ancak, şedid Ebu Cehil geri dönmek
niyetinde değildi. Başkalarının da geri dönmesine rıza göstermedi. “Bedir’e
varmadıkça asla dönmeyiz. Orada üç gün kalırız. Develer boğazlayıp, yemekler
yeriz. Şaraplar içeriz! Cariyelere şarkılar söyleterek eğleniriz! Başımıza
toplanacak Araplar bizi dinler ve seyrederler. Bundan sonra hep bizden korkar
dururlar. Haydi ilerleyiniz!”
Ebu Cehil`in bütün şirretliği ve
kışkırtıcılığına rağmen, ordudan az da olsa ayrılanlar oldu. Efendimiz, Safra
yakınındaki Zefiran civarına vardığında, Kureyşin büyük bir ordu ile
kendilerine doğru gelmekte olduğunu haber aldı. Böyle bir hareketle
karşılaşacaklarını tahmin etmediklerinden bir anda ne yapmaları gerektiği
konusunda karar veremediler. Yola çıkarken niyetleri gözdağı vermek, savaş
etmek değildi. Bunun için belirgin bir hazırlıkları da yoktu. Üstelik gelen
habere göre, müşrik ordusu hem sayıca çok, hem silahça onlardan üstün idi.
Efendimiz, arkadaşlarına danışarak
kervanın takib edilmesinin mi, yoksa müşrik ordusuna karşı çıkmanın mı daha
uygun olacağını sordu. Ebubekir ile Ömer söz alıp müşriklerin üzerine
yürümenin, onlarla savaşa girmenin daha isabetli olacağı hakkında konuşunca,
Efendimiz bu yaklaşımdan memnun oldu. Ensardan Mikdat bin Esved ise “Ey Allah’ın elçisi! Rabbim sana neyi
emrettiyse onu yap! Vallahi biz İsrailoğullarının Musa’ya dediği gibi, `Git
Rabbinle beraber düşmanlara karşı çık! Biz buradan kımıldamayız’ tarzında bir
söz söyleyecek değiliz. Biz sana ölümüne bağlıyız.” dedi.
Konuşmalardan sonra, kararın ne
içerikte verileceği artık anlaşılmıştı. Fakat Ensar’dan diğerlerininde bu
konuda görüşünü almak gerekiyordu. Çünkü, onlar Medine kapsamında
Peygamberimizi ve Müslümanları koruyacaklarına dair söz vermişlerdi. Şimdi ise
şehrin dışında bulunuyorlardı.Ensar namına Sad bin Muaz söz aldı.
“Ey Allah’ın elçisi! Biz sana iman
ve seni onadık. Bize getirdiğin şeyin de hak olduğuna şehadet ettik. Bu hususta
dinlemek ve itaat etmek üzere sana kesin sözler de verdik. Ya Resulallah! Nasıl
bilirsen, öyle yap. Biz seninle beraberiz. Seni Hak dinle gönderen Allah’a
yemin olsun ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan, biz de seninle birlikte
dalarız. Bizden bir kişi dahi geri kalmaz. Biz düşmana karşı varmaktan
çekinmeyiz. Çarpışma anında geri
dönmeyiz. Allah’ın bereketi ile yürüt bizi.”
Karar artık kesinlik kazanır. Bir
avuç mücahid herşeye rağmen, kendilerinden gerek sayıca ve gerekse silahça çok
fazla olan müşrik ordusuna karşı koyacaklardı. Onların sayıca çokluğu, silahça
üstünlüğü kahraman sahabilerin gözünü korkutmadı. Kuran’ın ifadesiyle “Ölümün
ağzına girmeyi.” severek göze alıyorlardı. Onlar, Allah’ın yardımına
güveniyorlardı. Allah için mücadele vereceklerinin farkında olarak, din
sahibinin yardımını esirgemeyeceğine gönülden inanıyorlardı. Rableri asla
onları yalnız bırakmayacaktı. Komutanları da kainatın efendisiydi. Böyle bir ordu elbette her şeyi göze alarak
müşrik ordusuna karşı koymaktan çekinmeyecek, korkmayacak ve yılmayacaktı!
“Yürüyün ve Allah’ın lütfu ile
neşelenin. İşte Kureyşin tek tek düşüp uzayacağı yerleri şimdiden görür
gibiyim.” Efendimizin konuşması mücahidler üzerinde derin bir etki bıraktı ve
heyecanlarını kat kat arttırdı. Bedir’e doğru şanlı ordu büyük bir şevkle yol
almaya başladılar. İslam’ın ordusu,
nihayet Cuma gecesi yatsı vakti Bedir yakınına geldi. Efendimiz, “Şu küçük tepe
yakınındaki kuyu başında bir takım bilgiler elde edeceğimizi umarım.”
buyurduktan sonra, Ali, Zübeyr bin Avvam, Sad bin Ebi Vakkas gibi bazı
arkadaşlarını oraya gönderdi. O esnada müşriklerin sucuları, su taşıyan
develeriyle birlikte kuyunun başında bulunuyorlardı. Mücahidler onlardan
bazılarını ele geçirdiler ve efendimizin huzuruna getirildiler. Efendimiz
kendilerine, “Bana, Kureyş hakkında bilgi veriniz.” dedi. “ Şu gördüğün kum
tepesinin en yüksek, en uzak tarafındadırlar.” dediler. Efendimiz “Kaç kişiler?” diye sordu. ”Pek çok” diye
cevap verdiler. Efendimiz tekrar, “Onların sayıları ne olabilir?”
dedi.”Bilmiyoruz.” cevabını verdiler. Efendimiz, “Onlar her gün kaç deve
kesiyorlar?” diye sordu. “Bir gün 9, bir gün 10” Bu cevap üzerine Resulullah, “Onlar, 950 ile
1000 kişi arasındadır” buyurdu.”İçlerinde Kureyş eşrafından kimler var?” diye
tekrardan sordu. Müşrik sucuları Kureyş ileri gelenlerinden bir çoğunun ismini
peşisıra sıralayınca, Efendimiz arkadaşlarına dönerek “İşte Mekke, sevdiklerini
size feda etti!” dedi.
Efendimiz, mücahidlerle,
müşriklerden önce Bedir’e vardı ve Bedir kuyusuna en yakın bir yere indi.
Karargahın nerede kurulmasının daha uygun olacağını ashabına danıştı.
O zaman, Hubab bin Münzir
ismindeki sahabi ayağa kalktı ve, “Ey Allah’ın elçisi! Biz, savaşçı kimseleriz.
Ben, bütün suları kapatıp, bir tek su kaynağı üzerine karargah kurmayı uygun
görürüm.” diye konuştu. Arkasından ekledi. “ Burası, sana Allah’ın emrettiği,
bizim için ileri gidilmesi veya geri çekilmesi caiz olmayan bir yer midir?
Yoksa, kişisel bir görüş neticesi, bir savaş tedbiri olarak mı seçildi?” diye
sordu. Efendimiz de, “Hayır! Kişisel bir görüş neticesi, bir savaş tedbiri
gereği olarak seçildi.” buyurdu. Hubab şöyle dedi efendimize; “Ey Allah’ın
elçisi! Burada karargah kurmak pek isabetli değildir. Siz, halkı hemen buradan
kaldırınız! Kureyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım.
Ben orayı bilirim. Orada suyu bol ve tatlı bir kuyu vardır. Onun gerisindeki
bütün kuyuları kapatalım. Sonra bir havuz yapıp onu su ile dolduralım. Sonra da
müşriklerle çarpışalım. Biz, susadıkça havuzumuzdan içeriz. Onlar su bulup
içemezler. Zor duruma düşerler.”
Efendimiz istişare etmeyi, hele ki dünyalık işlerde
arkadaşlarının fikirlerine danışmayı önemserdi. “Ey Hubab, doğru olan görüş
senin işaret ettiğindir.”buyurarak Kureyş müşriklerinin konacakları yerin
yakınındaki suyun altına kadar gittiler.Efendimizin emriyle kuyular kapatıldı.
Bir havuz yapılıp içerisi kuyu suyu ile dolduruldu ve içine de bir kab konuldu.
Efendimiz, Bedir’e gelir gelmez ordusunu savaş düzenine soktu. Ordu saf ve
hatlarını dikkatle kontrol etti. Sonra da her mevzideki grup için bir kumandan
tayin etti. Müslüman kuvvetler; Muhacirler, Evsliler ve Hazreçliler olmak üzere
üç kısıma ayrılmışlardı. Her biri açtıkları kendi sancakları altında
toplanmışlardı. Muhacirlerin sancağını Musab bin Umeyr, Evsliler’inkini Sad bin
Muaz, Hazreçliler’inkini ise Hubab bin Münzir tutuyordu.
Efendimiz, bütün bunlardan sonra
ordusuna talimatını verdi. “Hatlarınızı bırakıp ayrılmayınız! Bir yere
kımıldamadan yerlerinizde sebat ediniz. Ben emir vermedikçe savaşa
başlamayınız. Oklarınızı, düşman size yaklaşmadan kullanıp israf etmeyiniz.
Düşman kalkanını açtığı zaman okunuzu atınız. Düşman iyice sokulunca elinizle
taş atınız. Daha da yaklaşırsa mızrak ve kargılarınızı kullanınız. Kılıç en
sonunda, düşmanla göğüs göğüse gelindiği vakit kullanılacaktır.” Mücahidlerin
her biri, bulunduğu yere taş yığınakları yapmıştı. Savunma savaşında bulunacak
Müslümanlar için bu, çok işe yarayacaktı. Düşman bundan mahrumdu. Çünkü,
saldırı taktiğini uyguluyordu. Dolayısıyla hücum esnasında ancak bir kaç taş
taşıyıp atabilirlerdi.
Savaştan bir önceki geceydi.
Efendimiz, bütün gecesini Rabbine ibadetle geçirmişti. “Allah’ım! Bana yaptığın
vaadini yerine getir! Allah’ım! Bu bir avuç Müslüman mücahid helak olursa,
artık sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz.” Efendimiz vakit namazlarında
da aynı duayı tekrarlıyordu. Bu duayı duyan mücahidler ise heyecanlarından
yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi.
Nihayet müşrik ordusu da Bedir
mevkiine çıkıp geldi. Manzara oldukça düşündürücü ve ibretliydi. Birbirleriyle
amansızca çarpışacak olanların çoğu akraba idi. Kardeş kardeşle, baba oğulla,
dayı yeğenle kıyasıya vuruşacaktı.
Efendimiz ordusunu son bir defa
dikkatle kontrol etti. Her şey istediği gibi düzgün ve düzenliydi. Ne var ki,
düşman sayıca ve silahça üstündü. Görüntüye bakılırsa, denk bir mücadele
verilemeyecekti. Oysa mücahidler, asla ümitlerini yitirmiyor, harbin her şeye
rağmen lehlerinde neticeleneceğine gönülden inanıyorlardı.
Savaş kuralları gereği, önce her
iki taraftan teke tek çarpışacaklar ortaya çıkacaktı. Fakat, müşrikleri
heyecana getirmek için ortaya atılan Hadremi geleneğe muhalefet ederek
mücahidlere doğru bir ok attı. Ok, muhacir Müslümanlardan Mihca’ya isabet etti
ve orada İslam ordusu savaş meydanındaki tarihinin ilk şehidini verdi. Mihca’nın şehadeti havayı birdenbire
elektriklendirdi. Bu sırada müşrik ordusundan Rabiaoğulları Utbe ile Şeybe ve
Utbe’nin oğlu Velid ortaya atılarak karşılarına çıkacak er dilediler. Efendimiz
Müslümanlarla müşrikler arasındaki bu ilk çarpışmada, Ensarın müşriklerle
karşılaşmasını arzu etmiyordu. Ortaya ilk çıkanlar Ensar’dandılar. Müşrikler,
“Siz kimlersiniz?” diye sordular. Onlar da, “Ensardanız” diye cevap verdiler.
Müşrikler Ensar’ın mücahidlerine”Bizim sizinle işimiz yok. Biz,
Abdülmuttaliboğullarından, amcalarımızın oğulları ile çarpışacağız.” dediler.
Sonra da Efendimize hitaben, “Ey Muhammed! Sen, bizim karşımıza, kavmimizden
dengimiz olanı çıkar!” diye konuştular. Bunun üzerine Efendimiz, Ensar
gençlerine saflarına dönmelerini emir buyurdu. Sonra da, “Kalk ey Ubeyde!
Hamza! Ali” diye emretti. Efendimizden emir alan adı geçen üç kahraman Sahabi
derhal kalkıp meydana çıktılar. Miğferli oldukları için Utbe onları tanıyamadı.
Alaycı bir şekilde “Kendinizi tanıtınız da dengimiz olup olmadığımızı bilelim!
Dengimiz iseniz sizinle çarpışalım.” diye seslendi. Üç kahraman sahabi de isim
ve şöhretlerini söyleyince müşrikler, “Evet, sizler bizim şerefli denklerimizsiniz,
buyurun.” deyip kılıçlarını sıyırdılar.
Ubeyde bin Haris, Utbe bin Rebia
ile, Hamza dengi Şeybe bin Rabia ile ve Ali ise Velid bin Utbe ile
çarpışacaktı. İki tarafta, vuruşmaya hazır, kiminin ok-yayı elinde ve kiminin
eli kılıcının kabzasında olduğu halde, meydandaki kavgaya odaklanmışlardı.Teke
tek vuruşma şimşek hızıyla başladı. Hamza ile Ali birer hamlede hasımlarını
yere serip öldürdüler. Sonra da Ubeyde’nin yardımına koştular. Utbe’nin de
işini bitirerek, Ubeyde’yi alıp Efendimizin huzuruna getirdiler. Ayağından
yaralı, kanlar içinde olan Ubeyde, Bedir’den dönülürken yolda şehid oldu. Oraya
defnedildi. Adamlarının birbir yere serildiğini gören müşrikleri büyük bir
dehşet sardı. Birdenbire ne yapacaklarını şaşırdılar. Ebu Cehil ise, onları
teselli etmeye ve toparlamaya çalışıyordu. Allah yolunda çarpışmayı en büyük
şeref sayan Müslüman mücahidler ise, heyecanlarından yerlerinde duramıyorlardı.
Bir an evvel savaşa girişmek müşriklere hadlerini bildirmek istiyorlardı. Onca
yaptıkları zulümlerinin hesabını vermeliydiler.
Allah’ın elçisi ise arkadaşları
için Allah’dan yardım istiyordu. “Allah’ım! Onlar yaya ve yalın ayaklılar, Sen
onlara binecek ver! Allah’ım! Onlar açtırlar, Sen onları doyur! Allah’ım! Onlar
fakirdirler, Sen onlara katından ver, kereminle zengin eyle! Allah’ım! Bana
yaptığın vaadini yerine getir! Allah’ım! Bu bir avuç mücahidi helak edersen,
artık sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz!”
Yaşanılan görüntü aslında oldukça
ibretli idi. Musab bin Umeyr, Müslümanlar safında Muhacirlerin sancaktarı iken,
kardeşi İbni Umeyr ise müşrik ordusunun birinci bayraktarı idi. Daha garibi de
vardı. Allah’ın elçisinin can yoldaşı Ebubekir oğlu Abdullah ile Müslümanlar
safında bulunurken, diğer oğlu Abdurrahman ise Kureyş müşrikleri arasında idi.
Cesareti ve keskin ok atıcılığı ile meşhur olan Abdurrahman bir ara ortaya
atılıp er dileyince, Ebubekir ayağa kalktı. Efendimizden oğluyla çarpışmak için
izin istedi. Fakat, Efendimiz, “ Bilmez misin ki sen, benim görür gözüm ve
işitir kulağım yerindesin.” buyurarak izin vermedi ve onu yanından ayırmadı.
Efendimizden oğluyla kılıç kılıca döğüşmek için izin alamayan Ebubekir
hiddetle oğluna, “Ey Abdurrahman! Bana
olan saygın nerede kaldı.” diye seslendi. Abdurrahman ise, “Aramızda attan ve
kılıçtan başka bir şey kalmadı.” diye cevap verdi.
Cuma günü, sabah saatlerinde
nihayet iki ordu, olanca güç ve kuvvetleriyle birbirine saldırıya
geçmişti.Efendimiz, mücahidleri Allah yolunda cihada teşvik eden konuşmalar
yapıyor, şehid düşenlerin makamlarının Cennet olacağını müjdeliyordu. “Zafer
bizimdir.” diyerek de her zaman mücahidlerin gayret ve ümitlerini hep aynı
canlılıkta tutmaya özen gösteriyordu. Zaman zaman da ordunun önüne geçip
bilfiil cesaretini göstererek, mücahidlerin de cesaretini arttırıyordu. “Bedir
günü harp şiddetlendiği zaman, Resulullaha sığınmıştık. O gün, halkın en
cesaretlisi, en kahramanı o idi. Müşriklerin saflarına ondan daha yakın kimse
yoktu!” diye tarif eder sonrasın da Ali, efendimizin savaş anını.
Çarpışma bütün şiddetiyle devam
ederken, Efendimiz, yerden bir avuç ince kum alıp müşrik ordusunun üzerine attı
ve dua etti. “Yüzleri kara olsun! Allah`ım! Kalblerine korku sal! Ayaklarına
titreme ver.”
Efendimiz, bir taraftan mücahidler
arasında dolaşıp cihada olan aşk ve şevklerini arttırıcı konuşmalar yapıyor,
bir taraftan da Kıbleye yönelerek Yüce Mevlasına yalvarıyordu.
“Muhakkak ki, siz Bedir`de zayıf
durumda iken Allah size yardım etmişti de muzaffer olmuştunuz. Öyleyse
Allah`tan korkun ki, Onun yardımına şükretmiş olasınız.” Al-i İmran Suresinde
belirtildiği gibi Allah’ın yardımı müminlerin imdadına yetişmişti. Ayet devam
ediyordu; “O zaman sen müminlere, ‘Rabbinizin gökten indirdiği üç bin melekle
yardıma gelmesi size yetmez mi?’ diyordun.”
Özellikle Hamza ile Ali son derece kahramanca ve cesurca
müşriklere hücum ediyorlar ve düşmanın hangi koluna hücum etseler yarıp
geçiyorlardı. Hamza, iki elinde iki kılıç önüne geleni bir hamlede yere
seriyordu. Müslümanların büyük düşmanı olan Ebu Cehil’i öldürmek bir övünç
vesilesi olacağından, mücahidlerden her biri onu bulup öldürmek istiyordu. Ebu
Cehil, yetmiş yaşında cesaretli, korkunç yüzlü, inatçı ve soluksuz bir İslam
düşmanı idi. “Anam beni bugün için doğurmuş.” diyerek cesaretini ortaya
koyuyor, askerlerini teşvik ediyordu. Mahzumoğulları, müşriklerden birçok
kimsenin öldürüldüğünü görünce, Ebu Cehil’in etrafını sarmışlardı. Ne pahasına
olursa olsun onu koruyacaklardı. Savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu.
Abdurrahman bin Avf, harp safında sağına soluna bakınca Ensar gençlerinden iki
delikanlıyı gördü. Onlardan biri kendisine yaklaşarak, “Ey Amca! Sen Ebu
Cehil’i tanır mısın?” diye sordu. Abdurrahman bin Avf’ın gözü müşrikler
arasında dolaşıp duran ve Mahzumoğulları tarafından korunan Ebu Cehil’e ilişti.
Soran gençlere, “İşte aradığınız Ebu Cehil” dedi. İki kahraman savaşçı da
derhal kılıçlarını sıyırıp Ebu Cehil’in bulunduğu tarafa doğru yürüdüler.
Gençlerin Ebu Cehil’ e yetişmesinden önce, onu başından beri gözetleyip duran,
Ensardan Cemuh, o esnada bir fırsatını bulup Ebu Cehil’in ayağına bir kılıç
darbesi indirdi. Ebu Cehil’in oğlu İkrime’ de kılıcı ile onun elini, kolunu
yaraladı. Cemuh’un eli derisinde sallanıyordu. Çarpışmanın şiddetinden elinin
farkında bile değildi. O gün kesilen elini arkasına atıp hep çarpışıp durdu.
Kendisine fazla zahmet verince de ayağıyla üzerine bastı, sonra da sallanan
kolunu koparıp attı. Cemuh`un yaralanmasından sonra iki genç kardeş olan Muaz
ile Muavviz de Ebu Cehil’in yanına vardılar. Üzerine hücum ederek, kılıç
darbeleriyle yere serdiler. Öldü zannıyla bırakıp gittiler. Bu Ümmetin Firavunu
olan Ebu Cehil rezil bir şekilde küfründe boğularak ölüp gitti.
Ebu Cehil’in öldürülmesinden
sonra, müşrik ordusunda Müslümanlara karşı koyacak pek kimse kalmadı. Bu arada,
azılı müşrik Ümeyye bin Halef de Mekke’de merhametsizce işkenceye uğrattığı
Bilal-i Habeşi tarafından yere serilince, Kureyş ordusu dağılmaya başladı.
Müşrik askerleri gerisin geri kaçmaya başladılar. Kaçanlar o anda kurtuldular.
Ele geçirilenler ise esir alındılar.
Bir kaç saat bütün şiddetiyle
devam eden kıyasıya mücadele neticesinde Efendimizin kumandanlığını yaptığı
İslam ordusu, parlak bir başarı elde etmişti. Mücahidler 14 şehid vermişlerdi.
Müşriklerden öldürdüklerinin sayısı ise 70 kadardı. Bir o kadarını da esir
almışlardı. Öldürülenlerden 24 kişi müşriklerin ileri gelenlerindendi.
Mücahidler, Peygamberimizin emri gereği, müşrik ileri gelenlerinin cesetlerini
toptan bir çukura gömdüler. Efendimiz şehid olan mücahidlerin cenaze namazını
da Bedir’de kıldı.
Bu parlak zaferle ayrıca şüphe ve
tereddüt bulutları da parçalandı. Müslümanların cesaretlerine bir kat daha
cesaret katılmış oldu. Efendimiz derhal iki haberci çıkararak bu şanlı zaferin
bir an evvel Medine’ye duyurulmasını istedi. Habercilerden biri şehrin üst
tarafında diğeri ise alt tarafında bu muhteşem müjdeyi Müslümanlara ulaştırdı.
Büyük bir hezimete uğrayan Kureyş ordusu, geride bir çok ganimet mal ve 70 esir
bırakmıştı.
Esirler arasında, Efendimizin
amcası Abbas, amcası oğullarından Ukayl bin Ebu Talib ve Nevfel bin
Abdülmuttalib ile kızı Zeyneb’in kocası olan Rebi’ de vardı. Yine Musab bin
Umeyr`in kardeşi ve müşrik ordusunun baş bayraktarıda esirler arasında idi.
Esirlerin kaçmaması için ellerinin bağlanmasına Ömer görevlendirildi. Abbas’ın
elleri pek sıkı bağlanmıştı.Bu sebeple de gece inlemeye başladı. Bu iniltiyi
duyan Efendimizin gözüne bir türlü uyku girmiyordu.
“Neden uyumuyorsunuz?” diye
sorduklarında, ”Abbas`ın inlemesi yüzünden.” diye cevap verdi. Efendimizin
üzülmesini istemeyen ashabdan bazıları gidip Abbas’ın bağını çözdüler.
İniltinin kesildiğini farkeden
Efendimiz, “Abbas’ın iniltisini ne diye işitmiyorum?” diye sordu.
Sahabiler, “Onun bağını çözdük.”
dediler. Bunun üzerine “Bütün esirlerin bağını çözünüz.” diye buyurduktan sonra
anca uyudu efendimiz.
Savaşın bitmesinden üç gün sonra
ganimet mallarını eşit bir şekilde Müslümanlar arasında taksim etti. Efendimiz,
ganimet malları arasından Ebu Cehil’in devesini aldı. Münebbih bin Haccac
isimli zalimin kılıcı Zülfikar da Peygamber Efendimizin hissesine düştü.
Efendimiz, Zülfikarı Ali’ye hediye etmiştir.
Esirler hakkında ne türlü işlem
yapılacağına dair henüz vahiy gelmemişti. Bu sebeple onlar hakkında oy
kullanarak karar vermek gerekiyordu.
Görüş beyan etmek biçiminde karara bağlanacak meselelerde ise arkadaşlarıyla
danışarak-meşveret etmesi Efendimizin güzel özelliklerindendi. Danışma
meclisinde herkes fikrini serbest ve açıkça ortaya koyardı.
Bu konudaki konuşmalardan sonra
Efendimiz, Ebubekir`in beyan ettiği görüşünü kabul etti. Esirlerden dirhem
bedel alınarak salıverilmelerini emretti. Kurtuluş fidyesi vermeye gücü
yetmeyip de okuma yazma bilen esirler, Ensardan onar çocuğa yazı öğretmek
şartıyla serbest bırakılacakları Efendimiz, tarafından kararlaştırıldı. Bu
sayede Medine’de okuma yazma bilenlerin sayısı çoğaldı.
Esirler hakkında bu kararın
alınması üzerine Enfal Suresiyle şu ayetler indi.
“Hiçbir peygambere, yeryüzünde
iyice kuvvetlenmedikçe esir alıp fidye karşılığında onları serbest bırakarak
düşmanın kuvvetlenmesine sebep olmak uygun düşmez. Siz dünyanın geçici
menfaatini istiyorsunuz; Allah ise size ahiret sevabını nasip etmek ister.
Allah`ın kudreti herşeye galiptir ve Onun her işi hikmet iledir.”
“Eğer Allah sizi bağışlayacağını
Levh-i Mahfuzda yazmış olmasaydı, aldığınız fidye yüzünden size büyük bir azap
dokunurdu.”
“Artık ganimet olarak
aldıklarınızı helal ve temiz olarak yiyin. Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah
çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”
Peygamberimiz mücahidlerle,
esirlerden bir gün önce Medine`ye geldi. Bir gün sonra Medine’ye gelen esirleri
Ashabı arasında dağıttı ve şöyle dedi.”Siz esirler hakkında birbirinize iyilik
ve hayır tavsiye ediniz.”
Esirler arasında bulunan
Peygamberimizin amcası Abbas oldukça zengin bir zattı. ”Ey Abbas! Kendin,
kardeşinin oğulları için kurtuluş fidyeni öde! Çünkü sen, servet sahibisin.”
dedi. Abbas, müşriklerle Bedir’e çıkıp gelirken beraberinde asker için
sarfetmek üzere 800 dirhem altın alıp getirmişti. Savaş esnasında bu da elinden
alınmış ve ganimet malları arasına katılmıştı. Bunun için Efendimize, “Bari
savaş esnasında elimden alınan o altınları kurtuluş fidyesi say.” diye teklif
etti. “Hayır, o bizim aleyhimizde sarfetmek için taşıdığın ve Allah`ın sonunda
bize nasib ettiği bir maldır. Onu sana geri veremeyiz.” diye buyurdu
Efendimiz’de. Abbas, “Benim ondan başka param yok! Muhammed, amcanı avuç açırıp
da dilendirecek misin?” dedi. Bunun üzerine Efendimiz, “Ey Abbas, ya o altınlar
nerede kaldı?” diye sordu. Abbas, “Hangi altınlar?” dedi şaşkınlıkla. “Hani
sen, Mekke’den çıkacağın gün, hanımın Ümmü Fadl’a teslim ettiğin altınlar!
Onları teslim ederken, yanınızda ikinizden başka da kimse yoktu. Sen Ümmü
Fadl’a ‘Bu seferde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Şayet herhangi bir felakete
uğrayıp da dönemezsem, şu kadarı senin içindir! Şu kadarı Fadl içindir! Şu
kadarı Abdullah içindir! Şu kadarı Ubeydullah içindir! Şu kadarı da Kusem
içindir’ demiştin. İşte o altınlar!” Abbas şaşkınlık içinde, hayretle, “Bunu
sana kim haber verdi?” diye sordu. Efendimiz, “Allah haber verdi.” buyurdu. Bu
konuşmanın üzerine Abbas, şehadet getirerek Müslüman oldu. Kurtuluş fidyesini
ödedikten sonra da Mekke’ye döndü. Abbas, Mekke’ye dönünce Müslümanlığını gizli
tuttu. Mekke’de bulunduğu sürede müşriklerin tutum ve davranışlarını
Efendimiz’e yazar ve Mekke’deki Müslümanlara yardım ederdi.
Bedir esirleri arasında
Efendimiz’in damadı, Zeyneb’in kocası Rebi’de vardı. Zeyneb kocasının kurtuluş
fidyesi olmak üzere boynundaki gerdanlığı çıkarıp Medine’ye gönderdi. Bu
gerdanlığı ki Zeyneb’e evlendiği sırada annesi Hatice validemiz hediye etmişti.
Ashab durumun efendimizi üzeceğinden esiri salmışlar ve bedelini de geri
çevirmişlerdir.
Bedir zaferi, gerek Medine içinde
ve gerekse dışında olumlu-olumsuz yankılandı, önemli bir gündem oluşturdu. En
önemlisi Medine içindeki Yahudi ve putperestlerin gözleri yıldı. Yahudilerden
bazıları, “Özelliklerini kitaplarımızda okuduğumuz kişi budur. Artık ona karşı
durulmaz. Galip olacak hep odur.” diyerek imana bile geldiler. Bir kısmı da,
korkularından iman etmiş gibi göründüler. Yine de fitne ve fesad çıkarmaktan da
geri durmadılar.
Habeş Necaşisi de efendimizin bu
başarısını ve zaferini haber alanlar arasındaydı. O da ülkesinde bulunan
muhacir Müslümanlara, “Allah, elçisine Bedir’de yardım etmiştir. Bundan dolayı
hamdederim.” diyerek memnuniyetini paylaşmıştır. Medine’de Müslümanlar arasında
bayram havası yaşanırken, Mekke’de müşrikler ise tam bir şok içerinde matem
havasına bürünmüşlerdi. Bedir galibiyeti ile, civardaki kabilelere de göz dağı
verilmiş oldu.
Amca Ebu Leheb, Bedir’e katılmamış
ve yerine birisini göndererek Mekke’de
kalmıştı. Kureyş ordusu, İslam ordusu karşısında büyük bir hezimete uğrayıp
Mekke’ye dönünce, Ebu Leheb, Ebu Süfyan bin Haris’i yanına çağırarak, “Ey
kardeşimin oğlu, halkın işi nasıl oldu, bana anlat?” dedi. Haris, “Biz o
toplulukla karşılaşınca, bozguna uğradık. Onlar da kimimizi öldürdüler,
kimimizi de esir ettiler. Fakat, ben halkı kınamam ve ayıplamam. Zira kır
atlara binmiş, ak benizli bir alay süvari ile karşılaştık ki, onlara karşı
koymak mümkün değildi!” O sırada Abbas’ın zevcesi Ümmü Fadl ile kölesi Ebu
Rafi’ de orada bulunuyorlardı. Ebu Rafi’, “ O gördüğün süvariler, melekler
idi.” deyince Ebu Leheb hiddetlenip kölenin yüzüne şiddetli bir tokat indirdi.
Sonra da üzerine çöküp dövmeye başladı. Ümmü Fadl, “Çaresiz köleyi, efendisi
burada yok diye dövüyorsun.” diyerek bir çadır direği ile Ebu Leheb’in başını
yardı. Kısa zaman sonrada Bedir mağlubiyetinin gam ve kederinden ağır hasta
oldu, yatağa düştü. Bir hafta sonra da Resulullah ve Müslümanlara yaptığı
şiddetli düşmanlığın hesabını vermek üzere son nefesini vererek geberenlerin
kervanına katıldı, ölüp gitti. Hastalığının bulaşmasından korktukları için
kimse cesedinin yanına yaklaşmak istemiyordu. Oğulları ölüsünü, iki veya üç gün
beklettiler. Evinde cesedi kokmaya başladı. Cesedin yanına yaklaşılacak gibi
değildi. Onu ne yıkadılar ve ne de el sürdüler. Uzaktan üzerine biraz su
serptiler. Sonra sürükleyerek götürüp Mekke’nin yukarı taraflarında bir yere
gömdüler. Üzerini taşla kapattılar. İslam’a düşmanlık edenlerin ölümleri tarih
boyunca hep ibretlik olmuştur, kıyamete kadar da ibret vermeye devam edecektir.
UHUD SAVAŞI
Hicret’in üçüncü yılında Kureyş’in
öfkesi kabarmış, kin ve intikam duyguları kabarmıştı. Bedir’de yakınlarını
kaybeden Utbe kızı Hind “Muhammed’le arkadaşlarından öç almadıkça içim
rahatlamayacak, Muhammed’le savaş yapmadıkça koku sürünmek bana haram olsun.
Sevdiklerimin intikamının alındığını gözümle görmedikçe bana sevinmek yok!”
diyordu.
Ebu Süfyan ve başkaları da buna
benzer şekilde yemin etmişlerdi. Ebu Süfyan’ın getirdiği kervanın malları Darun
Nedve’de topluca durmaktaydı. Müşriklerin ileri gelenleri, herkese katılma
payını verdikten sonra geri kalan kârı ile güçlü bir ordu hazırlanmasına karar
verdiler. Onlara göre Müslümanlar Kureyş büyüklerini öldürmüşlerdi. Onların
intikamını almak gerekiyordu. Bedir’de yakınları öldürülenler karalar giyinmiş
durumda kabileler arasında dolaşıyor, şairler mersiyeler söyleyerek müşrikleri
yeni bir savaşa teşvik ediyorlardı.
Putperest Kureyşliler Mekke
dışındaki bazı Arap kabilelerinin de katılmasıyla 3000 kişilik bir askeri
kuvvet hazırladılar. Bu kuvvette 700 zırhlı, 200 atlı süvari, 3000 deve vardı.
Aralarında, başta Ebu Süfyan’ın karısı Hind olduğu halde 14 tane de kadın
vardı. Bedir’de babasını ve öteki yakınlarından bazılarını kaybetmiş olan
Hind’in kalbini nefret dolu bir intikam duygusu bürümüştü. Mekke sokaklarında
intikam çığlıkları atılıyordu.
Amcası Abbas yeğeni Muhammed’e bir
mektup yazarak Kureyş’in savaş hazırlıklarını bildirdi. Peygamberimiz
amcasından gelen mektubu yakınındakilere okuttu ve mektupta bildirilen haberi
gizli tutarak Mekke’ye keşifçiler gönderdi. Keşifçilerin getirdiği haberler
mektupta amcasının bildirdiklerine tıpatıp uyuyordu. Düşman büyük bir ordu
hazırlamıştı ve Medine’ye doğru yola çıkmıştı bile. Bunun üzerine bir savaş
meclisi kurarak meseleyi ayrıntılı olarak ashabıyla görüştü. Efendimiz düşmanı
şehrin dışında karşılamayıp şehri içerden savunmak görüşündeydi.
Fakat Bedir savaşına katılan
gaziler hakkında inen övücü ayetlerin etkisinde kalan gençler, düşmanın
dışarıda karşılanmasından yana idiler. Düşmanla göğüs göğüse bir meydan savaşı
yapmak istiyorlardı. Allah’ın elçisi de
ashabının isteklerini kırmayarak düşmanı karşılamak üzere kılıcını
kuşandı, zırhını giydi. Münafıkların reisi Abdullah Selül şehrin içinde
kalınarak savunma yapılmadığını mazeret göstererek 300 kişilik kuvvetini geri
çekti. Maksadı elbette savaşmak değildi. Müslümanları düşmanları karşısında
güçsüz bırakmak istiyordu. Böylece Müslüman ordusunun sayısı 1000’den 700’e
düşmüştü.
Kafirler, Medine’nin tek açık sahası olan
kısımdan içeriye sızarak karargahlarını Uhud dağının Medine’ye bakan
eteklerinde kurdular. Efendimiz ancak Cumartesi sabahı Uhud dağına ulaştı.
Sırtını dağa vererek karşıdaki çorak arazide yer tutan düşmana karşı saf tuttu.
Müşriklerin düşüncesi Müslüman ordusunu meydanda yendikten sonra şehri yağmalamaktı.
Bunun için Medine’nin yakınında Uhud önlerini savaş sahası olark seçtiler.
Efendimiz Bedir’de olduğu gibi bu
savaşta da İslam ordusunu savaş düzenine göre yerli yerine yerleştirdi,
düşmanın sızabileceği, kuşatma yapabileceği geçit ve gedikleri de okçularla
korudu. Özellikle ordunun sol tarafındaki dağın vadisini beklemek üzere
Abdullah bin Cübeyr kumandası altında elli kişilik, okçu birliğini bıraktı.
Kesin bir şekilde de”Düşman yense de, yenilse de kesinlikle yerlerinizden
ayrılmayınız. “ diye tembihte bulundu.
27 Mart 625 Cumartesi günü savaş
geleneksel olarak teke tek vuruşmalarla başladı. Ali, Hamza ve öteki İslam’ın
aslanları hasımlarını bir bir öldürdüler. Savaş giderek kızışıyordu. Şanlı komutan efendimizin almış
olduğu tedbirler ve uygulamış olduğu planlar sayesinde ilk safhada Müslümanlar
müşriklere karşı galip geldiler.
Hamza!.. Efendimiz’in amcası,
kükremiş bir arslan gibi düşmana kılıç sallayarak ilerliyor, hasımlarını bir
bir kırıp geçiriyordu. Diğer Müslümanlar da ellerinden gelen çabayı
gösteriyorlardı. Müşriklerde olanca gayretleriyle kılıca sarılmalarına rağmen
bozguna uğramaktan kendilerini kurtaramadılar. Tef çalarak askerlere moral
veren düşman kadınları bile bir süre sonra korku içinde dağ yamacına
tırmanmaya, kaçmaya başladılar. Buna rağmen savaştan henüz kesin netice alınmış
değildi.
Nihayet için düşmanın hızlı bir
şekilde takibi ve geri dönemeyeceği bir noktaya kadar kovalanması gerekiyordu.
İşte bu inceliği ve savaş taktiğinin bu yönünü bir an unutarak gaflete düşen ve
ganimet adına dünyalığa meyleden Müslümanlar kılıçlarını bırakıp kendilerine
meydandan pay toplamaya koyulmuşlardı. Ordunun gerisindeki vadiyi bekleyen elli
okçu da kumandanlarının ısrarla hatırlatmasına rağmen efendimizin kesin emrini
unuttular. “Kardeşlerimiz üstün geldi, biz niye bekleyelim” diyerek yerlerinden
ayrıldılar. Onlar da ganimetin derdine düştüler.
İşte bu sırada fırsat kollamakta,
tepedeki okçuları gözetlemekte olan 200 kişilik düşman süvari birliği komutanı
Halid bin Velid durumu lehine çevirmek için harekete geçti. Az sayıdaki İslam
okçusunun kaldığı geçidi rahatça ele geçirerek İslam ordusunu arkasından
vurmaya başladı. Bunu gören müşrikler de gerisin geriye döndüler. Yeniden hızlı
bir saldırıya giriştiler.
Böylece Müslümanlar ne yazık ki
iki ateş arasında kaldılar. Üstünlüğü sağlamışken dünyalığa dalmaları ve
Peygamber’in kesin emrini çiğnemeleri yüzünden zor durumlara düştüler. İşte bu
aşamada Hamza, Ebu Süfyan’ın karısı Hind’in kölesi Vahşi tarafından mızrakla
vurularak şehid edildi. İslam’ın ilk ilk öğretmeni Musab’da bu esnada şehid
düşenler arasındaydı. Musab sima olarak efendimize benzediğinden şehit
düştüğünde, onu şehit eden kimse Resulullah’ı öldürdüğünü haykırıyordu.
Bu durum Müslümanların daha da
dağılmalarına neden oldu. Ne var ki kısa süre sonra efendimizin sağ olduğu
anlaşıldı. Uhud dağının hemen eteklerinde bulunan Allah’ın elçisinin çevresi büyük çarpışmalara sahne oldu.
Müslümanlar onun etrafında cansiparane dönüyorlar, gerektiğinde kollarını,
bacaklarını kalkan yerine kullanıyorlardı. Sad b. Ebi Vakkas ‘a ise Efendimiz
ok veriyor ve: “Anam babam feda olsun, at ya Sad” diyor; oklarının isabet
etmesi için Allah’a dua ediyordu. Müşrikler Resulullah’ı öldürmek için hücum
ettikçe Müslümanlar onun çevresinde giderek çetin bir savunma hattı
kurmuşlardı. Düşman bu hattı yaramayacağını anlayınca geriye çekilmek durumunda
kaldılar. Böylece savaş denk bir duruma geldi. Resulullah Uhud’a doğru tırmandı
ve bugün hala ziyaret edilen mağarada bir süre dinlendi. Efendimizin dişi
kırılmış, yanağı yarılmıştı. Kızı Fatma onu tedavi etti.
Kureyşli müşrikler bu savaşta o
kadar dehşet dolu şeyler yapmışlardı ki, belki tarihte benzerine az
rastlanırdı. Müslümanlar bu savaşta 70 şehid vermişlerdi. Düşmanlar özellikle
de müşrik kadınlar şehid Müslümanların burunlarını ve kulaklarını kesiyorlardı.
Ebu Süfyan’ın karısı Hind ve öteki bazı müşrik kadınları Müslüman şehidlerin
organlarından yaptıkları gerdanlıkları boyunlarına takmışlardı. Ayrıca Hind,
Hz. Hamza’nın ciğerini çıkartarak ağzında çiğnemek iğrençliğini
gösterebilmişti.
Uhud’tan ayrılan Ebu Süfyan bir
süre sonra geri dönerek Medine’ye saldırmak ve başladıkları işi tamamlamak
düşüncesindeydi. Böyle bir durumu, efendimizde tahmin etmiş, 70 şehid ve onca
yaralıya rağmen savaşın hemen ertesi günü düşmanı takibe karar vermişti.
Peygamberimiz 70 kişilik süvari birliği ile 8 km. kadar giderek müşrikleri
takip etti. Sonra da orada konaklayarak üç gün bekledi. Geceleri ateş
yaktırarak düşmana savaştan yılmadıkları mesajını veriyordu. Ebu Süfyan yeni
bir vuruşmayı göze alamayarak Mekke’ye geri döndü ve Medine’ye saldırmaktan
vazgeçmişti. Efendimizin cesaretle takibi neticesinde düşman korkutulmuş ve
üstünlük tekrar Müslümanlara geçmişti.
Efendimiz Uhud Şehidleriyle ilgili
olarak “Uhud harbinde kardeşleriniz şehit olunca Allah onların ruhlarını bir
takım yeşil kuşların içlerine koymuştur. Bunlar Cennet ırmaklarına gelirler,
içerler ve Cennet meyvelerinden yerler. Sonra bu kuşlar, arşın gölgesinde asılı
bulunan altın kandillere konup tünerler. Şehid ruhları artık böyle mesut bir
hayata erişince; bizim cennetteki bu halimizi dünyadaki kardeşlerimize kim
bildirir ki, onlar da bilsinler de cihaddan çekinmesinler!” demiştir.
İslam şehidleri ikişer ikişer
toprağa verildiler. Tablo göz yaşartıcı idi. Hamza kaftanı ile toprağa verildi.
Peygamber’in hicretten önce Medinelilere İslam’ı öğretmesi için tayin ettiği
ilk öğretmen Musab toprağa verilirken üzerindeki elbise kısa gelmişti. Göğüs
tarafına örtülünce alt kısmı, alt kısmına örtülünce de göğüs kısmı açıkta
kalıyordu. Efendimiz örtünün alt kısmına örtülmesini üst kısmına da izhir
denilen kokulu otlardan konulmasını emir buyurmuştu.
“Müminlerden bir çok kimseler
Allah’a vermiş oldukları sözlerini yerine getirdiler.” (El-Ahzab Suresi).
FACİALAR
Adal ve Kare kabilelerinden bir
heyet Uhud savaşından bir kaç ay sonra Medine’ye gelmişti. Efendimizle görüşen
bu heyet, kavimlerinde İslam dinine girenlerin bulunduğunu söyleyerek,
kendilerine İslam’ın ilke ve esaslarını öğretecek öğretmenler istediler. Onların
içten olduklarına kanaat getiren Peygamberimiz de, beraberlerinde altı kişilik
bir irşad ve tebliğ heyeti gönderdi.
Ancak bu kişilerin asıl niyeti, bu
altı kişiyi bir şekilde Mekke’ye götürüp, Uhud savaşında yakınlarını öldürülen
Mekkelilere teslim ederek, onların başı için vadedilen ödülü almaktı. Nitekim
Mekke yakınındaki Reci denilen yere geldiklerinde, asıl amaçlarını açıklayarak
öğretmenlere ihanet ettiler. Özellikle kafile başkanı olan Asım bin Sabit’in
kafasını Sad kızı Sülafe’ye götürmek istiyorlardı. Bunun için 100 deve ödül
alacaklardı. Bu kadın, Uhud savaşında iki oğlunu öldürmüş olan Asım’ın
kafatasından şarap içmeye yemin etmişti. Hani “Asım’ın Nesli” diye daha sonra
dilimize yerleşen tabirin ilham kaynağı olan Asım katledildi. Bu zalimler
Müslüman öğretmenleri tutuklayıp Mekke’ye götürmek için Hüzeyl kabilesinden de
yardım istemişlerdi. Kılıçlarını çeken öğretmenler, onlarla kahramanca
çarpıştılar. İçlerinden dördü şehid düştü, diğer ikini ise tutuklanıp satılmak
üzere Mekke’ye götürdüler.
Mekke’ye götürülen Desine oğlu
Zeyd ve Hubeyb müşriklere satıldılar. Ebu Süfyan, öldürülmek için Kabe’nin
yanına getirilen Zeyd’e “Doğru söyle, ailene sağ salim dönmek şartıyla, şu anda
senin yerinde Muhammed’in olmasını ve senin yerine onu öldürmemizi istemez
misin?” diye sordu. “Asla! Değil bunu, ben evimde otururken Medine’de onun
ayağına bir diken batmasına bile dayanamam” diye cevapladı kendisini.
Zeyd’in Resulullah’a bağlılığına
bir kez daha şaşıran Kureyş reisi ancak”Hiç bir kimsenin, arkadaşları tarafından
Muhammed kadar sevildiğini görmemişimdir.” diyebildi. Daha sonra katledilen
Hubeyb ise, Uhud savaşında öldürmüş olduğu Haris oğlu Ukbe’nin ailesine
satılmıştı. Hubeyb, öldürülmeden önce izin alarak 2 rekat namaz kıldı. İdam
edilecek Müslümanların, idam öncesi iki rekat namaz kılmaları geleneği ondan
kalmadır.
Münafıklar, bu olay hakkında ileri
geri konuşarak yeni fitnelerin peşindeydiler. Allah, münafıklar ve şehit edilen
öğretmenlerin durumuyla ilgili olarak
Bakara Suresinde yer alan ayetlerini indirdi.
“İnsanlardan öylesi vardır ki,
onun bu dünya hayatına dair söz, hoşuna gider. O, kalbinde olana Allah’ı şahit
tutar. Halbuki O (söylediği ile inandığı bir olmayan düşmanların en yamanıdır.
O yeryüzünde iş başına geçti mi orada fesat çıkarmaya, ekini ve nesli kökünden
kurutmaya koşar. Allah fesadı sevmez, Ona; Allah’tan kork! denilse, gururu
kendisini günaha sürükler. Artık ona cehennem yetişir, ne kötü bir yaratıktır
o! İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, canını, Allah rızasını kazanmak karşılığında
satar. Allah, kullarına çok merhametlidir.”
Reci faciasının şoku atlatılmadan
ne yazık ki aynı günlerde benzeri bir facia daha gerçekleşti. Necid bölgesinde
oturan Amiroğulları’nın reisi Ebu Bera, Medine’ye gelmişti. Peygamberimiz
tarafından İslam’a davet edilen bu zat, yapılan teklifi kabul etmemekle
birlikte bir başka teklifte bulundu. “Ey Muhammed! Senin durumunu ve getirdiğin
dini iyi görüyorum. Memleketim Necid’e öğretmenler gönderirsen, halkımın senin
dinine gireceklerini umarım.”
Efendimiz, yakın zamanda
gerçekleşen faciadan dolayı Necid halkının gönderilecek davetçilere kötülük
yapmalarından endişe ettiğini bildirerek, arkadaşlarını böyle bir tehlikeye
atamayacağını söyledi. Ebu Bera, gönderilecek öğretmenleri koruması altına
alacağına ve onlara vereceği güvence sayesinde, ülkesinde kimsenin onlara
dokunamayacağına dair söz verdi.
Peygamberimiz bunun üzerine, Ebu
Bera’nın verdiği teminat üzerine, arkadaşları içinden seçtiği 70 kişilik bir
öğretim kadrosunu Necid’e gönderdi. Başkan tayin ettiği Amr oğlu Münzir’in
eline, Ebu Bera’nın yeğeni Tufeyl oğlu Amir’e yazdırdığı bir de mektup verdi.
Öğretmenler heyetini oluşturan bu tebliğcilerin tamamı, Suffe’de yetişmiş
alimlerdi.Yola çıkan heyet, Biru Maune denilen yere kadar gelmişti. Burada,
kafilenin başkanı Münzir, efendimiz tarafından kendisine teslim edilmiş
mektubu, arkadaşlarından biriyle Tufeyl oğlu Amir’e gönderdi. Ancak bu alçak
şahıs mektupta neler yazıldığına bile bakmaksızın, mektubu getiren sahabiyi
şehid etti. Heyetteki diğer Müslümanları da pusuya düşürerek katletmek için
kavminden yardım istedi. Reisleri Ebu Bera’nın hatırını sayan Amiroğulları,
onun bu cinayet çağrısına kulak vermediler. Bu durum karşısında Amir, civardaki
başka kabile oymaklarını yardıma çağırdı. Onlardan topladığı askerlerle
birlikte güzide öğretmenler heyetini pusuya düşürdü. Kahramanca karşı koymaya
çalışan öğretmenlerin tamamını zalimce kılıçtan geçirdi. Olay öncesinde, iki
kişi develeri otlatmak için kafileden biraz uzaklaşmışlardı. Zalimlerin
hışmından bu iki Müslüman’da kurtulamadılar. Biri öldürüldü, diğeri de esir
alındı. Daha sonra serbest bırakılan bu esir, acı haberi Medine’ye ulaştırdı.
Medine’ye dönüşünde yolda Amiroğulları’ndan iki adamla karşılaşmıştı.
Arkadaşlarını pusuya düşürüp öldüren kabileden olmaları sebebiyle fırsatını
bulup, bu iki kişiyi öldürdü. Ancak bu iki şahıs, daha önce Peygamberimiz ile
görüşmüşler ve ondan eman-güvence almışlardı. Bu nedenle onların diyetleri
ödendi. Bu diyet konusu, Beni Nadir gazasına neden olacaktır.
Müslümanların başına gelen her
musibette olduğu gibi, Yahudiler ve münafıklar bu facialara da sevindiler.
***
Kurayza ve Kaynuka gibi bir diğer
Yahudi kabilesidir Nadir kabilesi de. Kudüs’ün MS 70’te Titus tarafından işgali
sırasında bölgeden kaçarak Medine civarına yerleşen üç yahudi kabilesinden
biridir. Soylarının Harun peygamberden geldiğini iddia ederler. Diğer Yahudi
kabilelerine göre daha üstün durumdadırlar.
Hicretten sonra hazırlanan Medine anayasasına yine Evs kabilesinin
müttefiki olarak katılan Beni Nadir kabilesi şehrin dış taraflarında oturuyor
ve yahudiler arasında en kalabalık grubu oluşturuyordu. Önceleri Resulullah’a
karşı bir hareketlerine rastlanmayan Nadir yahudileri, Bedir savaşının ardından
Kaynuka kabilesinin şehirden sürülmesine, ayrıca kendi kabilelerinden
müslümanlar aleyhine kışkırtıcı şiirler söyleyen ve yıkıcı faaliyetlerde
bulunan ünlü şairleri Kab b. Eşref’in öldürülmesine çok kızdılar. Buna rağmen
aynı zamanda korkuya kapılarak efendimiz ile yeni bir antlaşma yaptılar. Fakat
daha sonra Uhud savaşının hazırlıkları sırasında Ebu Süfyan’a müslümanlar
hakkında istediği bilgileri verdiler. Uhud savaşında İslam ordusunun tam bir
üstünlük sağlayamamasından aldıkları cesaretle de müşriklerin efendimizi öldürme teklifini olumlu
karşılayıp antlaşmalarını bozma eğilimine girdiler. Yahudi Nadir kabilesinin Medine’den
sürülmesine sebep olan olaylar haklı gerekçelere dayanmaktadır.
Meydana gelen Biru Maune
hadisesinde yetmiş İslâm davetçisinin tuzağa düşürülüp Kılıçtan geçirilmesi
esnasında kurtulanlardan Amr Damri, olayı efendimize haber vermek üzere
Medine’ye dönerken yolda kendilerine saldıranlardan olduklarını zannettiği Amir
kabilesinden iki yeni müslümanı, Müslüman olduklarını bilmeden öldürmüştür. Bu
yanlışlık karşısında öldürülenlerin diyetlerinin ödenebilmesi için
Peygamberimiz bir grup arkadaşıyla birlikte Nadiroğulları’na giderek aralarındaki
mevcut anlaşma gereği diyete katılmalarını istemiştir. Onların kendi paylarına
düşen kısmını toplamak için hazırlık yapmaları sırasında bir duvarın dibine
oturup beklemeye başlamıştı. Ancak Nadirliler bunu fırsat bilmişler ve üzerine
büyük bir taş yuvarlayarak onu öldürmeye çalışmışlardı.
Ayrıca efendimizi öldürmeleri
konusunda Kureyş’ten aldıkları teklif üzerine ona bir mektup yazarak İslâm’ı
kabul etmeleri için üç arkadaşıyla birlikte gelip kendilerinin çıkaracağı üç
hahamla tartışmasını istemişler ve üç haham yerine bir suikast ekibi
hazırlamışlardı. Peygamberimiz her iki olayda da, Nadir yahudilerinin kendisini
öldürmeye teşebbüs ettiklerini öğrenmiştir. Bunun üzerine onlara haber
göndererek on gün içinde Medine’yi terketmelerini, aksi halde yakalananların
öldürüleceğini bildirmiştir. Yahudiler, önce şehri terketmek için hazırlıklara
başladılarsa da başkaca yerlerden destek geleceği haberi aldıklarından daha
sonra da yerlerinden çıkmayacaklarını ve savaşa hazır olduklarını ilan ettiler.
Savaş hazırlıklarını tamamlayıp
yola çıkan Efendimiz önce diğer Yahudi kabilelerinden olan Kurayza’nın üzerine
giderek onlarla bir tarafsızlık antlaşması yaptı. Ardından Nadir’in oturduğu
yeri kuşattı.
On beş gün sonra kuşatmanın
şiddetinden daralan Nadir yahudileri, bekledikleri yardım da gelmeyince
develerinin yüklenebildiği kadar yükle Medine’den ayrılma talebinde bulundular.
Talepleri kabul edilince bir kısmı 600 deve yükü ile Suriyetarafına, daha az
sayıdaki bir kısmı da Hayber’e gidip yerleştiler. Hayber’e yerleşen Nadir
yahudileri kısa sürede tekrardan bir tehdit unsuru ve fitne kaynağı haline
geldiler. Sonuçta da Hendek savaşının düzenleyicisi oldular.
HENDEK SAVAŞI
Hicretin beşinci yılındayız.
Kureyş müşrikleri aslında Uhud savaşında başarılı olmuşlardı ama umdukları
şekilde müslümanların gücünü kıramamışlardı. Tam tersine müslümanlar
Medine’deki birlik ve beraberliklerini sağlamlaştırmış, askeri bakımdan daha
güçlü bir duruma gelmişlerdi. Medine’de sürekli problem çıkaran Yahudi Nadir
kabilesi sürülmüş; doğuya ve kuzeye yapılan seferlerle kesin zaferler alınmış,
müslümanların gücü ve etkinliği gün geçtikçe daha da büyümüştü. Neticede Mekke
müşriklerinin Mısır, Suriye ve Irak yönündeki kervan yolları tamamen
kapatılmıştı.Müslümanların bölgeye hakim bir güç olmaya başlaması İslam’a
katılanların sayısını hızla artırmıştı.
Süreç müslümanların sosyal hayatlarını düzenleme ve
yerleştirme yolunda önemli adımlar atmasına fırsat tanımıştı. İslam’ın bu gözle
görülür güçlenişi karşısında tedirgin olan ve müslümanların başlıca
düşmanlarından olan yahudiler, düşmanca hareketlerine alabildiğince hız
verdiler. Özellikle yakın zamanda Medine’den sürülen Nadir kabilesi bütün çevrede
İslam aleyhinde sürekli propaganda yapıyordu. İslam’ın güçlenmesini önlemek
için de müslümanlara kesin bir darbe vurmanın fırsatını kolluyordu. Bu
çalışmaları neticesinde, yahudiler kendi aralarında görüş birliği sağlayarak
Kureyş ve diğer müşrik kabilelerle birleşmenin yollarını aramaya başlamışlardı.
Yahudilerden oluşan bir heyet
Mekke müşriklerine gelerek kışkırtıcı çalışmalardan sonra Kureyş’e ortak
düşmanları olan müslümanlara birlikte saldırmayı Allah’ın elçisini, dolayısıyla
da İslam’ı ortadan kaldırmayı teklif ettiler. Ticaret yollarının kesilmesiyle
ekonomik bir çıkmaza düşen ve içlerinde hala Bedir’in acısını taşıyan Mekke’li
müşrikler bu teklifi olumlu karşıladı.
Yahudiler Kureyş’le anlaştıktan
sonra Necid’e giderek Benu Süleym ve Gatafan kabilelerini de bu
işbirliğine katkı vermeye çağırdılar.
Gatafan kabilesini Hayber’in bir yıllık hurmasının yarısı karşılığında
müslümanlara karşı savaşmaya razı ettiler. Arkasından diğer Arap kabilelerini
dolaşarak putperestliğin İslam’dan üstün olduğunu, fakat müslümanlarla
savaşılmadığı takdirde putperestliğin sonunun yaklaştığı propagandasıyla savaşa
kışkırttılar. Bu çalışmalarının sonunda bir kısım Arap kabilelerini savaşa
ayrıca ikna ettiler. Savaş hazırlıklarına başlayan Kureyş, üçyüz at, bin beşyüz
devenin bulunduğu dörtbin kişilik bir ordu donattı. Buna Yahudi ve diğer Arap
kabilelerinin kuvvetleri de eklenince yaklaşık onbin kişilik bir ordu meydana
geldi. Bu büyük ordu İslam’a son ve öldürücü darbeyi vurmak umuduyla Medine’ye
yöneldi. Arap yarımadası o güne kadar böyle büyük bir orduya şahit olmamıştı.
Efendimiz de şer ittifakının girişimini haber alır almaz derhal bir savaş
meclisi topladı. Mecliste düşmana karşı ne gibi tedbirler alınması, nasıl bir
savaş taktiği izlenmesi gerektiği konusunda görüş alış verişinde bulundu. Ashabın çoğunluğu Medine’yi içerden
savunmanın uygun olacağı görüşünde idi. Selman-ı Farisi de, “Bizde bir şehir
üstün kuvvetlerle kuşatıldığı zaman daima çevresine bir hendek kazılır ve şehir
bu şekilde savunulur” şeklinde görüş bildirince efendimiz de bu görüşü uygun
görerek savunma planının bu doğrultuda hazırlanmasını emretti. Düşmanın
geleceği yöne kazılacak hendekle şehrin koruması esas alınacaktı. Zaten şehrin diğer tarafı dağ ve hurmalıklarla
çevriliydi.
Efendimiz zaman kaybetmeksizin, ileri gelen
arkadaşlarıyla birlikte keşfe çıkarak hendek kazılması gereken yerleri bir bir
tesbit etti. Düşmanın saldırısına açık bulunan yerlerin tesbitinden sonra bütün
müslümanlar toplanarak hendek kazma çalışmalarına bütün gayretleriyle başladılar. Mevsim kış olduğu için çalışmak oldukça güç
ve yorucuydu. Buna rağmen müslümanlar büyük bir coşkuyla çalışıyor, hep bir
ağızdan “bizler ömrümüz oldukça Muhammed’le birlikte savaşa devam etmek üzere
biat etmişizdir” anlamında mısralar okuyorlardı. Efendimiz de coşkuyla çalışan arkadaşları ile
birlikte toprak kazıyor, taşıyor, onlarla bir ağızdan şu anlamdaki beyitleri
okuyordu: “Allah’ın lütfu ve hidayeti olmasaydı biz ne hidayete erer, ne
sadakalar verir, ne de ibadet ederdik. Rabbimiz! Bizi huzur ve sükuna erdir.
Düşmanla karşılaşırsak bize dayanma gücü ver. Bize saldıranlar fitne çıkararak
fesat peşinde koşuyorlar. Biz ise onlara karşı koyuyoruz.”
Münafıklar ise işlerini ağırdan
alıyor ve çeşitli mazeretler üreterek çalışmak istemiyorlardı. Bu şekilde iki
hafta boyunca süren gayretli çalışmanın sonunda Medine çevresinin gerekli
yerleri hendeklerle kuşatılmış, hendeklerden çıkan topraklar ise iç tarafa
yığılarak siperler oluşturulmuştu. Hendek kazma çalışmaları biter bitmez
savaşabilecek durumdaki bütün müslümanlar toplandı. Müslüman mücahitlerin
sayısı ancak üçbindi ve otuz altı da atları vardı. Mücahidler gruplar halinde
siperlerin gerisine yerleştirildi. Ebu Süfyan komutasındaki ordu da Medine’nin
Batısından, Necid kabileleri de Doğudan Medine önlerine kadar geldiler. Kafir
Kureyş ordusu Medine’nin kuzeyinden dolaşarak Uhud dağı mevkine geldi. Ortalığı
boş görünce evvelce Uhud savaşında aldıkları yere doğru yaklaştılar. Burada
diğer kuvvetlerle birleşerek Uhud-Medine yolu üzerinde kararlı bir şekilde
ilerlemeye başladılar. Nihayet Resulullah’ın hendekler gerisinde görülen
çadırlarının karşısına gelerek onun karşısında yerlerini aldılar .
Müşrikler çevrede müslümanları
göremeyince hırsla Medine üzerine saldırmaya başladılar. Fakat asla beklemedikleri
bir durumla karşılaşmışlardı. Müslümanlar tarafından kazılan hendeklere gelir
gelmez ne yapacaklarını şaşırdılar. O zamanlar böylesi korunaklı savunma düzeni
Araplar tarafından bilinmiyordu. Efendimizin bu değişik savunma yöntemi
müşrikleri bir kez daha hayret ve şaşkınlık içinde bıraktı. İçlerinden bazıları
atlarını hendekler boyu sürerek karşıya geçmek için bir geçit aradılar. Fakat
hendek gayet derin kazılmış olduğu için asla geçmeyi başaramadılar. Bu arada
hendek gerisinde siperlenen müslümanlar düşmanı ok ve taş yağmuruna tutmaya
başladılar. Düşman süvarileri çaresiz
kalmışlardı. Aynı çaresizlikle Müşrikler bir aya yakın bir süre hendek
gerisinde kaldılar. İki taraf arasında herhangi fiili bir savaş olmadı. Cephede
karşılıklı ok atmaktan başka ciddi bir hareket olmadı.
Müslümanlar arada sırada saldıran
düşmanı siperlerde karşılayarak şehrin savunma süresini uzatıyorlardı. Bu
esnada Müslümanlarla anlaşma içindeki Yahudi Kurayza kabilesinin aralarındaki
anlaşmayı bozarak geceleyin Medine üzerinde baskın yapmak için hazırlandıkları
söylentisi yayıldı. Bu haber müttelik ordulara göre oldukça zayıf olan
müslümanlar arasında büyük bir endişeye neden oldu. Efendimiz durumun açıklığa
kavuşturulması için Kurayza kabilesine birisini gönderdi. Kurayzalılar’ın
gerçekten anlaşmayı bozmuş oldukları anlaşıldı.
Kuran düşmanın gelişini ve durumun
vehametini Ahzab suresinde “Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi.
Gözler dönmüş, yürekler ağızlara gelmişti. Allah için çeşitli tahminlerde
bulunuyordunuz” diyerek açıklar.
Bu durum karşısında zaman
geçirilmeden ortaya çıkan yeni duruma uygun tertibatlar alınıldı. Şehir içinde
ve savunma hattı çerçevesinde güvenlik önlemleri daha da artırıldı. Geceleri
düşmanın ani bir baskın yapmasını önlemek amacıyla devriye kolları çıkarılmaya
başlandı.
Gece basar basmaz bütün devriye
görevlileri görev yerlerine dağılıyor, efendimizde savunma hattının en zayıf
noktasında bekliyordu. Geceleri çok soğuk olduğu için savaşın zorlukları
kendisini daha ağır biçimde hissetirmesine rağmen Müslümanlar inançla ve
sabırla görevlerini yerine getiriyorlardı. Durumdan istifade etmeye
çalışan münafıklar da boş durmuyor bir
takım teşvikler ve aldatıcı sözlerle imanı zayıf kimseleri kandırmaya çalışıyorlardı.
Kuran bu duruma El Ahzab suresinde “İki yüzlüler ve kalplerinde hastalık
olanlar” Allah ve Resulü size sadece kuru vaadlerde bulundu” işaret
ediyordu.
Kuşatma süresince müşrikler hiçbir sonuç alma
başarısını gösteremediler. Kuşatmanın devamı sabahlara kadar siperlerde
bekleyen müslümanları oldukça kötü etkiliyordu. Şehrin dışarıyla bütün
bağlarının kestirilmiş olması dolayısıyla yiyecek sıkıntısının başlanmasına
neden oldu. Münafıklar bu durumdan güç alarak fitneye sebep olacak yersiz
konuşmalarını çoğalttılar. Kuran Ahzab suresinde Müslümanların durumlarını
tasvir ediyordu. “İşte orada mü’minler denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya
uğramışlardı.” Meydan savaşlarına alışmış olan müslümanlar düşman karşısında
hiçbir şey yapmadan beklemekten sıkılmaya başlamışlardı. Mevsimin şiddeti bu durumu
daha da etkiliyordu. Özellikle geceleri çıkan soğukta devriye görevini yapanlar
fazlasıyla ızdıraptaydılar. Hatta hayvanlarına yedirecek birşey bulamaz hale
geldiler. Müslümanların direnci yavaş yavaş kırılmaya yüz tutmuştu. Diğer
yandan düşman ordusu baskısını giderek arttırıyordu. Değişik yönlerden peşpeşe
saldırılarda bulunsalarda hendeği aşamayarak çaresiz geri dönüyordu. Kuşatmanın
olağanüstü şiddet kazandığı bir sırada müşrikler ne pahasına olursa olsun
hendeği aşmaya karar verdiler. Savaşçılıktaki büyük ustalığı ve Kahramanlığıyla
şöhret kazanmış olan bir kısım isimleri ileri sürdüler. Onlardan biri olan Amr
bin Abdived ve yanındakiler binbir güçlükle de olsa hendeği aşmayı başardılar.
Amr atını ileriye sürerek
müslümanlardan kendisiyle savaşacak bir savaşçı istedi. Amr birçok savaşlarda
bulunmuş, yiğitlik ve gözüpekliği sayesinde birçok birlikleri dağıtmış gayet
usta bir silahşor, çevik bir süvari olduğundan, onunla dövüşmeye kim cesaret
edebilirdi ki? Nitekim müslümanlardan da kimse onun isteğine cevap veremedi.
Yalnızca Ali, Amr’a karşı çıkmak için efendimizden izin istedi. Fakat
Resulullah izin vermedi. Amr tekrar ileriye atılarak müslümanlara hitaben;
“İçinizden kahramanlık meydanına çıkacak kimse yok mu? Hani ölenlerinizin
gideceğini söylediğiniz Cennet?” diye küçümseyerek bağırdı. Müslümanlardan yine
ses çıkmayınca Ali ikinci defa izin istedi. Resulullah kendi zırhını çıkarıp
Ali’ye giydirdi, beline zülfikar’ı taktı ve ellerini açarak “Rabbim! Amcam Übeyd Bedir’de, Hamza Uhud’da şehid
oldular. Ali ise kardeşimdir ve amcamın oğludur. Onu koru, beni kimsesiz
bırakma. Sen Varislerin en hayırlısısın” diye dua ederek uğurladı.
Amr’ın karşısına cesaretle çıkan
Ali kendisini tanıttı. Amr, Ali’nin gençliğini ve babasıyla olan dostluğunu
ileri sürerek onunla savaşmak istemedi. Ali ise kendisiyle savaşmayı ve onu
öldürmeyi arzuladığını bildirdi. Ya müslüman olmasını, ya savaşı bırakıp
gitmesini, yada kendisiyle dövüşmesini teklif etti. İlk ikisini reddeden Amr
dövüşmeyi seçti. İlk saldırı Amr’dan geldi. Vurduğu kılıç darbesi Ali’nin
kalkanını parçalayarak başından yaralanmasına neden oldu. Hamle sırası
kendisine geldiğinde Ali indirdiği darbe ile Amr’ı cansız yere yuvarladı.
Müslümanlar sevinçle tekbir getirirken müşrikler bir kez daha büyük bir hayal kırıklığına
uğradılar. Bir kaç hengame daha gerçekleşti orada. Durum müşriklerin
aleyhineydi. Müslümanlar morallenmişlerdi. Bu kötü sonuç karşısında Ebu Süfyan
her zaman olduğu gibi yine çaresizce ordugahına döndü. Ertesi günü Kurayza
kabilesi de safını seçerek düşman ordusuna katıldı. Müttefikler böylece kuvvet
kazanınca bir kat daha cesaretlenerek saldırılarını sıklaştırmaya, baskılarını
arttırmaya başladılar. Ok ve taşlar atılarak mücadele akşama kadar sürüp gitti.
Karanlık basınca müşrikler ordugahlarına tekrardan çekildiler. Genel bir
saldırı düşüncesi müslümanlar arasındaki endişeyi artırmaya devam ediyordu.
Bu arada savaşın yönünü
değiştirecek önemli bir olay oldu. Düşman saflarında iken müslüman olan Nuaym
Sakafi gizlice efendimizin safına katıldı. Bu durum müşriklerle Kurayza
Kabilesinin arasını bozmak için iyi bir vesile oldu. Peygamberimiz ona Kurayza
ile müşriklerin arasını açması için talimat verdi. Nuaym’ın İslam’a girdiği
bilinmediği için rahatça Kurayza lideri Kaab b. Esed’in yanına gitti. Kaab’ın
yanında daha başka Yahudi liderleri de bulunuyordu. Onlara yahudilere bir
iyilik etmek isteğini söyleyerek Kureyş ve Gatafan kabilelerinin artık savaştan
usandığından söz etti. “Hatta daha fazla zahmet çekecek olurlarsa sizi bırakıp
gidecekler. O zaman siz İslâm ordusuna karşı koyamazsınız. Bu tehlikeyi önlemek
için Kureyş ve Gatafan kabileleri ileri gelenlerinden birkaç kişiyi rehin
almanızı öneririm” dedi. Yahudiler bu gelen haberden son derece memnun oldular.
Nuaym, oradan ayrılarak Ebu Sufyan’ın ordugahına geldi. Sufyan’a
Kurayzalıların Müslümanlarla yaptıkları
anlaşmayı bozduklarından dolayı pişmanlık duyduklarını ve anlaşmayı
gizlice yenilediklerini, hatta suçlarını affettirmek için Kureyş ve Gatafan
liderlerinden birkaç kişiyi rehin alarak müslümanlara teslim etmeyi
düşündüklerini söyledi. Bu haber Ebu Süfyan’ı
Kurayzalılar’a karşı şüpheye düşürdü. Hemen Kurayza liderine haber
göndererek kuşatmanın çok uzadığını, askerin açlıktan şikayet ettiğini bu
nedenle ertesi günü genel bir saldırı ile bu duruma bir son verilmesi
gerektiğini söyledi. Gelen habere karşılık Kurayzalılar, Kureyş ve Gatafan
ileri gelenlerinden birkaç kişi rehin verilmedikçe kendilerine
güvenemeyeceklerini bildirdiler. Kureyş ve Gatafan liderleri bu gelen cevabı
işitince Nuaym’ın sözüne hak vererek rehin vermediler. Kurayza kabilesi ise
onların tavrının Nuaym’ı doğruladığını görünce müttefiklerden ayrılarak onları
kaderleriyle kendi başlarına bıraktılar.
Kuşatma yine sürüyordu, ama eski
şiddetini kaybetmişti. Allah’ın
Müslümanlara olan yardımı bu kez şiddetli bir rüzgar ile gerçekleşti. Bu soğuk,
dondurucu bir rüzgardı. Tozları, toprakları müşriklerin gözlerini dolduruyordu.
Rüzgar, onları kendi başlarının derdine düşürmüştü. Şiddetli rüzgar
çadırlarının bezlerini, derilerini yırtıyor, direklerini söküyor, sergileri
kumlara gömüyor, yakılan ateşleri söndürüyor, develeri-atları birbirine
karıştırıyor, hiç kimse kimsenin yardım için yanına gidemiyordu. Müşrikler
ordugahlarından devamlı karşı cepheden yükselen
tekbir sesleri, silah şakırtıları duyuyorlardı. Kalplerine büyük bir
korku düşmüş, amansız bir paniğe kapılmışlardı.
Kuran sonradan bu olayı müminlere
Ahzab suresindeki şu ayetleriyle açıklamıştır. “Ey mü’minler. Allah’ın size
olan nimetini anın. Hani üzerinize ordular gelmişti. Biz de onların üzerine
rüzgar ve görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı görüyordu.”
“Allah kâfirleri öfkeleri ile geri
çevirdi. Hiçbirşey elde edemediler. Savaşta iman edenlere Allah’ın yardımı kâfi
geldi. Allah güçlüdür, herşeye galiptir”
Gece boyunca devam eden fırtına,
sabahleyin biraz sakinleşmişti. Ebu Sufyan ansızın ortaya çıkan bu büyük
felaket üzerine Kurayza kabilesinin ordudan ayrıldığını ve orduda ayrılık
çıktığı bahanesiyle de kuşatmayı sona erdirerek geri çekilme emrini verdi.
Müşrikler başarısızlıklarından doğan umutsuzluk ve sıkıntı içerisinde hızla
yine gerisin geriye dönmeye başladılar.
Kureyş ordusu Mekkeye, Gatafan
kabileleri Necid’e doğru yol alırken müslümanlar savunma hattından çıkarak
düşman ordugahına vardılar. Düşmanın telaş ve heyacan içinde geri çekilirken
bırakmış olduklarına el koydular. Elde edilen bu ganimet vasıtasıyla kuşatmanın
ortaya çıkardığı kıtlık ortadan kalkmıştı. Efendimiz müslümanlara “Ey İslam mücahidleri! Emin
olunuz ki bu zafer sizin için ölümsüz bir başarıdır. Bundan böyle Kureyş
kabilesi size değil, siz Kureyş’e saldıracaksınız” diye buyurdu. Bu sözleriyle
müşriklerin bütün gücünün tükendiğini, artık müslümanların zafer yollarının
ilelebet açıldığını da müjdelemiş oluyordu.
İslam ordusu vakit
kaybetmeksizin ihanet eden Beni Kureyza
Yahudilerinin üzerine yürüdü. Derhal harekete geçip Kureyza kabilesinin
bulunduğu kale kuşatma altına alındı. Peygamberimiz onları önce İslam’a davet
etti. Yahudiler yapılan bu teklifi kabul etmediler. Efendimiz bu kez “Öyle ise, Allah’ın ve Resulünün emrine boyun
eğerek kaleden inip teslim olunuz.”
dedi. Yahudiler yapılan bu teklifi de şiddetle kabul etmediler. Bir ay süren kuşatmadan sonra Kureyza
kabilesi bu kez Efendimiz ‘den, haklarında hüküm vermek üzere bir kimseyi hakem
tayin etmesini istediler. Efendimizde “Ashabımdan istediğiniz kimseyi siz hakem
seçiniz.” dedi Yahudilerin bu tekliflerine cevaben. Onlar da daha önceden Medine’de meşhur kabile
reislerinden olan Sad bin Muaz’ı istediler. “Biz Sad bin Muaz’ın vereceği hükme
razı oluruz.” dediler. Sad bin Muaz, Hendek Savaşında ağır yara almıştı. Sedye
üzerinde Yahudilerin istediği hükmü vermek üzere oraya getirildi. Sad,
Yahudilerden, vereceği hükme razı olacaklarına dair kesin söz aldı. Her iki
taraf da verilecek hükmü merakla beklemeye başladılar. Sad onlara verilecek
hükmü kendi kitaplarından belirledi. Bu kesin hüküm karşısında, Yahudiler donup
kaldılar. Çünkü, kendi kitaplarında, azgınlık yapanlara verilecek ceza
apaçıktı.
“Şehrin birine harb etmek için
vardığında, onları sulha davet et. Bunu kabul edip, kapılarını açarlarsa,
içindekilerin hepsi, sana haraç versinler ve hizmet etsinler. Şayet, harb
etmeye karar verirlerse, onları kuşat. Allah’ın ihsanı ile, onlara galip
geldiğin zaman, erkeklerinin hepsini kılıçtan geçir. Kadınlarını, çocuklarını
ve mallarını ganimet olarak al!..” (Tesniye/Yasanın tekrarı, 10-14)
HUDEYBİYE ANLAŞMASI
628 yılının Mart ayıydı. Efendimiz
gördüğü bir rüya üzerine yaklaşık 1500 Müslümanla birlikte umre yapmak için
Medine’den Mekke’ye doğru yürüdü. Hudeybiye köyünün yakınlarına vardıklarında
Müslümanlar burada kamp kurdular. Mekkeli müşrikler, Müslümanların umre
amacıyla Mekke’ye geldiklerini bilmelerine rağmen onları Mekke’ye sokmamaya
karar verdiler. Bu amaçla Halid bin Velid kumandasında 200 kişilik bir süvari
birliğini gönderdiler. Efendimiz de bunun üzerine, Osman’ı elçi olarak Mekke’ye yolladı.
Mekkeliler tarafından önce iyi
karşılanan Osman, amaçlarının umre ziyareti olduğunu belirtmesine rağmen
Mekkeliler, Müslümanların gelmesine izin vermedikleri gibi elçiye de sert tepki
gösterdiler, hatta hapsettiler. Müslümanlar arasında onun şehit edildiği
haberleri yayıldı. Bunun üzerine Peygamberimiz müşriklere karşı savaş kararı
aldı. Bu karara binaen sonraları “Rıdvan Ağacı” denilecek yerde efendimize biat
ettiler.
Müşrikler tarafından gönderilen
birlik Müslümanlarca esir alındı. Bunun üzerine Kureyşliler anlaşmaya razı oldu
ve Süheyl bin Amr’ı da barış için elçi olarak gönderdiler. Yapılan
tartışmalardan sonra Ali tarafından
kaleme alınan anlaşma metni peygamberimiz ve Mekkelileri temsilen Süheyl bin
Amr tarafından imzalandı. Hudeybiye Antlaşmanın süresi on yıldır olacaktı. Daha
önce alınan esirler ve sonrası için karşılıklı serbest bırakılacaktı.
Müslümanlar Kabe’yi bu yıl ziyaret edemeyeceklerdi. Ancak bu ziyaret, bir
sonraki yıl yapılacaktı. Gelecek yıl ziyarete gelenler, Mekke’de üç gün
kalacak, o zaman içinde müşrikler Mekke dışına çıkacaklar, Müslümanlarla hiçbir şekilde temas
kurmayacaklardı. Kureyşlilerden biri, Müslüman olarak da olsa, Medine’ye
sığındığı takdirde iade edilecek, ama Medine’den Mekke’ye sığınanlar iade
edilmeyecekti. Diğer Arap kabileleri ise dilerlerse Müslümanların tarafına,
dilerlerse Kureyşlilerin safına katılabileceklerdi. Bu anlaşma ile Mekkeliler,
Müslümanların siyasi varlığını, dolayısıyla İslam devletini resmen kabul etmiş
oldular. Barış ortamının oluşması ile İslam’a katılımlar hızlandı. Bir şekilde
yakında herçekleşecek olan Mekke’nin fethi kolaylaşmış oluyordu. Müslümanlar, yapılan barış antlaşmasının
hikmetini ilk anda kavrayamadıkları için gösterdikleri memnuniyetsizlik
içindeydiler. Ancak inen Fetih suresi müjde içeriyordu.
“(Ey Resulum!) Muhakkak ki Biz
Sana apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, Senin geçmiş ve gelecek
kusurlarını bağışlayacak; Sana olan nimetini tamamlayacak ve Seni (daima) doğru
yola götürecektir. Ve Sana şanlı bir zaferle yardım edecektir.”
Fetih Suresi, müminlere Hudeybiye
ile birlikte açılmış bulunan zafer kapılarının müjdelerini veriyordu. Çok geçmeden
müjdeler birer birer gerçekleşmeye başladı: Civar kabileler, Resulullah’ın
Kabe’yi ziyaret için çıktığı bu yolculuğu, “dönüşü olmayan bir yolculuk” diye
vasıflandırmışlardı. Fakat Allah’ın elçisinin en ufak bir zarara dahi uğramadan
sağ salim geri döndüğünü görünce, telaşlandılar. Allah onların bu halini Fetih
Suresindeki ayetlerinde ortaya koymuştur.
“Aslında siz, Peygamber’in ve
müminlerin, ailelerine bir daha geri dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu sizin
gönüllerinize güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve helaka layık bir
topluluk oldunuz. Kim Allah’a ve Resulu’na iman etmemişse bilsin ki Biz,
kafirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.”
O gün Hudeybiye’de müşriklerle
yapılan sulh antlaşmasında alınan bazı kararlar, görünüşte Müslümanların
aleyhine idi. Ta ki Fetih Suresi inerek bu işteki yüksek hikmetler ve müjdeler
bildirildi. Sonradan anlaşıldı ki, ilk nazarda yenilgi ve kahır zannedilen bu
geri dönüş, açık bir zafer ve fetih imiş. Bakara Suresinde “…Bazen siz bir
şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o sizin için bir hayırdır. Bazen de bir şeyi
sever, istersiniz, halbuki o sizin için bir şerdir. Allah bilir, siz
bilmezsiniz..” diye buyurulduğu gibi.
Bu antlaşma ile oluşan barış
ortamında birçok kimse İslam’la şereflenmiş, iki sene süresinde Müslüman
olanların sayısı, o zamana kadar Müslüman olanların toplam sayısını geçmiştir.
Doğrudur; belki o sene Müslümanlar
umre yapamayacaklar veya bazı ağır şartlara sabretmek durumunda kalacaklardı.
Fakat bunun ardından sökün edip gelecek olan kazançlar çok daha büyük olacaktı.
Çünkü bu antlaşma ile İslam’ın varlığı resmen tanınmıştı. Neticede bir sene
sonra Kabe ziyaret edilecekti. Arap kabilelerinden isteyenler Müslümanların
himayesine geçebilecekti. Bu ise aslında Kureyş’in nüfuzunu kaybetmesi ve İslam
davetinin rahatça yapılması demekti. Allah’ın elçisinin bu barışı tercih
sebeplerinden biri de Mekke’de o sırada Müslüman olmuş, fakat bunu durum gereği
açıklayamamış birçok kimsenin bulunmasıydı.
Şayet müşriklerle aralarında bir
çatışma olsaydı, bunların açığa çıkma ve dolayısıyla öldürülme ihtimalleri
vardı. Hudeybiye barışının şartlarına
yüzeysel olarak bakınıp sevinen müşrikler, aslında farkında olmadan müminlerin
önünü tıkayan engelleri kendi elleriyle kaldırmış, onları kendilerinden daha
üstün bir konuma koymuşlardı. Efendimizin dışında hemen her sahabinin de bu
antlaşmayı kendi aleyhlerineymiş gibi görerek kabule yanaşmamaları ise
müşriklerin gözlerini daha da perdelemiş, büyük bir başarı kazanma tavrıyla
şartları çekinmeden imzalamışlardı. Ancak başlangıçta sırrı müminlere bile
kapalı olan bu barışın gerçek içeriği, maddeler uygulandıkça yavaş yavaş ortaya
çıkmaya başlamıştı. Bu müddet içinde, müşriklerin ileri gelenlerinden Amr bin
As, Halid bin Velid ve Osman bin Talha gibi kimseler Müslüman olmuşlardı.
Resulullah Hudeybiye’ye giderken bin beşyüz kişiyle yola çıkmıştı. Bundan iki yıl
sonra, Mekke’nin fethinde ise yanında on iki bin Müslüman bulunur. Öyle ki,
Hudeybiye’den Mekke fethine kadar ki iki senede zarfında Müslüman olanların
sayısı, Hudeybiye’ye kadar geçen on dokuz senelik İslami davet neticesinde
Müslüman olanların sayısından daha fazla olmuştur.
İlk başlarda Efendimize gönül
koyanlar “Beytullah’ı tavaftan alıkonulduk, kurbanlarımızın Harem’de
kesilmesine mani olundu. Müslüman olarak bize gelip sığınan iki kişiyi de
Resulullah geri verdi. Bu nasıl fetihtir?” diyerek söyleniyorlardı.
Efendimiz bu anlaşmayı bir Fetih olarak tarif ediyordu oysa. “Evet!
Bu anlaşma en büyük fetihtir. Müşrikler sizin, kendi beldelerine gidip
gelmenize ve işinizi görmenize razı olmuş, gidip gelirken de emniyet ve selamet
içinde bulunmanızı istemiştir. Onlar şimdiye kadar istemedikleri,
hoşlanmadıkları İslam’ı, böylece sizlerden görecek ve öğrenecekler. Allah sizi
muzaffer kılacak, gittiğiniz yerden salimen ve kazançlı olarak döneceksiniz. Bu
ise fetihlerin en büyüğüdür.”
DAVET MEKTUPLARI
Efendimiz Rabbinden aldığı tebliğ
ve irşad görevini ve verilmesi gereken mesajları her türlü metoddan istifade
ederek bütün insanlığa ulaştırmaya çalışıyordu. Özellikle Arap Yarımadası
dışındaki devletlerin yöneticilerine de mektuplar, elçiler vasıtasıyla ulaşmaya
çalışmıştır.
O’nun İslam’a davet mektupları,
İslam ve dünya tarihi açısından büyük öneme sahiptir. Bizans İmparatorluğu,
İran, Mısır, Habeşistan, İslam güneşinin Medine’den yükselişi sırasında
Arabistan yarımadasıyla siyasi ve ekonomik yönden yakın ilişkileri olan önemli
devletlerdi.
Efendimiz hicretin 6. yılında Mekke’li müşriklerle
yapılan Hudeybiye Antlaşmasından sonra, bu büyük devletler ve bazı Arap kabile
başkanlarına gönderdiği mektuplarla İslam’ın tebliğ alanını genişletmeye gayret
göstermiştir.
Necaşiye’ Mektup
İlahi tebliğ görevine başladıktan
5 yıl sonra Muhammed (sav) Mekke’li
müşriklerin işkence ve eziyetlerinden bunalan ashabına Habeşistan’a
sığınmalarını teklif etti. O sırada komşu ülkelerden sadece Habeşistan karışıklık
ve çatışmaların dışında bulunuyordu. İlk olarak, sahabilerin Habeşistan’a
sığındıkları esnada Necaşi’ye efendimiz tarafından bir mektup gönderilmiştir.
Bir diğeri de hükümdarlara İslama davet mektuplarının gönderildiği sırada…
İlk mülteciler arasında Peygamberimizin
amcasının oğlu Cafer, kızı Rukayye ve eşi Osman da bulunmaktaydı.
Efendimiz Necaşi Ashama’ya gönderdiği mektubunda
kendisine çöyle seslenmiştir.
“Allah’ın elçisi Muhammed’den,
Habeş’lilerin Kralı Necaşi’ye. Kendisinden başka tanrı olmayan, gerçek Hükümdar
(Melik), Mukaddes (Kuddûs), Selâm, Koruyucu, Kurtarıcı olan Allah’ın övgüsünü
sana iletirim. Takdir edip şehadet ederim ki Meryem oğlu İsa, Allah’ın Ruhu ve
Kelimesidir ve (bu kelime) afife, dokunulmamış Meryem’e bırakılmıştır; böylece
o İsa’ya hamile olmuş ve Allah da onu, kendi Ruh ve Nefesinden olmak üzere
Adem’i Eli ve Nefesi ile nasıl yarattı ise onu da (öylece) yaratmıştır.
Seni tek olan Allah’a çağırıyorum
ki onun hiç bir ortağı yoktur. O’na itaat konusunda karşılıklı yardıma
(çağırıyorum); beni takip et, bana uy, bana gelen şeye iman et! Zira ben
Allah’ın elçisiyim. Bu duruma göre seni ve etrafındaki askerlerini Kadir ve
Azim olan Allah’a davet ediyorum. Nasihat ve sözlerimi kabul etmenizi tavsiye
ederim.
Amca tarafından yeğenim olan
Cafer’i beraberinde az sayıda bir Müslüman kümesiyle birlikte sana doğru hemen
yola çıkarıyorum. O, sana varır varmaz taşıdığın boş ve faydasız gurur ve
azameti bir kenara koyup onlara misafirperverlik göster!
Selam, gerçek hidayet yolunu takip
eden kimsenin üzerine olsun!”
Müslümanların Habeşistan’a
kabulünden sonra Mekkeli müşrikler, mültecilerin buradan çıkarılmaları için
hediyelerle birlikte bir elçi heyeti gönderdiler. Hristiyan inancındaki
Necaşi’den, ülkesine sığınanların, milletin dinini terk eden ve yeni bir din
icad eden boş kafalı gençler olduğunu söyleyerek sürülüp çıkarılmasını
istediler.
İltica hakkında ihanet etmeye ve
sözünden dönmeye şiddetle karşı çıkan kral, Müslümanları dinlemek üzere
huzuruna getirtti. Efendimizin yeğeni Cafer söz alıp Allah’ın içlerinden birini
elçi seçip gönderene kadar cahillerden olduklarını, tek tanrı olan Allah’a
tapmayı, ibadet etmeyi, sadaka vermeyi, oruç tutmayı, iyi ve güzel fiilleri
Muhammmed’den öğrendiklerini anlattı.
Necaşi’nin isteği üzerine Kuran’dan Yahya Peygamber ile İsa Peygamber’in
ilahi bir mucize olarak doğumunu, dünyaya gelişini anlatan Meryem Suresinin baş
kısımlarını okudu. Önlerinde Kitabı Mukaddes nüshaları olduğu halde bu ayetleri
dinleyen Necaşi ve etrafındaki papazlar, her biri aziz ve mukaddes olan bu
hususların hiç de beklemedikleri bir şekilde Kuran ayetleriyle doğrulanması
karşısında ağlamaya başladılar. Kral, Muhammed’e gelen mesajın İsa’ya gelen
ilahi tebliğin aynı kaynaktan geldiğini ifade ederek, müslümanların ülkesinde
barış ve huzur içinde yaşamalarına izin verdi. Daha sonra oğlunun aracılığı ile
Efendimiz’e bir mektup göndererek, İslam’a girdiğini bildirdi. Necaşi ölünce,
gıyabi namazını Medine’de Peygamberimiz kıldırmıştır.
Mukavkıs’a Mektup
Mekke’lilerin ticari ilişkide
bulunduğu Mısır, Bizans hakimiyetinde olup Hristiyanlaşmış bir ülke idi.
İskenderiye şehri hem siyasi ve hem de dini idarenin başkentiydi. Bizans’daki
dini ayrılıklar, sapıklıklar ve kanlı din ayrılıkları yüzünden Mısır’ın
Hristiyan yerli halkı Kıptiler Bizans İmparatorunun atadığı Patrik’i
tanımayarak kendilerine yerli bir patrik seçmişlerdi. İslam yayılmaya başladığı
sırada Mısır’ı işgal eden İran’lılar, Grek patriği kovarak Kıptilerin patriğini
işbaşına geçirdiler. “Mukavkıs” isminin, İran egemenliği sırasında Mısır patriğini
belirten, Farsça terimin Arapçalaşmış şeklidir. Resulullah’ın İslam’a davet
mektubu Mukavkıs’a da ulaştırılmıştır.
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın
adıyla!
Allah’ın kulu ve Resulü
Muhammed’den Kıptiler’in Büyük Başkanı Mukavkıs’a:
Allah’ın selamı, hidayet yoluna
girmiş bulunan kimse üzerine olsun! Buna göre ben seni, tam bir İslam daveti
ile (İslam’a) çağırıyorum. İslama gir, sonunda emniyet ve selamet içinde
olursun ve Allah sana iki defa sevap verecektir. Şayet bundan kaçınacak olursan,
bütün Kıptiler’in günahı senin üzerinde toplanacaktır. Ve (siz) ey (mukaddes)
Kitap sahipleri! Gelin, sizinle bizim aramızda ortak olan tek bir kelimede,
yani Allah’tan başka hiç bir tanrıya tapmamak, O’na hiç bir şeyi ortak
koşmamak, Allah’tan başka aramızdan hiç bir kimseyi amir ve efendi yapmamak
(hususunda) birleşelim. Şayet onlar sırtlarını dönüp (bundan) kaçınacak
olurlarsa şöyle deyiniz: Siz şahit olun ki kesinlikle bizler, (Allah’a) itaat
edip teslim olan müslümanlarız.”
Mukavkıs bu davet mektubuna
verdiği cevapta, nazik bir tavırla Arabistan’dan bir Resul çıkış ihtimalini
reddetmekle beraber efendimize hediyeler göndermiştir.
Heraklius’a Mektup
Efendimizin, İran’la savaşında
Bizans’a karşı yakınlık duyduğunu, önce mağlub olan Bizans’ın on yıldan az bir
zamanda galip geleceğini Kuran ayetleriyle haber verdiğin bilmekteyiz.
Resulullah, Bizans’ın Ninova zaferinden sonra, Heraklius’a elçi gönderdi. Dihye
ismindeki sahabenin Kudüs’de bulunan Heraklius’a teslim ettiği mektubun metni
imparatoru şaşırtmıştır.
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın
adıyla!
Allah’ın kulu ve elçisi
Muhammed’den Rum’ların Başbuğu Heraklius’a:
Allah’ın selamı, hidayet yoluna
girmiş bulunan kimse üzerine olsun! Buna göre ben seni tam bir İslam daveti ile
(İslam’a) çağırıyorum. İslam’a gir, sonunda emniyet ve selamet içinde olursun.
Ve Allah sana iki defa sevap verecektir, şayet bundan kaçınacak olursan,
köylülerin (yani tebanın) günahları da senin üzerinde toplanacaktır. Ve “(Siz)
ey (Mukaddes) Kitap sahipleri!
Gelin, sizinle bizim aramızda
müşterek olan bir tek kelimede, (yani) Allah’tan başka bir tanrıya tapmamak,
O’na hiç bir şeyi ortak koşmamak, Allah’tan başka aramızdan hiç bir kimseyi
amir ve efendi yapmamak (hususunda) birleşelim. Şayet onlar sırtlarını dönüp
(bundan) kaçınacak olurlarsa şöyle deyiniz: “Siz şahit olun ki kesinlikle
bizler, (Allah’a) itaat edip teslim olan müslümanlarız.”
Hiç beklemediği davet karşısında
şaşkına dönen İmparator, Efendimiz hakkında bilgi edinmek üzere o sırada Bizans
topraklarında bulunan, henüz Müslüman olmamış Mekke’li tüccarları huzurunda
topladı. İslam ve onun peygamberi hakkında bilgi toplamaya çalıştı. O sırada
Bizans İmparatorluğunda halk kitleler halinde hem siyasi, hem de dini alanda
huzursuzluk içindeydiler. Bu şartlarda Heraklius,“Benim tebam, Hristiyanlığı
terketmeye son derece karşıdır, düşmandır. Aksi halde derhal İslamı kabul
ederdim.” cevabını vermiştir.
Kisra’ya Mektup
Ateşe büyük saygı ve ululuk
gösteren Mecusilik Arap yarımadasının
kuzey, doğu ve güney bölgelerini egenmenliği altında bulunduran İran’ın resmi
dini idi. Efendimiz İran İmparatoru Perviz’e elçi göndererek ilettiği
mektubuyla onu da İslam’a davet etmiştir.
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın
adıyla!
Allah’ın Resûlü Muhammed’den
İran’lıların Büyük Başkanı Kisra’ya:
Hidayet yoluna girip tabi olana,
Allah’a, O’nun Resuluna iman edene, Allah’dan başka tanrı olmadığına, onun bir
tek ve ortaksız bulunduğuna, Muhammed’in onun Resulü ve kulu olduğuna şehadet
edip bunu kabul edene selam olsun! Buna göre ben seni tam bir İslam daveti ile
(İslam’a) çağırıyorum. Zira ben, kim olursa olsun can taşıyan herkese belli bir
tehlikeyi haber verip bunları uyandırmak ve inanmayanlar üzerinde Allah’ın
sözünü gerçekleştirmek için istisnasız bütün insanlara gönderilmiş bir Allah
Resuluyum. O halde sen İslam’a gir, sonunda emniyet ve selamet içinde olursun!
Şayet kaçınacak olursan, bu halde hiç şüphesiz Mecusilerin günahı senin
üzerinde toplanacaktır”
Hitabe kısmındaki ifadeleri
imparatorluk şanına layık bulmayan Perviz, öfkeye kapılarak mektubu daha
bitirmeden tercümanın elinden alıp yırttı. O öfke ile Yemen’deki valisine,
Resulullah’ın derhal İmparatorluk sarayına getirilmesi için özel memurlar
göndermesini yazıp emretti. Kisra Perviz’in hakaret içeren tavrı Hazreti
Peygamber’e ulaştığı zaman Efendimiz,“Allah da onun hükümdarlığını tam bir
yırtılmayla yırtsın.” demekle yetindi.
Yemen valisinin memurları
Medine’ye gelip Perviz’in mektubunu ilettiklerinde Efendimiz cevabı ertesi gün
hazırlayacağı vaadinde bulundu. Ertesi gün onlara, “Bu gece benim Efendim
(Rabbim), senin efendini Şeroeh eliyle öldürttü.” dedi.
Gelen memurlar o günün tarihini
not ederek Yemen’e geri döndüler. Gerçekten de İmparator, oğlu Şeroeh eliyle
öldürülmüştü. Suikast haberi Yemen’e ulaştığında, İran valisi Bazan ve adamları
hemen İslama girdiler, hem de Resulullah’ın bu mucizesini halk arasında
yaydılar. Efendimiz Bazan’ı Yemen’in İslam valisi olarak görevlendirdi.
Ölümünden sonra da oğlunu aynı makama atadı. Böylece Yemen herhangi bir askeri
sefer olmaksızın İslam’a geçmiş oldu.
Gassani Hükümdarına Mektup
Kuzey Arabistan’daki Arap
kabilelerinin bir kısmı Bizans’a, bazıları da İran’a bağlı idiler. Bunlar
otonom yönetime sahip olup, Bizans ve İran arasındaki savaşlarda tabi oldukları
devletin saflarında yer alıyorlardı. Bazıları göçebe özellikteydiler. Bunlardan
en güçlüsü Şam bölgesinde yaşayan ve Bizans’a bağlı Gassanlılardı. Hristiyan
dini bu bölgede epey yaygındı.
İran’lıların Ninova’da Bizans’a
mağlubiyetelerini izleyen günlerde Resulullah komşu hükümdarlara da, onları
İslama davet eden mektupla gönderdi. O mektuplardan biride Gassan
hükümdarınaydı.
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla!
Allah’ın elçisi Muhammed’den Haris
bin Ebi Şemir’e:
Allah’ selamı, hidayet yoluna
girmiş bulunan, Allah’a inanan ve bunu ikrar edenin üzerine olsun! Bilesin ki,
senin mülkünün (yani ülken ve krallığının) senin elinde kalması için, hiç bir
şeriki ve ortağı bulunmayan bir ve tek’lik sıfatında olan Allah’a inanmaya seni
davet ederim.
Resulullah’ın bu mektubuyla
Hıristiyanlık duygularının rencide olduğunu düşünen el-Haris Medine’ye bir
hücum tertipleme tehdidinde bulunduysa da, Bizans İmparatorundan yardım
göremediği için teşebbüsünü gerçekleştiremedi.
Mektuplar Kuran’dan Al-i İmran
suresinde yer alan ayetle bitirilmekteydi.
“Geliniz, ya Ehl-i Kitab’a inananlar
(Kuran, İncil, Tevrat ve Zebur), doğru söze inanalım, Allah’tan başkasına
ibadet etmeyelim ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’tan başkasına
tapmayalım. Eğer onlar kabul etmezlerse şahit olun ki bizler Müslümanız.”
***
Hicretin sekisinci yılıydı.
Peygamberimiz, Haris bin Umeyr ‘ı Busra Emiri Gassani’ye İslam’a davet
mektubunu sunmak üzere yollamış, ama bu sahabi Gassaniler tarafından şehid
edilmişti. Halbuki “Elçiye zeval olmaz” anlayışı gereğince düşman ülkeler bile
birbirlerinin elçilerine dokunmazlardı. Peygamberimiz, arkadaşlarına çok
düşkündü. Hele ki onlardan birinin başına bir sıkıntı geldi mi ondan çok
rahatsız olurdu. Bu sebeple ashabından birinin küstahça öldürülüşüne asla
seyirci kalamazdı. Hemen 3000 kişilik bir ordu hazırladı. Ordunun kumandanı
Zeyd bin Harise idi. Şayet savaşta şehid düşerse yerine Cafer bin Ebu Talib, o
da şehid düşerse Abdullah bin Revaha geçecekti. Düşman önce İslam’a davet
edilecekti, kabul etmez ve cizyeye de razı olmazlarsa İslam elçisini öldüren bu
canilerle ölümüne savaşılacaktı.
Peygamberimiz orduyu dualarıyla uğurladı.
İslam ordusu Medine’den çıkıp Mute
denilen yere ulaştığında karşılarında
Bizans’ın desteğinde Hristiyan Araplardan oluşan 100.000 kişilik bir ordu
bulmuşlardı. İslam ordusunun kumandanları düşman ordusunun kendilerine olan
hayli kalabaklığını tartıştılar. Hatta geri dönmek için, efendimize haberci
yollamak hususunu bile görüştüler. Ancak savaştan yana olan görüş ağır basmış
ve iki ordu amansızca karşılaşmıştı.
Zeyd bin Harise şehit düşünce,
sancağı, Cafer aldı Cafer’in sağ eli kesildi; bu sefer sancağı sol eliyle
tuttu. Sol eli de kesilince sancağı yine bırakmadı; kesik iki elinin kalan
kısımlarıyla sıkıştırarak göğsü arasında tuttu. Nihayet o da şehid düştü. Cafer
şehit olduktan sonra “Cafer-i Tayyar,Uçan Cafer” diye anılmıştır. Bundan sonra
sevgili Peygamberimizin emrine uyularak sancağı, Sahabenin şair
sanatçılarında Abdullah bin Revaha aldı.
Efendimizin söyledikleri gerçekleşiyordu. O da şiirler söyleyerek kafirle
çarpıştı ve şehadet şerbetini içti. İşte bu sırada askerde genel bir çöküntü
doğmak üzereydi ki, askerin hemen hepsinin isteği üzerine Halid bin Velid
kumandayı ve sancağı eline aldı. Herkes biliyordu ki, Halid bin Velid gibi
yüksek askeri bir dehaydı ve üstün strateji bilgisine sahipti. O bu savaşa bir
nefer olarak katılmıştı.
O gün akşama kadar savaş
yapıldıktan sonra Halid, ertesi sabaha kadar sağ kanatta bulunan müslüman
askerleri sol kanada, sol kanattakileri sağ kanada, arkadakileri öne ve
öndekileri arkaya alarak yerlerinde değişiklik yaptı. Böylece düşmana yeni
destek kuvvetleri geliyormuş izlenimini vermek istiyordu. Bir yandan da İslam
ordusunu kesin hezimete uğramaktan ve bütünüyle kılıçtan geçirilmekten korumak
için yavaş yavaş geriye çekiliyordu. Hatta geri dönüşten önceki bir hücumunda Halid, düşmana bir hayli kayıp
verdirmiş ve bolca da ganimet elde etmişti. İşte bu şekilde İslam ordusunu
Medine’ye sağ-salim geri getirdi. Peygamber Efendimiz bu savaşı Medine’de,
olduğu gibi görmüş ve her safhasını minberden müslümanlara anlatmıştı. Sıra ile
kumandanların şehadetini anlattıktan sonra sıra Halid’e gelince “En sonunda
sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı “ buyurmuş ve bundan sonra Halid
bin Velid’e “Seyfullah” ünvanını vermişti. Halid bin Velid “Mute Savaşında
elimde dokuz kılıç parçalandı.” derken Savaşın ne kadar şiddetli geçtiğini
vurgulamıştır.
Peygamberimiz bütün ashabını
ayırdetmeksizin çok severdi. Bu üç şehid kumandanı ve Habeşistan
muhacirlerinden amcasının oğlu Cafer’i de çok severdi. Bir süre, şehitlerin
ardından ağladı. Bu sevgi, şefkat, merhametin eseri olan ağlamaktı, yoksa
feryat değildi. Nitekim feryat tarzındaki ağlama haberleri kendisine ulaşınca
böyle ağlamaktan müslümanları yasakladı.
HAYBER’İN FETHİ
Takvim, hicretin yedinci yılını
gösteriyordu. Daha önce Medine’de oturan Yahudiler, yaptıkları ihanetler ve
suikastlar sebebiyle Medine’den sürülmüşlerdi. Kin ve intikam hırsıyla
yandıklarından, doğruca Hayber’deki soydaşlarının yanlarına sığınmışlar ve Müslümanlara
zarar vermek için fırsat kollamaya başlamışlardı. Artık tek gayeleri vardı;
efendimizin hayatına son vermek, İslam’ı ortadan kaldırmaktı. Hayber Yahudileri
çevredeki diğer başka Yahudi kabilelerini ve özellikle Gatafanlılardan
getirttikleri çok sayıda seçme savaşçıyı Hayber’de hazırlıklara başlattı.
Onlar bu hazırlıkları yaparken,
Efendimiz istihbarata vermiş olduğu önem sayesinde Yahudilerin durumlarından
haberdar oldu. Abdullah bin Revaha başlarında olmak üzere üç sahabiyi derhal
Hayber’de olup bitenleri öğrenmek üzere gönderdi. Onlarda süratle Hayber’e geldiler. Burası,
sekiz kalesi, verimli arazileri, bağ ve bahçeleri bulunan zengin bir şehirdi.
Abdullah ve arkadaşları üç gün
Yahudilerin durumlarını, harbe hazırlıklarını yakından incelediler. Sonra da
olup bitenleri ve gördüklerini Peygamber efendimize birer birer anlattılar.
Peygamberimiz, Yahudilerle savaşa
hazırlanılmasını emretti. Onların Medine’ye saldırmalarını önlemek için, Hayber
üzerine gitmeye karar verdiler. Bu kararın alındığını duyunca Medine’deki
Yahudiler telaşa düştüler. Müslümanların maneviyatlarını bozmak için, “Yemin
ederiz ki eğer siz, Hayber’deki kaleleri, oraya birikmiş yiğit savaşçıları
görseydiniz, hiç bir zaman oraya adım atmazdınız! Dağların tepesindeki yüksek
burçlu kaleleri, zırhlı yiğitler korumaktadır. Çevreden binlerce asker onlara
yardıma gelmişlerdir! Sizin hiç Hayber’i fethetmeniz mümkün müdür?” diyorlardı.
Müslümanlar da “Allah elçisine Hayber’i fethedeceğini vaad etmiştir” diyerek,
Yahudilerden hiç bir zaman için korkmayı gerektirecek bir durumun olmadığını
söylüyorlardı. Onların bu kararlı hali, Yahudileri daha çok korkutuyor,
endişeye düşürüyordu. Münafıkların başı Abdullah bin Übey “Muhammed, az bir
kuvvetle üzerinize geliyor. Korkacak bir durum yok, fakat tedbirli olup,
mallarınızı kalelerinize doldurun. Onları, kaleden dışarı çıkarak karşılayın”
diyerek Hayber’e acele haber gönderdi.
Müminler hazırlıklarını kısa sürede tamamladılar.
Geride kalanlarla helallaşarak efendimizin etrafında toplandılar; iki yüz
süvari ve bin dört yüz piyade olmuşlardı. Bu sırada bazı kadınların, harpte
askerin yiyeceklerini hazırlamak, yaralıları sarmak için Peygamber efendimizden
görev istedikleri görüldü. Kendilerine verilen izin ile mücahidlere, başta
Peygamberimizin mübarek hanımı Ümmü Seleme olmak üzere, yirmi hanım mücahide de
katıldı.
Efendimizin mukaddes sancağını Ali
taşıyor; sağ kol kumandanlığını da Ömer yapıyordu. Her konak yerinde “Allah’ım!
İstikbale endişelenmekten, geçmişe tasa etmekten, güçsüzlük ve gevşeklikten,
cimrilik, korkaklık ve bel büken borçtan, zalim ve haksız kimselerin
musallatından sana sığınırım” diyerek dua buyuruyordu.
“Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi olan
Allah’ım!
Ey yerlerin ve üzerindekilerin
Rabbi olan Allah’ım!
Ey şeytanların ve saptırdıklarının
Rabbi olan Allah’ım!
Ey rüzgarların ve savurduklarının
Rabbi olan Allah’ım!
Biz senden, bu beldenin hayrını ve
iyiliğini, bu beldede yaşayan insanların hayrını ve iyiliğini, yine bu beldede
bulunan her şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz. Bu beldenin şerrinden,
insanların şerrinden ve içindeki her şeyin şerrinden de sana sığınırız!” diye
yakarıştaydı Rabbine karşı.
Allah’ın ordusu nihayet Hayber’in
en güçlü kalelerinden Natat kalesi yakınına gelip, karargahlarını kurdular.
Vakit akşamdı. Efendimiz, sabah olmadıkça asla baskın yapmaz ve
karşısındakileri önce İslam’a davet ederdi. Tekliflerini kabul etmedikleri
takdirde harbe başlardı. Yahudilerin hiç biri, İslam ordusunun geldiğini
anlamamıştı.
Şanlı komutan sabah namazını
askerlerine kıldırdıktan sonra hazırlıklarını bitirdi ve mücahidleri öylece
harekete geçirdi. Bu sırada, bağ, bahçe, tarla işleriyle uğraşmak üzere kaleden
çıkan Yahudiler, beklemedikleri durumla karşılaşınca şaşkına döndüler “Yemin
ederiz ki, bunlar Muhammed’in ordusudur!” diyerek gerisin geri kaçmaya
başladılar. Onların bu halini gören komutan “Allahu ekber! Allahu ekber!
Hayber, harab olup gitti” dedi. Efendimiz Yahudilere ya Müslüman olmalarını, ya
teslim olup haraç ve cizye vermelerini, yoksa savaş edilip kan döküleceğini
bildirdiler.
İslam ordusunun bu teklifine,
Yahudiler ok atarak karşılık verdiler. O gün akşama kadar, çarpışma ok ile
devam etti. Elli kadar sahabe atılan oklarla yaralanmışlardı. Akşam olunca,
yeni bir karargah keşfine karar verildi. İslam karargahı belirlenen bir başka
yere, nakledildi ve yaralılar orada tedavi görmeye başladılar. Ertesi gün Natat
önlerinde akşama kadar çarpışıldı. Beşinci güne dayanmıştı kuşatma. Yahudiler
hep savunmada kaldılar. O günlerde Peygamberimiz, şiddetli bir baş ağrısına tutulduklarından,
iki gün mücahidlerin arasında bulunamadılar. Bu durumun verdiği mesaj
önemliydi. Peygamber aynı zamanda insandı. Rabbi dilemedikçe olaylar karşısında
onunda yapabileceği hiçbir şey yoktu. Müslümanların o an için başarısızlığından cesaretleri artan Yahudiler, kale kapılarını
açıp hücuma geçtiler. Artık göğüs göğüse çarpışma başlamış, savaş kızışmıştı.
Ertesi gün de Hayber önlerinde şiddetli çarpışmalar oldu. Fakat kale bir türlü
fethedilemiyordu.
Ertesi gün efendimiz Ali’ye
mübarek elleriyle bir zırh giydirip beline kendi kılıcını kuşatarak, eline
beyaz İslam sancağını verdi. “Allah, sana zafer nasib edinceye kadar çarpış.
Sakın arkana dönme!” buyurdular. Ali’de tam bir teslimiyetle “Canım sana feda
olsun ey Allah’ın elçisi! Onlarla, İslam’a girdikleri zamana kadar
çarpışacağım” dedi. Efendimiz “Senin sebebinle Allah’ın, onlardan tek bir
kişiyi hidayete kavuşturması, senin için, bir çok kızıl develere sahip olup,
onları Allah’ın yolunda sadaka vermenden daha hayırlıdır” buyurdu.
Allah’ın aslanı Ali, elinde sancak
Yahudi kalesine ilerlerken, ashabda peşinden yürüdüler. Kaleye iyice yaklaşıp,
sancağın bir taşın dibine dikildiği sırada, Natat kalesinin kapısının açıldığı
görüldü. Yahudilerin hücum birlikleri dışarı çıktılar. Bunlar, Hayber’in en seçme
askerleri idi. Her biri, çift zırhlarla kaplı, demir muhafazalara
bürünmüşlerdi. İçlerinden birinin, Ali’ye doğru yürüyüp, çarpışmak için
karşısına geçtiği görüldü. Yahudi süratle saldırdı, iki çeliğin çıkardığı ses
meydanı doldururken, Zülfikar’ın şimşek gibi indiği ve hasmının başını
gövdesinden ayırdığı görüldü.
Bu durum karşısında “Allahü
ekber!” sesleri göklere yükseliyordu. Ona Haydar derlerdi. Haydar da aslan
demekti. Ali bu savaşın aslanı idi. Karşısına çıkan herkese ecel şerbetinden
tattırıyordu. Çarpışma bütün şiddeti ile
devam ediyordu. Kısa zamanda ad artık kalenin içinde çarpışılıyordu.
Müslümanların karşılarına çıkacak kimse kalmamıştı. İslam sancağı kaleye
dikildi. Böylece en sağlam kaleleri olan Natat fethedildi. Bu sırada Devs
kabilesinden dört yüz müslüman, Peygamber efendimize yardıma geldi. Bundan
sonra, diğer kaleleri fethetmek için çarpışmalara şiddetli bir şekilde devam
edildi. Hayber’in geri kalan yedi kalesi teker teker düşürülünce, çaresiz kalan
Yahudiler, heyet göndererek barış isteğinde bulundular. Peygamberimiz yapılan
bu teklifi kabul etti. Barış dininin peygamberiydi O.
Bu savaşta müslümanlarla çarpışan
Yahudilerin kanları dökülmeyecekti. Hayber’i terkeden Yahudiler, yanlarında
sadece çocuklarını ve bir deve yükü gerekli ev eşyalarını götürebileceklerdi.
Geri kalan taşınan ve taşınamayan malların hepsi, zırh, kılıç, kalkan, yay, ok
gibi bütün silahlar, üzerlerindeki elbiseden başka giyeceklerin tamamı,
kumaşlar, altınlar ve ayrıca hazineler, at, deve, koyun gibi bütün hayvanlar,
kısaca ne varsa hepsi müslümanlara kalacaktı.Müslümanlara bırakılması gereken
herhangi bir şey, hiç bir şartta gizlenmeyecek. Gizleyenler, Allah ve elçisinin
güvencesinden ve himayesinin dışında kalacaktı. Yahudilerden ele geçen
ganimetin, haddi hesabı yoktu. Hayber’in o verimli arazileri, hurmalıkları
tamamen İslam ordusuna kalmıştı.
Hayber fethedildikten sonra,
Yahudiler, peygamber efendimize; “Ey Muhammed! Biz Hayber’den çekip gideceğiz.
Fakat, biz ziraattan, tarla, bağ, bahçe bakımından iyi anlarız. İstersen, bu
verimli arazileri bize kiraya ver. Biz çalışalım ve alınan ürünün yarısını size
verelim!” teklifinde bulundular. Efendimizin ve arkadaşlarının, tarla işleri
ile uğraşacak zamanları yoktu. Onlar İslam’ı yaymak için uğraşıyor, cihad için
gecelerini gündüzlerine katarak çalışıyorlardı. Bu teklife Peygamberimiz memnun
oldular, “Sizi istediğimiz zaman çıkarmak şartı ile!” buyurdular. Yahudiler bu
şartı kabul ettiler ve Hayber arazilerini işletmeye başladılar.
MEKKE’NİN FETHİ
Mekke, Medine, Kudüs ve İstanbul! İnsanlık
tarihinin en önemli şehirleri. Hele Mekke!
Mekke, alemlere rahmet olarak
gönderilen Efendimiz’in dünyaya geldikleri, çocukluk ve gençlik yıllarını
geçirdiği şehir. Allah kitabının hem ön sözünün hem de son sözünün indirildiği,
Adem’den itibaren tevhid inancının merkezi ve müslümanların kıblesi olan
Kabe’nin de bulunduğu şehir!
Muhammed-ül Emin, kendisine
peygamberlik görevi verildikten sonra önce hemşehrisi Mekkelileri Allah’ın
dinine davet etmiş, fakat onlar bunu kabul etmedikleri gibi Müslüman olmaya
başlayan herkese ellerinden gelen bütün işkenceleri de yapmışlardı. Hatta o
kadar ileri gitmişlerdir ki, efendimizi öldürme kararı bile almışlar,
Cebrail’in haber vermesiyle kurdukları tuzak boşa çıkmıştır.
Yerinden yurdundan uzaklaşırken
Allah’ın elçisi “Ey şehir, senden çıkarılmasaydım vallahi seni terk
etmezdim!”demiştir.
Hicret sonrası Mekkeliler yine boş
durmadılar, Efendimiz’i ve müslümanları yok etmek için ellerinden
gelebildiğince uğraştılar. Çabaları boşa çıktı,Bedir’de hezimete
uğradılar. Uhud’da umduklarına yine
eremediler. Medine’ye kadar gelip Hendek bozgununu yaşadılar ve nihayetinde
Hudeybiye antlaşmasını imzalamak durumunda kaldılar.
Saldırmazlık anlaşması ile
beklediklerinin aksine İslam her geçen gün büyümeye başladı. Müşrikler ise
İslam’ın bütün Arabistan’a yayılmasından rahatsız oluyorlardı. Bu yüzden yavaş
yavaş barış maddelerini ihlal etmeye başladılar. Hudeybiye Antlaşması ’nın
üzerinden henüz 1.5 sene geçmişti ki, kendilerine bağlı bulunan Beni Bekr
kabilesini kışkırtarak, Müslüman olan Huzaalıların üzerine saldırttılar. Kendi
içlerinden bazıları da bu olaya katılım sağladılar. Huzaa kabilesi baskına
uğradıklarında namazdaydılar. Vahşice bir katliamla kimi secdede, kimi rükuda,
kimi kıyamda iken şehid edildiler.
Bu olayın hemen ardından Mekke’den
gelen bir heyet Efendimiz’e daha önce fiilen bozdukları antlaşmayı resmen tek
taraflı bozduklarını söylediler. İşte bu durum, Müslümanları Mekke’nin Fethi’ne
davet demekti. Sonradan müşriklerin akılları başlarına geldiyse de iş işten
geçmiş, sözleşme artık iki taraflı olarak feshedilmişti.
Efendimiz Mekke’nin kan dökülmeden
fethedilmesini istiyordu. Yine de çok özenli davranıyordu. Bu özeni her iki
cephe için de geçerliydi. Kendi askerlerinden de Mekkelilerden de zayiat
verilmesini istemiyordu. Peygamber’in tek arzusu Kureyş reislerinin İslam
gerçeğini anlamaları idi.
Mekke’ye yaklaşıldığında Cuhfe
denilen yerde amcası Abbas ile karşılaştı. Abbas bir Müslüman olarak Medine’ye
hicret ediyordu. Yanında ailesi de vardı. Efendimiz onları görünce sevindi.
“Ben peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi sen de muhacirlerin sonuncususun.”
dedi. Abbas ailesini Medine’ye göndererek kendisi Resulullah’ın ordusuna
katıldı. Dün terk ettiği Mekke’yi bugün fethetmek için yola koyuldu.
Mekkeliler hiç beklemedikleri bir
anda on bin kişilik sahabe ordusunu karşılarında görünce akıl tutulması
yaşadılar. Neye uğradıklarını şaşırdılar. Hiçbir şey yapamadılar. Herkes şimdi
ne olacağını bekliyordu. Allah’ın elçisi Mekke’ye girdiğinde, fethi kendisine
nasip etmesinden ötürü Rabbine minnet ve şükranını bildirircesine başını önüne
eğiyordu.
Muhacirler ve Ensar Allah’ın
elçisinin dört bir yanını sarmıştı. Mescid-i Haram’a girdi. Hacer-i Esved’e
doğru yöneldi ve selamladı. Sonra Kabe’yi tavaf etti. Kabe’nin içinde ve
etrafında üç yüz altmış put bulunuyordu. Elindeki yay ile bunlara bir bir
dokunuyor ve şöyle diyordu: “Hak geldi, batıl yok olup gitti. Zaten batıl her
zaman yok olmaya mahkûmdur.”
Efendimiz tavafını bitirip
Kabe’nin kapısına geldiğinde, anahtar sorumlusu Osman bin Talha’yı çağırtarak
Kabe’yi açtırdı, içeri girdi. Önce orada bulunan putları bir kenara ittirdi.
Ağaçtan yapılmış bir güvercin şeklindeki bir putu kendi elleriyle kırdı. Sonra
duvarlarda melekler için çizilmiş bazı resimleri gördü. Yine duvarın bir
yerinde İbrahim ile İsmail’in fal okları çekiyor halde yapılmış resimlerini
gördü. “Allah bunu yapanları kahretsin! Vallahi, o ikisi hiçbir zaman fal oku
çekmemişlerdir!” dedi. Ardından bütün bu resimleri sildirdi, Kabe’yi putlardan
bir bir temizletti. Ramazan ayının yirmisiydi. Öğle namazı vakti olmuştu.
Bilal’e ezan okumasını emretti, ardından da öğle namazını kıldı. Mekke’ye
girildikten sonra yaşanan hadiselerden en önemlilerinden birisi de Efendimiz’in
yüce ahlakının sonucu kalpleri fethetmesi olayıdır.
Herkes Kabe’nin avlusunda korku ve
merak içinde toplanmıştı. Efendimiz’in bundan sonra nasıl davranacağını merak
ediyordu. Henüz İslam’ı kabullenmemiş binlerce Mekkeli müşriğin yanında
Müslüman askerler de hazır bulunuyordu. O zamanki savaş hukukuna göre O, bütün
Mekke halkının öldürülmesini emredebilir, bütün Mekkelilerin varlıklarına el
koyup bunu müslümanlar için ganimet malı sayabilir ve dağıtabilirdi. Efendimiz
Kabe’den çıktı ve insanlara seslendi. “Bilmelisiniz ki Cahiliye Devrine ait
olup, övünç vesilesi yapılarak gelinen her şey, kan, mal davaları... bunların
hepsi, bugün şu ayaklarımın altında kalmış ve ortadan kaldırılmıştır. Allah
sizden cahiliyye gururu ile ve yine o döneme ait atalarla böbürlenme geleneğini
giderdi. Müslüman, Müslümanın kardeşidir ve bütün Müslümanlar kardeştirler.
Hepiniz topraktan yaratıldınız ve Allah katında en değerliniz en takvalı
olanınızdır. Savaşta güçlü olan da zayıf olan da eşit olarak ganimet alır.
Cephenin sağında veya solunda yer almak, ganimet almada farklılık oluşturmaz.
Müslümanların kanı muhteremdir ve korunması gereklidir. Müslümanlar,
düşmanların karşısında bir olmalı ve el birliğiyle harekete etmelidirler. İyi
bilmelisiniz ki ne bir kafir için bir Müslüman öldürülür ve ne de onlardan
taahhüt sahibi olanlar, taahhütleri döneminde öldürülürler.” Sonra şu ayeti
okudu: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık.
Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah
katında en üstün olanınız, en çok sakınanınızdır. Şüphesiz ki Allah her şeyi
bilir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat Suresi)
Endişeyle bekleşen Mekkeliler’e
“Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” diye
sordu. Kureyşliler hiç de hak etmedikleri bir merhameti isteyecek sözü
bulamayarak, utançtan başları öne düşmüş vaziyette cevap verdiler.
“Sen soylu bir babanın oğlu, asil
bir kimsesin. Senden hayır umarız.”
Peygamber Efendimiz o zaman
Mekkeliler’in asla bekleyemeceği şeyi söyledi. Öyle ya onlar Müslümanlara
hayatı zindan eylemişlerdi. Onların gayet haklı gerekçelerle intikam almalarını
gerektirecek o kadar çok şeyleri vardı ki. Oysa Allah’ın elçisinin söylediği
söz insanlık tarihinin en emsalsiz yargı kararıydı. “Ben, size Yusuf’un
kardeşlerine dediğini söyleyeceğim.‘Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama
yoktur.’ Gidin, serbestsiniz!”
İşte bu genel aftan sonra kadın
erkek herkes gelerek nihayet gönül putları yıkılarak Allah’ın elçisine biat
ettiler. Böylece Mekke’nin fethi gönüllerin fethiyle tam anlamıyla tamamlanmış
oldu. Allah Resulu’nun affına mazhar
olan Ebu Süfyan ve diğerleri “Tuleka” olarak meşhur oldular. Yani, azat edilmiş
ve serbest bırakılmışlar. Allah’ın Müslümanlara verdiği kudret vaadi Mekke’nin
fethiyle gerçekleşti. Mekke, Müslümanların kontrolü altına girdi ve müşrikler
sonsuza kadar yenilgiye uğratılmış oldu. Mekke’nin fethedilmesiyle Arap
yarımadasında, hiçbir kabile veya kabilelerin oluşturduğu birliklerin karşı
koyamayacağı büyük bir askeri kuvvet şekillendi. Bir müddet sonra da Arap
yarımadasının tamamına yakını Müslüman oldu. Bu fethin Mekke’ye çok fazla dini,
siyasi ve toplumsal getirileri olmuştur. Bir de şunu ifade edeyim ki, Mekke’nin
fethi aşamasında yalnızca iki kişi ölmüştür. Tarih böyle bir şanlı fethi bir
daha asla kaydetmemiştir.
HUNEYN SEFERİ
Fetih gerçekleşmiş hem Kabe hem de
oradaki ekseriye insanların kalplerindeki putlar yıkılmıştı. Ama her zaman
İslam’a düşmanlık edecek kişi ya da topluluklar mutlaka olacaktır. İşte, Efendimiz henüz Mekke’den ayrılmamıştı
ki, Hevazin ve Sakif kabilelerinin Müslümanlara karşı savaşmak için
toplandıkları haberi geldi. Efendimiz gelen bilgileri önce doğrulattı. Emin
olmadan hiçbir işe kalkışmazdı. Kafirlerin çevre kabilelerden katılanlarla
birlikte askerlerinin sayısı 20.000’e ulaşmıştı. Bunun üzerine Mekke’de bulunan
ordu hazırlandı ve savaşmak için yola çıktı. İslam ordusu 10.000 kişiyle, 5 günlük bir yolculuktan sonra
Huneyn’e ulaştı.
Resulullah Mekke’yi fethedince
Kabe’deki putları kırmıştı. Hevazin ve Sakif kabileleri kendi putları olan
Lat’ın bir benzeri olan Uzza’nın yıkılışını hazmedemeyerek alarma geçtiler,
Müslümanlara karşı büyük bir ordu toplayıp Mekke ve Taif arasında bir ordugah
kurdular. Bunun üzerine Resulullah’da, 10 bin kişilik bir ordu ile üzerlerine
gitmişti. Bu savaşın ibretlik bir yönü vardı. Çünkü Müslümanlar ordularının
çokluğu ile övünmekteydiler.
Ebu Abdurrahman ismindeki
sahabi’den dinleyelim o günleri. “Çok sıcak ve yakıcı bir günde yola devam edip
ağaç gölgelerine indik. Güneş en yüksek noktaya ulaşınca, zırhımı giydim. Atıma
binip Resulullah’ın yanına gittim. Selam verdim ‘Yürüyüş zamanı geldi mi?’ diye
sordu.
Ağacın dibinde dinlenen Bilal’den
katırının eyerlenmesini istedi. Bilal bir semer çıkardı. Kenarları hurma
lifinden yapılmış, gösterişsiz ve hoş olmayan bir eyerdi. Resulullah katırına
bindi, biz de hayvanlarımıza bindik. Düşmana karşı bizi o akşam ve gece savaş
safları halinde düzene koydu. Kendisi boz renkli bir katıra binmişti. Sırtına
iki kat zırh gömlek giymiş, başına da miğfer geçirmişti. Huneyn vadisine
sabahın alaca karanlığında, savaş düzeninde inilmeye başlandı. Fakat öncü
birlikler Hevazin savaşçılarının kurduğu pusuya düşerek dağıldılar. Her yerden
yağmur gibi ok yağıyordu. Hevazinler, bozulup geri çekilen Müslüman savaşçıları
kovalayarak Peygamber’in bulunduğu yere kadar geldiler.
O “Nereye gidiyorsunuz ey
insanlar! Bana doğru gelin! Ben Allah’ın peygamberiyim. Ben Muhammed bin
Abdullah’ım!” diye sesleniyor, develer birbirine giriyor, asker ise
alabildiğince kaçıyordu. Peygamber’in yanında asıl askerleri olan Mekke’den
kendisiyle birlikte hicret eden Muhacirler ile Medineli Müslümanlar dışında
kimse kalmamıştı. Boz katırını tepip Hevazinlerin üzerine yürümek istiyor,
yanından ayrılmayan amcası Abbas katırın yularını, Müslüman olan Ebu Süfyan ise
üzengisini tutup hızını kesmeğe ve düşman arasına dalmasına engel olmaya
çalışıyorlardı.
Seslenmesine rağmen kaçışanların
hiçbirinin geriye dönmediğini görünce, çok gür sesli olan Abbas’tan
seslenmesini istedi. Abbas Peygamber’in kendisine bildirdiği gibi seslenmeye
başladı. “Ey Semure ağacının altında biat etmiş olan Sahabiler! Neredesiniz?”
Daveti işiten Müslümanlar nihayet “Emrindeyiz” diyerek gerisin geri
toparlanmaya başladılar. Öyle ki, develerinin başlarını çevirmeye güç yetirmeyenler,
zırhlarını çıkarıp develerinden atlıyor, kılıç ve kalkanlarıyla sesin geldiği
yöne doğru koşuyorlardı. Her taraftan gelen Müslümanlar bu öfkeyle Hevazinlerin
üzerine atılmaya başladılar.Birkaç gün önceye kadar Peygamber’in en şiddetli
düşmanlarından olan Ebu Süfyan’da atından inmiş, yalın kılıç Peygamber’in
katırının yanında savaşıyordu.”
Bundan sonrasını Ebu Süfyan’dan
dinleyelim. “Allah biliyor ki, Resulallah’ın önünde ölmek istiyordum. O sırada
Abbas, Resulallah’ın katırının gemini tutuyordu. Ben de diğer tarafa geçip
katırın geminden tutunca Resulullah ‘Kim bu?’ diye sordu. Yüzümden miğferimi
kaldırdım. Abbas ‘Ya Resulullah! Amcanın oğlu Ebu Süfyan’dır! Ondan razı ol!’
dedi.
Allah’ın elçisi ‘Razı oldum. Allah
onun düşmanlıklarını bağışlasın.’ buyurdu. Eğildim, üzengideki ayağını öptüm.”
Müslümanların nihayet
toparlanmışlar ve Hevazinlere kılıçlarla hücum etmeye başlamışlardı.
Savaş kızıştığında, mücahidler
Resulallah’a sığınıyor, O’nunla korunurlardı. İçlerindeki en yiğit olanlar
ancak, O’nun hizasında durabilenlerdi. Peygamber, katırından indi ve dua etmeye
başladı:
“Ey Allah’ım! Bize yardımını
indir! Senden, vaat ettiğini yerine getirmeni dilerim. Ey Allah’ım! Muhakkak
ki, Sen onların bize galip gelmelerini istemezsin.”
Sonra yerden bir avuç toprak alıp
müşriklerin yüzlerine doğru savurdu. Atarken de,“Ha Mim! Yüzleri kara olsun!
Muhammed’in Rabbine and olsun ki, onlar bozguna uğradılar.” dedi. Bir mucize
gerçekleşmiş, Hevazinlerin gözlerine ve yüzüne toprak gelmedik kimse
kalmamıştı. Kuran Tevbe Sursindeki ayette durumu açıklamıştır. “Andolsun ki,
Allah, size birçok (savaş) yerler(in)de ve Huneyn(deki savaş) gününde yardım
etmişti. O vakit (Huneyn’de) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti, ama o, size hiç
fayda vermemişti. Bunca genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelmişti. Nihâyet
(bozularak) arka dönmüş (kaçmaya başlamış)tınız. (Bu bozgundan) sonra Allah,
Resulu’nun ve müminlerin üzerine kalplere güven veren rahmetini indirdi,
görmediğiniz askerler indirdi ve inkar edenleri de azaba uğrattı. İşte o kafirlerin
cezası budur.”
Hicretin sekizinci yılında,
Müşrikler, Huneyn’de yenildikten sonra Hevazin kabilesinden bir heyet gelip
İslam’a girdiklerini bildirdiler. Bunların arkasından da Sakif kabilesinden de
bir heyetin gelip İslam’a girmek istediklerini bildirildi. Lakin bunlar
Müslüman olmak için birtakım şartlar ileri sürdüler. Şartlarından ikisi namaz
kılmamak ve zekat vermemekti. Bir de putları olan Lat’ın, halk arasında bir
anda panik olmaması için üç sene daha yıkılmaması idi. Efendimiz bu şartlı ve
putlu imanın kabul olunamayacağını bildirdi. Sonra ilk iki şartı kabul ettiler
ve meydan putu Lat’ın da yıkılması talebi ile ilgili süreyi iki yıla, sonra bir
yıla, sonra üç, iki ve bir aya indiler. Bu pazarlıkta sonuç vermeyince kesin
bir imanla teslim oldular. Fakat Lat’ın bizzat Allah’ın elçisi tarafından
yıkılmasını istediler. İşte böylece önce kalplerindeki putlarını, sonra
meydandaki putlarını yıkarak kesin iman ile İslam’a girdiler. Bu gösteriyor ki,
geçerli müslüman olmak için insanın gerek kendisinin gerek toplumun ölçülerine
veya arzularına ve heveslerine uygunluk değil, ancak Allah ve elçisinin
bildirdiği şekilde iman ve teslimiyet gerekir.
Tevbe Suresi ne diyordu; “Sonra
Allah, bunun ardından da dilediğinin tövbesini kabul eder. Allah çok bağışlayan,
çok merhamet edendir.”
Huneyn Savaşı ibretlik olaylarla
doludur. Nihayet düşman askerleri dağılıp geri çekilmiş, kadın ve çocukları ile
malları Müslümanların eline geçmişti. Peygamberimiz Mekke’den kumaş alınarak
tüm esirlerin giydirilmesini emretti. Ele geçirilen malların ve esirlerin
savaşçılar arasında dağıtılması gerekiyordu. Efendimiz Hevazinlerin gelerek
anlaşma yapmak isteyeceklerini düşünerek dağıtımı geciktirdi. Ama gelen
olmayınca da, esirlerin dağıtımını yaptırdı. Çok geçmemişti ki, Hevazin
temsilcileri huzura çıkıp geldiler. İslam’a girdiklerini ve Hevazinlerin geri
kalanlarının da Müslüman olduğunu bildirdiler. Mallarının ve esirlerin geri
verilmesini rica ettiler. ”Ey Allah’ın elçisi! Biz köklü bir kabileyiz.
Bildiğin gibi bir musibete uğradık. Allah’ın sana lütuf ve ihsanda bulunduğu
gibi, Sen de bize lütufkar ol!” Bağışlanma diliyorlardı. Efendimiz “Ben sizin
gelmeyeceğinizi düşününceye kadar dağıtımı geciktirmiştim. Fakat siz çok geç
kaldınız. Esirler mücahidler arasında dağıtıldı. Görüyorsunuz ki, yanımda bunca
mücahid var. Onları tüm haklarından vazgeçirmek çok zor. Şimdi siz iki
seçenekten birini seçin: ya esirleri ya da mallarınızı tercih edin! dedi,
heyete.
“ Sen mallarımızla çoluk-çocuğumuz
arasında bizi serbest bıraktın. Çoluk çocuğumuz bize mallarımızdan daha
sevimlidir.” dedi, heyette.
Peygamberimiz Müslümanların
toplanmasını emretti ve onlara Kardeşleriniz, pişmanlık duyup tövbe edip
Müslüman olarak bize geldiler. Ben de esirlerini kendilerine vermeyi uygun
gördüm. Sizden her kim, esirlerini gönül hoşluğu ile, karşılıksız olarak geri
vermeyi arzu ederse bunu yapsın. Kimde karşılıksız vermek istemezse, Allah’ın
bize vereceği ilk ganimet malından ona altı deve verilmesi karşılığında
esirlerini salı versin. Şu insanlara kadın ve çocuklarını geri verin!” diye
buyurunca Müslümanların tamamı, ellerindeki esirleri karşılıksız olarak
bağışladılar. İşte Müslümanların bir kısmının tutum ve davranışı Allah ve
Resulunu hoşnut etmek üzerineydi. Ancak iman henüz tam manasıyla kalplerine
yerleşmemiş olan bazı kimseler vardı ki hadsizlik yaptıklarının bile farkında
değillerdi. İbretlik dediğimiz olaylardan biri daha gerçekleşmek üzereydi.
Peygamberimiz esirlerin sahiplerine geri verilmesi işini tamamlayınca, konak
yerine gitmek üzere hayvanına bindi. Bedevilerden (çöl Arapları) Huneyn
savaşına katılmış bazı kişiler Peygamber’in arkasından koşturarak geldiler.
“Ey Allah’ın elçisi! Deve ve
koyunlardan hakkımıza düşeni paylaştır!”diyerek Peygamber’i sıkıştırmaya, üstünü başını çekiştirmeye
başladılar. Hatta o kadar ileri gittiler ki, Peygamber’in üst giysisi ellerinde
kaldı. Hz.Peygamber ibretlik bu durum karşısında “Ey insanlar! Elbisemi bana
verin! Allah’ın size nasib ettiği ganimeti aranızda paylaştırmayacağım diye mi
korkuyorsunuz? Vallahi, ganimet malları, Tihame’nin ağaçları sayısınca bile
olsa, onları aranızda bölüştürürdüm de siz beni ne cimri, ne korkak, ne de
yalancı bulurdunuz!” dedi.
Ganimetler mücahidler arasında
titizlikle dağıtıldı. Ganimetin beşte biri, Kuran’da bildirildiği gibi İslam’a
hizmet için kullanılmak üzere ayrılıyordu. Mekke’nin ileri gelenlerinden
bazıları gerçekten Müslüman olmuşlardı. Bazıları ise sadece korktukları için
Müslüman olmuş gibi görünüyor ya da İslam’a girmemiş bulunuyorlardı. Savaşa
katılanlara dağıtılan haklarından sonra geriye kalan beşte birlik hisse, bu
kimselerin kalplerini İslam’a ısındırmak için dağıtıldı. Bunlar 40 kişi
kadardılar. Bu durum özellikle Medineli bazı Müslümanlar tarafından yanlış
anlaşıldı ve hoşnutsuzluğa sebep oldu. Özellikle Medineli genç sahabiler
arasında konuşmalar oldu. Memnuniyetsizlik belirten konuşmalar cidden
ibretlikti.
“Ganimeti savaşanlara vermiyor da,
savaşmayanlara veriyor!”
“O Kureyşlilere veriyor da bizlere
vermiyor!”
“Savaş zamanı geldiği zaman O’nun
ashabı biz oluyoruz, fakat ganimet bölüşümüne gelince kendi kavmi ve kabilesini
önde tutuyor!”
Bu fitne dolu konuşmalar nihayet
Efendimiz’in kulağına kadar geldi. Medineli Müslümanların toplanmasını istedi.
“Ey Ensar topluluğu! Sizin
tarafınızdan söylendiği haberi bana gelen yersiz ve ağır sözlerin sebebi nedir?
Bana karşı niçin kalplerinizde kırgınlık duyuyorsunuz? Siz şöyle şöyle mi
söylediniz?”
İleri gelenlerden bazıları, ”Ya
Allah’ın elçisi! Bizim görüş sahibi olanlarımız ve ileri gelenlerimiz bir şey
söylemediler. Ama gençlerimizden bazıları bunları söylemişler.” dediler.
Efendimiz üzgün olarak seslendi
topluluğa.“Ey Ensar topluluğu! Sizler, yollarını şaşırmış kimselerken ben sizin
yanınıza gelmedim mi? Allah’ın hidayeti benim vasıtamla size erişmedi mi?
Sizler yoksulken, Allah benim yüzümden sizi zengin kılmadı mı? Sizler
birbirinize düşmanken, Allah, kalplerinizi benim yüzümden birleştirip
ısındırmadı mı? Sizler parçalanmışken, Allah sizleri benim yüzümden derleyip
toparlamadı mı?”
Topluluk mahcubiyet içinde
Allah’ın elçisinin gönlünü almaya çalışıyordu.
“Ey Allah’ın elçisi! Sen bizi
karanlıklar içinde buldun. Allah, bizi senin sayende aydınlığa çıkardı. Sen
bizi ateş çukurunun başında buldun. Allah, bizi senin sayende ondan kurtardı.
Sen bizi şaşkınlık ve sapıklık içinde buldun. Allah, bizi senin sayende doğru
yola kavuşturdu. Biz, Allah’ı Rab, İslam’ı din, Seni de peygamber olarak kabul
etmiş bulunuyoruz. Sen artık bize ne istersen yap!”
Efendimiz “Ey Ensar topluluğu!
Sorularıma neden istediğim gibi cevap vermiyorsunuz?” diye sordu.
“Sana başka nasıl cevap verelim,
ey Allah’ın elçisi?!”
Allah’ın elçisi mahzundu.
Sözlerini toparladı. “Vallahi, isteseydiniz, ‘Sen bize yalanlanmış olarak
gelmiştin, biz seni doğruladık. Sen bize terkedilmiş olarak gelmiştin, biz Sana
yardımcı olduk. Sen yurdundan sürülmüş olarak bize gelmiştin, biz Seni
barındırdık. Sen bize yoksul gelmiştin, biz Sana kendimiz gibi verdik ve
baktık’ deseydiniz, muhakkak ki, doğru söylemiş ve benim tarafımdan da
doğrulanmış olurdunuz. Ey Ensar topluluğu! Sizleri, sımsıkı bağlı olduğunuz
İslam’a ve sizin için ahirette hazırlanmış bulunan üstün mükafatlara havale
edip de, yeni Müslüman olmuş ya da olmak üzere bulunan bazı kimselere,
kalplerini İslam’a ısındırmak ve alıştırmak maksadıyla kendilerine dünyalık verdiğimden
dolayı, ne diye kalplerinizde kızgınlık ve üzüntü duyuyorsunuz? Ey Ensar
topluluğu! Bir kısım insanlar, aldıkları deve ve koyunlarla çıkıp giderlerken,
sizler Allah’ın peygamberi ile birlikte yurdunuza dönmeğe razı değil misiniz?”
“Evet, ey Allah’ın elçisi Biz buna
razıyız!” diye coşkuyla seslendi Ensar topluluğu.
“Sizler seçkin kimselersiniz,
diğerleri ise halktır. Muhakkak ki, sizler benden sonra da başkalarının üstün
tutulduğunuzu göreceksiniz! Allah’a ve
peygamberine kavuşuncaya kadar, buna sabredip katlanın!”
“Sabredip katlanacağız!”
“Kıyamet günü sizinle buluşma
yerimiz Havuz başı olsun! Benden sonra Bahreyn hasılatının size tahsis edilmesi
için Bahreyn’e haber göndereceğim. O sizin için fetihten daha üstündür.”
“Ey Allah’ın elçisi! Senden sonra,
bize dünya gerekmez!”
“Varlığım kudret elinde olan
Allah’a yemin ederim ki, hicret fazileti olmasaydı, Ensar’dan bir fert olmak
isterdim. Ey Allah’ım! Ensar’ın oğullarına, onların oğullarının oğullarına
rahmet et!”
Medineli Müslümanlar mahcubiyet
içinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladılar. Gözyaşları sakallarını ıslattı.
Peygamber Efendimiz’ de onlarla birlikte ağladı. Bundan sonra Peygamberimiz bir
Cuma günü Medine’ye geri döndü.
TEBÜK SEFERİ
Hicretin 9. yılıydı. Hristiyan Araplar, Rum hükümdarı Heraklius’a,
“Buradaki peygamberlik iddiasında bulunan adam öldü. Müslümanlar da kıtlık ve
yokluk yılları geçiriyorlar. Eğer onları senin dinine katmak istiyorsan, şimdi
tam sırası.” diye mektup yazdılar. Bunun üzerine 40.000 kişilik bir ordu Bizans
tarafından silahlandırılarak yola çıktı. Ordunun yola çıktığı haberi bir süre
sonra Efendimiz’e de ulaşmıştı.
Müslümanların gözünde Rumlardan
daha korkunç düşman yoktu. Onların sayıları, savaş atları ve askeri
hazırlıkları hakkında bilgileri, memleketlerine gelip giden tüccarlardan
öğreniyorlardı. Abartılı anlatımlar onların hayalinde korkunç hal alıyordu.
Resulullah gelen haberlerin
doğrulanmasından sonra Rumlarla savaşmak üzere mücahidlere savaşa
hazırlanmaları doğrultusunda gereken talimatları verdi. Daha önceleri, bir
savaşa çıkarken hedefini açıklamaz, başka bir yere gitmek istediğini
zannettirecek bir dil kullanırdı. Tebük seferine çıkılacaktı. Bunun içinse
böyle yapmadı. Halkın tam olarak hazırlanabilmesi için, gidilecek yerin uzaklığını,
kıtlık ve zorluk zamanı olduğunu, düşmanın çokluğunu açıkça bildirdi. Savaşa
hazırlanmaları için Mekke’ye ve diğer Müslüman kabilelere de haber gönderildi.
Savaş hazırlıkları başladığı sırada kıtlık hüküm sürüyordu. Sıcakların en
şiddetli olduğu, hurmaların olgunlaşmaya başlayacağı zamanlardı. İnsanlar meyve
ağaçlarının gölgesinde oturacağına, sıcak ve zorluklara katlanarak sefere
çıkmak zorunda kalıyorlardı. Bu yüzden seferberlik davetine karşı ağır
davranılıyordu.
Elbette durumu fitneye çevirmek için
fırsat kollayan münafıklara da gün doğmuştu. Münafıklar sefere gitmemek için,
“Yol uzun, mevsim sıcak, mahsullerimiz ortada” diye müslümanları caydırmaya
çalışıyorlar, hatta “Onlarla savaşmak bir çılgınlık” diyorlardı. Çünkü
münafıklar her zaman için imanlarına göre değil menfaatleri doğrultusunda
hareket ederler. Hatta bazı yeni müslümanlar da bunlara kanarak sefere katılmak
istemiyorlardı. Müslüman olmuş görünen, ama eski inançlarını terk etmemiş olan
münafıklar, sefere çıkmayı engellemek için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Onlar için Tevbe Suresinde bir ifşa
sözkonusuydu.
“Allah’ın Resulu(nun emri)ne
muhalefet ederek (Tebük seferine gitmeyip) geri kalan (münafık)lar, (Medine’de
kalıp) oturmalarıyla sevindiler. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşmayı
çirkin gördüler de: “Sıcakta sefere çıkmayın” dediler. (Onlara) de ki:
“Cehennem ateşi sıcaklık bakımından daha şiddetlidir. Keşke iyice bilmiş
olsalardı!
Artık kazandıkları (günahları)nın
cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.”
Efendimiz Müslümanların savaşa
hazırlanması için onları gayretlendiriyor, durumu müsait olanların orduya
yiyecek ve binek yardımında bulunmasını istiyordu. Bunun üzerine hali vakti
yerinde olan Müslümanlar, karşılığını Allah’tan bekleyerek mallarından
getirmeye başladılar. Bu hususta tatlı bir yarış da başlamıştı. Münafıkların
tüm direnmelerine rağmen Efendimiz ihlaslı ashabının gayret ve yardımıyla
yaklaşık 30 bin kişilik bir ordu toplayıp yola çıktı. Ordu Tebük’e kadar gitti.
On gün de orada kaldılar. Karşı taraf savaş meydanına gelmeyince iki ordu karşı
karşıya gelmedi. Fakat civardaki Eyle, Ezru gibi bazı Bizans kasabaları,
kendiliklerinden İslam devletinin egemenliğine girdiler. Böylece hükmen de
olsa, bir zafer daha elde edildi. Müslüman ve münafıkların Tebük seferine dair
davranışları hakkında ayetler inmiştir. İnen ayetlerle müminler gereken
uyarılarla karşılaştılar. Kuran’ın inen son suresi Tevbe’de yapılıyordu bu
uyarılar.
“Ey iman edenler! Size ne oldu
da,’Allah yolunda hep birden savaşa çıkın’ denildiği zaman yere çakılıp
kaldınız? Ahiretten (vazgeçip, yalnız) dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama
dünya hayatının faydası (ve refahı) ahiretin yanında pek azdır.
Eğer hep birden (emredilen savaşa)
çıkmazsanız, (Allah) size acıklı bir azapla azabeder ve yerinize başka (itaat
eden) bir topluluk getirir. O’na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Allah her
şeye kadirdir.
Eğer siz, o (Allah’ın elçisi)ne
yardım etmezseniz (mühim değil), muhakkak ki Allah, ona yardım etmiştir! Hani
vaktiyle kafirler onu iki kişinin biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları
(hicretine sebep oldukları) zaman, (Ebubekir’le) ikisi (Sevr dağında) mağarada
iken, arkadaşına; ‘Üzülme, Allah mutlaka bizimle beraberdir’ diyordu. (İşte o
zaman) Allah, o(na yardım etti ve arkadaşının kalbi)ne huzur ve güveni indirdi.
O’nu, görmediğiniz askerlerle kuvvetlendirdi. Böylece inkar edenlerin sözünü
(davasını) en aşağı kıldı. Allah’ın (tevhid) kelimesi ise, o çok yücedir. Allah
mutlak galiptir, eşsiz hüküm ve hikmet sahibidir.
(Ey mü’minler!) Gerek hafif, gerek
ağır olarak (kolay-zor; silahlı-silahsız; binekli-yaya; genç-yaşlı, hangi halde
olursanız olun) hep birlikte seferber olun, mallarınızla ve canlarınızla Allah
yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, sizin için bu daha hayırlıdır.”
Peygamberimiz Tebük’te bulunduğu
sırada Rum hükümdarı Kayser’e bir mektup yazdırarak gönderdi. Müslümanlar,
Tebük’te 20 gece kadar kaldılar. Sonra, orduya dönüş emri verildi. Ordunun
Medine’ye dönmesi, Ramazan ayına denk gelmişti.
VEDA
Tebük Seferi dönüşü, cahiliye
Arapları’nın Hac adetlerini zilkade ayında yapacaklarını bilen Resulullah
onların bu uygulamasına dahil olmamak için Veda haccına kadar bekledi ve
hicretin 9. yılındaki ilk haccı yoldaşı Ebubekir’in yönetiminde yaptırdı. Peygamberimiz
Veda haccını zilhicce ayında ifa ederken okuduğu hutbede, “Zaman Allah’ın
yerleri ve gökleri yarattığı gündeki şekline döndü” diyerek bu adetlerini
kaldırdığı gibi haccın kıyamete kadar zilhicce ayında yapılmasını da sağladı
Diğer taraftan efendimiz
müşriklerin Harem’e girmeye devam etmeleri, bazı kadın ve erkeklerin Kabe’yi
çıplak tavaf etmeleri sebebiyle hacca gitmemiştir. Resulullah, Ali’yi
müşriklerin bir daha Mescid-i Haram’a giremeyeceğini bildiren Tevbe Suresindeki
ayeti tebliğ etmek üzere görevlendirdi. “Ey iman edenler! Bilin ki Allah’a
ortak koşanlar pisliğe batmışlardır; artık onlar bu yıldan sonra Mescid-i
Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan endişe ederseniz, unutmayınız ki
Allah size -dilerse- kendi lütfuyla bolluk verir. Allah bilmekte, hikmetle
yönetmektedir.”
Hicretin onuncu yılı gelmişti.
Hacca niyet eden efendimiz ashabıyla birlikte Medine’den ayrılırdı. Hayatının
son yılında yaptığı bu hac tarihe “Veda haccı” adıyla geçti. Haccın hükümlerini
tebliğ ederek bizzat uygulamıştır. Haccın farz kılınmasından sonra
gerçekleştirdiği ilk Hac’dır.
Efendimiz Hac’ca gideceğini
zilkade ayında açıklamıştı. Bunun üzerine çok sayıda sahabi onunla birlikte hac
yapabilmek için hazırlandı. Medine civarında yaşayanlar da Medine’ye geldi. 22
Şubat Cumartesi öğle namazını dört rekat kıldırdıktan sonra yanında hanımları
ve kızı Fatıma bulunduğu halde muhacirlerden, ensardan ve diğer Arap
kabilelerinden meydana gelen büyük bir kalabalıkla Medine’den ayrıldı. Hac
farizasını yerine getirdi. Arafat’ta iken tebliğ görevinin tamamlandığını
bildiren Maide Suresindeki ayet indi.“Bugün dininizi ikmal ettim, üzerinize
nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’a razı oldum”
Bayramın ikinci günü Mina’da
ashabına bir hutbe irat etti. “Haccınızı benden öğrenin. Zira bilmiyorum, belki
de bu haccımdan sonra bir daha haccedemem” diyerek adeta onlarla vedalaştı. 27
Mart’ta da Medine’ye geri dönmüştür.
Peygamberimiz, Veda haccıyla tebliğ görevini yerine getirmiş, 100.000 i aşkın
civarındaki ashabı da buna şahitlik etmiştir. Efendimiz üç ay kadar sonra da
dünyaya veda etmiştir.
Efendimiz Veda haccı sırasında Arafat, Mina ve Akabe
gibi yerlerde ashabına hitap etmiş ve kısa, anlaşılır bir şekilde tavsiyelerde
bulunmuştur. Peygamberimizin bu hutbelerinde söylediği sözler adeta bir
vedalaşma gibidir. Orada bulunanların şahsında bütün ümmetine mesajlar veren
Resulullah, hitabelerinin sonunda ashaba Allah’ın kendisine verdiği tebliğ
görevini yerine getirip getirmediğini sormuş ve “evet” cevabını alınca, “Tebliğ
ettim Allahım, şahit ol!” demiştir.
Veda hutbelerinde bütün insanlara
yönelik evrensel mesajlar olduğu gibi kul haklarını ilgilendiren konular da ele
alınmıştır. Dolayısıyla Veda hutbesinin gerçek bir insan hakları beyannamesi
niteliğinde düşünülmesi gerekir. Allah’ın affetmeyeceği iki günahtan biri olan
kul hakkına büyük önem vermesi dikkat çekicidir. Resulullah Veda hutbelerinde
can ve mal dokunulmazlığı, Cahiliye uygulamalarından olan faizin ve kan
davalarının kaldırılması, suçun şahsiliği, karı-koca arasındaki haklar ve
sorumluluklar, çocuğun babasından başkasına nisbet edilmemesi, müslüman
kardeşliği, müslümanların birbiriyle savaşmaması, emanetlerin sahiplerine iade
edilmesi gibi doğrudan kul hakkını ilgilendiren hususlar yanında kendisinin son
peygamber olması, ümmetine miras olarak Allah’ın kitabını ve sünnetini
bırakması gibi temel esaslara vurgu yapmıştır.
“Ey insanlar! Bilmiyorum, belki de
bugünden sonra burada sizinle bir daha buluşamayacağım. Allah’ın rahmeti bugün
sözümü işitip onu iyice kavrayanların üzerine olsun! Benim bu sözlerimi burada
bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse burada
bulunandan daha iyi anlar ve itaat eder. Ey insanlar! Biliniz ki rabbiniz
birdir, atanız da birdir. Bütün insanlar Adem’den gelmiş, Adem de topraktan
yaratılmıştır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha,
siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takva
iledir. Biliniz ki bu şehriniz Mekke, bugününüz arefe ve bu ayınız zilhicce
nasıl mukaddes ve dokunulmaz ise mallarınız ve canlarınız da aynı şekilde
dokunulmazdır. Cahiliye devrindeki her türlü faiz kaldırılmıştır, ayağımın
altındadır. Fakat ana paranız sizindir. Ne haksızlık edin ne de haksızlığa
uğrayın. Kaldırdığım ilk faiz amcam Abbas’ın faizidir. Cahiliye devrinin kan
davaları da kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası akrabalarımdan
Abdülmuttalib’in oğlu Amir’in kan davasıdır.
Ey insanlar! Kadınların haklarına
riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları
Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetini Allah adına söz
vererek helal edindiniz. Dikkat edin! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu
gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlar üzerindeki
hakkınız iffet ve namuslarını korumalarıdır. Kadınların sizin üzerinizdeki
hakları geleneklere uygun biçimde yiyecek ve giyeceklerini sağlamanızdır.
Kadınlar hususunda Allah’tan korkun ve onlara en iyi şekilde davranın. Ashabım! Bugün şeytan sizin şu
topraklarınızda yeniden saltanat ve nüfuz kurma ümidini ebediyen kaybetmiştir.
Fakat size yasakladığım şeyler dışında küçük gördüğünüz şeylerde şeytana
uyarsanız bu da onu sevindirir ve cesaret verir. Sözümü iyi dinleyin ve
belleyin. Müslüman müslümanın kardeşidir. Bir müslümanın malı rızası olmadan
diğer bir müslümana helal olmaz. Sakın zulmetmeyin. Herkes ancak kendi işlediği
suçtan sorumludur. Baba oğlunun, oğul da babasının suçundan sorumlu tutulamaz.
Allah her varisin mirastan payını tayin etmiştir. Artık bir varisin diğer
mirasçıları mahrum edecek şekilde vasiyette bulunulması helal değildir.
Çocuklar babalarından başkasına nisbet edilemez. Ödünç alınan şeyler sahibine
geri verilmelidir. Yararlanılmak üzere alınan şeyler de sahiplerine iade
edilmelidir. Borçlar ödenmelidir. Birinin borcunu üstlenen kefil de o borcu
ödemelidir. Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine iade etsin. Rabbiniz
olan Allah’tan sakının, O’na kulluk edin. Beş vakit namazınızı kılın. Ramazan
ayında oruç tutun, hac ibadetini yerine getirin, mallarınızın zekatını gönül
hoşluğuyla verin. Yöneticilerinize Allah’ın kitabına uydukları sürece itaat
edin ve böylece rabbinizin cennetine girin. Benden sonra küfre ve sapkınlığa
düşüp birbirinizin boynunu vurmayın. Benden sonra hiçbir peygamber
gelmeyecektir. Ey müminler! Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı
sarıldığınız takdirde bir daha asla yolunuzu şaşırmazsınız. Bunlar Allah’ın
kitabı Kur’an’la peygamberinin sünnetidir.”
Daha sonra Allah’ın elçisi, “Ey
insanlar! Yarın beni sizden soracaklar. O zaman ne diyeceksiniz?” deyince
sahabeler, “Allah’ın risaletini tebliğ ettin, görevini yaptın, bize nasihatte
bulundun diye şahitlik ederiz” dediler. Bunun üzerine Resulullah şehadet
parmağını semaya doğru kaldırdı, sonra da insanlara doğru çevirip indirerek,
“Şahit ol ya Rab, şahit ol ya Rab, şahit ol ya Rab!” dedi.
AYRILIK ZAMANI
Efendimiz! Peygamberimiz! Allah’ın
elçisi! Tek önder ve tek liderimiz!
Takvimler Hicret’in on birinci yılını
gösteriyordu. Safer ayının sonlarına doğru Mute savaşının cereyan ettiği
bölgeye göndermek üzere bir ordu hazırlamış; ordunun başına komutan olarak Mute
şehidi Zeyd in oğlu Üsame’yi geçirmişti. Ancak ordusunun hareketinden önce
hastalanınca ordunun hareketi geciktirildi.
Peygamberimiz, vefatına sebep olan
hastalığına, Safer ayının son günlerinde yakalanmıştı. Eşlerinden Meymune’nin
evinde tutulduğu hastalığının ilk günlerini, sıhhatli günlerinde yaptığı gibi,
sırayla eşlerinin odalarında kalarak geçirdi. Ancak hastalığı gittikçe
şiddetleniyordu. On üç gün sürecek hastalığının beşinci gününden itibaren,
diğer hanımlarından izin isteyerek Aişe’nin odasında kalmaya başladı. Son
günlerini, içinde defnedileceği bu odada geçirdi. Ateşi gittikçe artıyordu.
Önceleri hasta halinde mescide çıkıp namazları kıldırırken, son üç gününde
mescide de çıkamadı. Mescide son çıkışlarında arkadaşlarıyla konuşmuştu. Kimin
kendisine hakkı geçmişse gelip almasını istedi. Kul hakkı konusunda hassas
davranılması, borçların zamanında ödenmesi ve tarihte bazı örnekleri görüldüğü
gibi kabrinin tapınak haline getirilmemesine dair uyarılarda bulundu.
Camiye çıkamadığı bu üç gün içinde yerine
vekil olarak can yoldaşı Ebubekir’i imam tayin etti. Bu üç gün zarfında ancak
bir vakit namaza çıktı ve ashabına son defa namaz kıldırdı. Bu namazdan sonra
yaptığı konuşması veda hükmündeydi.
“Ey insanlar! Size Ensar hakkında
hayırlı olmanızı onlara karşı iyi davranmanızı tavsiye ederim. Onlar beni has
cemaatim ve sırdaşlarımdır. Onlar sizi vaktiyle evlerinde misafir etmediler mi?
Her hususta sizi nefislerine bile tercih etmediler mi? Ey insanlar! Bugün halk,
Medine’de günden güne çoğalmakta, halbuki Ensar yemek içindeki tuz kadar
azalmaktadır. Sizden biriniz iş başına geçer de iyilik veya kötülük edebilecek
nüfuza sahip olursa, Ensar’ın iyiliklerinin karşılığını versin, kusurlularının
da günahlarını bağışlasın.
Ashabım! İlk muhacirlere de hürmet
etmenizi vasiyet ederim. Bütün muhacirler de birbirlerine karşı iyi davransınlar.
Her iş Allah’ın izin ve iradesiyle cereyan eder. Allah’ın iznine, iradesine
karşı gelmeye çalışanlar en sonunda muhakkak yenik düşerler. Allah’ı aldatmak
isteyenler de muhakkak aldanırlar. Ey insanlar! Peygamberinizin Rabbine olan
yolculuğunu düşünerek telaşa kapıldığınızı işittim. Hangi peygamber
gönderildiği ümmeti arasında ebedi kalmıştır ki ben de sizin aranızda sonsuza
kadar kalayım? Biliniz ki, ben de Rabbime kavuşacağım ve buna hepinizden daha
layığım. Yine biliniz ki siz de bana kavuşacaksınız. Buluşacağımız yer de
Kevser havuzunun kenarıdır. Orada benimle buluşmak isteyenler, ellerini ve
dillerini günahlardan çeksinler.
Ey İnsanlar! Zeyd oğlu Üsame’nin
komutanlığına itiraz ettiğinizi de işittim. Bundan önce babası Zeyd’in
kumandanlığına da karşı çıkmıştınız. Allah’a yemin ederim ki, Zeyd bu göreve
nasıl layık idiyse ve Zeyd bana nasıl sevimli kimselerden ise işte oğlu Üsame
de babasından sonra bana en sevimli kimselerden biridir.
Allah, bir kulunu dünya hayat ve
nimeti ile kendi nezdindeki ahiret hayat ve saadeti arasında serbest bıraktı. O
kul da Allah nezdindekini seçti.(Bu sırada Ebubekir ağlamaya başlamıştı.
Resulullah ona hitap ederek konuşmasını devam ettirdi.) Ey Ebubekir ağlama!
Gerek arkadaşlık gerek mal fedakarlığı itibariyle bana en çok yardımcı olan
Ebubekir’dir. Ümmetimden birini kendime halil edinseydim hiç şüphesiz
Ebubekir’i seçerdim. Ancak din kardeşliği, şahsi kardeşlikten efdaldir.
Mescidde Ebubekir’in kapısından başka kapatılmadık hiçbir kapı kalmasın.”
Efendimizin hastalığı, biraz
hafiflemiştir. Aişe validemizin odasından, sabah namazını kılmakta olan
ashabına baktı. Durumu fark eden sahabiler, onun iyileşme göstermesine
sevinmişti. Ancak Peygamberimiz, odasına dönüp tekrar yattı. Ateşi oldukça
yüksekti, ellerini yanındaki su kabına batıyor ve devamlı Kelime-i tevhid
getiriyordu. Aynı gün her nefs gibi ecel şerbetinden içerek ruhunu Rabbine
teslim etti. Ebedi aleme göçtüğü sırada 63 yaşında bulunuyordu.
Efendimizin vefat haberi kısa
sürede etrafa yayıldı. Bu haber, Müslümanları son derece etkilemiş ve onları
büyük bir mateme boğmuştu. Öyle bir şaşkınlığa düşmüşlerdi ki, peygamberlerin
de diğer insanlar gibi öleceği gerçeğini sanki unutmuşlardı. Halbuki daha bir
iki gün önce Resulullah, son konuşmasında bu gerçeği kendilerine tekrar
hatırlatmıştı. Ne var ki, metanetiyle bilinen Ömer bile onun ölmediğini
söylüyor, bu haberin doğruluğuna inananları ölümle tehdit ediyordu.
Onları bu şaşkınlıktan kurtaran
Peygamberimizin en yakın dostu Ebubekir oldu. Acı haberi evinde alan Ebubekir,
doğruca Mescid-i Nebevi’ye geldi. Telaş içindeki kalabalığa bakmaksızın
Peygamberimizin bulunduğu odaya girdi. Yüzünü açıp gözyaşları içinde, “Babam ve
anam, yolunda feda olsun ya Resulullah! Sağlında güzeldin; ölümünde de ayrı
şekil de güzelsin.” dedi. Sonra eğilip yüzünü öperek üzerini örttü. Sonra da
dışarı çıktı. Ne yapacakların şaşırmış bir halde bekleyen Müslümanlara,
akıllarını başlarına getirecek bir konuşma yaptı. Konuşmasının sonuna doğru
“İçinizde Muhammed’e tapanlar varsa, iyi bilsinler ki, Muhammed artık ölmüştür.
Allah’a tapanlara gelince, bilsinler ki, Allah bakidir, asla ölmez.” dedi.
Arkasından Al-i İmran Suresindeki ayeti okudu.
“Muhammed sadece bir peygamberdir.
Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse geriye
mi döneceksiniz? Her kim ökçeleri üzerinde geriye dönerse Allah’a hiçbir zarar
veremez. Allah, şükredenleri mükafatlandıracaktır.”
Ebubekir’in bu konuşması, ashabın
panik ve şaşkınlığını gidermiş, onları yatıştırmıştı. Efendimizin öldüğü
gerçeğini acı da olsa kabullenmişlerdi. Pazartesi günü öğleden sonra
gerçekleşen vefatının ardından, cenazesi ancak Salı günü hazırlanabildi. O’nu
Ali yıkamış, Abbas ve oğullarıda yardımcı olmuşlardı. Kefenlendikten sonra
cenaze sedirin üzerine konuldu. Onun cenaze namazı, vefat etmiş olduğu odada,
önce erkekler, arkasından kadınlar, daha sonra da çocuklar olmak üzere küçük
gruplar halinde imamsız olarak kılındı.
Efendimizin nereye defnedileceği
hususunda çeşitli fikirler ileri sürülüyordu. Bu esnada Ebubekir, peygamberlerin
öldükleri yerlere gömüleceklerine işaret eden efendimizin hadis’ini hatırlattı.
Bunun üzerine, Aişe validemizin odasına kazılan kabre, Salı’yı Çarşamba’ya
bağlayan gece defnolundu.
Sade bir hayat yaşayan, elde
ettiği maddi imkanları Allah yolunda harcayan Efendimizden geriye son derece
mütevazi bir miras kalmıştır. Zira kendisi “Biz peygamberler zümresi miras
bırakmayız. Bizim geride bıraktığımız her türlü servet sadakadır” buyurmuştu.
Vefatında mülkiyetinde beyaz bir katır, silahları ve bir miktar arazisi vardı.
Arazilerinin gelirinin ailesi için harcanmasını ve kalanının devlet hazinesine
devredilmesini emretmişti. Ölümünden kısa bir süre önce bununla Allah’ın
huzuruna çıkmaktan haya edeceğini söyleyerek elinde kalan 7 dirhemin fakirlere
dağıtılmasını istedi. Öyle ki kendisine ait bir zırh da borcu karşılığında bir
Yahudinin elinde rehin olarak bulunuyordu.
Efendimizin manevi mirası ise gerek ümmeti ve gerekse
bütün insanlık için son derece büyük ve değerlidir. O, Veda Hutbesi’nde de
belirttiği üzere Kuran ve Sünnet’i en değerli miras olarak bırakmış, bu iki
temel kaynak etrafında şekillenen İslam dini ve medeniyeti asırlar boyunca
geniş bir coğrafyada etkisini hissettirerek insanlık tarihindeki yerini
almıştır.
SON SÖZ
TEK ÖNDER VE TEK LİDERİMİZ; SELAM
O’NA VE O’NA BAĞLI OLANLARA OLSUN!
Peygamberler, insanlık tarihinin
en üstün ahlakına sahip kişileridir. Onlar günlük hayatlarındaki
uygulamalarıyla hem içinde yaşadıkları
topluma hem de daha sonra gelecek topluluklara en iyi örnekleri sunarlar.
Onların hayatları ve yaşayış tarzları fertler ve toplumlar için en ideal
örneklerdir.
Efendimiz de, çocukluğundan itibaren en üstün
ahlaki duygulara sahipti. Gerek çocukluk, gerekse gençlik yılları akranlarından
çok farklı geçti. Kötülüklerin her çeşidinin son derece yaygın olduğu bir
toplumda, yüce yaratıcı olan Allah’ımız
son peygamber olarak görevlendireceği Muhammed’i çocukluğundan itibaren
“Cahiliye” diye isimlendirilen karanlıkların bütün kötülüklerinden korumuştu.
Bu üstün ahlak sahibi olan insan, daha çocukluğundan itibaren toplumunun takdirini kazanmış,
kendisine”el-Emin/güvenilir kişi” lakabı verilmişti. Herkes ona güvenir,
doğruluğunu kabul eder, malını-emanetini çekinmeksizin ona teslim ederdi. İlk
vahyin gelişinden sonra Hatice validemizin Efendimizi teselli için söylediği
sözler, onun peygamberlikten önceki ahlaki durumunu ve toplumdaki konumunu
açıkça ortaya koymaktadır.
“Seni müjdelerim ya Muhammed!
Hayır, Allah’a yemin ederim ki, O seni hiç bir vakit utandırmaz. Çünkü sen akrabanı
koruyup gözetirsin. Borçluların borcunu verirsin. Doğruluktan ayrılmazsın. Fakirlere yardım eder, misafirleri
ağırlarsın. Muhtaçların ihtiyaçlarını karşılarsın”
Kuran, pek çok ayette
Peygamberimizin ahlakını över ve onu bize tek lider ve tek önder olarak örnek
alınması gereken emsalsiz şahsiyet diye takdim eder.
“Şüphesiz ki sen üstün bir ahlak
üzeresin.”
“Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki,
sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden
dağılır giderlerdi.”
“Andolsun Allah’ın elçisinde sizin
için, Allah’ı ve ahireti arzu eden ve Allah’ı çok anan kimseler için, uyulacak
en güzel bir örnek vardır:”
“Efendimizin ahlakı Kuran’dı. Darılırsa Kuran
darıldığı için darılır, beğenirse Kuran beğendiği için beğenirdi. Kendi nefsi
için intikam almazdı. Kızması ve beğenmesi Allah’ın rızası içindi.” Eşi Aişe
validemiz böyle tanımlıyordu.
Müslümanların nasıl olması
gerektiğini gerek sözleri ve gerekse davranışlarıyla canlı bir hayat olarak
sergilemişti. “Ben sadece üstün ahlakı tamamlamak için gönderildim” derken
Allah tarafından elçi olarak seçilmesinin de gerekçesini açıklıyordu.
Allah, üstün ahlâkı tamamlamak
üzere gönderdiği son peygamberini en güzel huylarla bezemişti. O’da diyordu ki,
“Allah’ım, yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlakımı da güzelleştir. Beni kötü
ve hoşa gitmeyen huylardan uzak tut. Allah’ım beni en güzel ahlaka yönelt. Ona
yöneltecek olan yalnız sensin.”
“Bana en sevimlileriniz ve kıyamet
gününde bana en yakın olacak olanlarınız, ahlakı en güzel olanlarınızdır.” Derken, en faziletli amelin güzel ahlak
olduğunu vurgulardı.
Ona göre din, güzel ahlaktan
ibaretti. Cennete de ancak iyi ahlak sahibi olanlar girebilirdi. O’nun şu tavsiyeleri
çok önemlidir: Kötü ahlak, iyilikleri yer bitirir, ibadetleri boşa çıkarır.
Sahibini cehenneme sevk eder. Nitekim kendisine gündüzleri oruçlu geceleri de
namazlı geçiren, fakat kötü huylu, diliyle komşularına rahat vermeyen bir
kadından bahsedilince:”Onda hayır yoktur ve o cehennemliklerdendir.”
buyurmuştur.
Samimilik ve sadelik,
Peygamberimizin en önde gelen vasfıydı. Son derece mütevazı idi. Sade giyinir,
sade yer içer, sade yaşardı. Dünya malına gerektiğinden fazla önem vermezdi.
Dünya ile olan ilişkisini şöyle açıklamıştır:
“Benim dünya ile alakam yolda
giderken bir ağaca rastlayıp, dinlenmek için o ağacın gölgesine sığınan, sonra
yine yoluna devam eden bir yolcuya benzer.”
Evinin tüm mefruşatı birkaç basit
eşyadan ibaretti. Birçok günlerini yemeksiz geçirdiği, aylarca evinde ateş
yanmadığı olurdu.
“Bir ay gelir geçerdi de biz
Muhammed ailesinin odalarından hiçbirinde duman tüttüğünü görmezdik.” der Aişe
validemiz durumu açıklarken. Böyle günlerde bütün aile yalnızca hurma ile
iktifa ederlerdi. Peygamberimiz hiçbir yemeği beğenmemezlik etmezdi. Arzusu
olunca yer, olmuyorsa bırakırdı.
Temizliği çok severdi. “Temizlik
imanın yarısıdır.” derdi. Elbise ve vücut temizliğine çok önem verirdi. Aynı
şekilde oturduğu yerin ve çevrenin temizliğine de özen gösterir, müminleri de
bu yönde desteklerdi, teşvik ederdi. Kötü koku veren şeylerden hoşlanmazdı.
Soğan ve sarımsak yiyenlerin, ağız kokuları gidene kadar cami ve cemaatten uzak
durmalarını isterdi. Yemekten evvel ve sonra ellerini yıkar, yemeğe mutlaka besmeleyle
başlardı. Özellikle yemeklerden sonra diş fırçası olarak misvak kullanırdı.
Saçını ve sakalını yıkayıp tarar, güzel kokular sürerdi. Müslümanları da bu
konularda uyarır, temizliğin her çeşidine dikkat etmelerini isterdi.
Boş vakit nedir bilmez-geçirmez,
zamanı çok iyi değerlendirirdi. Gündüzleri ailesinin ve toplumun işleriyle
meşgul olur, geceleri ise az uyur, çok ibadet ederdi. Bütün gece uyumayı iyi
karşılamaz, ashabına da bu yönde uyarılarda bulunurdu.
İki şey arasında tercih yapacağı
zaman, Allah’ın hoşnutluğuna uygun olmak şartıyla, daima kolay olanını seçerdi.
Günah olan işlerden son derece kaçınırdı. Şüpheli işlerden uzak dururdu. Hiç
kötü söz söylemez, kimseye kötülük yapmazdı. Kimsenin gönlünü kırmaz, hiç
kimseyi hor görmezdi. Öyle ki, 10 yıl hizmetinde bulunan Enes bin Malik, bu
süre içinde onun kendisine karşı “öf” bile dediğini duymadığını söylemiştir.
Kendisine karşı her türlü kötülükleri yapanlara dahi nefsi için kızmaz, daima
onlara hayır dua ederdi.
Herkese karşı adil davranır, hak
sahibine hakkını verirdi. Toplumun ayakta durmasını, adalet ilkesinin sağlam
olmasına bağlardı. Adalet özgürlüğü getirir, özgürlük eşitliğe yol açar, o da
nihayetinde kardeşliğe sebep verir. Düşmanlarına karşı bile hep adil idi. Her
konuda olduğu gibi, adalet konusunda da yegane ölçüsü Kuran’ın ortaya koyduğu
ölçü idi. Ashabına da adaletli olmalarını, ölçü ve tartıda hakkaniyetten
ayrılmamalarını tavsiye ederdi. Özellikle idarecilerin ve amirlerin adaletli
olmalarına özen gösterirdi.
Yargıçların öfkeli iken iki kişi
arasında hüküm vermemelerini tavsiye ederdi. Bir Müslüman’ın, Müslüman
kardeşine zulmetmemesi gerektiğini söylerdi. Bütün insanların bir tarağın
dişleri gibi eşit olduklarını hatırlatırdı. Kadınlara karşı adalet ilkelerinin
özveriyle, fedakarlıkla korunmasını isterdi. Daha önceki ümmetlerin helak oluş
sebeplerinin başında, adaletten ayrılmalarının geldiğini, dolayısıyla adaletten
uzaklaşan toplumların da helak olacaklarını bildirmiştir.
Efendimiz, doğru sözlü ve doğru
işli idi. Hayatının her safhasında doğruluk onun ilkesi olmuştur. Yalandan ve
yalancılardan nefret ederdi. Doğru olanların ulaşacakları ödülleri,
yalancıların kavuşacakları cezaları sık sık dile getirirdi. Düşmanları bile
onun doğruluğunu kabul etmişlerdi. Peygamberimiz, iyi bir Müslüman’ın asla
yalan söyleyemeyeceğini hatırlatırdı. Müslümanlara en sık tavsiye ettiği
konulardan biri de doğruluk idi. Doğruluğun iyiliğe, iyiliğin de cennete
götüreceğini, yalanın ise kötülüğe, kötülüğün ise cehenneme sevk edeceğini
söylerdi. Yalan söylemeyi münafıklık alametlerinden biri kabul ederdi. Bir söz
verildiği zaman bu sözde durulması gerektiğini söylerdi. Kişinin kendi aleyhine
bile olsa, doğru söylemesi gerektiğini hatırlatırdı. Yalan şahitliğinin en
büyük günahların önde gelenlerinden olduğunu söylemiştir.
Emanete riayet etmek,
Peygamberimizin önemli prensiplerinden biriydi. “Emanete ihanet edenler bizden
değildir.” derdi. Herkesin bir sorumluluğunun bulunduğunu ve bu konuda hesaba
çekileceğini ashabına sıkça hatırlatırdı. Emanete sahip çıkmanın imanın
temellerinden olduğunu bildirirken, sır saklamayı da emanet olarak
vasıflandırır, özellikle buna önem verirdi.
Efendimizin sabır konusundaki
önderliği ise şaşılacak derecede ileridir. İslam’ı tebliğ ederken, müşriklerin
yaptığı bütün kötülüklere karşı ne kadar sabırlı davrandığını unutmayalım.
Hayatı boyunca bütün işkence, eza, cefalara ve kendisine karşı yapılan uygunsuz
davranışlara sabretmesini bilmiştir. Kuran’ da Allah, hem peygambere hem de
müminlere sık sık sabrı tavsiye eder. Peygamberimiz, 23 yıllık tebliğ döneminde
sabrın en güzel örneklerini göstermiş, ashabını da bu yolda eğitmiştir.
Müşriklerin işkencelerinden kendisine şikayette bulunan arkadaşlarına
sabretmelerini tavsiye etmiş ve bunun karşılığının cennet olduğunu
müjdelemiştir.
Efendimiz, konuştuğu zaman
sözlerini ayıra ayıra söylerdi. Dinleyenler onun söylediklerini iyice anlar,
hatta sözlerini ezberleyebilirlerdi. Söylediklerinin iyi anlaşılabilmesi için
bazen sözlerini üç defa tekrarlardı. Başkalarının sözlerini dikkatle dinler, onların
konuşmalarını kesmezdi. Herkes gülerken, o yalnızca tebessüm eder, asla kahkaha
ile gülmezdi. Abartılı davranışlardan kaçınırdı.
Yolda giderken karşılaştığı
herkese selam verirdi. Selam verenlerin de selamlarını alırdı. Fakirleri sever,
onları kendi sofrasına çağırır, bazen de zengin ashabı arasında dağıtırdı.
Hiçbir fakir ve muhtacı asla geri çevirmezdi. Eline bir mal ve para geçtiği
zaman hemen dağıtırdı. Sadaka almaz, hediyeyi ise kabul ederdi. Ayrıca ashabına
hediyeleşmeyi tavsiye ederdi. İnsanların arasında zengin, fakir, büyük, küçük,
efendi, köle ayrımı yapmazdı.
Özellikle çocukları çok sever,
yolda karşılaştığı çocuklara selam verir ve onları okşardı. Yetimlere,
acizlere, öksüz ve kimsesizlere çok şefkat gösterirdi. Son derece
merhametliydi. Hem insanlara hem de hayvanlara karşı merhametli davranırdı.
Ziyaretine gelenleri nezaketle karşılar, iyi bir şekilde ağırlardı. Herkese
güler yüz gösterirdi. Misafirlerine bizzat kendisi hizmet ederdi. Cömertlikte
dengi yoktu. Özellikle Ramazan ayında daha da cömert davranırdı. Ev işlerinde
hanımlarına yardımcı olurdu. Kendi işlerini çoğu kere kendisi görürdü.
Güler yüzlü, tatlı sözlü ve ince
ruhluydu. Hastaları ziyaret eder, cenaze törenlerine katılırdı. Yapılan
davetleri reddetmezdi. Üstün haya-utanma duygusu sahibiydi. Hayanın imandan
olduğunu söylerdi.
Efendimiz, son derece cesurdu.
Düşmanlarından zerre kadar korkmaz, Allah yolunda karşılaştığı her kötülüğü
sabırla karşılardı. Ordunun dağılmaya yüz tuttuğu yerde, olduğu yerde kalarak
sebat eder, onun bu cesareti ashabının yeniden etrafında toplanmasına yeterdi.
Kılıçlarının, kalkanlarının, yaylarının, oklarının, atlarının, develerinin
isimleri dahi cesaret ve kahramanlık ifade eden isimlerdi.
Ahlakı Kuran olan Efendimiz,
siyasi ve askeri deha sahibiydi. Bu sayede insanlık tarihinin en büyük
devrimini gerçekleştirmiştir. Tarih yazmamıştır, bu kadar kısa bir süre içinde
onun başardığını gerçekleştiren bir başka lider veya kahraman görülmemiştir.
Cehaletin karanlığına bürünmüş, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan,
putlardan her şeyi bekleyen Arap toplumunu, 23 yıl gibi kısa bir süre içinde
İslam dininin nurlu aydınlığla karanlıklardan çıkarmayı başarmış, insanlık için
en yüksek medeniyeti oluşturmuştur. Bu medeniyeti kan ve gözyaşı üzerine değil,
insan cesetleri üzerine değil, sevgi ve kardeşlik ilkesi üzerine kurmuştur.
Çünkü kendisine vahyedilen İslam dini, insanlığı esaretten kurtarmak gayesini
güdüyordu. Her türlü esaretten!
Efendimiz , yaptığı savaşlarda kan
dökülmemesi için büyük gayret gösterirdi. Bu savaşlarda şehit olan
arkadaşlarıyla öldürülen düşman askerlerinin toplam sayısı 400’e dahi
ulaşmıyordu. Milyonlarca insanın ölümüne bir o kadarının da zulme uğradığı
beşeri ideolojilerin çaresizliğini yalnızca bu örnekte bile görebiliriz. Zira o, kan dökülmemesi için gerekli bütün
tedbirleri alıyordu. Onun maksadı insanları öldürmek değil, gerçek kurtuluşa
kavuşturmaktı. Diğer din mensuplarını önce İslam’a çağırıyor, kabul etmedikleri
takdirde İslam’ın hakimiyetine girmeye davet ediyordu. Ancak bu iki teklif de
kabul edilmezse savaşmak zorunda kalıyordu. Kendisiyle savaşanlara nefsi için
kin beslemiyor, çoğunlukla onları affediyordu. Onun bu yüksek uygulamaları,
çoğu kere, esirlerin İslam’ı gönül rızasıyla kabulüne sebep oluyordu. Onun kurduğu
devlet bir yürek devletiydi.
Salat ve selam O’na ve O’nun
bağlılarına olsun!
Huzur ve mutluluk ancak O’nun
yolundan gitmekle mümkün olabilir. Günümüz insanlığı Efendimizi yeniden
tanımak, O’nun yolunu yeniden fark etmek zorundadır. Tek önder ve tek lider
O’dur!
PEYGAMBERİ TEK ÖNDER VE TEK LİDER
OLARAK BENİMSEMİŞ GENÇLERE TAVSİYE
Ey genç kardeşim!
Ey ömrümün ilkbaharındayım diyen
kişi! Biliyorsun ki, bu hayat devir devirdir. Ancak her insanilerleyen
devirlere ulaşamayabilir. Ömrünün ne kadar olduğunu ne sen, ne de bir başkası
bilemez? Niceleri daha gençliğe eremeden dünyayı terk etmişken, uzun uzun hayallere
kapılmakta neyin nesidir?Hele ki o uzun hayallere dalıp ahiretini boşluyor,
ebedi hayatını unutuyorsan zarardasın demektir. Daha fazla zarar ziyana
uğramadan, daha çok geç olmadan ahiretini düşün, aklına başına al. Sana
edeceğim uyarılara-hatırlatmalara kulak ver. İyi bil ki! Bu tavsiyeler dünyanı
perişan etmeden ahireti kazanman için önemlidir. Faydalanmak için bak! Bakar
gibi yapma!
1. BİR HEDEF BELİRLE
Hedefin yoksa birilerinin
hedefinde olabilirsin!
Ey genç! Yaratılış gayen, seni ve
senden öncekileri yaratana kulluk etmektir. Bu dünya senin görev mahallin ve
yapman gereken kulluğunda değişmez görevindir. Bu görevi hiçbir zaman unutma.
Asla ve asla bu görevin önüne başka hiçbir şeyi geçirme. Bil ki! Görevini
yapanlar ödüllendirilir ve yapmayanlarsa cezalandırılır. Ödülün cennet, cezan
ise cehennemdir. Hangisini istiyorsan ona göre yaşa. Ölüm gerçeği hayatın tek
gerçeğidir.
2. HANGİ DİNE AİTSİN?
Ey genç! Gençlik hevesleri seni
dinini öğrenmekten alıkoymasın. Dinini öğrenmeden dininin gereklerini
yaşayamazsın. Din düşmanı dinbazların tuzağına düşer ve perişan olursun. Bu
halinle de ölürsen, ahiretinde perişan olur. Dinin iki temel kaynağı Kuran ve
Sünnet’tir. Her daim bunları oku. Her gün Kuran’ı eline al. Arapçasından oku.
Arapça okumayı bilmiyorsan hemen öğren. Asla öğrenmeyi ihmal etme. Mealinden
bile olsa Rabbimizin sözlerini anlamaya çalış. Sünnet, Kuran’ı yaşantıya
geçiren peygamberimizin sözleri ve davranışlarıdır. Sünneti öğrenmek Kurani
yaşantıyı öğrenmektir. Unutma! Sünneti inkar eden sünnet inkarcıları önüne
çıkabilir. Onlara acı ve hidayetleri için dua et. Bu gün azgın insanların,
toplumların bilmesini istemediği bir kelime vardır ki, o kelime ‘tağut’
kelimesidir. Bu kelimenin içeriğini çok iyi öğren. Şunu unutma ki, tüm
gönderilen elçiler tağutları red etmeye davet ederek, tağutları kabul edenleri
de uyarmışlardır. Bu kavramı öğrendikten sonra sen de onu red et ve redde
çağır. Bil ki; bilmek, uygulamak içindir. Öğrendiğinle amel etmezsen
kurtulamazsın. Öğrendiklerini hayatına yerleştir.
3. İYİLİK GAYEN OLSUN
Ey genç! Biliyorsun ki, eylemlerinden tek tek hesap vereceksin. Amel
defterin önüne getirildiğinde yaptıklarının hepsini orada bulacaksın. O
zamanda, dünya sana arkasını dönmüşken, ahiretse önünde olacak. Dünyaya geri
dönüp amel edeyim veya amellerimi düzelteyim desen de, sana verilen ömür bir
daha eline geçmeyecek. Öyleyse henüz vakit varken, Rabbimizi razı edecek işlere
yönel. Namazlarımız Rabbimizle buluşma anımızdır. O anları gözle. Bu sırada
Efendimizin nasihatiyle abdestli olmaya çalış.Bil ki! Abdesti ancak olgun mümin
muhafaza eder. Bedenin ve aklın abdestli olsun. İnsanlara faydalı olmaya çalış.
İyilik üret, kötülüklerden uzak dur!
Salihat kavramından haberdar ol!
Topluma dönük olarak, toplumun ıslahına yönelik tüm iyiliklerin ,
iyileştirmelerin, düzeltmelerin, güvenliğin
ve barışın sağlanmasına yönelik faaliyetlerdir. Mesela, ahlakı bozan,
suç işleme eylemlerini çoğaltan durumlarla mücadele etmek, cahillikle ve
cahiliyye ile mücadele etmek, işsizliği
azaltmak, çevre kirliliği ile mücadele etmek, zalimlerin zulmünü defetmek,
mafya ve çetelerle mücadele etmek,
barışı ve güvenliği sağlamak, hastalıkların azaltılması için bilime ve
teknolojiye yatırım yapmak, insan hayatını kolaylaştırmak, israfı önleyip
tasarrufu yaymak dünyayı imar etmek, adil ve şeffaf bir yönetimin tesisi için
çalışmak, ... gibi tüm halka topluma dönük ıslah edici iyi eylemlerin hepsi
birer Salihat’ tır.
4. YARADANINI HATIRLA
Ey genç! Rabbimiz dönüşün
kendisine olduğunu bildirmekte. Dönüşün mekanını ve sahibini hiç unutma. Her ne
nerede olursan ol ve her ne yaparsan yap, Rabbimizin gazabından kork ve O’nun
rızasını elde etmenin peşine düş. Nerede olursan ol, her ne yaparsan yap,
Allah’ı hatırla ve O’ndan kork. Korkmak O’nun rızasından mahrum kalmak demektir.
Bil ki! Sen O’nu göremesen de, O seni her daim görmektedir. Bu şuurla hareket
et.
5. ÖLÜM TEK GERÇEK
Ey genç! Dünyalık zevklere kesen,
heveslere son veren ölümü aklından çıkarma. Sen onu unutsan da, vakti
geldiğinde o seni bulacak. Şeytan seni uzun arzulara sürükleyip, geçici olana
bağlamasın. Bil ki! Nice uzun ömür hayalleri kuran genç, şu an ölümü tatmış ve
hesab gününü beklemektedir. Biliyorsun ki, ölüm bizi de bir gün alıp götürecek;
öyleyse daima o günü bekle ki, geldiğinde hazır olasın. Hiç ölmeyecekmiş gibi
bu dünyaya, yarın ölecekmiş gibi de ahirete hazırlık yaparak yaşa!
6. HELAL VE HARAM’I BİL
Ey genç! Haramları ve helalleri
öğrendikten sonra helallerin peşine düş ve haramlardan da aslandan kaçar gibi
kaç. Aslan senin dünyadaki düşmanın olabilir ve imkanını bulsa seni
parçalayabilir.
Ancak haramları işlemeye devam
edersen, haramlar ahiretini parçalar. Hem haramlarla yaşanan bir hayatın tadını
ve bereketini göremezsin. Bil ki! Hayat helallerle yaşandıkça anlam ve tat
kazanır. Sen de haramlardan kaçınıp, helali tercih ederek hayatını anlamlandır.
7. EN GÜZELİ GÜZEL AHLAK
Ey genç! Bizler güzel ahlakı
tamamlamak için gönderilen, ahlakı azim olan peygamberin ümmetiyiz. O ki bizler
için en güzel örnektir. Rabbimiz onu edeblendirmişken, o zamandan bu zamana, bu
zamandan kıyamete dek gelecek insanlığın değişmez ahlakı Kuran olan örneğidir.
Öyleyse sen de örneğimiz ve
önderimizin ahlakını iyice öğrenip, güzelce yaşamaya çalış.Bil ki! Sahte örnek
ve önderler peşine takılan niceleri helak oldu. Sahte önderlerden, onların
öğretilerinden uzak ol. Beşeri ideolojilerin ahiretine bir katkıları
olmayacaktır.
8. EFENDİ OLMAK İSTİYORSAN
HİZMETKAR OL
Ey genç! Dinine hizmet etmeyi
önemse. Bu uğurda gece gündüz çabala. Çabalayanlarla birlikte omuz omuza
hareket et. Bu hizmet yarışındaki günlerin hayatının en tatlı ve bereketli
günleri olacaktır. Bu yolculukta hizmet edilmeye muhtaç insanları göreceksin,
onları da boş geçme. Düşeni kaldır. Yetimi gözet. Bil ki! Alemlerin Rabbinin
dinine hizmet edebilmek şereflerin en büyüklerindendir. Bu şerefle şereflen.
Başka yollarda onur bulamazsın!
9. ALLAH İÇİN SEV
Ey genç! Ehli tevhid Müslümanları
sev. Ancak bu sevgin sadece dilinde olmasın. Gözlerinde bile ışıl ışıl bu
sevginin parlaması gözüksün. Seven sevdiğini hayırla anarken, sen de
Müslümanları hayırla an. Rabbimiz Müslümanları kardeş kılmışken, kardeşlerinle aranı iyi tut. Kardeşlerini
sevmen, dünyada kalbine imanın yerleşmesine ve kıyamette Allah’ın gölgeleyeceği
yedi sınıf içerisine girmene vesiledir. Kendisini sevdiğin kardeşine sevgini
bildir. Bu da Efendimizin isteğidir, unutma! Bil ki! Dünyada Allah için
birbirleri sevenler, ahirette de birbirlerini seven kişiler olacaklardır.
Ahiret kardeşlerini daha dünyadayken sev.
10. ALLAH İÇİN DOST OL
Ey genç! Ancak Alemlerin Rabbi için
sev. O’nun için öfkelen ve O’na düşman olanlara sen de düşman ol. Allah’ın
sevmediklerini, Allah’ı sevmeyenleri asla sevme. Dünyan gitse de onların
safında asla yer alma. Cahiliye toplumunda suni dostluk ve düşmanlıklar
çıkartanlara rastlayacaksın. Onlar cahiliyenin adamları olarak ateşe
çağırırlar. Onlardan ve çağrılardan uzak dur. Bil ki! Onlara yaklaşmak ateşe
yaklaşmak, onları sevmek de şeytanı sevmek gibidir. Şeytanı sevmediğini
söyleyenler, şeytanın dostlarını dost tutamazlar.
11. CÖMERT OL
Ey genç! Rabbimiz cömert olup,
cömertleri sevmektedir. Cimrilikse manevi bir hastalık olup, Müslüman’a
yakışmayan kötü bir özelliktir. Hem unutma ki, Allah için verdiklerin, O’nun
yolunda harcadıkların asla yitirdiklerin değildir. Onlar ahirete önden gönderdikleridir.Bil
ki! Allah’tan ve O’nun Dininden sakladıklarının, kıskandıklarının hesabı
vardır. Öyleyse burada çok bırakmak yerine, oraya çok göndermeye bak.
12. SADIK OL
Ey genç! Bilmelisin ki, sadıklar
cennet arkadaşları olan güzel arkadaşların arasındadırlar. Doğruluk
peygamberlerin özelliklerinden olup insanları da doğru olmaya çağırmışlardır.
Kişi doğrulukla iyiliğe, iyilikle cennete ulaşır. Yalanla da günaha, günahla da
cehenneme ulaşır. Bil ki! Cenneti isteyenlerin peygamberi takip edenlerin
özeliği sadık olmalarıdır. Sen de sadık ol ve sadıklarla birlikte bulun ki,
istikamet bulasın.
13. GÜVENİLİR OL
Ey genç! Emin olmak peygamberlerin
özelliklerindendir. İşi ehline veren ve vermeyi emreden Rabbimiz, peygamberlik
görevini verdiği kişilerin emanet sahibi olmalarını dilemiştir. Peygamberimize,
peygamberlik görevi verilmeden önce Mekke’deki insanların ona “el-Emin”
dediklerini hatırla! Emin olmak Rabbimizin rızasına sebep olan çok güzel bir
vasıftır. Bu vasfın karşısında ise şeytanın ve onun yolundan gidenlerin vasfı
olan hainlik vardır. Emin ol, hain olma. Dilinle halin, sözünle özün bir olsun.
Bil ki! Eminler sevilirken, hainler sevilmezler. Eminler emin adımlarla hayat
yürüyüşünde yürürlerken, hainler kendilerinden bile korkarlar. Sen de, bu hayat
yürüyüşünde emin olarak, emin bir yolda, emin bir sona yürü.
14. İÇTEN OL
Ey genç! En çok ihtiyacın olan
şeydir ihlas-içtenlik-samimiyet! Ne yapıp etmeli her bir işinde ihlaslı
olmalısın. Bu ise en zor şeylerdendir. Tüm insanları yok kabul ederek sadece O
var bilinciyle, yalnızca O’nun için hareket emektir ihlas. Görsünler, duysunlar
ve desinleri çöpe atıp, bir daha almamaktır ihlas. Bilmelisin ki, insanlardan bir karşılık
beklemeyen Allah’ın seçilmiş peygamberleri ihlaslıydılar. Elbette son peygamber
de ihlasın zirvesi bir şahsiyetti. Sen
de onu takip et. Unutma ki, şeytan ve şeytaniler türlü yerlerden tuzaklar
kurarken, onun tuzakları karşısında selamette kalman, imanda içten olmana bağlıdır. Yine unutma ki, bu fani
hayattan baki aleme götüreceğin amellerinin geçerliliği de yine ihlaslı olmana
bağlı. Riya-gösteriş ile yapılan ameller dağlar kadar olsa bile yarın ahirette
bir arpa kadar olmayacak. Bunları düşün ve ‘nasıl ihlaslı olurum?’ sorusunu
kendine sor. Ardından bu sorunun cevabının hayati bir öneme sahip olacağı
bilinciyle cevapların peşine düş. Bil ki! Muhlis olmanın yollarını ihlaslıca
araştırman, ihlasın kalbinde olduğunun bir göstergesidir.
15. CESUR OL
Ey genç! Allah yolunda cesur ol.
O’nun yolunda kınayanın kınamasından korkma! Allah yolunda meydana atılma
vaktin geldiğinde meydana atıl ve yapacaklarının peşine düş! Seni bu yoldan
ayırmak için uğraşanların hilelerine karşı korun. Onları ve hilelerini
Rabbimize havale et! Bil ki! Kalem yazdı ve yazı kurudu. Yakinen inanmalısın
ki, hiç kimse O’nun yazdığından başkasını sana getiremez. Ömrünü ne kimse
kısaltabilir, ne de uzatabilir.
16. UTANMA DUYGUN OLSUN
Ey genç! Haya, imanın göstergesi, takva ehli
Müslümanların vasfıdır. Haya insanı her zaman hayra götürür. O tümüyle övülmüş
bir kavramdır. Bil ki! Hayasızlık iman ve dindarlığın eksikliğinin bir
göstergesidir. Hayasızlık da insanı her zaman şerre götürür. Öyle ki hayasızlık
dünyada kepazelik, ahirette azaptır. Her türlü hayırların ardına düş, her türlü
kepazelikten de uzak ol.
17. ÇALIŞKAN OL
Ey genç! Unutma ki, Allah’ın
yarattıklarına koyduğu bazı yasalar vardır. Allah’ın bu yasaları insanlar
arasında Müslüman-kafir gözetmeden işler. Bunlardan birisi de şudur ki:
“Çalışan başarır.”Allah, çalışana çalıştığının karşılığını verir. Dünya
üzerinde Allah’ı tanımayan nice din düşmanı bu yasa gereğince dünyada
çalıştıklarının karşılıklarını almaktadır. Ancak onların ahiretten hiçbir
nasibleri yoktur.
Müslüman ise, çalıştığının
karşılığını Allah’ın izniyle hem bu dünyada alırken, hem de ahirette alacaktır.
Öyleyse bize düşen Allah yolunda çalışmaktır.Bu yasanın tersinin nasıl olduğuna
gelince, o da şöyledir: “Çalışmayan da başaramaz.”Öyleyse dünya ve ahiret
hayatının imarı için çalış. Boş vakit denen şeyi hayatından çıkar at. İyi
Müslümanların bir özelliğidir ki, onlar her türlü boş şeylerden yüz çevirirler.
Sen de dünyan ve ahiretin için faydası olmayan şeylerden uzak ol. Bil ki!
Amacına ulaşanlar çalışanlardır. Öyleyse tembelliği bırak ve faydalı işlerde
çalışmaya bak.
18. TEVBE ET
Ey genç! Hayatta sürekli olumsuzluklarla
boğuşacaksın. Onlar yeri gelecek seni devirip üstüne çullanacaklar. Sen her
defasında onları savuşturup ayağa
kalkmasını bil. Ümitsizlik zindandır. Oradan kurtulmaksa ümitle mümkündür.
Özellikle Rabbimize karşı asla ümitsiz olma. Her ne yaparsan yap. Hangi günahı
işlersen işle! ‘Tevbem kabul olmaz!’ deme. Tevbe edip tevbeni bozacak olsan
bile, yine tevbe ederek O’na yönel. Bil ki! Bizler O’nun kulcağızlarıyız.
O’ndan başka günahları affeden ve tevbeleri kabul eden yoktur.
19. ÜRET
Ey genç! Hep hazır bekleme. ‘Ben
ne yapabilirim?’ sorusunu sor, ardından da yapabileceklerini düşün ve onların
peşine düş. Ömürleri boyunca hazıra alışmış, ağızlarını açıp bekleyenlerden hiç
kimse faydalanmamıştır. Sen onlardan olma. Arkandan bırakacağın, hayırla anılacağın,
hayırlara imza at. Bil ki! Her insanın istedikten sonra yapamayacağı iş yoktur.
20. SORUN OLMA
Ey genç! Dert vermek-sorun olmak
ve yük olmak iyi şeyler değildir, biliyorsun. Elbette zorunlu durumlarda herkes
herkese yük verir, bu olağandır. Ancak bazı insanlar daimi olarak dertli
insanlardır. Bunlar yük almazlar, ancak daima yük olurlar. Böylelerinden olma.
Böylelerinden uzak dur. Böyle insanlar sevilmezler. Dertlere çare olmaya
çalışmak ve yükleri almak güzel özelliklerdendir. Bu özelliği olan insanlar
sevilen kişiler olurlar. Bil ki! Dert vermek değil, dert almak erdemdir.
Erdemliler arasına katıl.
21. ADALETTEN AYRILMA
Ey genç! Hak edene hak ettiğini
vermelisin. Adaletli davranmak Rabbimizin emriyken adil olanlarda Rabbimizin
sevdikleridir. Efendimiz hayatının her alanında herkese karşı adaletten
ayrılmamışken bizlerin yapması gereken de adaleti ilke yaparak zulmün ve
zalimlerin karşısında durmaktır. Bil ki! Zalimler adalete düşmanlarken,
adillere de düşmandırlar. Sen de zulme düşman olduğun gibi zalimlere de düşman
ol.
22. MERHAMETLİ OL
Ey genç! Bizler ‘merhametlilerin
en merhametlisi’ olan Allah’ın kullarıyız. O müminlere karşı bağışlayıcı ve
esirgeyici iken, Onun son elçisi de ‘alemlere rahmet’ olarak gönderilen rahmet
peygamberidir. Onun hayatını
araştıranlar görecektir ki, O merhamet peygamberidir. Küçüğünden büyüğüne,
yaşlısından gencine, çocuğundan bebeğine, insanından hayvanına ve bitkisinden
ağacına varıncaya dek onun merhametine şahit olmuşlardır. Onun izinden gidenler
de, yine merhameti tüm mahlukata göstermeye çalışmışlardır.Bil ki! Merhamet
edene merhamet edilip, merhametsiz olana da merhamet edilmezken, merhamet
kalbinden eksik olmasın. Katı kalpli olma. Kurtuluşun çağrısını yapan
efendimizin önderliğinde merhametle yaklaş sende.
23. GÜLÜMSE
Ey genç! Güler yüzlü olmak gülen
temiz kalbin dışa yansımasıyken, asık yüzlü olmakta asık bozuk kalbin dışa
yansımasıdır. Oysa Müslüman iç dünyasıyla barışık olmalı ve bunu Müslüman
kardeşleriyle karşılaştığında da göstermelidir. Ayrıca Müslüman kardeşimize
güler yüzlü olmamız bir sadakadır. Efendimiz bu davranışın küçük görülmemesini
bizlere nasihat etmiştir. Öyleyse sana
yakışan kahkahalara boğmak veya boğulmak değildir. Ancak tebessüm eden bir
çehreyle Müslümanları karşılaman onlarla birlikte bulunmandır. Bu hali kendine
hal edin. Bil ki! Alemlere rahmet olarak gönderilenin yüzü tebessümler saçardı.
Sen de onu örnek al.
24. SABIRLI OL
Ey genç! Şu imtihan için
geldiğimiz dünya yurdu sabır yurduyken ilk andan son ana kadar insan her şeye
sabreder, sabretmelidir. İnsan için üç şeyden başkası yoktur. Birinci sabır
ehli olarak sabrı kuşanmak, ikincisi şükür ehli şakir olmak ve üçüncüsü de
isyan eden bir asi olmamak. Başımıza olaylar geldiğinde sabredilecek şey ise
sabredilmeli, şükredilecek bir hal ise şükredilmelidir. Müslüman hayat sabır ve
şükür arasındadır. Üçüncü şık olan isyana yol yoktur, olmamalıdır. Bil ki!
Asiler sabrı önemsemezler. Şükür de
dillerinden dökülmez. Böyleleri dünyada huzurlu olamazlar. Ahirette de
huzursuzlukları artarak devam edecek olanlar yine bunlardır. Sen isyandan uzak
dur. Allah’a itaat ederek sabır ve şükrü hayat ilken yap! Sabır, direnmek, dik
durmak, kararlılık, geri adım atmamak, mücadele azminini yitirmemeye çalışmak,
nefsin ve şehvetin azgın isteklerine arzularına direnmek, şeytanın
vesveselerine karşı direnmek, kardeşlerinin kusurlarına tahammül etmek gibi
anlamları da içerir.
25. ŞÜKRET
Ey genç! Nankörlükten uzak dur ve
şükür ehli ol! Saymaya gücünün yetmediği kadar çok nimet her daim sana
ulaşmaktadır. İnsan düşünmediğinden veyahut ta bu nimetlere alışık olduğundan
onları göremeyebilir. Ancak sana düşen, nimetleri ikram edeni her daim şükürle
anmandır. Bu nimetlere karşı büyüklenmek, burun kıvırmak, onları beğenmemek ise
hayırlı insanların özelliği değildir. Bil ki! Şükredenler, doğru olanı
yaparlarken, şükürleriyle nimetin elden
çıkmasını da önlerler. Hatta şükürle birlikte verilen nimet artar ve
bereketlenir. Aksi olup ta nimete nankörlük edilirse, bu davranış nimetin elden
gitmesine ve azaba uğramaya sebep olur.
26. DAVETÇİ OL
Ey genç! Bilmelisin ki, dava
davetsiz ve davet de davetçisiz olmaz. Her davanın o davaya çağıran davetçileri
vardır. Sen de, Allah’ın yolunun davetçisi olmaya çalış. Samimi bir davetçi her
türlü imkansızlıklar içerisinde bile, İslam davası için çalışmalar yapabilir.
Hiçbir zaman kendini küçük görme. İman bu dünyadaki en değerli şeyken, iman
ehli de paha biçilmez değerdedir. Müslüman kardeşlerine değerince davran.
Onların haklarını gözet. Hep birlikte tarihimize bakın! Tarih okumaları yap. İman
ehli davetçiler neler yapmışlardır görün. Övünerek anlatın. Onlar, Allah
yolunun yılmaz çağrıcılarıydılar. Şimdi sıra bizlerdedir. Bu şuurla sen de
seslen. Gönüllere duyurmaksa Rabbimize
aittir. Bil ki! Zamanımız davet zamanıdır. Ümmeti işgal eden batıl
zihniyetin karşısında -karınca kararınca- hak tarafta çağın genç Musab’ı olmak
için hakkı haykırmanın tam zamanıdır.
27. EY MÜCADELE İNSANI
Ey genç! Bilmelisin ki, yeryüzü
tevhidin şirkle çarpıştığı cihad alanıdır. Tevhid cephesinin erleri, tevhidin
galibiyeti için cihad etmişler ve de etmektedirler. Cihad bizler için olmazsa
olmaz bir mecburiyettir. Bu görev kimi zaman dille, kimi zaman malla ve de kimi
zaman da elle yapılmaktadır. Şartlar ve imkanlar çerçevesinde küfre karşı
cihad’dan asla vazgeçme! Ancak olur olmaz her fısıltıya da kulak kabartıp,
cihad adına uygun olmayan işler de yapma. Cihadın özelliğini, şekillerini ve
onunla ilgili ne varsa tüm meseleleri öğrenmeye çalış. Yapmadığın veya
yapmayacağın şeyleri söyleyip de slogonik cihadçı, internet mücahidi(!) olma.
Onlar çok konuşur, az yaparlar. Ya da sadece konuşurlar. Kuvvetli Müslüman,
zayıf Müslümandan daha hayırlıyken, sen de bedeninin gelişmesi ve sıhhati için
spor yap. Ruhun ve bedenin güçlü olsun. Akıl, ruh ve beden sağlığını koru.Bil
ki! Yeryüzü tağutları, sözlerimize bakarak tahtlarını bırakmayacaklardır.
Onları yerlerinden edecek şey, tüm boyutlarıyla cihad etmektir. Ebu Cehiller
Bedirleri beklemekteyken, sana düşense Bedir’in yiğidi olmaktır.
28. CEMAATSİZ OLMAZ
Ey genç! Özellikle işgal altındaki
İslam topraklarında yanız başına kalamayacağın ortadadır. Şeytan ve
şeytanlaşanlar tek kalanla birlikteyken, sen tevhid ehli cemaati ara. Erdemli
bir toplulukla hareket et. Konuyla
ilgili sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte hareket et. Fikir kargaşalarının yayıldığı bu zamanda
tevhidi öğrendikten sonra müşriklerden uzak olduğun gibi, tevhidi yaşantı
hayatlarına yansımayanlardan, sürekli fikir değiştirenlerden, İslam’ın
ahlakıyla ahlaklanmayanlardan da uzak dur. İnandıkları gibi yaşayanlarla birlikte
ol. Bil ki! Bu yol yalnız başına gideceğin bir yol değildir. Ne yap yap
güvenilir yolculardan oluşan sadıklar kervanına katıl.
NE DEDİLER?
Batı’da son derece bağnaz ve
önyargılı düşünürler olduğu gibi,
elbetteki insaflı bilim adamları
da vardır. Bunlar içinde İslam dinini ve onun şerefli elçisini incelerken hakkı
teslim edenler de az değildir. Ünlü
düşünür ve politikacıların bir kısmından örnekler vermek gerekirse şu
gerçeklerle karşılaşırız. Ayrıca belirteyim örnekler çoğaltılabilir. Buraya
ancak bir kısmını ele aldık.
Michael Hart
ile başlayalım. Cornell Üniversitesi’nde Edebiyat, New York’ta Hukuk,
Adelphi Üniversitesi’nde Fizik alanında çalışmaları olan bir bilim adamı. Aynı
zamanda American Astronomical Üyesi.
Hart, “Dünyanın En Etkili Yüz
İnsanı”nı yazar. Birinci sıraya Hz. Peygamber’i (s.a.v.) koyar. Hz. İsa’yı
üçüncü sıraya koyan Hart, 15. sıraya Hz. Musa’yı yerleştirir. 52. sıraya da Hz.
Ömer’i tercih eder (The 100 - Ranking of the Most Influentical Persons in
History). Hz. Peygamber (s.a.v.) dışındaki sıralamaya itiraz edilebilir.
Elbette Peygamberler bu sıralamanın zirvesinde olmalılardı.
Hart, Hz. Peygamber’in (s.a.v.)
gelen vahiyle dinini kurup 632’de vefat ettiğinde Güney Arabistan’a hakim
olduğunu söyler. O’na göre Hz. Peygamber (s.a.v.) sıralamada Hz. İsa’dan çok
daha üst yeri hak etmektedir. Zira İncil’in esas yazarı Hz. İsa değil, Aziz
Pavlus olmuştur. Ona göre Hıristiyan teolojisinin geliştiricisi bu kişidir.
Hart Hz. Peygamber’in (s.a.v.)
muhteşem yaşamını anlattıktan sonra son olarak şunu söyler: Hem dini ve hem
siyasi etkinliğin bu eşi görülmemiş birleşimi nedeniyle bence Hz. Muhammed
(s.a.v.) insanlık tarihinin en etkili kişisi olmaya hak kazanmıştır.
Thomas Carlyl Kahramanlar adlı eserin yazarı
şöyle der Hz. Peygamber (s.a.v.) hakkında. Konuşması 1850’li’ yıllardadır.
“Bence Muhammed hakiki bir
peygamberdir. Ayrıca aramızda kimsenin Müslümanlığı kabul etmesi gibi bir
tehlike bulunmadığından (bu konuşma Hıristiyanlara yönelik konferanstan
alınmadır.) O’nun bütün iyiliklerini dosdoğru söylemek istiyorum. O’nun sırrına
varmanın yolu budur. Şu anda yüz seksen milyon insan bin iki yüz yıldan beridir
onu rehber edinmiştir. O’nun hakkında nasıl kötü düşünebilirsiniz. Hayır ben
bunu kabul edemem.
O batıl, zavallı veya entrikacı
değildir. Getirdiği mesaj gerçekti. O samimi olmak üzere yaratılmıştı.
Uzun uzun Hz. Peygamber’i (s.a.v.)
anlatan Thomas Carlyl şu cümlelerle konuşmasını bitirir:
O, Delhi’den ta Granada’ya kadar
gökleri sevgisiyle tutuşturdu. Bu parlak siyah gözlü, toplumu düşünen yüce
ruhlu çöl çocuğunda şahsi ihtiras yoktu.
Büyük adam, daima gökten inen bir
şimşektir. Bütün insanlar onu yakılmaya hazır şeyler gibi bekler ve o gelince
de hep birden tutuşurlar (Kahramanlar, Thomas Carlyl, Beyaz Balina, 2000).
Karen Armstrong (Katolik rahibe, Yahudi
araştırmacısı, çalışmalarıyla birçok ödülün sahibi)’a kulak verelim.
Muhammed (s.a.v.) 8 Haziran 632’de
vefat ettiğinde tüm kabileleri Müslümanlaştırmıştı. O’nun emrettiği örtü
(tesettür) kadınları aşağılamak değil, yüceltmek için getirdiği bir protokoldü.
Onun bu duruşu batılı emperyalistlere karşı bir duruştu. O sadece kendi
toplumunu değil, aynı zamanda insanlık tarihini düzeltmek ve adil bir toplum
oluşturmak hedefini öne koymuştu ve bunu başardı da.
Çocuklara çok merhametliydi.
Çocuklar da O’nu çok seviyorlardı. Şehre her dönüşünde çocuklar O’nu sevgiyle
kucaklıyorlardı. O dünya tarihini değiştirmiş zeki, karizmatik bir liderdi
(Karen Armstrong, İslam Peygamberinin Biyografisi, Hz. Muhammed, Koridor,
2005).
Anne Marie Delcambre (Hukukçu. İslam
Ansiklopedisi’nde hukuk mad. katılımcısı, düşünür)şöyle anlatır Efendimizi;
“Hıristiyan Avrupa Hz. Peygamber (s.a.v.) hakkında saptırılmış bir görüntü
yansıtıyor. Batı önyargılıdır. Batı’da Hz. Muhammed hakkında yazan sözlük veya
ansiklopedi yazarlarının hepsi farklı nedenlerle O’na anlamsız bir düşmanlık
içindeler (Anne Marie Delcambre, Allah Resulü Hz. Muhammed (s.a.v.) 2001).
Maxime Rodinson (1915 Paris. Fransız Komünist
Partisi üyesi. Marksist yazar. Kuramcı. Lübnan-Suriye üzerinde bilimsel
araştırmacı) ise şöyle diyecektir:
Modern Müslüman için Hz. Muhammed
(s.a.v.) kendilerine adaleti, dürüst ve iyi olmalarını emreden adamdır.
Muhammed (s.a.v.) Peygamberi
tanıyanlar O’na müthiş bir aşkla bağlıydılar. Hatta Doğu Bilimci Edward W. Lane
bir gün Kahire pazarında dolaşırken bir nargile kabı görür. Güzel bir kap.
Hayran olur. Çömlekçiye şöyle der: Neden adını üstüne yazmadın. Nargileci şöyle
der: Benim adım Ahmed (Peygamber’in isimlerinden birisi) ben bu ismi nasıl
ateşe koyayım? Müthiş bir sevgi.
Goethe, O’na adadığı enfes
şiirinde O’nu deha ilan eder. Hıristiyanlar O’na saldırmaya devam etsin.
***
Ve diğerleri
Prof. Dr. H. Mones: O’nun her sözü bir
vecizedir.
Jane Pelo: O’nun davasında heyecanı asildi.
Aleksi Lovazon: O Allah tarafından gönderilmiş
bir hak peygamberdir.
G’la Faytt: ‘Ey şanlı arap!Aşk olsun sana...
Adaletin ta kendisini bulmuşsun.’
Raymons Leronge: ‘14 asır geçmesine rağmen Hz.
Muhammed bu zamanın tek rehberi, tek hidayet resulüdür.’
V. D. Eratsen (Sosyolog): ‘Ben şahsen Hz.
Muhammed’in hayranıyım.’
Prof. Jules Masserman: ‘Bütün zamanların en
büyük lideri Muhammed idi.’
Tolstoy: Muhammed, hürmet ve saygıya fazlasıyla
lâyıktır.
Gibson: Hz. Muhammed’i sevmeyenler onu
yeterince tanımayanlardır.
Dostoyevski: Büyük İslam Peygamberi yüce
yaratıcının katına çıkıp onunla buluşmuştur. Ben Mirac’a bütün kalbimle
inanıyorum.
B. Smith: “Şöyle bir göz atmakla, Hz. Muhammed’in,
bütün vasıflarını ve kahramanlıklarını görmek mümkündür. Bunlardan bazıları
Peygamberliğinin ilk günlerinde ve bazıları da peygamberliğinden sonra
olmuştur. Eşsiz mucizeleri gördüğüm zaman, O’nu rütbe bakımından insanların en
büyüğü ve en yücesi olarak mütalaa ediyorum. Hatta; insanlık O’nun bir
benzerini görmemiş ve görmeyecektir de…”
Prens Bismark: Senin asrında
yaşayamadığımdan dolayı çok üzgünüm. Ey Muhammed! Kuran Allah’ın kitabıdır.
İnsanlık senin gibi bir yüceyi bir defa görmüş bir daha göremeyecektir. Senin
önünde tam bir saygı ve hürmetle eğiliyorum.
Goethe: “Hiç kimse Hz. Muhammed’in
prensiplerinden daha ileri bir adım atamaz. Avrupa’ya nasip olan bütün
başarılara rağmen bizim bütün kanunlarımız, İslam medeniyetine bakarak çok
eksiktir. Biz Avrupa milletleri, büyük medeni imkanlarımıza rağmen, Hz.
Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız.”
Shebol: Bütün insanlık Hz. Muhammed’in
insanlığıyla övünmelidir. Biz Avrupalılar iki bin sene sonra bile onun
hakikatine ve kıymetine yetişemeyiz.
Bernard Shaw (İrlandalı, sosyalist, dramist):
Ben bu hayret uyandırıcı insanın hayatını okudum. Ben O’nu insanlığın
kurtarıcısı olarak görüyorum. O’nu böyle tanımamız lazım. O bugün aramızda
olsaydı, dünyanın bütün problemlerini bir kahve içiminde hallederdi.
Voltaire: Türk kardeşim. Senin dinin bana çok
saygın bir din olarak görünüyor. Senin dinin çok asil.
Knematirul: Ben haykırıyorum. Hz. Muhammed hiç
kimseyle kıyaslanamayacak kadar büyük bir devrimcidir.
Arthur Gilman: Mekke’nin fethinde O’nun
büyüklüğünü görüyorsunuz. Geçmişte kendisine yapılan zulümlere karşın hiçbir
intikama yeltenmedi. Pekala intikam isteyebilirdi. Ordusunu da intikamdan
alıkoydu.
Prof. Dr. Philip Khuri Hitti
“İslâm medeniyetinin modern dünyaya en büyük yardımı ve hediyesi ilimdir. Fakat
Avrupa’yı, yeniden hayata kavuşturan şey, yalnız ilim değildir. İslâm
medeniyetinden gelen daha başka tesirler Avrupa hayatına ilk parlaklığını
vermişti.Avrupa’nın ilerleme hayatında İslâm kültürünün kati tesirini takip edemeyeceğimiz
bir tek safha bulunmadığı gibi tesirin kendini bütün azametiyle hissettirdiği
saha tabii ilimler ve ilim zihniyetidir.Orta çağın ilk yarısında dünyanın
hiçbir milleti insanlığın ilerlemesine müslümanlar kadar hizmet etmemiştir.
9-12 asırlar arasında felsefe, tıb, tarih, ilahiyat, astronomi ve coğrafya
mevzuunda Arapça olarak yazılan eserler herhangi bir lisanla yazılanların
üstünde idi.”
J. H. Lenison, Emotion as the
basis of civilisation adlı eserinde “Ellerin et ve yağ gibi maddelerle bulaşık
olması hem haşere hem de mikropların üremesi için zemin teşkil eder. Yüce
Rehberimiz ‘ellerinde et veya yağ kokusu eseri olduğu halde yatan bir kimse bir
hastalığa müptela olur veya hayvan ve haşerelerden bir zarara uğrarsa,
kendisinden başkasını suçlu bulmasın’ buyurmuştur. Burada haşerenin yanında
hayvan tabirinin kullanılması enteresandır. Hayvan, hayat sahibi yani canlı
mânâsına da gelmektedir. Dolayısıyla mikrop mefhumuna işaret edilmektedir.
Hz. Muhammed (sav) toplu halde
yapılan ibadetin o muazzam gücünü, tarihte ilk temsil edip gösteren insandır.
Hiç şüphe yok, ki, çok geniş ölçüde, İslam’ın gücü, günde beş vakit kılınan
namazın kudretinden kaynaklanmaktadır.
“İnsan hangi kriterlerle ölçülürse
ölçülsün, acaba Hz. Muhammed’den daha büyük insan bulunur mu? diyen Fransız tarihçisi Lamartine’ de “Şişmanlık birçok hastalıkları da beraberinde
getirmektedir. Son araştırmalar neticesinde şişmanlarda yüksek olan kolesterol
seviyesinin damar sertliğine sebep olduğu, buna bağlı olarak da damar sertliği,
yüksek tansiyon, kalb yetmezliği, böbrek ve göz hasarlarının meydana geldiği
tespit edilmiştir. Dengeli beslenme mevzuunda ne kadar dikkatli olmamız
gerektiğini İslam’ın peygamberi (sav) asırlarca önce şu kutlu sözleriyle
belirtmişti: ‘Çok yemek kötü bir şeydir.’ ‘İnsanoğlunun midesini iyice
doldurmasından daha zararlı bir şey yoktur.
Şayet gayenin büyüklüğü,
vasıtaların küçüklüğü ve neticenin gösterişi insan dehasının üç ölçüsü ise,
modern tarihin en büyük şahsiyetlerini bile Muhammed’le (sav) kıyaslamaya kim
cesaret edebilir? O şahsiyetlerin en meşhurları ancak maddi kuvvetler kurdular.
Halbuki, O (sav), orduları hukuk sistemlerini, imparatorlukları, kavimleri
hanedanları ve dünyanın üçte biri üzerindeki milyonlarca insanı harekete
geçirdi.
Meşhur İngiliz düşünür Thomas
Carlyle “Kral ve vezirler gibi azamet ve debdebe perdeleriyle gizlenmiş
değildi. Kendi hırkasını kendi yamalar, kendi ayakkabısını kendi tamir ederdi.
Harbe gider, ashabı ile istişare eder, emirlerini onlarla beraber verirdi.
Nasıl bir insan olduğunu her yönü
ile kavminin bilmesi için böyle yaptı. Ona artık, siz ne isterseniz öyle
deyiniz. Dünya’da taç ve ihtişam sahibi hiçbir imparatora, yamalı bir hırka
içindeki bu insan kadar hürmet ve itaat edilmemiştir. Yirmiüç yıllık dünya
imtihanı, gerçek bir kahraman için lüzumlu bütün unsurları taşımaktadır.”
Hz. Peygamberin hayatını kaleme
alan Emile Dermenghem “Asrımızda çeşitli
ilim adamlarının yaptıkları tecrübe ve araştırmalar göstermiştir ki, pişirmek
kaydıyla soğan ve sarımsağın damar sertliğini mühim ölçüde azalmalmaktadır.
Ayrıca pirişilmiş sarımsağın kanda lipid-yağ artmasına mani olduğu ve kan
pıhtılaşma bozukluklarını da bir ölçüde engellediği, yüksek tansiyonlu
kişilerde ise tansiyonun düşmesine yardımcı olduğu müşahede edilmiştir. Nitekim
ondört asır önce İslam’ın Peygamberi de bir hadislerinde sarımsağın pişirilerek
yenilmesini tavsiye etmiştir.
Doğrusu aranırsa Hira Dağı
mağarasında meleği gördüğü günden beri geçen 20 sene dünyayı değiştirmeye kafi
gelmiş. Hicaz’ın kuru kumlarında yeni bir tohum filizlendirmişti; öyle bir
filiz ki Arabistan’ı uyaracak, bir yandan Hindistan’a bir yandan da
okyanuslara kadar uzanacaktı.”
Uluslararası Hukuk Kongresi
Başkanı Shebol 1927 yılında şunu ifade etmiştir: “Hz. Muhammed’in (sav) insan olması itibariyle,
bütün insanlık muhakkak iftihar eder. Çünkü O kişi, ümmi olmasıyla beraber,
onüç asır evvel öyle kanunlar ve esaslar getirmiş ki, biz Avrupalılar ikibin
sene sonra onun kıymetine ve hakikatına yetişsek en mes’ud, en saadetli
nesiller oluruz.”
Son söz: Batı’nın bağnaz kalemleri
ve politikacıları Hz. Peygamber’e (s.a.v.) elbette saldıracaklardı. Onlar
toplumlarının İslam’ı ve Yüce Peygamberini tanımalarını elbette istemezler.
Çünkü bundan korkarlar, ürkerler. Ama elbette de, Batı dünyasında insaflı,
makul insanlar da vardır. Ancak onlar hakikati teslim etmişlerdir. İşte bu
gerçeğinde özellikle gençlere duyurulması gereklidir.
KARDEŞİM!
Ey genç! Bu acizane nasihatlerimi
-gençlik günleri geride kalmış- bir abinin kardeşine yaptığı faydalı uyarılar
olarak kabul et.
Dilerim yazılanların tamamını okur
ve onlardan istifade edersin. Allah seni hakka ulaştırıp, hakkı yaşamayı sana
kolaylaştırsın.
Rabbim! Tüm Müslümanların
gönüllerini ve saflarını hak üzerinde birleştir. Gönüllerimizi ve saflarımızı
dinin üzerinde sabit eyle. Ey dinini tüm dinlere üstün kılmak için gönderen
Rabbimiz!
Bizleri dininin hizmetçileri
olmakla şereflendir. Mallarımızı ve canlarımızı bizden kabul buyur, Allah’ım.
‘Kabul buyur, Allah’ım.’ ‘Kabul buyur, Allah’ım.’ ‘Kabul buyur, Allah’ım.’
Selam ve dua ile!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder