İNGİLİZ
CASUSU 007 BOND
Hani
Kızılderili atasözü var ya “Eğer bir nehirde iki balık kavga ediyorsa, bilin ki oradan az önce uzun
bacaklı bir İngiliz geçmiştir” diye. İşte bu uzun bacaklı İngilizler’in bizim
tarihimizle de aynen Kızılderililer’i etkilediği gibi bir ilintisi söz konusu
olmuştur. Osmanlı Devleti’nin parçalanmasında amil güç olmuşlardır. Ayrıca
Müslüman coğrafyanın; Ortadoğu’dan, Hindistan’a, uzak Asya’ya, Afrika’ya kadar
uzandığı yerlerde ve diğer mazlum coğrafyalarda cebelleşmediği bir bölge
kalmamıştır. “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” ünvanını alan İngilizler’in
bu tanımlanmalarında sömürgeci özellikleri rol oynamıştır.
İngiliz
sömürgeciliği anlayışında, entrikalar üzerinden yürüttüğü politikalarının
ekseninde “böl,parçala-yönet” prensibi yer alır. Bunun için casusluk müessesesi
bu faaliyetlerinin can damarını oluşturur. Arabistanlı Lawrence, Gertrude Bell,
Hempher…en bilinenleri.
Hempher’e
bir göz atalım dilerseniz;
16. asırda İspanyollar, Portekizliler,
Hollandalılar ve diğer sömürgecilerle yarışa giren, donanmasını güçlendirerek
sömürge seferberliği başlatan İngilizler ya da bilinen bir diğer adıyla “Birleşik Krallık”, karşısına çıkan
Osmanlı engelini mutlaka ortadan kaldırmak istiyordu. Sömürgeciler
Amerikan kıtasının dışındaki yeni coğrafyalara gözlerini dikmişlerdi.
Hilafeti
dağıtmadan Osmanlı’yı parçalamanın mümkün olmadığını da biliyorlardı.
O halde “tarihi hedef” belli olmuştu: İslam’da fitne çıkararak Arap dünyasını Osmanlı’ya karşı kışkırtmaları
gerekiyordu!
***
İlk iş olarak
padişahı, şeyh-ül İslam, şah ve Şii alimi gibi kritik mevkideki şahsiyetlerin
kopyalarını yetiştirip, asıllarının yaşam şartlarını oluşturdular.
Planlarını önce bu “kopyalar”da deniyor, onların verdiği
tepkilere göre en uygun stratejiyi belirliyorlardı.
***
Bu çerçevede gönderilen onlarca İngiliz
casusundan biri de “Mr. Hempher”dir.
1710 yılında “temel eğitim” için “Muhammed kod adı” ile
İstanbul’a gönderilen Hempher; Kur’an’ı Kerim’i hatim edip, Osmanlıca ve
Arapçayı da iyice öğrendikten sonra Irak’ta görevlendirildi.
Verilen hedef
şuydu:
“Müslümanlar
arasındaki Şii-Sünni-Alevi ihtilafını şiddetlendirebilirsen, İngiltere’ye en
büyük hizmeti yapmış olacaksın. Osmanlı Devletini ancak böyle yıkabiliriz.
Senin vazifen, halkı isyana sevk etmektir! Tarih, bütün darbelerin, halkın
ayaklanmasıyla başarılı olduğunu göstermiştir.”
İlk durağı olan Basra’ya yerleşip, kamuflaj
için Müslüman bir marangozun yanında işe giren “İngiliz Muhammed”, projesine uygun bir “başrol oyuncusunu” gözetlemeye
başladı.
Hempher bu
süreci hatıralarında şöyle anlatıyor:
Marangozhaneye arada bir, yüksekten konuşan,
asabi bir delikanlı uğruyordu.
Sürekli Osmanlı’yı ve İslam alimlerini
kötülüyor, “Kur’an’da dört
mezhepten birine tabi olmak hakkında hiçbir delil yok” diyordu.
Hatta Hadisleri ve Ebu Bekir, Ömer gibi sahabenin görüşlerini de hiçe
sayıyordu.
Aradıklarımı bu gençte bulmuştum.
Zira dört Halifeye önem vermeyişi, Kur’an’ı
ve Sünneti anlama hususundaki “müstakil” görüşleri
en zayıf noktasıydı. Kendini beğenmişliğini de iyi kullanarak onu elde
edebilirdim.
***
Bu Necdli genç ile çok yakın arkadaşlık
kurdum.
Onu daima övüyor, “İslam’ı cihana yayacak âlim sensin” diyordum,
çok hoşuna gidiyordu.
Kur’an’ı, müfessirlere muhalif; kendi
fikirlerimize göre tefsir etmeyi kararlaştırdık.
Zaman ilerledikçe, “sarhoş etmeyecek kadar içki içmenin haram
olmadığını (!) oruç ve namazın farz olmadığını (!)” söyledim.
İtiraz etti ama Kur’an’ı kendimce yorumlayarak, ayetlerden aktardığım (!) bazı
mantık oyunlarıyla onu ikna ettim.
Bu konuları tefsirimizde bu mutabakatlarımıza
göre işliyorduk.
Hempher
Necdli gence sürekli olarak, “doğrudan
Kur’an’dan ilham alarak kendi anladıklarına göre hareket etmesi gerektiği”ni
telkin ediyordu:
Kendisine, Sünnilik ve Şiilik haricinde bir
yol tutması gerektiğini söyledim. Bu fikrime o da önem veriyordu, zira mağrur
biriydi.
Ondan hiç ayrılmadım. Hiç yalnız bırakmıyor;
konuştuklarımızı muhakeme fırsatı vermiyordum.
Sömürgeler Bakanlığı’na her ay gencin durumu
ile ilgili rapor gönderiyordum.
Bir gün kendisine şöyle bir rüya
uydurdum:
“Dün gece Peygamberimizi rüyada gördüm. Bir
kürsüde oturuyordu, siz girdiniz. Yüzünüz nur gibi parlıyordu. Peygamber
yerinden kalktı, iki gözünüzün arasını öptü ve “Sen benim adaşım, ilmimin vârisisin” dedi. Sen, “Ya Rasulallah, ben ilmimi insanlara
açıklamaktan korkuyorum” dedin, “Sen büyüksün, hiç korkma” diye cevap verdi.”
Anlattığım uyduruk rüyanın etkisiyle, sevincinden
uçuyordu, artık yeni bir mezhep (!) kurmaya karar verdi ki, bu karar benim için
kariyerimin zirvesi demekti...
Sonrası malum…
İş Ortadoğu’nun Osmanlı idaresinden
ayrılmaya, güya bağımsızlığına kadar gelen sürece, bölgenin parçalanmasına
kadar ki kara günlere sebebiyet vermişti.
***
Casuslar ve Casusluk edebiyat ve sinema
vasıtasıyla herkesin aşina olduğu gizli ve tehlikeli bir meslek. Ama gerçek şu
ki; casusların hayatları hayali meslektaşlarından çok daha karmaşık ve
tehlikeli. Birbirleriyle sonsuza dek savaşan ülkeler için casuslar kritik önem
taşıyor. Birçoğu para için çalışıyor, bir kısmı da vatanseverlik adına
yönlendiriliyor. Ayrıca casuslar aynı anda hem kahraman hem de kötü adamlar
olarak ilan edilir. Gerek film ve kitaplarda, gerekse dünya siyaseti içerisinde
bu durum genelde pek değişmez…
Modern
casusluğu İngilizler, dünyanın en büyük gücü oldukları dönemde geliştirdi.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bu konuda üstünlüğü ABD'ye kaptırdılar. Ama
İngiliz casus tipi bir türlü ölmedi: Üst sınıftan gelen, Eton ve Oxford mezunu,
Savile Row terzilerinin elinden çıkma smokin giyen, otomobilden, resimden,
tabancadan, müzikten, içkiden anlayan, kırk yaşlarında, seks makinesi, züppe,
çekici bir İngiliz erkeği 25. filmle sinema tarihinin de bir parçası oldu.
Birçok insan DusanPopov isimli İngiliz ajanın James Bond’u
yaratması için Ian Fleming’in gerçek ilham kaynağı olduğuna inanıyor. İkisi
arasında birkaç paralellik olduğu kesin. Sırbistan’da doğan Popov, İkinci Dünya
Savaşı sırasında MI16 için çalıştı. Popov’un Pearl Harbor’daki Japon
saldırısında FBI’yı uyardığı belirtiliyor ancak bu uyarı ihmal edildiği
Japon’ların saldırısı başarılı oluyor. Büyük istihbarat bilgileri elde etmiş
ajan Popov 1968’de öldü.
007 numaralı ajan James Bond, bu
tipin, İngiltere'nin yeni süper güç ABD'ye yapışık yedek güç haline geldiği
günlere başarıyla uyarlanmış hali. Hayat tarzıyla İngiliz, teknolojik
oyuncakları ve iş hayatıyla Amerikalı olan James Bond, casusluğu bir masal
haline dönüştürdü. SSCB'nin yok olması sorununu başarıyla atlattı. Zaten onun
savaştığı düşmanlar, KGB ajanlarından çok Marslı kötü yaratıklara benziyordu.
Böylece 007 bir tür ölümsüzlüğe kavuştu. İlk James Bond filmi Dr. No, 6 Ekim
1962'de gösterime girmişti. Şu anda son James Bond filmi Daniel
Craig’in son kez James Bond’u canlandırdığı No Time to Die.
James
Bond aslında bir roman kahramanı. Gerçek hikayesi, filmlerindekinden epeyce
farklı. Yaratıcısı Ian Fleming, 14 James Bond romanının ilki olan Casino
Royale'da (1953) bu hikayeyi şöyle anlatıyor:
James
Bond 1924'te İskoçya'da doğar. Sekiz yaşındayken annesiyle babası bir dağ
kazasında ölür. 1938'de asil çocukların ayrıcalıklı lisesi Eton Koleji'ne
girer. İki yıl sonra 16 yaşındayken, kızlarla yaptığı kaçamaklar nedeniyle
okuldan atılır. 1941'de donanmaya girer, II. Dünya Savaşı'nı bir komando olarak
bitirip İngiliz gizli servisinin (MI6) elemanı olur. 1950'de kendisine
‘‘öldürme yetkisi’’ verilir. 1 Ocak 1962'de evlenir, düğün sırasında karısı
öldürülür.
Ian
Fleming, bu romanları yazarken 1961'de bir kalp krizi geçirdi ve bütün
romanlarının film haklarını satmaya karar verdi. Film haklarını iki bağımsız
prodüktör satın aldı: Harry Saltzman ve Albert ‘‘Cubby’’ Broccoli. Bunların
ikisi de karanlık tiplerdi. Fazla paraları olmadığından, bir starla anlaşmak
yerine, tanınmamış birinden James Bond yaratmaya karar verdiler. Her türlü
mesleği denemiş, 31 yaşındaki İskoç vücutçu ve model Sean Connery'yi tuttular.
Adam serserinin tekiydi. Eton'ın kapısından geçmemiş, hiç Aston Martin
otomobile binmemiş, hiç votka-martini içmemişti. Hayatında ilk smokinini, ilk
Bond filmi Dr. No'yu çevirirken giydiğini söylemek, sanırız yeterli olur.
Ama
zamanlama çok iyiydi. Sene 1962, yani soğuk savaşın en dondurucu günleriydi.
Genç ABD Başkanı John Kennedy, tam da o sırada tuttu, Ian Fleming'in
romanlarını çok sevdiğini, en çok beğendiği 10 romanın içinde Rusya'dan
Sevgilerle'nin de olduğunu söyledi. Yapımcılar herhalde milyonlar dökseler,
böyle bir lansman kampanyası yapamazlardı.
Efsane,
Dr. No filmiyle, Sean Connery'nin cismiyle doğdu ve 1960'larda soğuk savaş
günlerinde büyüyüp yerleşti. Tabii hemen kavga ve rekabet başladı. Ian
Fleming'in Saltzman-Broccoli ikilisine satmadığı tek bir James Bond hikayesi
vardı. Casino Royale'i başka bir yapımcı David Niven, Peter Sellers, Woody
Allen gibi komedyenlerle çekti. Bu bir James Bond parodisiydi. Zaten ortalık
James Bond benzeri komedi filmlerinden geçilmiyordu; örneğin Michael Caine bu
tür filmlerle meşhur olmuştu. Bunu gören Sean Connery, 1967'de Bond
filmlerinden çekildiğini açıkladı. Yapımcılar, ona ‘‘biz de sana gösteririz’’
der gibi, Avustralyalı model George Lazenby'yi alıp onunla bir Bond filmi
çektiler. Sean Connery hemen kıskanıp geri döndü ve tekrar Bond oldu. Sean
Connery'nin James Bond'la olan duygusal ilişkisi, belki de seyircinin
ilişkisine benziyordu. Adam hem James Bond'dan kurtulmak istiyor, hem de bir
türlü bırakmaya razı olmuyordu. Rolü Roger Moore'a devrettikten on yıl sonra,
yeniden Bond olma hevesine kapıldı. Fakat 007 bu tür şımarıklıkları
affetmiyordu: Connery'nin 1983'te çektiği ‘‘Bir Daha Asla Asla Deme’’ pek
beğenilmedi.
James
Bond olduğunda 41 yaşındaydı Roger Moore. Dünyanın en iyi oyuncusu değildi.
Herkes ona yıllarca Sean Connery'nin tahtına oturduğu için ateş püskürdü. Oysa
o, başarılıydı: Filmleri çok iyi para yaptı. Ancak iyice yaşlanan Roger Moore,
son filmlerinde artık koşamıyor, uçamıyor ve bir seks makinesinden çok şişman
bir harem ağasına benziyordu. Ondan vazgeçildi ve bu defa Timothy Dalton'da
karar kılındı. Adam eğitimli tiyatrocu, çok iyi oyuncu, yakışıklı ve gençti.
Bir de işi ciddiye almasın mı? Bond romanlarını dikkatle okudu, bu karakterin
sert, acımasız, soğuk bir tip olduğunu keşfetti ve beyaz perdeye yansıttı. Onun
devrinin bitişi, Soğuk Savaş'ın da bitişine rastlıyordu. Ama bu bir problem
değildi. James Bond, kızları, tekno oyuncakları, içkileri ve giysileriyle tarihin
sefaletinden çok uzak bir masal kahramanıydı. Pierce Brosnan, ölümsüz casusu
başarıyla 21'inci asra taşımak için yetti de arttı bile.
James
Bond filmlerinde her zaman ‘‘kızlar’’ olur. Aralarında Ursula Andress, Sophie
Marceau, Kim Bassinger, Halle Berry, Monica Bellucci, Olga Kurylenko gibi
ünlülerin de olduğu kızlar. Ama aslında onların bir karakteri yoktur. Onlar
yapımcıların her filmde farklı ülke, ırk ve renkten seçtikleri, gerçek seks
objeleridir. Oysa gerçek hayatta İngiliz casusları genellikle eşcinseldirler.
Belki de 007'nin cinsel tercihinin bu kadar ısrarla vurgulanmasının nedeni
budur. Asıl Bond kızı Bond'un ta kendisiydi aslında. James Bond, giyimi
kuşamındaki titizliğiyle, detaylara düşkünlüğüyle gerçekten kadınsı. Hiçbir
kadın star, onu gölgede bırakamıyor.
Londra'daki
Science Museum'da (Bilim Müzesi) Bond filmlerinde kullanılan araç, tasarım ve
giysilerden oluşan bir sergi de yapıldı. Neler yok ki, sergide? Çok yıllar önce
Bond için tasarlanan bugünün cep telefonu, burnundan şiş çıkan ayakkabı,
öldürücü melon şapka, timsah şeklindeki denizaltı.
James
Bond'un herkesçe bilinen tematik müziği, John Barry-Marty Norman ikilisini
şöhrete kavuşturdu ve ardından da birbirine düşürdü. O kısa melodiyi Marty
Norman bulmuş, John Barry aranjmanını yapmıştı. İyi de müzik kime aitti?
Mahkemeye gittiler ve müziğin Marty Norman'a ait olduğu tescil edildi. James
Bond müziklerinin hikayesi bununla bitmiyor. Shirley Bassey, Paul McCartney,
Duran Duran ve son olarak Madonna gibi birçok ünlü müzisyen hep 007 için
çalıştı, şarkı söyledi. James Bond'un best of albümünü bile çıkarttılar.
Ian Fleming’in romanlarından sinemaya
uyarlanan İngiliz ajan 007 James Bond, Soğuk Savaş döneminde kapitalist NATO
ülkelerinin üstün teknolojisini de kullanarak dünyayı ‘kötü Ruslar’dan kurtaran
politik bir sembol oldu. MI6 ajanı İngiliz olsa da tüm James Bond filmleri
Hollywood desteğiyle çekildi.
Küba krizinin dünyayı yeni bir savaşın
eşiğine getirdiği 1963’te tamamlanan ‘Rusya’dan Sevgilerle’de (From Russia with
Love) James Bond, komünist Ruslar karşısında zekâsı ve yüksek teknoloji
sayesinde yüzü gülen taraf olur.
1967 yapımı İnsan İki Kere Yaşar (You Only
Live Twice) filminde ise bu kez dünyayı tehdit eden ‘kötü’, komünist Çin’dir.
1983 yapımı ‘Ahtapot’ (Octopussy) filminde
kötü adam Sovyet Generali Orlov’un amacı, çaldığı nükleer savaş başlıklarını
Batı Almanya sınırları içindeki bir ABD hava üssünde patlatarak, Batı Avrupa
ülkelerinin silahsızlanma politikasına yönelmelerini sağlayarak bu ülkelerin
Sovyet yayılması için kolay lokma olmasıydı. Filmde Sovyetler, diğer Bond
filmlerinin aksine ‘iyi’ yanlarıyla da temsil edilir.
Yaşayan Gün Işıkları (The Living
Daylights1987) filminde ise Bond ülkesinden kaçan bir Rus generale yardım
ederken, NATO ülkelerinin amansız düşmanı Sovyet gizli servisi, ilk kez
sakıncasız olarak resmedilir. Serinin 19. filmi ‘Dünya Yetmez’ (1999) filminde
Bond, Sovyetlerin dağılmasının ardından bağımsızlıklarını ilan eden Kazakistan
ve Azerbaycan’da uluslararası bir teröristin izini sürer. Artık ne ideolojik
düşman vardır ne de KGB…
Eon
Productions’ın 1962 yılında ilk Bond filmi “Dr. No” ile başlattığı ve bugün,
neredeyse 60 yıl sonra 25. filmle devam ettirdiği James Bond serisi toplam 7
milyar dolarlık hasılatıyla sinema tarihinin en çok gelir getiren üçüncü
franchise’ı oldu. Yazar Ian Fleming’in yarattığı İngiliz ajan James Bond artık
hiç şüphesiz sinema tarihinin en çok film çekilen karakteri (tabii Marvel bu
konuda çok seri çalışıyor ve bu ünvan yakında el değiştirebilir ama Bond
şimdilik rakipsiz). İlk olarak Sean Connery (6 film) ile başlayan ardından
George Lazenby (1 film), Roger Moore (7 film), Timothy Dalton (2 film) ve
Pierce Brosnan (4 film) ile devam eden seride bu saydığımız aktörlerden hangisi
en başarılı James Bond idi tartışması öyle kolay kolay sonuçlanacak bir mevzu
değil, zira herkesin kendine göre tercih nedenleri var. Daniel Craig’in ise,
sarışınlığı bir yana, role ciddi bir fark getirdiği tartışılmaz. Onun 007
rolünü üstlendiği “Casino Royale” ile birlikte Bond filmlerinde de ciddi bir
üslup farkı oluştu ve 2000 sonrası Hollywood aksiyon filmlerinde Bourne ve
Mission: Impossible gibi yapımların tercih ettiği daha gerçekçi anlatılara
yöneldi 007 serisi.
“No Time To Die” ile 007’ye veda edecek olan
Daniel Craig İlk olarak da, sırasıyla “Casino Royale”
(2006), “Quantum of Solace” (2008), “Skyfall” (2012), “Spectre” (2015) ve
nihayet “No Time To Die” ile 5 serilik Bond kariyerini geride bırakan Daniel
Craig’in son 007 macerası…
Casus filmi demişken..
Yıl 1955 idi..
5 Eylül'ü 6 Eylül'e bağlayan gece..
Selanik'te Atatürk'ün evi bombalandı..
Türkiye olayı TRT Radyo'nun öğlen 13.00 haber bülteninden
duydu..
Ardından İstanbul Ekspress Gazetesi "Yıldırım Baskı"
yaptı..
Normalde 20 bin satan gazete o gün tam 290 bin adet basılmıştı.
Özellikle Rumlar'ın yoğun olduğu semtlerde dağıtıldı..
İstanbul Ekspress tam sayfa verdiği haberde "Atamızın evi
bombayla hasara uğradı" başlığını kullandı..
Gazete bombayı Yunanlılar'ın attığını yazıyordu..
İşte ne olduysa bundan sonra oldu..
Ülkede "Rum Avı" başladı.
Başta İstanbul olmak ùzere sahil kentlerindeki Rumlar'ın
işyerleri ve evleri talan edildi...
15 Rum öldürüldü, 300 kişi yaralandı..
30'dan fazla kadına tecavüz edildi..
4214 ev, 1004 işyeri, 73 kilise, bir sinagog, iki manastır, 26
okul ile fabrika, otel, bar gibi 5317 mekan talan edildi..
Kiliselerin içindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer
kutsal eşyalar tahrip edildi..
İstanbul'da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe
verildi.
Rum ,Yahudi ve Ermeni mezarlıkları saldırıya uğradı..
İki gün süren yağma, talan ve linçten sonra sıkıyönetim ilan
edildi..
Türkiye'deki tüm gazeteler olayda "Yunan kışkırtması"
olduğunu ve Yunanlılar'ın Atatürk'ün evinin bombalayarak halkı tahrik ettiğini
yazdı..
6-7 Eylül olaylarının olduğu günler İngiliz Sunday Times
Gazetesi'nin muhabiri de İstanbul'daydı..
Hem de İstiklal Caddesi'nde..
Olayların tam ortasında..
Üstelik Atatürk'ün evinin bombalandığı Selanik'ten yeni
gelmişti..
Kimdi o biliyor musunuz?..
Ian Fleming..
"007 James Bond" karakterini yaratan dünyaca ünlü
yazar..
Ve İngiliz istihbarat örgütü MI6'ın ajanı..
…
Belki bir gün fırsat buluruz da bizim gerçek
bir casusumuz olan İngiliz Kemal’inde maceralarından da bahsedebiliriz.
FEHMİ
DEMİRBAĞ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder