SİNEMA
İbn-i Heysem'in ilk karanlık oda fikrinin üzerine gelişen fotoğraf ve sinema teknolojileri insanlığın hayatının neredeyse vazgeçilmezleri arasındadır. Hele ki cep telefonlarıyla adeta her saniye çektiğimiz/çekilen videolarla nefes alıp vermekteyiz. Hayatımızı hayatlarına bakarak şekillendirdiğimiz, bir nevi rol modellerimiz olan "Fenomen" denilen insanları hayatımıza sosyal medya sokuşturmuyor mu? Buna bir de internet oyunlarını ekleyin. Çocuklarımız için vazgeçilmez olan çizgi filmleri...Yalnızca işi "kültür" diye adlandıramayız, "ekonomi" boyutunu da es geçerek.
Sinema denilince ilk akla gelen elbette Amerikanya'nın Kutsal Asa'sı(Hollywood) dır.
Hollywood denilince de aklımıza ilk olarak Yahudiler gelir. San Francisko'da sektöre dönüşmeye başlar sinema. Yahudi aleyhtarlığı ortalığı kızıştırınca Kaliforniya'ya sökün eder filmciler.
Eğlendirme maksadı taşır, en büyülü haliyle. Sonra propaganda özelliği farkedilir. Şarlo'dan Potemkin zırhlısına bir seyir başlar. 1. Cihan harbi, krallıklar filme alınan görüntülerden oluşur.
Kısa kesmeye çalışacağım. Sinema, televizyon, bilgisayar mecralarıyla film adı altındaki ürünlerin hayatımızda nasıl yer aldığına ve nasıl şekillendirdiğine dair kısa bir yolculuğa çıkartacağım sizleri.
Kısa dediğime bakmayın. Biraz uzayabilir. Ama sabırla okumaya devam ederseniz enteresan bilgiler sunmaya çalışacağım.
Evlerimizin baş köşesini işgal eden televizyonların vazgeçemediği program türlerinin başında sinema filmleri gelir. Sinema filmleri deyince de, akla ilk gelen Hollywood filmleridir. Bugün Amerika, tüm dünyaya emperyal ideolojisini Hollywood filmleriyle ihraç etmektedir
Hollywood filmleri, Amerika halkının yaşam tarzının diğer uluslarınkinden üstünlüğünü, zenginliğini, değerlerinin yüceliğini, sözde özgürlükçülüğünü, askeri gücünün ihtişamlığını vurgulayıp ön plana çıkarır. Bir sistemi dayattığından aslında alabildiğine ideolojiktir. Bu anlamda Hollywood filmlerinin ırkçı, milliyetçi ve militarist bir yaklaşım sergilediği görülür. Öte yandan, bu filmler, insanların tüketime olan taleplerinin artmasında yeni tüketim alışkanlıkları ve davranış kalıpları geliştirdiğinden, büyük ekonomik bir sektör oluşturmaktadır.
Bu filmler aracılığıyla Amerikan yaşam tarzı, tüketim kültürü, başka uluslara dayatılmakta, bu durum, başka ulusların kültürlerinin ve yaşam tarzlarının derinden etkilenmesine, kültürel çatışma ve kültürel çelişkilerinin artmasına, yerel kültürlerin yok olmasına ön ayak olmaktadır. Hollywood filmleri, insanların hayata bakış açılarının, gelenek ve göreneklerinin, davranış ve ilişki biçimlerinin değişmesinde baş rol oynadığı gibi, insanlar arasında tüketim çılgınlığını körükleyerek sistemin bir iç dinamiği olarak görevini yerine getirir.
Hollywood filmleri, Amerikan toplumunun toplumsal gerçekliğini yansıtmadığı gibi başka toplumların ve insanların gerçekliğini de yansıtmamaktadır. Filmler, fantastik öğelerle yoğrulmuş, hayatın gerçekliğiyle örtüşmeyen, yapılandırılmış bir kurgusallıktan ibaret olmaktadır.
Hollywood film yapımcıları, insanlar üzerinde, etki dozunu artırmak için ölüm, seks, şiddet, eğlence, oyun gibi temalardan çok yararlanırlar. Aynı şekilde bu uzmanların, gelişmiş teknolojik imkanlardan, özel efektlerden ve büyük parasal kaynaklardan yoğun bir şekilde yararlanarak, insan doğasına müdahale edilmesi ve şekillendirilmesinde büyük başarı sağladıkları görülmektedir. Gerçeklik, abartılı bir şekilde taklit edilerek, gerçek ötesi bir gerçeklik (hiper-gerçeklik) ile sunulurlar. Patlamalar, araba kovalamacaları, insanların kurşunlara dizilmesi, arka arkaya bindirilmiş saniyelik görüntüler, şiddetli müzik, oyuncuların rollerinde uzmanlaşmış olmaları, filmlerin insanları etkileme derecesini artıran faktörler arasındadır.
Hollywood filmleri, genellikle, polisiye, cinayet, intihar, askeri operasyon, uçak kaçırma, uyuşturucu kaçakçılığı, uzaylı ya da canavar yaratıklar, olağanüstü kahramanlar gibi kurgusal, fantastik gerçekliğe ilişkin çarpık bilgi içeren, salt eğlenceye dönük, insanları kendilerine ve hayata yabancılaştıran konuları malzeme edinir. Bu konuları işlerken yönetmenler bir olayın tarafı şeklinde filmin kurgusunu örer. Klasik iyi-kötü çatışması iyinin manipule edilmesi ile son bulur.
Hollywood filmleri insanları eğlendirirken aynı zamanda karmaşık olmayan, insanların beyinlerine yerleştirilen kültürel kodlarla, belirli mesajlar verir. Bunlardan en çok ön plana çıkan iyi-kötü ayırımıdır. Bu kavramlarla bazı keskin yargılar verilir. Şablon hep aynıdır. İyi ile kötünün savaşımında, iyiler hep olağan üstü özelliklerle donatılan Amerikalı kahramanlar, kötüler ise Amerikan halkından olmayanlardır, ötekilerdir. İyiler, kahraman Amerikalı polisler, kötüler ise; sürekli suç işleyen, katiller, uyuşturucu bağımlıları, fahişeler, silah kaçakçıları ve ölümcül Çinliler, pis zenciler, sorunlu göçmenler, Ortadoğulu teröristler, Ruslar ve doğuştan patolojik olarak nitelendirilen insanlardır. İyiler, savaş oyununda hep kazanırlar, kötüler ise hep kaybederler, olayın sonunda cezalandırılırlar ve öldürülürler. İyiler, güzel, çekici, seksi ve yakışıklıdırlar, kötüler hep kaba ve küfürlü konuşurlar, çirkindirler.
ABD Başkanları sinemayı, halkı politik kararlara hazırlamak ve ABD sempatizanlığı oluşturmak için bir araç olarak kullandı... ABD’nin propagandasında kullanılan o filmlere kısaca bir göz atalım mı?
Yönetmen Barry Levinson’ın Türkiye’de ‘Başkan’ın Adamları’ ismiyle gösterilen Wag the Dog (1997) filminde, Beyaz Saray danışmanlarından Robert De Niro, Başkan’ın adının karıştığı seks skandalını, seçimlere kısa bir süre kala medyanın ve Amerikan halkının gündeminden çıkarmak için ilginç bir yönteme başvurur. Hollywood yapımcısı rolündeki Dustin Hoffman ile bir araya gelerek, dikkatleri hayali bir savaş senaryosuna yönlendiren De Niro, tüm dünyayı ilgilendiren krizi yönetmek için bir beyin takımı kurar ve kitleleri meşgul etmeyi başarır. Levinson’ın Amerikan siyaseti ve medya ahlakı üzerine ince eleştiriler yönelten filmi, Beyaz Saray ile Hollywood arasında uzun bir geçmişe dayanan koalisyonun şifrelerini ilk kez gün yüzüne çıkarıyordu. Beyaz Saray’ın, sıkıntılı günlerde ülke içinde moral yükseltmek için film endüstrisiyle işbirliğine ihtiyaç duyduğu görülüyor.
ABD başkanları için sinema, politik kararlarına halkı hazırlamak ve uluslararası kamuoyunda Amerikan sempatizanlığı oluşturmak için ikna gücü yüksek bir propaganda aracı oldu. Mesajlar, kimi zaman politik kimi zaman da komedi ve aksiyon türünde yapımlarla verildi.
1930’lu yıllar boyunca tüm dünyayı etkileyen ekonomik buhranda umutları yıkılan kitlelerin trajediden kaçış olarak sinemalara akın etmesi Başkan Franklin D. Roosevelt’in dikkatinden kaçmadı. Roosevelt, beyazperdenin, topluma yön verebilecek etkili bir politik araç olabileceğini o sırada keşfetti.
Roosevelt, 1933’te hükümetin film yapımına doğrudan müdahalesini yasalaştırdı ve bunun karşılığında stüdyo sahiplerine sınırsız yetkiler verdi. Başkan Roosevelt, Amerika Birleşik Devletleri’nin 1. Dünya Savaşı sonrasında dünyada aktif bir rol oynaması konusunda kararlıydı. Ama kendisi gibi düşünmeyen Amerikan kamuoyunu buna hazırlamak için büyük çaba sarf ediyordu. Çoğu Amerikalı, Avrupa’da devam eden 2. Dünya Savaşı’na tamamen ilgisiz kalmayı tercih ediyordu. Pearl Harbor saldırısı, bölünmüş Amerikalıları birleştirmişti; ancak savaşa karşı olan azımsanmayacak bir kesim vardı.
Hollywood stüdyolarının kapılarını çalan Roosevelt’in imdadına Humphrey Bogart ve Ingrid Bergman’ı bir araya getiren 1942 yapımı Kazablanka (Casablanca) filmi yetişti. Gişe rekoru kıran filmde, Alman toplama kamplarından kaçarak Kazablanka’ya gelen direnişçilerin Lizbon üzerinden ABD’ye iltica etmeleri, romantik bir aşk hikâyesi ekseninde gösteriliyordu. Konu, tarihi gerçeklerle hiç örtüşmese de Kazablanka, dikkatleri Pasifik’in öte kıyısında yaşananlara dikkat çekmeyi başarmıştı. Filmin ilk gösterimi bu yüzden, 1943 Kasım’ında General Dwight Eisenhower komutasında Kuzey Afrika’daki Alman birliklerini yenerek Kazablanka’ya giren İngiliz ve Amerikan askerlerine yapıldı.
Kazablanka’nın hemen ardından Savaş Bilgilendirme Ofisi (OWI) bünyesinde kurulan Sinema Dairesi’ne, milliyetçilik duygularını yükseltmek ve Amerikan ordusunun güçlü imajını yükseltmeyi amaçlayan propaganda filmleri üretme görevi verildi. Savaş yıllarında Paramount hariç film stüdyoları, OWI’nin tüm senaryoları çekim öncesinde okumasına ve rötuşlar yapmasına izin verdi.
“Amerikan milliyetçiliğini anlatmak için propaganda enjekte etmenin en kolay yolu filmlerin içerisine orta şiddetli propaganda katmaktır.” diyen dönemin OWI Müdürü Elmer Davis, önüne gelen senaryolar için sadece şu soruyu soruyordu: “Bu film, savaşı kazanmamıza yardımcı olacak mı?”
Kazablanka’nın yapımcısı Warner Bross, Franklin D. Roosevelt’in sadık bir destekçisi oldu. Bunun karşılığında sinema, savaş yıllarında Avrupa kıtasında çalışmasına müsaade edilen ve kazancını artıran tek sektör oldu.
II. Dünya Savaşı’nda Frank Capra, John Ford ve William Wyler gibi yönetmenler vatanseverlik duygularını okşayan Nazizm karşıtı filmlerle Amerikan kamuoyuna moral verdi. Capra, Savaşa Giriş (1942), Nazilere Darbe (1942), Britanya Savaşı (1943), Bölmek ve Fethetmek (1943), Düşmanın Japon’u Tanı (1945), Tunus Zaferi (1945) ve Neden Savaşıyoruz? (Why We Fight?) adlı propaganda amaçlı savaş belgeseli serileri yaptı. Kapalı gişe oynayan, Olmak Ya da Olmamak (To Be or Not To Be 1942) isimli komedi filminde Hitler alaya alındı.
Soğuk Savaş’ın etkili olduğu 1950’li yıllarda, ABD’de Senatör McCharty ve arkadaşlarının başını çektiği komünist avında işe Hollywood’dan başlanması anlamlıydı. ‘Komünistler geliyor’ paranoyasının hâkim olduğu bu dönemde, yüzlerce senarist, oyuncu ve yönetmen baskılara maruz kaldı, işten çıkartıldı, hapse atıldı. Kara listede ismi olan senaristlere, kazanmalarına rağmen Oscar’ları verilmedi.
OWI, 1945’te kapatıldı; fakat Beyaz Saray’ın Hollywood’la kurduğu örtülü koalisyon format değiştirerek devam etti. Sovyet rejiminin yayılma politikasına karşı sinema büyüsünü kullanan Beyaz Saray, kovboy filmleriyle ustaca düşünülmüş bir propaganda yolu izledi. Başkan Harry Truman ve Eisenhower dönemlerinde seri üretimle çekilen western filmlerinde, çitlerle çevrili özel mülkünde özgürce yaşayan ve pazar günleri kiliseyi aksatmayan muhafazakâr değerlere sahip aile modeli özendirilerek, komünizmin ‘ortak mülkiyet’ ve din konusundaki söylemlerine karşı bir model geliştirildi. Frank Capra, filmleriyle Amerikan Rüyası’nın ilham kaynağı oldu.
Kovboyların amansız düşmanı ise halka korku salan, gerçekte Kızılordu’yu temsil eden ‘Kızıl’derililerdi… Posta Arabası (Stagecoach 1939) ve Çöl Aslanı (The Searchers 1956) gibi türün önemli filmlerine imza atan John Ford, propaganda içerikli kovboy filmleriyle özdeşleşti. Stalin, kovboy filmleriyle beyazperdede Amerikan ikonu haline gelen ve sıkı bir anti-komünist olan John Wayne için KGB’ye ölüm emri verdi.
Hollywood, Vietnam Savaşı’nın seslerinin duyulduğu 1962 yılında, 2. Dünya Savaşı’nda Amerikan askerlerinin kahramanlıklarını anlatan savaş filmlerinin seri üretimine başladı. Normandiya çıkarmasını anlatan 2 Oskar ödüllü En Uzun Gün (The Longest Day) filminde Richard Burton, John Wayne, Henry Fonda ve Robert Mitchum gibi dönemin ünlü yıldızları düşük ücretlerle oynadı. Film, Vietnam öncesinde, ‘insanlığın güveni için çarpıştık, gerekirse yine yaparız.’ mesajını veriyordu.
Ne var ki Vietnam Savaşı’nda işler Beyaz Saray’ın planladığı gibi yolunda gitmedi. Warner Bross, bu kez Vietnam’dan gelen kötü haberleri perdelemek için çıkış yolu arayan Başkan Lyndon Johnson’ın tutunacağı bir can simidi oldu. Cepheden ulaşan iç karartıcı haberlere rağmen Vietnam’dan çekilmeyi politik çıkarları için göze alamayan Başkan Johnson, karşı propaganda için düğmeye bastı. Amerikan ordusunun ‘Ezileni kurtarmak’ sloganıyla kurulan özel gücü Yeşil Bereliler’in Vietnam’da ‘kahramanca mücadelesi’ni konu alan The Green Berets (1968) filmi çekildi. Başrolde John Wayne’nin oynadığı filmde ‘Vietnam’da her şey yolunda’ mesajı verildi. Oysa Yeşil Bereliler gösterimde olduğu sırada Pentagon, Vietnam’da tarihinin en büyük kayıplarını verdiğini rapor ediyordu.
Aktörlükten ABD Başkanlığı’na geçiş yapan Ronald Reagan da politikaları için sinemayı profesyonelce kullandı. Beyaz Saray, 1980’li yıllarda bir yandan Soğuk Savaş’ta galip taraf olmayı, diğer yandan da Vietnam yenilgisinin toplumda oluşturduğu ezikliği telafi etmeyi, gündeminin ilk sırasına aldı.
Reagan’ın, özgürlüğünden taviz vermeyen, ‘güçlü ve muhafazakâr Amerikalı’ hayali kısa sürede yapımcıların elinde ete kemiğe büründü. Sylvester Stallone, Arnold Schwarzenegger, Chuck Norris ve Bruce Willis gibi oyuncular korkusuz kovboyların yerini alarak güçlü kaslarıyla kötülere hadlerini bildirdi.
Stallone, Rambo 2’de (1985) Vietnam’da esir tutulan Amerikalı askerleri tek başına komünistlerin elinden kurtararak
Vietnam yenilgisinin intikamını alır. Rambo 3’te (1988) Ruslara karşı özgürlük mücadelesi veren Afganlılara katılır ve onlara beyazperde'de zafer kazandırır. Rocky 4’te (1985) ise Amerikan bayraklı şortuyla Rus rakibi Ivan Drago’yu kendi ülkesinde ve Sovyet yöneticilerinin hazır bulunduğu salonda ringe seren Stallone, finalde “herkes değişebilir” tiradıyla komünist dünyaya çağrıda bulunur.
Reagan döneminde, Vietnam Savaşı ve Watergate skandalıyla sarsılan Amerikan halkını birbirine kenetlemek için, ülkenin kuruluş yıllarında yaşanan İç Savaş ve sonrasını konu alan diziler üretildi. Kuzey ve Güney (North and South 1985), Şefler (Chiefs 1983), Mavi ve Gri (The Blue and The Gray 1982) gibi tarihi dizi filmlerde milliyetçilik duyguları kabartıldı. İlk Kan (First Blood-1982) filmiyle toplum dışına itilen Vietnam gazilerine ‘sizi anlıyoruz’ denildi.
Amerikan Savunma bakanlığının 54 milyon dolarla sübvanse ettiği Top Gun (1986) filminde donanma pilotu Tom Cruise, Sovyetler’e ait MiG uçaklarıyla havada yaptığı mücadeleyi kazanır.
Rakibi SSCB’nin kıtalar arası balistik füzelerinin uzaydan kontrol edilmesini öngören savunma programına Yıldız Savaşları (Star Wars) adını veren Reagan, medyanın desteğiyle kısa sürede ülkesini süper güç yapan kahraman bir başkomutan figürüne büründü.
Time dergisi Reagan’ı ‘Yılın Adamı’ seçerken, Hollywood ‘Süper Başkan’ figürüne göndermeler yapan kahraman filmlerine ağırlık verdi. Superman (1983/1987), Robocop (1987), Batman (1989), Cehennem Silahı (Lethal Weapon (1987), American Ninja (1985) filmleri gerçekte Reagan döneminin felsefesini parlatan yapımlar olarak dikkat çekti.
Oliver Stone, Müfreze (Platoon 1986) filminde savaşın acımasızlığına vurgu yapsa da alt metinde ‘onlar savaştılar; ama kahramanca öldüler’ mesajını vererek Vietnam’da zedelenen ulusal onuru onarma gayretine girişti. Stone’un, eleştirmenlerce en iyi işi kabul edilen Salvador (1986) filmi, ABD’nin Latin Amerika ülkelerindeki uygulamalarını iğneleyen bir akış izlese de arka fonda, ‘bu coğrafyada yaşananlar Beyaz Saray’ın sistemli politikası değil, kişi ve kurumların kişisel hatası’ düşüncesi aşılanır.
Ian Fleming’in romanlarından sinemaya uyarlanan İngiliz ajan 007 James Bond, Soğuk Savaş döneminde kapitalist NATO ülkelerinin üstün teknolojisini de kullanarak dünyayı ‘kötü Ruslar’dan kurtaran politik bir sembol oldu. MI6 ajanı İngiliz olsa da tüm James Bond filmleri Hollywood desteğiyle çekildi.
Küba krizinin dünyayı yeni bir savaşın eşiğine getirdiği 1963’te tamamlanan ‘Rusya’dan Sevgilerle’de (From Russia with Love) James Bond, komünist Ruslar karşısında zekâsı ve yüksek teknoloji sayesinde yüzü gülen taraf olur.
1967 yapımı İnsan İki Kere Yaşar (You Only Live Twice) filminde ise bu kez dünyayı tehdit eden ‘kötü’, komünist Çin’dir.
1983 yapımı ‘Ahtapot’ (Octopussy) filminde kötü adam Sovyet Generali Orlov’un amacı, çaldığı nükleer savaş başlıklarını Batı Almanya sınırları içindeki bir ABD hava üssünde patlatarak, Batı Avrupa ülkelerinin silahsızlanma politikasına yönelmelerini sağlayarak bu ülkelerin Sovyet yayılması için kolay lokma olmasıydı. Filmde Sovyetler, diğer Bond filmlerinin aksine ‘iyi’ yanlarıyla da temsil edilir.
Yaşayan Gün Işıkları (The Living Daylights1987) filminde ise Bond ülkesinden kaçan bir Rus generale yardım ederken, NATO ülkelerinin amansız düşmanı Sovyet gizli servisi, ilk kez sakıncasız olarak resmedilir. Serinin 19. filmi ‘Dünya Yetmez’ (1999) filminde Bond, Sovyetlerin dağılmasının ardından bağımsızlıklarını ilan eden Kazakistan ve Azerbaycan’da uluslararası bir teröristin izini sürer. Artık ne ideolojik düşman vardır ne de KGB…
Bond ezeli rakibi Ruslarla giderek yakınlaşırken, SSCB lideri Mihail Gorbaçov, ‘ekim devrimi’nin 70. yıldönümündeki konuşmasında Stalin ve Troçki’yi eleştiriyor, Avrupa ve Asya’da yerleştirilmiş olan orta ve kısa menzilli füzelerin imha edilmesini kabul ederek yeni dönemin sinyalini veriyordu.
Düşman algısının kısmen değişmesinin sebebi, Soğuk Savaş’ta yaşanan yeni süreçle yakından ilgiliydi. Sovyet lideri Gorbaçov, 1985 yılından itibaren ABD Başkanı Reagan ile Cenevre ve Reykjavik’te art arda zirve toplantıları yapmış, silahsızlanma, silahların denetimi, bilim, kültür, eğitim alanlarında bilgi alışverişi konuları ilk kez telaffuz edilmişti. Gorbaçov’un Soğuk Savaş’ı bitiren Perestroika (yeniden yapılanma) ve Glasnost (açıklık) adını verdiği reform çalışmaları sonunda Reagan, 1987’de orta menzilli füzelerin imhası için antlaşma imzaladı.
Soğuk Savaş’ta esen ılık rüzgârlar çok geçmeden Hollywood’da da etkisini gösterdi. Kaslarıyla ‘güçlü Amerikalı’ projesinin prototipi olan Arnold Schwarzenegger, Kızıl Ateş (Red Heat 1988) filminde bu kez ABD’ye kaçan bir uyuşturucu kaçakçısını kovalayan disiplinli Rus polisini canlandırdı. Schwarzenegger’in, ‘Ivan Danko’ rolünü canlandırdığı Kızıl Ateş, Kızıl Meydan’da çekilen ilk ABD filmi oldu. Böylece kamuoyu, Beyaz Saray ile Kremlin arasında başlayan yakınlaşmaya hazırlatıldı.
SSCB’nin dağılmasından sonra ABD’nin süper güç olduğu tek kutuplu dünyada, Washington imajını parlatırken masal dünyasının büyüsüne ihtiyaç duydu. Bill Clinton’ın başkanlığı döneminde (1993-2001) ise başkanları sempatik ya da kahraman gösteren yapımlara ağırlık verilerek sempatik başkan algısı oluşturulmaya çalışıldı. Michael Douglas (The American President 1995), Kevin Klein (Dave 1993), Harrison Ford (Air Force One 1996), Bill Pullman (Independence Day 1996) Amerikalıların sevgi ve güvenini kazanan başkan figürünü canlandırdı.
Soğuk Savaş’ın ardından Hollywood kahramanlarının yeni düşmanı Arap teröristler oldu. Arnold Schwarzenegger, ‘Gerçek Yalanlar’da (True Lies 1994) ülkesini bir grup Arap teröristten kurtarır. Denzel Washington’ı, ‘Kuşatma’ (The Siege 1998) filminde New York’ta bombalama eylemleri yapan Arap teröristlerin izini süren FBI ajanı rolünde görürüz.
George W. Bush, başkanlığının ilk yılında yaşanan 11 Eylül saldırılarının ardından ABD güvenliğini tehdit eden İran, Irak ve Kuzey Kore gibi ülkeler için önleyici savaş doktrinini açıkladı. Afganistan müdahalesi ve Irak’ın işgalini takip eden Guantanamo ve Ebu Gureyb Hapishanesi gibi uygulamalar dünya kamuoyunda Amerikan karşıtı sivil eylemlerin artmasına sebep olunca, Hollywood tekrar göreve çağrıldı.
Leonardo DiCaprio, ‘Yalanlar Üstüne’ (Body of Lies 2008) filminde Ortadoğulu terörist bir liderin dünyanın çeşitli yerlerinde bombalama eylemi yapmasını engeller. Filmde Arap coğrafyası, güven vermeyen bir yer olarak gösterilir. 6 Oscar kazanan ‘Ölümcül Tuzak’ (The Hurt Locker 2008) filminde Amerikan askerlerinin kahramanlığı anlatılırken alt metinde ‘Irak’ta herkesin potansiyel bir düşman’ olduğu izleyiciye empoze edilir.
Green Zone (2010) filminde CIA, Irak’ın bölünmemesi için uğraş veren ama başaramayan bir örgüt olarak gösterilir. Irak Savaşı’nı konu alan filmlerde, ABD’nin, gerçekte çıkarları için değil, bölge halkının özgürleştirilmesi için orada olduğu mesajı verilir.
George Clooney, birinci Körfez Savaşı’nı konu alan ‘Üç Kral’da (Three Kings 1999) Irak ordusunun zulmüne uğrayan yerel halkı koruyarak, gerçekte ABD ordusunun neden çölde olduğunun cevabını verir.
Ridley Scott’ın propaganda filmi ‘Kara Şahin Düştü’de (Black Hawk Down 2001) 1993’te Birleşmiş Milletler gücüne bağlı olarak kötü adamları yakalamak için Somali’ye gönderilen bir grup Amerikan askerinin hikâyesi etkileyici bir görsellikle anlatılır. Alt metinde, ‘yerel halkın özgürlüğü için buradayız’ mesajı dikkat çeker.
ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılında gösterime giren Güneş’in Gözyaşları (Tears of The Sun) filminde, orduya bağlı özel kuvvetlerde görev yapan Bruce Willis, emrindeki mangayla, bir grup mülteciyi Nijerya’daki diktatörün elinden kurtarmaya çalışır. Film, Irak’taki varlığı tartışılan Amerikan askerleri için iyi bir propaganda olur.
Michael Bay’ın, Transformers (2007) filminde Amerikan ordusu, doğal kaynakları ele geçirmek için başka bir gezegenden gelen kötü robotlardan Dünya’yı kurtarır. Bay, Armageddon (1998) filminde de ‘dünyayı kurtaran Amerikalı’ temasını merkezine alır ve Dünya’ya çarpmak üzere olan bir astreoidi, petrol sondaj uzmanı Bruce Willis hayatını feda ederek yok eder. Bir anlamda ‘biz iyi adamız’ mesajı alttan alta verilir.
Wag the Dog filminin gösterime girdiği 1998 yılında ilginç bir olay yaşandı. ABD Başkanı Bill Clinton ile Beyaz Saray stajyerlerinden Monica Lewinsky arasında Beyaz Saray’da yaşanan seks skandalı Clinton’ı başkanlığını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bıraktı. Clinton, Kongre’de bir konuşma yaparak Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in nükleer silah yapımına göz yumduğunu öne sürdü ve Kongre’de Bağdat’a saldırı tehdidinde bulundu. Aralık ayında dört gün süren Çöl Tilkisi Operasyonu’nda Irak’ın farklı yerleri bombalanarak gözdağı verildi.
Kendisi de bir pilot olan aktör John Travolta, Kod Adı: Kılıçbalığı (Code Name: Swordfish) filminde ne diyordu?
"Onlar bir kiliseyi bombalarsa biz 10 tanesini uçuracağız, bir uçağı kaçırırlarsa biz tüm havaalanını yok edeceğiz, gerekirse kendi binalarımızı bombalayacağız, gerekirse bir şehri nükleer bomba ile sileceğiz ve terörün acımasız yüzünü insanlara göstereceğiz. Böylece terörist devletlere saldırmak için arkamızda kamuoyu desteği olacak."
Bu film, New York'taki ikiz kulelere saldırıdan tam 3 ay önce 8 Haziran 2001'de gösterime girmişti. 11 Eylül saldırılarıyla şaşırtıcı benzerlikler taşıyan filmin senaryosu, 11 Eylül'ün bir Amerikan komplosu olduğu tezini destekler nitelikteydi. Zaten John Travolta'nın oynadığı derin Amerikan devletinin adamı olan karakter, o dönemde George W. Bush'un yardımcısı olan ve Neo Con ekibinin en eli kanlı gözü dönmüş unsuru Dick Cheney ile benzeşiyordu. Dick Cheney de aynı mantığı güdüyordu. "Zor, oyunu bozacaktı"... (Bu arada enteresan birşey, Hollywood bazen bir kahin gibi olacakları görüyor. Mesela Ağustos 1997'de gösterime giren "Komplo Teorisi" -Conspiracy Theory - filminde de Türkiye'deki deprem tam olarak da 7,4 büyüklüğünde geçiyordu.)
ONE MİNUTE adlı kitabımızdan...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder