19 Ekim 2022 Çarşamba

BABA OCAĞI, ANA KUCAĞI AİLE

BABA OCAĞI, ANA KUCAĞI AİLE Evlilik amaç mı, araç mı? Amaçlar nedir, araçlar nedir? Sorunsuz evlilik olmayacağına göre, sorunlara önceden hazırlıklı olmak gerekiyor; ama nasıl? Erken evlenmek zararlı olduğu kadar, geç evlenmek de zararlıdır ve bunun nedenleri nelerdir? Evlilikte karı-kocanın huylarının çatışması olursa ve buna çare var mıdır? Güzel geçim için önce kendini, sonra karşı cinsini tanımanın önemi hakkında ne biliyoruz?Lüks evlilik yapma yerine, eksik ihtiyaçlarla evlilik yapılmas ı mümkün müdür?Aileler ve akrabalar arasında dengeyi sağlamanın yolları var mıdır?Karı-kocanın birbirleri üzerinde hâkimiyet kurma istekleri engellenebilir mi?Anne ve babaya bağımlı olarak yetişenlerin evlilikleri nasıl olur? Çalışan kadınla evlilik hayatı nasıl gider?Boşanmaların esas nedeni olan aldatmaların nedenleri ve çareleri nelerdir? Evlilik; iki yabancının farklı değerler, kısmen ya da tamamen farklı kültürlerle ve iki ayrı aile öyküsüyle bir araya geldikleri ve kendilerini yeniden tanımladıkları, yeni ve özel bir yapı olarak tanımlanabilir. Ailenin toplumsal yapının temelini oluşturduğu göz önünde bulundurulduğunda, evlenme süreci de önem teşkil etmektedir. Evlilik, bir kadın ve bir erkeğin karı-koca rollerini edinerek yaşamlarını birlikte geçirmek ve soylarını yasaların koruduğu bir kurum içerisinde belirli statüye sahip çocuklar dünyaya getirerek sürdürmek üzere oluşturdukları bir ilişkiler sistemidir. Evlilik karmaşık bir ilişki sistemidir. Bireylerin birbirlerine davranma biçimleri, evlilik içi rol ve sorumluluklarını öğrenmeleri gerektirmektedir. Evliliğin temel işlevleri arasında cinsel yaşamın sağlıklı olarak düzenlenmesi, cinsiyet rolleri ve iş bölümünün belirlenmesi, ekonomik üretim ve tüketim etkinliklerinin düzenlenmesi gibi temel görevler yer almaktadır. Ayrıca, evlilikte eşler sosyal gereksinim anlamında güven içinde olma, korunma, dayanışma halinde olma, geleceğe güvenle bakabilme ve toplumda bir yer edinme gibi isteklerini doyurma imkânı bulmaktadır. Psiko-biyo-sosyal birçok gereksinimi karşıladığı görülen evlilik ilişkisinin çiftlerin duygusal birtakım gereksinimlerini de karşılıyor olması evliliğin göz ardı edilemeyecek bir boyutunu oluşturmaktadır. Kadın ve erkek sevme, sevilme, beğenilme gibi doğal gereksinimlerini de evlilik ilişkisi içinde karşılamaya çalışmaktadır. Evlilik, mutlu olma sanatı değil, mutlu etme sanatıdır. Mutlu eden mutlu olur. Mutlu edeni Allah mutlu eder, diğeri de karşıyı mutlu etmeye gayret eder. İman ve nikâh, ahirette de devam eden en önemli iki huzur sebebidir. İmanı; ilim, amel, zikir ve fikir/tefekkür korur. Nikâhı; güzel ahlak korur, haklara karşılıklı riayet etmek korur, helal rızık korur, dilini gözünü, kulağını, yanlışlardan korumak korur. “Kadının meziyetleri: Samimiyet, sadelik, sevgi, sadakattir.” Artanlı Mehmed Said Doğan Uygulamak isteyenlere bazı vecizeler: "Akıl tam olunca söz azalır.” Hz. Ali (r.a.) “Kendine hâkim olan başkalarına da hâkim olur.” Konfüçyüs Eşlerden haklı olan susmalı, haksız olan özür dilemelidir. Kendini kazanan karşıyı da kazanır. Kendini kaybeden karşıyı da kaybeder. Kendimizi kazanmak, nefsimize hâkim olmakladır. “Çakıl taşlarını kemale erdiren çekiç darbeleri değil, suyun okşayışlarıdır.” Rabindranath Tagore “Öğüt dinlemeyen azar işitme isteklisidir.” Sadi-i Şirâzî “Sesini değil sözünü yükselt, çiçekleri büyüten gök gürültüsü değil, yağmurlardır.” Mevlana “Nefsinin öğretmeni, vicdanın öğrencisi ol” Eflatun Müslüman, nefsini aklına, aklını da imanına tabi kılar. Nefis terbiye olmazsa, aklı esir alır. Nefis, ancak sabırla yola gelir. Sabır da ancak Allah’ın yardımıyla gerçekleşir: “Sabret! Senin sabrın ancak Allah’ın yardımı iledir.” (Nahl sûresi 16/127.) Sabır, nefsi hoşlanmadığı şeyi yapmaya hapsetmektir. “Sabır, kadere kızmaktan kalbi tutmak, dili şekvadan tutmak, beden organlarını da Allah’a isyandan tutmaktır.” İbn Kayyûm el-Cevzî Ailede mutluluk, sevgi ile başlar saygıyla devam eder. Evliliği korumak, mutluluğu korumak, ebedî huzuru korumaktır. Evliliğimizi zaman zaman bakıma almalıyız. Kendimiz için sevdiğimizi eşimiz için de sevmeliyiz: “Sizden biriniz kendisi için sevdiği şeyi kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş olmaz.” (Buhârî, Îmân, 7; Müslim, Îmân, 71-72.) Mü’minin en kamili, ahlakı en güzel olanı özellikle her gün iyilikleri olan eşlerine hayırlı olanıdır. İşte bu konuda Hz. Peygamber Efendimiz (sas) şöyle buyurmuştur: “Mü’minlerin iman bakımından en kâmili, ahlâkça onların en güzel olanıdır. Sizin hayırlılarınız da kadınlarına karşı ahlâkça hayırlı olanınızdır.” Aile fertleri ayrı ayrı ruhlarda yaratılmış olduğu için ayrı ayrı tellerden çalarlar ama aynı türküyü ve aynı şarkıyı söylerseler zararı değil faydası olur. Eşler birbirine karşı küçük hataları ders alarak nimete dönüştürebilirler. Küçük hata öğretmen bilinir ders alınırsa büyük hataya engel olur. Her eş kendine “ben karşıyı mutlu etmek için ne yaptım” diye sormalıdır. Gerçek sevgi her problemi halleder. “Gerçek sevgi, iyilik gördüğünde artmayan, kötülük gördüğünde eksilmeyendir.” Yahya b. Muaz Sevginin ispatı fedakârlıktır, sevilene katlanmaktır. “Her şeyin bir tartısı vardır. Sevginin tartısı fedakârlıktır. Fedakârlık etmeyenin sevgisine inanılmaz.” Abdülaziz Bekkine Dili yanlışlardan korumak huzuru korumaktır. Dilin kilidi kalptedir. Kalbini koruyan dilini, dilini koruyan da huzurunu korur. Evin huzuru güzel ahlakla devam eder. Güzel ahlak; af dilemek, affetmek, hayâlı olmak, dili korumak, gıybeti ve sû-i zannı terk etmek, öfkeyi yenmek, cömertlik yapmak, derya gönüllü olmak, münakaşayı ve yalanı terk etmek, hatayı itiraf etmek, haklı olunca susmak, haksız olunca özür dilemek, karşıyı değil, kendimizi eleştirmek vb.'dir. Evin huzuru için evde namaza, zikre, ilme, Kur’ân-ı Kerîm okumaya çok önem vermek lazımdır. Evliliğin temel işlevleri veya evliliğin niteliksel özellikleri nelerdir? Bağlılık: Çiftin evlilik ilişkisi hakkındaki değerlerinin ne olduğu ve ilişkilerini sürdürme konusundaki niyet ve çabaları anlamına gelmektedir. Özen: Çift arasındaki duygusal bağlanmayı ifade etmektedir. Evlilik ilişkisine ihtimam göstermenin önemi, evliliğin devamını garantileyecek yeterli ve uygun özenin evlilik ilişkisinde var olma durumudur. İletişim: Çiftin sözlü veya sözsüz, sembolik mesajlar ile ortak anlamları paylaşabilmesidir. Çatışma ve uzlaşma: Çatışma ve uzlaşma tüm ilişkilerde karşılaşılabilecek bir süreçtir. Çiftin gerçekleştirmesi gereken görev, çatışmaları nasıl etkili biçimde çözecekleri ve uzlaşmaya ne şekilde varabileceklerini öğrenmeleridir. Anlaşma: Eşin, diğer eşin açık veya örtülü mesajlarını, beklentilerini algılaması ve yerine getirebilmesidir. Bu aşamada çiftin üzerine düşen görev, beklentilerin ve anlaşma yollarının keşfedilmesi ve öğrenilmesidir. Bu aşamanın içerdiği bir diğer görev de çiftin kendi kök ailelerinden ayrışarak, çift olarak bireyselliklerini oluşturabilmeleridir. Evliliği sağlıklı olarak değerlendirebilmek için hangi nitelikler olmalıdır. Özellikle “bizim evliliğimiz nereye gider” veya “biz evlenebilir miyiz” sorusunu soran çiftlerin bu niteliklere bakması gerekmektedir.  Duyguları anlama ve paylaşma: Eşlerin birbirlerine empatik yaklaşmaları, olumlu veya olumsuz duygularını açık, içten ve özgür biçimde paylaşmaları.  Bireysel farklılıkların kabullenilmesi  İlgi ve sevgi duygusunun iletilmesi: Eşlerin ilgi ve sevgi duygusu ile birbirleri ile etkileşim içinde olmaları.  İşbirliği: Eşlerin amaçlarına ulaşmaları için her birinin etkili biçimde çalışması ve gönüllü olarak işbirliği yapılması.  Mizah duygusu: Eşlerin yaşanan olaylar ile ilgili şakalaşma ve espri yapmaları.  Temel gereksinimleri karşılama: Eşlerin yaşamlarını sürdürme ve kendini güvence altına almaları için gerekli olan temel gereksinimlerin karşılanması.  Problem çözümü: Kişileri değil problemi merkeze alan bir tutum ile sorunların çözülmesi.  Toplumsal değerlere sahip olma: Eşlerin içinde bulunduğu toplumsal yaşamın temelini oluşturan değerler sistemini kazanması ve benimsemesi.  Sorumluluk alma.  Karşılıklı takdir duygularını ifade etme: Eşlerin birbirleri ile ödüllendirici bir tutum ile ilgilenmesi, takdir ve beğenilerini ifade etmeleri.  Boş zamanları birlikte geçirme: Eşlerin ilişkilerini olumlu yönde geliştirmeleri ve birlikteliği güçlendirmeleri için ortak zamanı artırmaları, birlikte vakit geçirmeye zaman ayırmaları.  Sorunla başa çıkma becerilerini kazanmış olma: Eşlerin, sorunlarını çözmeye ilişkin gerekli olan problem çözme ve sorunlarla başa çıkma becerilerini kazanmış olmaları. Batıda sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş ve ülkemizde kırsaldan kente göç evlilik yapılarını büyük ölçüde değiştirmiştir. Kültürel değerler, gelenekler ve dini inançlar evlilikleri etkileyen önemli faktörlerdendir. Aileyi oluşturan fertler devirlere, bölgelere, sosyal ve ekonomik yapıya göre değişmektedir. Geniş aile, bir aile reisinin başkanlığında eş, çocuk, torun, gelin, damat, amca, dayı, hala ve teyzelerden oluşmaktadır. Ailenin ataerkil veya anaerkil oluşuna göre onu meydana getiren fertler de değişmektedir. Dar veya çekirdek aile ise bir karı koca ile çocuklardan meydana gelmektedir. Ailedeki hâkimiyetin baba veya annede oluşuna göre aileler ikiye ayrılmaktadır. Baba egemenliğine dayanan, onun çocuk ve yakınlarını içine alan aileye ataerkil, anne hâkimiyetine dayanan, onun çocuk ve yakınlarının teşkil ettiği aileye de anaerkil aile denir. Ataerkil aile daha yaygın olmakla birlikte insan topluluklarında her iki tip aileye de rastlanmaktadır. Ayrıca aile, eşlerin sayısına göre de tek eşliliğe dayanan aile, çok eşliliğe dayanan aile olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. İslâm’dan Önceki Din ve Topluluklarda Aile 1. Yahudilik Yahudilik’te aile sadece sosyal değil, aynı zamanda dinî bir topluluktur. Atalar kültü bir aile ibadetidir. Geleneksel ibadeti muhafaza eden ve onu yeni nesillere aktarma görevini üstlenen aile ve onun reisi olan babadır. İlk metinlere göre yahudilerin ataları (İbrâhim, İshak, Ya‘kūb) kurban yerleri hazırlamışlar ve Tanrı’ya kurban takdim etmişlerdir. Aynı zamanda baba, bir aile ibadeti olarak evde icra edilen fısıh (pesah) bayramına da başkanlık etmektedir. Bu yüzden babanın ruhanî bir hüviyeti vardır ve sınırsız otoritesi de buradan gelmektedir. Aile bağlarını koparan kimse atalarının himayesinden mahrum olur. Evlenmeyerek ailenin ortadan kalkmasına sebep olan kimse ise sadece bir sosyal birimin değil, bir kültün yok olmasına da sebep olmaktadır. Bu yüzden Yahudilik’te bekâr kalmak büyük günahtır. Yahudi ailesi esas itibariyle ataerkil bir aile ise de en eski dönemlerde anaerkil ailenin var olduğu, sonra yerini babanın üstünlüğüne bıraktığı söylenebilir. Ataerkil ailede, evlenen kadın kocasının kabile veya klanına geçer. Akrabalık, kabile ilişkisi ve miras erkeğe göre belirlenir. Bu yüzden ailenin ve aile isminin devamında erkek çocuklar önemli bir rol oynar. Yine bu aile yapısının bir gereği olarak kocanın karısı üzerinde büyük bir egemenliği vardır. Bu egemenlik ilk insanın karısının (Havvâ) cennetteki itaatsizliği ve kocasını yanıltması sebebiyledir. Kitâb-ı Mukaddes’teki bazı ifadeler kadının evlenme akdinde taraf değil, akdin konusu olduğunu ortaya koymaktadır.İbrânîce baal kelimesi hem “koca” hem de “mal sahibi” demektir. Bu kökten türeyen fiil de “evlenmek” ve “mâlik olmak” anlamlarına gelir. Bu, kocanın karısı üzerindeki hâkimiyetinin mal sahibinin hâkimiyetine benzediğini göstermektedir. On emirde kadın ev, köle, câriye, öküz ve eşek ile birlikte kocanın mal varlığı arasında sayılmıştır. Bu anlayışın tabii bir sonucu olarak kadının miras hakkı da yoktur; yalnız kendisine verilen hediyelere sahip olur ve sadece kocasının mâlik olduğu hizmetçi kölelerin efendisidir. Ataerkil olan yahudi ailesi aynı zamanda geniş bir ailedir. Sadece kan ve sıhrî hısımları değil, köle, câriye ve hizmetçileri de içine alır. Hz. Ya‘kūb’un ailesi oğullarını, karılarını, oğullarının oğullarını, kızlarını, oğullarının kızlarını ve bütün zürriyetini içine almaktaydı (Tekvîn, 46/5-7). Ailenin bu geniş yapısı İsrâil toplumunun sosyal, dinî ve iktisadî yapısıyla ilgili olduğu kadar, İsrâiloğulları arasında uygulanmış olan çok evlilik (poligami) ile de yakından ilgilidir. Çok evliliğin İsrâiloğulları’nda özellikle ilk dönemlerde yaygın bir uygulaması vardır (II. Samuel, 5/13; I. Krallar, 11/3). Bunun sebepleri arasında birinci eşin çocuk, özellikle erkek çocuk doğuramaması, çok evlilikle sağlanan iş gücü ve yengeyle evlenme kuralı (levirat) gösterilebilir. Ailenin erkek çocukla devam edeceği anlayışı, onun ailesi içinde önemli bir yer tutmasına yol açmıştır. Hanna’nın, “Ey orduların rabbi... câriyeni unutmazsan ve câriyene erkek bir çocuk verirsen hayatının bütün günlerince onu rabbe vereceğim...” (I. Samuel, 1/11) ve Rahel’in Ya‘kūb’a “Bana çocuklar ver, yoksa ölürüm” (Tekvîn, 30/1) şeklindeki niyazları da bunu doğrulamaktadır. Bu sebeple oğlu olmayan koca, ailesinin sönmemesi için ikinci veya üçüncü defa evlenir veya câriye istifraş edebilir. Bazan da bunu bizzat çocuğu olmayan birinci eş sağlamaktadır (Tekvîn, 16/2; 30/2, 9). Koca çocuksuz ölürse bu defa dul eşiyle kardeşi evlenir ve doğacak ilk oğul, ölen kardeşin ailesini devam ettirir (Tesniye, 25/5-6). Çok evlilik aileyi annenin başkanlığında alt gruplara böler ve âdeta babanın başkanlığındaki ataerkil aile, alt gruplarda anaerkil bir hale dönüşür. Bu şekilde alt gruplara ayrılma ilk dönemlerde o ölçüde kesindir ki aynı kimsenin farklı kadınlardan olan çocukları birbirleriyle evlenebilirler (Tekvîn, 20/12). Fakat bu uygulama daha sonra yasaklanmıştır (Levililer, 18/9-11). Burada şu hususu da belirtmek gerekir ki sosyoekonomik sebeplerle fakir halk tabakaları daha çok tek evlilikle yetinmişlerdir. Ölen kocanın kardeşinin dul eşle evlenmesi kuralı, bu kardeş evli olduğunda çok evliliği de beraberinde getirmiştir. Çünkü bu evlilik ölen kocanın isminin ve ailesinin devam etmesi için gereklidir. Ayrıca bunu yapmamak kardeşin aile ocağının sönmesine yol açacağından toplum buna şiddetle karşı çıkacaktır (Tesniye, 25/5-10). Aynı zamanda bu uygulamada aile mülkünü koruma ve dul eşin mutluluğunu sağlama düşüncesi de vardır. Yahudilik’te evlenme bir bakıma endogamik, bir bakıma egzogamik bir karakter taşımaktadır. Genel bir kural olarak var olan İsrâiloğulları dışından birisiyle evlenmeme, içten evlenmenin (endogami) geniş bir uygulaması olarak yorumlanabilir. Ne var ki bu uygulamaya da istisnalar getirilmiştir. Bâbil sürgününden sonraki dönemde yahudilerin Hititî ve Ken‘ânîler’le evliliklerine rastlanmaktadır. Kitâb-ı Mukaddes bu yabancı evliliklerine işaret etmektedir (Ezra, 10/2). Daha sonra bu tür evlilikler yasaklanmıştır (Ezra, 10/11). Bu endogamik sınırlar içerisinde belli sayıdaki akrabalarla evlenmeme kuralı da dıştan evlenmeyi (egzogami) oluşturmaktadır. Evlenme sırasında kadının ailesine bir para veya mal verilir (mohar). Başlangıçta bunun üzerinde evlenen kadının hiçbir hakkı yoktu. Sonraları aileye verilen para ve mal bizzat evlenen kadına ödenen bir hediyeye dönüşmüştür. Yahudilik’te boşanma meşrû bir olay kabul edilmektedir (Tesniye, 24/1). Ancak yahudi hukuk ekolleri arasında boşanma sebepleri konusunda görüş birliği yoktur. Genel olarak boşanmalara yahudi topluluğunda sıkça başvurulduğu ve bu konuda aşırılığa kaçıldığı görülmektedir. 2. Hıristiyanlık’ta. Hıristiyan aile yapısı yahudi ailesinden çok farklı değildir. Esasen İncil’de de belirtildiği gibi Hz. Îsâ önceki şeriatları lağvetmek için değil, tamamlamak için gelmiştir (Matta, 5/17). Bu bakımdan burada Hıristiyanlık’taki aileden bahsedilirken sadece Yahudilik’ten farklı olan noktalar üzerinde durulacaktır. Hıristiyanlık aileyi sosyal veya medenî bir kurum olarak değil, tamamen dinî bir kurum olarak kabul etmektedir. Bu bir ölçüde Yahudilik’teki maddeci anlayışa bir tepkidir. Hz. Îsâ’ya göre aile fertleri arasındaki ilişki insanla Allah arasındaki ilişkinin bir aynası ve insanın ruhî-mânevî alandaki gelişmesinin vazgeçilmez bir unsurudur. Yahudilik’te olduğu gibi Hıristiyanlık’ta da aile kocanın hâkimiyetine dayanan bir ailedir. Îsâ Mesîh kilisenin başı olduğu gibi erkek de ailenin başıdır. Hatta kadın kocasına, rabbine tâbi olduğu gibi tâbi olacaktır (Efesoslular’a Mektup, 5/22-23). Bundan dolayı onun erkeği üzerinde herhangi bir şekilde hâkimiyet kurması kabul edilemez. Bu düşünce, kaynağını Hz. Âdem ile Havvâ’dan almaktadır. Zira önce Âdem, sonra Havvâ yaratılmıştır. Bir diğer husus da Havvâ Âdem’i aldatıp suça sevketmiştir (Timoteos’a Birinci Mektup, 2/12-14). O halde erkeğin kendisini aldatıp suç işlemesine sebep olan kadının hâkimiyeti altına girmesi düşünülemez. Bütün bunlara rağmen Hıristiyanlık’ta kadın, Yahudilik’te olduğu gibi kocasının âdeta mülkiyeti altındaki bir mal da değildir. Aileyi meydana getiren evliliğe Hıristiyanlık’ta o ölçüde kutsî bir mahiyet verilmiştir ki evlenmekle karı kocanın tek bir beden haline geldiği ve artık ayrılmalarının mümkün olmadığı sonucuna varılmıştır (Markos, 10/8-12). Buna göre boşanıp başkasıyla evlenen eş zina etmiş olmaktadır (Matta, 19/9; Luka, 16/18). Çünkü önceki evliliği henüz devam etmektedir. Her ne kadar bu yasak Yahudilik’teki boşanmaların aşırılığına bir tepki olarak ortaya çıkmışsa da boşanmayı bütünüyle reddettiği için bu defa da bir başka aşırılığa sebebiyet vermiştir. Hıristiyan dünyasında yaşanan çeşitli sosyal çalkantıların bir sebebi de bu yasak olmalıdır. Zira bu durum bir taraftan kilise dışındaki evlenme ve boşanmalara yol açmış, kilisede boşanıp ikinci defa evlenemeyenler bunu kilise dışında yapma yoluna gitmişlerdir. Diğer taraftan bu usulün henüz uygulamaya girmediği dönemlerde birbirlerinden ayrılma imkânı bulamayan çiftler bu evliliklerini istemeyerek kâğıt üzerinde muhafaza etmişler, evlilik dışı meşrû olmayan ilişkiler içerisine girmişlerdir. Bu sebeple Batı dünyasında ahlâkî problemlerin ve çözülmelerin temelinde Hıristiyanlık’taki bu boşanma yasağının bulunduğunu ileri sürmek mümkündür. Yahudiliğin aksine hıristiyan ailesinin tek evli (monogam) olduğu söylenebilir. Ne var ki bu da kesin değildir. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde hiçbir konsil birden çok kadınla evlenmeye karşı çıkmamıştır. Nitekim Charlemagne çok evliliği sadece papazlara yasaklamıştı. Luter bigamiyi (iki eşlilik) tasvip eder. Bazı hıristiyan mezhepleri de çok evliliği kabul etmektedir. Hatta Anabaptistler 1531’de çok evliliği tavsiye ettiler. Mormonlar da çok evliliği ilâhî bir müessese olarak kabul etmektedirler. Diğer hıristiyanlar arasında çok kadınla evlenme yasağı sonraki dönemlerde başlamıştır. 3. Romalılar’da. Roma toplumunda aile dinî, iktisadî ve sosyal bir birimdir. Roma’da aile biri geniş diğeri dar olmak üzere iki gruba ayrılır. Geniş mânada aile müşterek bir atadan erkek evlâtlar yoluyla gelen bütün fertleri içine alır. Aile reisinin ölümünden sonra erkek evlâtların meydana getirdiği birimler de dar mânada aileyi oluştururlar. Bu sebeple Roma ailesi agnatik bir ailedir (asabe ailesi). Bu tür ailede genel bir kan hısımlığı değil, sadece erkek vasıtasıyla sağlanan kan hısımlığı önemlidir. Erkek yakınların dışındaki akrabaları da içine alan daha geniş kapsamlı kan hısımlığının mânevî ve sosyal bir değeri olmakla birlikte, özellikle miras ve velâyet hakkı bakımından hukukî bir değeri yoktur. Kadın evlenmekle babasının ailesiyle ilişkisini keser ve kocasının ailesine dahil olur. Roma’da aile ataerkil bir ailedir. Bütün güç ve yetki aile reisinde (pater familias) toplanmıştır. Bir anlamda “pater familias” ailenin reisi, hâkimi ve rahibidir. Çocukları üzerinde özellikle ilk dönemlerde onları öldürmeye, başkalarına satmaya kadar varan geniş yetkileri vardı. Bu durumda çocukların yarı köle bir statüye sahip olduklarını söylemek yanlış olmaz. Aile reisinin bu yetkileri sonradan azaltılmıştır. Kadın evlenmekle aile reisinin veya kocanın velâyet ve vesâyeti altına girmektedir. Ailede erkek çocukların terbiye ve eğitimi babanın, kız çocuklarınki ise annenin sorumluluğu altındadır. Ailenin içerisinde yaşadığı evin Roma’da dinî ve hukukî bir dokunulmazlığı vardır. Oraya sığınan zorla çıkarılamaz. Evde bulunan kimseyi zorla çıkarıp mahkeme önüne götüren kimse meskene tecavüzde bulunmuş olur. Roma ailesinde evlâtlık kurumu vardır. Bu, özellikle oğlu olmayan kimselerin ailenin ve aile kültünün devam etmesi için başvurdukları bir kurumdur. Bilindiği kadarıyla Roma’da tek evlilik esastır; çok evlilik uygulamasına rastlanmaz. 4. Araplar’da. Câhiliye Arapları’nda ailenin müstakil bir varlığı olduğunu söylemek güçtür. Gerçekte o mensubu bulunduğu kabilenin bir parçasıdır. Zira bu toplumda bir ailenin üyesi olmaktan çok bir kabilenin üyesi olmak değer taşımaktadır. Kabile âdeta büyük bir aile gibidir. O dönemde aile koca, eş veya eşler, çocuklar ve kölelerden oluşmaktaydı. Akrabalık ilişkisi erkek akrabalar (asabe) yoluyla kurulur. Bu yönüyle eski Arap ailesi ataerkil bir ailedir. Gerçi bazı sosyologlar Arap toplumunun ilk dönemlerde anaerkil bir aile yapısına sahip olduğunu söylemekte ve Benî Rukayye, Benî Becîle gibi kabile isimlerinin bunların bir anneden türemiş olduklarının işareti sayıldığını ileri sürmektedirler. Bunun gibi, Arapça aile veya kabile anlamında kullanılan batn kelimesinin de belli bir dönemde Arap ailesinin anadan geldiğini ortaya koyduğu iddia edilmiştir. Ne var ki bilinen en eski dönemlerden itibaren Araplar’da ataerkil bir aile yapısının var olduğu görülmektedir. Âd, Semûd, Benî Mudar, Benî Hâşim, Kureyş gibi kabile isimlerinin çoğu da bu kabilelerin müşterek bir atadan geldiğini göstermektedir. Eski Arap toplumunda erkek kadından daima daha önemlidir. Zira o, kadının aksine alelâde bir fert değil, bir savaşçı olarak ailenin ve kabilenin güç kaynağıdır. Bu yüzden asabe ilişkisi aile ve kabile bağlarının temelini teşkil eder. Yine bu yüzden kız çocuğuna sahip olmak utanılacak bir şeydir. Hatta bazı kabilelerde kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü bilinmektedir. Bunda açlık korkusunun da etkisi vardır. Böyle bir durumda ailenin en değersiz ferdi feda edilerek bu tehlike savuşturulmaya çalışılır. Bu dönemde evlilik herhangi bir şekil şartına veya merasime tâbi değildir. Yine de velîme (düğün yemeği) genel bir uygulama olarak görünmektedir. Çok evlilik on eşe kadar uygulanabilmektedir. Bunun yanı sıra nikâhsız yaşama, süreli nikâh (nikâh-ı muvakkat, nikâh-ı müt‘a), eşleri karşılıklı değiştirme (nikâh-ı bedel) veya asil bir erkekten çocuk sahibi olmak için eşi ona sunma ve çocuk olana kadar ona yanaşmama (nikâh-ı istibdâ‘) gibi muhtelif evlenme şekillerinin de var olduğu görülmektedir. Üvey anneyle evlenme şeklindeki nikâh-ı makt da o dönem Arap toplumunda var olan bir uygulamadır. Bu nikâhta ilk söz sahibi olarak büyük oğul, babasının ölümünden sonra üvey annesiyle evlenebilmekte ve bunun için üvey annenin rızası gerekmemektedir. Büyük oğlun böyle bir istekte bulunmaması halinde diğer oğullar ve asabe akrabalar belirli bir sırayla bu hakka sahip olabilirler. Evlilik daha ziyade kabile içerisinde olmaktadır (endogami); yabancı bir kadınla evlenmek hoş karşılanmaz. Kız çocuklarının amca oğullarıyla evlenmeleri özellikle teşvik edilmiştir. Amca kızı sözü bu dönemde aynı zamanda eş anlamına gelmektedir. Velâyet hakkı asabe akrabalara tanınmıştır; annenin çocukları üzerinde böyle bir hakkı yoktur. Velînin velâyeti altındaki kimseler üzerinde Roma hukukunda aile reisinin sahip olduğu haklara benzer geniş hak ve yetkileri vardır; velî velâyeti altındaki çocuğu satabilir, rehin verebilir, miras ve himayeden mahrum edebilir ve hatta öldürebilir. Kız çocuklarını öldürme hakkına sahip olmaları bu dönemde velînin yetkilerinin genişliğini göstermektedir. Buna göre Arap toplumunda da kadın ve çocukların bu dönemdeki statüleri köleden çok farklı değildir. Bunların miras haklarının olmaması da bu tesbiti doğrulamaktadır. Eski Arap ailesinde evlâtlık kurumu vardır ve evlâtlık ilişkisi bir evlilik engeli teşkil etmektedir. Ayrıca evlâtlığın evlât edinenin malları üzerinde miras hakkı da bulunmaktadır. 5. Türkler’de. Eski Türk ailesinin de çağdaşı birçok toplumdaki gibi ataerkil bir yapıda olduğu görülmektedir. Yalnız bu ataerkil aile yapısı yahudilerde veya Roma toplumunda olduğu gibi aile reisine geniş yetkiler veren, eş ve çocukları âdeta bir mülkiyet ilişkisiyle babaya bağlayan bir aile değildir. İlk zamanlarda göçebe ve genellikle savaşçı bir toplum olmanın gereği olarak erkeğin aile ve toplum içerisindeki yeri kadına göre daha önemlidir. Hatta Yakut Türkleri gibi anaerkil bir aile yapısının görüldüğü ve akrabalık ilişkisinin ana vasıtasıyla kurulduğu boylarda bile ailenin reisi kadın değil erkektir. Fakat artık bu erkek baba değil annenin kardeşi olan dayıdır. Akrabalık ilişkilerinin baba kanalıyla kurulduğu ve bu sebeple ataerkil denilen eski Türk ailesine bazı araştırıcılar babanın yetkilerinin diğer ataerkil ailelerdeki kadar geniş olmamasını göz önüne alarak pederşâhî değil, pederî aile ismini vermektedirler. Evlenme sırasında Yahudiliğe benzer bir uygulama ile evlenecek erkek tarafından kadının ailesine kalın adıyla belirli bir para veya mal verilir. Bu nezaketen verilen bir hediye, kızın yetiştirilmesi ve eğitim masraflarına bir iştirak ve hatta kızın satış bedeli olarak değişik şekillerde değerlendirilmiştir. Kalını bir satış bedeli olarak yorumlamak zordur. Çünkü eski Türk toplumunda kadının çağdaşı toplumlara göre sahip olduğu mevki onun evlenme sırasında bir mal gibi alınıp satılmasına engeldir. Erkek tarafından kadının ailesine ödenen kalın, kadının kusurlu olduğu boşanmalarda erkek tarafına iade edilmek zorundadır. Fazla yaygın olmamakla birlikte çok evlilik uygulamasının eski Türk toplumunda var olduğu ve buna özellikle zengin tâcirler arasında rastlandığı bilinmektedir. Aynı şekilde babanın veya ağabeyin ölümünden sonra üvey anne veya yengeyle evlenme kuralı belirli bir yaygınlığa sahiptir. Dul eşin ve çocuklarının aile içerisinde kalarak bakım ve gözetimlerinin daha iyi sağlanması, mirasın aile dışına çıkmaması ve bunlar kadar önemli olmasa da aile içerisinde kalan eşin, yeni kocasıyla birlikte eski kocasının ruhuna da hizmet edebileceği inancı bu uygulamada rol oynamıştır. İslâm’da Aile İslâm’da aile Hıristiyanlık’ta olduğu gibi tamamen dinî bir kurum değilse bile yine de bu birliğe büyük önem verilmiş ve insanların aile kurmaları muhtelif âyet ve hadislerle teşvik edilmiştir. Çünkü aile hem kişinin huzur bulduğu bir ortam, hem neslin devamı için bir vesile, hem de kişiyi dince günah sayılan çeşitli kötülüklerden alıkoyan bir vasıtadır. “İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi O’nun varlığının belgelerindendir. Bunda düşünen insanlar için dersler vardır” ( Rûm 30/21; ayrıca Nahl 16/72; Nûr 24/32). “Nikâh benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimi uygulamazsa benden değildir. Evleniniz, ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ederim...” (İbn Mâce, “Nikâḥ”, 1; ayrıca bk. Miftâḥu künûzi’s-sünne, “nikâḥ” md.). Bunun yanı sıra İslâm hukukçuları evlenmenin dinî hükmünün çeşitli durumlara göre farz, sünnet, mubah, mekruh ve haram olduğunu belirtmişlerdir. Birçok toplumlarda olduğu gibi İslâm aile yapısı da ataerkildir. Fakat bu aile Yahudilik’te, Roma ve eski Arap toplumunda var olanlardan farklı bir yapıdadır. Aile reisinin onu meydana getiren fertler üzerindeki yetkisi öncekilere nisbetle son derece sınırlıdır. Meselâ bir aile reisi olarak babanın çocuklarının şahısları ve mal varlıkları üzerinde onların yararıyla sınırlı bir velâyet hakkı vardır. Çocuklarını satmak veya onların hayat ve ölümleriyle ilgili bir karar vermek yetkileri yoktur. Buna bağlı olarak eski Arap toplumunda yaygın olan kız çocuklarını öldürme âdeti yasaklanmıştır ( İsrâ 17/31; En‘âm 6/151). Kocanın karısı üzerindeki yetkileri de aile birliğini devam ettirme esasına yöneliktir ve bununla sınırlıdır. Genel olarak İslâm’ın kadına bakışı, Hıristiyanlığın Hz. Âdem’in cennetten çıkarılışını Hz. Havvâ’ya ve onun şahsında bütün kadınlığa yükleyen anlayışından çok farklıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in açık ifadesine göre Hz. Âdem’i aldatan ve onun cennetten çıkmasına sebep olan eşi Havvâ değil şeytandır ( Bakara 2/36; A‘râf 7/20). Hatta bazı âyetlerde suç sadece Âdem’e yüklenmiştir ( Tâhâ 20/115). O halde İslâm’da kadın ilk günahın vebalini taşımamaktadır. Din ve cemiyet nazarındaki durumu da buna göre şekillenmektedir. O, kocası karşısında bağımsız bir kişiliğe sahip olduğu gibi iktisadî bakımdan da bağımsızdır; İslâm hukukundaki tek kanunî mal rejimi olan mal ayrılığının tabii sonucu olarak karı ve kocanın mal varlıkları birbirinden ayrıdır; hâkim görüşe göre kadın kendi mal varlığında dilediği gibi tasarruf edebilir. Bunun için kocasının rızasına muhtaç değildir. Ayrıca kadın erkekler gibi mirasa ehildir. Bu mallar üzerinde de kocasının bir müdahalesi söz konusu değildir. Zaten İslâm hukuku bakımından kadın ve erkek esas itibariyle eşittir. Nitekim bir hadiste kadınlar erkeklerin mülkiyetinde olan bir mal olarak değil, aynı haklara sahip kimseler olarak takdim edilmektedir ( Ebû Dâvûd, “Ṭahâret”, 94; Tirmizî, “Ṭahâret”, 82; Dârimî, “Vuḍûʾ”, 76; Müsned, VI, 256, 377). Aynı şekilde, kadın olma kişinin ehliyeti üzerinde de olumsuz bir etki yapmaz; tam ehliyetli sayılmak için kişide bulunması gereken nitelikler bakımından kadın ve erkek aynı durumdadır. Ne var ki erkeğin cemiyet hayatında yüklenmiş olduğu ağır yükler onun hak ve yetki bakımından kadına karşı nisbî bir üstünlüğe sahip olmasını gerekli kılmıştır. Nitekim bir âyet-i kerîmede, “Erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Yalnız erkekler için onlar üzerinde bir derece vardır” buyurulmaktadır ( Bakara 2/228; ayrıca Nisâ 4/34). İslâm belli bir dereceye kadar kan, süt ve sıhrî hısımlarla evlenme yasağı koyarak ( Nisâ 4/23) esas itibariyle bir aile egzogamisi uygulamıştır. Bunun yanında kadınların sadece müslüman erkeklerle, erkeklerinse yabancı olarak yalnızca Ehl-i kitap olan yahudi ve hıristiyanlarla evlenebilmeleri kuralı karşısında çok geniş anlamda bir içten evlenmenin (endogami) var olduğu söylenebilir. Esasen müslüman toplumların birçoğunda özellikle Araplar’da daha dar anlamda bir içten evlenme vâkıasının var olduğu görülmektedir. Müslümanların azınlıkta yaşadığı ülkelerde endogami daha dar bir çerçevede uygulanmaktadır. Buna mukabil bazı Türk boylarında özellikle Kırgızlar’da çok geniş bir yakın akraba grubuyla evlenememe anlamında bir dıştan evlenme kuralının var olduğu görülmektedir. İslâm ailesinde üvey anne veya yengeyle evlenme uygulaması da yasaklanmıştır (Nisâ 4/19). Yalnız ağabeyin ölümünden sonra küçük kardeşin yengeyle ancak onun rızasıyla ve geçerli bir nikâh akdi ile evlenmesinde bir beis yoktur. Üvey anneyle ise hangi şekil altında olursa olsun evlenme yasaktır (Nisâ 4/22). Evlenme sırasında erkek kadına mehir adıyla belirli bir para veya mal öder veya ödeme borcu altına girer. İsim olarak mehir İslâm öncesi Arap toplumunda aynen, Yahudilik’te benzer şekilde (mohar) var ise de mahiyetleri farklıdır. İslâm hukukunda mehir evlenecek kadının ailesine değil, bizzat kendisine verilir ve kadın diğer mallarında olduğu gibi onda da dilediği gibi tasarrufta bulunur. Bu durum ödenen mehrin satış bedeli, nikâhın da bir satış akdi olduğu iddialarını çürütmektedir. Bir kimsenin bir akde hem taraf olup satış bedelini alması, hem de akde konu olması mümkün değildir. Gerçekte mehrin amacı kadına iktisadî bir güç kazandırma ve boşanmanın suistimal edilmesini önlemektir. Özellikle boşanmalara sıkça başvurulduğu dönem ve bölgelerde yüksek tutulan ve çoğu kere boşanma anında ödenmesi kararlaştırılan mehrin bu nevi sebepsiz boşanmalara önemli ölçüde engel olduğu bir gerçektir. İslâm’da aile esas itibariyle tek evlilik (monogami) üzerine kurulmuştur. Fakat belirli durumlarda kocanın dörde kadar evlenmesine izin verilmiştir. Ancak bunun bir emir değil, belirli şartlarla başvurulan bir ruhsat olduğu unutulmamalıdır. Böyle bir evliliğe izin veren Nisâ sûresinin 3. âyetinin devamında: “...şayet adaleti gözetmekten korkarsanız o zaman bir tane ile veya câriyenizle yetinin. Doğru yoldan ayrılmamak için bu daha elverişlidir” buyrularak tek evlilik teşvik edilmiştir. Uygulamada müslüman toplumların genellikle tek evliliği tercih ettikleri, bazı zengin kimselerin ve tarımla uğraşanların çok evliliğe belirli ölçüde başvurdukları görülmektedir. İslâm ailesinde evlâtlık kurumuna yer verilmemiş, bu sunî bir ilişki olarak kabul edilmiştir. Kimsesiz çocukların bakılıp büyütülmesi bütün müslümanlara ve bu arada İslâm devletine yüklenen dinî-hukukî bir görev olmakla birlikte, bir kimseyi himayesine alanla o kişi arasında evlenme engeli doğacak, tek veya çift taraflı bir miras ilişkisi kurulacak şekilde bir akrabalık bağının doğduğu kabul edilmemiştir (Ahzâb 33/4-5). Esasen çok evliliğin var olduğu toplumlarda hukuken izin verilse bile evlâtlık kurumuna uygulamada pek rastlanmadığı, çocuğu olmayanların evlâtlık yerine bir ikinci evliliği tercih ettikleri sosyal bir vâkıadır. İslâm dini belirli şartlarla aile birliğinin bozulmasına müsaade etmiştir. Boşanma konusunda kabul edilen sistem, boşanmayı yozlaştıran yahudi uygulamasıyla onu asla kabul etmeyen hıristiyan tatbikatı arasında yer alan orta bir yol görünümündedir. Hz. Peygamber’in eşlerin birbirlerine iyi davranmaları ve aile birliğini devam ettirmeleri hakkında çeşitli emir ve tavsiyeleri vardır. Birbirleriyle uyuşamayan eşlerin en son başvuracakları çözüm şekli boşanmadır. Bundan önce uyuşmazlığın eşler arasında çözülmesi, bu mümkün olmazsa iki tarafın ailelerinden seçilecek birer hakeme havale edilmesi (Nisâ 4/35) başvurulacak usullerdendir. Eğer bunlar bir fayda vermezse son çare olarak boşanmaya izin verilmektedir. Ne var ki bu izinle birlikte boşanma yine de hoş görülmemiştir. Bir hadîs-i şerifte, “Allah’ın helâl kıldıklarının en kötüsü boşanmadır” buyrulmuştur (Ebû Dâvûd, “Ṭalâḳ”, 3). Özellikle sebepsiz boşanmalar hiçbir şekilde hoş karşılanmamıştır. Bununla beraber artık bir arada bulunmasına imkân kalmayan eşlerin genel olarak boşanma hakları kabul edilmiştir. Hıristiyanlık’ta olduğu gibi eşlerin evlenmekle artık ayrılmaz bir bütün teşkil ettikleri anlayışı ve dolayısıyla aile birliğinin her durumda devamının istenmesi lüzumsuz bir ifrat kabul edilmiştir. Boşanma konusunda kocanın kadına nisbetle daha geniş bir serbestlik içerisinde bulunduğu görülmektedir. Bu, boşanmanın malî bütün külfetinin kocanın omuzlarında oluşu ve kocayı boşanma kararından önce dikkatli olmaya iteceği düşüncesine dayanmaktadır. Aynı zamanda erkeğin kadın kadar hissî olmaması ve boşanma hakkını genellikle suistimal etmeyeceği anlayışı da bu hususta rol oynamıştır. Nitekim kocanın sahip olduğu bu boşanma serbestîsi aynı ölçüde tatbikata yansımamıştır. Bunda kocanın yükleneceği malî külfetin yanı sıra dinin sebepsiz boşanmayı hoş görmemesi de büyük ölçüde müessir olmuştur. Kadın boşanma konusunda daha sınırlı bir yetkiye sahiptir. O ancak kocasıyla anlaşarak (muhâlea) veya belirli sebeplerin varlığında bir mahkeme kararıyla (tefrik) boşanabilir. Aile birliğinin devamı sırasında olduğu gibi bu birliğin bozulmasından sonra da karı kocanın, özellikle kocanın çocukları üzerinde belirli sorumlulukları devam etmektedir (ayrıca bk. TALÂK). Aile Hukuku. Ailenin hukukî yapısı ve bu ilişkiden doğan hak ve borçlar, fıkhın münâkehât bölümünde ele alınmış ve işlenmiştir. Klasik fıkıh kitaplarında, konular ibâdât, muâmelât ve ukūbât ana bölümleri içinde incelenmiştir. Münâkehât bu sistematik içerisinde genel olarak ibâdât ve muâmelât arasında yer alır. Bu aile hukukunun hem ibâdetlerle hem de muâmelâtla olan yakın ilişkisi sebebiyledir. Bu bakımdan bazı hukukçular onu ibâdât, bazıları muâmelât bölümüne dahil ederler. Münâkehât da başlıca iki ana bölüme ayrılır: Nikâh ve talâk. Nikâh bölümünde evlenme akdi, bununla ilgili şartlar, evlenme engelleri ile mehir ve nafaka gibi evlenmenin doğurduğu sonuçlar; talâk bölümünde ise boşanma, boşanma çeşitleri, sonuçları, iddet, nafaka gibi konular işlenir. Nesep, süt emzirme (radâ), çocuğun bakım ve terbiyesi (hadâne) ile akrabalık nafakası gibi konular da yine münâkehât bölümünde incelenmektedir. Çağdaş İslâm hukukçuları aile hukukunu bugün “ahvâl-i şahsiyye” başlığı altında ele almaktadırlar. EVLİLİKTE SAYGI VE SEVGİ Ruh sağlığı açısından aile ve aile içi ilişkiler çok önemlidir. Birbirine her konuda destek olan kişilerden oluşan aile, ruh sağlığını koruyucu ve geliştirici işlev görür. Karmaşanın ve çatışmanın olduğu aile ise tam tersi ruh sağlığını bozucu etki yapar. Mutlu bir ailenin özelliklerine bakıldığında o ailede karşılıklı saygı ve sevginin olduğu, eşlerin dayanışma içinde olduğu, birbirine güvendiği ve birbirine karşı sorumluluk hissettiği ve eşlerin birbiri ile sağlıklı bir iletişim içinde oldukları görülür. Bütün bu özelliklere bakıldığında ilk akla gelen konulardan birisi de bunlardan hangisinin daha önemli olduğudur. Fakat bu sorunun cevabı açıktır: saygı ve sevgi. Karşılıklı sevgi ve saygının olduğu ailelerde diğerleri doğal olarak gelişir. Sevgi ve saygıdan her hangi birisi olmadığında ise evliliğin mutlu bir şekilde sürmesi mümkün değildir. Allah (c.c) kâinatta hiç bir şeyi öylesine, başıboş yaratmamıştır. Her şey bir sistem içerisinde, Yaradan’ımızın belirlediği kurallar çerçevesinde devam eder. Biz bu kuralları neresinden delersek delelim elimizde patlar. Kadın-Erkek ilişkilerinde temel üç şey “Saygı-Sevgi ve İkram” dır. Mutluluk formülümüz budur. Nisâ Suresi 34. Ayet-i kerime “Erkekler kadınlar üzerine kavvamdır.” diye başlar. Kavvam koruyucu ve yönetici demek. Kısacası Allah(c.c) evin reisini erkek olarak tayin etmiştir. Ayetin devamında “Saliha kadınlar, iyi kadınlar kocalarına gönülden itaat eden(saygılı olan) kadınlardır.” buyrulur. Kadını da erkeği de Yaradan, evliliğin kurallarını da belirlemiş. Rum sûresi 21. Ayet-i kerime de:“Sükûna ermeniz için size kendinizden zevceler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koyması onun (kudretinin delillerindendir) ayetlerindendir. Şüphesiz ki bunda düşünen toplumlar için ibretler vardır.” buyruluyor. Âlimler sükûnu “ rahatlamak, dinlenmek, durulmak, kaynaşmak, huzura kavuşmak” gibi kelimelerle açıklamışlar. Rabbimiz, kadın ve erkeğin birbirlerinde dinlenmeleri, durulmaları ve birbirleri ile rahatlamaları için çiftler halinde yarattığını açıklıyor. Sadece çocuk yapıp birbirlerinin ömürlerini tüketsinler diye değil, yani. İşte evlilikte mutluluk için sükûna kavuşup rahatlayabilmek için iki önemli gereklilikte bu ayet-i kerimede açıklanmış. “Sevgi ve merhamet” Sevgi evliliğin sermayesi, Rabbimizin bizlere en büyük ikramıdır, nikâh hediyesidir. Sevgiyi yaşatmak için gerekli olan şey de açıklanmış. “Merhamet” Merhamet en çok “şefkat ve ikram etmek” anlamına geliyor. Bütün ilimlerin kaynağı, özü Rabbimizin kelamı Kur’an-ı Kerimden aile hayatında mutluluk için en önemli üç şey bize açıklanmış. “Saygı-Sevgi ve İkram” Evlilik için üç sihirli sözcük. Sadece karı koca ilişkisi için değil, anne-baba-çocuk ilişkisi de geçerli. Kadın erkeğe saygılı olacak, erkek kadından sevgisi esirgemeyecek ve birbirlerine ikramlarda bulunacaklar. Ana formül bu. Bu formülü destekleyen pek çok da hadisi şerif var. Onlara da ilerleyen derslerde değineceğiz inşallah. Yaratılış olarak baktığımız zaman kadınların en çok sevgiye ihtiyacı varıdır, erkeklerin saygıya. Günümüzdeki en temel sorunda bu: Kadınlar erkeklere gereken saygıyı göstermiyorlar, erkeklerde kadınları nasıl seveceklerini ve sevgilerini nasıl göstereceklerini bilmiyorlar. İkram desen karşılıklı menfaate dökülmüş. Herkes kendi yapması gerekenleri bir tarafa bırakmış, diğerinin ne yaptığı ile ilgileniyor, karşılığını da ona göre veriyor. Yurt dışında çocuklar üzerine yapılan bir araştırmada kız çocuk ve erkek çocuk farklılıklarına bakmışlar. Çıkan en önemli sonuç kız çocuklarının sevgiye, erkek çocuklarının saygıya önem vermesi. Bütün çocuklar sevgi ister diye düşünüyoruz, oysa erkek çocuklar saygı görmedikleri zaman sevildiklerine inanmıyorlar. Yaratılış çocuklarda henüz bozulmadığı için en çok onlarda kendini tam gösterir. Mesela; kızlar küçükken babaya hizmet için onun etrafında koştururlar, terliğini getirirler, gazetesini verirler, nasıl hizmet edip babayı mutlu edeceklerini bilmezler. Fakat aynı kızlar biraz büyüdüklerinde, temiz bilgi ile beslenmediklerinde ve kibir gibi nefsin oyunları ile tanışmaya başladıklarında babaya bir bardak su getirirken yüzlerini ekşitmeye başlarlar. Erkeğin evde otorite olması ve kadının erkeğe saygı göstermesi aynı zamanda en iyi çocuk eğitimi metodudur. Kadın kocasına saygılı olursa, çocuklarda babaya saygı duyarlar. Günümüzde ailelerin en büyük sorunu ergenlerle, gençlerle baş edememektir. Peki ama neden? Çünkü evde çocuğun çekineceği bir otorite yok. Anne çocukla çok yüz göz olduğu için ve sevgisi ağırlıkta olduğundan dolayı çocuk için otorite olamıyor. Çocuk babasını sevdiği kadar, ondan korkup çekinmeli ki hareketlerine dikkat etsin. Ölüm ya da boşanma gibi sebeplerle çocuk babasız büyüyorsa babanın boşluğunu büyükbaba, dayı gibi bir erkek yakının doldurması gerekir. Evde kadın sevgiyi, baba otoriteyi temsil etmeli. Aynı zamanda kızlar babaya, ağabeye saygı duyarlarsa eşine de saygı gösterme noktasında sıkıntı çekmez. Evlilik okulumuzu takip eden genç kızlar öğrendiklerini evde önce babaya, varsa erkek kardeşe ve yakın akraba erkeklere saygılı davranarak göstersinler. Pek çok kadının kabullenmekte zorlandığı; fakat gayet sahih bir Hadis-i Şerifte: “İnsanın insana secde etmesini emredecek olsaydım, kadının kocasına secde etmesini emrederdim.” buyruluyor. Sevgili peygamberimiz, rehberimiz bu sözleri ile evlilik hayatında kadının kocasına saygılı olmasının ne kadar önemli olduğuna dikkat çekiyor. Yoksa kadın iki büklüm olsun, kocasının karşısında yere yatsın demiyor elbette. Biraz ağırımıza gidiyor; ama saygının önemini kabul ettik mi hanımlar? Etmeyenler çoktan gitmiştir herhalde. Tamam, o zaman devam edelim. Bir erkeği ne kadar severseniz sevin ona saygısızlık ediyorsanız sevginize inanmayacaktır. Saygısızlığın da çeşitleri var. Gizlisi var, açığı var, süslüsü var, sadesi var. Var da var. İşte size gerçek hayattan süslü saygısızlıklardan örnekler: Kadın “Kocamın adı Tekin, ben ona tekoş derim.” diyor. Ne kadar ayıp sanki kedi çağırıyor. Başka bir hanım kocasının adı “Ali” Kadın ona sürekle “Alişim, Alişim” diyor. Sanki üç yaşında çocuk seviyor. Başka bir hanım da kocası, o ve ben varız. Kocası hoş bir şey söyledi. Kadın kocasını parmağı ile bana işaret ederek “Ne kadar şirin bir şey değil mi?” dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Kocası çok bozuldu, renkten renge girdi. Yaa çok şirin, götür kreşe ver, akşamları alırsın. Bunları yapanlarda üniversite mezunu, kariyerle hatunlar. İşte bunlar süslü saygısızlıklar. Sevgi gösterisine boğulmuş saygısızlıklar. Erkek bu davranışlardan çok rahatsız olur; ama kadın o kadar şirin olmaya çalışır ki adam ne diyeceğini bilemez. Sonra bir bakarsın süper gidiyor zannedilen evlilik bir günde bitmiş. Ya da açıkça yapılan saygısızlıklar var: Kocasına “kozalak, üretim hatası, öküz, ayı…” gibi kızdığı zaman ağzının ayarını bozan kadınlar var. Velhasıl bu saygı meselesi evlilikte çok önemli. Erkeğe ve ailesine saygı kadın için evliliğin temel direğidir. Gizli saygısızlığa örnek ise: Asık yüzle, küçümseyici bakışlarla erkeği beğenmediğini hissettirmek ve aşağılamaktır. Yoksa kadının ağzından kocasına karşı kötü söz çıkmaz. Bu saygı meselesinin detaylarına kadın erkek yaratılış farklılıkları konusunda devam edeceğiz inşallah. Gelelim sevgi konusuna. Sevgi; kadınların hava su kadar ihtiyacı olan manevi bir besin. Kadın sevilme arzusu ile doğar. Minicik kız bebekler, anne babanın yüzüne bakarlar, sevilmek için türlü şirinlikler yaparlar. Kadınların bu sevilme arzu, yaşı kaç olursa olsun hiç bitmez. Bu yüzden de bir erkeğin en çok dikkat etmesi gereken konu, karısını sevdiğini söylemesi ve sevgisini göstermesidir. Erkeğin günde üç öğün “seni seviyorum” demesine gerek yok tabii. Bir şey çok söylendikçe anlamını kaybeder. Ama arada bir söylemesi kadını mutlu eder. Kadınların çoğu sevildiğini duymak isterler; ama sevildiğini hissetmek kadınlar için daha önemlidir. Kadınlar eşleri tarafından sevildiklerini, değer gördükleri zaman hissederler. Erkek karısı hastalandığı ya da doğum yaptığı zaman şefkatle muamele ederse, gün içerisinde onu dinlemek için zaman ayırırsa, karısını düşündüğünü gösterirse, ufak tefek huysuzluklarına anlayışla bakarsa kadın sevildiğine inanır. Bir hanım “Bir gün canım kayısı istedi, eşime telefon açıp söyledim; fakat akşam gelirken kayısı getirmedi. İki gün sonra getirdi kayısıyı. Çok mutlu oldum. Demek ki iki gün geçtiği halde benim istediğim şeyi unutmamış, almış, demek ki bana değer veriyor, günlerce ben buna sevindim.” demişti. Peygamberimiz aleyhisselam erkeklere “Bir yerden döndüğünüz zaman hediyeleri vermeye kız çocuklarından başlayın.” diye tavsiye etmiş. Kendisi de yolculuklardan döndüğünde ilk defa kızı Hz. Fatıma’nın evine gider önce onu ziyaret edermiş. Bir babanın da kız evladına göstermesi gereken sevgi ve değere güzel bir örnek. Peygamberimiz, eşlerine de sevgisini göstermekten hiç çekinmemiş. Yemek yerken eşinin ağzına yemek koyar, hoşuna gidecek sözler söyler ve değer verdiğini sözleri ile de davranışları ile de belli etmiş. EVLİLİKTE AKRABA İLİŞKİLERİ Eşlerin ailelerinin çiftin evlilikleri üzerindeki müdahaleleri bir sorun olabileceği gibi, çiftlerden herhangi birinin kendi ailesinden sağlıklı bir şekilde ayrışamaması, dolayısıyla kendi evliliğinin sorumluluğunu taşıyamaması ve evliliğine yeterince sahip çıkamaması da diğer bir sorun alanını oluşturmaktadır. Karı kocanın anne babaları ve her iki taraftan akrabalar, evlilik ilişkisinde ve hayatta geniş aile gücünü ve desteğini sağlayan kaynaklar olabileceği gibi birer stres faktörü de olabilirler. Aile büyükleri ve akrabalarla kurulacak sağlıklı iletişim ve dolayısıyla oluşması arzulanan geniş aile desteği, çekirdek ailenin kendini güçlü hissetmesini sağlayan ve hayatta yalnız olma duygusunu azaltan bir nitelik taşır. Öte yandan eşin ailesiyle yaşanan anlaşmazlıklar evlilik ilişkisi üzerinde olumsuz ve hatta yıkıcı etkiler oluşturabilir. Eşlerin aileleriyle ilgili anlaşmazlıklar özellikle evliliğin ilk yıllarında daha fazla sorun olabilmektedir. Ancak eşlerin her ikisinin de öncelikle kendi evliliklerinin kıymetini bilerek ve ilişkilerine sahip çıkarak geliştirecekleri çözümcü yaklaşımlar, bu konuda yaşanan çatışmaları azaltabilir. Eşlerin ailelerinden kaynaklanan ve evlilik ilişkilerine sorun olarak yansıyan problem alanları şu başlıklar altında toplanabilir: • Eşin ailesinin âdet ve ananelerine uyum sağlayamamak • Eşlerden birinin anne babasına olan aşırı bağlılığı • Eşin ailesinin damat veya gelini benimseyememesi • Eşlerden birinin ailesiyle gereğinden fazla zaman geçirilmesi • Eşlerden birinin veya her ikisinin de kendi ebeveynlerinden gereğince bağımsızlaşamaması, dolayısıyla kendi evliliğine sahip çıkamaması, evlilik ilişkilerinin sorumluluğunu taşıyamaması • Eşlerden birinin ailesine maddi yönden bağlı olmak • Ailelerin çiftin hayatına ve kararlarına sürekli karışması • Eşlerden birisinin ailesiyle ilgili eleştirileri duymaya tahammül edememesi • Eşlerden birisinin, ailesinin çok fazla etkisi altında kalması • Çiftin ebeveynlerinden herhangi birisinin eve teklifsizce girip çıkması • Çiftin ebeveynlerinden birinin aşırı koruyucu davranması “Gelin-Kaynana” Problemi nedir? Çoğu evlilikte, eşin ailesiyle yaşanan problemler kayınvalide-gelin üzerinde yoğunlaşır. Özellikle evin ve ailenin kontrolünün annenin elinde olduğu ailelerde, bu sınırlara yeni bir kadının girmesi, annenin, kontrolü yitireceği kaygısına kapılarak negatif hareketlerde bulunmasına ve farkında olmadan gelinini düşman olarak algılamasına sebep olabilir. Ayrıca bazen annelerin oğullarını kaybetme endişesine bağlı olarak gelinleri üzerinde tahakküm kurmayı tercih etmeleri de gelin ile kayınvalide arasında yaşanan problemin nedeni olabilir. Aynı şekilde kayınvalide kavramına karşı ön yargılı bir yaklaşım sergileyen gelinler de kayınvalide-gelin ilişkisinde sorunlara sebep olurlar. Gelinin ön yargılar nedeniyle daha baştan olumsuz tavırlar sergilemesi, kayınvalidenin kişiliğini kendi annesininkiyle kıyaslanması, kayınvalidesinden aşırı beklentiler içinde olması gibi durumlar, gelin kaynana çatışmalarını doğurabilir. Eşiniz mi aileniz mi? Evli bireylerin bir kısmı eşinin ailesiyle problemler yaşamakta ve bu problemleri çözmekte zorlanmaktadırlar. Pek çok kişi de kendisini eşiyle ailesi arasında çözümsüz kalmış hissetmektedir. Aslında bu durumların bir kısmı, iletişim hatalarından kaynaklanır. Çoğu zaman bu konuda bir problem yaşayan eşin istediği şey, kendisini rahatça, eleştirilmeden ifade edebileceği bir eş desteğidir; eşinin kendisini anlayabildiğini hissetmektir. Oysa kimi zaman eşi bunun yerine probleme odaklanmadan hemen savunmaya geçmekte, onun ailesindeki sorunları ortaya dökmeye çalışmakta, eski defterleri karıştırarak konuşmakta, “Beni karıştırma!” şeklinde bir yaklaşımda bulunmakta, vurdumduymaz davranmakta, ailesiyle ilgili konuşmalara aşırı tepki göstermektedir. Bu da yaşanan problemin eş ile aile arasında kalmaktan çıkıp evlilik ilişkisine yansımasına sebep olmakta ve eşler arasında sorun doğurmaktadır. Problem ne kadar çözümsüz görünürse görünsün, kişinin eşini anladığını belirtmesi, onun yakınmalarını sabırla, savunmaya veya karşı suçlamaya geçmeden dinlemesi onu rahatlatır. Pek çok birey, eşinin ailesiyle yaşadığı problemleri görmezden gelme veya olaya karışmama yolunu seçmektedir. Burada ailesini incitme, onların onay ve güvenlerini yitirme gibi kaygılar söz konusudur. Ancak kişi sergilediği bu yaklaşımın eşini incitmeyi seçmek olduğunu görmezden gelmektedir. Yaşanan bir problemin eşi üzerindeki olumsuz etkisini anlamaya çalışmak, problemin çözümünde aileden iş birlikli bir yaklaşım talep etmek önemlidir. Ancak bazen çözümsüz gibi görünen problemlerde kişinin sadece eşini anladığını belli etmesi bile çözüm olabilir. Tartışmadan kaçının • Eşinizin ailesinden herhangi biriyle yaşadığınız sorunları, kendi evliliğinizle ilgili bir sorun hâline getirmemeye çalışın. Yaşadığınız sorunları evlilik ilişkinize taşımadan, sadece o kişiyle aranızda tutmaya gayret edin. • Eşinizden, yaşadığınız problemde taraf olmasını beklemeyin. Çünkü bunu muhtemelen yapamayacaktır ve bu durum sizi hayal kırıklığına uğratarak sorunu kendi evliliğinize taşımanıza sebep olacaktır. • Eşiniz ailenizle ilgili bir sorun yaşadığı zaman yapmanız gereken şey, taraf olmak değil, adil davranmaktır. Hiçbir zaman eşinizi yalnız bırakmayın. Her türlü problemde olduğu gibi bu problemde de çözümcü yaklaşmaya gayret edin. • Problem hakkında tartışırken suçlama yapmadan, yaşanılanı olduğu gibi ve dürüstçe aktarmaya gayret edin. • Yaşadığınız sorun hakkında konuşurken esas konudan uzaklaşmayın ve eski defterleri işe karıştırmayın. Bu, problemi daha da çözümsüz hâle getirebilir. • Eşiniz ailenizle ilgili bir problem hakkında konuşurken hemen savunmaya geçmeyin. Böyle bir tavır, konuşmanızı tartışmaya dönüştürür. • Önce eşinizin kendisini ifade etmesine fırsat verin. Sözünü kesmeden, eleştirmeden, savunmaya geçme – den ve suçlamadan dinleyin. • Onu dinlerken anladığınıza dair geri bildirimlerde bulunun. “Seni anlıyorum.”, “Çok üzülmüşsün.”, “Çok kırılmışsın.” gibi. Cümleye böyle başladıktan sonra kendi fikirlerinizi ifade edin. Eşiniz onu anladığınızı hissettiğinde söyleyeceklerinizi daha dikkatle dinleyecek ve çatışma ihtimaliniz azalacaktır. Eşinizin ailesi sizin de ailenizdir. • Onların onayını kazanmaya gayret edin. Onların sizi onaylamaları, size daha fazla destek sunmalarını sağlayacaktır. • Zaman zaman fikirlerine danışarak onlara duyduğunuz saygıyı belli edin. • Kendi âdet ve ananelerinizi korumak en doğal hakkınızdır. Ancak eşinizin ailesinin âdet ve ananelerine de saygı gösterdiğinizi onlara belli edin. Böylece bu konuda tedirginlik duymalarını ve bu konuyu bir soruna çevirmelerini engelleyebilirsiniz. • Aile büyüklerinizle bir araya gelebileceğiniz ortamlar oluşturun. Birlikte yemeğe çıkmak, pikniğe gitmek, tatile gitmek vb. Bu, aranızdaki samimiyeti geliştirir. • Eşinizin ailesine finansal olarak bağlı olmaktan mümkün olduğu kadar kaçının. • Eşinizin ailesinin sizden ve ailenizden farklı yönlerini olduğu gibi kabul edin ve olumlu yönlerine odaklanın. • Eşinizin ailesinin geçmişini ve aile tarihini öğrenin. Böylece ailenin güçlü yönlerini bulup ortaya çıkartmaya çalışın. Daha sonra bunu çocuklarınızla da paylaşın. Geniş aile ortamı Bazen çiftler çeşitli sebeplerden dolayı aileleriyle birlikte yaşarlar. Aile büyükleriyle beraber yaşamanın kolaylıkları olmakla birlikte, ailedeki rol paylaşımları konusunda bazı sorunlar da yaşanabilmektedir. Geniş aileyle birlikte yaşama durumunda çiftin düzenli olarak baş başa zaman geçirebilecekleri fırsatlar oluşturmaları ve kendilerini ilgilendiren konularda kendi kararlarını alabilme özgürlüğüne sahip olmaları, aralarında yaşanabilecek çatışmaları azaltacaktır. Ayrıca ailede rol dağılımının tüm aile bireylerini içerecek şekilde dikkatli planlanması da önemlidir. Kararı kim verecek? Çekirdek aile ile ilgili kararları eşler beraber vermelidirler. Özellikle çocukların okulları, maddi konular, iş hayatı vb. ile ilgili kararlar, eşlerin beraber almaları gereken kararlardır. Bu konularda aile büyüklerinin fikirlerini almak, onların hayat tecrübelerinden dersler çıkarmak önemlidir. Ancak son karar noktasında, eşler birlikte davranmaya gayret etmelidirler. Önemli kararları eşlerin birlikte almaları kararların sorumluluğunu taşımalarını da kolaylaştırır. Bu da kendi evliliklerine ve dolayısıyla kurdukları aileye sahip çıkabilmeleri anlamına gelir. Kocaman ve güçlü aile “Biz kocaman ve güçlü bir aileyiz.” Kulağa ne kadar hoş geliyor, değil mi? Bu, bir çocuğun büyürken ihtiyaç duyduğu, kendini güçlü hissetmesini sağlayan, öz güvenini destekleyen bir cümledir. Çocukların geniş aileyle birlikte olabilmesine mutlaka imkân tanınmalıdır. Geniş aile desteği ile büyümek, çocukların öz güvenlerini arttırır. Kişi eşinin ailesiyle anlaşamıyor hatta onlarla görüşmüyor olsa bile, çocukların onlarla birlikte olmaya hakları olduğunu unutmamalı ve böylesi bir hayat desteğinden çocuklarını mahrum etmemelidir. Aileyi paylaşmak Bazı evliliklerde eşin ailesiyle geçirilen zaman bir sorun olarak ilişkiye yansıyabilmektedir. Eşlerden birinin ailesiyle daha fazla zaman geçirmek ya da ailelerden birine yeterli zamanı ayırmamak, bayramlarda ve özel günlerde önce kimin ailesine ziyarete gidileceği, bayram sofrasına kimin ailesinin evinde oturulacağı gibi konular, eşler arasında sorun oluşturabilir. Böyle bir sorun yaşandığında bir plan yapmak işe yarar bir çözüm olabilir. “Kimin ailesiyle hangi günler kaç saat görüşülecek?”, “Özel günlerde ziyaret sırası nasıl olacak?” vb. hususlar planlanabilir. Bu konuda en önemli husus, öncelikle eşlerin hemfikir olmalarıdır. Eşler bu konularda ortak karar almayı başardığında, uygulama artık kendiliğinden gelişmeye başlayacak ve zamanla oturacaktır. Sorunları aşmak Eşinizin ailesinden herhangi birisiyle bir sorun yaşadığınızda sorununuzu onunla paylaşmaktan çekinmeyin. Sorunlarınızı sorun yaşadığınız kişilerle paylaşarak çözümlemeniz en sağlıklı iletişim yoludur. Aksi takdirde bu konudaki sorunlarınızı başkalarına taşımanız, dedikodu yapmayı tercih etmeniz, problemin ve içinizdeki öfkenin daha da büyümesinden başka bir işe yaramaz. Probleminizi çözebilecek adımlar atmadığınızda, sorun daha da dallanıp budaklanacaktır. En iyisi, probleminizi doğrudan, dürüstçe ve karşınızdakini suçlamadan ifade etmenizdir. Örneğin pişirdiğiniz yemeği eleştiren bir kayınvalideniz varsa “Yemeklerimle ilgili eleştirileriniz beni gerçekten incitiyor. Bu konuda özenli olursanız sevinirim.” şeklinde bir yaklaşımla duygularınızı doğrudan ifade edebilirsiniz. Ya da “Bu konudaki şikâyetiniz beni üzüyor. Eğer yemeklerimi beğenmiyorsanız, arzu ederseniz birlikte olduğumuz zaman yemekleri siz pişirebilirsiniz.” şeklinde bir yaklaşımla ona bir seçenek sunmayı da deneyebilirsiniz. Gelinler ve Damatlar! Kendinizi eşinizin ailesinin yanında rahat hissetmiyor musunuz? Onlarla birlikte yapabileceğiniz çeşitli faaliyetler planlayın. Birlikte gezmeye gitmek, tatile çıkmak, piknik yapmak gibi. Özellikle onların hoşuna gidecek faaliyetler seçmeye gayret edin. Bu, hem onlara değer verdiğinizi gösterecek hem de birbirinizi daha yakından tanımanızı sağlayacaktır. Böylece zaman içinde kendinizi onların yanında daha rahat hissetmeniz kolaylaşacaktır. Kayınvalideler ve Kayınpederler! Gelininiz veya damadınızla problemler mi yaşıyorsunuz? Aranızda sürekli bir elektrik ve gerginlik mi hissediyorsunuz? Problemin sizden kaynaklanabilecek taraflarına bir göz atmaya ne dersiniz? • Ebeveynlerin aşırı koruyucu olmaları: Bu tip ailelerde evlenmiş olan çocuklarına bir yetişkin olarak tam anlamıyla güvenmeme ve onu koruma altında tutma eğilimi görülmektedir. Bu durumda ailenin çocukları üzerindeki sürekli koruyucu tavırları, diğer eş üzerinde kendisine güvenilmediği algısını yaratabilir. Bu sorun torunların doğuşuyla birlikte daha da abartılı ve güç bir hâle dönüşebilir. • Ebeveynlerin aşırı müdahaleci olmaları: Bu tip ebeveynler, çiftin aile hayatlarına ve kararlarına sürekli müdahale etmekte ve çiftin evlilik ilişkilerine yeterince saygı duymamaktadırlar. Bu tip ailelerde çocuklarını hâlâ bir yetişkin olarak algılamama, çocuklarının aldıkları kararlara güven duymama, tek başlarına karar almaları durumunda bunu kendilerine saygısızlık olarak algılama gibi tavırlar görülmektedir. • Ebeveynin teklifsizliği: Her türlü ilişki biçimi gibi evlilik ilişkisi de kendi sınırlarına sahiptir. Bu sınırların davetsiz misafirlikler, eve teklifsizce girilip çıkılması, sürekli yatıya kalınması gibi hareketlerle zorlanması, ailenin mahrem saatlerinin azalmasına veya hiç olmamasına sebep olabilir. Eğer sorunun yukarıdaki maddeler dışında bir sebepten ve karşı taraftan kaynaklandığını düşünüyorsanız bir aile toplantısı yaparak sorununuzu konuşmayı denemelisiniz. Sorununuzu hem kendi evladınızla hem de gelininizle ya da damadınızla açık, suçlamadan ve eleştiriden uzak, sahip olduğunuz bilgeliğe ve hayat tecrübesine yakışır bir biçimde, en önemlisi de sevginizi çocuklarınızdan esirgemeden paylaşmalısınız. Kültürel tezatlar Eşler çok farklı kültürlerden geliyorlarsa birbirinin ailelerinin gelenek ve göreneklerini, yaşam tarzlarını, inançlarını ve kültürünü anlamak ve tanımak için daha fazla zaman ayırmalıdırlar. Böyle bir durumda şu hususlara özellikle dikkat edilmelidir: • İki kültürün benzer ve farklı yönlerinin neler olduğunu anlamaya gayret edin. Bu birbirinizin farklı yönlerini anlamanızı kolaylaştıracaktır. • Çocukların nasıl yetiştirileceği, roller, sorumluluklar, hangi şehirde ya da ülkede yaşanacağı, din ve mezhep farklılıkları gibi konularda mümkünse evlenmeden önce anlaşmaya varın. • Asla eşinizin ailesinin gelenek ve göreneklerini, inanışlarını, kültürünü eleştirmeyin ve küçümsemeyin. Bazı şeyler size değişik veya tuhaf gelebilir. Karşı taraf açısından bakıldığında bu durumun sizin için de söz konusu olabileceğini unutmayın. • Kendi âdet ve geleneklerinizi eşinize zorla dayatma yoluna gitmeyin. Bu, evlilik ilişkinizi zedelemekten başka bir işe yaramayacaktır. • Eğer eşinizin ailesinin konuştuğu farklı bir dil varsa bu dili öğrenmek için gayret edin. Unutmayın ki doğacak çocuklarınız muhtemelen bu dili de konuşacaklardır. • İçinde bulunduğunuz durumun çocuklarınız için avantaj olduğunu unutmayın. İki farklı kültürde büyümek çocuklarınızı zenginleştirecek deneyimler ve güç sağlayacaktır. EVLİLİKTE ÇOCUK YETİŞTİRMEK Aile, bireyler arasında ilişki kurulmasını sağlayarak bireye sosyal bir rol tanımlayan, bu rolle değer aktarımına imkân veren ve toplumun geleceğinde kritik bir yere sahip olan temel kurumdur. Bireyler arasında kurulan bu ilişki aracılığıyla aile, toplumu etkilerken aynı zamanda toplumda meydana gelen değişimlerden de etkilenmektedir. Bu bakımdan ailenin sağlıklı bir yapıda olması toplumsal açıdan da önem arz etmektedir. Aile işlevselliği, aileye özgü özellikler ve ailenin gerçekleştirmesi beklenen yükümlülükler şeklinde tanımlanmıştır. Bu özellik ya da yükümlülüklerin neler olduğuna konusunda eğitim planlaması yapmak, karşılıklı sevgi ortamı oluşturmak, dini eğitim vermek, koruyucu aile ortamı oluşturmak, ekonomik ihtiyaçları karşılamak, serbest zaman etkinlikleri oluşturmak ve statü sağlamak şeklinde bir sınıflandırma yapılabilir. Ailenin işlevleribiyolojik işlev, psikososyal işlev ve ekonomik işlev olarak üç başlıkta toplanabilir. Ailenin ruhsal durumu ve duygusal atmosferi ile ilişkili olan aile işlevselliğinde dengesizlik yaşandığında aile üyelerinde psikolojik problemler görülebilmektedir. Bununla birlikte ailenin işlevsel bir özelliğe sahip olması için bütün aile üyelerinin diğer üyelere yönelik işlevlerini gerçekleştirmesi gerekir. İşlevsel ve değerle nitelendirilmiş bir evliliğin aile işlevselliği için önemli olduğunu belirtmiştir. Bu açıdan aile işlevselliğinin, toplum sağlığının yanında aileyi oluşturan her birey ve alt sistemin sağlığı ve iyiliği ile ilişkili bir kavram olduğu söylenebilir. Bu alt sistemlerden biri de evlilik ilişkisidir. Evlilik, çiftler arasında bağlılık duygusunun bulunduğu, birlikte bir yaşam sürdürmek amacıyla oluşturulan ilişkidir. Aynı zamanda evlilik ilişkisi ailenin kurulmasına, nesillerin sürdürülmesine olanak sağlar ve toplum sağlığı üzerinde anlamlı bir role sahiptir. Evlilik, eşler için genellikle mutluluk ve doyum kaynağı iken kimi zaman problemlerin oluşmasına neden olabilmektedir. Eşlerin nitelikleri, yaşanılan ortamdan kaynaklanan sorunlar ya da toplumda meydana gelen gelişme ve değişmeler gibi birçok faktör evliliği etkileyebilmekte ve evliliğin sürekliliğini sekteye uğratacak sorunlara neden olabilmektedir. Bu problemler evlilik ilişkisine yönelik psikolojik yardım ihtiyacının artmasına neden olmuş ve bu alanda araştırmaların yapılmasını gerekli kılmıştır. Evlilik uyumu, çiftlerin aile ve evliliğe ilişkin meselelerde uzlaşma sağlaması, iletişim kurması ve sorunlara yapıcı çözümler getirilmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Evlilikte uyum problemleri boşanmaların veya evlilikteki diğer problemlerin ortaya çıkmasına neden olan unsurlardan biridir. Fiziksel, ruhsal ve duygusal boyutları olan evlilik uyumu yine bu boyutlar açısından çiftlerin ve ailenin sağlığı için önem teşkil etmektedir. Eşler arasında uyum problemlerine dayalı olarak yaşanan çatışmalar fiziksel, duygusal ve ilişkisel birçok sorunu da beraberinde getirebilmektedir. Bu sorunlar aile içindeki çocuklara da yansıyabilmekte, çocukların yaşadığı sorunların kaynağı hâline gelebilmektedir. Eşler arasındaki ilişkinin içten ve uyumlu olması çocukları olumlu etkilerken; bu ilişki çatışma ve gerginlik içinde ise çocuklarda bu durum kendini endişe ve güvensizlik olarak gösterecektir. Dolayısıyla ailenin alt sistemlerinden birinde yaşanan bir problem ailenin tamamında ve doğal olarak da ailenin başka bir alt sisteminde probleme neden olabilmektedir. Ailenin yerine getirmesi gereken işlevlerinden biri de çocukların birçok alanda gereksinimlerini karşılayarak gelişimlerini desteklemektir. Gelişimde aile, kritik bir yere sahiptir. Çocuklar öz denetimi, ahlaki ve cinsel gelişime yönelik özellikleri aile vasıtasıyla edinir. Bu edinimi model alma ve özdeşim kurma ile sağlar. Dolayısıyla anne ve babaların çocuğa karşı benimsediği davranışlar ilk deneyimler için temel bir yere sahiptir. Bu açıdan çocuklar herhangi bir şeye yönelik sergilediği tavır, tutum ve iletişim biçimini anne ve babalarından öğrenmektedirler . Aile atmosferinin ve ebeveyn tutumlarının olumlu olması çocuğun gelişiminde de olumlu bir yansıma ile kendini göstermektedir. Aksi bir durumda ise çocuğun gelişimi bundan olumsuz şekilde etkilenecektir. Bu çerçevede evlilik uyumu, çocuk yetiştirme tutumları ve aile işlevselliği arasındaki ilişkinin incelenmesi aile ve toplum geleceği için önemlidir. Ailenin tartışmasız en önemli görevlerinden biri çocuk yetiştirmek ve çocuğa bakmaktır. Güçlü aile, kaynağını güçlü evliliklerden alır, güçlü evlilikler ise sağlıklı çift ilişkisinden beslenir. Sağlıklı çiftlerin sahip olduğu çocuk da sağlıklı olmakta ve çocuk yetişkinlik hayatına kadar anne baba ilişkisinden beslenmektedir. Çocuk ailesinin bir uzantısıdır ve ailesinde ne öğreniyorsa onu hayata geçirir. Ailesinden, anne babasından sevgi, ilgi, değer görmemiş bir çocuk hayata karşı dezavantajlı bir durumdadır. Anne babanın çocuğa olan tutumu ve davranışları çok önemlidir çünkü bu tutum ve inançlar ileride çocuğun hayatına yansıyacaktır nitekim anne babaların çocuklarına olan tutum ve davranışları; ebeveynin kendi çocukluğundaki gelişimi, aile yapısı, ailesinde gelişirken kendi uyumsuzluklarının nasıl yorumlandığının sonucunu gösterir. Bundan ötürüdür ki çocuğun anne babasından gördüğü tutum davranış önemli, bu tutum ve davranışların çocuğa nasıl yansıdığı daha da önemlidir. Bu bağlamda ebeveyn davranışları ile çocuk davranışı arasında güçlü bir ilişki vardır, bu da olumlu ebeveyn davranışlarının düşük çocuk davranış sorunu oranları ile ilişkili olduğunu göstermektedir. Anne babanın çocuğa karşı sergiledikleri tutum ve davranışları, çocuğun ileriki yaşamında göstereceği davranışları, başvuracağı problem ve çatışma çözme davranışlarını etkilemekte ve geliştirmektedir. Anne-baba arasında uyumlu ilişkinin olmayışı çocuğun ileriki yaşamında uyum güçlüğü çekmesine neden olur. Anne-baba ve çocuğun ilişkisinin kalitesi, çocuğun topluma uyum becerilerinin belirleyicisidir. Ebeveynler küçük çocukların ilk rol modeli oldukları için, ebeveynlerinin yardımı ile temel becerileri öğrenebilir ve sağlıklı yetişkin olabilirler. Eşler arasında kurulan dengeli ve sağlıklı ilişkiler çocuğun kişilik özellikleri ve davranışlarını olumlu yönde etkiler. Ebeveyn davranışları, çocuk ve ergen gelişimindeki tüm dönemlerde suçluluk, sosyal beceriler ve okul performansı gibi gençlik davranışlarıyla sıklıkla bağlantılıdır. Çocuk davranış problemleri, annelerin saldırganlık ve kin davranışı ile evlilik uyumu anlamlı olarak değişmektedir. Annelerin evlilik uyumu arttıkça çocuk davranış problemleri azalmaktadır. Anneler evlilik uyumunda sorun yaşadıkça çocuklarına daha duyarsız olmaktadır. Evlilikte doyumsuzluk yaşayan annelerin çocuklarıyla daha az ilgilendiğini ve bunun daha büyük çocuk psikolojik sıkıntılarıyla ilişkili olduğu tespit etmiştir. Evlilik doyumu anne babanın mutluluğunu, ruh sağlıklarını etkilemektedir. Anne babaların evlilik doyumundan sağladıkları doyum da çocuklarına olan davranışlarını, ebeveynliklerini etkilemekte ve bu durum çocuğa yansımaktadır. Çocuk davranışları, anne babanın davranışlarından etkilenmektedir. Çocukları bir birey olarak ele almak aile ilişkilerinde fayda sağlayacaktır. Çocuğunuz sizden ayrı bir bireydir. Çoğu zaman anne-babalar, çocuklarını kendileriyle bire bir eşleşen kalıplar içerisinde şekillendirmeye çalışırlar. Ancak, çocuklara kendi kişiliklerini ve benliklerini bulma ve sahip çıkma izni verilmelidir. Çocuklarınıza kendilerine has becerilerini ve kuvvetli yönlerini keşfetmelerinde yardımcı olun. Çocuklarınız sizlere kendi ilgi alanlarını, kendi umutlarını ve korkularını anlatırken onları dinleyin. Onların becerilerini destekleyin ve bu becerilerini geliştirebilmeleri için onlara imkan tanıyın. Çocuklarınızın, çeşitli davranışlarına, başarılarına veya başarısızlıkların rağmen sizler tarafından her daim sevileceklerini bilmeye ihtiyaçları vardır. Çoğu aile disiplin konusunda çabalıyor olsa da, limitler koyabilmek büyük önem taşır. Sürekliliği olan limitler çocukların yalnızca kendilerini daha güvende hissetmelerini sağlamaz, aynı zamanda anne babaların iyi davranışlar sergileyen evlatlar yetiştirmesine yardımcı olur. Anne babalar çocuklarını en etkin şekilde nasıl disipline edebileceklerinin kararını vermelidirler. Çocuklara hayatları için hayaller kurmada yardımcı olmalısınız. Çocuklarınıza hayallerini farkına varmalarında ve onları gerçekleştirmek adına sahip oldukları potansiyeli görmelerine yardımcı olun. Bir çocuğu kişiliğinin oluşmasında ve değer yargılarının oluşmasında yönlendirmek çok önemlidir. Çocuklarınızın kişilik gelişimi onların ileride iyi birer yetişkin olması açısından büyük önem taşır. Çocuklarınızın başkalarına saygı gösterdiğinden emin olun. Anne-babalara çocuklarını korumacı tavırla yetiştirmek yerine, onlara mücadele etme yolunun göstermeli. Çocukla doğru iletişim kurmanın ve disiplin ile nasihatin dengeli olması gerektiğini unutmamalıyız. Çocuk yetiştirmenin birinci adımı, çocuğun şefkatli-karakterli anne-babasıyla huzurlu bir ortamda büyütülmesidir. Anne-babanın çocuğu kendi parçası olarak görüp onun hayatı hakkında her şeyi bilmeye çalışması doğaldır ancak çocuğun da özelline saygı duyulmalı ve kendini özgür hissetmesine fırsat tanınmalı. Çocuğun mutluluğu, ebeveynin mutluluğunun önüne geçmemeli. Ancak ikisi arasında sağlıklı bir denge kurulmalıdır. Ebeveyn, çocuğunu bütün güçlüklerden korumak yerine, ona sorumluluk duygusunu ve güçlükleri birlikte aşmayı öğretmelidir. Ailenin yükünü ebeveynin tek başına taşıması yerine, anne-baba ve çocuğun da içinde olduğu bir takım oluşturup sorumluluklar ve hayat paylaşılmadılır. Anne-baba, çocuğunu yorucu, zor işlerden korumak yerine çocuğunu hayata hazırlamak görevini üstlenmeli. Anne –babalar, çocuklarının sorunlarını dinlemeli, çözümünü çocukla birlikte aramalı. Anne-baba çocuklarının, koydukları kurallara itaat etmesini beklemeli, ancak onların da kurallara itiraz hakkının olduğunu unutulmamalıdır. En etkili emirin de seçenek sunmak olduğu bilinmelidir. Anne-babalar, çocukların sözlerini yetişkin insan gibi dinlemeli, ancak onlardan büyük insan gibi davranmalarını beklememelidir. Disiplin ve nasihatin yumuşak ve devamlı olması halinde etkili olduğu nasihatte örnek olmanın da önemi unutulmamalıdır. Çocukların arkadaşları ve sosyal hayatı yakından takip edilmeli ancak fazla müdahale edilmemelidir. Ebeveynin, çocuğunu hayat köprüsünden geçirmekten ziyade o köprüden nasıl geçeceğini öğretmesi gerektiğini bilmeli. Bir anne çocukları ile ilgilenirken kendini evde hapsolmuş ve tutuklanmış hissedebilir. Bu doğal. Ancak ebeveynin sıradan olaylardan zevk almayı başaran kişilerin özgürlük - sorumluluk dengesini kurabilenlerin mutlu olabildiğini unutmamalı. Ebeveyn, anne, baba, eş, iş adamı rolünün hepsini kendi şartlarında yaşamalı. Farklı rollerini farklı alanlarda yaşamalı. Anne- babanın çocuğunun gizli düşüncelerini bilmek gibi bir görevi yok. Çocuğa özerk alan bırakıp onun kendi gemisinin kaptanı olmasına fırsat vermeli. Anne- baba çocuğuna zaman zaman kızıp sinirlenebilir ancak önemli olan sonrasında öz eleştiri yapabilmeli ve haksız olduğu durumlarda çocuğundan özür dileyebilmelidir. Çocuğun ani sorularını cevaplayamayacak kadar meşgul olunsa da ona sonradan zaman ayrılmalı ve hak ettiği ilgi gösterilmeli. Çocuk eğitiminde sevgi, ilgi, saygı, sabır ve güven kelimelerin sihirli kelimeler olduğu unutulmamalı. Çocuğunuzun ne düşündüğünü önemsediğinizi hissettirmek ve kendisini ifade etmesinde cesaretlendirmekle sihirli kelimeleri harekete geçirdiği bilinmeli. Sabır amaca yönelik olmalıdır, her istediği yapılan çocuk bencil her şeyine “hayır” denilen çocuğun da inatçı olduğu unutulmamalı. En önemlisi de çocuğa insani değerlerin ve empatinin öğretilmesi. İdeal insanın dünyayı değiştirmeye kendisinden başladığı bilinmeli. EVLİLİKTE KUL HAKKI Malumunuz günümüz eğitim sistemi değer kavramına büyük önem atfetmektedir. Zira eğitimin etkili ve kalıcı olabilmesi, eğitim süresince kazandırılmak istenen değerlerin içselleştirilmesi ile mümkün olmaktadır. Değer kazandırmada başarılı olamayan bir eğitim sisteminden kendini gerçekleştiren bireyler yetişmesi beklenemez. Aynı şeklide din eğitimi açısından da değer kavramı ayrı bir öneme sahiptir. Zira din eğitimi bizatihi değer kazandırmayı hedefleyen bir süreç olduğu için bu eğitimin de etkili ve kalıcı olabilmesi din eğitimi kapsamında verilecek değerlerin içselleştirilmesi ile mümkün olacaktır. Nitekim günümüzde din eğitiminin kalitesi açısından tartışılan pek çok sorunun değerlerin içselleştirilememesi problemine dayandığı görülür. Din başlı başına bir değer kaynağıdır. Dolayısıyla din eğitimi sürecinde kazandırılması hedeflenen pek çok değer söz konusudur. Ancak özellikle günümüzde dinî değerlerin bir kısmı evrensel değerler kapsamında ele alındığı için ön plana çıkmakta, bir kısmı ise evrensel değerler söz konusu olduğunda akla gelmediği için veya bu şekilde algılanmadığı için göz ardı edilmektedir. Bu bağlamda kanaatimizce gerektiği kadar ön plana çıkamayan değerlerden biri “kul hakkı”dır. Neden Kul Hakkı? Özelinde özellikle aile kurumu içerisinde ele alınması gereken kavramlardan biri de kul hakkıdır. Bu konu çok önemli olduğu için konuyu biraz geniş tutarak irdelemeye çalışacağım. Coğrafî keşifler neticesinde üretim biçimlerinin ve buna bağlı olarak ekonomik şartların değişmesi dünya düzenin de değişimine, bu düzenin kendi değerlerini doğurmasına yol açmıştır. Tutum, davranış ve dolayısıyla ahlâk alanını da şekillendiren değerler sisteminde yaşanan bu değişimin yönü uzun zamandır, önemli bir değer kaynağı olan dinin aleyhine olarak yorumlanmaktadır. Tartışmalara son yıllarda küreselleşme kavramı ekseninde devam edildiği görülmektedir. Bu bağlamda küreselleşme kimilerine göre geleneksel ve yerel değerlerin çözülmesine veya yeniden yorumlanmasına sebep olurken, kimilerine göre din dahil bütün evreni metalaştırıp dinî ve dinî olmayan arasındaki ayırımı anlam kaybına uğratarak dinî değerlerin dünyevî değerlerle yer değiştirmesine yol açmaktadır. Neticede din yerine daha ziyade ahlâkın öne çıkarıldığı, liberal ahlâkın ve ılımlı dinî oluşumların teşvik edildiği görülmektedir. Bahsi geçen değişimin en belirgin yönü bireyselliğin ve buna bağlı olarak bireysel tercihlerin belirleyici olduğu bir ahlâk anlayışının yüceltilmesidir. Yani dinin ahlâk alanındaki ağırlığının azaltılması, bireyin bu alanda belirleyici rol oynamasına yol açmıştır. Tabii nesnenin değerini, insanın ona atfettiği değerle sınırlandıran görüşün rolü de burada hayli büyüktür. Bireyin bu rolü ise liberal ahlâkın etkisini kuvvetlendirerek ahlâkî davranışın daha subjektif biçimde ele alınmasının sebeplerinden biridir. Buna bağlı olarak özellikle kitaplı dinlerin bireyi ve toplumu disipline etmeye yönelik bazı kırmızı çizgilerinin (mesela sınırsız tüketimin, bir başka ifadeyle israfın yasak oluşu gibi) silikleştiği görülmektedir. Nihayetinde dinin insan davranışını yönlendirmede ve ahlâkî davranışın sürekliliğini sağlamadaki etkisinin azalması bireysel ve toplumsal ahlâk alanındaki istikrarı da tehdit edebilmektedir. Çünkü Allah ve ahiret inancının buna bağlı olarak hesaba çekilme bilincinin insanı keyfîlikten uzak tutmadaki etkisi çok büyüktür. Dinin söz konusu tesirinin azalması ise bencilliğe dayalı keyfîliğin artmasına sebep olabilmektedir. Nitekim yaşanan değişime paralel olarak ahlâk alanında ciddî sıkıntıların ortaya çıktığı da vurgulanan bir başka önemli noktadır. Bu nedenle ahlâkî sorunların çözümü için davranışlarımıza ve uygulamalarımıza yön veren ahlâk sistemlerinde değişiklik yapmak, bugün ülkemizde olduğu gibi Batı’da da tartışılan ve önerilen bir husustur. Bahsettiğimiz problemler bağlamında gerek ahlâkî davranışın devamlılığını sağlamada gerekse değerler alanında yaşanan yerel ve evrensel çatışmasına bütünleştirici bir cevap verebilmede "kul hakkı"nın, dinden kaynaklanan bir değer olarak din eğitiminde önemle vurgulanması gerekir. Çünkü kul hakkı bir değer olarak insan hayatının her alanını kapsayıcı bir niteliğe ve yaptırıma sahiptir. Aynı zamanda hem İslâm'a özgü oluşuyla yerel hem de günümüzün en çok vurgu yapılan kavramlarından “insan hakları” ile büyük oranda örtüşmesi bakımından, hatta kapsadığı alan itibariyle onu da aşmasıyla evrensel bir değerdir. Dolayısıyla değer alanında yerelle ve evrenselin bütünleşmesinin en güzel örneğidir. Önemine ve kapsayıcılığına rağmen günümüz din eğitimi çalışmaları içerisinde kavrama bir değer olarak gereken ağırlığın verildiğini söylemek ise güçtür. Bunun temel sebebi ise kavramın daha çok insan hakları bağlamında ve hatta çoğu zaman aynı anlamda ele alınmasıdır. Ancak ifade ettiğimiz üzere kul hakkı kavramı, insan hakları kavramından da derin bir kapsayıcılığa ve kuvvetli bir müeyyideye sahip olduğu gibi, İslâm dinine özgü, köklü bir geçmişe de sahiptir. Hem evrensel hem de “modern” zamanın vurguladığı pek çok değerden daha köklü bir geçmişi bulunan bu kavramın genelde ilim özelde ise eğitim sahasında çok fazla ele alınmamış olmasının birinci nedeni, kanaatimizce kapsayıcılığının doğru anlaşılamamış olmasıdır. Çünkü gerek klasik literatürde gerekse güncel çalışmalarda kul hakkı kapsamına giren tutum ve davranışlara farklı başlıklar altında yer verilmekle birlikte, bu tutum ve davranışların kul hakkı bağlamında ele alınması sınırlı bir biçimde olmakta, çoğu zaman bu bağlamda ele alınması gereken tutum ve davranışlar eksik kalmaktadır. Meselâ çocuklara dinî bilgi ve değerler kazandırma hedefiyle hazırlanan bazı kaynaklarda kul hakkını ihtiva eden pek çok davranışın yapılmaması tavsiye edilirken, bu davranışların kul hakkıyla ilgisine temas edilmemektedir. Yani kavramın kendisi ele alınmaksızın kavramın kapsamına giren davranış ve tutumlardan ayrıca bahsedilmesi dikkat çekicidir. Kelime anlamı olarak “hak”genel manada “gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek, bir şeyi gerçekleştirmek, bir şeye yakînen muttali olmak, gerçek, sabit, doğru, varlığı kesin olan şey" anlamlarına gelmektedir. Bunların yanında kavramı“bir şeyi hikmetin gereğine uygun olarak icat eden, hikmetin gereğine uygun olarak yapılan iş, bir şeye aslına uygun ve doğru olarak inanma, bu şekilde kazanılmış inanç, bilgi, gerektiği şekilde, gerekli ölçüde ve gereken zamanda meydana gelen iş” olarak tanımlayanlar da mevcuttur. Hak terim olarak İslâm ilimleri içerisinde genellikle Fıkıh ilmi yani İslâm hukukunda ele alınmış bir kavramdır. Ancak klasik dönem fıkıh literatürü meseleler üzerinde inşa edildiği, mahiyetlerden çok hükümler üzerine yoğunlaştığı için kavramın klasik literatürde soyut bir tanımı ve tasnifi bulunmamaktadır. Bununla birlikte hakkın Allah'a ve insana izafe edilmesiyle ortaya çıkan Allah hakkı ve kul hakkı kavramlarına dair fıkhî tanımların çok erken dönemlerde ortaya konması, hakkın terim olarak tanımlanmasında yol gösterici olarak kabul edilmektedir. Ancak güncel bir yaklaşımla hak kavramı fıkhî açıdan "din ve hukukun (şer') bir yetki ve yükümlülük olmak üzere benimsediği aidiyet" şeklinde tanımlanabilir. İslâm açısından haklar Allah'ın lütuf ve inâyetinden kaynaklanmakla birlikte, İslâm literatüründe insanların yükümlülüklerini ifade eden haklar, mahiyetleri ve sağladıkları yararın özel ve genel oluşu ölçü alınarak "Allah'ın hakları" (hukukullah) ve "kulların hakları" (hukuk-ı ibâd) şeklinde iki ana kısma ayrılmış, bazı kaynaklarda ise hem Allah hakkı hem de kul hakkı sayılan haklar bulunduğuna dikkat çekilmiştir. Söz konusu kaynaklarda Fıkıh açısından bazen Allah hakkı ile kul hakkının birleştiğinin, Allah hakkının telafisi mümkün olmadığı zamanlarda kul hakkının üstün kılındığının (kasten öldürmede katilin affedilmesi gibi) da ifade edildiği görülmektedir. İslâm kaynaklarında hak tasnifinde birinci sıraya konan Allah’ın hakkına riâyet, "Allah'ın emrine saygı" olarak ifade edilmektedir. Zira hadislerde Allah’ın kulları üzerindeki haklarının kulların O’na ibadet etmeleri ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmamaları olduğu belirtilmiştir. Allah hakkını "hiçbir ferdin ihtisasında olmadan umumî bir faydayla alakalı olan haklar"şeklinde tanımlayanların yanında bu haktan kastedilenin “umumî veya galip menfaatin teminini içeren kamu hakları ve korumaktan aciz olan kişinin hakkı” olduğunu ifade edenler de mevcuttur. Dolayısıyla kul hakkı da Allah'ın koyduğu hükümlere dayandığından, geniş manada Allah hakkının içinde değerlendirilmektedir. İkici sıradaki kul hakkı kavramını ise "ferde özel bir maslahat tanıyan hükümler" veya “başkalarına ait olup dokunulmaz olan maddî veya manevî imkân ve menfaatler ile insanların başkaları için yerine getirmeleri gereken görevleri” şeklinde tanımlamak mümkündür. Kul hakkına riâyet ise "Allah'ın yarattıklarına şefkat” şeklinde ifade edilmektedir. Kul hakkı kendi içinde "genel kul hakları" (toplumu bir bütün olarak ilgilendiren ve toplumun tüm fertlerinin ortaklaşa sahip olduğu menfaat imkânlardan faydalanma hakkı) ve "özel kul hakları" (bireysel olarak fertlere ait olup kişisel yararı koruyan haklar) olarak iki grupta incelenmektedir. Tanım ve tasniflerden hareketle kişilerin başta hayat hakları olmak üzere tüm maddî ve manevî haklarının korunması kul hakları kapsamında yer almakta, dolayısıyla bunlara yönelik ihlâl ve saldırıların engellenmesi hedeflenmektedir. Özellikle kul hakkı kavramının genellikle "İslâm'da insan hakları" kapsamında ele alındığı, kul hakkı ile insan hakları kavramlarının aynı manada kullanıldığı dikkati çekmektedir. Bu bağlamda İslâm açısından kabul edilen başlıca insan hakları şeklinde şu şekilde sınıflandırılmıştır: 1. İnsanın bedeni ve kişiliği ile ilgili haklar ve hürriyetler (Yaşama hakkı, hürriyet hakkı, haysiyetin korunması hakkı) 2. Özel hayatın gizliliğine riâyet, aile, mesken ve şerefin dokunulmazlığı, Sığınma, oturma, seyahat ve vatandaşlık hakları, 3.Din ve vicdan hürriyeti, Düşünce ve ifade hürriyeti, Siyasi haklar (seçme ve seçilme hakkı, kamu görevlerine atanma hakkı, toplanma ve dernekleşme hakkı) Bir başka tasnife göre, Kur’ân açısından koruma altına alınan haklar, ahlâkî bir bakış açısıyla şu şekilde sıralamaktadır: Allah hakkı, ana - baba hakkı, çocuk hakkı, çirkinliklerden uzaklaşmak, hayat hakkı, eğitim hakkı, tüketici hakkı, hukukun hakkı (hakkını arama hakkı, kadın hakları, inanç ve ibadet özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, bilimsel özgürlük gibi özgürlüklerin korunması). Hukuk karşısında eşitlik ve kanun hakimiyeti Sosyal ve ekonomik haklar (Aile, sosyal güvenlik, mülkiyet, çalışma hakları) Eğitim – öğretim hakkı, Siyasi bağımsızlık hakkı Yukarıdaki sınıflandırmada, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde kabul edilen temel hak ve özgürlükler ile büyük oranda benzerlik olduğu görülmektedir. Kur’ân-ı Kerîm'de kul hakkıyla ilgili âyetler kişilerin maddî ve manevî haklarının korunmasını ve gaspedilmemesini, söz konusu haklardan mahrum bırakılmamalarını hedef almakta, bu nedenle akraba ile ilişkilerden ticaret hayatına kadar birçok alanda kul hakkının söz konusu olduğunu ortaya koymaktadır. Kul hakkı kapsamında ihlâl edilmesi yasak olan hakların başında hayat hakkı gelmektedir. Bu hakkın gözetilmesi bütün insanlığın gözetilmesi ile denk tutulmuştur: “...Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır...” (Maide-32) Buna göre haksız yere bir cana kıymak kabul edilemeyeceği gibi, Müslümanların birbirleriyle ilişkilerinde bu hususa dikkat etmeleri önemle vurgulanmış, böyle bir suçun kasten veya hata ile işlenmesi halinde ise ihlâl edilen hakkın tazminatı, ciddî bedellerle, hem dünya hem de âhiret hayatına yönelik olarak belirlenmiştir. “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir. Ancak öldüren kimse, kardeşi (öldürülenin vârisi, velisi) tarafından affedilirse, aklın ve dinin gereklerine uygun yol izlemek ve güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem dolu bir azap vardır.” el-Bakara 2/178. “Bir mü’minin bir mü’mini öldürmesi olacak şey değildir. Ancak yanlışlıkla olması başka. Kim bir mü’mini yanlışlıkla öldürürse, bir mü’min köleyi azad etmesi ve bağışlamadıkları sürece ailesine diyet ödemesi gerekir. (Öldürülen kimse) mü’min olur ve düşmanınız olan bir topluluktan bulunursa, mü’min bir köle azad etmek gerekir. Eğer sizinle kendileri arasında antlaşma bulunan bir topluluktan ise ailesine verilecek bir diyet ve mü’min bir köle azad etmek gerekir. Bunlara imkân bulamayanın, Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay ard arda oruç tutması gerekir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” “Kim bir mü’mini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir. Allah, ona gazap etmiş, lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” en-Nisâ 4/92-93 Kul haklarının en çok gözardı edildiği alanlardan biri şüphesiz ticarî hayattır. Ticarî hayatın en önemli değeri emektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm insanın kazancının emeğine dayanması gerektiğini ve emeğin karşılığının verilmesini, bizzat Allah’ın vereceği karşılık bağlamında vurgulamaktadır: “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur. Çalışması da ileride görülecektir. Sonra onun karşılığı tastamam ödenecektir.” (Necm suresi, 39 – 41) Emek hak etmek anlamına gelir. Hak edilmeyen ve başkasının hakkını gasbederek elde edilen her türlü ticarî faaliyet kul hakkını ihlâl etmek demektir. Bu nedenle insanların hırsızlık ve tefecilik yapmaları, faiz ve rüşvet alıp vermeleri, emanete hıyanet etmeleri, mallarını haksız yere yemeleri, ölçü ve tartıda hile yapmaları, karaborsacılık, cimrilik veya savurganlık, iddihar (kenz, yani tasarruf veya ihtiyaç gibi bir maksat olmaksızın sadece mal biriktirmek ve yığmak, böylelikle malın piyasada dönerek piyasanın sağlıklı işlemesine mani olmak) gibi tutum ve davranışlarda bulunmaları yasaklanmış, zekât, sadaka ve infak gibi ekonomik destekler zorunlu kılınmış ve teşvik edilmiştir. Dikkat edilirse tüm bu ekonomik faaliyetler, bireyin hem kendisini hem de yakınlarını ve toplumu zora düşürecek, istismar edecek ve ekonomik düzenin adaletle işleyişine engel olacak davranışlardır. Zira bu fiiller, insanların ekonomik sistem içerisinde haklarını almalarına engel olduğu gibi, piyasaların dengesini ayakta tutan önemli bir unsur olan “güven” duygusunu da ortadan kaldırmaktadırlar. Bu durum toplumsal yapı içerisinde çözülmelere sebebiyet verebilmektedir. Bu nedenle adı geçen ihlâllerin birçoğu, günümüzdeki pek çok hukuk sisteminde de meşru kabul edilmemektedir. Ancak konumuz açısından Kur’ân, bu ekonomik ilişkileri kul hakkının ihlâli olarak da ortaya koymak suretiyle, yani insanların kazandıkları üzerinde başkalarının da hakları olduğunu vurgulayarak, bireylerin tasarruf haklarının keyfî biçimde olamayacağını bildirmektedir: “Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere saçıp savurma.” (İsra 26-27) “Mallarında (yardım) isteyen ve (iffetinden dolayı isteyemeyip) mahrum olanlar için bir hak vardır.” (Zariyat, 19) Kapitalizm açısından bireyselliğin ekonomik hayatta ne kadar önemli olduğu düşünüldüğünde, kişiye toplumdaki ihtiyaç sahiplerini düşünme zorunluluğu getiren Kur’ân ekonomik ahlâka dair toplumsal sorumluluk bağlamında önemli bir ilke ortaya koymaktadır. Söz konusu ilke ekonomik alanda ahlâklı davranışın oluşumunu bireylerin kanundan ziyade kendi iç disiplinlerinden hareketle gerçekleştirmelerini sağlaması bakımından önemlidir. Yetimler, yoksullar, akrabalar, yolcular gibi zümrelerin sorumluluğumuz kapsamında bulunduğunun belirtilmesiyle sosyal dayanışma ve denetim sadece kanunlara bırakılmamakta, bireysel sorumlulukla temin edilmesi de mümkün kılınmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm, ekonomik hayat açısından kul hakkının en çok ihlâl edilebilen sahalarından biri olan borç ilişkilerinde bu hakkı koruyabilmek için önemli bir adım atmış ve bu ilişki sisteminin yazılı hale getirilmesini istemiştir: “Ey iman edenler! Belli bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman bunu yazın. Aranızda bir yazıcı adaletle yazsın. Yazıcı, Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, (her şeyi olduğu gibi dosdoğru) yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın ve Rabbi olan Allah’tan korkup sakınsın da borçtan hiçbir şeyi eksik etmesin (hepsini tam yazdırsın).” (Bakara 282) Günümüz noter sisteminin temeli olarak da görebileceğimiz bu âyet ile insanlar arasında en şaibeli alanlardan biri olan borçlar hukukunda, bireylerin haklarının korunmasının en kesin yollarından birinin tescil olduğu belirtilmiştir. Günümüzde zaman zaman güvene dayalı olarak sözle yapılan borç alışverişlerinde bu güvenin istismar edilmesine ve insanlar arasındaki ilişkilerin ciddî zararlar gördüğüne şahit oluruz. İşte âyette vurgulanan ilke ile hem alacaklının alacağına dair kul hakkının ihlâlinin hem de bu istismarın ve akabinde doğacak düşmanlığın da önüne geçilmesi mümkün kılınmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de kişilik haklarının korunmasına da büyük önem atfedilmiştir. Bu bağlamda gerçekleşebilecek kul haklarının önüne geçilebilmesi için ise insanların birbirlerini en fazla yıprattıkları fiillerin başında gelen iftira, sû-i zan, dedikodu, lakab takma gibi tutum ve davranışlar yasaklanmıştır: “Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.” (Hucurat-11) "Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Hucurat-12) ”Kim bir hata işler veya bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, şüphesiz iftira etmiş, apaçık bir günah yüklenmiş olur.” (Nisa-112) Âyetlerde yer alan iftira, lakap takma, alaycılık, su-i zan ve dedikodu gibi fiiller, insanların şahsiyetlerine tecavüz olarak kabul edilen, kişilerin itibar haklarını zedeleyen ve manevî anlamda onları rencide eden davranışlar olarak yasaklanmışlardır. Bu davranışların nitelikleri, ilgili diğer âyetler de dikkate alındığında, şiddetle yerilmekte, dedikodu ile ilgili âyette görüldüğü üzere “ölü kardeşinin etini yemek” gibi insanlığa yakışmayacak ve tahammül edilemeyecek bir davranışla eş tutulabilmektedir. Zira her iki fiilde de yapan için karşı taraftan haksızlıkla aldığı ve kendisine fayda değil aksine zarar veren bir hak ihlâli söz konusudur. İnsanın kendini ifade edebilmesi, nerede yaşacağına karar verebilmesi, bir başka ifade ile inanç ve düşünce özgürlüğü hakkının ve yerleşim hakkı Kur'an tarafından koruma altına alınan en temel kul haklarındandır. Buna göre zulümle insanların inanç ve yerleşim özgürlüklerine müdahale etmek ve özgür iradelerini baskı altına almak, yasaklanmıştır. Hatta özgür iradeye müdahale etme hususunda Hz. Peygamber'e (S.A.V.) de yetki verilmemiştir: “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette topyekûn iman ederlerdi. Böyle iken sen mi mü’min olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?” (Yunus-99) Zira:“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır...” (Bakara-256) Dolayısıyla doğru ile yanlış arasındaki seçimi yapabilme kabiliyetine sahip olan insan, bu kabiliyetini özgür iradesiyle kullanma hakkına sahiptir. Aksi halde insana böyle bir kabiliyetin ve iradenin verilmesinin bir anlamı kalmaz. Ancak bu noktada belirtmek gerekir ki insanları iyiye yönlendirip kötülükten uzak tutmaya çalışmak da inanan insan için bir vazife kılınmış, fakat bu esnada da güzel hikmet ve öğütle yaklaşarak karşı tarafı rencide etmemek bir yöntem ve ilke olarak ortaya konulmuştur. Yani insanın seçim yapma hakkını korumakla bu seçimi yaparken şahsiyetine saldırmadan doğruyu anlatmak suretiyle ona yardımcı olmak Kur'an'a göre bir çelişki değil, bilakis görevdir. Kul hakkının ihlâli aile içi ilişkilerde de söz konusu olabilmektedir. Üstelik bu ihlâller, toplumun temel taşı olan aile kurumunun düzenini derinden sarstığı için, toplumun geleceği açısından da ciddî problemler meydana getirebilmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm ana-baba ve çocukların haklarına, eşlerin birbirleri üzerindeki haklarına işaret ederek, bunların gözetilmesi hususunda dikkatli olunmasını istemektedir. Buna göre anne ve babaya iyilik edilmesi, verdikleri emeğe binaen hürmette kusur edilmemesi ve rencide edilmemeleri, çocukların hayat haklarının cinsiyet beklentisi veya rızık korkusu gibi maddî endişelerle ihlâl edilmemesi, günümüzde bazı annelerin çeşitli bireysel endişelerle ihmal edebildikleri emzirilme haklarının gerek annenin emzirmesi gerekse sütanne tutulması doğrultusunda gözetilmesi, eşlerin birbirleri üzerinde haklarının bulunduğu ve bu haklara riâyet edilmesi, kadınların evlilikten doğan malî haklarının (mehir gibi) gözetilmesi,miras hukukuna tüm mirasçılar arasında adalete riâyet edilmesi, akrabalık ilişkilerinin korunması ve haklarının gözetilmesi doğrultusunda koyulan birçok ilke mevcuttur. Toplumsal haklar veya kamu hakkı diyebileceğimiz alanda meydana gelen kul hakkı ihlâllerinin büyük bir kısmına malî alanda dikkat edilmesi gereken kul hakları içerisinde temas ettik. Zira ekonomik alanda yapılan ihlâller kamu hakkını doğrudan etkilemektedir. Bunların yanında kamu hakkını gözetmek açısından sosyal sorumluluklarımıza da işaret eden uzak ve yakın komşu hakkının, yetim ve yolcuların, sakatların ve acizlerin haklarının korunması ve gözetilmesi de yine kul hakkı açısından bir zorunluluk olarak ortaya konulmaktadır. Kişinin bir başkasının hakkını ihlâl etmesinden doğan sorumluluğunun telâfisi, ancak ihlâl ettiği kişinin affına bağlı kılınmıştır. Hak ödenmediği müddetçe de kişinin cennete giremeyeceği bildirilmiştir: “Kim ki, üzerinde (bir din kardeşinin nefsine, yahut malına tecavüzden kaynaklanan) hak bulunursa – dinar, dirhem bulunmayan (kıyamet günü gelmez)den evvelbugün (dünyada) mazlumdan o hakkı bağışlamasını istesin (helalleşilmediği zaman) zalimin amel-i salihi bulunursa, ondan (kıyamet günü) zalimin zulmü miktarı alınır (da mazluma verilir). Eğer zalimin sevabı bulunmazsa mazlumun günahından alınıp zalim üzerine yükletilir." Bir diğer hadiste de bu durum şöyle ifade edilmektedir: “Kıyamette müminler Cehennem (üzerine kurulmuş Sırat)tan kurtulduktan sonra Cennet’le Cehennem arasındaki (ikinci bir) köprüde toplanırlar. Burada dünyada aralarında bulunan (ufak tefek) mezalimden birbirine hakkını vererek hesaplaşırlar. (Küçük günahlarında da) paklanıp arındıkları zaman, bunların Cennet’e girmelerine izin verilir.” Şehitlik gibi üstün bir mertebeyle ölen bir kişinin dahi affedilmeyen tek günahı, varsa, kul hakkı olarak vurgulanmıştır. İlgili hadislerde, böyle büyük bir ihlâli gerçekleştiren kişiler "müflis" olarak nitelendirilmişlerdir. Zira yukarıdaki hadislerin de ifade ettiği üzere, bu ihlâli işleyen kişi, hak sahiplerine haklarını vermeden, sevapları ne kadar çok olursa olsun cennete giremeyeceği için, dünyada hak sahipleriyle hesaplaşma olmamışsa, âhirette kişinin sevaplarının hak sahiplerine dağıtılması ile söz konusu hesabın kapatılacağı, eğer bu hesaplaşmada kul hakkını ihlâl edenin sevapları yeterli gelmezse, hak sahiplerinin günahlarından alınıp hakkı ihlâl edenin günahlarına ilâve edileceği, böylece hakkı ihlâl edenin müflis duruma düşerek cehenneme gireceği belirtilmiştir. Dolayısıyla kul hakkı ihlâli özünde kişiyi iflasa sürükleyen bir davranış olarak değerlendirilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm'de işaret edilen kul haklarına hadislerde de işaret edilmiştir. Hayatın pek çok alanında karşımıza çıkan kul hakkının dikkatle gözetilmesi, hiç şüphesiz insanlar arası ilişkilerin dayandığı temellerle bağlantılıdır. Bu bağlamda hadislerde öncelikle Müslüman kimliğinin belirleyici unsurlarından biri Müslüman'ın "elinden ve dilinden emin olunan" kişi olarak tanımlanmasıyla ortaya konulmuştur. Zira kul hakkı ihlâlinin temelinde yatan etken zarar vermektir ve Müslüman kimliğinin gereği insanlar arası ilişkilerinde karşı tarafa zarar vermemeyi esas almak durumundadır. Aynı tanım doğrultusunda aralarında kardeşlik bağı bulunan Müslümanların birbirlerine yalan söylemeleri, kötülük yapmaları, ihanet etmelerinin, birbirlerinin ayıplarını araştırmalarının söz konusu olamayacağı, dolayısıyla Müslümanların can, mal, namus ve şereflerinin ihlâlinin haram olduğu, bir Müslümanın kendisi için istediğini kardeşi için de istemesi gerektiği ve Müslümanların birbirlerine eziyet etmemeleri, birbirlerinin hayatlarını kolaylaştırmaları gerektiği gibi temel tutum ve davranışlar hadislerde açıkça zikredilmektedir. Hadislerde hem Allah’ın kulları hem de kulların Allah üzerinde haklarının mevcut olduğu, Müslümanın Müslüman üzerinde din kardeşi olarak bulunduğu açıkça ifade edilmiştir: "Müslümanın Müslüman üzerinde 5 hakkı vardır: Karsılaştığında selam verir, hastalandığında ziyaretine gider, vefat ettiğinde cenazesinin ardından yürür, davetine icabet eder, aksırdığı zaman elhamdülillah derse yerhamükallah der.” Söz konusu hakların arasında, bir başka rivâyette, "kardeşinin istemesi üzerine nasihat etmesi" de zikredilmektedir ki tüm bu haklar dikkate alınırsa, kul hakkının öncelikle Müslümanların kardeşlik hukuku açısından karşılıklı ilişki sistemini bencillikten uzaklaşmak üzere kurması gerektiği görülmektedir. Hak ihlâlinin temel nedenlerinden birinin bireylerin kendilerini öncelemesi olduğu düşünülürse, kul hakkının kavramının bencilliğe izin vermeyerek karşılıklı ilişkileri düzenlemedeki yeri daha iyi anlaşılacaktır. Kul hakkı hususunda ilk eğitimin ve dolayısıyla ilk karşılıklı ilişkinin başladığı yer olan ailede bu hakkın ihlâl edilmemesi gereken en önemli alanlardan biri ana-baba hakkı olarak dikkati çekmektedir. Kur’ân-ı Kerîm'de de beyan edildiği üzere ana-babaya saygı ve dine uygun olmayan istekleri dışında onlara karşı gelmekten sakınılması, sevgi ve şefkat gösterilmesi, ihtiyaçlarının esirgenmeden karşılanması ve vefalı olunması gibi hususlar bu bağlamda dikkat edilmesi gereken haklar arasında yer almakta, onlara hizmet etmek cihad etmekle denk tutulmakta ve özellikle annelerin ayaklarının altına cennet tahsis edilerek onlara ayrı bir önem atfedilmektedir. Ana-baba hakkından sonra aile birliği içerisinde karı-koca arasında da karşılıklı hakların söz konusu olduğu, bu manada hem kadının hem de erkeğin birbirlerine iyi davranmakla başlamak suretiyle aile düzeninin temini için üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmeleri gerektiği hadislerde ele alınan bir başka kul hakkı kapsamıdır. Bunun yanında evlilik akdinin mehir gibi gereklerinin yerine getirilmesi ve bu hususta hak ihlâline sapılmaması, Kur’ân'da getirilen düzenlemeden hareketle zıhar gibi erkeğin kadın üzerinde haksız bir baskı uygulamaması hususunda yapılan uyarı ve getirilen yasaklar da, ailenin temelinin öncelikle karşılıklı saygı ve sevgiye dayanmasının gereğini ortaya koymaktadır. Aynı şekilde çocukların ana-baba üzerlerinde bulunan haklarına riâyet edilmesine dair getirilen prensipler de aile içinde dikkat edilmesi gereken kul hakları olarak hadislerde yer almaktadır. Buna göre çocuğa güzel bir isim vermek, onu güzel bir ahlâk ile yetiştirmek, hayatını idame ettirebilmesi için gerekli eğitimi vermek, onlara karşı maddî ve manevî anlamda adaletli davranmak, sevgi, şefkat ve merhamet göstermek ve bundan kaçınmamak, cinsiyet ayırımı yapmamak geçimlerini sağlama konusunda sıkıntıya düşürmemek dikkat edilmesi gereken belli başlı esaslar olarak yer almaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de olduğu gibi, hadislerde temas edilen kul hakkı kavramı içerisinde de arkadaş, komşu ve akraba hakları yer almakla birlikte, hadislerde insanın komşusuna ve akrabasına hayırda bulunması ve onları gözetmesi, iman ile özdeşleştirilen bir yükümlülük olarak vurgulanmaktadır:“Rahîm (akrabaya iyilik ve merhamet etmek), arşa asılıdır, derki: 'Kim beni sıla ederse, Allah da ona sıla etsin, kim benden koparsa Allah da ondan kopsun'" "Rasulullah (s.a.s.) bir gün; 'Vallahi iman etmiş olamaz, Vallahi iman etmiş olamaz, Vallahi iman etmiş olamaz'buyurdular. Bir sahabi, 'Kim iman etmiş olamaz, ey Allah’ın Resûlü?'diye sorunca, Rasulullah (s.a.s): 'Komşusunun, kötülüğünden emin olmadığı kimse' diye cevap verdiler." Toplumsal denetim mekanizması kurmak anlamına da gelen bu anlayış ile yakından uzağa olmak üzere kişinin etrafından bihaber olamayacağı, komşu ve akrabalarının durumlarının selâmetinden emin olması gerektiği çok açık biçimde ortaya konulmaktadır:"Ebu Zer! Çorba pişirdiğin zaman suyunu fazla koy ve komşularını da gözet.” Hatta özellikle komşuluk hakkının gözetilme biçiminin adeta bir akrabalık hukuku şeklinde olması gerektiği ifade edilmiştir ki bu durum günümüz insan ilişkileri dikkate alınınca oldukça manidardır: "Cebrâil (a.s.), bana komşuya iyilik etmeyi o kadar tavsiye etti ki, neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.” Müslümanın üzerinde sadece tanıdığının değil, ihtiyaç sahibi olan yolcu ve misafirin de hakkının bulunduğu hadislerde açıkça beyan edilmiş ve buna bağlı olarak bu hakkın gözetilmesi ve yerine getirilmesi istenmiştir: "Kim bir cemaate misafir olur ve fakat misafir, (ağırlanmaktan) mahrum kalırsa, -ona yardım her Müslüman üzerine hak (vazife) olması hasebiyle- bir gecelik masrafını o cemaatin ekininden ve malından alır." Ancak burada karşılıklı bir adab da getirilmiştir: "Kim Allah'a ve âhirete inanıyorsa misafirine ikram etsin. Onun caizesi bir gün ve bir gecedir. Misafirlik üç gündür. Bundan fazlası sadakadır. Ev sahibine sıkıntı verecek kadar ikamet, misafire helal değildir." Dolayısıyla misafirlik hakkı açısından haklar karşılıklı olarak gözetilmeli, eziyet içinde bırakmaktan kaçınılmalıdır. Ticarî hayatın, kul hakkı ihlâllerinin en fazla yaşandığı ve toplumu sarsıcı etkileri olan alanlardan biri olduğunu daha önce ifade etmiştik. Hadislerde de konuyla ilgili emeğin karşılığının hakkıyla ve geciktirilmeden verilmesini içeren borç-ödeme ilişkisinde alacaklıyı herhangi bir şekilde zor duruma düşürmemeye ve dolayısıyla zulmetmemeye dikkat etmenin, halkın malını haksız yere telef etmekten ve gasbetmekten kaçınmanın gerekli olduğunu belirten birçok hadis, bu alana dair temel prensipler de ortaya koymaktadır. Sosyal hayatın yanında hadislerde kişinin bedeni ile ilişkisi de kul hakkı kapsamında yer almaktadır ki bu durum insanın kendisiyle ilişkisinde de belirli bir hukuku dikkate alması gerektiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Zira kişinin kendi bedeninin de onun üzerinde hakkı bulunduğu ve bu nedenle bedenine eziyet verici, ibadet gibi bir maksatla dahi olsa onu temel ihtiyaçlarından mahrum edici davranışlarda bulunmasının uygun olmadığı açıkça vurgulanmıştır. Kelime anlamı olarak kul, “insan” ve “köle” manalarına gelmektedir ve bu nedenle insanlar için kullanımı daha yaygındır. Ancak Kur’an’da kelimenin “Allah’a ortak koşulan putlar” için de “kul” kelimesinin kullanılması , bunun yanında “kulluğun”, Allah’ın emirlerini yerine getirme, O’na içtenlikle bağlanma ve teslim olma anlamıyla sadece insan için değil tabiat için de geçerli olması kul hakkının çerçevesinin daha geniş tutulmasını gerekli kılmaktadır. Nitekim hadislerde gözetilmeleri ve haklarının korunmasına dair prensipler bulunan varlıklardan biri de hayvanlardır. Buna göre hayvanlara karşı merhametli olmak ve haddi aşmamak, kul hakkı bağlamında onlara gösterilecek tutum ve davranışların esas ilkesi olarak belirlenmiştir: "Hayvanlarınızın sırtını minberler yerine koymayın. Şurası muhakkak ki tek başınıza güçlükle gidebileceğiniz bir yere sizi götürmeleri için Allah onları size musahhar (hizmetçi) kıldı. Arzı da sizin (durma yeriniz) kıldı. Öyleyse ihtiyaçlarınızı (duran hayvanın sırtında değil) arzın üzerinde görünüz." Hayvanlara karşı gösterilen merhamet kişinin affına vesile olarak ortaya konulduğu gibi maddî ve manevî her türlü işkencenin yapılmasının birer azap sebebi olduğuna ve dolayısıyla kişiye sorumluluk yüklediğine dair getirilen ilkeler yanında, hayvanların keyfî biçimde öldürülmemesi, avlanmaması ve öldürülmek zorunda kalınan hayvanların da işkence görmeden öldürülmeleri, gıdalarına ve temizliklerine dikkat edilmesi gibi bir takım hususlar, hayvanların korunması açısından önemle vurgulanmaktadır. Kul hakkının en problemli olduğu sahalardan bir diğeri de şüphesiz hukuk alanıdır. Zira burada hakkın gözetilmesi söz konusu olmazsa, toplumsal açıdan adaletin ve güvenin tesisi de mümkün olamayacaktır. Nitekim hukuk sistemini aldatmak yoluyla kul hakkını ihlâl etmek hadislerde ciddî bir günah olarak vurgulanmaktadır: “Şüphesiz ben (de sizin gibi) bir insanım! Zaman olur ki bana (sizden iki) hasım gelir de bazınız (haksızken) daha düzgün ifade-i meram etmiş olabilir; ben de o beliğ sözleri doğru zannederek onun lehine hükmedebilirim. Binaenaleyh kimin lehine bir müslimin (ve gayri müslimin) hakkıyla hükmettimse (bilsin ki) bu hak ateşten bir parçadır: İster onu alsın, ister bıraksın!” Özellikle günümüz adalet sistemine dair getirilen eleştiriler dikkate alındığında hadiste belirtilen hususun önemi daha fazla ortaya çıkmaktadır. Zira insanları maddî imkânlarla adalete sevketmek veya adaleti sağlamak her zaman mümkün olmamaktadır. İşte bu noktada devreye vicdan, sorumluluk bilinci gibi unsurlar girmektedir. Dolayısıyla insanların vicdanlarını bu doğrultuda eğitemezseniz, adaleti sağlamanız çoğu zaman mümkün olamayacaktır. Bahsi geçen ilkelerin hayata geçirilmesine dair Hz. Peygamber’in (S.A.V.) uygulamalarında, ideali gösteren pek çok örnek görmemiz de mümkündür. Öyle ki, bu örneklerin bazıları, insan haklarını yücelten günümüz dünyasında dahi insanların özellikle bu hususta olgunlaşmaları için hala katedecek epey yolunun olduğunu göstermektedir. Buna dair en önemli örneklerden biri olarak, savaş halindeki düşmanların dahi alacaklarının teminin sağlanmasına yönelik gösterdiği hassasiyeti verebiliriz. Buna göre, düşman dahi olsa, bir kişinin diğer kişi üzerinde borç olarak alacağı bulunuyorsa bunu ödemesi gereklidir. Fiilî savaş durumu buna mani kabul edilemez. Aynı şekilde sahabenin de kul hakkı konusundaki dikkatinin günümüz için dahi hala bir ideal olduğuna işaret eden birçok örnek bulunmaktadır. Bu örneklerden biri olarak, Hz. Ömer’in halifeliği döneminde, önce fethedilen fakat sonra tahliye edilmesi gereken Humus şehrinin halkından şehri korumak üzere alınan vergilerin, tahliye neticesinde şehri koruma görevinin yerine getirilemeyeceği gerekçesiyle halka iadesi verilebilir. Günümüzde kamu hakkının ihlâli ile gerçekleşen kul hakkı ihlâllerine karşı bu örnek, kul hakkının anlaşılması konusunda gelinen noktayı göstermesi bakımından hayli dikkat çekicidir. Aynı şekilde Hz. Ali’nin halifeliği döneminde, bizzat halifenin hakim karşısına çıkmasına binaen, Hz. Peygamber’in (S.A.V.) şahitlikle ilgili emirleri uyarınca, Hz. Hasan’ın şahitliğinin reddedilmesi de, kul hakkının ihlâlini önlemede öncelikle adaletin teminini sağlamanın gerekliliğine işaret etmesi bakımından önemlidir. Davranışlarımızı yönlendirmede temel unsurlardan biri olan değer, bakış açısı doğrultusunda çeşitli biçimlerde tanımlanmaktadır. Buna göre değer kavramı, "genellikle benimsenen, özenilen, önemsenen, üstün tutulan şey" , olarak tanımlandığı gibi bir nesneye, bir varlığa ya da faaliyete, manevî, ahlâkî, toplumsal veya estetik açıdan verilen önem ya da üstünlük derecesi olarak da tanımlanmaktadır. Toplumsal değerler kavramı ise genel olarak "belli bir toplumda ya da toplumsal kümede bireylerin olumlu tepki gösterdikleri düşünceler, kurallar, uygulayımlar, maddî nesneler" şeklinde açıklanmaktadır. Değer kavramı çeşitli sınıflandırmalara tâbi tutulmuştur. Temelde değerler "evrensel" ve "göreceli" olmak üzere iki kategoride ele alınabilir: Evrensel değerlertüm çağ ve kültürler için geçerli kabul edilen değerler (iyilik, doğruluk gibi); göreceli değerler ise, bireylerin ya da toplulukların salt özel ilgi, eğitim ve kültürel tercihlerini yansıtan değerler olarak ifade edilmektedir. Değerler davranışlarımızı yönlendiren, tutum ve davranışlarımızın nasıl şekil alması gerektiği hususunda bize seçim yapmamız açısından yardımcı olan unsurlardır. Bir başka ifadeyle "değerlerin işlevi, insanın zekâsını ve aklını olumlu yönde (hayata-tabiata- evrene uyum yönünde) kullanmasını sağlamaktır.” Tanımlardan hareketle eğitimde nelerin değer olarak verilmesi gerektiği meselesinin konumuz açısından önemli olduğunu belirtmek gerekir. Zira günümüzün değer bağlamında temel problemlerinden biri değerlerin izafîliği meselesidir. Ahlâk alanında bireyin belirleyici olma eğilimini buna bağlı olarak değer alanında da görmekteyiz. Bireyin belirleyici olması ise daha önce ifade ettiğimiz üzere, bir şeye değer atfedilmesini kişilerin inisiyatifine bırakmaktadır. Bu durum "değer kavramına atfedilen özelliklerin subjektiflik, ahlâki ilkelerin gelenek ve göreneğe indirgenmesi, birey, grup ya da toplum tarafından herhangi bir nedene bağlı olarak ya da olmayarak seçilebilir olma, tarafsızlık ve yargılanamaz olması şeklinde belirlenmesine yol açmaktadır. Bu yaklaşım ise günümüzün ahlâkî problemlerine binaen değerlerin insan üzerindeki yaptırım gücünü sorgulamamıza neden olmaktadır. İzafîliğin temel alternatiflerinden biri olan dinin değer konusundaki gücü din eğitimi açısından tartışmasız bir gerçektir. Çünkü din tek olmasa bile bir çok kaynağa nazaran baskın bir değer merkezidir. Dolayısıyla ahlâkî davranışın oluşumunda da bağlayıcı gücü yüksektir. Bir değerin içselleştirilmesinde ise bu gücün önemli bir payı vardır. Zira kişinin iç denetimini ve disiplinini kurmasını sağlar. Özellikle İslâm açısından bakıldığında, insanlığı mutluluğa götürecek ve insanlık var oldukça yaşayacak olan değerler, eğitim için de birer gayedir. Değerlerin isteklerimize paralel olarak değiştiği anlayışının aksine İslâm’da sabit bir değerler hiyerarşisi söz konusudur: “Bu derecelenmede manevî değerler, maddî olanlardan daha yüksektedir. İslâm manevî değerleri yüksek tutar. Çünkü manevî değerler, nihaî gayemizi, Allah’a kavuşmamızı anlamaya yardım ederler. İslâm’ın yirmi yıldan fazla zamanda gelmesi bu değerlerin sırasını tespit etmiştir. Gelen âyetlerin mesajı, değerlerin hiyerarşisini ortaya koymaktadır.” Söz konusu noktadan hareketle "kul hakkı" kavramı da bize göre tutum ve davranışlarımızı seçmede önemli bir değer olarak kabul edilmelidir. Hatta, eğer İslâm açısından bir değer hiyerarşisi göz önüne alınacaksa, kişinin Allah'a, kendine ve topluma karşı olan sorumluluklarını yerine getirmesini sağlamada kul hakkı ilk sıralarda yer alması gereken bir değerdir. Çünkü bu değer, teknolojik gelişmelerin de etkisiyle, ahlâkî davranışların sonuçlarının artık sadece bölgesel değil, daha evrensel sonuçlar doğurduğu ve gelecek nesilleri eskiye nazaran daha fazla ve süratli etkilediği günümüzde, bireyden hareketle evrensel bakma zorunluluğunu bize vermektedir. Öyle ki, bu değer inanan kişi için dinî sorumluluğun sadece Allah ve kul arasında olmadığını, diğer insanlar, varlıklar ve hatta kendimize karşı da sorumlu olduğumuzu ortaya koyarak, bu sorumluluğun yerine getirilmemesi halinde meselenin sadece Allah ile aramızda kalmadığını da vurgular. Bu nedenle de kişinin hem kendisiyle hem de çevresiyle ilişkisini doğru kurması ve yürütmesini zarurî kılmaktadır. Çünkü insan için Allah'a tövbe etmek, kul hakkı ihlâlinden dolayı kişilerden helallik istemekten çok daha kolaydır. İnsanlardan helallik istemek, hatalarımızın ilanı anlamına da gelmektedir. Pek çok insan için bu ilanı göze almak zordur. Ayrıca sadece helallik alınması, eğer kul hakkının çiğnenmesi devam ediyorsa, kişinin sorumluluğunun kalkmasında yeterli değildir. İhlâlin devam etmemesi gerekir ki bu da ahlâkî davranışın sürekliliğini sağlama bakımından önemlidir. Kul hakkı kavramı bir değer olarak adalet, sorumluluk, vefa, emek gibi pek çok evrensel değeri kapsamaktadır. Bilhassa adaletin temininde tüm maddî tedbirlerin yetersiz kaldığı durumlarda insan vicdanının devreye girmesinde etkili olduğu gibi, ahlâkî davranışın oluşumunda önemli bir etken olan "âhiret inancıyla"da yaptırım açısından önemli bir ilişkiye sahiptir. Zira din, en önemli yaptırımı Allah’a karşı olan sevgi ve saygı biçiminde ortaya koyarak kişinin vicdanında içselleştirmesini hedeflemekte ve inanan insanın iyiliğin Allah’ın emri kötülüğün Allah’ın yasağı olduğunu kabul ederek yani iyiliği “farz” kötülüğü ise “haram” kavramıyla birleştirerek vazife şuuruna ulaşmasını beklemekle birlikte bu süreçte âhiret inancının dinî ahlâkın en önemli müeyyidesi konumunda olduğunu da göz ardı etmez. Dolayısıyla ihlâli durumunda eğer bu dünyada gereği yapılmazsa âhirette muhakkak hakkı ihlâl edilen kişinin lehine karşılığının görüleceği bir kavram olarak kul hakkı, yukarıda izah ettiğimiz dinî içeriğin de ortaya çıktığı üzere, kişinin âhiretteki geleceğini de başkalarının rızasına bağlı hale getireceğinden, inanan insan açısından yaptırım gücü hayli yüksek bir değer olarak da karşımıza çıkmaktadır. EVLİLİKTE KENDİNİ TANIMAK Kişinin kendisiyle ilişkisi söz konusu olabilir mi? Olabilirse bunun kul hakkıyla bağlantısı nedir? Birinci soruya yanıtımız kuşkusuz Kur’an ve Hadislerden de anlaşılacağı üzere “evet” olacaktır ki bu gerçeğe daha önce kısmen temas etmiştik. Bugün özellikle psikolojinin ve eğitimin de kabul ettiği üzere kişinin kendisine bakış açısı, özsaygısı, kendini değerlendirme biçimi ve bilinci, kendisiyle ilişkisi bağlamında göz önüne alınması gereken hususlardır. Bir anlamda kişinin kendini konumlandırması esnasında kendine haksızlık etmemesi, yani ölçülü olması, kul hakkı kapsamında düşünülmesi gereken bir tutumdur. Nitekim bunu başaramadığı için psikolojik anlamda kendine eziyet eden ve bu tutumdan kurtulabilmek için destek almaya ihtiyaç duyan insanların sayısı hayli çoktur. Dahası kendi sınırlarını kavrayamadığı ve kendini olduğundan fazla gördüğü için kendini zorlayan dolayısıyla hayatta zorlanan pek çok insanın bulunduğu düşünüldüğünde, söz konusu tutumun geliştirilmesindeki önem daha da açıklık kazanmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de “kişinin kendine zulmetmesi” olarak nitelenen durum, belki de yukarıda belirttiğimiz hususun en bariz zikridir. İbarenin geçtiği bağlam da hayli dikkat çekicidir. Zira ifade küfür bir sonucu olarak kullanılmaktadır. Kelime olarak “üstünü örtmek” anlamına gelen küfür, dinî ıstılahta Allah’ı ve gönderdiklerini inkar etmek, onlara inanmamak demektir. Her iki anlamı beraber değerlendirdiğimizde de Allah tarafından bildiren gerçeğin üstünü örtmek manasına gelmektedir. Dolayısıyla gerçeğin üstünü örten öncelikle kendine zulmeden kişi olarak kabul edilmektedir. Peki, kişi kendine nasıl zulmetmektedir? İslâm açısından bakıldığında öncelikle Allah’a ve gönderdiklerine inanmamak, insan için hedeflenen insan-ı kâmil olma yolunda kişinin kendi önüne set çekmesi anlamına gelmektedir. Bu durum ise “ahsen-i takvim” yani en güzel surette yaratılan insan kendini “esfele sâfilîn” yani aşağıların aşağısına düşürmesi şeklinde ifade edilmektedir. Bu itibarla doğru olandan uzaklaşarak kendini kemale ermekten mahrum bırakmak insanın kendine yapabileceği en büyük zulüm olarak ortaya konulmaktadır. Dolayısıyla kişinin ahlâkî olarak temizlenmeden kendini mahrum etmesi de bir taraftan Allah hakkının ihlâli, diğer taraftan kendi nefsinin kendi üzerindeki hakkının ihlâli olarak değerlendirilmektedir. Aynı şekilde, eğer kul hakkı maddî ve manevî hakların istifadesinden uzak tutulmaksa, kişinin kendini geliştirmekten uzak kalması ve zamanını verimli kullanmayarak kişisel gelişiminin önüne set çekmesi de insanın kendi kendine zulmetmesi olarak düşünülebilir. Zira kendini gerçekleştirmenin en önemli basamağı, kişisel kabiliyetlerini varabileceği en üst noktaya taşımaktır. Bunun için kişisel gelişime azamî önem vermek gerekir ki insan bu manada kendine özen göstermediği takdirde kendi kendine haksızlık etmiş olmaktadır. Bugün bilhassa televizyon ve internet kullanımı hususunda insanlarımızın ne kadar bilinçsizce davrandıkları, zamanlarının büyük çoğunluğunu kendilerine hiçbir fayda sağlamayan programlarla harcadıkları göz önüne alınırsa, insanın kendine zulmetmesinin kul hakkı bağlamında ele alınması, din eğitimi açısından ayrıca önem kazanmaktadır. Yine İslâm açısından insanın bedeni, insana verilen bir emanet olarak kabul edilmektedir. Bahsi geçtiği üzere Kur’ân-ı Kerîm’de “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın”emri ve Hz. Peygamber’in (S.A.V.) bedenimizin de bizim üzerimizde hakkının bulunduğunu vurgulaması, bu duruma işaret etmektedir. Dolayısıyla kişinin bedeni üzerinde mutlak tasarruf hakkı bulunmamaktadır ve kişi verilen emanete dikkat etmekle yükümlü kılınmıştır. Yani bedeninin sıhhatine özen göstermek zorundadır. Nitekim yemek düzeninden uyku düzenine kadar İslâm insan hayatının pek çok yönüne dair de prensipler koymuş, bedenin sıhhatinin ruhun sıhhatine giden bir yol olduğunu da belirtmiştir. İnsanı cehenneme en çok götüren şeylerden birinin ağız olarak vurgulanması bunun en önemli örneklerindendir. Aynı şekilde“mümin bir midesine koymak için yer, kafir ise karnındaki yedi bağırsağını doldurmak için yer” hadisinde de oburluk imanla ilişkilendirilerek anlatılmaktadır ki bu olayın manevî tesirine işaret edilmesi bakımından önemlidir. Bahsi geçen hususlardan hareketle diyebiliriz ki insan bedeninin sıhhatine dikkat etmediği zaman, kendi kendine eziyet dolayısıyla zulüm etmiş olmaktadır. Kul hakkı kavramının hadislerdeki yerini ele alırken işaret ettiğimiz üzere, ibadet maksatlı olsa dahi aşırılığa kaçarak bedene zulmetmek İslâmî prensipler açısından kabul edilmemektedir. Bunun en güzel örneğini ise Hz. Peygamber’in (S.A.V.) Ramazan dışında da gündüzlerini oruç tutarak gecelerini ise namaz kılarak geçiren sahabeyi, en azından gün aşırı oruç tutmasını tavsiye etmesinde görmekteyiz. Bu misalde bireyin her hareketinde ölçülü davranmasının gerekliliği, bedenin insan üzerindeki hakkı açısından tavsiye edilirken, itidal kavramı da kul hakkıyla beraber bir değer olarak verilmektedir ki bu durum kul hakkının kapsayıcılığını da göstermektedir. İslâm âlimleri de beden – ruh ilişkisine ibadetlerin hikmetleri açısından temas etmişlerdir. Üstelik bugün stres ve depresyon gibi çağın hastalıkları olarak kabul edilen pek çok ruhî rahatsızlığın bedenî fonksiyonlarla olan bağının ortaya çıkması bu hususa dikkat edilmesi gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. İbadetlerde dahi beden sağlığını dikkate almak gerekli görülüyorsa, yine günümüzün önemli problemlerinden olan sağlıksız beslenme ve insan sağlığını soktuğu tehlikeler de kul hakkı bağlamında yeniden değerlendirilmelidir. Bilhassa çocuk ve gençlerimizin, çeşitli vesilelerle özendirilen bir takım sağlıksız hazır gıdalarla beslenme alışkanlıkları hızla yaygınlaşmaktadır. Bu gıdaların birçok hastalığa yol açtığı ve açacağı tıbben onaylanmaktadır. Bunu bile bile bu alışkanlıklara devam etmek, kişinin kendine verdiği eziyet açısından bireye ciddî sorumluluk yüklemektedir. Kasıt bu olmamakla birlikte göz göre göre sağlığı tehlikeye atmanın ve bundan doğacak sonuçlarda oluşacak kişisel payın kul hakkıyla bağlantısı ortaya konulduğunda, kavramın manevî yaptırım gücü, bu alışkanlıkların değiştirilmesine vesile olabilir. Ülkemizde zararlı madde kullanımı artık çok küçük yaşlardaki çocuklarda dahi görülmeye başlamıştır. Bu maddelerin kullanımı hem kişinin hayatını hem de çevresindekilerin hayatını tehdit eder mahiyettedir. Zira birey hem bedenine hem de gerek maddenin etkisine maruz bırakarak gerekse kullanımına bağlı olarak ortaya çıkan maddî ve hukukî sıkıntılar ile çevresine zarar vermektedir. Böylece kul hakkını çok yönlü olarak ihlâl etmektedir. Hukukî tedbirlerin yetersiz kalabildiği bu tip durumlarda, küçük yaşlardan itibaren verilen kul hakkı eğitimi, bahsi geçen özellikleri nedeniyle bir değer olarak bireyin iradesini yönlendirebilir. Dolayısıyla din eğitiminde kişinin kendine dair sorumluluklarının bilincinde olmasını sağlayabilmek açısından kul hakkı önemle vurgulanmalıdır. Kul hakkı kavramının en çok vurgulanan yönü şüphesiz başka insanlarla ilişkiler esnasında dikkat edilmesi gereken hususlardır. Zira davranışlarımızın niteliği en fazla toplumsal yapı içerisinde ortaya çıkmakta, hatta ahlâklı davranış kavramı da en fazla bu düzlemde tartışılmaktadır. Bu bağlamda kul hakkıyla ilgili Kur’ân ve Sünnette yer alan örnekleri ele almış, iftira, alaycılık, dedikodu, sû-i zan, lakap takma, başkalarının hakkını gasbetme, hırsızlık, tefecilik, rüşvet gibi tutum ve davranışların şiddetle yasaklandığını vurgulamıştık. Nitekim İslâm geleneğinde de Kur’ân ve sünnetten hareketle genellikle başkasının hakkını gaspetmemek, dedikodu yapmamak, iftira atmamak, sû-i zanda bulunmamak gibi tutum ve davranışlar, kul hakkı kapsamında öne çıkarılmıştır. Günümüzde söz konusu davranışların yanında bu davranışların farklı şekilde tezahürlerini de kul hakkı açısından düşünmek gerekmektedir. Meselâ bugün dedikodu iletişim araçları vasıtasıyla da yapılabilmekte, üstelik magazin gibi bir kavram altında kurumsallaştırılabilmektedir. Bu yolla insanların özel hayat hakları ihlâl edilebildiği gibi, asılsız haberlerle iftira ve sû-i zan yapılabilmektedir. Bu davranışlar hem kişilerin şahsiyetlerine zarar verilmesine, hem de insanlar arasındaki ilişkilerin yara almasına sebep olmaktadır. Zira sevgi ve güven duyguları ortadan kalkmaktadır. Dolayısıyla meslek ahlâkı açısından kul hakkı ihlâlinin kurumsallaştırılmasının ne kadar yanlış olduğu din eğiminde ele alınması gereken bir konudur. İnsanlar arası ilişkiler açısından kul hakkı kavramına baktığımızda iktisadî ilişkilerde bu kavramın ihlâl edilen bir hak olduğunu ele almıştık Bu noktadan hareketle kavramın bu alanda bir değer olarak önem kazandığını görmekteyiz. Zira iktisadî sistemlerin oluşumunda değerlerin büyük rolü vardır. Söz konusu değerler kimi zaman dinî değerlerden kaynaklanmaktadır. Ancak kimi zaman ise, sanılanın aksine, iktisadî değerler dinî değerlerlerin anlamlarının kaymasına veya işlevlerinin değişimine sebep olabilmektedir. Bugün kapitalizm ve İslâm bağlamında tartışılan birçok tartışmada kanaatimizce gözden kaçırılmaması gereken hususlardan biri de budur. Tüketim anlayışında görülen hızlı değişme bunun en önemli örneklerinden biridir ki işte tam da bu noktada yine kul hakkı önemli bir değer olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü neredeyse sınırsız bir tüketimin teşvik edildiği ekonomik sistem içerisinde israfın hızla yayılması İslâm'ın israf edilmemesine dair ilkesinin çiğnenmesine yol açmakta, iktisadî değerler dinî değerlerin önüne geçmektedir. Bu durum ise aile bireylerin maddî haklarının israfla tüketilmesinden ihtiyaç sahiplerinin gözetilme imkânının ortadan kalkmasına ve hatta gelecek nesillerin imkânlarının gasbedilmesine kadar birçok kul hakkı ihlâline sebebiyet vermektedir. Öyle ki sınırsız tüketim, özellikle üretimin çok az olduğu toplumlarda, mevcut imkânların harcanması anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla böyle bir ortamda toplumsal huzur gibi iktisadî kalkınma da beklenemez. İslâm'ın iktisadî kalkınmaya yönelik değerleri arasında faiz yasağı, israf yasağı, meslek edinmeye önem verilmesi, çalışanların iktisadî ve sosyal güvenliklerinin sağlanması, ücretin belirli olması, vergilerin âdil olması gibi hususlar bulunduğuna işaret edilmektedir. Din eğitiminin konuya bu açıdan da yaklaşarak sorumluluk bilinci oluşturması gerekir. İnsanların gittikçe yalnızlaştıkları, dolayısıyla sosyalleşmenin hızla azaldığı veya bir anlamda teknolojik olarak gerçekleştiği günümüzde insanlar arası sağlıklı iletişim kurabilmek de bir problem haline gelmiştir. İletişim probleminin altında yatan sebeplerden biri de kul hakkıdır diyebiliriz. Zira kul hakkı kavramını izah ederken ilgili âyet ve hadislerde aile fertlerinden komşuya, düşkünlerden yetimlere kadar pek çok kişinin Müslümanlar üzerinde haklarının bulunduğu vurgulanmıştı. Bu hakların gözetilmesi, insanlar arası iletişimin geliştirilmesini ve bunu birbirini gözetmeyle paralel olarak gerçekleştirmeyi gerekli kılmaktadır. Bunun en güzel ifadelerinden birini Gazzâlî’de görmekteyiz. Gazzâlî Müslümanların birbirlerinin kardeşleri olması ilkesinden hareketle kardeş olmanın hakkını malda, nefiste, dilde ve kalpte olarak tasnif etmekte, affetmeyi, kardeşi için dua etmeyi, kardeşine karşı ihlaslı davranmayı, vefakâr olmayı, kolaylık göstermeyi ve ona zorluk çıkarmamayı ve zora düşürmemeyi kardeş olma hakkının gerekleri arasında sıralamaktadır. Âyet ve hadislerden hareketle selamlaşmak, çağırıldığında cevap vermek, hapşırdığında dua etmek, hastalandığında ziyaret etmek, cenazesinde bulunmak, verilen yeminin gereğini yerine getirmek, ihtiyacı olduğunda nasihat etmek, uzak olduğunda hakkını gözetmek, kendin için istediğini onun için istemek istemediğini istememek de Müslümanlar arasında gözetilmesi gereken haklar olarak Gazzâlî tarafından vurgulanmaktadır. Tüm bu tutum ve davranışlar insana öncelikle nasıl iletişim kurulması gerektiğini göstermektedir. Samimiyet bu bağlamda öne çıkan bir ilkedir. Vefa, hoşgörü ve fedakarlık da yukarıdaki davranışların içinde yer alan değerlerdir ve kişinin kendi kabuğuna çekilip başkaları hakkında duyarsızlaşmasına mani olurlar. Böylelikle insanın yalnızlaşmasının da önüne geçilmektedir. Bireyin gelişimi açısından bu çok önemlidir. Zira insanın tek başına kendini gerçekleştirmesi beklenemez. Bu nedenle çevresindekilerle kendi varlığını da anlamlandıran verimli bir iletişimde bulunması gereklidir. Bireyselliğin arttığı ve bu manada iletişim kurmayı zorlaştırdığı günümüzde, sosyal medya da bireyin konuşma adabını yitirdiği, kendi içine kapanarak sosyalleşmesine engel teşkil eden bir iletişim biçimine yol açmaktadır. Bu durum insanın hem kendine hem de topluma karşı yabancılaşmasına da sebebiyet vermektedir. Neticede bahsettiğimiz yalnızlaşma kaçınılmaz olmaktadır. Yalnızlık hayata karşı güvenli durmanın ve sağlıklı bir psikolojinin elde edilmesinin önünde önemli bir engeldir. Bu nedenle böyle bir durumda kendini gerçekleştirmeden bahsedilemez. Diğer taraftan gözetmeyi bırakın selam dahi vermediğimiz çevremizdeki insanların yalnızlıklarından doğan sıkıntılarında kul hakkı bağlamında payımız olduğu bilinci, insanların birbirlerinin ihtiyaç ve sıkıntılarına destek olmasını sağlamada ve yalnızlıklarını paylaşmada önemli bir etken olacaktır. Komşuluk ilişkilerinin aile duyarlılığına sahip olduğu bir kültüre sahip iken aynı apartmandan çıkan cenazenin farkında olunmaması kadar acı bir biçimde insanlar arası ilişkilerin zayıfladığı düşünüldüğünde bahsi geçen tutum ve davranışlar hem sosyal sorumluluk hem de iletişimin usulleri açısından yol gösterici unsurlar olarak din eğitimi kapsamında değerlendirilmelidir. Yukarıdaki hususlardan hareketle insanlar arası ilişkilerde günümüz açısından kul hakkı bağlamında dikkat edilmesi gereken yeni durumlara da temas etmek gerekir: Meselâ yüksek sesle müzik dinlemek ve yüksek sesle konuşmak kul hakkı kavramının içeriğinde mevcut olan maslahatı, rahatsızlık vermek suretiyle zedelemektedir. Trafik kurallarını ihlâl etmek hem kendi hayatını hem de başkalarının hayatını tehlikeye atmak anlamına gelir ve kul hakkını içerir. Bunlar gibi günlük hayat içerisinde kimi zaman önemsemeden yaptığımız pek çok davranış esasında kul hakkını ihlâl kapsamına girmektedir. Kısacası "modern" zamanın şartları içerisinde insanlar arası ilişkilerin kazandığı çeşitlilik göz önüne alınarak kul hakkı gibi değerler daha geniş örneklerle din eğitiminde ele alınmalı ve hayata geçirilmelidir. Ayrıca… İnsanın başka varlıklara karşı sorumlulukları kapsamında dikkat edilmesi gereken bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat bu noktada “başka varlıklar”dan kastettiğimizin sadece hayvanlar olmadığını belirtmek yerinde olacaktır. Zira İslâm açısından konuya bakıldığında tabiattaki tüm varlıkların bir nevi canlı kabul edildiğini, bu varlıkların Allah’ı tesbih ettiklerinin Kur’ân-ı Kerîm’de vurgulanması hasebiyle, görmekteyiz: “Yedi gök yer ve onlarda bulunanlar Allah’ı tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlayamazsınız.” Tabiattaki her varlığın bir nevi cana sahip olması, aynı zamanda onların her birinin belli bir görevinin bulunduğunu da göstermektedir ki bugün bilim de bunu ispatlamaktadır. Bu varlıkların görevlerini yerine getirmelerini engelleyici davranışlarda bulunmak, hem bu varlıklara karşı zulüm işlemek açısından hem de bu engellemenin neticesinden etkilenecek diğer varlıkların ve hatta diğer insanların haklarının gaspedilmesi açısından kul hakkını ihlâl olarak değerlendirilmelidir. Somut bir örnek vermek yerinde olacaktır: İçinde yaşadığımız çağın güncel meselelerinden biri olan küresel ısınma, ozon tabakasının delinmesinin bir sonucudur. Buna sebep olan pek çok davranış ise (deodorant kullanmak gibi) yine bizler tarafından yapılmaktadır. O halde, bireysel olarak üzerimize düşen tedbiri almadığımız zaman, öncelikle sorunun çözümsüzlüğüne katkıda bulunmuş oluyoruz. Bu davranışlarımız neticesinde ise hem kendimizin, hem tabiattaki diğer varlıkların, hem de gelecek nesillerin sağlıklı bir hayat yaşama haklarını ihlâl etmiş oluyoruz. Dolayısıyla ufak bir ihmal gibi görünen bir hareket, birçok insanın da tekrarlaması ve bu manada birbirine örnek olması sebebiyle birçok hayatı tehlikeye atmış olmaktadır. Bunun yakın vadede veya uzak vadede olması kanaatimizce sorumluluğumuzu etkilemez. Zira bir kötüye sebep olmak da onu yapmak kadar kötüdür. Sadece davranışın sonucundan habersiz olmak veya bir başka ifadeyle neye sebep olabileceğimizi bilmemek yapılan yanlışlar karşısında sorumluluğu tamamen yok etmese de hafifletici bir etken olarak değerlendirilebilir. Günümüzde ise örnek verdiğimiz mesele gibi pek çok konuda kamuoyu defalarca aydınlatılmaktadır. Dolayısıyla artık bilmemek de bir mazeret olmaktan çıkmaktadır. Aynı şekilde kullandığımız deterjanlardan fabrikalardaki kimyasal atıklara kadar tabiata umarsızca bıraktığımız her türlü zararlı madde kendimize, toplumumuza ve gelecek nesillere karşı işlenen kul hakkı ihlâlidir. Zira bunların yol açtığı hastalıklardan muzdarip insanların çektikleri sıkıntılarda istemeden de olsa pay sahibi olmaktayız. Nitekim kimyasal maddeler ve ilaçlarla toprağın yapısının bozulmaya başlamış ve sağlıklı tarım ürünleri elde etmek neredeyse imkansız hale gelmiştir. Bunun neticesinde anne sütünde dahi çocuğun sağlığını tehlikeye atan kimyasal maddeler tespit edildiği görülmektedir. Çevrenin kirlenmesine katkıda bulunan herkesin bu tehlikenin oluşmasında sorumluluğu söz konusudur. Aynı durum genetiği değiştirilmiş gıdalar için de geçerlidir. Hatta bu noktada hem başkalarını tehlikeye atmak hem de tabiattaki bitki ve hayvanların yapılarını değiştirerek onlara zulmetmek ve işlevlerini zararlı hale getirmek şeklinde çok yönlü olarak kul hakkına sebebiyet verilmektedir. Bu nedenle din eğitiminin kul hakkı bağlamında ele alacağı meseleleri geniş bir bakış açısıyla gerekir. Yukarıdaki örneklerden hareketle, çevreyi kirletmek, doğal kaynakları israf ederek kullanmak, sebepsiz ve gereksiz yere avlanmak ve hayvanları öldürmek gibi davranışların, kul hakkını ihlâl eden davranışlar olduğu din ve aile eğitiminde önemle vurgulanmalıdır. Zira belirttiğimiz üzere her biri tabiatın dengesini bozan, bu nedenle hem kendi hayatımızı hem de gelecek nesillerin hayatını tehlikeye atan sonuçlar doğurmaktadır. Günümüzde çevre bilincini geliştirmek adına gösterilen gayretler açısından, bu bilincin oluşmasında kul hakkının bir değer olarak verilmesi ve içselleştirilmesi, kişinin iç disiplininin ve konuyla ilgili duyarlılığın sağlanmasında çok etkili olacaktır. EVLİLİK VE MAHREMİYET Aile üzerine gelişen değişen literatür, teorik yaklaşımların aileyi farklı kabuller üzerinden yorumlamaları ve ailenin tarihsel ve sosyolojik değişimi üzerinden gelişerek ve değişerek devam etmektedir. Sosyal bilimlerde teorilerin değişen şartlara göre yeniden yorumlanmalarının en önemli sebeplerinden biri, bilgisine ulaşılmaya çalışılan gerçekliğin tarihsel süreçte kendisini yeniden üretmesidir. Ailenin insanlık tarihinde ortaya çıkışı ve genel toplumsal gerçeklik içindeki yeri konusunda farklı görüşler ortaya atılmasına rağmen tarih boyunca hemen her toplumda var olması, vazgeçilmez bir toplumsal kurum olduğuna işaret etmektedir. Aile tiplerinin çeşitliliğinin yanında özellikle modernleşme sürecinde ailenin yaşadığı değişime referansla “ailenin geleceği” temalı tartışmalar da yapılmıştır. Hatta “aile gelecekte ortadan kalkacak mıdır?” gibi abuk soru da cevap aranan sorulardan biri olmuştur. Ailenin toplumsallığın taşıyıcı kurumlarından biri olmasının yanında insanlık tarihi kadar eski bir geleneğe sahip olması, sürekliliğinin gücünü gösteren özelliklerdir. Ancak modernleşme dolayısıyla yaşanan büyük değişimlerden ailenin etkilenmediği söylenemez. Aile içinde üye rollerinin değişmesi, yeni aile tipleri, yakın dönemin aile ve kadın konusundaki tartışmalarında önemli bir yerdedir. Aile, kurumlaşmış rollere göre oluşan bir sosyolojik birimdir ve kendi içinde gerçekleşen roller arası etkileşim üzerinden var olmaktadır. Aynı zamanda onun kendisini diğer kurumlardan ve yapılardan ayıran sınırları tüm yönleriyle mahremiyeti de barındırmaktadır. Bu sınırlar, aileyi tanımlamayı da sağlamaktadır. Evlilik, çocukların sosyalleşmesi, aile içi rollerin ve görevlerin dağılımı, bu sınırlar dâhilinde gerçekleşmektedir. Kurumlaşmış rollerin dağılımı ve roller arası etkileşim düşünüldüğünde aile içinde de sınırların bulunduğu dikkat çekmektedir. Hem dış hem de iç ilişkileri tanımlayan sınırlara kaynaklık eden unsurların başında mahremiyet gelmektedir. Ailede mahremiyet, hem aile içi etkileşime ve mekân olarak haneye hem de ailenin kendi içinde rol dağılımı bağlamında iç mahremiyet ilişkilerine atıfta bulunmaktadır. Bu nedenle mahremiyet, aile içindeki ve dışındaki sınırları ve mesafeleri belirlemektedir. Mahremiyet denildiğinde ailenin sınırlarına vurgu yapıldığı için mahremiyet ile aile arasındaki ilişki, kurucu bir ilişki olarak ortaya çıkmaktadır. Yine bu sebepledir ki mahremiyetin dönüşümü, ailenin de dönüşümü anlamına gelmektedir. Birbirine bağlı ve birbirini üreten iki gerçeklik oldukları için ailenin değişiminin de mahremiyetle ilgili bir değişim olduğu iddia edilebilir. Çünkü tarihsel süreçte mahremiyet dönüşümünün etkilerinin doğrudan takip edildiği ilk kurum ailedir. Mahremiyet, özel ve gizli olana atıfta bulunan Arapça bir kelimedir. Kökeni haram kelimesine dayanan mahremiyetin, yasaklamak, menetmek, saygı göstermek gibi anlamlarının yanında aile ve akraba ilişkileriyle ilgili anlamları da bulunmaktadır. Namusu korunan yakınlarla evlenmenin dinen yasak olduğu kişileri de kapsayan mahremiyet, kadın-erkek ilişkileri bağlamında özel bir anlam kazanmış ve gizlilik yerine kullanılmıştır. Kavram aleni olmamayı, herkes tarafından bilinmeye karşı kapalı olmayı, uzak kalmayı içermektedir ve söz konusu yer, kişi ve olayların mümkün olduğu kadar az bilinmesi veya belirli kişiler tarafından bilinmesi olayına işaret etmektedir Mahremiyetin yasaktan gelmesinin yanında inanca bağlı kutsananları ve hürmet edilenleri de kapsayan anlamları vardır. Dolayısıyla mahremiyetin saygı göstermeyle ilgili yönü, aile açısından özellikle önemlidir. Aile, pek çok toplumda yüksek değer atfedilen, hatta kutsanan bir kurumdur. Bu kutsamaya kadar varan değer atfının temelinde haram kökünden gelen mahremiyetin oluşturduğu saygının karşılığı tespit edilebilir. Ayrıca pek çok dinde anneye ve babaya saygının, aile bağlarını korumanın vurgulanması aile ve din arasındaki ilişkinin kutsiyet dolayısıyla kurulduğunu da göstermektedir. Aynı zamanda din, mahremiyetin sınırlarını ve mahremiyet dolayısıyla kurulacak ilişkileri de belirlemiştir. Farklı kültürlerde ve inançlarda mahremiyete ve cinselliğe dair pek çok yasağın ortaya çıkmasının ve bu yasakların ahlaki bir kategori içinde anlam kazanmasının en önemli sebeplerinden biri budur. Aile mahremiyetinin din tarafından garanti altına alınması, aynı zamanda ailenin korunmasını ve toplumda güçlü bir kurum olarak örgütlenmesini amaçlamaktadır. Boşanmanın bazı dinlerde yasak olması, İslam’da evliliği sürdürmenin imkânı kalmadığı takdirde boşanmaya onay verilmesi, aileye ve mahremiyete verilen önem bağlamında değerlendirilebilir. Mahremiyet, en temelde bireysel ya da özel alan ile kamusal alan arasındaki ayrıma işaret etmektedir. Çünkü özel alan, bireyi ve aileyi işaret etmektedir. Mahremiyet, ilk olarak özel alanı, kamusal alandan ayırmaktadır. Kamusal içinde farklı özel alanlar oluşma imkânı da bulunmaktadır. Ailenin bir toplumsal kurum olması, kendi zaman ve mekân sınırlarının mahremiyet temelinde belirlenmesinin yanında kurumsal sürekliliği de göz önünde bulundurmayı gerektirmektedir. Kur’an-ı Kerim’de yaratılış kıssasında Hz. Âdem ile Hz. Havvâ’nın kendilerine yasaklanan meyveyi tattıklarında ayıp yerlerinin kendilerine göründüğü ve cennet yapraklarını üzerlerine örtmeye başladıkları nakledilmektedir (Araf sûresi 22). Ayıp düşüncesinin oluşması ve utanma duygusu, insanda mahremiyetin gelişmesinin en önemli iki kaynağı olarak görülebilir. Burada insanın hem doğal hem de kültürel bir varlık olmasıyla ilgili ayrım bulunmaktadır. Buna göre insan, diğer bütün canlılarla bazı temel özellikleri paylaşmaktadır. İnsanın doğal yönünü oluşturan ve kendi maddi varlığının devamlılığını sağlayan en temel özellikler, yeme içme, barınma ve neslin devam ettirilmesidir. Bu özellikler, aynı zamanda insan varlığının sürekliliğini sağlayan doğal ihtiyaçlardır. Ne var ki insan bu ihtiyaçlarını diğer canlılar gibi doğal yollar üzerinden karşılamamakta; kendi kültürel gerçekliğine bağlı olarak anlam dünyasına dâhil etmektedir. Bu anlam dünyası, inançlar, değerler ve normlarla şekillenmektedir. Böylece, doğal olarak beslenme ihtiyacını gidermek, sadece vücudun karbonhidrat, yağ ve protein ihtiyacını karşılamanın ötesinde, bir anlam dünyası dâhilinde gerçekleşmektedir. Böylece beslenmeyle ilgili sınırlar oluşmakta ve bir gıdayı tüketmek kültürel açıdan yasak ya da dinî açıdan “haram” hâline gelebilmektedir. İnsan kültürel bir varlık olması dolayısıyla ihtiyaçlarını diğer canlılar gibi karşılamamakta; kültürel sınırlar içinde varlığını sürdürmektedir. Soyun devam ettirilmesi ve cinsellik, hemen her kültürde çok daha ciddi bir şekilde kültürel denetim altına alınmıştır. Aileyle ilgili teorik yaklaşımların çoğu, ailenin kurumlaşmasında “cinselliğin denetim altına alınması”na vurgu yapmıştır. Hz. Âdem ile Hz. Havvâ’nın inanan insanlar için bütün insanlığın ilk ailesinin baba ve anne rollerini üstlenmeleri, yeryüzünde ilk ortaya çıkan toplumsal kurumun aile olduğu anlamına da gelmektedir. Böylece aile, ilk günahın ve ayıbın denetim altına alınmasını ve meşruiyet sınırlarını belirlemiştir. Ailenin ortaya çıkışı konusundaki tartışmalarda cinsellik temelli açıklamaların önemli bir yeri bulunmaktadır. Elbette bu konuda farklı açıklamalar olsa bile ister göçebelikte isterse basit yerleşik hayat örneklerinde aile daima var olmuştur. Ailenin olduğu yerde de mahremiyet biçimleri oluşmuş ve kurumlaşmıştır. Soyun devamını kültürel anlam dünyasına referansla sağlamak, ailenin en önemli özelliklerinden biri olarak öne çıkmaktadır. Mahremiyetin en önemli unsurlarından biri cinsellik olmasına rağmen, kavramın cinselliğin ötesinde bir anlam zenginliğine sahip olduğuna dikkat etmek gerekmektedir. Bu durum, aile ve mahremiyet ilişkisi açısından da geçerlidir. Mahremiyetin “muhafazaya alınan bir özne”ye işaret ettiği ve bu özneden kastın özelde kadın, genelde ise bütün üyeleriyle aile olduğu iddiası bizim toplumumuz dâhil olmak üzere pek çok toplumda karşılığı bulunabilecek bir anlayıştır. Kadının çocuk doğurma ve çocuklara bakma sorumlulukları, aile ve haneyle ilişkisinin çok daha sıkı olmasına sebep olmuştur. Böylece mahremiyet, daha çok kadın, cinsellik ve namus temelli düşünülmüştür. Ancak bu çağrışımlara rağmen kapsamın daha geniş olduğu belirtilmelidir. Sadece özne değil, sınırlı sayıda insan arasında bilinen bir konu, olay ya da mesele, mahremiyet açısından bir sınır oluşturmaktadır. Bu konu, olay ya da meselenin ve onları paylaşanların dışında kalanlar, mahremiyet sınırının dışında kalmaktadır. Dolayısıyla mahremiyet, haremine aldığı, muhafaza ettiği ve gizlediği şey her ne ise onunla ilgili bir sınır belirlemekte ve bu sınırın dışında kalanı mahremiyet temelinde yabancı olarak tanımlamaktadır. Bu nedenle mahremiyet, kendine göre mesafeler üretme imkânına sahiptir. Mahremiyet konusunu “Kapı ve Köprü” benzetmelerine atıfla “kapı” üzerinden analiz edebiliriz. Kapının kapanması, bir mahremiyet alanının oluşmasını sağlamaktadır. Üstelik farklı kapılar, farklı mahremiyet alanlarını oluşturduğu gibi mahremiyetin sınırlarını da belirlemektedir. Örneğin evin kapısı, o evde yaşayanların mahremiyet alanına ve sınırlarına işaret eder. Ayrıca bir mekândaki özel bir oda kapısı kapatıldığında ve kapı ardındaki etkileşimle kapı dışındakiler arasında mahremiyet merkezli bir mesafe oluşturur. Benzer örnekleri farklı mekânlardaki kapılar dolayısıyla arttırmak da mümkündür. Mahremiyetin kültürel bir anlam kazanmış olması, toplumlara ve zamana göre yorumlanması, kabul edilmesi ve yaşanması konularında değişim yaşayacağı anlamına gelmektedir. Bütün farklılıklara rağmen her toplumda mahremiyetin bir karşılığı bulunmaktadır. Mahremiyetin, “yalnızlık, samimiyet, anonimlik ve rezerv (korumaya alma)” özelliklerini ve bu özelliklere bağlı “bireysel özerklik, duygusal boşalma, öz değerlendirme ve sınırlı ve korunmuş iletişim” şeklinde işlevlere sahip olduğunu düşünebiliriz. Bu temel özelliklerin ve işlevlerin mahremiyetin birey ve beden odaklı ya da aile odaklı tanımlanmasının ötesinde genel bir karşılığı olduğu düşünülebilir. Doğu’da mahremiyetin kadına ve aileye, Batı’da ise bireye ve bedene işaret ettiği genelde kabul edilmiştir. Mahremiyet konusunda Doğu’da görünmezlik, Batı’da ise dokunulmazlık daha çok öne çıkmıştır. Hatta görünmezliğe ve gizeme bağlı olarak “harem” hayatı üzerinden çoğunlukla muhayyel bir oryantalist kadın ve mahremiyet algısı da oluşmuştur. Mahremiyetle ilgili tespit edilen özelliklerin ve işlevlerin, evlilik ve aile hangi temeller üzerine kurulursa kurulsun karşılığı vardır. Ailede üyeler arası etkileşimin organize edilmesinde mahremiyetin çok önemli ve merkezi bir yeri vardır. Özel-kamusal ayrımında aile, özeli temsil ederek bir mahremiyet alanını temsil eder. Ailenin bu temsili, kendisi gibi mahremiyet kaynağı olan diğer özel birliktelikler arasındaki sınıra da işaret eder. Böylece bütün aileler, birbirlerinden mahremiyet temelinde ayrılmış olur. Ancak aynı zamanda aile içinde anne-baba ve çocuklar ya da büyükanne ve büyükbaba arasında karmaşıklaşan ilişkilerin mahremiyet temelinde yeniden farklılaştığı görülebilir. Buna göre, aile genel anlamıyla mahremiyeti temsil ederken kendi içindeki rol dağılımını ve etkileşiminin sürekliliğini de mahremiyet dolayısıyla sağlamaktadır. Başka bir deyişle ailede mahremiyet içinde mahremiyet alanları oluşmaktadır. Ailenin mahremiyeti temsil etmesi, hatta pek çok kültürde doğrudan mahremiyete özdeş bir anlama sahip olması, aile içi rollerin de mahremiyet temelli dağıldığını göstermektedir. Sadece karı koca arasında evlilik bağıyla kurulan ve cinselliğin toplumsal bir kurum dâhilinde denetim altına alınmasının ötesinde farklı mahremiyet biçimleri de ortaya çıkmaktadır. Anne, baba ve çocuklar arasındaki etkileşim, cinsiyet rollerine ilişkin enformasyon aktarımı da mahremiyet açısından değerlendirilebilir. Böylece anne ile kızı, baba ile oğlu arasındaki ya da çocukların kendi aralarındaki etkileşim de kendine göre bir mahremiyete sahiptir. Yine karı koca arasında ev ve çocuklarla ilgili paylaşılan şeyler de kendine göre bir mahremiyete sahiptir. Örnekleri arttırılabilecek bu tür mahremiyet biçimlerinin oluşması, aileyi karmaşık bir kurum olarak kabul etmeyi gerektirmektedir. Mahremiyet temelli etkileşimin en önemli amaçlarından biri güvenin tesis edilmesidir. Ailenin üyelerini muhafaza etmesi, aile içi rollerin mahremiyet dâhilinde ve güven temelinde icra edilmesiyle mümkündür. Karı, koca ve çocuklar arasında sürdürülen aile ilişkilerinin güvene dayalı bir samimiyetle gerçekleşmesi, aile mahremiyetinin sürekliliğini sağlamaktadır. Böylece sorunlar, mahrem ilişkiler dâhilinde çözülebilmektedir. Aile içi ilişkilerde güvenin kaybedilmesinin mahremiyeti ve üyeler arasındaki ilişkileri ciddi şekilde bozabilecek sonuçları olabilir. Mahremiyeti paylaşanların birbirlerine karşı güvenlerini kaybetmeleri, genelde mahremiyet temelli ilişkinin ortadan kalkmasına sebep olmaktadır. Aile açısından düşünüldüğünde mahremiyet ilişkisi, ailenin sürekliliğine kaynaklık ettiği için bu ilişkinin zarar görmesi, ailenin de zarar görmesine ve hatta dağılmasına sebep olabilmektedir. Bu nedenle ailede mahremiyetin hem aile üyeleri hem de akrabalar tarafından ihlal edilmemesi, özellikle önem taşımaktadır. Mahremiyetin güven tesis edici yönü özellikle ailenin sürekliliği bağlamında anlam kazanmaktadır. Modernleşmeyle birlikte yaşanan dönüşüm sürecinin bütün toplumsal kurumları etkilediği ve dönüştürdüğü genel bir şekilde vurgulanmaktadır. Pek çok teorik yaklaşım, bu dönüşümün kurumları ve kurumlar arası etkileşimi de dönüştürdüğüne dikkat çeker. Aile, modern dönemde yaşanan değişimlerden etkilenen bir kurum olarak değerlendirilir. Özellikle geniş aile yapısından çekirdek aile yapısına geçildiği ve bu değişimin modernleşmenin zorunlu sonuçlarından biriymiş gibi sunulduğu yaygın bir kanaattir. Toplumdan topluma ve kültürler arasında aile yapısının farklılaşması konusunda çok ve çeşitli örnekler tespit etmek mümkündür. Özellikle de bu değişimin zorunlu olup olmadığı, farklı toplumlarda ortaya çıkan anne, baba ve çocuklardan oluşan aile yapısının tek tip bir çekirdek aile kavramlaştırmasına uygun olup olmadığı ve geleneksellik ile modernliği ne kadar temsil ettikleri de tartışmalıdır. Modernleşmeyle genel olarak toplumsal kurumların ve ailenin değiştiğini söylemek yanlış değildir. Sosyolojinin bilimsel bir disiplin olma iddiasıyla ilk ortaya çıktığı dönemde geleneksel ve modern toplum arasındaki farklılaşmayı net bir şekilde temsil ettiği düşünülen cemaat-cemiyet ilişkilerinin dayandığı temellerden biri de özel-kamusal ayrımıdır. Bugün sosyolojide bu ayrım, on dokuzuncu ya da yirminci yüzyıl başındaki gibi kabul edilmese de önemli klasik sosyologların hemen hepsinin geleneksel ve modern toplumsal gerçeklikleri birbirinden ayırmak için ikircikli davrandığı bilinmektedir. Yine bu ayrımda ailenin kendisinin geleneksel bir toplumsal kurum olduğuna dikkat çekilmiş ve aile doğrudan tarafından sosyolojik anlamda cemaat tipolojisinde yerini almıştır. Bu ayrıma atıfla aile kurumunun ayrıca önemsendiğini ve dayanışma üreten bir kurum olarak kabul edildiğini de belirtmek gerekir. Aile zorunlu olarak birincil ilişkiler üzerine inşa edilmek durumundadır. Ailenin üyeler arasındaki birincil ilişkilere kaynaklık etmesi, mahremiyet sınırları içinde gerçekleşmektedir. Bu kaynaklık o kadar güçlüdür ki sosyalleşmenin etkisiyle birey hayatı boyunca diğer mahremiyet sınırlarındaki ilişkilerinde de bu etkiyi taşıyabilmektedir. Ailenin geleneksel olanı temsil etmesi ve gelenekselliğin taşıyıcı kurumu olması, muhafazakârların modernleşme sürecinde yaşanan büyük ekonomik ve siyasi değişimlerden ailenin etkilenmemesini talep etmelerine sebep olmuştur. Başka bir deyişle muhafazakârlar tarafından aile, modernleşmenin tahrip edici etkilerine karşı “muhafaza” edilmesi gereken en temel kurumlardan biri olarak kabul edilmiştir. Muhafazakârlıkta aile, toplumun en temel birimi; hatta prototipi ve zarar görmesi durumunda zarar maliyetinin bütün topluma yansıyacağı kabul edilen en temel kurumdur. Din ve özel mülkiyetin yanında klasik muhafazakârlığın en temel ve devrimden özellikle korunması gereken kurumu olan aile, “muhafaza” edici rolünü geleneğin ve mahremiyetin birlikteliğinden almaktadır. Nitekim muhafaza etmenin ya da korumanın kendisi de mahremiyeti doğrudan çağrıştırmaktadır. Ailenin mahremiyet dolayısıyla kurumlaşması, yaşadığı değişimlerin mahremiyetle ilgili yönleri olduğu anlamına gelmektedir. Sosyalleşmenin ilk ve en güçlü aracı kurumunun aile olması, ailede yaşanan değişimlerin sosyalleşmede takip edilebildiğini göstermektedir. Mahremiyet konusunun sınırlarında kalındığında sosyalleşmenin aile içi etkileşimde dikey bir enformasyon hareketliliği dolayısıyla devam ettiği tespit edilebilir. Mahremiyet nasıl mekânsal, ilişkisel ve bilişsel sınırlara dayanıyorsa daha fazla sosyalleşmiş olan aile üyeleri ile sosyalleşmenin başında olan aile üyeleri arasında da sınırlar üretmektedir. Sosyalleşmenin zorunlu sonuçlarından biri de mahremiyet eğitimidir. Ailenin bebekler ve çocuklar için ilk eğitim kurumu olduğu göz önünde bulundurulduğunda sosyalleşme, mahremiyet eğitimini de kapsamaktadır. Modernleşme dolayısıyla yaşanan değişimi süreç sosyolojisine bağlı bir “medenileşme” olarak görmeli ve bu süreçte adabımuaşeret dâhilinde ayıp kapsamına giren davranışların sayısının arttığını da kabullenmeliyiz. Ayıp kapsamına giren “en özel ve en gizli baskılanamayan aynı zamanda günah olarak adlandırılan nefsani şeyler, aileyi çevreleyen gözle görülen ya da görülmeyen duvarların ardında” ailede gizlenir. Bu duvarlar, mahremiyetin alanına işaret etmektedir. Medenileşme dolayısıyla yaşanan bu gelişmeler hem çocuğun kabullenilme biçiminin hem de aile içi ilişkilerin değişmesine sebep olmuştur. Aile içinde yetişkinler, kendi farklılaşmış gerçekliklerini temsil ederler ve güçlerini farklılıklarının ürettiği mahremiyetten alırlar. Böylece ailede sosyalleşme, yetişkinler ile çocuklar arasındaki ilişkide mahremiyet odaklı bir mesafe üretir. Ayıp fikrinin yaygınlaşması ve bireylerin oto kontrolünün artması, aileyi önemli bir kurum olarak ortaya çıkarmaktadır. Medenileşme dolayısıyla ayıp ve aile arasındaki ilişki üzerinden sosyalleşmeye yapılan vurgu, mahremiyet alanı içindeki tutum ve pratiklerin değişmesine dikkat çekmektedir. Böylece mahremiyetin dönüşümü tezi, sadece cinsellik odaklı bir tez olmanın ötesinde çok yönlü bir dönüşüm olarak kurgulanmaktadır. Mahremiyeti dönüştüren en önemli unsurlar arasında cinsellikle ilgili algıların ve kabullerin değişmesi de bulunmaktadır. Evliliğe ve aileye dair kabullerin değişmesi, sadece Batı’da değil, bu değişime muhatap olan her yerde pek çok farklı sonuç ortaya çıkarmıştır. Elbette geleneksel kabullerin de devam ettiğini ve pek çok farklı tutum ve anlayışın bir arada bulunduğunu belirtmek gerekmektedir. Bu yönüyle de mahremiyetin dönüşümünün en başta aileye etki etmesi beklenir bir durumdur. Batı’da “heteroseksüelliğin biyolojik olarak normal olduğu varsayımının çöktüğünü” iddia edilerek çarpık sapkın ilişkiler körüklenmektedir. Bu durum, heteroseksüelliğe bağlı mahremiyet anlayışının, evliliğin ve ailenin gücünü ve normatif hâkimiyetini kaybetmeye başlaması anlamına gelmektedir. Bu nedenle cinsellik etrafında sapkınlık ve meşruiyetle ilgili anlayışlar da değişmiştir. Bu süreç, farklı kültürlerde benzer cinsellik ve mahremiyet kabullerinin ve dolayısıyla ailenin de değişmesi taleplerini beraberinde getirmiştir. Ancak öteden beri özellikle dinlerin normatif katkılarıyla şekillenen ve düzenlenen cinsellik konusunda yaşanan değişim, radikal bir sapkın değişim olarak kabul edilmek durumundadır. Nitekim homoseksüellik, eşcinsel evlilik ve eşcinsel aile için yapılan taleplerin bu radikal değişimle doğrudan ilişkisi bulunmaktadır. Mahremiyetin dönüşümü tezi, mahremiyete bağlı gelişen “ayıp” anlayışının ve utanma sınırlarının da dönüşümünü içermektedir. Yerine getirdiği fonksiyonların önemi nedeniyle toplumsal yapının merkezi unsurları arasında değerlendirilen aile, bugün geçmişte eşine çok az rastlanılır risklerle karşı karşıyadır. Boşanmaların, tek ebeveynli ailelerin, nikâhsız birlikteliklerin, eşcinsel evliliklerin, evlilik dışı doğan çocukların sayısının artması; evlilik ve çocuk sahibi olmanın reddedilmesi veya mümkün olduğunca geciktirilmesi, toplumsal sistemin önemli bir öğesi olan aileyi fonksiyonlarını yerine getirme noktasında sıkıntıya sokmaktadır. Sonuçları bakımından doğrudan aileyi, dolaylı yoldan ise toplumu etkilemektedir. Daha önce toplumsal düzeni sarsacağı düşüncesinden hareketle “anormal”, “sapma” veya “patolojik” durumlar olarak nitelendirilen bu eğilimler, fonksiyonlarını yerine getirme açısından zorlanan aileyi kurum olarak riske sokmaktadır. Modernleşme, sanayileşme ve kentleşme süreçlerin ortaya çıkardığı oluşumlar, başta insan ilişkileri ve kurumlar üzerinde olmak üzere toplumu derinden etkileşmiştir. Aile ve evlilik olguları da bu etkilenmeden kendi payına düşeni almışlardır. Yaşanan değişimlere bağlı olarak daha önce, mutlu, ahenkli ve dengeli yaşamın merkezi olarak değerlendirilen aile, bu görünümünden uzaklaşmaktadır. “Ben” duygusunun “biz” duygusunun önüne geçirilmesi ve artan bireyselleşmeyle birlikte, toplumun birey ve aile yaşamı üzerindeki etkisi azalmaya yüz tutmuştur. Eş seçimi, evlenme şekli ve yaşından oturulacak mekâna kadar bir çok konuda toplumun, aile kuracak kişilere belirli kurallar önerme ve uygulamaya koyma gücü, ortadan kalkmıştır/kalkmaktadır. Daha önce her yetişkinin evleneceği ve çocuk sahibi olacağı umulur ve evlenmeyen anormal olarak görülürken; günümüzde evlenmek, aile kurmak ve çocuk sahibi olmak önemli bir toplumsal değer olmaktan çıkmakta ve evlenmemek, bekâr kalmak ve nikâhsız aşk birlikteliği yaşamak sapma davranışı değil de alternatif yaşam tarzı olarak nitelendirilmektedir. Daha önce ölene kadar sürdürülmesi için söz verilen evlilikler, çok sıradan bir problemle yıkılmaktadır 1900’lere kadar, neşeli ve özverili olmak, çocuk doğurmak ve bakmak, eşine iyi hizmet etmek kadının uyması gereken toplumsal kurallarken veya kadının dünyası bunlarla sınırlandırılmışken ve kadın için en kötüsü evlenmemek ya da boşanarak dul kalmakken, bugün birçok kadın sırf evlenmiş olmak için evlenmekle bekâr kalmak arasında bir tercihe zorlanırken evlenmeyi düşünmemektedir. Gebelik, dünyanın her tarafındaki kadınların eğitsel, ekonomik ve toplumsal kazanımlarının önündeki en büyük engel olarak gösterilmektedir. Erken evlilik ve annelik olgusu, eğitim ve iş bulma fırsatlarının elden kaçırılmasına neden olmaktadır. Kadınlar üzerinde etkileri artan radikal feministler, evliliğin kadınları baskı altına aldığından ve cinsel köleliğe zorladığından dolayı evliliğe karşı çıkmaktadırlar. Bu bağlamda, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda ortaya çıkan değişim ve dönüşümler dizisi, toplumsal yapıyı derinden etkilemektedir. Sosyal hayatın genelinde kendine etki alanı yaratan değişim ve dönüşüm olgusu, bir kurum, sosyal çevre ve grup olarak değerlendirilen ailede de bir takım yapı, özellik ve işleyiş farklılıklarını şekillendirmiştir /şekillendirmektedir Mahremiyete bağlı olarak “ayıp” fikrinin çocuk ile anne ve babası arasında sınır çizdiğini ancak modern dönemde bu sınırın belirsizleştiğini görmezden gelemeyiz.Mahremde olan bir şeyin mahrem dışında gerçekleşmesi ya da ifşa edilmesi, ayıp olarak tanımlanmasına sebep olmaktadır. Böylece mahremiyet, kendi sınırları dışında ayıp olan bir şeyi meşru hâle getirme gücüne de sahiptir. Ayıp olarak tanımlanan şeyler, mahremiyetin sınırları dâhilinde kendilerine göre mesafeler üretebilmektedir. Sınırların aşınması ve ayıp olarak tanımlanan şeylerin hangi kriterlere göre ayıp kabul edileceğiyle ilgili tartışmaların başlaması, çocuklar ile yetişkinler arasındaki mesafeye zarar vermektedir. Bu mesafenin zarar görmesi hem mahremiyetin hem de ailenin dönüşmesi anlamına gelmektedir. Mahremiyetin dönüşümünün, küresel bir etkiyle dünyaya yayıldığı kabul edilebilir. Türkiye’de de bu konuda tartışmaların devam ettiği bilinmektedir. Toplumun bütününe genellemek mümkün değilse de ailenin sürdürülebilirliği konusunda önemli gerilimler yaşanmaktadır. Nitekim söz konusu çalışmada boşanmaların artmasıyla mahremiyetin dönüşümü arasında yakın bir ilişki tespit edilmiştir. Ayrıca bu tespitin arka planında aile içinde mahremiyetin ihlali de bulunmaktadır. Mahremiyetin dönüşümünün modernleşme bağlamında hızlandığı düşünüldüğünde modern kitle iletişim araçlarının bu süreçte ciddi bir işlev gördükleri tespit edilebilir. Yakın dönemde mahremiyet dönüşümünün önemli sürdürücülerinden biri de kitlesel yaygınlaşması dolayısıyla sosyal medyadır. Sosyal medyada özel ve kamusal sınırların belirsizleştiğine, yeni toplum tipinin teşhir toplumu olarak tanımlanabileceğine, bu karmaşık durumun “mahremiyet sonrası”nı ürettiğini düşünebiliriz. Dinî kimliklerini önemseyen gençlerin sosyal medya kullanımları üzerine yapılan bir araştırmada mahremiyet sınırlarının aşınmasıyla ilgili önemli veriler elde edilmiş ve “helal romantizm” şeklinde bir kavrama ulaşılmıştır. Sosyal medya ve mahremiyet ilişkisine dair çokça uygulamalı araştırmanın karşılaştırıldığı ve elde edilen bulguların değerlendirildiği bir akademik çalışmada mahremiyet kabullerinin değişmekte olduğu tespit edilmiştir. Çalgılı, çengili,israflı neli düğünler aile birlikteliğinin başlangıcında mahremiyetin çiğnendiği ilk basamaklardır. Mahremiyetin tamamen dijital bir dönüşüm yaşadığı tartışılsa bile gündelik hayatın içinde mahremiyet sınırlarının aşınmasıyla ilgili pek çok örnek daha görünür hâle gelmiştir. Bu konuda yine Türkiye’de aile mahremiyetine olumsuz etkileri bulunan televizyon programlarının bir yandan Radyo ve Televizyon Üst Kuruluna çokça şikâyet edilmeleri bir yandan da büyük izleyici kitleleri tarafından takip edilmeleri karmaşık bir durumu yansıtmaktadır. Bu konuda rahatsızlıklarını dile getirenlerin mahremiyetin bir gösteri unsuru hâline gelmesiyle ilgili çekinceleri olduğu tahmin edilebilir Mahremiyet, yasaklara ve yasakların ürettiği mesafelere dayandığı için bir toplumsal kurum olarak ailenin üzerine inşa edildiği bir temeldir. Aileyi tanımlamakta, aile içi ve dışı sınırları belirlemektedir. Aile ile mahremiyet arasındaki ilişki, aile ile herhangi başka bir toplumsal kurum arasındaki ilişki gibi değildir. Bu iki unsur birbirine çok güçlü bir şekilde bağlıdır. Özel ile kamusal arasındaki ayrım genelde aileye atıfla açıklamaya çalıştık. Elbette mahremiyetin bireysel, bedensel ve mekânsal boyutları da bulunmaktadır. Ancak ailenin bu boyutların hepsini kapsayan bir üst kurum olduğu görülebilir. Bir evliliğin sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi, mahremiyetin korunmasıyla ilgilidir. Güven, mahremiyetin sağlıklı bir şekilde kurulduğu ve sürdürüldüğü ailelerin en önemli kazanımlarının başında gelmektedir. Güvenin kaybedilmesi ve boşanma gibi sonuçların ortaya çıkması, genelde mahremiyet temelli sınırların ihlal edilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu sınırlar aile içinde ve dışında sınırlar olarak şekillenmektedir. Bu nedenle mahremiyet sadece aileyi dışarıdan ayırmakla kalmamakta, kendi içindeki etkileşimi de mahremiyet dolayısıyla sınırlara ayırmaktadır. Ailenin mahremiyetle ilgili bir başka önemli işlevi, mahremiyet eğitimini sosyalleşme sürecinde yeni nesillere aktarmasıdır. Burada işleyen süreç mahremiyet ilişkilerinin kendi doğallığında benimsenmesi üzerinden devam etmektedir. Aynı zamanda bu aktarımın kişilik ve kimlik inşa edici yönleri bulunmaktadır. Mahremiyet, hemen her toplumda cinselliğin denetim altına alınmasıyla ilgili olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Cinselliğin toplumsal denetiminin aile tarafından sağlanması, ahlaki ve kültürel bir form kazanması aile ile mahremiyetin ontolojik birlikteliğine işaret etmektedir. Modernleşme sürecinde mahremiyetin dönüştüğü iddia edilmiş, buna bağlı olarak ailenin geleceğiyle ilgili tartışmalar çokça yapılmıştır. Mahremiyetin dönüşümüne bağlı olarak yaşanan gelişmeler ve ortaya atılan talepler, evlilik ve aile konusunda bir kısmı radikal olmak üzere farklı taleplerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Türkiye’de de yakın dönemde hem sosyal bilim alanlarında hem de kadın ve aile konusunda mahremiyet meselesinin daha fazla gündem olduğu dikkat çekmektedir. Bu durumun oluşmasında, genel küresel ölçekte yaşanan değişimlerin payı muhakkak bulunmaktadır. Bir yandan Türkiye’nin toplumsal değişim sürecinin genel ve özel alt boyutlarının taşıyıcı etkileri de gözden kaçırılmamalıdır. Medya ve sosyal medyada yaşanan dönüşümün mahremiyeti daha görünür kılması da bu değişimle ilgilidir. Öyle ki mahrem olan, zaten görünür ve bilinir hâle gelmesinden sakınılandır ve ifşa olması da daima ilgi uyandırmıştır. Bu ifşanın farklı şekillerde özellikle de gönüllü bir şekilde yapılmasının en başta aile kurumuna maliyeti olacağı tahmin edilebilir. Çünkü aile sürekliliğinin ve sözleşmesinin en önemli temeli mahremiyettir AİLE EKONOMİSİ Evlilik görev ve sorumluluklardan oluşan sosyal bir sistem olmasının yanı sıra; sevilen ve güvenilen kişiyle duygusal ve cinsel yakınlık kurmayı içeren bir yapıdır. Bir başka ifadeyle evlilik yalnızca eşler arasındaki bağlılığı değil, yaşadığımız toplumun içindeki sosyal ve yasal bağlılığı da içermektedir. Evlilik, aile kurmayı ve neslin devamını sağlayan iki insanın daimi bir beraberlik için bir araya gelerek oluşturdukları, hem birbirlerine hem de çocuklarına karşı ortak sorumluluklarını yerine getirmeye söz verdikleri, birbirine bağlı sistemlerden oluşan evrensel bir kurumdur. Diğer kurumlar gibi aile de belli bir toplumsal düzenin ve işleyişin parçasıdır. Toplum düzeninin tarihsel süreçte köklü değişimler yaşaması ile birlikte, aile kurumu da bu değişim sürecinden etkilenmiştir. Evlilik ve aile kurumu toplumun düzenini ve huzurunu sağlamanın yanı sıra kişisel mutluluk kaynağı ve yaşam doyumunu artırıcı etkileri sebebiyle hem ülkemizde hem de dünyada saygın bir konumdadır. İki veya daha fazla kişiden oluşan psikolojik, sosyal, ekonomik, fiziksel, doğum, evlilik, eğitim, cinsel yaşam gibi faktörlerin etkili olduğu aile, sistemli bir bütün olarak görülmektedir. Bir çok aile için para kazanma, bütçe düzenlemesi, kaynakların kullanımı gibi konular evliliklerin başlıca çatışma konuları arasındadır. Ortaya çıkan ekonomik problemler iyi ele alınamadığında çiftleri boşanmaya kadar götürebilir. En az bir kere boşanmış bireylerin boşanma sebeplerine baktığımızda %30’luk payla evin ekonomik olarak geçimini sağlayamama en çok karşılaşılan ikinci boşanma sebebi olarak karşımıza çıkıyor. Bu duruma sadece kadınlar açısından baktığımızda ise bu oran %45’lere yaklaşmakta. Evliliklerde oluşan maddi problemlerin çözümü açısından engel yaratan ilk unsur, eşlerin yetişirken öğrendikleri para harcama tutumları ve paraya yüklenen anlam açısında var olan farklılıklardır. Evliliklerde gündeme gelen ekonomik sıkıntılarda bu gibi farklılıklar sebebi ile bir günah keçisi belirlemek, problemin çözümü için kısıtlayıcı bir bakış açısına girilmesine sebep oluyor. Eşlerin paranın ilişkileri içerisinde nasıl bir rol oynadığının farkına varmalı, sorunu bir ekip halinde ele almalı ve ortaya çıkan maddi zorlukta, hatalı taraf aranmamalıdır. Ayrıca, her iki eşin de bireysel kaynaklarını birbirlerini tamamlayıcı şekilde kullanmak için uygun yollar araştırılmalı ve soruna omuz omuza vererek çözüm aramalıdır. Ekonomik olarak sıkıntı yaşanan evliliklerde bireylerin psikolojileri kırılgan, kaygılı olabilmekle birlikte, yer yer öfke içerir. Özellikle erkeklerde, kalıplaşmış sosyal roller sebebi ile eşe artık yetemiyor olduğu düşünceleri hakimleşerek güçsüzlük hisleri oluşabilir. Kadınlarda ise, maddi probleme odaklanmış eşin ilgisinden yoksun kalmak sıkıntıların başını çekmektedir. Bu gibi duygular yaşayan eşler sosyal ve duygusal olarak içe kapanabilmektedir, bu da ilişkideki iletişimin zedelenmesi sebebiyle çözümün önünde çok büyük bir engel yaratır. Zor zamanlardan güçlenerek çıkan evliliklerin en önemli özelliğinin sorunlu dönemlerde dahi iletişimlerini kuvvetli bir şekilde devam ettirebilmeleri olduğunu gözlemliyoruz. Bu nedenle, bu gibi durumlarda eşler ortada olan ekonomik sorunla ilgili yaşadıkları bireysel hislerini eşleri ile açıkça paylaşmalıdır. Bu gibi paylaşımlar, duygusal geri çekilmenin yaratabileceği mesafeyi ortadan kaldıracağından, ilişkileri daha da kuvvetlendirir. Bir diğer önemli nokta ise, ekonomik kısıtlılık sebebi ile karşılanamayan kültürel ve sosyal ihtiyaçların, ilişkilerde yarattığı tatminsizliktir. Maddi sıkıntılar, ilişki dengesindeki güç ve kontrol sınırlarını, bağımlılık-bağımsızlık ve adanma-güven çemberlerinin niteliğini değiştirmektedir. Dolayısı ile ortaya çıkan tatminsizlik uygun şekilde ele alınmadığında eşlerin birbirlerine tahammülsüz yaklaşım göstermelerine sebep olur ve zamanla bu tahammülsüzlük çıkan diğer tüm küçük sorunlara da genelleşebilir. Ekonomik zorluk dönemlerinde eşleri birlikte tutan en önemli etken karşılıklı sevgi ve saygı gibi manevi değerlerdir. Bu nedenle ekonomik problem yaşayan evliliklerde iş ve para dengesinin yanında aileye ayrılan zaman açısından da denge kurmak son derece önemlidir. Ekonomik kısıtlamalardan ötürü paylaşımın azalmaması için, çiftler maneviyatı barındıran zevkler geliştirebilir ve bu sayede sorunlu süreç içinde ilişkilerindeki tatmini devam ettirebilirler. Evlilik iyisi ve kötüsüyle devingen bir süreçtir. Ekonomik sıkıntıları hayatın getirdiği ve aşılabilecek zorluk dönemleri olarak görmek çözüm bulmaya yönelik daha olumlu yaklaşmayı sağlayacaktır. Unutulmamalı ki, aile birliği içinde ortaya çıkan her sorun bireylere birbirlerini tanımaları ve ilişkilerini geliştirmeleri için bir fırsattır. Aile, yerine getirdiği fonksiyonların önemi sebebiyle, toplumsal yapının merkezi unsurları arasında değerlendirilir ve günümüzde de çeşitli risklerle karşı karşıyadır. Bazı bilim insanlarına göre, boşanmaların, tek ebeveynli ailelerin, nikahsız birlikteliklerin, eşcinsel birlikteliklerin, evlilik dışı doğan çocukların sayısının artması; bireylerin evlenmek veya çocuk sahibi olmayı reddetmesi toplumsal düzenin önemli bir parçası olan ailenin fonksiyonlarını yerine getirmesini zorlaştırmaktadır.Bununla birlikte modernleşme, sanayileşme ve kentleşme süreçlerinin yarattığı değişimler, başta insan ilişkileri ve kurumlar olmak üzere tüm toplumu etkilemiştir. Aile ve evlilik kurumu da elbette bu etkilenmeden kendi payına düşeni almıştır. “Ben” duygusunun “biz” duygusunun önüne geçirilmesi ve bireyselleşmenin ön planda tutulmasıyla birlikte toplumun birey ve aile yaşamı üzerindeki etkisi azalmaya başlamıştır. Sosyal, kültürel, toplumsal, ekonomik, teknolojik değişim ve gelişmeler, evlenme yaşının yükselmesi, yaşam süresinin uzaması hem kadınların hem de erkeklerin evlilikten beklentilerini değiştirmiştir. Örneğin, kadınların evlilik sürecindeki rol beklentilerinin, daha rahat karar verme iradesine sahip olma, ev işlerini yapma, çocuk bakımı, kişisel özellikler, sosyal katılım, eğitim, iş ve destek durumları açısından incelendiği çalışmalarda daha eşitlikçi rol beklentilerine sahip oldukları görülmüştür. Eşlerin birbirlerinden beklentilerinin artması, maddi kaygılar veya zorluklar, duyguların tatmini, eş desteği gibi konular evlilik sürecinde önemli tartışmaların veya çatışmaların nedeni olabilmekte, hatta zaman zaman boşanmaya yol açabilmektedir. Başarılı evlilikte eşler, gerektiğinde birbirleri için fedakarlıklar yaparlar, yaptıkları fedakarlıklardan doyum sağlarlar. Evli bireylerin evliliklerinden ne kadar doyum sağlayacakları birbirleriyle ne kadar zaman geçirdiklerine ve gerçekten birbirlerinin yaşamlarına ne kadar katıldıklarına göre değişmektedir. Araştırmalar, birbirleriyle kayda değer ve kaliteli zaman geçiren bireylerin evliliklerinden daha fazla doyum sağladıklarını göstermektedir. Bununla birlikte birbiri ile iletişim kurabilen, paylaşabilen, aileyi ilgilendiren konularda fikir birliği yapabilen ve sorunlarını olumlu bir şekilde çözebilen eşlerin evliliği daha uyumlu bir evlilik olarak tanımlanır. Birçok bilimsel çalışmada üzerinde durulan temel konulardan birisi “neden bazı evlilikler uzun süre ve başarılı şekilde devam ederken bazı evlilikler kısa süre sonra sonlanmaktadır?” sorusudur. Birincisi “evlilik sürekliliği”; ikinci kavram ise, eğer evlilik devam ediyorsa “evlilik kalitesi” kavramıdır. “Evlilik kalitesi” kavramı evlilik konusunda çalışan uygulamacıların ve araştırmacıların dikkatini çeken önemli kavramlardan birisidir. Evlilik ve aile ile ilgili uzmanlar, mutlu ve doyurucu bir evliliğin nasıl sağlandığı ve korunduğu hakkında pek çok bilgiye sahiptirler. Ancak, evlilik ve aile konusunda parametreler gün geçtikçe değişmektedir. Dolayısıyla evlilik ve aile konusunda yapılmış çok sayıda araştırmaya karşın, bu konudaki çalışmalar güncelliğini korumaktadır. Evliliklerin sağlıklı ve mutlu bir biçimde yürümesi eşlerin evliliklerinin kalitesine bağlıdır. Eşlerin evlilik kalitesinin yüksek olması evliliğin sağlıklı ve güçlü olduğu anlamına gelmektedir. Destekleyici yakın ilişkilere sahip olan evli bireylerin aynı zamanda yüksek evlilik kalitesine sahip oldukları anlaşılmaktadır. “Evlilik kalitesi” kavramı, evlilik süresince eşlerin evlilik ilişkisi örüntüsünün nasıl olduğu, eşlerin bu ilişki örüntüsü içinde neler hissettikleri ve bu ilişki örüntüsünden nasıl etkilendikleri ile doğrudan ilişkili bir kavramdır Hem evli olmayan hem de evli bireylerin, en önemli evlenme nedenlerinden birisinin evlilik yaşamlarında kendilerine bir “ekonomik istikrar” sağlamak olduğu ortaya çıkmıştır. Her toplumda ve her dönemde evlilik ve aile kurumunun en önemli işlevlerinden birisi de, aile bireylerinin ekonomik ihtiyaçlarını karşılamaktır. Birçok etmenin yanı sıra, bireylerin içinde yaşadıkları toplumun ekonomik gelişmişlik düzeyi, gelir dağılımı, genel zenginlik veya refah düzeyi de bireylerin yaşamdan aldıkları doyumu ve genel mutluluklarını etkilemektedir. Evli çiftlerin,evliliklerinden manevi ve cinsel ihtiyaçlarının karşılanmasının yanı sıra maddi ihtiyaçlarının karşılanmasını beklediklerini vurgulamaktadır. Aslında bu beklentilerini karşılamada başarılı oldukları sürece eşler kaliteli (mutlu, sağlıklı, başarılı) bir evliliğe sahip olmaktadırlar. Görüleceği gibi, evliliğin önemli işlevlerinden birisi de aile bireylerinin ekonomik ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Hemen tüm toplumlarda insanların evlilik ile ilgili beklenti düzeyleri oldukça yüksektir. Eş tükenmişliği ve evlilik beklentileri evlilik kalitesini etkileyen nedenler arasında yer almaktadır. Eşler, evlilikten beklentileri gerçekleştiği takdirde sağlıklı bir evlilik yürütebilmektedirler. Ancak, evlilikten yüksek ve gerçek dışı beklentiler, evlilikten elde edilecek doyumu düşürebilmekte ya da hayal kırıklığına yol açabilmektedir. Bu nedenle, evlilikte eşlerin bu ihtiyaçları doyurulmaz ve beklentileri gerçekleştirilemezse eş tükenmişliği yaşanmaktadır. Evlilikle ilgili yapılan çalışmalar, genellikle kadın ve erkeğin evliliği farklı yaşadıklarını göstermektedirler. Erkeklere kıyasla kadınlar evlilikten daha düşük düzeyde doyum elde etmektedirler. Ekonomik faktörlerin evlilik kalitesine etkisini incelemek; eş tükenmişliği ile kontrol edildiğinde evli çiftlerin yaşadıkları ekonomik güçlük ile evlilik kaliteleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymak gerekmektedir. Bu gerekçelerle Türk kültüründe evlilik kalitesi, aile ekonomik güçlüğü ve eş tükenmişliği değişkenleri arasındaki ilişkinin irdelenmesi gereklidir. Bazı ihtiyaçların karşılanması ve bazı sorunların çözümünde yol gösterici olacağı düşünülmelidir. Bir ilişkiye başlarken veya o ilişkiye devam ederken yaşanan sıkıntılar, toplumda mutsuz evliliklerin artmasına bazen de eşlerin ilişkilerinde tükenmelerine neden olmaktadır. Bu durum eşlerin meslek yaşamına, çocuk yetiştirmede tutum ve davranışlarına, kök aile ile ilişkilerine ve sosyal yaşamlarına da olumsuz etki yapmaktadır. Bununla birlikte, Türkiye’de pek çok ailenin çeşitli nedenlerle ekonomik zorluk yaşadığı düşünüldüğünde “evlilik kalitesi” kavramının Türk kültüründe incelenmesi ve diğer değişkenlerle ilişkisinin bir bütünlük içinde ortaya konulması önemli görünmektedir. Gerek dünyada gerekse ülkemizde özellikle son yıllarda çeşitli nedenlerle aileler üzerinde ekonomik baskılar artmaktadır. Buna bağlı olarak; ailelerin yaşam tarzlarında, psikolojilerinde, stres düzeylerinde, sosyal statülerinde, aile içi ilişkilerinde, değer yargılarında da değişimler yaşanmaktadır. Nitekim çeşitli araştırmalar, ailenin yaşadığı ekonomik zorluklar ile evlilikten duyulan tatmin arasında anlamlı ilişki olduğunu ortaya koymaktadır. Satın alma gücünün yetersiz olması, aile üyelerinden birinin işsiz kalması, bazı istek ve ihtiyaçlardan vazgeçme, giyim, tatil harcamaları, eğlence alışkanlıkları gibi tüketimlerin sınırlandırılması vb. değişimler çiftlerde finansal ve psikolojik strese yol açarak evlilik kalitesini etkilemektedir. Bir başka ifade ile ekonomik baskılar, bireyler üzerinde psikolojik sıkıntı, parasal sıkıntı, özsaygı, yaşam tatmini ve evlilik kalitesi açısından olumsuz sonuçlara yol açmaktadır. Ekonomik baskı veya güçlüklerin yaşandığı ailelerde eşler arasında veya diğer aile üyeleri arasında ciddi olumsuz sonuçlara neden olması kaçınılmazdır. Örneğin evliliğin bitmesi, ailenin dağılması, fiziksel istismar ve çocukların ihmaline yönelik artan risk bu sonuçların arasında yer almaktadır. Aile herhangi bir ekonomik güçlük ile karşılaştığında, bu güçlüğün etkisi, diğer aile üyelerinin tepkileri aracılığıyla bireylerin stres düzeyi üzerindeki dolaylı etkisinin yanı sıra doğrudan bir etkiye sahip olmasıyla şiddetlenmektedir EVLİLİKTE SAĞLIK KONUSU Bireylerin sağlıklı ya da hasta olmalarında en önemli etkenlerden biri, aile kurumudur. Aile içi ilişkiler, bireyin tüm yaşama karşı gösterdiği tutumların temelini oluşturur. Biliyoruz ki, her biri ayrı kişiliğe, değerlere, rol beklentilerine ve yeteneklere sahip olan bireylerin bir bütün içinde kaynaşmasından oluşan aile, toplumun en küçük birimidir ve insanın gelişmesinde birinci derecede önemlidir. İnsan yaşamında doğumundan önce başlayan ve ömrünün sonuna dek etkisini sürdüren bir kurum olarak aile, fizyolojik olduğu kadar ekonomik ve toplumsal yönleri ile de kişiyi, ruhsal gelişimin oluşumu ve davranışlan açısından biçimlendirtip yönlendirir. Aile, toplumun değer yargılarının. İnançlarının, gelenek ve göreneklerinin gelecek kuşaklara aldarıldığı yerdir. Bu bakımdan her aile kendine özgü bir yapı gösterse de içinde yaşadığı toplumun temsilcisidir ve o toplumun öznel özelliklerini yansıtır. Aile yalnızca bakım ve büyütme görevini üstlenilen basit bir sosyal yapı değildir. Kişilerin beden ve ruh sağlığı için gerekli şefkat, sevgi, yakın ilgi ve bakım bulabileceklri en doğal sosyal ortamdır. Bir bireyin aile üyeleri ile olan ilişkileri onun diğer bireylere, nesnelere ve hatta tüm çevreye karşı tulumlarının temelini oluşturur. Bir insan olarak, hangi davranışların doğru hangilerinin yanlış olduğuna ailede öğrenilen kurallarla karar verir. Toplumda kabullenllen değer yargılarını tanımak, başkaları ile ilişkilerinde davranış modellerini benimsemek, kendine ait bir benlik ve kişilik duygusu kazanmak, sorumlu ve uyumlu olmayı öğrenmek aiIelerin etkisi ile gerçekleşir. Ruhsal olarak sağlıklı bir ailede ana-babanın kendi aralarında olduğu kadar ana-babalar ile çocukların arasında bir takım atışmaların olması doğaldır ve bu da ruhsal canlılığın önemli bir işaretidir; yani bir sağlıklılık belirtisidir. ‘Sağlık, sadece hastalık ya da sakatlık halinin olmayışı değil, bedensel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir.’Bu tanım aynı zamanda artık sağlığın bir olgu olarak da görülmesini sağlamıştır. Konu aile açısından ele alındığında ailenin işlevlerini beklenen düzeyde yerine getirmesi ile ‘Tam bir iyilik halinde olma’ eş anlamlı olarak düşünülebilir. Toplumsal sistemin temel yapı taşı bireylerdir. Bireylerden oluşan en temel birimi ise ailedir. Anne, baba ve çocuklardan oluşan bir birim olarak tanımlanan aile, toplumsal hayat açısından önemli işlevler yerine getirmektedir. Duygusal bağların kurulduğu, birbiriyle ilgili sosyal durumlar, roller ve görevlerin üstlenildiği, sevgi, ait olma duygularının paylaşıldığı yer olan ailenin kendi üyelerinin ekonomik, sosyal, kültürel ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılıksız olarak giderme; neslin devamını sağlama, çocuğu sosyalleşme süreciyle sosyal hayata hazırlama, kültür naklini gerçekleştirme ve ebeveynlerin biyolojik ihtiyaçlarını toplumun kabul ettiği şekilde sağlama gibi işlevleri bulunur. Aile işlevleri, aile üyeleri tarafından ailenin ve üyelerinin bireysel gereksinimlerinin karşılandığı ve sürdürüldüğü aktiviteler ve davranışlar olarak tanımlanmaktadır. Bu işlevlerin yerine getirilmesinde yaşanan zayıflık veya güçlük, muhakkak ki diğer işlevleri de etkileyecektir. Aile sağlığı ise her bir bireyin iyiliğinden hastalığına doğru uzanan bir dağılımda aile işlevlerinin nasıl iyi olabileceği ile ilgilidir. Aile sağlığı yalnızca bir üyenin sağlıklı olmasını ve o üyenin ailenin diğer üyeleriyle ilişkilerinin nasıl olduğunu içermez, aynı zamanda aile dışındaki toplulukla ilişkilerini ve baş etmelerini de içerir Ailede her bir üyenin rolü ve diğer üyelerin de o üyeden beklentileri vardır, yani aile içinde bir etkileşim söz konusudur. Aile içindeki rol ve pozisyonların yaşla birlikte değişmesi ise ailenin durağan değil gelişimsel bir özellikte olduğunu gösterir. İnsan neslinin varoluşuyla başlayan anababalık rolleri; kültürel değerler, ekonomik, sosyal ve politik değişiklikler, inançlar, ebeveynliğe dair beklentiler gibi birçok değişken ve kurgudan etkilenir. İnanç ve kurgular üzerine inşa edilen ilişki stratejileri ve kalıpları ailenin varoluşuyla doğrudan ilgilidir. "Sağlık" ile ilgili kurgular ilişki içinde neredeyse "normallik" kurgusu kadar sık yer alır. Bu noktada normal aile kavramını biraz açmakta fayda var. Normallik olgusu aile yapısı söz konusu olduğunda kültürel yapıya, içinde yaşanılan zamana, yer ve koşullara göre değişebilmektedir. Aile normalitesini, ailenin sağlıklı olup olmamasına paralel gören uzmanlara göre sağlıklı aile normaldir."Normal" veya "iyi" ailenin tanımı zaman ve sosyal ortama göre değişir. Önemli olan ailenin değişen iç ve dış koşullara uyum sağlayabilmesidir. Günümüzde hastalık sadece biyolojik bir kavram olarak kabul edilmekten çıkmıştır. Hastalığın bireysel, sosyal, kültürel, psikolojik, ekonomik, etik, sistemik ve politik boyutlarının tartışılmaya başlanmış ve artık sağlık sistemlerinde biyo-psiko-sosyal yaklaşıma gereksinim açıkça ifade edilmektedir. Sağlık, bir patolojinin olmaması anlamından çok daha fazlasıdır. Bu nedenle sağlıklı ailenin tanımı ve özellikleri hakkında tam bir anlaşma yoktur ancak işlevlerini yerine getiren ve üyelerine doyum sağlayan ailelere sağlıklı aile denir. Sağlıklı aileler fonksiyonlarını çok iyi yerine getirirler, üyeler yaşamlarını değer ve amaçları doğrultusunda yönlendirirler. Bu nedenle kendi özelliklerini korurlar ve başkalarından etkilenmezler. Yine sağlıklı ailelerde etkileşim kendi kendini yönlendirir, kurallara bütün aile üyeleri katılır. Kurallar ve beklentiler duruma göre ayarlanabilir. Üyeler, aile iletişiminden memnundur ve psikolojik olarak sağlıklıdır. Çok az çatışma vardır, gelişimsel değişikliklere çok kolay ve başarılı bir biçimde uyum sağlarlar, stresli olaylarla çok iyi baş edebilirler, bir kriz karşısında çabucak kendini toparlayabilirler. Diğer taraftan hekimler ise ailenin ve sosyal çevrenin bir destek sistemi olarak işlevinin daha çok farkına varmakta, ruh sağlığı profesyonelleri hastalık kurgusuna müdahalelerde bulunmakta, medya kanalları toplumun hastalık ve sağlık kavramlarını yeniden kurgulamasına yol açan bir bilgi akışı yaratmaktadır. Bu çerçeve içinde "hastalık" kavramı aile içi ilişkilerde geleneksel olarak sahip olduğu dönüştürücü gücü korurken kısmi bir başkalaşım da geçirmektedir. Bağımsız bir sistem olarak ailenin işlevselliği de önemlidir. Sağlıklı ailenin işlevleri ise şöyle sıralanmaktadır: - Duyguları paylaşma ve anlama, - Bireysel farklılıkları kabullenme, - İlgi ve sevgi duygularının gelişimi, - İşbirliği, - Mizah duygusu, - Yaşamı sürdürmek ve güvenlik için gerekli olan ihtiyaçların karşılanması, - Problem çözme, - Geniş bir felsefi düşünce, - Taahhüt, takdir duygularını ifade etme, - İletişim, - Birlikte zaman geçirme, - Maneviyat, - Başa çıkma becerileri Aile sisteminin öğelerden oluşmuş yapısı vardır. Her bir öğenin de farklı rolleri vardır. Bu roller öğelerin birbirine bağlanmasına yardım eder. Yani aile doğal bir sistemdir ve bir bütün olan bu sistemin birçok fonksiyonu vardır. Gelişim sürecinde aileler iyi tanımlanmış, tekrarlayan ve kendini sürekli kılan bir rol ve kurallar kalıbı izlerler. Sistem perspektifine göre de ailenin yerine getirmesi gereken görevleri vardır. Bu görevler genel olup tüm aileler için geçerlidir; kimlik görevlerini yönlendirme, sınırları düzenleme, aile içerisinde duygusal atmosferi yönetme, zaman içerisinde aile yapısında meydana gelen değişimi yönetme, ev halkının devamlılığı için strateji planlama. Bireylerin de yaşamında doyum sağlaması, fonksiyonlarını etkili bir şekilde yerine getirmesi ve yaşadığı topluma uygun bir kişi olarak yetişmesi önce aile çevresinde sağlanır. Kısaca ihtiyaçların doyuma ulaştırılabileceği en doğal ortam ailedir ve toplumun en küçük birimi olarak kabul edilen ailenin insan yaşamında vazgeçilmez bir önemi vardır. Aileyi bütünsel bir sistem olarak gören sistemler yaklaşımında da vurgu, sistemin bir bütün olarak işlevselliğini nasıl koruduğunu anlamaya yöneliktir. Diğer bir deyişle bir kişinin düşünceleri, duyguları ve davranışları çoklu nedenlere dayalıdır ve bir ölçüde belli kişilerarası ilişkilerin ürünüdür. Evlilik ve aile ünitesinde gerçekleşebilecek değişimlerin hem genel olarak aile üzerinde hem de üyeleri olan bireyleri üzerinde etkileri olacaktır. Genel anlamıyla sistem yaklaşımı, olay ve olguları birbirinden bağımsız olarak açıklamak yerine; bunları fiziksel, biyolojik ve sosyal sistemler arasındaki ilişkiler ve bunların karşılıklı birbirini etkileme süreçlerini ele alarak açıklamaya çalışan evrensel bir yaklaşım sunar. Bu bağlamda ele alındığında bir ailede gerçekleşen olayların her biri, aynı zamanda hem bir neden hem de sonuçtur. Bu bakış açısı ile bağlantılı şekilde aile sistemi daha geniş sistemlerin de bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Yani nasıl her bir aile üyesi diğer üyelerle ilişkisi bağlamında ele alınıyorsa, ailenin kendisi de diğer aileler ve kültürel bağlamdaki diğer sistemlerle ilişkisi anlamında değerlendirilmelidir Sağlıklı ailelerde çiftler evlilik rollerinde uyum içindedirler; ortak amaçlara ve değerlere sahiptirler, eşler birbirini olduğu gibi kabul eder ve saygı vardır, aralarında çatışma meydana geldiğinde her ne kadar sorun çıksa da kişiler uygun çözüm aramada işbirliği yaparlar, bir üyenin üzerine yüklenme gibi davranışlara rastlanmaz, ailede suçluluk duyguları yoktur, değişim anlayışla karşılanır ve en önemlisi tüm bu davranışlar iki eş arasındaki ilişkiyi geliştirmek için birer araç olarak kullanılır. Esnek bir yapıya sahip olan bu ailelerde yeniliklere uyum sağlanabilir, kişilerin başarıları aile ortamında değerlendirilir ve üyeler arasında ortak amaçlara sahip olmanın getirdiği karşılıklı anlayış ve doyum vardır. Buna karşılık sağlıksız ailenin en önemli karakteristiği iletişim işlevinin bozuk, kişilerarası ilişkilerin kopuk ve kurallara bağlı olmasıdır. Belirli roller kişilerin üzerine zorla yüklenmiştir ve bu rolleri değiştirmek zordur. Sağlıklı ailede esnek bir otorite yapısı vardır. Otorite paylaşılır ve eşlerin inanç yapısına uyar. Aile üyeleri birbirine yakın, fakat bağımsızdırlar. İlişkileri süreklidir. Özel ilgilerine saygılıdırlar, birbirlerine önem verirler. Çatışmalara aşırı duyarlılık göstermeden çözüm yoluna giderler.’ Üyeleri birbiriyle az konuşan ve açık bir iletişim içinde olmayan, aileyi ilgilendiren konularda birlikte konuşup çözüm aramayan, üyeleri birbirine gerçek bir yakınlık duymayan ve birbirlerine olumsuz duygular besleyen aileler sağlıksızdır. Ailenin işlevlerini sağlıklı olarak yerine getirmesini önleyen sorunların tanımlanması ailelere verilecek sağlık hizmetlerin iyi bir şekilde planlanması açısından çok önemlidir. Hastalık kurguları ailenin işlevselliğine doğrudan etki eder. Hastalık bazen ailenin işlevselliğini bozan bir ilişki problemi, bazen bir ilişki problemini göz ardı ettirebilecek güçte bir fiziksel hastalık belirtisi, bazen tüm ailenin işlevselliğini artıran ya da azaltan bir biyolojik sorundur. Aile yapısı, aile üyelerinin karşılıklı etkileşimine olanak sağlayan işlevsel istekler ve kurallar bütünüdür. Aile kurumunun sağlık üzerine etkisinin yanı sıra hastalıkların aile dinamikleri üzerine önemli etkileri görülebilir. Aile üyelerinden birinin hastalanması durumunda aile üyelerinin sorumluluklarında, yaşam biçimlerinde değişiklikler yapılması gerekebilir. Ebeveynlerin hastalanması ailede karar alma mekanizmasını durdurabilir, ailenin geçimini sağlayan kişinin hastalanması ise gelir kaybı ve ekonomik sıkıntılar ile sonuçlanabilir ve aile içinde roller değişebilir. Diğer aile üyeleri hasta olan üyenin rolünü ve sorumluklarını üstlenebilirler ancak bu da duygusal açıdan zorlanmaya neden olabilir, zaman zaman aile içinde krizler yaşanabilir. Anne baba uyumu ve diğer aile üyelerinin birbiriyle uyumu ailenin sağlığının korunması için temel etkendir. Genellikle kısa süreli, değişikliklere daha kolay uyum sağlanırken uzun süreli zorunlu rol değişiklikleri ise ciddi kayıp durumlarında yaşanan yas tepkisine benzeyen bir sürece yol açabilir. Böyle durumlarda aile bir bütün olarak ele alınmalı, hastalıkla ilgili bilgi gereksinimleri karşılanmalı ve aile işlevselliği kontrol edilmelidir. Bazen Aile üyeleri özel bir rehberin ya da danışmanın yardım ve desteğine ihtiyaç duyabilirler. Hastalık kavramı, çağdaş dönüşümler sonucu sağlık kavramına göre önemini yitirirken; hastalıkların tedavisinden çok hastalanmadan önce bireyleri koruma ve sağlığın sürdürülmesi daha önemli hale gelmiştir. Akut hastalıklardan çok süreğen hastalıkların önemli bir sağlık sorunu olduğu günümüz toplumlarında, bu hastalıklarla yaşayan bireyler için izlem, bakım kalitesi, yaşam kalitesi gibi kavramlar sıkça kullanılmaya başlamıştır. Aynı zamanda bu dönüşüm, sağlık hastalık olgusunda devamlılığı ve bozulmayı etkileyen etmenler üzerinde yoğunlaşmaya yol açmıştır. Günümüzde doktorların da hasta ve hastalığa karşı davranışlarında değişimler olmakta, hastayı saran sosyal atmosferin anlaşılması ve kavranılması gerektiği düşünülmektedir.“Tıpta hastalık yok, hasta var” felsefesi ile hastanın sadece fiziksel rahatsızlığı yönünden değil; sosyal faktörler, aile ilişkileri, topluluk tipi vs. ile bir bütün olarak ele alınması ön plana çıkmıştır. Diğer taraftan koruyucu tıp ve toplum sağlığı alanındaki gelişmeler sağlık sosyolojisinin gelişiminde önemli bir adımı teşkil eder. Sosyal tıp anlayışının gelişmesiyle sağlık eğitimi, evde bakım programları, hasta bireylerin topluma uyumu gibi konularda yapılan çalışmalarla sağlığın sürdürülmesi ve hastalıkların önlenmesinde önemli sonuçlar elde edilebilmektedir. Günümüzde artık sağlığın; “hastalığın ve sakatlığın olmayışı”, hastalığın da “sağlıklı olmama” gibi dar bir çerçeve içinde tanımlanmasının, bireyi etkileyen ruhsal ve sosyal faktörleri önemsemediğinin farkına varılmıştır. Kişilerin beden ve ruh sağlığı için gerekli sevgi, şefkat, yakın ilgi ve bakım bulabilecekleri en doğal ortam olan aile toplumun en küçük birimini ve temel yapısını oluşturur. Kişilerin sağlıklı bireyler olmaları, yaşadıkları ailenin işlevlerini sağlıklı bir şekilde yerine getirmesi ile mümkündür. Birinci basamakta görev yapan Aile Hekimleri sağlık sorunlarını fiziksel, ruhsal, toplumsal, kültürel ve varoluş boyutlarıyla ele alır. Bireye, ailesine ve topluma yönelik kişi-merkezli bir yaklaşım geliştirir. Aile hekimliği birimlerinde verilen sağlık hizmetlerinin gerçekçi bir şekilde yürütülmesi ve bakımın kalitesinin artması açısından ailenin işlevlerini sağlıklı bir şekilde yerine getirip getirmediğinin anlaşılması önemlidir. Toplumun tüm kesimleri tarafından aileyi koruyucu ve güçlendirici tedbirler alınması aile işlevselliğinin artmasını destekleyecektir. AİLE İÇİ İLETİŞİM Ailenin birlikte geçirdiği zamanları insanları daha fazla dışarıya bağımlı kılmakta olan yoğun iş temposu, zor yaşam şartları, çocukların eğitim koşulları gibi etkenlerle gittikçe azalmaktadır. Aile üyelerinin ortak paylaşımda bulunabilecekleri zaman dilimi genellikle akşam vakitleridir. Fakat sosyal medya kullanımının yaygınlaşmasıyla özellikle çocuklar bu vakitlerde aile üyeleriyle iletişim kurmak yerine internet ve sosyal medya sayfalarını tercih eder hale gelmişlerdir. Aile içi iletişim ile aile sağlığı birbirini tamamlayan iki olgudur. Sağlıklı aile, aile bireylerinin gereksinimlerinin doğal olarak karşılandığı ailelerdir. Örneğin anne-baba ebeveyn olmaktan mutludur ve bu rolü isteyerek kabullenmişlerdir. Bu nedenle büyük sorumluluk isteyen çocuklarını yetiştirmede ve ihtiyaçlarını karşılamakta bir zorunluluk hissetmeden görevlerini sergilemektedirler. Ailenin sağlığı, aile üyelerinin arasındaki iletişimle orantılıdır. Birbirleriyle az konuşan, açık iletişim içinde olmayan ve birbirlerine karşı samimi yakınlık duyamayan bireylerden oluşan aile sağlıklı değildir. Aile içi iletişimin kuvveti çocuklara dayandığı için bireylerin iletişim kalitesini artırmaları gerekmektedir. Yapılan sosyolojik ve psikolojik araştırmalarda, bireyler arası sınırların iyi tanımlanmış ve iletişimin yüksek olduğu ailelerdeki çocukların sorunlarını daha rahat çözdüğünü ve okul başarısının daha yüksek olduğunu ortaya koymaktadır. Aile içerisinde iletişimin iyi olması bilhassa çocukların sorunlarını anlamak için en önemli unsurdur. Ebeveyn-çocuk iletişimi iyi olan ailelerde, çocukların akademik başarılarının daha iyi olduğu bir gerçektir. Aile içi iletişimin gücünü artıran fonksiyonların işlerlik kazanması, aile üyelerinin kendilerine ve ailelerine samimiyetle güven duymalarına yardımcı olacaktır. Ebeveynlerin birbirlerine ve çocuklarına karşı yeterli ilgiyi göstermeleri ve rollerinin gerekliliklerini yerine getirmek için çaba sarf etmeleri, ailelerin sağlıklı iletişimine katkı sağlamaktadır. Bu açıdan sağlıklı ebeveyn-çocuk iletişimi, çocuk gelişiminde çok önemlidir. Çocuğun aile içindeki iletişim ve etkileşimi, toplumsal yaşamındaki diğer bireyler ve varlıklara karşı aldığı tavırları, benimsediği tutum ve davranışların temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle sağlıklı iletişim ortamı olmayan ailede büyüyen çocuklar psikolojik olarak ve iletişimsel bağlamda normal gelişim gösterememektedir. Aile iletişimi kuvvetli olan ailelerde, çocukların kendilerine olan güvenleri daha yüksek olduğu görülmektedir. Aile içi iletişim bir diğer önemi ise çocukların akranlarıyla olan iletişimi daha rahat ve sağlıklı olmasını sağlamasıdır. Sağlıklı ailelerin iç yapısında ve işleyişinde bir esneklik söz konusudur. Ev düzeninin işleyişini sağlayan görevler, içinde bulunulan şartlara göre el değiştirmektedir. Yani aile üyeleri, özellikle ebeveynler aile yaşantılarını görev ve sorumluluklarını paslaşarak devam ettirmektedirler. Ayrıca sağlıklı ailenin perspektifi, sözlü ve sözsüz iletişimde ebeveynler tarafından en sağlıklı iletişimin açıklık ve doğruluk olduğu, anlatıların da doğru olarak anlamanın dikkatli bir şekilde dinleme ile sağlanabileceği doğrultusunda olmalı, bu perspektif benimsenmeli ve çocuklara da iletişim formatı yansıtılmalıdır. Çünkü çocuğun ilk iletişim becerilerini kazandığı yer aile ortamıdır ve çocuğun toplumsal yaşantısındaki iletişim becerisi temelde bu çerçevede işlemektedir. Bu durum aile içerisinde sağlandıktan sonra çocukların yaşıtları ile daha sağlıklı, karşısındaki bireye saygılı, dinlemeyi bilen bireyler olarak devam edeceği görülmektedir. Ailede yüz yüze görüşmenin yapılamadığı, farklı mekânlarda bulunma yani fiziksel olarak bir arada bulunmama durumunda, beden dilinin kullanılamamasından kaynaklı bir iletişim eksikliği ortaya çıkmaktadır. Bu durum modern çağın kaçınılmaz hastalığı haline gelmiştir. İnsanlar zamanla ortak bir şey yapmayı, birbirini dinlemeyi ve kendini açıkça ifade etmeyi farkında olmadan bırakmışlardır. Bu da sağlıklı iletişim kuramayan bireyler ve aileleri doğurmuştur. Günümüzde insanların yoğun iş tempoları ve iş dışı bazı aktiviteleri aile içi ortak zamanları kısıtlamakta, bireyler yalnızca akşam bir araya gelebilmektedir. Ancak akşam birlikteliğini, aile bireylerinin birlikte değerlendirmemesi durumuyla da aynı ortamda bulunan fakat iletişim kurmadan yaşayan aile kitleleri ortaya çıkmaktadır. Geleneksel dönemden modern çağa uzanırken bu durumu kıyasladığımızda bunun sebebi olarak başlarda kitle iletişim araçlarına bağımlılık, günümüzde de internet bağımlılığı gösterebilmekteyiz. İnternet bağımlılığından kasıt ise en fazla kullanıcıya sahip sosyal paylaşım sitesi olan Facebook bağımlılığıdır. Aile içi iletişimi iki başlık olarak incelemek gerekirse bunlar; eşler arası iletişim ve ebeveyn-çocuk iletişimi olacaktır. Eşler Arası İletişim: Ailedeki sağlıklı iletişim, öncelikle anne-babanın iletişimiyle doğrudan ilgilidir. Sağlıklı anne-baba iletişimi, aynı zamanda sağlıklı çocuk demektir. Geleceğin sağlıklı ailesi, yine sağlıklı iletişim kurabilen ailenin içinde yetişen çocuklarla mümkün olmaktadır. Evlilikten önce toplumda bir birey olarak varlık gösteren kadın ve erkek, evlendikten sonra karı-koca birlikteliğiyle “dünyada birlikte var olmak” şeklinde yeni bir yaşam biçimi oluşturmaktadır. Bu yaşam biçimi, evlilikte “sen” ve “ben” yerine “biz” anlayışı ile hareket etmektir. Eşler arası iletişimde “biz” anlayışından güç alınmaması durumunda, hem kadın hem de erkek mutsuz olmaktadır. Eşler arasında “biz” benliğini gölgeleyen her davranış, ilişki ve iletişimi olumsuz etkilemektedir. Çünkü sağlam ve mutlu bir evlilik, iki ayrı kişiliğin birbirini bütünlemesiyle gerçekleşmektedir. Evlilik bu yönleriyle özel bir iletişim sitemidir. Evleninceye kadar ayrı ayrı ilişki ve dünyaları olan kadın ve erkek, evlendikten sonra yeni bir ilişki biçimini kazanmaktadır. Evlilik ilişkilerinde sürekli ikili sorun çözme davranışı, karı koca arasındaki birlikteliği kuvvetlendirmektedir Evliliklerde “o senin sorunun” anlayışı yerine “bizim sorunumuz” anlayışı bulunmalıdır ve birlikte çözümler üretilmelidir. Aksi takdirde “sen-ben” anlayışı ilişkileri zedelemektedir. Daha ilerisini düşünecek olursak bu anlayış aile içerisinde sorunlara ve hatta ve hatta evliliklerin bitmesine kadar sebep olmaktadır. Eşler arası iletişime kadın yönüyle bakarsak, geleneksel dönemde kadının kocasına ekonomik olarak bağımlı olması durumu, evlilikte mutsuzluk varsa bile kadın için bu evlilik mecburiyet demekti. Kadın, kocası tarafından çeşitli sıkıntılara maruz kalsa da özellikle çocuk varsa kadının evliliği bitirmesi söz konusu değildi. Kadınların özgürlüklerini kazanmaları, evliliğin daha da kolay sonlanmasına ortam hazırlamıştır. Eskiden kadın kendini kocasına tabi kılardı. Bugün ise kendi bireyselliğine ve mesleğine ilişkin kadın haklarından hareket ederek bir noktadan sonra evliliğe katlanmak mecburiyetinde kalmamaktadır. Erkelerde ise durum biraz farklıdır. Örneğin eskiden erkek eşini aldatır ve kadının bundan haberi olursa, erkek pişmanlığını kabul ettirip kadın tarafından affedilirdi. Aynı durum kadın için söz konusu olduğunda ise kesinlikle tolerans gösterilmemekte ve evlilik sonlandırılmaktaydı. Modern çağda durum eskiye göre ciddi değişime uğramıştır. Ancak kadın ve erkeğin evlilikten mutluluk bulması için her iki tarafta da tam bir eşitlik duygusu olmalı, karşılıklı özgürlüklere bir sınır getirilmeli, en mükemmel şekliyle düşünsel ve bedensel yakınlık oluşturulmalı ve değer ölçülerine bakışta bir paralellik bulunmalıdır. Günümüzde hem eskiye göre eğitim seviyesinin yükselmesinden hem de kadınların maddi özgürlükleri ve aile bütçesine destek vermek için çalışmak istemesinden dolayı kadınların iş hayatına katılması, aile içi eşitliği de beraberinde getirmiştir. Günümüzde artık ev işlerinde “ kadının görevi-işi” anlayışı yok denecek kadar azdır. Ev ortamında da eşitlik söz konusudur. Diğer taraftan ailenin sağlığı, eşlerin arasındaki ilişkinin durumuna göstermektedir. Sağlıklı ilişkide kişiler, bilinçli ve sorumluluklarının farkındadırlar. Ailedeki her birey görevini, yeterliliklerini ve sınırlılıklarını bilmekte ve kendi değeri ile birlikte diğerlerinin de değerini de öne çıkartmaktadır. Eşler arası iletişimde temel etken; karşılıklı saygı, sevgi ve hoşgörü aynı zamanda karşılıklı etkileşim ve dayanışmadır. Ailede eşler, evliliğin yaşaması için aile gereksinimleri ile bireysel gereksinimleri arasında denge kurarak, uzlaşım sağlarlar. Eşler bu olgun insan profiliyle, bir açıdan çocuklara gelecek için örnek model teşkil etmektedirler. Çünkü eşler çocuk yetiştirmeyi son derece önemli bir misyon olarak görürler. Bu nedenle aile tarafından çocuğun her türlü gereksinimi doğal bir şekilde karşılanmaktadır. Çocukların gözünde anne-baba, “kendilerinin gereksinimlerini karşılamak zorundadır” gibi bir profil de söz konusu değildir. Günümüzde aileler çocuklarını küçük yaşlarda yeteneklerine göre kurslara, derslere yönlendirmektedirler. Çünkü aileler çocuk yetiştirmeyi ve onların geleceği ile ilgili her konuya çok önem verirler. Zaten sağlıklı ailede üyeler misyonlarını zorla ya da baskı altında değil, doğal bir akış içerisinde sergilemektedirler. Böylelikle ailede sağlıklı iletişim kurulabilmekte ve ailenin temelleri kolay kolay sarsılmamaktadır. Zaten ailedeki huzursuzlukların genelinde iletişimsizlik kaynaklı sebepler söz konusudur. İletişim eksikliği tüm sorunların ana kaynağıdır. Bu nedenle sağlıklı iletişim kurabilen ailelerde, aile huzurunu kaçıracak unsurların aileye etki düzeyleri önemli düzeyde azalmaktadır. Aile huzurunun kaçmasında ilk anlatılan şey, belli bir sebep belirtip o sebep sonrası oluşan tartışmadır. Ancak burada belirtmemiz gereken önemli husus bu huzursuzluğa neden olan etken eşlerin tartışması değil, eşlerin tartışma dozunu ayarlayamaması ve birbirlerine telafisi mümkün olmayan kırıcı sözler sarf etmeleridir. Yani tartışmanın yapıcı değil, yıkıcı mahiyette olmasıdır. Bu sıkıntının olmaması için eşler tartışma esnasında sürekli karşısındakini eleştirerek kendini temize çıkarmaya çalışmaktan ziyade çözüm odaklı hareket etmeye önem göstermelidir. Bu konuda belirtmemiz gereken son husus, tartışmanın yalnızca uyumsuz, birbirini sevmeyen eşler arasında olmayacağıdır. Nitekim birbirine son derece uyumlu çiftler arsında da zaman zaman tartışmaların olması kaçınılmaz olabilmektedir. Bu nedenle tartışma aile huzurunu kaçırıyorsan ziyade, yanlış tartışma ve yanlış üslupla yaklaşma etkenleri asıl sebep gösterilmelidir. Bu olumsuzlukların etkisi ile eşler arası iletişimin kuvveti arasında bir korelasyon vardır. Eşler arası iletişimi ne kadar kuvvetli ise olumsuzlukların etkisi o kadar düşük olmaktadır. Bu nedenle eşler arası iletişim aile sağlığı için çok önemlidir. Ebeveyn - Çocuk İlişkisi: Ebeveyn-çocuk iletişimin ilk yıllarında çocuğun fiziksel olarak büyümesi, zihinsel gelişimi, ahlaki açıdan doğru ve yanlışları öğrenmesi bakımından oldukça önemlidir. Ebeveyn çocuk iletişiminde zamanla çocuğun ebeveynine bakışı, ebeveyninde çocuğa bakışı farklılaşmaktadır. Bebeklik çağındayken çocuğun her istediğinin yapılması söz konusuyken, büyüdüğünde yalnızca kurallar çerçevesinde istedikleri yapılabilmektedir. Bu durum bir bakıma aile içindeki güç dengesinin tersine dönmesi demektir. Bebeklik döneminde gücün tamamı çocuktayken, büyüdüğünde büyük bir oranı ebeveyne geçmektedir. Bebeklik çağındaki çocuğun her istediğinin yerine getirilmesi normal karşılanırken biraz yaşı ilerlediğinde bütün isteklerinin yapılması toplumsal açıdan “şımarıklık” olarak nitelendirilebilmektedir. Ebeveyn-çocuk iletişimi temel olarak anne ve babanın tutumlarına bağlıdır. Ebeveynlerin tutum ve davranışları incelendiğinde, onların bu takındıkları tutum ve tavırlar da bir çeşit öğrenme türüdür. Ebeveynlerin tutum ve tavırlarını etkileyen bazı unsurlar vardır. Bunların başında ebeveynlerin nasıl bir çocuk istediklerine dair daha çocuğun doğumundan önce kurulan bir çocuk kavramının olmasıdır. Bu hayaldeki çocuk kavramı gerçeğiyle uyuşmadığında yani beklentilerine uygun olmadığında ebeveynlerde bir hayal kırıklığı yaşanmakta ve çocuğu reddetme tavrı gelişmektedir. Bunun yanında ebeveyn tutum ve davranışlarında içinde bulundukları kültürel değerlerinde payı fazladır. Ayrıca ebeveynlik rolünden haz duyma ya da duymama durumu da çocuğa karşı olan tavrı etkilemektedir.Her konuda olduğu gibi insanlara ancak haz duyup severek yaptığı konularda başarılı olacağından çocuk yetiştirmede de bu duyguyla hareket edilmelidir. Çocuğun sağlıklı bir kişilik ve ruh yapısı geliştirmesinde en önemli unsur ebeveyninden gördüğü sevgi ve ilgidir. Modern dönemde özellikle çalışan anneler çocuğu ile arasındaki sevgi bağının oluşmasına ve kökleşmesine çok dikkat etmelidir. Çocuğa gereken zaman ayrılmazsa çocukta ebeveynine karşı temel güven duygusu gelişmemektedir. Bu güven oluşumu özellikle 0–3 yaş arasında gerçekleştiği için bu dönemde daha hassas olunmalıdır. Eğer bu boşluk oluşursa ebeveynler çocuğa karşı kendini suçlu hisseder ve bu durumu telafi etmek için aşırı ödün verme, çocuğun üstüne gereğinden fazla düşme tavrına bürüneceklerdir. Ancak bu tavır çocukta sorumsuz, vurdumduymaz bir davranış oluşumuna neden olacaktır. Günümüzde çalışan annelerin gün geçtikçe çoğalması, çocuklarına gereken ilgi ve alakanın gösterilmesine engel teşkil etmemelidir. Çocuklarına gerekli zamanı ayırmayan ebeveynler, belki de sağlıksız bireylerin oluşumuna sebep olacaktır. Bu da çocuklar için ilerleyen zamanlarda önemli sorun teşkil edecektir. Ailede iyi bir iletişim ortamında yetişen çocuklar büyüme evrelerini büyük oranda başarıyla atlatmış olmaktadırlar. Aile içerisinde sağlıklı iletişim kurabilen birey mutlu, arkadaş canlısı, bunalımdan uzak, olumlu ve yapıcı bir yapıya sahip olmaktadır. Eğer çocukta uyum bozukluğu söz konusu ise öncelikle çocuğun aile içi iletişimindeki eksiklikleri araştırmak gerekmektedir. Ebeveynin sevgi ve ilgisinden uzak yetişen çocuklarda bu sevgi açlığından dolayı bir takım davranış bozuklukları söz konusu olabilmektedir. Ebeveynleri ile iyi bir iletişim içerisinde büyüyen çocuklar akranları ve çevresiyle iletişim kurabilme de daha başarılı olacaktır. Aile içinde iletişimleri kuvvetleri olan bireylerin daha mutlu ve başarılı oldukları gözlemlenmektedir. Çocukluk döneminden ergenlik dönemine geçişte çocuğun duygu, davranış ve tepkilerinde önemli değişimler söz konusudur. Bu durum çoğu aileyi hazırlıksız yakaladığı için ebeveynler çocukları üzerinde ciddi endişe taşımaktadır. Bu geçiş dönemi ergenin sorunlarını çözebilmesi içinde bulunduğu iletişim ortamıyla doğrudan alakalıdır. Ergen çocukluk çağında ebeveyninden sevgi, ilgi ve disiplini dengeli şekilde alabilmişse gerek arkadaş ilişkilerinde gerekse diğer kişisel sorunlarında kolay bir şekilde çözüm yolu bulabilmektedir. Çünkü zor durumlarda problemini paylaşabilecek bir aile dayanağının olduğunu bildiği için kendini yalnız hissetmeyecektir. Çocuklar için bu güven kaynağı çok önemlidir. Bütün sorun ve sıkıntılarında ebeveynleri ile rahat iletişim kurabilen ve yapıcı olan ailelerin çocukları ergenlik dönemlerini neredeyse sorunsuz bir şekilde atlatacaktır. Çünkü ergenlik döneminde çocukların kötü alışkanlıklara (alkol, sigara, madde kullanımı vb. ) eğilimi yüksek olmaktadır. Bunların engellenmesi için aile içi iletişimin rolü çok büyüktür. Modern dönemde ebeveyn çocuk iletişimin temel unsuru anne-babanın çocuğuna bizzat zaman ayırıp onunla birlikte vakit geçirmesidir. Ancak bu vakit geçirme çocuğu baskı altında tutarak sağlanmamalıdır. Çocuk her zaman aile ortamında demokratik bir yaklaşım görmeli ve bu noktada ailesinin olduğunu hissetmelidir. Ebeveynler çocuk ile açık iletişim kurmalı problemleri yüz yüze konuşarak çözüm yoluna gidilmelidir. Açık iletişim kurulan ailede aile üyeleri birbirini daha iyi tanıyacak, istek ve şikâyetlerinden daha rahat haberdar olacak ve böylelikle ailedeki sorunlar noktasında kolaylıkla bir uzlaşıya varılacaktır. Çocuk, aileden aldığı yaşam algısıyla kendini ifade etmeye çalışır. Bu nedenle ailede olumlu bir atmosferle büyüyen çocuk toplumsal yaşama sağlıklı bir şekilde uyum sağlayabilmektedir. 1980’lerin sinema kuşağında aile tutumunun çocuğa yansıması ‘vahşi çocuk’ isimli filmde güzel bir şekilde özetlenmiştir. Bu filmde anlatıldığı gibi çocuk zihinsel, fiziksel ve sosyal tüm koordinasyonlarını aile ortamında öğrenmektedir. Burada temeli sağlam atılan çocuk ileriki dönemde de sağlıklı bir şekilde hayata atılabilmektedir. Vahşi çocuk filminde de aile eğitiminde uzak yetişen çocuğun yaşadığı yoksunluklar sergilenmiştir. Örnek verdiğimiz filmdeki olaya gerçek hayatta rastlamıyoruz. Ancak gerçek hayatta kaçınılmaz şekilde karşımıza çıkan durum sağlıklı iletişim kurulamayan ailelerde büyüyen çocukların hayatlarının devamının çoğunda olumsuzluklar yaşadığı gerçeğidir. Küçük yaşlarda gerekli ilgi-alaka gösterilmeyen, ergenlik dönemini sorunlu geçiren çocuklardan ileriki yaşlarda başarı beklemek mümkün değildir. Çünkü çocuğun temelini ebeveynler oluşturmaktadır. Çocuk anne ve babayı rol model olarak almaktadır. Çocuğun sevgi ve güven ortamında sağlıklı yetişmesi, çocuğa rehberlik yapmak, davranışlarına yön vermek, kuralların çerçevesini ve uygulanışını göstermek ailenin görevidir. Aile çocuğun zor durumlarında yanında olmalı ve desteğini göstermelidir. Doğumdan sonra çocuk etrafında ailesini gördüğü için çocuğun gelişiminde aile, özellikle ilk çocukluk dönemlerinde önemli bir yer tutmaktadır. Aile çocuğun beslenme, barınma, güvenlik gibi fizyolojik ihtiyaçları yanında sevgi, ilgi ve şefkatle duygusal ihtiyaçlarını da giderir. Bu noktalarda her türlü öğrenmeyi aile içinde gerçekleştirir. Çocuğa ne kadar birikim, ilgi, şefkat verirsen çocuktan o kadar başarı beklenmelidir. Ailesinden ilgi, alaka, sevgi vb. davranış görmeyen çocukların ders, ikili ilişki, iletişim vb. konularda başarı göstermesi mümkün değildir. Bu etkenler çocukta güven olgusunu da pekiştirir. Bu nedenle aile çocuğun geleceğe hazırlanmasında ve toplumsal yaşama sağlıklı bir şekilde adım atmasında en etkili kurumdur. Çocuğun kişilik oluşumu anne-baba ile kurduğu iletişim çerçevesinde şekillendiği için çocuğun aile eğitimini sağlıklı bir şekilde yararlanabilmesi ebeveynlerin çocuğa karşı yönelttiği sağlıklı tutuma bağlıdır. Bu tutum da anne babanın birbirleri arasında ve çocuğa karşı ilişkilerinde hoşgörülü, dengeli ve sevgi dolu olmasıyla sağlanmaktadır. İletişimin amacı, kısaca sorunlarımızı çözmek, ihtiyaçlarınızı karşılamaktır. İster küçük ister büyük olsun her ailede eşler, kardeşler ve ebeveynler arasında anlaşmazlıklar, tartışmalar ve fikir ayrılıkları olur. Bu durumları çözümsüz sorunlar haline getirmek ya da çözüm yolu aramak senin elinde. Yaklaşım şeklin, davranışların ve iletişim biçimin çözümsüz gibi duran birçok problemin üstesinden gelmeni sağlar. Hangi durumlarda nasıl yaklaşım göstermen ve nasıl davranman gerektiğini bilirsen çok daha huzurlu ve mutlu olabilirsin. Peki ama nasıl dediğini duyar gibiyim? İşte sadece yaklaşım biçimini değiştirerek sorunları çözüme kavuşturacak öneriler! 1- Ön Yargılardan Arın Aile içinde yaşanan tartışmalarda en çok yapılan hatalardan biri, karşındaki kişinin ne düşündüğünü bildiğine emin olmaktır. Birbirinizi çok iyi tanıyor olsanız bile durumlar ve olaylar esnasında farklı düşünülebilir. Bu yüzden anlaşmazlık yaratan konuları konuşurken onun düşündüklerini eleştirmekten çok kendi düşüncelerini dile getirmelisin. Ona da kendi düşündüklerini söyleme hakkını tanımalısın. Anlaşmazlık durumlarında çok katı düşünülse dahi karşılıklı iletişim ve doğru ifadelerle konuşulduğunda anlaşma sağlanabilir. Anlaşma sağlanamasa da birbirinizin düşüncelerine karşılıklı saygı gösterebilir ve en azından aynı düşünmediğiniz konusunda uzlaşabilirsiniz. 2- Anlayışlı Olmaya Özen Göster Her ne kadar aynı fikri paylaşmasanız da karşındaki insanın sevdiğin bir insan olduğunu unutma. Bu yüzden farklı fikirler nedeniyle tartışmak yerine onun düşünce biçimini anlamaya çalış. Anlam veremediğin düşüncelerini dahi kabullenmek hem ona saygı duyduğunu gösterir hem de daha uyumlu bir ilişki kurmana yardımcı olur. Tüm ilişkilerin temeli anlayış, saygı ve sevgiye dayanır. Sorunları negatif bir şekilde ele almak ve karşındaki kişinin kasıtlı olduğunu düşünmek sadece sorunların daha da büyümesini sağlar. Bu nedenle güven duygusunun gelişmesi ve daha sağlıklı tartışma ortamı için pozitif yaklaşmak gerekir. 3- İletişim Kur Çoğu kişi ailesinin ve sevdiklerinin ne hissettiğini bildiğini sanır. Halbuki zamanla ve yaşanmışlıklarla insanın bazı özellikleri değişebilir. Aile içi iletişimde daha sık ve daha net kelimelerle duygularını ifade etmeli ve düşündüklerini dile getirmelisin. Günlük konuşmalarında yapılanları ve olayları anlatırken neler hissettiğini de anlatman daha iyi iletişim kurman açısından gereklidir. Konuşmalarında yumuşak bir üslup kullanman daha net anlaşılman için de oldukça önemlidir. Sinirle ve sert bir tavırla konuştuğunda karşındaki kişiye kendini doğru bir şekilde ifade edemezsin. 4- Kıyaslamaya Girme Her insan birbirinden farklı bir karaktere sahiptir. Her kişinin karakter özellikleri kişiye özeldir. Anlaşmazlıklar veya tartışmalar esnasında kıyaslama yapmak karşınızdaki kişi her kim olursa olsun zedeleyicidir. Kendinle ya da başkalarıyla tartıştığın kişiyi kıyaslamak karşınızdaki kişiye haksızlıktır. Olduğu gibi kabul edemediğin ve sürekli eleştirel yaklaştığın biriyle ilişki sürekli problem haline dönüşür ve bir süre sonra içinden çıkılması güç bir sorun haline gelir. Onun kendine ait düşüncelerini doğru bulmasanız dahi onun bir başkası gibi düşünmesi ve davranmasını beklememelisin. Eşlerin birbirlerini annesi ve babasıyla kıyaslaması, çocuklarını bir başkasının çocuğuyla ya da kardeşiyle, başka anne babalarla kendi anne babasıyla kıyaslaması tartışılan konunun kişisel bir durum olduğunu düşünmesine neden olur. 5- Sinirliyken Konuşma Tartışma esnasında ya da olumsuz durumlarda özellikle de sinirliyken sakinleşene kadar konuşmamak gerekir. Sinir ve gerginlikle yapılan konuşmalar gerçeği yansıtmayacağı gibi aşırı derecede kırıcı olabilir. Eğer böyle bir anda çok gergin ve sinirli olduğunu hissediyorsan biraz hava almak ya da yürümek iyi gelir. Tartışma konusunu sakinleştikten sonra ve etraflıca düşündükten sonra tartışmanız daha sağlıklı bir yaklaşım olur. Eğer çabuk yükselen bir yapınız varsa ve bunu kontrol etmekte zorlanıyor iseniz, bu konuyla ilgili de uzmanlarından yardım almak sorunlarla başa çıkabilmeniz açısından da önemlidir. 6- Sevdiklerine Daha Çok Vakit Ayır İş, okul, yorgunluk gibi birçok gündelik nedenler, aile bireylerinin paylaşımlarının azalmasına neden olur. Bir arada keyifli vakit geçirmeyen ailelerde kırılma noktaları daha kolay oluşur. Çocuğunla, eşinle ya da aile büyüklerinle sadece bir arada olmak, sohbet etmek yani en önemlisi birbirinize vakit ayırmak güven duygusunun artmasını sağlar. Birbirlerine güven duyan ve inanan bireyler sorunlarda birbirlerini taraf olarak görmezler. Uzlaşmacı ve yapıcı yaklaşımlar birbirleriyle daha sık vakit geçiren ailelerde daha fazla görülür. Sevdiklerinle geçireceğin zamanlar birbirinizi daha iyi tanımanızı ve empati kurabilmenizi sağlar. Bu nedenle sevdiklerinle bir sorun yaşamadan önce ya da sorun olmaksızın dertleşmek ve duygularına önem verdiğini hissettirmek aradaki bağı güçlendirir. Özetle; aile içinde her bireyin duygularına, düşüncelerine, ihtiyaçlarına saygı duymalı ve ilgi göstermelisin. Hayatındaki kişilerle aynı fikirleri paylaşmasan dahi her koşulda onların yanında olacağını hissettirmelisin. 7- İnatlaşma İnat ve hırs karşısındaki kişiden çok kişinin kendisine zarar verir. Özellikle anlaşmazlık olan konularda sırf karşı tarafın aksine gitmek için yapılan davranışlar kişinin öz saygısını da zedeleyici niteliktedir. İnatlaşmak konuları tek taraflı görmeni ve zıt olan her şeye karşı daha da fazla hırs yapmanı sağlar. Bu durum bir inatlaşmadan çok ispat etmeye, karşı tarafı yenme güdüsüne kadar gidebilir. Böyle durumlarda sorunları çözmek daha da zorlaşır. İnat ve hırs yapmak sorunları çözmez aksine aile bireylerinin arasının daha da çok açılmasına neden olur. Bir duruma sürekli zıt yaklaşmak, o konuda haklı dahi olsan pozitif bir yaklaşım biçimi değildir. Ailene, sevdiklerine ne kadar dostane yaklaşırsan onların da sana güvenmesi, anlaması ve anlayış göstermesi aynı derecede kolaylaşır 8- İyi Bir İletişim İçin Dinle Karşındaki insanı ya da aile bireyini can kulağıyla dinlemek hem o kişiye verdiğin önemi hem de kendine duyduğun saygıyı gösterir. Karşındaki insanı ne kadar dinlersen onu ve düşüncelerini de o kadar iyi anlamış olursun. Fikirlerini ve görüşlerini dinlediğin kişilere kendi düşüncelerini de daha doğru bir ifadeyle aktarabilirsin. Konuşmanın sonunda aynı fikirde olmasanız bile birbirinizin düşünceleri hakkında bilgi sahibi olur ve birbirinize saygı duymanız gerektiği konusunda uzlaşabilirsiniz. Birbirini dinlemeyen bireyler bir süre sonra sadece kendi fikirlerinin doğru olduğuna inanmaya başlar ve bu durum ileride kendi hatalı davranışlarını fark etmelerini de engeller. Eleştirme, söz kesme, üste çıkma, yorumda bulunma, karşınızdaki kişinin sözü bitmeden savunmaya geçme iyi bir dinleyici olmadığının göstergesidir. 9- Konuşma ve Beden Dili Önemlidir Konuşma şekli ve beden dili karşı tarafa hissedilen duygunun aktarma şeklidir. Emir kipiyle, iğneleyici, alaycı ve umursamaz bir üslupla konuşmak karşındaki insanı önemsemediğin anlamına gelir. Kendisini değersiz hissettirdiğin biriyle asla uyum sağlayamazsın. Aile içi tartışmalarda bir tarafın diğer tarafa ne yapması gerektiğini söylemesi karşı tarafta onu sıfırladığı ve saygı duymadığı anlamına gelir. Sorgulamak, yargılamak, suçlamak özellikle problemli durumlarda karşınızdaki kişide güvensizlik duygusu yaratır. Sarılmak gibi dokusal hareketler güven duygusunun gelişmesi için de önemlidir. Sevdiğin insanlara surat asmak, fevri hareket etmek ve o yokmuş gibi davranmak ona değer vermediğin izlenimini verir. Aile içi konuşmalarda kırıcı olmamaya özen göstermeli, daha çok dinlemeli ve herkesin mutlu olacağı, ortak bir paydada buluşulmaya çalışılmalıdır. Etkili iletişim nasıl kurulur ve hangi davranışlarımız etkili iletişim olarak tanımlanabilir? Etkili iletişim becerilerini kısaca şu şekilde sıralayabiliriz: ¬ Kendini tanımak ¬ Kendini açmak ve kendini doğru ifade etmek ¬ Karşımızdakini etkin ve ilgili dinlemek ¬ Empati kurabilmek (kendimizi karşımızdaki kişinin yerine koyabilmek) ¬ Hoşgörülü ve önyargısız olmak, ¬ Eleştirilere karşı açık olmak, ¬ Beden dili, göz kontağı, hitap, ses düzeyi vb. kurabilmek… İyi bir dinleyicinin özellikleri şunlar olmalıdır: ¬ Dikkatini karşısındaki kişiye verir. ¬ Konuşmacıyı sözünü kesmeden dinler. ¬ Göz teması kurar. ¬ Son sözü söylemek için çabalamaz. ¬ Dinlerken vereceği cevabı düşünmez. ¬ Yargılamadan, suçlamadan dinler (önyargılı değildir). ¬ Duygu ve düşüncelerini anlamaya çalışır. ¬ Dinlerken başka bir işle meşgul olmaz. ¬ Konuşmacının sözlerine olduğu kadar sözsüz mesajlarına da dikkat eder. ¬ Konuşmacının duygu ve düşüncelerine anladığını gösteren sözlü ifadelerde bulunur. İletişimde Yapılan Hatalar şunlardır: ¬ Emir vermek ¬ Tehdit etmek ¬ Uyarmak ¬ Konuyu saptırmak ¬ İsim takmak ¬ Sınamak ¬ Öğüt vermek ¬ Eleştirmek ¬ Yargılamak ¬ Nutuk çekmek ¬ Suçlamak ¬ Alay etmek İletişimin amacı, kısaca sorunlarımızı çözmek, gereksinimlerimizi karşılamaktır. Etkili iletişim nasıl kurulur ve hangi davranışlarımız etkili iletişim olarak tanımlanabilir? Genelde kendimizi ifade ederken, ya saldırgan davranırız ya savunmadayızdır, ya pasif ve de etkisizizdir, ya da girişken, etkili ve de sorun çözmeye yönelik davranırız… İlk üç davranış biçimi iletişimde kaos yaratacaktır. Bu tarz iletişimle anlaşılmadığımızı ve anlamadığımızı hissederiz. Atılgan davranış biçimi olarak da niteleyebileceğimiz son şıkta ise etkili bir iletişim başlatmışız demektir. Unutmayalım ki etkili iletişim öğrenilebilir. Kullandığımız kelimeler vasıtası ile etkili olmak istiyorsak, kararlı olmalıyız. Tam olarak ne yapmak istediğimizi bilmemiz gerek. Ve kullandığımız kelimeler ısteğimizle uyum içinde olmalıdır. Dikkatimizi karşımızdaki kişiye yöneltmeliyiz. Biri ile konuşurken çevreyi gözden geçiriyorsanız etkili olamazsınız. Ne istediğimizi, duygularımızı dolambaçlı yollara sapmadan net ve açık bir şekilde söylemeliyiz. Kızıma dedim, gelinim anlasın stratejisi anlaşmazlık yaratır. Duygu, düşünce ve davranışlarımızda kararlı ve tutarlı olmalıyız. Bugün dediğimizi yarın inkar etmemeliyiz. Sonuçları yorumlayabilmeli bunlarla ilgili konuşabilmeliyiz. Bir satranç tahtası düşünün, nasıl ki her bir taş hareketi diğer taşları ve oyunun bütününü etkileyecektir, unutmayın hayatta böyledir. Karşımızdakinin fikrini almalı, aynı fikirde olup olmadığımızı test etmeliyiz. Başka fikirlere açık olmalıyız. Dediğim dedik anlayışına sahip olanlar etkili iletişimi öğrenmekten vazgeçsinler. İletişimle ilgili geri bildirim vermeliyiz. Geri bildirim, her iletişimde hayati bir özellik taşır. Anladığınızı ve anlaşıldığınızı hissettiğinizde bunu karşı tarafa iletiniz. Bu bağlamda çok kelime ile konuşmak, etkili iletişimin temel kaynağı olarak görülmemeli, aşağıda belirttiğimiz özelliklerin hepsi, bir bütün halinde kullanılırsa başarılı olunabilmektedir. Şimdi bu söylediklerimizi maddeler ile açıklayabiliriz. Temel olarak: İlişkilerde pozitif olmak, olaylara iyi taraflarından bakmak etkili iletişimin temel noktasıdır. Yüz: Canlı olun. Mümkün olduğunca gülün. Göz: İnsanların yüzüne bakın. Konuşurken gözlerinizi kaçırmayın Jestler: Jestlerinizin (el, kol vs. kullanımı) sözlerinizle aynı mesajları vermesini sağlamalısınız. Ellerin kenetlenmesi, kolların kavuşturulması, ellerinizin çene hizasında olması durumlarından kaçının. Aşırıya kaçmadan jestlerinizi kullanın. Baş Hareketleri: Karşınızdaki konuşurken başınızı ara sıra aşağı yukarı hareket ettirerek onu dinlediğinizi ve anladığınızı belli edin. Duruş: Sizinle konuşan insanlara bakın. Mümkün olduğu kadar çok kişiye ara sıra da olsa bakmaya çalışın. Temas: Bazı durumlarda yaşı küçüklerle, aynı cins ve sizden daha alt statüde olanlarla bedensel temas kurun. Konuşma: Ses tonu çok önemlidir. Çok fazla konuşmayın. Toplulukta eşit miktarda konuşun. İyi bir iletişim sağlamayı öğrenmek için etkili iletişim kuran insanların nasıl davrandığını gözlemlemek gerekir. Çünkü onlar ne söylemek istediklerini bilirler, pozitif iletişim kurma yeteneğine sahiptirler, nerede, ne zaman, ne konuşulacağını bilirler, karşı taraftan aldığı mesajları anlarlar. Dikkatlidir, diyalogu tek yönlü sürdürmez. İyi bir iletişim yeteneğiyle insan kendini daha iyi ifade eder iyi ilişkiler kurar. Konuşurken karşımızdakinin yüzüne bakmalı ters durmamalıyız. Karşımızdaki kim olursa olsun onu küçük görmeden hiçbir fayda sağlamasak da dinlediğimizi belli etmek insanlık adına güzel bir davranıştır. MUTLU EVLİLİKLER Evlilik hayatının iniş ve çıkışlarla dolu olduğu hiç kimse için bir sır değil. Hayatınızı paylaştığınız kişi ile vermiş olduğunuz "Hastalıkta ve sağlıkta, zenginlikte ve fakirlikte birlikteyiz" sözü bir yana, karşınıza çıkacak daha nice farklı kilometre taşları bulunuyor. Tıpkı sahip olduğumuz çocuklar, yaptığımız borçlar, iş hayatındaki yükselmeler, inişler, kayıplar gibi uzun bir liste. Hayat inişli çıkışlı, kimi zaman dalgalı kimi zaman fırtınalı bir deniz. Peki evlilik gemisi bu uzun yolculukta nasıl ilerleyecek. Daha önemlisi, bir yandan gemiyi rotada tutmaya çalışıp, diğer yandan manzaranın tadını çıkarmayı başarabilecek miyiz? 1. Öncelikle Bir Güven Ortamı Yaratın Evliliğin ilk gün ile sonraki gün ve gecelerinde birbiriniz için yapabileceğiniz somut şeylerden biri budur. Güvenin alınan bir şey değil verilen bir şey olduğunu unutmayın, siz açık ve şeffaf oldukça karşınızdaki kişi de buna ayak uydurmak zorunda kalacaktır. 2.Duygularınızı Açıkça Ortaya Koyun Bu basit gibi gelebilir size. Oysa oldukça zordur. İnsanların duygularını açıkça tartışması dünyanın en güç şeyidir aslında. Çünkü duygularımızı açmanın ayıp bir şey olduğu öğretilmiştir bizlere. Ya alay edilmişizdir. Ya uzaktan sevilmişizdir. Ya da gerçekten duygulardan uzak bir aile ortamında büyümüşüzdür. Bazen de duyguları uzak tutmak için işi espriye vuran ya da alaya alan bir ebeveyn ile büyümüşüzdür. Bazen de duygularımızı söylediğimizde karşıdaki kişinin üzülüp bizi terk edip gideceğini düşünürüz. İşte bütün bu nedenlerden dolayı neredeyse herşeyimizi bildiğiniz düşündüğümüz kişi ile aslında bazen en yakınken bile en uzaklarda hissedebiliriz. Çünkü duygularımızı açamamak ve hissettiklerimize dile dökememek “anlaşılmıyorum hissini” uyandıracaktır. Mutlu bir ilişki ya da evlilik için o zaman açık konuşmanın en doğru yol olduğunu birbirinize sürekli hatırlatın. Unutmayın kendinizi bir ilişkide rol yaparken buluyorsanız bu ilişki baştan yanlış başlamış demektir. Bu yanlışı sürdürmek ise yanlışı daha da büyütecektir. Kendinizi ilişkide duygularınızı saklarken ya da duygularınızı dile getirmekten çekinirken ya da utanırken buluyorsanız ilişkinizde doğru gitmeyen bir şeyler var demektir. Ne olursa olsun duygularınızı nasıl hissediyorsanız karşınızdaki kişiyi eleştirmeden “ben böyle hissediyorum” cümlesini kurmalı ve duygularınızı açıkça ortaya koyup konuşabilmelisiniz. Bu sayede de evliliğin temeli sağlam atılabilir. Bunun başka türlü yolu olmadığını unutmayın. Tatsız, olumsuz ya da iki uçlu duyguları, kendimiz de bilincinde olmadan örtbas etmeye çalışabiliriz. Bu duygular birden olmasa da eninde sonunda su yüzüne çıkacakları kesindir. Baskı altında tutuldukça büyüdüğünü, dal budak sardığını, sonra da en ummadığımız zamanda yüzeye çıkarak bizim durultmaya çalıştığımız suları büsbütün bulandırabilirler. Sorunları başlangıçta, daha küçükken açığa çıkarıp çözümlemeniz gerekir. Unutmayın ertelenen her şeyin gücü artar. Bazı şeylerin gücü kendi özelliğinden gelmez; ertelendikçe güç kazanmasından geldiğini unutmayın… Kırgınlıklarınız, düş kırıklıklarınız, kaygı, kuşku ve korkularınız konusunda yapacağınız açık yürekli, dürüst konuşmalar sıcağı sıcağına yapıldığı zaman fayda sağlar. Sonradan patlak verdiği zaman çoğunlukla ilişkilere zarar verirler. Unutmayın, evlilikte mutlu bir ilişki sürdürmek yalnızca birlikte gülmek, eğlenmek ve güzel vakit geçirmek ya da bir şeyleri güzel anları paylaşmak değildir. Gözyaşlarıyla hıçkırıkları paylaşmak da ilişkiyi pekiştirme yönünden aynı oranda öneme sahiptir. Bunun mutlu bir evliliğin sırlarından birisi olduğunu unutmayın. 3.Eşinizin Duygularını Anlamaya Çalışın Kendinizi eşinizin yerine koyabilirseniz ona çok daha yardımcı olabilirsiniz. Onun duygularını anlamaya çalışın. Yalnızca söyledikleri ile değil, sesinin tonu, yüzündeki ifade ve vücudundaki gerilimleriyle onu yorumlamayı öğrenin. Nasıl bir anne bebeğinin hal ve davranışlarından onun karnı mı acıktı, altını mı değiştirmeli, yoksa uykusu mu geldi anlıyor ve ona göre davranabiliyorsa eşimizin duygularını yüzünden, bakışından, sesinden, hal ve tavırlarından anlayabilmeli, onu rahatlatacak sevgi, şefkat ve güveni ona sunabilmeliyiz. Ancak unutmayın ki bir anne bebeğinin bu davranışlarından çıkardığı anlamları sadece onu rahatlatabilmek ve onun ihtiyaçlarını karşılayabilmek için kullanır. Onu eleştirmek, köşeye sıkıştırmak ya da zor duruma düşürmek için değil. Eğer böyle yapıyorsanız ilişkinizin köklerine elinizdeki balta ile ilk darbeyi siz vuruyorsunuz demektir. 4. Sevgi ve Şefkatinizi Ödül ya da Ceza Olarak Kullanmayın Dünyaya yeni geldiğimizde, yaşamın yaşamımızı sürdürebilmek için büyük ölçüde sevgi ve şefkate ihtiyacımız vardır. Evliliğinizin başlangıcında da aynı şeylere ihtiyacınız olduğunu unutmayın. Sevgi ve şefkat duyguları yapılan olumlu bir davranışının ödülü ya da istenmeyen bir davranışın engellenmesi için bir ceza aracı değildir. İlişkinin kendiliğinden büyüyebilmesi için bu duyguların spontan yani içinizden geldiği gibi doğal ve herhangi bir koşula bağlı olmadan gösterebilmelisiniz. 5. İsteklerinizi Açıkça Belirtin Hangi ilişki olursa olsun İstek ve düşüncelerinizi açıkça belirtmelisiniz. Bu, duygularınız konusunda dürüst davranma anlamına gelir ve son derece önemlidir. Oysa yeni evliyken, insan bazen isteklerini açıkça dile getirmekten çekinir. Eşine karşı fazla şey görünme (buradaki şey size kalmış) korkusuyla kendinize, “Şey olma!” diyebilirsiniz (Benci olma gibi). Bu, her şeyi istediğiniz, ama beklemeye tahammülünüz olmayan çocukluk günlerinizde duyduğunuz bir sözdür. Ya da isteğinizin ana babanızın isteklerine ters düşeceğini düşünerek, kendinizi frenlemek gereğini duyduğunuzda içinizden geçirmişsinizdir bu düşünceyi. Ya da isteklerinizden dolayı karşıdaki kişinin sizden uzaklaşacağını, terk edileceğinizi, onayını alamayacağınızı düşünebilirsiniz. Belki de size böyle davranıldı…! Böyle düşünen eşler gerçek arzu, istek ve duygularını birbirlerinden saklamak yoluna gidebilirler. Oysa bu iki taraf için de haksızlık olur. Örneğin size neyin zevk vereceğini eşiniz elbette sizden öğrenecektir. Bu bilgiyi açıklamamakla biriniz vermek sevincinden, öbürünüz de almak sevincinden yoksun bırakılıyor, yani ikiniz de kaybediyorsunuz. 6.İkinizin Artık Bir “Aile” Olduğunuzu Unutmayın ve Unutturmayın Artık evlendiniz. Yeni bir aile kurdunuz. Bunu bilinçli ve duygusal yönden kavramak kolay değildir. Eşiniz de siz de eski ailelerinizden kalma birtakım alışkanlıkları, görüşleri, değer yargılarını taşıyorsunuz. Bunları farkında olmadan sürdürmek çok doğaldır. Oysa bunlardan kimileri yeni kurulan ailenin mutluluğunu engelleyici olabilir ya da artık sizin ailenizde işlevi olmayacaktır. Artık bu konuda gerçekçi bir ayıklama yapmak, her şeyi yeni ailenizin yararına göre ayarlamaya çalışmak zorundasınız. Evinizde halı varsa illa eski kiliminizi getirip halının üstüne sermeye çalışmayın 7. Artık En Öncelikli Olan Sorumluluğunuz Yeni Ailenize Karşı Olandır. Artık eşinizle yuvanızı düşünmek, önemli kararlar alırken eski ailenize (yani ana- baba, kardeşlerinize) değil birbirinize güvenmek, mutluluğu eski çevrenizde ya da ilişkilerinizde değil yeni yuvanızda aramanız gerekir. Bunun ilk adımı ise önceki ilişkilerinizden bir adım uzaklaşırken yeni aile ilişkinize bir adım yaklaşmak ile başlar. Yeni bir aile olabilmek demek size ait kuralların olduğu, kararların size ait olduğu diğer ilişkilerle belli mesafeyi koruyabilmek anlamına gelir. Ne yazık ki duygusal yönden yeni ailemize “transfer” olmamız da öyle basit bir süreç değildir. Eğer ailenizden ayrışıp bireyselleşme sürecini tamamlayamamışsanız genellikle, bu gençlik dönemlerinin başında olur, aile “boyunduruğundan” kurtulmak mutlu bir ailenin önemli ve ilk kuralıdır. Kendi öz benliğinizi bulup geliştirmeye çabalamak büyük önem arz eder. Ülkemizde gene de evlenip yuva kuran bir çok genç çift hâlâ ana baba evinden kopamamış oldukları için evliliklerinin ilk 5 yılında ciddi sarsıntılar yaşayabilmektedir. Eğer bir kişi eski ailesine duygusal bağımlılığı henüz sürmekteyken evlenirse, bu bağımlılığı evliliğe taşır ve duygusal yaşamı ikiye bölünür. Eski ailesine karşı sürdürdüğü gençlik isyanını yeni ailesine “transfer eder” ve yeni ailesine karşı bağımsızlık çatışmasına girer. Yani kendi kurduğu yuvaya karşı (kendi de farkına varmadan) baş kaldırır aslında. Eğer bunu yapan bizim toplumumuzda erkek ise işler daha da içinden çıkılmaz bir hale dönüşebilmektedir. Çoğu yeni evli çiftin yaşamında “Bağlanmak istemiyorum ben… Yemeğe geç kalacaksam telefon etmem neden zorunluymuş? Özgürlüğümü elimden almak mı istiyorsun yani?.. Bana baskı yapılmasına tahammül edemem…” şeklindeki cümlelere görmek mümkündür. “Eski aileden kopamama” İşte bu yüzden genç evlilerin birbirlerine bu konuda yardımcı olmaları çok önemlidir. Bunun en iyi yolu da gene açık ve dürüst olarak bu konuyu konuşup tartışmaktan geçer. Evlendiğimiz zaman hemen hemen hepimizin içinde eski evimizle ilgili bir kızgınlık, güceniklik birikimi vardır. Bu birikimin sorunlarını evlenmeden önce çözüme ulaştırabilenlerin yeni ailelerine uyum sağlamaları daha sancısız olur. Ama birikimi olduğu gibi yeni ailelerine getirenleri güç dönemler beklemektedir. Oysa bir çoklarımız yeni eşimize ana baba ocağından, kardeşlerimizden yakınırsak onlara ihanet ediyormuşuz hissine kapılırız. Ya da eşimizin ana baba ocağına yönelik eleştiriler yürütmekten nezaket gereği, çekiniriz. Bunlar gereksiz duyarlılıklardır. Yeni kurduğumuz ailede enine boyuna konuşup, inceleyip çözüme kavuşturacağımız bir sorun varsa o da “ailem”, “ailemiz”, sorunudur. Bu açık konuşmanın bir başka olumlu sonucu da eski ailemize karşı besleyegeldiğimiz olumsuz duygulardan birçoğunun geçerliliğini yitirmesidir. Ya bunların yeniyetmelik bunalımının bir kalıntısı olduğunu göreceğiz ya da artık kendimiz yetişip bir aile kurmuş olduğumuz için eski konular gözümüzdeki önemini yitirecek. Böylece eski ailemizin olumlu yönlerini de daha açık görmeye başlayarak onlara belki eskisinden daha çok yakınlaşacağız. Ne var ki burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta var. Açıksözlülük, dobra dobra konuşma iki tarafı keskin bir kılıca benzer. Tehlikelidir. Dikkat edin, eşinizle aranıza girmesin! Bir eş öbürünün ailesini “eleştirmek” bahanesiyle kırıcı bir tutum içine girebilir. Bu eleştiriyi eşini incitmek için dolaylı bir silah olarak kullanabilir. Böyle bir şeyi ne yapın, ne de yaptırın. Böyle bir tartışmada, eşiniz, ailesi adına alınganlık gösteriyorsa, kısa kesin, işi kavgaya dökmeyin. Eşinizi eski ailenizle aranızda süren sorunlar konusunda bir ağlama duvarı niyetine kullanmayın. Yakınmalarınız gerçekçi bir görüş alışverişi sınırını geçmesin. Eşinizin eski ailesine ilişkin yakınmalarını can kulağıyla dinleyin: Yani hem satırlara hem de satır aralarına dikkat edin. Eşinizin yakınması sürekli, aşın duygusal ve yüksek dozajlıysa işin içinde bir bit yeniği olmasından kuşkulanın: Acaba eşiniz ailesine karşı duyduğu bu isyanını hâlâ çözümleyemedi mi? Eğer öyleyse ilk fırsatta yeni ailesine karşı da baş kaldıracaktır. Eşiniz eski ailesinden hiç nedensiz ya da sudan nedenlerle temelli kopmuşsa durup düşünün. Unutmayın ki bütün mutluluklar bir denge sağlama işidir, ilk ailesiyle sağlam bir denge içinde yaşayamamış olan kişinin bunu şimdi başarabilmesi pek zordur. Bunu asla aklınızdan çıkarmayın. Eşinizle eski ailesinin arasına KESİNLİKLE GİRMEYİN. ARACI OLMAYIN. Sorununuz varsa asla eşinizi ARACI KILMAYIN. Sizin sorununuz varsa bu sizinle onların arasında olduğunu unutmayın. Bunu halledecek olan da sizsiniz. Unutmayın ki onların bağlılıkları çok eskilere dayanıyor. Bugün küsmüş olabilirler. Siz de ille eşinize uyup küsmeyin. Çünkü yarın onlar barıştıkları zaman siz kötü kişi olmanızla kalırsınız. Eşinizin eski ailesiyle olan ilişkilerinde yapıcı, olumlu rol oynarsanız onun yeni ailesiyle daha iyi uyum sağlamasına yardımcı olursunuz. Özetle mutlu bir evliliğinin başlangıcı; dürüst olmak, duygularınızı paylaşmak, isteklerinizi, üzüntü ve korkularınızı açıklamak, kendinizi onun yerine koymak, ikinizin kurduğu “aile”ye öncelik tanımak… Bunlar aranızdaki uyum dansının ana fonksiyonlarıdır. Eşinize bedeniniz ve ruhunuzla birlikte getirdiğiniz armağanlardır ve cinselliğin fiziki yönünü hakkıyla yaşayabilmeniz için gerekli olan sağlam temel taşlarını oluştururlar. EVLİLİKTE ŞİDDET Aile toplumun en küçük kurumudur. Ailenin var olmadığı bir toplumdan söz edilemez. Bu sebeple aileyle ilgili her sorun aslında toplumsal düzeni risk altına sokmaktadır. Ailedeki en yaygın sorunlardan biri ise şiddettir ve genellikle erkekler tarafından kadına ve çocuğa yönelik uygulanmaktadır. Kadın ve erkeğin anne, baba ve eş rollerini kesin çizgilerle birbirinden ayırıp, adalet duygusunu görmezden gelerek sadece cinsiyet üzerinden birtakım ayrıcalıklar veya kısıtlamalar getirmek aile içi şiddeti doğuran bir tutumdur. Şiddetin ortaya çıkmasını, tekrarlamasını ve büyümesini sağlayan iç içe geçmiş birçok etken vardır. Aile içi şiddet; yaş, eğitim, din, ırk, statü gözetmeksizin toplumun her kesimde görülmekle birlikte, bazı kesimlerde daha sık görülmektedir. Ülkemizde ve dünyada en fazla karşılaşılan toplumsal sorunların başında gelen aile içi şiddet konusuyla ilgili çalışmalar ise sayıca fazla olmakla birlikte nitelik olarak yetersiz kalmaktadır. Şiddet olgusu toplumsal ve evrensel bir özelliğe sahip olduğundan yapılan tanımlamalar ve şiddeti algılayış biçimi de toplumdan topluma değişiklik göstermekte ve konuyla ilgili genel bir tanım yapmak zorlaşmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre şiddet, eyleme maruz kalan kişiler açısından üç kategoriye ayrılmaktadır: kişinin kendisine yönelik şiddet, kişiler arası şiddet ve kolektif şiddet. Bu tanımlamaya göre aile içi şiddet, kişiler arası şiddet kategorisine girmektedir. Aile içi şiddet zaman zaman insan hakları ihlali, sosyal haklar ve sağlık sorunu bağlamında da tanımlanmaktadır. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı da ev içi şiddeti; “çocuk, eş, eski eş, yakın akrabalar gibi aile bireyleri arasında gerçekleşen; bireyin, fiziksel, cinsel, ekonomik veya psikolojik zarar görmesiyle veya acı çekmesiyle sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel hareketleri, buna yönelik tehdit ve baskıyı ya da özgürlüğün keyfî engellenmesini de içeren, toplumsal veya özel alanda meydana gelen, fiziksel, cinsel, psikolojik, sözlü veya ekonomik her türlü tutum ve davranış” olarak tanımlamaktadır. Şiddet olgusu karmaşık ve çok yönlü bir yapıya sahip olduğundan bu durumun tanımı da tek bir kalıba sığdırmak zordur. Bu nedenle şiddet tanımlaması sınıflandırılarak yapılmaktadır. Buna göre şiddetin en bilinen türü fiziksel şiddettir. Bireyin fiziksel bütünlüğüne karşı her türlü kaba eylem fiziksel şiddet olarak tanımlanmaktadır. Vurma, cisim fırlatma, tekmeleme, tokatlama, öldürme, silahlı tehdit gibi eylemler bu grup içerisinde yer almaktadır. Cinsel şiddet ise bireyin rızası olmaksızın yapılan her türlü cinsel zorlamadır. Aile içi şiddet, özellikle de aile içindeki cinsel şiddet, toplumda mahrem bir alan olarak görüldüğü için mağdurların bu türden bir şiddet üzerine konuşmaları zorlaşmaktadır. Farklı bir şiddet türü olan psikolojik yahut diğer adıyla duygusal şiddet ise; bireyin kişiliğini ve fikirlerini küçük görme, aşağılama, reddetme, bağırma, tehdit etme, küsme, aşırı kıskançlık, sevgi göstermeme gibi kişinin ruhsal bütünlüğünü hedef alan davranışlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bireyin ev dışına yalnız çıkmasına izin vermemek ve sürekli kontrol etmek gibi sosyal yaşamı baskılayıcı ve engelleyici her türlü davranış ise, sosyal şiddet olarak tanımlanmaktadır. Bir diğer şiddet türü de ekonomik şiddettir; kişinin parasını rızası olmadan yönetmek, çalışmasını engellemek veya bireyin kazandığı parayı kullanmasına izin vermemek bu şiddet türünün örnekleridir. Kadına Yönelik Şiddet Birleşmiş Milletler Genel Kurulu (BMGK) tarafından 1993’te kabul edilen Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildirgesi’nde; “Kadın şiddeti, ister kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya ızdırap veren yahut verebilecek olan, cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfî olarak özgürlükten yoksun bırakma” şeklinde tanımlanmaktadır. Kadına yönelik şiddet, temel hakların ve özgürlüklerin ihlali olarak kabul edilmektedir. Bu şiddetin amacı kadını orantısız güç kullanarak isteği hilafına yönetmektir. Kadına şiddet genel olarak aile üyesi veya partner olan erkek tarafından uygulanmaktadır ve bu kişiler genellikle kültür, devlet ve din adına hareket ettiklerini savunmaktadır. Şiddeti uygulayanlar; bireyin babası, eşi, ağabeyi, eski eşi, sevgilisi, akrabaları veya tanımadığı kişi ya da kişiler olabilmektedir. Bu durumda eğer kadın, aile üyelerinden biri tarafından şiddete maruz kalıyorsa aile içinde ötekileştirilerek değersiz bir konuma indirgenmiş demektir. Kadına şiddet aynı zamanda yaşama, sağlık ve beslenme, eğitim, toplumsal ve ekonomik hayata katılma gibi temel insan haklarını ihlal eden toplumsal bir sorundur. Kadına uygulanan şiddet, yukarıda da bahsi geçtiği gibi, genel olarak fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddet olmak dört sınıfa ayrılmıştır. Şiddet mağduru kadınlar şiddetin izlerini hayatları boyunca taşımaktadır. Bu kadınlarda genellikle anksiyete, travma sonrası stres bozukluğu, çaresizlik, öz güven eksikliği, umutsuzluk, korku gibi ruhsal sorunların yanı sıra cinsel yolla bulaşan hastalıklar, istenmeyen gebelikler, genital rahatsızlıklar ve idrar yolu rahatsızlıkları görülebilmektedir. Ağır fiziksel şiddet sonucu felç gibi kişinin yaşamını idame ettirmesine engel olan fizyolojik hasarlar oluşması da olası başka bir durumdur. Bununla beraber kişide psikolojik nedenli olarak mide ve bağırsak rahatsızlıkları, baş ve sırt ağrıları da görülebilmektedir. Fiziksel sıkıntılar geçici olsa bile psikolojik sıkıntıları çözmek son derece güçtür. Şiddetin toplumda normal gözükmesi, uygulanma sıklığı ve sosyolojik etkenlerin yaygınlığı, kadının şiddet karşısında neden sustuğunun bir göstergesidir. Eğer şiddet sıklıkla meydana gelmiyorsa kadın bunun geçici bir durum olduğunu düşünüp susmayı tercih edebilmektedir. Utanç duygusu da bu noktada belirleyici faktörlerden biridir. Aile içi ilişkilerin mahrem sayılması kişinin uğradığı şiddeti anlatmada zorlanmasına sebep olmaktadır. Devletin kendilerini koruyamayacağını düşünen çocuklu anneler açısından maruz kaldıkları şiddeti anlatmak çok daha zor bir durumdur. Kadınlar genel olarak şiddete uğradıklarını anlattıklarında daha fazla şiddete maruz kalmaktan ve yaşama, barınma, sağlık, eğitim gibi temel haklardan yararlanamayacaklarından endişe duymaktadırlar. Çocuğa Yönelik Şiddet Aile içi şiddet denildiğinde akla ilk kadına yönelik şiddet gelse de aile içindeki tüm üyelere şiddet uygulanabilmektedir. Bu bağlamda çocuklar da aile içi şiddete en fazla maruz kalan kesimlerden biridir. Çocuğa yönelik şiddet veya istismar fiziksel, duygusal ve cinsel olmak üzere genel olarak üç boyutta ele alınmaktadır. Bunun bir alt kategorisi olan çocuğun ihmali ise fiziksel, duygusal ve eğitimsel boyutlarıyla ortaya çıkmaktadır. Çocuğa yönelik ihmal ve istismar genel olarak 18 yaş altı çocuklara karşı aktif olarak gerçekleştirilen ve onların fiziksel, duygusal, zihinsel ve sosyal gelişmelerini zedeleyen her türden eylemdir. Çocukların beslenme, bakım, gözetim, eğitim gibi ihtiyaçlarının karşılanmaması durumu ise çocuk ihmali olarak ele alınabilir. Çocuklar da yaşlı ve engelli bireyler gibi savunmasızdırlar. Çocuğa şiddet genel olarak çocuğun davranışlarını kontrol altına almak adına yapılmaktadır. Kontrol ederken yapılanlar; oyuncaklarıyla oynamaya izin vermeme, arkadaşlarıyla görüştürmeme, sosyal aktivitelerden alıkoyma, odaya kilitleme, yaramazlık yaptığını söyleyerek cezalandırma gibi engelleyici davranışlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Çocuğa yönelik şiddetin sonuçları; büyüdüğünde kendini ihmal etme, depresyon, agresif kişilik gibi psikolojik sorunlar, düşük okul başarısı, korku, sosyal aktivitelerden geri çekilme, sinirlilik vb. şekillerde ortaya çıkabilmektedir. Bunların yanında bu kişilerde alkol, uyuşturucu bağımlılığı, evden kaçma, hırsızlık gibi sorunlar yaşanması olasılığı da yüksektir. Çocuğun aile içinde şiddete tanık olması da farklı boyutta bir şiddet türüdür. Zira doğrudan kendisi şiddete maruz kalmasa da aile içinde annesinin veya kardeşlerinin gördüğü şiddete tanık olması, onu da şiddet mağduru yapmaktadır. Aile çocuğun ilk sosyalleştiği alandır. Çocuk, anne babayı taklit ederek gelişir ve büyür. Çocuğun aile içi şiddete tanık olması, ileride şiddetin uygulayıcısı olmasına sebep olabilir; çünkü ailesindeki bireylerin şiddete karşı koyamaması, bu durumun normal olduğunu düşünmesine yol açar. Bu şekilde çocuk da tanık olduğu şiddeti modeller. Böyle bir ortamda ihmal edilerek büyüyen çocukların büyüdüklerinde toplumda tehdit oluşturma riskleri de artar. Bunların yanı sıra annenin şiddete maruz kaldığı durumlarda çocuğun annesine bir nevi ebeveynlik yapmak istemesi ise, onun biyo-psikososyal gelişimini olumsuz etkiler. Toplumun değerlerini aktarmada çocukların payının ne kadar büyük olduğu düşünüldüğünde, çocuğa yönelik şiddetin önlenmesinin geleceğin yetişkinlerinin şiddete başvurma ihtimalini düşüreceği de açıktır. Yaşlılara Yönelik Şiddet Yaşlılara şiddet genel olarak 75 yaş ve üzeri kesimde görülmektedir. Birey yaşlandıkça fiziksel olarak bakıma ihtiyaç duymaya başlar. Yapılan araştırmalar yaşlıların daha çok fiziksel şiddete maruz kaldığını ancak cinsel ve ekonomik şiddete maruz kalanların sayısının da az olmadığını ortaya koymaktadır. Araştırmalar kadınların erkeklere kıyasla daha fazla şiddete maruz kaldığını belgelemektedir. Bu durumun nedenleri; toplumsal olarak kadına yönelik şiddetin yaygınlığı, kadınların ekonomik özgürlüğünün olmaması ve erkeklere nazaran kadın nüfusun fazla olması olarak açıklanabilmektedir. Yaşlılara yönelik şiddet ise, genel olarak bakımından sorumlu olan kişiler tarafından uygulanmaktadır; dolayısıyla yaşlıya uygulanan şiddetin kaynağı genellikle aile bireyleridir. Erkeğe Yönelik Şiddet Genel olarak toplumlarda şiddetin sorumlusu olarak erkek bireylerin öne çıkması, erkeğe yönelik şiddetin göz ardı edilmesine sebep olmaktadır. Bu konudaki çalışmaların azlığı, sorunun boyutlarıyla ilgili sağlıklı verilere ulaşılmasında engel teşkil etmektedir. Oysaki erkekleri de olumsuz etkilemektedir. Duygularını belli edememe, strese yol açan her durumda kendini duygusal olarak bastırıp tepki vermeme gibi insan üstü özelliklerin atfedilmesi, erkek üzerinde büyük bir baskı oluşturmaktadır. Bu sorumluluğu yerine getirememe durumunda gerginliğin artması da şiddetin açığa çıkmasına yol açmaktadır. Toplum tarafından dayatılan; her zaman güçlü, yenilmez ve duygusuzca hayatını devam ettirmesi gerektirdiğine dair geleneksel kurallar, şiddete maruz kalan erkeğin bu durumu açıklamasına engel olmaktadır. Erkekler alay edilme ve küçük görülmektense susmayı tercih etseler de şiddetin erkeğe yönelik olması onu toplumsal bir sorun olmaktan çıkarmamaktadır. Araştırmalar, şiddete maruz kalmanın hem erkek hem de kadın için uzun vadede fiziksel, psikolojik ve sosyal sorunlara sebep olduğunu ortaya koymaktadır. Şiddete uğrayan erkekler açısından herhangi bir kamusal desteğin bulunmaması da bu tür vakaların açığa çıkmamasında etkilidir. Erkeğe yönelik şiddeti çözümlemek ve iyileştirmek, aile içi şiddetin engellenmesinde önemli bir adım olacaktır. Şiddeti Etkileyen Faktörler Aile içi şiddetin mağdurları genellikle kadınlar ve çocuklardır. Şiddetin temel sebepleri biyolojik, psikolojik ve sosyolojik etkenler olarak sıralanabilir. Erkeklerde görülen dürtüsel bozukluklar, bazı ruhsal hastalıklar ve kişilik travmaları, biyolojik nedenler arasında sayılabilir. Ayrıca nörobiyolojik, psikodinamik özelliklerle zihinsel ve karakter bozukluklarının da şiddet eğilimini artırıcı etkenler arasında olduğu belirtilmektedir. Örneğin şiddet eğilimi olan erkekler evliliklerinin ilk zamanlarında bu duygularını bastırmakta ancak ilerleyen yıllarda çiftler arasında duygusal ve toplumsal bağlar güçlendikçe bu bastırılmış duygular açığa çıkmaktadır. Kadının bu durum karşısında gerekli tepkiyi vermemesi, erkek davranışını pekiştirerek bu durumu sürekli hâle getirebilmektedir. Sosyolojik nedenler ise; kültürel değerlerin yanlış kodlanması, eğitimsizlik, yoksulluk, işsizlik, ataerkil yapı şeklinde sıralanabilmektedir. Aile İçi Şiddeti Etkileyen Faktörler 1. Şiddete Tanık Olarak veya Maruz Kalarak Şiddeti Öğrenme Çocuklukta kendisinin veya aileden birisinin şiddet görmesi, bireyin bu durumu normalleştirmesine sebep olmaktadır. Çocukken tanık olunan şiddet, bireyi bu konuda duyarsızlaştırıp umursamaz hâle getirerek şiddetin uygulayıcısı yapabilmektedir. Çocuğun çevresindeki kişilere şiddet uygulanmasıyla ilgili herhangi bir rahatsızlık duymaması ise, ileride kuracağı aile ortamındaki sorunların habercisi niteliğindedir. Erkek çocuk babasını örnek alarak şiddetin uygulayıcısı olma riski taşırken, kız çocuk ise şiddet gören annesinin susması sebebiyle bu durumu normal kabul etmekte ve kendisi de ileride şiddet mağduru olma riski taşımaktadır. Şiddetin normal görülmesi sonucu şiddete tanık ve maruz kalan çocuk da karşılaştığı problemlerde şiddeti bir çözüm olarak kullanacaktır. 2. Yoksulluk Aile içi şiddeti etkileyen faktörlerden biri de yoksulluktur. Ekonomik yetersizliklerden dolayı temel ihtiyaçlara erişememe olarak tanımlanan yoksulluk, neo-liberal iktisat politikaları sonucu küresel bir sorun hâlini almıştır. Yoksullukla birlikte gelen; işsizlik, düşük eğitim seviyesi, kalabalık aile yapısı, işsiz erkeğin toplumsal baskı nedeniyle kendini yetersiz hissetmesi ve bireyler arası gerilimin artması gibi faktörler de şiddet eğilimlerini tetiklemektedir. Dolayısıyla erkekler ekonomik olarak kendilerini güçlü hissetmediklerinde aile içinde kadına ve çocuğa şiddet uygulayarak güç gösterisinde bulunmaya çalışmaktadır. Ekonomik kaynak elde etme görevinin toplum tarafından erkeğe dayatılması ve erkeğin kaynağa ulaşamadığında kendini güçsüz hissetmesi de şiddet eğilimini körüklemektedir; yani erkek şiddet kullanarak egemenliğini fiziksel olarak göstermeye çalışmaktadır. Şiddeti etkileyen pek çok faktör aynı şekilde şiddetin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bunlardan biri de eğitimsizliktir. Eğitimsizliğin sebepleri arasında yoksulluk belirleyici bir faktörken yoksulluk sebepleri arasında da eğitimsizlik önemli bir yer tutmaktadır; dolayısıyla bir nevi bumerang etkisi yaşanmaktadır. Aile içi şiddeti etkileyen pek çok faktör de bu döngü içinde şekillenmektedir. Gelişmekte olan toplumlarda eğitim için öncelik her alanda olduğu gibi erkeklere verilmekte ve kadınların eğitim alması ikinci plana atılmaktadır. 3. Ataerkillik Ortak yaşam tarzı, gelenekler, değerler ve normlar bir toplumun kültürü oluşturur. Toplumda şiddetin ortaya çıkmasında kültürel değerlerin etkisi yanında kültürel kodların yanlış anlaşılması da belirleyici olmaktadır. Toplumun ataerkil yapısı söz konusu sorunda kültürel etkenin önemini ortaya koymaktadır. Erkeklerin kendilerinde kadına sahip olma hakkı görmeleri, aile içi sorunlarda şiddeti araç olarak kullanmaları, alınan kararlarda kadınların söz sahibi olmaması, uygulanan şiddetin meşru görülmesi gibi faktörler, toplumda şiddeti normalleştirmektedir. Ayrıca namus kavramı da cinayetlere sebep olan bir diğer etkendir. Erkekler kadın ve çocuklar için bir namus çerçevesi çizerek bunun dışına çıkıldığında şiddeti kendilerine hak görmektedir. Namus, kadın üzerinden erkekler tarafından korunması gereken bir kavram olarak algılanmaktadır. Namus dendiğinde akla ilk olarak kadının gelmesi ve namusun korunması dendiğinde de sadece kadının bununla sorumlu tutulması, bu noktada oldukça çarpık ve adaletsiz bir tutumdur. Kadının namusu; ailenin ve erkeğin namusu olarak görülmektedir. Kadın için “namussuzluk” olarak adlandırılan davranışlar, erkek tarafından yapıldığında bu durum toplum için büyük bir sorun oluşturmamaktadır. Bu tek yönlü dayatma da şiddeti körükleyen en temel faktörlerden biridir. Kadının gördüğü şiddeti normalleştirmesi, umursamaması, bu durumu değiştiremeyeceğini düşünmesi, kendini çaresiz hissetmesi ve bu durumun geçeceğini düşünmesi, şiddetin yeniden ortaya çıkmasına ve yaygınlaşmasına zemin hazırlamaktadır. Kadınların şiddet karşısında pasif kalmaları, ömür boyunca şiddetin izini taşımalarına yol açmaktadır. Kız çocuklarının engellenmesi, kültürel normların bir sonucu olarak görülmektedir. Kadınların eğitim, meslek, spor, sanat gibi alanlarda sırf cinsiyetleri sebebiyle engellenmeleri, kültürel bir etken olarak da dikkat çekmektedir. Kadının eğitim seviyesinin erkekten yüksek olması da şiddeti tetikleyen bir diğer toplumsal etkendir. 4. Abartılı Toplumsal Roller Anne karnında cinsiyeti belli olduğu andan itibaren birey için belirlenen bazı roller söz konusudur. Toplumların bireye cinsiyeti sebebiyle çeşitli roller atfetmesi, doğal hayatın akışının bir gereğidir. Bu rollerin bir bölümü bireyin yaratılışından gelen doğal ayrışmaya bağlı olarak şekillenmiş annelik, babalık gibi kadını ve erkeği belirli bir yerde tutan sağlıklı dağılımlar olabildiği gibi, tarih içinde oluşmuş geleneklere dayalı, sonradan edinilmiş abartılı dağılımlar da olabilir. Duygusal davranış (ağlama-gülme), dışarıda bulunma saatleri, ev işleri vb. sosyal davranışlar bugün en fazla tartışma konusu yapılan ve cinsiyete göre değer biçilen kalıplardan bazılarıdır. Yaratılışı gereği anne babanın ortak eğitimine muhtaç olan çocuğu eğitme işinin anneye, maddi geçim işinin ise babaya verilmesi, ne dinin ne de yaratılışın bir gereğidir. Bu görev dağılımı daha ziyade toplumsal rollerle alakalı olduğu için en fazla tartışılan hususlar arasındadır. Bu rol dağılımına bağlı olarak yaşanan herhangi bir şiddet olayında annenin susması ise, çocuğun bu durumu normal karşılayarak bu şekilde öğrenmesine sebep olan en temel sorunlardan biridir. Bunun dışında kız ve erkek çocuğa karşı ebeveynlerin yaklaşımındaki eşitsizlik, yine yanlış toplumsal t öğretinin bir sonucudur. Çocuk yetiştirme sürecinde annenin ön planda olması, toplumsal cinsiyet rolleri öğretilerini aktarmada kadının aktif olduğunu göstermektedir. Erkekler güçlü, zeki, başarılı, cesur olarak yetiştirilmeye çalışılırken kadınlar naif, çekingen ve namuslu olmaları gerektiğini içeren söylemlerle yetiştirilmektedirler. Bu yaklaşım tek başına büyük bir sorun oluşturmasa da söz konusu karakter eğitiminin sadece bir cinse hasredilmesi, ciddi toplumsal çarpıklıklara yol açabilmektedir. Bu çarpıklığın bir sonucu olarak da erkeğin yaptığı her türlü gayri ahlaki eylem normalleşirken, kadının yaptığı en küçük bir hata ağır yaptırımlara sebep olabilmektedir. Her bireyin toplumsal anlamda birden fazla rolü vardır: Anne, baba, evlat, kardeş, amca, hala, teyze, vatandaş vb. bütün bu roller, toplumsal ilişkileri düzenleyen temel rollerdir. Fakat toplumsal rollerinin kesin ve katı çizgilerle belirlenmesi, kadın ve erkeği aile ortamında ayrıştırarak gerilim çıkmasına sebep olmaktadır. Erkeğin ev işlerine yardımcı olmaması, sinirli olmanın güçlü olduğu anlayışı, kadının sadece ev işi ve çocuk bakımında söz hakkı olması, sosyal hayatta engellenmesi; erkek ve kadını bir labirentin içine sokarak kadın-erkek ilişkilerinde dayanışma, muhabbet, şefkat ve anlayışlı olma duygularının açığa çıkmasına engel olmakta ve insan onurunu zedeleyip en temel hakların gasp edilmesiyle sonuçlanan bir anlayışa yol açmaktadır. İnsanın yaratılıştan sahip olduğu değerini hor ve küçük gören bu algı, ailenin ve devamında toplumun sorunlu bir hâle gelmesine neden olmaktadır. Evlenme Oranları Aile toplumun en önemli ve en küçük kurumudur. Toplumlar ve devletler ailelerin birleşiminden meydana gelmektedir. Bu denli önemli bir kurumun sorunlarla çevrili olması, toplumun ve devletin düzenini risk altına sokmaktadır. Bu sebeple toplumsal refahı sağlamak için ilk adım, aile kurumundaki sorunları belirlemek ve çözmeye yönelik çalışmalar yapmak olmalıdır. Çağımızda aile içi sorunlar, kadın erkek eşitliği konusunda yaşanan gerilimler, şiddetin bir çözüm aracı olarak kullanılması ve normal görülmesi gibi sosyolojik sorunlar bir hayli yaygındır. Evlilik kurumunun şefkat, huzur ve anlayışın hâkim olduğu bir alan olması gerekirken şiddetin yaygınlığı, evliliğin beraberinde maddi olarak fazlaca sorumluluk yüklemesi, işsizlik vb. toplumsal sıkıntılar, bireylerin evlenmesi önündeki en temel engellerdir. Çözüm Önerileri Aile içi şiddet probleminin çözümü için yapılan çalışmaların yetersizliği, bu sorun hakkında öngörülen çözüm yollarının toplumumuza uygun olmadığı sonucuna götürmektedir. Oysaki öncelikle sorunun kapsamlı ve derinlemesine tanımlanması, daha sonra çözüm yollarının aranması, etkili bir çözüme ulaşmada daha faydalı olacaktır. Şiddetin evrensel bir özelliğe sahip olması, sorunun çözümünün de evrensel olacağı anlamına gelmemektedir; zira şiddet toplumdan topluma farklı algılanıp tanımlanan bir olgudur. Bu da aslında her toplumun kendine özgü çözüm yolları araması gerektirdiğinin kanıtıdır. Kaldı ki bugüne kadar yapılan evrensel düzenlemeler, şiddeti önlemede kayda değer bir gelişme sağlayamamıştır. Sorunun çözümü için her toplum kendine ait değerler bütünü olarak tanımladığı kültürünü tanıyıp bu mevzuda öne çıkan meselelere ve bunları iyileştirici yönlere odaklanmalıdır. Bu noktada özellikle bazı kültürel kavramların yapısında mı, yoksa bunların toplum tarafından algılanışında mı problem olduğunun belirlenmesi önemlidir. Zira evrensellik iddiası yasalara bırakıldıkça şiddet sorunun çözümü sadece bir hayal olarak kalacaktır. Örneğin Sanayi Devrimi sonrasında kadın erkek eşitliğini savunan ve kadına şiddeti önlemek amacıyla ortaya çıkan feminist yaklaşımı bu sorunun tek çözümü olarak görmek, aslında farklı toplumların değerlerine saygısızlık anlamına gelmektedir. Feminist akım şüphesiz sorunun çözümü için bazı katkılar sunsa da kadın erkek ilişkilerini açıklarken ileri sürdüğü normların her kültürle uyuşmadığı muhakkaktır. Zira bu akımın hedeflediği eşitlik anlayışı, kadın ve erkeğin fıtratına ters düşünceler içermektedir. Yaşadığımız çağda insanlar “kadın ve erkek eşit değildir” demeye âdeta korkar olmuştur. Evet, kadın ve erkek eşit değildir; kaldı ki eşit olsaydı cinsiyetleri, hormonları, kas yapıları, düşünce biçimleri, gelişim süreçleri de aynı olurdu. Günümüz özgürlük anlayışının hiçbir sınır tanımadan toplumların ahlak yapısına savaş açarcasına tek tip bir dünya oluşturma çabası, toplumsal değerlerin çökmesi bağlamında büyük bir risk barındırmaktadır. Nitekim Batılı ülkelerdeki yaşam tarzının, kültürün ve ahlak yapısının taklit edilmesi ve toplumsal sorunlarda çözüm yolu olarak onların yasa ve düzenlemelerinin dayatılması, aslında kendi değerlerini yok sayma anlamı taşımakta ve iyileştirici bir gelişme ortaya koyamamaktadır. Toplumun devamlılığını sağlayan kültürel normların tamamını sorun olarak görmek, aslında kendini reddetmekten başka bir anlama gelmemektedir. Oysa her toplum sorunlarına kendi yapısına uygun çözüm yolları geliştirmelidir. Toplumsal rollerin abartılı biçimde ya tümüyle cinsiyetçi bir anlayışla ya da tümüyle göz ardı edilerek belirlenmeye çalışılması, günümüzün en önemli sorunlarından biridir; ayrıca ataerkil yapının aile ilişkileri açısından sorun olduğu da tartışılamaz bir gerçektir. Toplumda herkesin pek çok rolü vardır ve bu roller toplumsal hayattaki ilişkileri düzenler. Öte yandan kişinin temel haklarını engelleyici ve baskılayıcı bütün toplumsal algıların, bu rollerin dışında tutulması gerekmektedir. Kadın ve erkeğin anne, baba ve eş rollerini kesin çizgilerle birbirinden ayırıp, adalet duygusunu görmezden gelerek sadece cinsiyet üzerinden birtakım ayrıcalıklar veya kısıtlamalar getirmek bu noktada son derece yanlış bir tutumdur. Bu roller hem modern dönemin aşırıcılığından hem de toplumsal veya geleneksel anlayışın aşırıcılığı olan ataerkil normların baskılayıcı tutumundan kurtarılmalıdır.  Şiddet, çocukların öğrenmesi ile nesilden nesile aktarılır. Bu sebeple öncelikle çocukların şiddete tanık ve maruz olmaması için iyileştirici çalışmalar yapılması gerekmektedir. Ev ve okul, çocuğun ilk sosyalleştiği ortamlardır. Bu nedenle çocukla iletişimi olan anne, baba, öğretmen gibi sorumluların eğitilmesi büyük önem taşımaktadır. Böyle bir çalışma yapılmadığı takdirde, yarının yetişkinleri olacak çocuklar şiddetin devamlılığını sağlayacaktır.  Okullarda şiddete dair bilgilendirici ve bilinçlendirici dersler, oyunlar, konferanslar vb. çalışmalar yapılmalıdır.  Çocuklara karşı baskılayıcı toplumsal uygulamalardan kaçınılmalıdır. Çocukla dengeli bir şekilde sıkmadan ve boş bırakmadan ilgilenilmesi önemlidir. Ataerkil toplumlarda bu görev anneye verildiğinden ilk adım olarak annenin bilinçlendirilmesi gerekmektedir.  Kadın üzerinden edilen hakaretler terk edilmeli, ötekileştirici, aşağılayıcı ifadeler kullanılmamalıdır.  Kadına öz güvenini ve kendini koruması, gerektiğinde sosyal destek alma yollarını öğrenmesi için danışmanlık verilmesi önemlidir.  Medyanın toplumu şekillendirmedeki etkisi büyüktür; dolayısıyla medyada şiddetin nasıl anlatıldığı son derece önemlidir. İnsanlar bilgilenmek, eğlenmek ve vakit geçirmek için TV, gazete, sosyal medya gibi kitle iletişim araçlarını kullandığından haber, dizi, kadın programları gibi yayınların şiddeti özendirici ve besleyici olmaması gerekmektedir; aksi takdirde toplumun şiddetle mücadelesinde ilerleme kaydedilemeyeceği unutulmamalıdır. Bu bağlamda spiker, senarist, oyuncu, yönetmen gibi medya sektörüyle alakalı kişilerin şiddetle mücadele noktasında bilinçlendirici eğitimlerden geçmeleri önem arz etmektedir. Medyaya bu konuda düşen en önemli görev, insanları şiddet sahnelerini özendirerek eğlendirmeye çalışmak yerine, bu konudaki bilinci arttırıcı içerikler üretmektir. Özetle medyanın şiddeti bireysel değil toplumsal bir sorun olarak ele alması gerekmektedir.  Yaradılış gereği erkeğin fiziksel olarak kadından daha güçlü olması, kadına şiddet uygulayabileceği anlamına gelmemektedir; tam tersi bu gücünü ailesini koruma yönünde kullanması gerektiği konusunda bilinçlendirilmesi gerekmektedir.  Evlilikte eş uyumu şiddeti önlemede iyileşme açısından önemlidir. Kişi eş adayını kendi karakterine, beklentilerine ve değerlerine uygun seçmelidir; ayrıca evliliğin beraberinde büyük sorumluluklar getirdiğini, kendisinin ve evleneceği kişinin bu sorumlulukları yerine getirme noktasında yeterli olup olmadığını da doğru değerlendirmelidir.  Bireyler evlilik hayatının sıkıntılarını çözmek için birbirlerine empati ve sempatiyle yaklaşmalıdır; ancak buna rağmen sorunlarını çözemezlerse profesyonel yardım almalıdır. Ev içi ilişkilerde çocuklar arasında çıkan problemlerde ebeveynlerin sürekli müdahil olmaması da önemlidir. Ebeveynler soruna çözüm odaklı yaklaşmaya çalışsalar bile bu durum aile içi ilişkileri çoğunlukla olumsuz etkilemektedir. Evlilik aşamasında kadının erkeğin ailesi tarafından ailenin yeni üyesi olarak kabul görmesi önemlidir. Ayrıca bireylerin ailelerine aşırı bağımlılığı da ilişkilerde sorun çıkmasına sebep olabilmektedir. Evlilikteki sorunlarda büyüklere danışmak önemlidir fakat danışılan bu kişinin ebeveynlerden biri olması gerekmemektedir. Aile içi ilişkilerine güvenilen ve örnek bir aile yaşantısı olan tanıdıkların veya aile danışmanlarının yardımını almak bu noktada daha faydalı olacaktır.  Türkiye Müslüman çoğunluklu bir ülkedir. Müslümanlık ve şiddeti bağdaştırmaya çalışan algıların değişmesi için insanların dinî olarak bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Nitekim hayatında ailesine en ufak şiddet uygulamamış bir peygamberin geleneğinden şiddeti âdeta kutsayan bir anlayışın nasıl türemiş olduğu sorusunun cevabı, geleneksel ataerkil anlayışta aranmalıdır. EVLİLİKTE SORUNLARIN ÇÖZÜMÜ İnsanoğlu başıboş yaratılmamıştır. Öncelikle yaratanına ve beraber yaşadığı insanlara karşı birtakım sorumlulukları vardır. Eğer bu sorumluluklar tam olarak yerine getirilmezse toplumda, ailelerde bazı olumsuz durumlar ortaya çıkabilir. Toplumda olan olumsuzluklara hiç kimse duyarsız kalamaz, kalmamalıdır. Yaşanan sorunlar tespit edilmeli ve bu sorunlara Kur’ân’ın ve sünnetin bakışı insanlara öğretilmelidir. Sadece öğretmekle kalmayıp yaşanan sorunlara çözüm önerileri de sunulmalıdır. Son zamanlarda bizim toplumumuzda da ailevi anlaşmazlıklar artmaya başlamıştır. Hatta boşanma oranlarında, eskisine göre büyük bir artış görülmektedir. Bu durumun ortaya çıkmasında insanların kendi rahatına daha düşkün olması, diğergamlık duygularının azalması ve bireysellik, özgür olma düşüncesi gibi düşüncelerin ağır bastığı görülmektedir. Artık insanlar hem aile içerisinde hem de toplum içerisinde daha az sabırlı ve daha az fedakâr olmaya başlamıştır. Bu durumlarda birçok sorunun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Aile, ilk kurulduğu zamanlarda, büyük bir heyecan ve sevgi ile oluşturulurken zamanla bu duygular yıpranmakta, ilk zamanların sevgi ve saygısı adeta kaybedilmektedir. Bu duruma gelinmesine birçok etken sebep olmaktadır. Zamanla yıpranan sevgi ve saygı yerini tartışma, çatışma ve kavgalara bırakıyor. Ciddi bir kurum olan aile yuvasını kurmak için tarafların daha işin başlangıcında maddî ve mânevî olarak hazır olması gerekir. Her iki tarafında evlilik ve beraberinde getirdiği sorumluluklardan haberdar olması, kendisini madden ve manen hazırlaması gerekir. Bu tür hazırlıkların olmayışı küçük bazı sorunların büyütülmesine ve olumsuz durumların ortaya çıkmasına neden olur. Kısaca bireyin kendini evliliğe hazır hissetmesi gerekir. Evliliğe kendini hazır hissetmeyen bireyin bu kararı vermesi ve gerçekleştireceği evliliği sağlıklı bir şekilde yürütmesi daha güç olur. Gerçekleştirilmiş olan böyle bir evlilik çiftlere mutluluk ve doyum sağlayacağı yerde taşınmak zorunda olan bir yük olarak gelecektir. Evlenecek olan çiftlerin, bu evliliği istemesi ve kendini bu birlikteliği yürütmeye hazır hissetmesi gerekir. Yine evlenmeden önce evlenecek kişilerin fiziksel olara da tam olarak evliliğe hazır olması gerekir. Aile kurma, evlilik ile başlamaktadır. Evlenecek olan taraflar, daha işin başında bir takım öncelikler ve hassasiyetler belirlemelidir. Uzun vadeli düşünüp bazı ilkeleri ön plana çıkarmadan yapılan evlilikler fazla uzun sürmeden tartışma, kavga hatta boşanma ile sonuçlanmaktadır. Aile kurulmadan önce ne gibi hassasiyetler taşınması konusunda Hz. Peygamber’in (sav) bazı tavsiyeleri mevcuttur. Hz. Peygamber (sav), “Evlenirken eşinizi seçmede çok dikkatli olun, denginizle evlenin. Çocuklarınızı da dengiyle evlendirin.”1 buyurmaktadır. Denklik, eşlerin değişik yönlerden birbirine eşit seviyede olması durumudur. Eşler arasında daha iyi bir geçim ve anlaşma olması açısından denkliğe dikkat etmek faydalı ve gereklidir. Evlenmeden önce hayali kurulan hayat tarzı ile evlendikten sonra yaşanan hayat tarzı arasında çok büyük farklılıklar varsa bu durum kişilerde sıkıntılara yol açabilir. Umduğunu bulamama, beklediğine kavuşamamadan dolayı, aile içinde huzursuzluklar baş göstermektedir. Taraflar ayakları yere basacak şekilde hareket etmeli, yaşanan hayatın gerçekleri hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Beklentilerin yüksek olması, aynı zamanda küçük şeylerden mutlu olmama, kanaatkâr olmama gibi psikolojik sorunları da beraberinde getirmektedir. Eşler arası görüş farklılığı ne kadar azsa evde huzurlu bir ortam oluşması o kadar kolay olur. Hatta misafir ağırlama, akraba ziyaretleri, çocuk yetiştirme ve buna benzer hususlarda kadın ve erkeğin hemen hemen aynı fikirleri paylaşması, aile saadetine oldukça katkı sağlayacaktır. Evlenmeden önce eşlerin birbirinden neler beklediği baştan konuşulmalıdır. Çiftler kafalarında eşlerinde görmeyi arzu ettikleri kalıpları netleştirmelidirler. Çünkü beklentiler gerçekleşmediğinde, düş kırıklığı başlar. Sevgi giderek nefrete dönüşür. Aile fertleri arasında olması gereken önemli hususlardan birisi de fertlerin birbirine değer vermesi ve yakın ilgi göstermesidir. Aynı evde yaşayan her ferdin sevgiye, ilgiye ve değer görmeye ihtiyacı vardır. Evlilik ve insan ilişkilerinin temeli, sevgi, saygı ve güvene bağlıdır. Bu bağlar aynı zamanda evliliğin temel ihtiyaçlarıdır. Bir erkeğin evde güven ortamı oluşturması çok önemlidir. Evde sıcak bir atmosferin oluşması iki tarafın da kendini değerli hissetmesine yol açar. Kendini değerli hisseden insan mutlu olur, eşini de mutlu eder. Bu bakımdan “değerli olma” duygusu aile içindeki temel ihtiyaçlardan biridir.2 Ailede yakınlık ve dayanışma duygusu ön plandadır. “Sıkıntıya düştüğüm hasta olduğum ya da güçsüzleştiğim zaman ailem benim yanımdadır, bana yardım edebilir, sahip çıkabilir; yalnız değilim” düşüncesi kişinin kendini güvende hissetmesine yardımcı olur. Yine bu konuda en büyük örneğimiz peygamberimizdir. Hz. Peygamber’in (sav) aile fertlerine ilgi gösterdiğini, kıymet verdiğini ifade eden çeşitli söz ve davranışlarla, onları memnun ve ruhen tatmin etmeye de ehemmiyet vermiştir. Davranış örnekleri olarak hanımlarına faziletlerini söylemesi, onları sevdiğini ifade etmesi, bineğine alması, hanımının hayvanına binmesine yardımcı olması ve onu dizlerine bastırarak bindirmesi kendisine gelen yemek davetine “hanım da olursa” kaydıyla icabet etmesi, bir sıkıntıyla kederlenip ağlayan hanımının gözyaşlarını elleriyle silerek onu teselli etmesi3… ve daha birçok örnekler verilebilir. Bütün aileler öncelikle sevgi üzerine kurulur (kurulmalıdır).Ancak sevgi üzerine kurulan bu yuvalarda zamanla sevgi kaybına uğranılır. Artık her şey tek düze olmaya başlamıştır. Zaman zaman farklı söz ve davranışlarla sevginin tazelenmesi dile getirilmesi aile içindeki mutluluğu yeniler. En güzel örneğimiz sevgili Peygamberimiz sevgimizi ifade etmemizi bize hatırlatmaktadır. Hz. Peygamber (sav) eşlerini sevdiğini bizzat ifade ederdi. “Sevdiğinize sevdiğinizi bildirin.” buyurarak sevginin ifade edilmesini tavsiye etmiştir.4 “Ahlakı en güzel olanınız da hanımına en güzel davrananınızdır.”5 buyuran Peygamberimizin (sav), aile hayatında sevgi ve onun ifade ediliş şekli bizim için çok güzel örnektir. Hz. Aişe’den nakledilen bir rivayette: Bir gün Hz. Aişe (ra) Hz. Peygamber’e (sav): “Beni nasıl seviyorsun Ya Rasûlallah diye bir soru sorar. Hz. Peygamber, “Kördüğüm gibi ya Aişe, kördüğüm gibi” diyerek cevap verir. Yani düğümün ilmeklerinin birbirine geçtiği gibi, senin sevgin de kalbimde ilmek ilmektir.” demek ister. Aradan zaman geçtikçe Hz. Aişe tekrar sorar: “Ya Rasûlullah “Kördüğümden ne haber der?” Hz. Peygamber: “İlk günkü gibi ya Aişe ilk günkü gibi.” der. Hz. Peygamber eşlerine olan sevgisini dile getirip hep onların gönlünü hoş tutmaya çalışmış ve ümmetine örnek olmuştur. Aile içinde yaşanan olay ve durumlara göre duyguları ifade edememe de sorunlara sebep olmaktadır. Hangi durumda mutluluk hangi durumda üzüntü ve kızgınlığın olduğunun ifade edilmeyişi, kişinin içinde bulunduğu ruh hâlinin bilinip karşı tarafın da ona göre davranması, tepki vermesi gerekirken duyguları ifade etmeme hâli sorun teşkil etmektedir. İnsanoğlu yalnız başına değil, toplum içinde yaşayan, sürekli diğer insanlarla diyalog hâlinde olan bir varlıktır. Diğer insanlarla hemhâl olması, onun bazen psikolojik olarak farklı farklı durumda olmasına neden olur. Bizler biliyoruz ki sevinçler paylaşıldıkça artar, sıkıntılar paylaşıldıkça azalır. Aile üyelerinin birbirleriyle dayanışma ve güven duygusu içinde var olması temel bir ihtiyaçtır. Aile içinde karşılıklı güven ve dayanışma duygusu varsa, bireyin aile dışında karşılaştığı stres getirici olumsuz duygular yıkıcı etki yapmaz. Güven duygusunun baskın olduğu aile, dış dünyanın yaratmış olduğu üzüntü ve kaygılardan kurtulacak bir sığınak oluşturur.6 Aile içinde daha fazla anlayış huzur ve mutluluk bekleniyorsa birlikte yapılan işleri artırmak gerekir. Ortak faaliyetler yapılmalıdır. Eşler arasında ortak faaliyetler azalınca hayatı paylaşma alanı daralır. Böyle bir ortamda yaşamak insanı huzursuz yapar.7 Aile içinde bazen birtakım sıkıntılar olabilir. Aile fertleri birbirlerinin sıkıntılarından haberdar olmalı karşılıklı konuşarak, sorunların üstesinden gelmeye çalışmalı, birbirine yardımcı olmalıdırlar. Erkek sıkıntısını hayat arkadaşı olan eşiyle paylaşmalı onunla konuşmalıdır. Kadında uygun bir üslup ve dil ile sıkıntılarının çözümünde eşine yardımcı olmalıdır. Aynı durum hanımlar için de geçerlidir. Kadın sıkıntılı zamanında yalnız olmadığını hissetmeli, hüzünlerini paylaşıp, maddi manevi desteği olacak eşinin yanında olduğunu bilmesi, onu rahatlatacak ve yalnız olmadığını hissettirecektir. Peygamberimiz henüz peygamberliği hususunda bilgi ve yakin sahibi değilken, o aşamaya hazırlayıcı mahiyette geçirmekte olduğu ilahi terbiye icabı, sık sık bir kısım harika durumlara mazhar oluyor ve bunlardan ciddi şekilde korkuyordu. İlk vahiyden sonra gördüklerini ve hissettiği korkuyu muhterem zevceleri Hz. Hatice validemize açtılar. Validemiz Rasûlullah’ı (sav) şöyle teselli etti. “Korkma, Allah seni asla mahcup etmez. Zira sen akraba hukukunu gözetir, muhtaçlara yardım eder, fakirlere iyilik yapar, misafirlere de ikram edersin”8 diyerek eşini teskin etmeye çalışmıştır. Yine bir başka örnekte, Peygamberimiz bir savaşta babası dâhil bir kısım yakınlarını kaybeden eşi Hz. Safiyye ile sıkıntılarını paylaşmak için sabaha kadar kendisiyle konuşmuş, onu teskin etmeye çalışmıştır. İşte bunlar ve daha birçok örnekte olduğu gibi, Hz. Peygamber ailesi içinde karşılıklı konuşma ve sıkıntıları paylaşıp teskin etmeye çalışmıştır. 1-Deǧer verdiǧini göstermek Eşinize değer verdiğinizi göstererek başlayın. Bunu gösterebilmek için çok büyük şeyler yapmanıza gerek yok. Hiç beklenmedik bir anda eşinizin yanağına konduracağınız bir öpücük, sıcak bir bakış ya da “Seni özledim!”, “Seni düşünüyorum!” demek, yeterli olacaktır. Her insan gibi eşinizin de takdir edilmekten hoşlanacağını unutmayın. Onu takdir edebilmek için nelere değer verdiğine dikkat etmelisiniz. Bunun yaparken, “Bu gün çok güzelsin”, “Bu kıyafet sana çok yakışmış.” ya da “Sana ihtiyacım var.”, “Bu konuda haklısın.”, “Teşekkür ederim.” ve “Özür dilerim.” gibi cümleleri kullanmayı ihmal etmemelisiniz çünkü “Güzel söz yılanı bile deliğinden çıkarır”. Bu nedenle, evliliğinizi mahvedecek olan “Keşke!”, “Ben sana söylemiştim!”, “Sen zaten hep böylesin!”, “Bırak, ben yaparım!”, “Bugün canım istemiyor!” gibi cümleleri bir an önce hayatınızdan çıkarmalısınız. Eşinize değer verdiğinizi, ona karşı dürüst olarak, mutluluğunuzu ya da üzüntünüzü paylaşarak, arkadaşlarıyla arkadaş olarak, hobilerine saygı göstererek, onun için kendinizi geliştirerek, kendinizden çok fazla ödün vermeden, oluru olan konularda, fedakârlık yaparak ve kendinize bakarak gösterebilirsiniz. Bunun yanında, zihninizi okumasını beklememeli, genelleme ya da kıyaslama yapmamalı, mükemmeliyetçi olmamalı, aynı anda öfkelenmemeli, aceleci olmamalı ve sorgulamamalısınız 2-Baş başa, el ele ve göz göze sohbet etmek Çift kafasını karıştıran, kendilerini üzen konuları, ihtiyaçlarını, isteklerini, duygularını ve sınırlarını dürüstçe ve açık olarak ifade etmeli, doğruları ilişkilerini zedelemeyecek biçimde söylemeye dikkat etmelidir. Konuşurken göz teması sürdürülmeli, dinlerken başka bir şeyle meşgul olunmamalı, duyguların açığa çıkmasına özen gösterilmeli, vücut dili gözlemlenmeli ve konuşanın sözü kesilmemelidir. Nitelikli sohbet yalnızca anlayarak dinlemeyi değil, aynı zamanda kendini açıklamayı da gerektirir. 3-Birlikte vakit geçirmek Birlikte vakit geçirmek, çiftin ilgi duyduğu her şeyi kapsayabilir. Esas olan çiftin odaklanmış ilgiyle birbirine bütün dikkatini vermesi, birlikte kaliteli ve nitelikli vakit geçirmesidir. Amaç birlikte bir şey yaşamak, bu yaşantıyı tamamlamak ve gelecekte yararlanılacak bir hatıra bankası oluşturmaktır. Bu banka sevginin sembolü ve sesi olacaktır. 4-Sevişmek, araya cinsel soǧukluk sokmamak Evlilik; yakınlık, cinsellik ve sevgi için duyulan gereksinimleri karşılamak üzere tasarlanmıştır. Cinsellik; rahatlamış ve gevşemiş bir halde, sevişmenin ve dokunmanın verdiği hazza odaklanarak, haz alıp haz verebilme, ruhu ve bedeni paylaşabilme, ne olursa olsun bir şekilde boşalabilme bilim ve sanatıdır. Çünkü sevişmek, dokunmak ve fiziksel temas, sevgiyi iletme yollarından biridir. Hatta bazı çiftler sevişme ve temas olmadan sevildiklerini hissetmezler. 5-Birlikte yatmak ve birlikte banyo yapmak Çiftin hem duygusal hem de bedensel olarak yakın olmalarının yolu birlikte yatmalarından ve birlikte banyo yapmalarından geçer. Bu durum aynı zamanda çok kadim bir evlilik kuralıdır. 6-Armağan vermek Her kültürde armağan vermek, sevginin ifade edilmesi ve evlilik sürecinin bir parçasıdır. Çünkü armağan kişinin kendisini hatırlama düşüncesinin bir sembolüdür. Birisine armağan vermek için onu düşünüyor olmak gerekir. Armağanın maddi değeri veya para ile alınıp alınmadığı çok önemli değildir, önemli olan armağanı fiilen alma ve onu bir sevgi ifadesi olarak sunmaktır. 7-Suçlamak yerine istemek Arzuların ve isteklerin suçlamadan ifade edilmesi çok önemlidir. Arzular ve istekler suçlamalarla talepler olarak algılandığında yakınlık olasılığını azaltır ve çift birbirinden uzaklaşır, fakat ricalar şeklinde belirtildiğinde iletişimin çok daha rahat kurulur. Ricalar sevgiye yön verir ama talepler sevgi akışını engeller. Suçlamalar, talepler ve eleştiriler, sevgi için yalvarmanın etkisiz bir yoludur. Bu nedenle çift suçlamalara tekiyle karşılık vermek yerine, daha yapıcı bir şekilde yaklaşmalı ve her suçlamanın ardında gizli olarak yatan isteği, ricayı ve temenniyi duymalıdır. 8-Takdir etmek, övmek ve onaylamak Çiftin birbirini olduğu gibi kabul etmesi için takdir etmesi, onaylaması ve övmesi gerekir. Böyle çift duygusal ihtiyaçlarını karşılamış olur. Çünkü sevgiyi duygusal olarak ifade etmenin yolu, onu oluşturacak sözleri kullanmaktan geçer. Sözlü iltifatlar veya takdir sözleri sevgiyi güçlü bir şekilde iletir. Sevginin hedeflerinden biri, istenilen bir şeyi elde etmek değil, sevilen kişinin mutluluğu ve huzuru için bir şeyler yapmaktır. Çünkü kişinin mutluluğu partnerinin mutluluğundan geçer. Sözel iltifatlarda bulunmak partneri onaylamanın yalnızca bir yoludur. Çiftin kendilerini güvensiz hissettiği alanlardaki gizli potansiyeli cesaret verici sözlerle harekete geçebilir. Çiftin sahip olduğu ilgi alanlarını geliştirmesi için cesaret verici sözlere ihtiyacı olabilir. Sevgi sevecendir, sevecen sözlerin kullanılması gerekir. Yüksek tonda ve sert bir sesle ifade edilen sözler sevgiyi değil, bir suçlama, yargılama ve kınama ifadesini yansıtır. 9-Aile büyüklerine saygı göstermek Çiftin aile büyüklerine ve diğer akrabalara saygı göstermesi evliliğin bir şartı olduğu kadar, örf ve geleneklerin de bir gereğidir. Akraba ilişkilerinde samimiyet, güvenilirlilik, tevazu, sadelik, nezaket, sevgi ve saygı esastır. Aile büyüklerinin güvenini kazanmak, onlara saygı duymak ve dürüst olmak, güzel ahlakın bir özelliğidir. Birbirine ve aile büyüklerine güvenmeyen ve saygı duymayan bir çiftin geleceğinden emin olunamaz. Saygı ve güven duygusu evlilik hayatında tuğlaları birbirine kenetleyen harç gibidir. Harç olmazsa duvar her an yıkılabilir, saygı ve güven duygusu olmayan evliliklerde birlik ve beraberlikten, huzur ve mutluluktan söz edilemez. İnsan sevgi, saygı ve merhamet duyguları sayesinde mutlu olabilir. Bu duyguların olmadığı yerde hüzün ve keder vardır. 10-Ahde vefa Sevgi bir seçimdir ve insanlar, sevgiyi farklı şekillerde ifade ederler ve algılarlar. Sevgiyi sürdürme ve sevgi bağlılığı anlamına gelen vefa; sözünü yerine getirme, sözünde durma, sevgi, dostluk ve bağlılıkta kararlılık anlamlarına gelir. Yani vefa göstermek, çiftin birbirine verdiği sözlere sadık kalmasıdır. Samimi insan vefalıdır, sadıktır, evlilik hayatındaki engel ve zorlukları aşmak için azimle çaba harcar, yapması gerekenleri titizlikle yerine getirir. Bu anlamda vefa ve sadakat, çiftin evlilik yaşamları süresince ihtiyaç duydukları ve birbirlerini hoşnut edecek üstün ahlak özellikleridir. Sevgi, şefkat, merhamet, hamiyet, yiğitlik ve vefa gibi duygular çiftin silahıdır. Bu duygular, çiftin yaşam yolundaki şevkini tetikler ve coşkusunu artırır. Sağlıklı ve mutlu çiftler, doğru sözlü, dürüst, güvenilir, sadık, vefalı ve sorumluluk sahibidirler. Çift önceliği birbirine vermeli, bu konuda bencil olmalı, cana kıymet vermeli ve kaybedilmesi göze alınamaz olarak görmelidir. Bu bakımdan büyük fedakârlık gerektirecek konularda önce partnerini, sonra diğer sevdiklerini ve yakınlarını düşünmelidir. Başkalarına gösterilen nezaket, ilgi, saygı ve hürmet eşten esirgenmemelidir. Ayrıca çift evlilik hayatında sinsi tuzaklara düşmemek için birbirine ara sıra hatırlatmalarda ve uyarılarda bulunmalıdır. Kendi hatalarını düzeltmeye çalışmalı, diğeri bir hata yaptığında hemen bırakıp gitmemeli, ona destek olmalı ve yardım etmelidir. İşte gerçek sevgi de budur. Sevgide şefkat ve koruma hisleri hâkim olmalıdır. İnsan sevdiği kişiyi sağlığında da hastayken de sevmeli hatta hastayken ya da yaşlandığında daha fazla sevgi göstermelidir. Bu yapılmadığında vefasızlık olur ve vefasızlık çok can yakıcıdır. Zorluk zamanlarında insanın aşkı, sadakati ve vefası daha çok ortaya çıkmalıdır. Evlilik hayatı çifti zorlukla imtihan eder. Ancak bu imtihanda başarılı olanlar mutlu olabilirler. Kaliteli, aklı başında, yiğit, dürüst, samimi çiftler zorluklardan asla etkilenmezler, her zaman sadakatlerini devam ettirirler. Sadık ve vefalı çift başlarına her ne gelirse gelsin, hep aşkla “BİZ” der. Gerçek vefa ve sadakat budur. Sağlıklı ve mutlu bir ilişkinin temeli sadakate dayanır. Çift bazen birbirine yakınlaşmaktan korkar ve uzaklaşmak ister, bu normal ve olağan bir durumdur, ancak sadakat sayesinde birbirlerine bağlı kalabilirler. Sadakat, bağımlılık değildir, bağlılıktır, sorumluluk almaktır, korkuları kontrol etmektir ve duygusal olarak hazır olmaktır. Çünkü çift evlenirken birbirine söz verir. Nikâh memurları; “İyi günde, kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta birbirinizi seveceğinize, koruyacağınıza söz veriyor musunuz?” diye sorar ve çift de sıra ile “Evet!” der. Ahde vefa, verilen sözde durmak, yapılan anlaşmaya sadık kalmaktır. Çift güven ortamına zarar verecek, birbirlerine karşı olan itimatlarını sarsacak davranışlardan, verdikleri sözleri yerine getirmemekten ve yaptıkları sözleşmeleri bozmaktan uzak durmalıdır. Sözünde durmamak ahde vefasızlıktır. 11-Hizmet etmek Çift birbirinin sevdiği ve hoşlandığı şeyleri yapmalı, birbirine hizmet ederek memnun etmeye, birbirleri için bir şeyler yaparak sevgilerini ifade etmeye çabalamalıdır. 12-Eşinin sevgi dilini bilmek Eşinizde aşaǧıda beş sevgi dilinden hangisinin baskın olduǧunu keşfedin ve sevginizi onun gösterirken onun sevgi dilinde gösterin I-Onay sözleri ; sözlü iltifatlar veya takdir sözleri, sevgiyi güçlü bir şekilde ifade eder. II-Nitelikli beraberlik ;nitelikli beraberlikte bir insana tüm dikkatinizi vermek kastedilmektedir. Bir kanepeye oturup göz kontağı kurarak konuşmak, yalnızca ikinizin yürüyüşe çıkması yada bir yemeğe gidip birbirinize bakarak konuşmanızdır.Bu süreçte dikkat etmemiz gereken noktalar: -Eşiniz konuşurken göz teması kurun -Eşinizi dinlerken başka bir şey yapmayın -Duyguları dinleyin -Vücut dilini gözlemleyin -Sözünü kesmeyin III-Armaǧan almak ; Armağan alma sevginin görsel sembolleridir. Bir armağan elinizde tuttuğunuzda “bak beni düşünüyor” veya “beni hatırlıyor” diyebileceğiniz bir şeydir.Bazen elinizde tutabileceğiniz en önemli armağan kendiniz olabilirsiniz. Eşinizin size ihtiyaç duyduğu bir anda onun yanında olmak ona verebileceğiniz en büyük armağan olur. IV-Hizmet davranışları , hizmet davranışlarından kasıt eşinizin yapmanızdan hoşlandığı şeyleri yapmaktır. Ona hizmet ederek onu memnun etmeye onun için bir şeyler yaparak ona sevginizi ifade etmeye çabalamanızdır. V-Fiziksel temas; sevgiyi iletmenin güçlü yollarından biridir. El ele tutuşma , sarılma ya da öpüşme olabilir bu. Ve birincil sevgi dili fiziksel temas olan biri için sevildiğini hissetmenin yoludur. Ve sevgi deposu ancak bu şekilde dolar. Dokunma beş duyunun diğer dört üyesi gibi vücudun belirli bir noktası ile sınırlandırılmamıştır. Önemli olan dokunma esnasında sevdiğimiz kişinin bu dokunuşlara nasıl tepkiler vereceğidir. Algılamasını takip etmek gerekir. Uygun dokunuşlar olumlu iletiler gönderecek ve birinci sevgi dili fiziksel temas olan bir insanın deposunu dolduracaktır.Özellikle kriz anlarında anlayışlı ve sevecen bir dokunuş sevildiğini ve anlaşıldığını hissettiren bir süreçtir. 13-Bir sorun olduǧunda uzaklaşmak yerine yakınlaşmak, Yumuşak başlangıç, Mesajı doǧru ulaştırmak, hissettiklerini söylemek, Kendini ve eşini yatıştırabilmek, farklı düşünebileceǧinizi kabul etmek Geçici de olsa uzlaşabileceǧiniz bir ortak nokta bulmak 14-Önemli kararları eşine danışarak birlikte almak, çiftin geleceǧini ilgilendiren uzun vadeli (ev yada araba alma, bunlarla ilgili borç yapma, çocukların geleceǧine dönük okul, iş eş seçme kararları, bir yerden başka bir yere taşınma gibi ) kararlar eşe danışarak birlikte alınmalıdır ŞEHİR HAYATI VE AİLE Ailenin evrensel bir tanımını yapabilmemiz oldukça zordur. Genellikle aile kavramını açıklarken ‘’anne, baba ve çocuklardan oluşan toplumsal birim’’ olarak ifade edilir. Fakat bu tanım aile kavramının ‘’çekirdek aile’’ kategorisini açıklamaktadır. Toplumun önemli bir parçasını oluşturan aile, bireyin doğumundan itibaren barınma, beslenme, eğitim gibi temel ihtiyaçlarının karşılandığı sosyal bir ortamdır. Toplumun sahip olduğu değer yargıları, normatif kurallar ve sosyalleşmenin en ciddi ve yoğun olarak yaşandığı toplumsal yapı ailedir. Ailenin kesin ve evrensel bir tanımını yapmanın güçlüğü nedeniyle farklı aile tanımları belirli özellikleri sınırlayan açıklamalar şeklinde tarihi bir yol izleyerek karşımıza çıkmakta ve yapılan her bir tanım aileyi farklı bir kategori içerisine yerleştirmekte ya da ailenin ön plana çıkan bir yönüne vurgu yapmaktadır .Bazı kaynaklarda kentsel aile kavramı kent ailesi olarak kırsal aile de köy ailesi veya geleneksel aile kavramları ile kullanılmıştır. Türkiye’de ailenin büyüklüğü belirli dönemlerde değişime uğramıştır. Küreselleşme ve teknolojinin ilerlemesi bu değişime doğrudan etki etmiştir. Toplamsal ve ekonomik yapı değişmeleri aile yapısında ve buna bağlı olarak işlevlerinde çeşitli değişmelere neden olmaktadır. Özellikle Türkiye’ye 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan yardımlar (Truman Doktrini ve Marshall Planı) tarımda makineleşmeyi hızlandırmıştır.Tarımda makineleşme hızlandıkça kırsal alanda yaşayan insan sayısına ihtiyaç azalmaya başlamıştır. Kırsal kesimde yaşayan aileler için aile bireyinin sayısı oldukça önemliydi. Çünkü tarım işleri kol gücüne dayanan bir geçim kaynağıydı. Bu yüzden aile yapıları geleneksel geniş aile biçimindedir. Ailede anne, baba, çocuklar, babaanne, dede gibi bireylerden oluşmaktadır. Bu ailelerin akrabalık bağları çok güçlüdür. Klasik tarım yapıldığı dönemde kol gücüne ihtiyaç olduğundan ailedeki işgücü önemlidir. Tarıma ciddi şekilde makinelerin girmesi kırsal ailenin yapısını da değiştirmiştir. Köylerde işsiz sayısı oldukça artmış ve köylerden kentlere yönelen göçler hızlanmıştır. Bu durumdan özetle kırsal ailede ailenin nüfusu önemini yitirmeye başlamış ve sonraki süreçte kırsal kesimde yaşayan geniş aileler çekirdek aile yapısına doğru evirilmeye başlamıştır. Kırsal alandan kentlere göçen aileler ilk etapta yine geniş aile yapısındadır. Çünkü ekonomik koşullar aile bireylerinin hep bir arada yaşamalarını zorunlu kılmıştır. Bu tip aile biçimlerine genelde gecekondu ailesi denilmektedir. Gecekondu ailesi bir taraftan kırsal ailenin alışkanlıkları, tutumları ve değer yargılarıyla çevrilip diğer taraftan kent yaşantısının etkisinin altında kalan bir aile tipidir. Kente ilk göçen ailelerden birkaç kuşak sonrasında kurulan aileler kentsel ailelerin yapısına uyum sağlamaya başlamıştır. Kentsel aile yapısında ise genellikle çekirdek ailelerden oluşmaktadır. Sanayileşmiş çağdaş toplumlarda özellikle kentlerde geniş aileler yerini giderek küçük ailelere bırakmıştır. Genellikle anne-baba ve evlenmemiş çocuklardan oluşmaktadır. Çocuk sayısı kırsal aileye göre daha azdır. Çocuklar evlendikten sonra aileleriyle birlikte yaşamayı bırakır ve ayrı bir yere yerleşerek yeni bir aile kurarlar. Kent ailesinde yakınlık ilişkileri de zayıflamıştır. Ailenin bireyleri üzerindeki denetim ve baskıları azalmıştır. Kentsel aileler anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aileden meydana gelmektedir. Türkiye’de kadınların da iş hayatına girmeden önceki dönemlerde Türk toplumundaki ataerkil yapının da etkisiyle baba, aile otoritesine karşı baskın durumdadır. Çünkü bu tip ailelerde eve gelir sağlayan babadır. Kentsel ailelerde evlenme yaşı kırsal aileye göre daha yüksektir. Büyük kentlerde ortalama evlenme yaşı erkek için 28, kadınlar için ise 24’tür. Bunun nedeni de iş edinmek için gerekli olan uzun öğretim yıllarıdır. Ailelerin barınma, beslenme gibi temel ihtiyaçlarının karşılanabilmesi adına aile ekonomisi büyük önem arz etmektedir. Türkiye’de belirli bir döneme kadar ailenin gelirini sağlayan babaydı. Anne ise evin işleri (temizlik, çamaşır, ütü, yemek vb.) ve çocuklarla ilgilenirdi. Çoğu çekirdek aile ve geniş ailede roller bu şekilde paylaşılmaktaydı. Ekonomik ihtiyaçların artmasıyla birlikte kadınlar da iş hayatında yer almaya başlamıştır. Bu yüzden ailede eşlerin(karı-koca) her ikisinin de çalıştığı kariyer sahibi olduğu bir yapıya doğru değişim başlamıştır. Kırsal alanlarda geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Kırsal ailede aile bireylerinin neredeyse tamamı işe katılmaktadır. Kırsal aile yatay ve dikey boyuttaki kuşakların bir arada yaşadığı, ekonomik ve siyasal bir birlik olarak düşünülür. Zaman içerisinde kırsal yerleşim alanlarındaki toprak mülkiyetlerinde yaşanan farklılık aile yapısını da etkilemektedir. Kırsal alanlardaki yoğun nüfus artışı, toprağın miras yoluyla parçalanması gibi nedenler, köylerden sürekli olarak kentlere göç edilmesinde etkili olmaktadır. Kentsel ailelerin ekonomik hayatı kırsal aileye göre daha karmaşıktır. Sanayileşmenin etkisiyle bireyler yapılan işin tamamında yer almak yerine iş bölümü yaparak çalışmaktadır. Bununla birlikte kendilerine verilen işlerde uzmanlaşmaya başlamışlardır. Ayrıca kadınlar da ev ekonomisine katkı sağlamak amacıyla çalışma hayatına atılmıştır. Köyde aile aynı zamanda bir üretimi gerçekleştirirken, şehirde tarım dışı kesimlerde toplanan üretim faaliyetleri çok daha geniş kesimde örgütlenerek ailenin çevresini aşmaktadır. Ailede aile bireyleri büyük oranda farklı işlerde ve birbirlerinden uzak yerlerde çalışmaktadır. Aile bireylerinin zamanlarının büyük bir bölümünü birbirlerinden uzakta geçirmeleri aile bağlarının gevşemesine neden olmaktadır. Bu durum sonucunda da bireysellik ön plana çıkmaktadır. Türk toplumlarında ailenin ataerkil yapıda olduğu bilinmektedir. Fakat modernleşen dünyada, kadının da iş hayatına girmesiyle birlikte aile yapısı içindeki roller de değişmeye başlamıştır. Kadının da iş hayatına adapte olmasıyla birlikte ev işleri karı-koca arasında paylaşılmaya başlamıştır. Kırsal ailelerdeki evliliklerde eşler arasında duygusallığa ve romantizme fazla yer olmadığından geçimsizlik, aile içi kavgalar, anlaşmazlıklar, boşanmalar ve ayrılmalar düşük seviyededir. Kente uzak olmak insanların aile ilişkilerinde daha gelenekçi ve katı kuralcı olmalarına sebep olmaktadır. Toplumsal değişimler sonucu aile yapılarında da değişmeler yaşanmıştır. Kırsal ailede erkeğin rolü, ailenin geçimini sağlamak üzere evin dışında çalışmak ve ailenin dışarıdaki ilişkilerini düzenlemek, kadının rolü ise aile içinde bireyler için üretim yapmak ve tüketimden bireyler arası ilişkilere kadar her şeyi düzenlemek idi. Kentsel ailede de erkek egemen otorite anlayışı bulunmaktaydı. Fakat kadının da iş hayatına girmesi bu durumun değişmesine büyük katkı sağlamıştır. Kadınlar da erkekler kadar aile içi konularda söz sahibi olmaya başlamıştır. Özellikle son dönemlerde kadınların: evlilik ve eş seçiminde kısmen daha özgür hareket ettikleri, mesleki ve iş yaşamına katılımının arttığı, eğitim imkanlarından yararlanılabildiği, aile içi kararlara katılım konusunda daha geniş bir özerklik alanına sahip olmaktadır . Tabi bu durum erkeğin giderek azalan egemenliğinin yanı sıra erkeğin bu sürece alışması sorununu da beraberinde getirmektedir. Bir taraftan geleneksel olarak kendisine atfedilen değer ve rolleri sergilemeye, bu yolla erkekliğini yeniden üretmeye çabalarken; öte yandan toplumsal dönüşümle gelen ve geleneksel erkeklik tanımlarına uymayan ev işleri, çocuk bakımı gibi sorumlulukları yerine getirmesi ve empati, hoşgörü, uzlaşım gibi kadınsı değerleri sergilemesi beklenmektedir . Buna bağlı olarak erkek kimliğini üzerinde taşıyan öznenin kimliği ve benliği arasındaki gerilim daha da belirgin bir biçimde edimlere yansımaktadır. Böylece, sözü edilen gerilim günlük yaşamda, oldukça sorunlu ve bunalımlı erkeklik biçimlerinin görünmesinin de gerekçesi haline gelmektedir. Çocuk, anne ve babadan sonra aileyi oluşturan önemli temel taşlardan birisidir. Aileler soylarını devam ettirebilmek adına çocuk sahibi olurlar. Ailelerde çocuğa atfedilen önem kentsel aile ve kırsal aile yapılarında farklılıklar arz etmektedir. Bunun dışında çocukları yetiştirme şekilleri ve eğitimleri onları geleceğe hazırlama noktasında her ailede farklı yöntemlerin kullanıldığı görülmektedir. Aile içi ilişkilerde çocuğun yerinin bilinmesi, aile dinamiğinin çözümlenmesi açısından önemlidir. Kırsal ailede çocuğun cinsiyetine göre farklı değerler oluşturmaktadır. Erkek çocuk daha çok ekonomik bir güvence olmakta, erkek çocuklar ebeveynler için gelecekte (yaşlılıkta ve her iki taraf için iş göremez durumlarında) birer güvence kaynağıdır. Bu yüzden erkek çocukları kırsal aile için daha çok tercih konusu olmakla birlikte kız çocuklarına ayrı önem atfedilir. Genel olarak kırsal ailede çocuğun aile içi karar almada pek bir etkisi yoktur. Kentsel ailelerde çocuk sayısı kırsal aileye göre daha azdır. Aslında çekirdek aile kavramının tam karşılığını yansıtmaktadır. Kentsel ailelerde ekonomik durumun daha az sayıda çocuk yetiştirmeye müsait olduğundan kent ailelerinde ortalama 2 çocuk bulunmaktadır. Kentlerde genellikle erkek çocuk yetiştirme ile kız çocuk yetiştirme arasında pek fark görülmemektedir. Kentsel ailede aile içi karar alma durumlarında çocuklar da zaman zaman yer almaktadır. Günümüzde kırsal aile ve kentsel ailede de çocuğa cinsiyetçi olarak değer verilmesi etkisini yitirmeye başlamıştır. Günümüzde eğitimin, şehirleşmenin, kitle iletişim araçlarının etkisi gibi birçok nedenden ötürü, köy yerleşme alanlarında da kadınlara ve kız çocuklarına verilen değerin niteliğinin değiştiği gözlenmektedir. Özellikle aile içi ilişkilerde kız çocuklarının verilen değere bağlı olarak rol ve statüsünün değişim geçirdiği söylenebilir. Türkiye’de yerleşim yerlerine göre yapılan ayrımda kırsal aile, ailenin büyüklüğü, doğurganlık, ailede karar verme yetkisi, otoritenin dağılımı, aile içi statü ve rolleri, erkek ve kız çoğuna verilen değer gibi aile içi ilişkiler içinde belirleyici konularda kentsel aileden farklıdır. Fakat zaman içinde iletişim, haberleşme ve ulaşım gibi araçların gelişmesi ile kentler ve kırsal alanlar birbirine yakınlaşmış, buna bağlı olarak modernleşmenin ve eğitimin kırsal alanlara da gitmesiyle kırsal ailede aile içi ilişkilerde değişim görülmektedir. Türkiye’de görülen ataerkil toplum yapısının değişim gösterdiği, kadına ve kız çocuğuna verilen değerin eskiye dönemlere nazaran arttığı bilinmektedir. AİLE VE MEDYA İLİŞKİSİ Bu bağlamda odaklandığımız temel varsayımlar; sosyal medyanın bireylerin hayatıyla aşırı iç içe geçmesi, bazı bireylerin sanal dünyayı gerçek dünyasının önüne geçirmesiyle farkına varmadan sosyal medya bağımlısı oluşu ve sosyal iletişim becerilerini zamanla yitirerek yalnızlaşması, sosyal medyanın ailece geçirilen zamanı kısıtlamasıyla ailedeki iletişimin eksilmesi ya da tamamen yok olması, eşlerin aldatma dürtüsünü sanal âlemin teşvik etmesi ve kolaylaştırması ve bu bağlamda ailede huzursuzluk, tartışma, boşanma hatta cinayet olaylarının yaşanması, doğru ve yanlışı tam olarak seçemeyen kime güveneceği konusunda bilinci netleşmemiş çocukların ve ergenlerin sanal âlemin cazibesine kapılarak art niyetli kişiler tarafından kandırılarak cinsel istismara maruz kalmalarıdır. Günümüzde iletişim araçları hızlı bir şekilde gelişmektedir. Bu gelişme bireylerin internet araçlarını daha çok kullanmasına sebep olmaktadır. Bunlardan en önemlisi de sosyal medyadır. Son yıllarda hızla çoğalan sosyal medya kullanımı, günümüzde insanların rutinleri arasında bulunan ve kullanan insan sayısının devamlı bir artış gösterdiği bir araçlar bütünü durumuna gelmiştir. Sosyal medya; kişilerin kendilerini ifade ettikleri ve başka kullanıcılarla bağlantıda olduğu yeni bir sanal medyadır. Yeni iletişim araçlarının gelişim göstermesi ve bunlara olan ilginin çoğalması ile birlikte sosyal medya kullanımı her geçen gün daha da artmaktadır ve bireyler arası iletişim kopukluklarına sebep olmaktadır. Akıllı telefon kullanımı günümüzde çoğaldıkça sosyal medyaya erişim o kadar kolay duruma gelmiştir. Sosyal medyada geçirilen zaman arttıkça aile ilişkilerinde o oranda azalma görülmektedir. Sosyal medyanın yoğun olarak kullanılması sadece aile ilişkileri değil ailede yaşanacak başka sorunlara da sebep olmaktadır. Bu çalışmada sosyal medyanın aile ilişkilerinde ne derece etkili olduğu incelenmektedir. Boş zaman aktivitesi olarak ortaya çıkan sosyal medyanın kullanımı aile ilişkilerini ne oranda etkilediği incelenmektedir. İçinde bulunduğumuz yüzyıl bilim ve teknoloji çağı olduğundan bilimsel ve teknolojik gelişmeler hayatımıza birçok değişimi de beraberinde getirmiştir. Bu değişimler hayatı kolaylaştırıp her alanda olumlu etkiler göstermekle birlikte birtakım olumsuzluklara da kaçınılmaz olarak sebep olmaktadır. Teknolojik gelişmelerden günümüzde öne çıkan ve yaygın olan internet teknolojisinin topluma getirdiği en önemli yeniliklerden biri de zaman ve mekân sınırlarını ortadan kaldırması olmuştur. Zamansal ve mekânsal sınırların ortadan kalkmasıyla insanlar geleneksel bir iletişim biçimi olan yüz yüze iletişimden farklı bir boyutta gerçekleşen sanal iletişime geçmişlerdir. Söz konusu olan bu yeni iletişim biçimi insanların bir açıdan kolay bir şekilde sosyalleşmesine olanak tanırken diğer açıdan da çeşitli bağımlılıklar üreterek onları bireyselliğe itmekte ve yalnızlaştırmaktadır. İnsanların bu durumdan hangi açıdan ve ne düzeyde etkileneceği kişinin sanal iletişim biçimini kullanırken kendisini yüz yüze iletişimden soyutlayıp soyutlamamasına bağlı olarak değişmektedir. Her yaş, her meslek ve her statüden insanın hayatına girmeyi başaran bu sosyal medyanın insanlar üzerinde olumlu etkileri olduğu gibi birtakım olumsuz etkilerinin de söz konusu olduğu son dönem araştırmalarında ortaya konulmaktadır. İnsanlar gündelik hayatını iletişimle iç içe geçirmektedir. Sağlıklı bir toplumun temel gereksinimi olan sağlıklı iletişimin yolu, toplumun çekirdeği olarak kabul edilen ailedeki iletişimin sağlıklı olmasından geçmektedir. Bu bağlamda sosyal medyanın aile içi iletişime etkisinin hangi boyutlarda olduğu konusuna odaklanmakta fayda vardır. Sosyal medyanın aile içi etkileşimi en çok etkilediği boyutlar; birinci olarak aile üyelerinin birlikte geçirdikleri zaman dilimlerinin yerini sosyal medyada geçirilen sürenin alması ikinci olarak ise sanal âlemin verdiği esneklik ve bilinmezliğin etkisiyle sanal flörtlerin ve sanal aldatmaların yaşanmasına zemin hazırlamasından dolayı eşler arasında güvensizlik ve huzursuzluk oluşturmasıdır. Geldiğimiz son noktada toplumun tüm alanlarında sosyal medya kullanımı ciddi oranda yaygınlaşmıştır. İnsanların büyük çoğunluğu bilgisayarı açar açmaz ya da akıllı telefonlardan öncelikle sosyal medya sayfalarına bakmakta ve farkına varmaksızın bu sayfalarda amacını karşılayacağından daha fazla zaman harcamaktadır. Aile içerisinde anne-baba ve çocuklarda bu durum ciddi bir iletişim kopukluğuna yol açmaktadır. Çünkü aile üyeleri iletişim biçiminin en açık ve sağlıklısı olan yüz yüze iletişim kurmaktan daha çok çağımızın popülaritesi olan sosyal medya sayfalarında vakit geçirmektedir. Bu durum ise insanları zamanla sosyal medya sayfalarına bağımlı bireyler haline getirebilmektedir. Sosyal medya kullanımının amacından sapması, gereğinden fazla sosyal medya sayfalarında vakit geçirilmesi ve bu durum sebebiyle aile içi iletişimin olumsuz yönde etkilendiğini unutmayalım. Sosyal medya kavramı incelendiğinde literatürde birçok tanım yer almaktadır. Bazı araştırmacılar sosyal medyayı, kişiler arasındaki karşılıklı etkileşimi destekleyen, ortak ilgi alanlarına sahip bireylerin paylaşımını arttıran ve herkesin kendi kişisel profilini ve iletişim kurmak istediği arkadaş listesini oluşturma şansı veren web tabanlı ortamlar olarak tanımlamaktadır. Sosyal ağ kavramı; ortak bir amaç doğrultusunda kişilerin düşüncelerini paylaşmalarını ve birbirleriyle etkileşime girmelerini kolaylaştıran internet üzerinden bir topluluk oluşumunu işaret etmektedir. Diğer taraftan, sosyal medya toplumdaki daha derin sosyal etkileşimi, topluluk oluşumunu ve işbirliği projelerini gerçekleştirmeyi sağlayan siteler olarak tanımlanabilmektedir. Mevcut toplumsal bağların sürdürülmesini ve yeni bağlantıların kurulmasını destekleyen çevrimiçi toplumsal ağlar olarak tanımlanır. Literatürdeki tanımları toparlayacak olursak, sosyal medya, sosyal bir ortamda kendilerini tanıtma, sosyal ağ ortamı kurma, diğer kullanıcılarla iletişim kurma ve devam ettirme oluşturdukları içeriği (fotoğraf, video, blog vb.) paylaşma, kişisel bilgilerini, fotoğraf ve videolarını içeren profil sayfası oluşturma ve tanımadığı insanlarla ilişkiler kurma, yeni arkadaşlıklar keşfetme gibi olanaklar sunan çevrimiçi platformlardır. Sosyal medya tanıdığı ya da tanımadığı kişilerle iletişim kurma, fotoğraf ve video paylaşılabilen bir platformdur. Günümüzde sosyal medya uygulamaları artık sadece iletişimi sağlamakla kalmayıp oyun, bilgi edinme, arama yapma gibi pek çok aktiviteye de olanak sağlayarak, neredeyse kişilerin hemen hemen bütün ihtiyaçlarını giderir duruma gelmiştir. Böylece aradığı hemen her şeyi sosyal medyada bulan kişilerin başka bir araca ihtiyaçları olmayacaktır. 2001 yılında kurulan Ryze.com, iş dünyasındaki profesyonellerin özellikle de yeni girişimcilerin iletişim kurmasını sağlamak üzere tasarlanmış bir toplumsal paylaşım ağı olarak kurulmuştur. Sonraları 2002 yılında Friendster isimli sosyal medya uygulaması ortaya çıkmış olup Ryze.com’un sadece iş dünyasına dönük olmasından dolayı olan kısıtlılığa çözüm olarak daha geniş sosyal kesime hitap edecek şekilde tasarlanmıştır. Friendster’in halen etkin kullanıldığı ve gerçek anlamdaki sosyal medyanın ilk örneği olarak görüldüğü belirtilmektedir. Arayüzleri daha da geliştirilen Facebook, Myspace, Friendster, Hi-5, Twitter, Netlog vb. gibi sosyal medya uygulamalarının 2000’li yıllarda oldukça popüler hale geldiği görülmektedir. Özellikle 2003 yılından sonra oluşturulan sosyal medya uygulamalarına gelindiğinde, en bilinenleri Facebook ve Myspace olmuştur. Şu an ülkemizde gençler arasında en fazla kullanılan uygulamalar, Facebook, Twitter ve Instagram’dır. Günümüzün en fazla kullanılan sosyal medya uygulaması olan Facebook, 2004 yılında Mark Zuckerberg ve oda arkadaşları tarafından Harvard Üniversitesi içinde kurulmuştur . Uygulama 2005 yılında daha çok akademik camia içinde kalsa da, 2006 yılında şimdiki niteliklerine kavuşarak genel kitlelere ulaşmıştır. 2016 yılının ikinci çeyreğinde sosyal medya devi Facebook’un 1 milyardan fazla aktif kullanıcı sayısının olduğu açıklanmıştır. Yine aynı döneme hitap eden önemli uygulamalardan Twitter ise, daha kısa cümlelerin kurulmasıyla oluşturulan Twit’ler ile iletişim kurulması, daha çok gençlere ve Hollywood’un ve müzik dünyasının ünlülerine hitap etmesi nedeniyle oldukça ünlenmiştir. 2006 yılında teknoloji girişimcileri Evan Williams, Jack Dorsey ve Biz Stone tarafından geliştirilen Twitter, internet üzerinden SMS (kısa mesaj) olarak ortaya çıkmıştır ve özellikle Twitter’ın mobil teknolojilerden (SMS ile ya da internet ağı ile) takip edilebilmesi erişilebilirliğini ve hızını artırmaktadır. Günümüzde neredeyse tüm güncel konulara ve olaylara Twitter’dan rahatlıkla erişilebiliyor ve hatta kullanıcıların bir kısmı gündemi takip etmek için Twitter uygulamasını kullanmaktadır. Diğer taraftan Foursquare, 2009 yılında arkadaşlar ile “check-in” olarak adlandırılan yer bildirimi ve gerçek zamanlı konum paylaşmayı başlatmıştır. Beş yıl sonra, check-in'e kendi uygulamasını vermeye karar vererek Swarm isimli yeni bir uygulamayı ortaya çıkarmıştır. Böylece, kullanıcıların arkadaşlarını takip edip, onlarla buluşabilmesi için en hızlı yol olarak tanımlanmaktadır Kullanıcıların check-in yaparak bulundukları ortamda diğer Swarm kullanıcılarını da rahatlıkla görebilmektedir. Swarm uygulaması üzerinden kullanıcılara kısa mesaj atma özelliği de bulunmaktadır. Sosyal medya tercihleri ile ilgili bir araştırmada ise, gençlerin %26’sı Twitter’ın hayatlarındaki öneminin çok büyük olduğunu ifade ederken, %23’ünün Facebook için aynı ifadeyi kullandığı bulunmuştur. Facebook kullanma eğiliminin düştüğünü göstermektedir. Bununla birlikte, gençlerde Instagram kullanımının da yaygınlaştığı gözlenmektedir. Fakat Instagram’ın Facebook bünyesinde olduğunu unutmamak gerekir. Instagram uygulaması üzerinden fotoğraf, video paylaşılabilir hatta yeni güncellemesi ile canlı yayın yapma özelliği bulunmaktadır. Sosyal medya uygulamaları aracılığıyla bireyler kendi kişisel sayfalarını oluşturabilmekte ve buna dayalı olarak iletişimde bulunabilmekte, diğerleriyle etkileşim kurabilmektedir. Hazar’a göre sosyal medyanın en önemli özelliği bireylerin kendilerini başkalarına açık bir şekilde internet kanalıyla ifade edebilmesidir. Birçok özelliği bulunan Facebook, beraberinde aşırı kullanımı da gündeme getirerek kişilerin hayatında birtakım problemlere yol açmaktadır. Söz konusu problemler araştırmacılar ve klinisyenlerin de araştırmaları ile bağımlılık gibi bir patolojiyi gündeme getirmiştir ve Facebook bağımlılığı yeni bir araştırma alanı olarak alanyazında yerini almıştır. Telefonlardan kaynaklı sosyal medya hesaplarına erişim çok kolaydır. Hemen bakıp çıkacağım mantalitesi ile günün önemli kısmını sosyal medya hesaplarında geçirildiği bilinmektedir. Twitter ele alındığında, bir mikroblog ortamı olarak bilindiği ve 140 karakterle kişilerin düşüncelerini, bilgilerini, diledikleri sayfaların web adreslerini, beğendiği resim ve videoları paylaşabildiği söylenebilir. Twitter’da da kullanıcılar kendi ağlarını oluşturabilmekte ve bu ağları kullanarak iletişim sağlayabilmektedir. Gündem ile ilgili ya da kişisel düşüncelerimiz ile ilgili bir şeyler paylaşmak, fotoğraf- video paylaşmak mümkündür.Popüler fotoğraf paylaşım platformu olarak bilinen Instagram, Facebook tarafından satın alındıktan sonra değerini 35 kat artırdığı söylenmektedir. Bu bağlamda, ara yüzünün sade ve kullanımının kolay olması açıklık özelliğini ön planda tutmakta olup bu sebeple de her yaştan kesime hitap ederek yaygın kullanıldığı düşünülebilir. Diğer taraftan, uygulamayı ilgi çekici yapan en önemli özelliğin çekilen fotoğraflara hızlı ve etkileyici filtrelerin uygulanabilmesi olduğu belirtilmektedir ve bu filtreler sayesinde normal hayatta rastladığımız en basit nesneler bile sanki bir sanatçının elinden çıkmış gibi fotoğraflanabilmektedir. Böylece, Instagram ortamında paylaşılan fotoğraflara ağdaki diğer kişiler “beğen” özelliği ile beğendiklerini belirtebilmekte, isterlerse yorum yazarak etkileşimde bulunabilmektedir. Bu uygulamada karşılıklı takipleşmek mecburi değildir. Foursquare, konum bazlı çalışan bir sosyal medya uygulamasıdır. Önceleri Foursquare kullanılarak hem mekân aranabilmekte hem de “check-in” olarak tabir edilen yer bildirimi yapılabilmekteydi. Şimdilerde ise Foursquare yer bildirimi yapmak isteyenleri, Swarmadlı yeni bir sosyal medya uygulamasına yönlendirmektedir. Böylece Foursquare sadece mekan aramak için, Swarm ise yer bildirimi yapmak için birbirilerine entegre şekilde çalışmaktadır. Aşırı şekilde konum bildirimi yapma veya sıklıkla durumunu bildirme de şimdilerde ayrıca çalışılan bir bağımlılık türünü ortaya çıkarmıştır. Buna göre, internette bildirim paylaşarak çok zaman harcamak sosyalizasyon olarak görülmektedir. Psikologlar bunu “sosyal bildirim bağımlılığı” olarak tanımlamaktadır. Bu kullanıcılar bildirimlerini paylaşarak sosyalleşeceklerini düşünmelerine rağmen, asosyal olmakta ve beyin o an sosyalizasyona kurulu olduğundan gerçek sosyal ilişkileri reddetmektedir. Çünkü beyin bildirimlerin etkisiyle sosyal kalmaktadır. Sürekli yer bildirimi yapma, beğeni ve yorum odaklı yaşamak bağımlılığın belirtilerinden olarak görülebilir. Sosyal medya uygulamalarının özellikleri dikkate alındığında, bu ortamları oldukça cazip hale getirecek özelliklerin insanları derinden etkilediği ve hayatlarının bir parçası haline getirerek devamlı orada bulunma isteği yarattığı açıkça görülmektedir. Bu durum, sosyal medyadan olumlu olarak yararlanılmasının yanında birtakım problemlerin doğmasına ve bu problemleri giderme yollarının araştırılmasına neden olmuştur. Sosyal medya bağımlılığı da bu problemlerden bir tanesi olarak alanyazında yerini alırken, bağımlılık konusuna geçmeden önce sosyal medyanın etkileri ayrı bir başlık altında incelenmiştir. Ailede anne-baba ve çocuk arasında iletişimde birebirlik çok önemlidir. Bireyler çocukluk döneminde ve özellikler ergenlik döneminde anlayış ve ilgiye çok fazla ihtiyaç duymaktadır. Bu dönemde ebeveyn ve çocuk arasında sorunların üzerinin kapatılması, problemleri daha fazla artırmaktadır. Bu durum aile içi ilişkilerin ve iletişimin bozulmasını tetiklemektedir. İletişim bozukluğunu çözmenin yolu aile içinde açık iletişim yani doğrudan iletişim unsuru olan karşılıklı konuşmadır. İletişimsel problemlerin çıkmaması ve en aza indirgenebilmesi için ebeveyn ve çocuk arası diyaloglar sık tutulmalı ve çocuğa karşı arkadaşça bir tavır sergilenmelidir. Çocuğa ne kadar arkadaş gibi yaklaşım gösterilirse o kadar iletişimsel problemler ortadan kalkacaktır. İletişimin geçekleşmesi için aile üyelerinin bir arada olması önem arz etmektedir. Günümüzde insanlar arası iletişim için bir aradalık şartı ortadan kalkmıştır. Ancak aile içerisinde sağlıklı iletişim için bu şart hala anlam ifade etmektedir. Çünkü aile üyelerinin yüz yüze aynı ortamda olması, birlikte zaman geçirmesi ve açık bir şekilde konuşma yoluyla iletişim kurması, aile içi iletişimin en yalın halidir ve problemler karşısında en kolay çözüme ulaştıran yoldur. Günümüzde ailenin bir aradalığı eskiye oranla çok azalmıştır. Kadının çalışma hayatına atılmasıyla ailede anne de baba da sadece iş çıkışı akşam bir araya gelebilmektedir. İşten gelen anne-baba ve okuldan gelen çocuğun bir arada bulunabildiği akşam saatleri aile iletişimi için kaçırılmayacak zaman dilimleridir. Ancak internet ve sosyal medyanın hayatımıza girişiyle aileye ayrılması gereken bu ortak zamanın kullanımı iyice kısıtlanmaktadır. İnternet yoluyla sosyalleşme çabası olan Facebook kullanımı özellikle gençler arasında ciddi oranda popüler olan bir etkinlik haline gelmiştir. Gençler artık zamanın önemli bir kısmını Facebook’ta geçirmektedir. Devamlı sosyal medyada zaman geçiren bireylerden dolayı aileye ayrılan zaman daha da azalmaktadır. İletişimin sosyal medya aracılığıyla yapıldığı gözlemlenmektedir. Akıllı telefonların çıkışıyla birlikte bu daha çok yaygınlaşmıştır. Çünkü Facebook’a bağlanma artık ellerinin altında sağlanmaktadır. Bu durum gençlerin ve aşırı olmasa da yetişkinlerin evde oturduğu yerde, çarşıda, okulda ders esnasında, seyahatte, partide hatta tuvalette bile Facebook’tan kopmamasına ortam hazırlamıştır. Bu atmosferde gerek toplumsal ilişkiler gerekse aile içi iletişimde sanal âlemin içinden kopamayan bireyler gerçek yaşamsal iletişimlerini aksatma yönünde sıkıntıya girmektedir. Sosyal medya ve aile içi iletişim bağlamında odaklandığımız temel nokta Facebook’ta geçirilen sürenin, zaten kısıtlı olan ailenin birlikte geçirebileceği zaman dilimlerini azaltmasıdır. İnternette sosyalleşme için harcanan vaktin aslında insan ilişkileri açısından daha önemli olan yüz yüze açık iletişim için ayrılacak zamanı çalması Facebook’un aile içi iletişimi üzerindeki etkisinin temel unsurudur. Neredeyse sadece akşam vakitleri bir arada olan aile üyelerinin, o zaman dilimini de sosyal medyada geçirmesi aile içi iletişim açısından büyük sorun teşkil etmektedir. Gençlerin odalarına çekilip sosyal medya hesaplarında dolaşmaları ebeveynleri ile olan ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir. Aile üyeleri ile birlikteyken sosyal medyaya bağlanma durumu üyeler arası açık iletişimi sekteye uğratacağı için aile içi iletişimi olumsuz etkilemektedir. Sanal âlemde gezinen bireyin dikkati o yöne kayacağı için etrafında olan bitenden kendini soyutlayacaktır. Bu nedenle ister anne-baba ister çocuk olsun aile üyeleri bir aradayken sosyal medyaya girme sıklığını ve süresini azaltmalıdır. Sosyal Medyanın Bireylerin Sosyalleşmelerine Etkileri: Bireylerin sosyalleşmesi, içinde bulunduğu toplumun bir üyesi olarak rollerini almalarıyla, toplumun egemen kurallarını benimsemeleri ve uygulamalarıyla başlamaktadır. Ancak bu başlangıç ilk olarak aile kurumuyla daha sonraları ise okul, akran grupları, yönetsel birimler, dernekler, komşu kümeleri gibi gruplarla devam etmektedir. Çünkü toplum, bu etmenlerin tamamından oluşan bir olgudur. Yapılan araştırmalarda çoğu toplum bilimci sosyalleşmenin etmenleri konusunda birincil ve ikincil kümeler olarak ayrıştırmaya gitmiştir. Bireyin toplumsallaşmanın birincil kümelerin başında aile, akran grupları, arkadaş grupları, oyun kümeleri, okul gibi topluluklar yer almaktadır. Toplumsallaşmanın ikincil kümelerinde göze çarpan temel hususlara baktığımızda ise birincil kümelere göre daha uzak, daha resmi, daha az duygusal ve daha az kişiselliğin olduğunu görmekteyiz. İkincil kümelerinde ilişkiler oldukça kısa sürelidir. Birincil kümeler seçilmiş ve ayrıştırılmış bireylerden oluşup az sayıda kişilerden oluşurken, ikincil kümelerde sayıca fazlalık söz konusudur. Birincil kümelerde devamlı zaman geçirilen bireyler bulunmaktadır. Birincil kümelere göre ikincil kümelerde bulunan kişiler daha az zaman geçirdiğimiz bireyler olarak nitelendirebiliriz. Bunların dışında farklı olarak ele alınması gereken küme kitle iletişim araçlarıdır. Kitle iletişim araçlarının 20. yüzyıldan itibaren toplumsallaşma üzerinde ciddi etkisi söz konudur. Burada önemli olan nokta kitle iletişim araçlarının yaş ya da dönem fark etmeksizin tüm bireyleri etkileme kapasitesine sahip olmasıdır. Kitle iletişim araçlarında, birincil kümelerde görülen yüz yüze ilişki olması durumunun farklı bir versiyonu görülmektedir. Kitle iletişim araçlarında iletişim tek yönlüdür. Buradaki ilişkinin sıklığı ve süresi ise bireylerin denetimindedir. Kitle iletişim araçlarından radyo, televizyon, gazete, dergi vb. ikincil kümelerin kişisellik eksikliğini gidermek için kullanılmaktadır. Ancak bu açıdan da tek yönlü bir iletişim olduğu için bireyin sağlıklı toplumsallaşmasında yetersiz kalmaktadır. Bu nedenle de kitle iletişim araçları sadece bireyin toplumsallaşmasına yardımcı bir unsur olmaktadır. Kitle iletişim araçları kişinin sosyalleşmesinde önemli bir rolü yoktur. Bugünün şartları açısından değerlendirme yapacak olursak bireylerin toplumsallaşmasında son dönemlerde bağımlılığa doğru sürüklenmekte olduğumuz sosyal medya araçlarının da ele alınması gerekmektedir. Bir iletişim aracı olarak internet, artık diğer medya araçlarının yerini almış durumdadır. İnsanlar internetten mesajlaşma, gazete okuma ve TV izleme gibi imkânlara sahiptir. Ayrıca yüz yüze görüşme formatından uzak, sanal bir etkileşim olduğu için oldukça esnek bir ortam yaratmaktadır. Bu esneklik ve internetin diğer medya araçlarının işlevlerini kapsayıcı özelliği sayesinde kullanıcılar için çevrimiçi iletişim, daha cazip hale gelmektedir. Bu durum insanların iletişim kurma ve sosyalleşme formatında değişime neden olmaktadır. İnternet erişiminin kolaylığı kitap okuma, dizi izleme ya da herhangi bir bilgiye kolay bir biçimde erişim imkânı sunmaktadır. Günümüzde neredeyse çoğu bilgilere istediğim zaman rahatlıkla internet aracılığıyla erişmek mümkündür. Ama bu erişim kolaylığı asosyalleşmeyi de yanında getirmektedir. Günümüzde bilgisayar ve internet kullanımı oldukça yaygındır. İnternetin çeşitli amaçlarla kullanılmaya başlanmasıyla birlikte bir sanal dünya âleminin ortaya çıkışı söz konusu olmuştur. Gelinen son noktada sanal âlemin en popüler unsurunun Facebook olduğunu görmekteyiz. İnsanların 2003 yılında tanışmış olduğu bu sosyal paylaşım sitesiyle Facebook ağı içerisinde bir sosyallik alanı oluşturmuşlardır. Toplumsal paylaşım sitesi misyonuyla ortaya çıkan Facebook’ta çoğu zaman sanal dünya ile gerçek dünya arasındaki sınırın belirsizleştiğini, Facebook’ta arkadaş bulma, siyasi ve sosyal düşünceler üzerine tartışma, fikir alış verişinde bulunma, Facebook aracılığıyla tanışma ve tanışık olanlarında iletişimini pekiştirerek evlenmeleri gibi ciddi kararların da alındığını görmekteyiz. Yani Facebook kullanıcıları gerçek hayattaki aktivitelerinin büyük bir çoğunluğunu artık sanal ortamda da gerçekleştirebilme imkânına sahiptir. Konuşan, iletişim kuran, aktaran insanlar teknolojinin toplumsal hayatta kullanımını bir hobiden çok, ihtiyaç haline getirmişlerdir. Ancak buradaki iletişimin aşırılığa kaçmasından dolayı yüz yüze iletişim yetersiz kalmaktadır. Burada anlatılmak istenen, yüz yüze iletişimin öneminin ya da gerçekliğinin azalması değildir. Sadece insanlar iletişim kurmada daha kolaya kaçmaya çalışırken, sosyal medya iletişimini gereğinden fazla hayata sokmaktadır. Bir açıdan amaçlanan şey iletişim pratikliğiyken denge kurulamadığı için vazgeçilmez iletişim yoluna dönüşmüştür. Bu nedenle beden dili, jest ve mimiklerle daha ikna edici olan yüz yüze iletişim yerini soyut, duygudan yoksun ve güven teması eksik olan sosyal medyaya bırakmıştır. Sosyal medya aracılığı ile kurulan iletişim de yanlış anlamalara açık bir iletişim şeklidir. Çünkü mimik ve beden dili görülmediği için farklı anlaşılmalara çok açıktır. “Sistem insanı insana, yaşama yabancılaştırırken, aynı zamanda onu yalnızlaştırıyor. Tek başına bırakılan insanı, evlere, apartmanlara, iş yerlerine hapsediyor. Yüz binler, milyonlar içinde yalnız, yabancı ve sadece tüketen bir insan kişiliği yaratan sistem, sonra da sanal bir dünyayı çözüm olarak insanların önüne koyuyor. "Sosyal ağ" dedikleri bu sanal dünya, insanı bireyselleştiren, yalnızlaştıran dünyasında bir kurtarıcı gibi sunuluyor. Yalnızlaştırılan, insana, insani değerlere, insan ilişkilerine yabancılaştırılan milyonlarca insan için suni çözümler üretilerek, insanlara sanal bir dünya sunulmaktadır. Günlük yaşamda, apartmanındaki, sokağındaki, işyerindeki, okulundaki insanlardan uzak duran, onları tanımak için çaba harcamayan milyonlarca insan bilgisayar dünyasının beyaz camından "arkadaşlıklar" kurmaya çalışıyor. Sohbet grupları oluşturuyorlar. Saatlerini, günlerini harcadığı bu suni ilişkide, yüz yüze ilişkigünlük yaşamın paylaşılması yoktur. Magazin vardır, boş sohbetler vardır, vakit öldürme vardır” Aile içi iletişim ya da iletişimin her biçiminde, her şeyden önce iletişim kuracak bireylerin birbirlerine yeterli zaman ayırması gerekmektedir. Ancak yaşanan toplum ve teknolojik değişimler, yoğunlaşan iş yaşantıları nedeniyle günümüzde aile üyelerinin birbirlerine zaman ayırmakta zorlandıkları görülmektedir. Çağdaş kent ailesi, boş zamanların birlikte değerlendirilmesi yönünden önemini kaybetmiştir. Ailenin boş zamanları birlikte değerlendirme işlevi, aile dışına kaymıştır. Günümüzde bu işlevi artık başka unsurlar yerine getirmektedir. Türkiye’de özellikle gençlerin boş zamanını değerlendirme faaliyetleri daha çok pasif halde gerçekleşmektedir. Bu pasif aktivitelerin başında da internette vakit geçirme gelmektedir. Sosyalleşme yönünde hiçbir faaliyet göstermemektedir. Gençlerin büyük bir kısmı sosyal medya araçlarını sosyalleşme olarak görmektedir. Toplumumuzda gençlerin yarısı boş zaman değerlendirme etkinliği olarak bilgisayar ve internet kullanmaktadır. Gençler kendi odalarında yalnız bir şekilde, internetin başında vakit geçirdikleri için başka sosyal aktivitelerden ve arkadaşlık ilişkileri kurmaktan uzak kalmışlardır. Gençler ve çocuklarda TV izleme, spor yapma, arkadaşlarla zaman geçirme gibi faaliyetlerin yerini internet almıştır. Bu durumu daha da kötüleştiren ise ebeveynlerin bu boş zamanın ayrı geçirilmesi durumunun farkındalığının bulunmamasıdır. Çünkü artık ebeveynler de boş zamanlarını değerlendirirken internet kullanmaya başlamışlardır. Bundan dolayı boş zamanlarının ayrı geçirildiğinin farkına varılmamaktadır. Sosyal medya kullanımı zamanla bağımlılık haline gelmişse bağımlıların sosyal ilişkileri ciddi derecede zayıflamaya başlamakta, aileleriyle, arkadaşlarıyla, iş yerinde ya da okulda problemler yaşamaktadır. Kişi aşırı sosyal medya kullanıcısı olmuş ise davranışlarında başkalarının onay ya da reddine muhtaçlık, özgüven yoksunluğunda artış gözlenmekte ve fark edilme ihtiyacını zirvede yaşıyor demektir. Bu nedenle gerçek hayatta attıkları her adımı Facebook’ta paylaşma ihtiyacı hissetmekte ve üzerine dikkat çekmeye çalışarak ilgi odağı olmak istemektedir. Bu durum da kullanıcıyı narsist bir eğilime sürüklemekte zamanla gerçek yaşamındaki sosyal iletişim becerisini kaybetmektedir. Birey sosyal medya hesaplarından yaptığı paylaşıma beğeni ya da yorum gelmesi onu mutlu etmektedir. Bu şekilde fark edildiğini düşünmektedir. Facebook insanların zamanının büyük kısmını ele geçirebilmektedir. Bireylerin çoğu Facebook’u açarken “iki dakika bakıp çıkayım bildirim/mesaj/beğeni var mı?” mantığıyla düşünmekte ancak en az bir saatini burada farkına varmadan harcamaktadır. Eskiden insanlar bilgisayar başında bu kadar vakit geçirmezken günümüzde Facebook’a giriş yapıldığında zaman kaybı başlamaktadır. Kim kiminle ne yapmış, hangi fotoğrafları çekilmiş, nerelere girmiş, kiminle ilişkisi var derken zaman hızla yok olmaktadır. Bu durumlar insanlarda o kadar bağımlılık yapmış ki kişi Facebook’ta bulunmazken hayattan geri kaldığını düşünmekte ve her gün bir defa muhakkak Facebook sayfasını kontrol etmektedir. Ayrıca Facebook hesabını donduranların çoğunun tekrar aktifleştirmesi de Facebook’un ne denli bağımlılık oluşturduğunun göstergesidir. Sosyal Medyanın Çocuklar Üzerinde Etkisi Dünyada gelişmiş ülkelerde bilgisayarda oyun oynama ve çalışma noktasında her zamankinden daha fazla zaman harcamaktadır. 2000 yılının son çeyreğinden bu yana okullarda internet erişimi hızla artmıştır ve bu dönemde internet 8,6 milyona ulaşmıştır. Bu durum, çocukların internet kullanımını endişe verici boyutlara ulaştırmıştır. Çocuk ve gençlerde internet bağımlılığının en sık görülen alanlarından biri oyun bağımlılığıdır. Çevrimiçi katılımla birçok kişi birlikte internet üzerinden oyun oynayabilmektedir. Oyun bağımlılığı günümüzde öyle bir boyutta gelmiştir ki artık internet bağımlılığının bir alt dalı olarak değil başlı başına bir alan olarak değerlendirilmektedir. Çevrimiçi oyun oynama bağımlılığı ilkokul çağına kadar düşmüştür. Yani yediden yetmişe nerdeyse tüm yaşlarda oyun bağımlılığı bulunmaktadır ve buda çocukların ve gençlerin boş zamanlarını doldurmak için bir araç olarak görülmektedir. Teknoloji çağındaki nesil ile geleneksel dönemdeki nesil arasında önemli farklar söz konusudur. Geleneksel dönemde çocukların oyunları ve oyuncakları teknolojik cihazlar değildi. Çocukları sokakta arkadaş gruplarıyla çeşitli oyunlar oynayarak vakit geçiriyorlardı. Teknoloji çağının başlamasıyla ilerleyen dönemlerde çocuklar atari salonlarında ye da evdeki bugüne göre basit kalan cihazlarla vakit geçirmeye başladılar. Günümüzde ise durum bambaşka bir görünüm almıştır. Artık ailede herhangi birinde akıllı telefon bulunması internet ve sosyal medyanın her an yanınızda olması, hayatınızı ve sosyalliğinizi yakından etkiliyor olması demektir. Artık bireyler mobil cihazlarıyla bütünleşmiş bir şekilde her an sanal âlemde bulunma çabasındadır. Özellikle gençlerde bu durum hat safhaya çıkmış bulunmaktadır. Gençler akıllı telefonlar aracılığıyla yer bildirimi, sosyal medya hesaplarından fotoğraf paylaşımı yaparak sanal âlemde bulunma gayreti göstermektedirler. Her an her yerde akıllı telefonlarla bir bütün olarak yaşama gayretindedirler. Aşırı internet kullanımı modern yaşamın getirisi olarak kaçınılmaz bir problemdir. Tüm zamanını ekran başında geçiren çocuklar gelişimsel ve psikolojik açıdan bazı sıkıntılara maruz kalmaktadır. Sosyal medya bireylere her ne kadar sosyalleşme imkânı sunsa da genel anlamda bireyselliğe ve yalnızlığa mahkûm etmektedir. Bu nedenler ebeveynlere düşen görev ve sorumluluk ekran bağımlılığını yok etmek için çocuğu arkadaşlarıyla yüz yüze iletişime ve fiziksel aktivitelere teşvik etmesidir. Aynı zamanda ebeveynler kendileri de bu noktada çocuklarına örnek olmalı, çocuk için özel vakit ayırıp birlikte zaman geçirmeye özen göstermelidir. Sürekli zamanının ekran başında geçiren çocuklarda hayal gücü gelişmemektedir. Yaratıcı oyuncaklarda başarılı olmayacakları için televizyon izleme ya da akıllı telefonlarda oyun oynamaya eğilimi oluşacaktır. Sanal âlemde kurulan iletişim gerçek hayattaki iletişime göre daha rahat ve kolay bir biçimde gerçekleşmektedir. Ancak burada altı çizilmesi gereken kısım sanal âlemde sosyalliğe koşulurken fiziksel anlamda bireyselleşmenin fazlalığıdır. Sanal âlemde yalnız değilim düşüncesi bireyi her ne kadar tatmin ediyor görünse de hem fizyolojik hem psikolojik ciddi olumsuzluklara yol açtığı göz ardı edilmemelidir. Çünkü bireylerin toplumsal ilişkilerini sadece ekran aracılığıyla devam ettirmesi mümkün değildir. Bu durum bir müddet sonra çölde görülen serap gibi anlamsızlaşmaya başlayacaktır. Sosyal Medya Kullanımın Ebeveynler Üzerindeki Etkisi Günümüz bilgi toplumunda internet ve sosyal medya, sosyal ve kültürel boyutları olan bir araçtır. Bilgisayar kullanımı ve internet, toplumun mevcut sosyal yapısını ve insan ilişkilerini değiştiren bir potansiyele sahiptir. Bireylerin internette geçirdiği zamanın diğer bireylerle iletişim kurmada geçirdikleri zamandan daha fazla olduğu ortaya çıkmıştır İnternet kullanımıyla paralel seviyede artan sosyal medya kullanımına baktığımızda Sosyal Medya üye sayısı ciddi rakamlara ulaşmıştır. Bir sosyal ağ sitesi olan Facebook günümüzde sadece gençlerin kapladığı bir sosyal medya alanı olmaktan öteye geçmiştir. Çıkışında sadece Harward Üniversitesi gençlerine yönelik olan bu toplumsal paylaşım aracı artık her yaş, meslek ve statüden insanı içinde barındıran bir mecra haline gelmiştir. Facebook toplumsal hayatta ve bireysel günlük yaşamımızda ciddi anlamda fazla yer tutmaya başlamıştır. Bu durum artık sadece çocuklar ya da gençler üzerinde sınırlı kalmayıp ebeveynleri de içine dâhil etmiştir. Sosyal Medyada zaman geçirmek, farklı etkinliklere ayrılan zamanı azalttığı için insanların yaşamları üzerinde olumlu etkilerinin yanında zaman katili olarak ve insanların yüz yüze iletişim kabiliyetlerini köreltme etkisi de göz önünde bulundurulmalıdır. Facebook çıkışından sonra eğlenceli ortamı sayesinde binlerce insan arasında hızlıca yayılmıştır. Ancak gelinen noktaya kadar meydana çıkardığı olumsuz etkiler nedeniyle de bilim adamlarının araştırma için odaklandığı alan haline gelmiştir. Bu konuda yapılan kapsamlı bir çalışma 500 milyonu aşkın insanın günün büyük bir bölümünü Facebook’ta geçirdiğini saptamıştır. Kanada York Üniversitesinin yaptığı araştırmada ise Facebook’u aşırı kullananlarının narsist eğilim gösterdiği ortaya çıkmıştır. İnsanların çoğunun facebook üzerinden oyun oynayarak ya da arkadaş profillerini ziyaret ederek boş zamanlarını geçirdikleri bir gerçektir. Günümüzün teknolojik yeniliklerinden en fazla etkilenen kitle çocuklar ve gençlerdir. Giderek artan iletişimsel kolaylıklar kilometrelerin önemini kaybettirmiş gibi görünmektedir. Bu sınırsız gelişmelerden çocuklar ve gençler ne kadar memnun görünseler de onlar üzerinde bu durumun perde arkası etkileri çok olumlu olmamaktadır. Tam anlamıyla sosyal paylaşım ağlarındaki paylaşımların öznesi olan çocuklar için durum giderek kötüye gitmektedir. Geleneksel dönemde çocuklar sokakta oyun oynar, mahalle maçları yapar, akşam komşu misafirliğine giderken şimdi Facebook’ta sanal çiftlik, sanal arkadaşlıklar, sanal oyunlar ve sanal muhabbetlerle vakit geçirmekte ve toplumda ekrana bağımlı bir nesil yetişmektedir. Bu durumda çocukların sosyalliklerini olumsuz yönde etkilemektedir. Çocukların ve gençlerin bu durumdan dolayı kendilerine olan güvenleri azalmış, sevilmeme, dalga geçilme korkusu yaşamaya başlamışlar ve mutsuz bir nesil yetişmektedir. Ders çalışma esnasında Facebook sayfasını açık tutan öğrencilerin başarı oranının düştüğü saptanmıştır. Facebook kullanıcısı olan ile kullanıcı olmayan öğrencilerin başarıları arasında ciddi fark gözlenmiştir. Öğrencilerin savunma olarak “arada bakıp çıkıyorum” mazereti hiçbir geçerlilik taşımamaktadır. Bu başarısızlığın temel sebebi Facebook’un aşırı dikkat dağıtmasıdır. Çocuğun Facebook üzerine yoğunlaşan dikkati dersine vermesi gereken ilgiye engel olmaktadır. Bu durum kitap, gazete, dergi vb. okurken de geçerlidir. Akıllı telefonlara gelen her bildirim ya da etkileşim dikkat dağıtmaktadır. Ebeveynlerin Facebook kullanmak istemeyen kitlenin de sırf çocuğunun özetim ve denetimini sağlamak amacıyla Facebook’a üye olduğunu söyleyebilmekteyiz. Facebook uygulaması üzerinden çocuklarının arkadaşlarını da erişilebilir ya da onlarla da arkadaşlık kurulabilir. Bu durum da çocukları bir hayli rahatsız etmektedir. Facebook kullanımının ebeveynlere etkisi bir anlamada çocuklarını gözetleme kolaylığı sunmasıdır. Yalnız Facebook kullanımın ebeveynlere etkisi sadece çocuklarını takip etme noktasında değildir. Ebeveynler bunun yanında Facebook’u kişisel olarak kullanmaktan zevk aldıkları için de kullanmaktadır. Bu durumda Facebook kullanımının çocuklar kadar ebeveynleri de etkisi altında bıraktığı görülmektedir. Fakat bağımlı olarak sosyal medya kullanmanın çocuklara olan etkisinden ebeveynlere olan etkisi farklıdır. Sosyal Medya Ağlarının etkisi gençler üzerinde sosyal ilişkilerin bozulması yönünde olmakta ancak ebeveynlerde bu durum çiftlerin boşanma yüzdesini arttırıcı yönde etki etmektedir. Bazen evli bireyler eşlerinden çok eşlerinin eskiden birlikte olduğu kişileri takip etmektedirler. Özellikle genç kadınlar arasında Sosyal Medya bağımlılığı daha hızlı artmaktadır. Bu durum da eşler arasındaki güven problemini ortaya çıkararak tartışmalara neden olabilmektedir. Ayrıca sürekli sanal âlemde sosyalleşmeye çalışan bireyler eşini ve çocuklarını da ihmal edebilmektedir. Sanal âlemde tanımadığı kişiler yeni arkadaşlıklar edinmek için etkileşim içerisinde olmak evliliklere zarar vermektedir. Günümüzde sosyal medyadan dolayı boşanmalar artmıştır. Duygusal anlamdaki birlikteliklere de sosyal medya zarar vermektedir. Bilgisayar ve internet kullanımı geniş bir kullanıcı kitlesine sahip olmakla birlikte çoğunluğu gençler ve çocuklar oluşturmaktadır. Bu nedenle internet kullanımında ailelerin bilinçlendirilmesi ve eğitilmesi konularına odaklanmak gerekmektedir. Sosyal medya ya da internet kullanımından dolayı aile üyelerine zaman ayırmama durumu ortadan kaldırılması için bu çok önemli bir konudur. Günümüzde gelişen teknoloji ve erişimim kolay olmasından dolayı internet ve sosyal medya kullanımı gün geçtikçe çoğalmaktadır. Modern çağın getirmiş olduğu bu yenilikler, aile içi iletişimi, akran iletişimini ve ebeveyn- çocuk iletişimine zarar vermektedir. İnternet ve özellikle sosyal medya kullanımı insanların zamanının büyük bir kısmını ele geçirmektedir. Birey kendini sanal ortamda özgüven açısından daha rahat hissetmektedir. Sosyal çevresinde az arkadaşı olan ya da sosyal çevre edinemeyen çocuklar ve gençler sosyal paylaşım sitelerinde tanışık olduğu olmadığı herkesi arkadaşı olarak ekleyerek psikolojik olarak tatmin olmaktadır. Nitekim uzmanlar da sosyal paylaşım ağlarında fazla zaman harcayan çocuk ve gençlerin içine kapanık, özgüveni düşük, alıngan, utangaç, sosyal ilişkileri zayıf, iletişim becerilerinden yoksun karakterde olduklarını belirtmektedir. Sosyal medya kullanıma çocuklar ve gençler üzerinden baktığımızda, ders ve akademik başarılarında da düşüş olduğu belirtilmektedir. İletişim becerisi ve özgüveni düşük çocuklarda sosyal medya kullanım oranı daha fazladır. Sosyal medya kullanımının etkisi çocuklar ve gençler için toplumsal ilişkilerin zarar görmesi yönünde olsa da ebeveynlerde bu durum daha farklıdır. Eşler arasında sosyal medyanın etkisi boşanma yüzdesini yükseltici yönde etki etmektedir. Eşlerin sosyal medya kaynaklı birbirlerine ayrılan zamanın kısalması, sosyal medyada yapılan paylaşım, beğeni, etkileşim vb. durumlar zaman zaman tartışmalara sebep olmakta hatta bu tartışmaların sonucunda boşanma durumuna kadar gidilebilmektedir. Sosyal medyada etkileşim, internet ortamında kişilerin bilgi alışverişine devam etmesi durumdur. Dijital ortamda bireyler katılımcı olarak birbirlerini etkilemektedirler. Bireyler sosyal medyada paylaşılan içeriklere yorum yazmakta, farklı veri girişleri yapmakta, böylelikle bilgi web ormanındaki bilgilerin anlamını zenginleştirmektedir. Ama bu etkileşimler gençler ve çocuklarda farklı ebeveynlerde farklı sonuçlar doğurmaktadır. Gençlerde duygusal anlamda olan ilişkilerde tartışmalara anne-babalarda ise bu etkileşimler sonucunda kıskançlık durumuna ve bazen de boşanmalara sebep olabilmektedir. Normal hayatta insanların aldatma ortamı sosyal medya ortamında olduğu kadar kolay olmadığı için önceki yıllara göre sanal âlemde başlayan ilişkilerin gerçek hayata yansımasıyla aldatma oranlarında artış yaşanmıştır. Burada belirtmemiz gereken önemli bir konu eşlerin aldatışında tek etkenin sosyal medya olmadığıdır. Bu konularla ilinti olarak Facebook, hâlihazırda eşiyle mutlu olmayan bireyin içinde bulunan aldatma dürtüsünü rahatça uygulamaya geçebileceği bir saha olarak ve aralarında güven problemi olan eşlerin bu şüphelerini daha fazla tahrik eden etken olarak tehlikeli görülmelidir. Sosyal medya kullanımı gençler ve çocuklar arasında daha yaygın olduğundan, sosyal medyanın belki de en tehlikeli durumu cinsel istismardır. 11-18 yaş aralığında olan çocuklar; tehlikenin nereden geleceğini bilemeyen, hiç tanımadığı insanlara bile güvenecek yaşta olan bu çocuklara sosyal medya açık bir tuzak durumuna dönüşmüştür. Normalde çoğu ebeveyn çocuğunun kimlerle arkadaşlık ettiği hakkında genel anlamda bilgi sahibi olurken sosyal medya (Facebook) nedeniyle ebeveynlerin denetimi ciddi derecede azalmıştır. Günlük yaşantısında küçük yaşlardaki çocuklar için kurulması mümkün olmayan gönül ilişkilerinin oluşumu sosyal medya aracılığıyla kolay ve cazip duruma gelmesi, gizli olması ve esnek olması gibi faktörler nedeniyle çocukların art niyetli kişiler tarafından kandırılmaları daha da kolaylaşmaktadır. AİLEDE MADDE BAĞIMLILIĞIYLA MÜCADELE Yapılan çalışmalar incelendiğinde aile işlevlerinin çeşitli araştırmacılar tarafından ele alındığını göstermektedir. Ailenin ekonomik ihtiyaçları karşılamak, statü sağlamak, çocukların eğitimini planlamak, din eğitimi vermek, boş zaman faaliyetlerini gerçekleştirmek, aile üyelerinin birbirini koruması ve karşılıklı sevgi ortamı yaratmak gibi paradan sağlığa, duygulardan kendini ifade etmeye gibi çok geniş biçimde ele alınır. Aile işlevlerinden cinsellik, doğurganlık ve birincil toplumsallaşma üzerinde daha yaygın bir anlaşmanın olduğunu ifade edilir. Aile bir sistem olarak ele alındığında, aile içinde madde bağımlısı bireyin olması aile sistemini olumsuz yönde etkilemekte ve ailede karmaşık sorunların oluşmasına yol açmaktadır. Madde kullanımı ve bağımlılığı, bireyin kimyasallarla (bir kısmı tıp içi bir kısmı da tıp dışında kullanılan maddeler) kurduğu ilişkide özdenetim ve özerkliğini kaybetmesi, özgür olamama ve özgüllüğün ortadan kalkmasıyla gelişen çok boyutlu ve çok yönlü sorunsaldır. Bu kimyasalların ortak yönü beyin ve bağlantılı sistemleri etkilemesi, yaşam için gerekli olmaması ve sahte bir iyi oluş hali yaratmasıdır. Günümüzün önemli sorunlarından biri olan alkol ve alkol dışı madde bağımlılığı sorunu yalnız bireyi değil, bireyin içinde bulunduğu aileyi de etkilemektedir. Bağımlılık tedavisinde kısa bir süre öncesine kadar bağımlı birey odak alınmaktaydı ve bağımlı bireylerin yakınları önemsenmemekteydi. Alkol bağımlısı birey, özellikle de erkek olan bağımlı birey yıllar boyunca araştırmaların ve tedavilerin neredeyse tümünde en büyük dikkati üzerinde toplamıştı. Alkol bağımlılarının eşleri ve akrabaları alkol bağımlısı bir üyesi olan ailelerdeki etkileşimler ve gelişmelere dikkat çekmeye başlamıştır. Bu zamana kadar sadece alkol bağımlısı birey için kabul gören hastalık kavramı, ailedeki her bireyin bağımlılıktan etkileneceğinin anlaşıldığı noktada “ aile hastalığı ” kavramına çevrilmiştir. Daha sonra eş bağımlılık (codependence) olarak genişletilen bu terim, alkol bağımlısı bireye yönelen uyumsuz ve sağlıksız tepkileri tarif etmek üzere türetilmiştir. Buradaki vurgu yine ilişkiseldir. En geniş anlamıyla karşılıklı bağımlılık ifadesi başka birinin hakimiyetine tepkisel, itaatkar biçimde karşılık vermeyi tanımlamaktadır. Bağımlı aile, aile üyelerinden birinin bağımlılık sorunu yaşadığı veya bu durumu telafi etmeye çalışan ailedir. Aile üyeleri bağımlı bireyin kontrol kaybına rağmen aileyi ayakta tutmak için mücadele ederler ve bu bir arada tutmayı bağımlı bireyin kontrol kaybı olduğu inkarına katılarak yaparlar. Bu başlı başına bir görevdir. Aile, farkındalıkla ilgili belli algıları sistematik olarak konu dışı bırakarak, algılanan duruma alternatif açıklamalar türeterek sebep ve sonuç ilişkisini tersine çevirerek veya karıştırarak bunun üstesinden gelmeye çalışır. Bu tabloda aile üyelerinin ihtiyaçları, istekleri ve hissettikleri bağımlı bireylerinkine göre ikinci plandadır. Bu durum ailelerin kimliğine ve günlük davranışlarına iyice entegre olur ve aile sisteminin parçası olur. Bu aile sisteminin bütün aile üyeleri için bir bedeli vardır. Aile içinde fiziksel ve duygusal belirtiler ortaya çıkar ve bireysel gelişim sıklıkla ailenin sürdürülmesi için feda edilir. Bu bağlamda profesyonellerin müdahalesi ortaya çıkan bu belirtilerin hafifletilmesi ve bireysel gelişimin yeniden canlandırılmasıdır. Bunu sağlamanın yolu aile üyelerini aile sisteminden uzaklaşmalarını sağlamak veya sistem içindeki yerlerini değiştirmeye yardımcı olmaktır. Madde bağımlılığını aile işlevlerine ve ilişkilerine etkisi bağımlı bireyin hem eş ile ilişkileri hem de çocuğu ile ilişkiler açısından ele alınabilir. Eş ile ilişkiler yönünden ele alındığında bağımlılığın evliliği birçok yönden etkilediği görülmektedir. Bağımlı bir aile üyesinin varlığı evlilikten beklenen rollerde değişiklikler ortaya çıkarmakta ve evlilikte yeniden yapılanma meydana getirmektedir. Bağımlılık süreci ile birlikte eşler arasında denetim mekanizması devreye girmekte ve bu durum çok özellikli bir ilişkiye neden olmaktadır. Ailenin korunmasından çocuklara ilişkin sorumluluk ve ödevlere kadar aile sisteminin devamını sağlamaya yönelik birçok görev eşe bırakılmaktadır. Böylelikle, aile sisteminin devamında eş belirleyici bir rol oynamaktadır. Çocuk ile ilişkiler açısından ele alındığında ise ebeveynlerde madde kullanımı ile çocuklarda görülen sorunlu davranışlar arasında nedensel bir ilişki görülebilir. Aile içi ilişkinin niteliği ve biçimi bu sorunlu davranışların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Ebeveynlerde madde kullanımı, çocukların gelecekte benzer bir sorunu yaşamasına neden olabilir. Bağımlı ebeveyne sahip çocuklarda depresyon, anksiyete, düşük benlik saygısı, bilişsel işlevlerde düşüklük görülmektedir. Bu çocuklarda aynı zamanda evden kaçma, yalan söyleme, kavga etme, hırsızlık yapma gibi ciddi davranışsal sorular görülebilmekte ve bu nedenle çocuklara sıklıkla davranım bozukluğu tanısı konulabilmektedir. Ailede, alkol kötüye kullanımı çocuk ihmali ve istismarları vakalarında en yaygın faktörlerden biridir ve çocuklara çok ciddi zarar verir. Ailelerinde alkol problemi varsa çocukların sosyal yaşamı ciddi ölçüde sınırlanır. Kötü bir manzarayla karşılaşmaları korkusuyla arkadaşlarını evlerine getirmede kendilerini mahçup hissederler. Eğer ihmal ediliyorlarsa arkadaşlarının evlerinin bu durumunu görmelerini istemezler. Bağımlı ailesinde roller Baş Yapıcı: Bu aile üyesi, problemli içiciye duygusal yönden en yakın aile üyesidir. Problemli içiciyi tehdit edebilen krizleri erteler. Baş yapıcı düzenli olarak içicinin davranışlarını gizler ve ailenin devamı için sorumluluğu üstlenir. Problemli içici, eşlerden biri olduğunda baş yapıcı genellikle diğer eştir. Problemli içici tek anne ya da babası ise başyapıcı genellikle en büyük çocuktur. Eğer, alkol kötüye kullanımı olan en büyük çocuksa baş yapıcı bir veya daha fazla ebeveyn baş yapıcı rolünü yerine getirmeye eğilimlidir. Kahraman: Bu rol ailenin en büyük çocuğu tarafından üstlenilir. Düşük benlik saygısı, yetersizlik ve suçluluk duyguları içindedir. Kaotik aile yaşamı gerçeğini başka yöne çeker. Başarı yönünden ailenin göstermelik rollündedir. Şamar Oğlanı: Ailenin yüz karası rolündedir ve ailenin tüm sıkıntılarında suçlanmaya açıktır. Sadece sıkıntılı davranışları ile dikkat çekebilir. Her zaman meydan okuyan ve savunmacıdır. Yaklaşan aile krizi zamanlarında, şamar oğlanı ailenin dikkatini muhtemel problemden uzaklaştırmak için aileyi kurtarmak adına kendi davranışı üzerine çeker. Yitirilmiş Çocuk: Şamar oğlanı gibi düzenli aile dikkatini sağlamada başarısızdır. Şamar oğlanının aksine iddiasız davranışları nedeniyle hiçbir güçlüğe neden olmaz. Nerdeyse aile üyelerine görünmez, İzoledir ve kendilik değeri düşüktür. Maskot: Maskot, şamar oğlanı ve yitirilmiş çocukla çoğu ortaklığa sahiptir. Maskot ailenin jokeridir stres dolu çevrede rahatlama ışığı sağlar. Sıkılıkla uygunsuz bir eylemle mizah aracılığıyla dikkat çekmeye zorlayıcı biçimde çabalar. Mizahı kullanma onun gerçek korku hissinin kılık değiştirmesidir. Ailede ebeleyenlerden birinin madde kullanımı kadar çocuklardan birinde de madde bağımlılığı görülebilir. Özellikle ergenlik dönemi madde kullanımı açısından son derece riskli bir dönemdir Fiziksel ve ruhsal alanda önemli değişikliklerin yaşandığı, hızlı büyüme ve olgunlaşma çağı olarak nitelenen ergenlik döneminin en önemli psikososyal özelliği kimliğin kazanılmasıdır. Ailesinden bağımsızlaşmaya başlayan ergen için bu dönemde arkadaşlık ilişkileri çok fazla önem kazanır. Genç, arkadaş gruplarına dahil olabilmek için kendini onların etkisine bırakır. Anne ve babanın yerini özdeşim kurdukları kişiler alır ve ergen bu kişilere benzemek ister. Bu dönemde kimlik karmaşası tüm gençlerin yaşadığı doğal bir süreç olarak belirmektedir. Kimlik bocalamasından çıkamayan ve olumsuz bir kimlik geliştiren ergen, madde kullanımı gibi önemli bir sorunlarla karşı karşıya kalabilir. Ergenlerde Madde Kullanımına Neden Olan Aile Faktörleri Ergenlerde madde kullanımına neden olan tek bir risk etkeninden ziyade arkadaş grubuna bağlı, ebeveyne bağlı, kişiye bağlı, toplumsal, kültürel ve biyolojik risk etkenleri gibi birkaç risk etkeninin bir araya gelmesinden bahsedilebilir. Ancak çalışmanın bu gözden geçirmede aile/ebeveyne bağlı risk faktörleri ele alınacaktır. Aşağıda ergenlerde madde kullanımı öncesinde ailesel risk faktörlerinin listesi yer almaktadır. Bu risk faktörleri madde kullanan ergenlerde, madde kullanmayan ergenlerin aksine önemlidir. . Tartışma, kavga, çatışma, çalma, aile krizi ya da yüksek stres içeren davranışlar gibi ailede önemli negatif davranışların varlığı. . Otoritenin daha az paylaşılması, kötü iletişim ve problem çözümünün ortaklaşa yapılmaması gibi kendine özgü ailesel ortamlar. Ebeveynle ilgili örnekler ve etkiler: Ebeveynde madde kullanımı, madde kullanmayan ancak aşırı talepkar ya da aşırı koruyucu ebeveyn (çocuğunun madde kullanımına son vermek için ona gözdağı verip onu tehdit eden ebeveynler bu şekilde çocuğu madde kullanan arkadaşlarına daha fazla iter ve kendilerinden uzaklaştırır. Ebeveyn yokluğu: Aşırı pasif anneler, ergenlerin, ebeveynlerinin madde kullanımını onayladıklarını algılaması, klasik olmayan ebeveynler (üvey ebeveyn, ebeveynin ve partnerlerin evlenmeden birlikte yaşaması, çoklu partnerler), ebeveynin çocuğuna yakınlık eksikliği, ergenin, ebeveynlere hissettiği yakınlık eksikliği, ergenlerin, ebeveynlerinden özellikle de babalarından sevgi ve destek konusunda yetersizlik hissetmesi, ebeveynler tarafından dayatılan katı kontroller ya da disiplin konusunda ebeveynler arasında anlaşmazlık, yasal problemi ya da antisosyal davranışları olan ebeveynler, ebeveynlerin ideal olarak olmasını istedikleri çocuk ile gerçekte nasıl olduğu konusundaki algılamaları arasındaki uyuşmazlık sorunların katmerleşmesine yol açar. Etkisiz baş etme mekanizmalarının kullanımı da cabası… Bununla birlikte, olumlu ebeveyn çocuk ilişkisi, anne-babanın çocuklarının hayatları ile ilgili olmaları, aile içinde tutarlı kurallar ve sınırlar, ebeveyn çocuk arasında bağ olması ergenlerde madde kullanımını önleyici etkenler olarak sıralanabilir. Ayrıca ailesel etkileşimlerle ilgili pozitif bağlanma, duygusal destek ve ciddi eleştirmenin bulunmaması, temel güven duygusu, ebeveynin çocuğu izlemesi, açık kurallar ve beklentilerin olması ergenler için koruyucu faktörler olarak ele alınmıştır. Çocuklarının madde kullandığını öğrenenen aileler biran büyük bir şok yaşamaktadırlar. Geçirdikleri bu şokun altında bir çok etken vardır. Bunlar şu şekilde sıralanabilir : - Çocuklarından beklentileri olan ebeveynler bir anda ciddi bir hayal kırıklığı yaşamaya başlar. Çocuklarıyla ilgili hayalleri, planları ve umutları tükenmiştir. - Neden benim çocuğum diyerek bunu hak etmedim duygusunu yaşarlar. - Bazen öfkeye dönüşebilen ve çocuğa yansıtılan ciddi bir suçluluk duygusu yaşarlar. Neyi eksik yaptıklarına dair kendilerini sorgularlar. - Sonraki aşamada ise aile, çevre baskısını düşünmeye başlar. Çevredeki diğer insanlar ne düşünecektir ve aile bu durumu onlara bu durumu nasıl anlatacaktır. - Aileler madde bağımlılığı sorunu ile nasıl başa çıkabileceklerini bilmedikleri için bir panik durumu yaşayabilirler. Ne yapmaları gerekmektedir ? Nasıl davranmalıdırlar ? Madde kullanan ergenin ailesiyle yapılacak görüşmede aile üyelerinin neler yaşadıklarını anlamak, beklentilerini öğrenmek, durumu kabul etmelerini sağlamak, aile üyelerini bağımlılık yapıcı maddelerin etkileri, tedavi süreci ve bağımlılık ile ilgili bilgilendirmek, hedeflenir. Öncelikli olarak aile üyesi dikkatlice ve yargılanmadan dinlenmeli ve anlaşıldığı aile üyesine gösterilmelidir. Ailenin madde kullanım sorunuyla ilgili izledikleri yöntem ve elde edilen sonuçlar değerlendirilmelidir. Aile üyeleri bağımlı davranışları, maddeler ve etkileri, madde etkisinde olmadığında gençle konuşulması konularında bilgilendirilebilir. Bazı durumlarda aile üyeleri gencin madde kullanım sorunu olduğunu kabul etmek istemeyebilirler. Bu durumda aileye sorunu kabullenmeleri için zaman verilebilir. Aile üyelerine ön yargılarınızdan kurtulun, çocuğunuzu yargılamayın, korkutmayın ve suçlamayın gibi mesajlar verilerek çocukları ile olumlu ilişki kurmaları sağlanmalıdır. Aile üyelerine verilecek başka bir mesaj ise kendilerini suçlamaktan vazgeçmeleri ve kendilerini hazır hissetmedikçe çocuklarıyla konuşma yapmamalarıdır. Ayrıca aile üyelerine gencin kendi alması gereken sorumluluklarını onun yerine yüklenmemelerini aileye ifade edilmelidir. Bağımlılık tedavisi sürecinin sabır isteyen bir süreç olduğu da aile üyeleriyle görüşülebilir. Madde Kullanan Ergenler İçin Aile Eğitimi Madde kullanım bozukluğu olan ergenlerde aileyle çalışma, ergenin madde kullanımını bırakması veya tedavisinin sağlanması için büyük önem taşımaktadır. Anne babanın tedaviye katılması, müdahalenin başarısını arttıran önemli bir etkendir. Bu nedenle anne ve babanın eğitimi tedavi sırasında göz ardı edilmemelidir. Anne ve babaların bağımlılık yapan maddeler ve bağımlılık süreci hakkında bilgilendirilmesi, madde kullanan kişiyi nasıl anlayabilecekleri, arkadaşlarını ve arkadaşlarının ailelerini tanımaları, ergenlik döneminin özelliklerini bilmeleri, çatışmaları çözmeyi bilmeleri, etkili disiplin yöntemlerini öğrenmeleri, çocuklarıyla etkili iletişim sağlamaları aile eğitim programlarında yer alan konular olarak sıralanabilir. Bağımlılık eğilimi gösteren ve bağımlı olan gençlerin çoğu iletişim bozukluğu olan ailelerden gelmektedir. Ailenin, madde kullanımını hoş karşılayan, tehlikeli olarak algılamayan tutumları genç için madde kullanımını özendirebilecek bir risk faktörüdür. Ailenin değer yargılarının madde kullanımına karşı çıktığı ve değer ölçülerinin neler olduğunun anlatıldığı durumlarda genç birey daha bilinçli bir şekilde kendi yönünü saptayabilmektedir. Aile içinde madde bağımlısı ergenin olması ailelerle sosyal hizmet uygulamasını gerektirmektedir. Değişim ya da müdahale için ailelerin güçlerini pekiştiren ailelerle sosyal hizmet, ailelerin işlevlerini etkili bir şekilde gerçekleştirebilmesi için 1) Ailenin sosyal öyküsü alınarak aile hakkında yeterli bir anlayış geliştirebilir. 2) Ailenin üyelerinin tümüyle kabullenici, anlayışlı ve özenli bir mesleki ilişki kurulmalıdır. Aile üyelerinin her birine birey olarak saygı duyulmalıdır. Mesleki çalışmada sürekli olarak aile bireylerinin katkısı istenmeli ve sunulan katkılara değer verilmelidir. Sosyal hizmet uzmanı problemi teşhis ederek aile üyelerini suçlamamalıdır. Aksi takdirde sorumluluk, günah keçisi gibi bazı aile üyelerine yüklenerek mesleki müdahalenin etkililiği ortadan kalkacaktır. Bu noktada sosyal hizmet uzmanı, aile yapısındaki işlevselliğin probleme ne şekilde katkı verdiğine odaklanmalıdır. Sosyal hizmet uzmanı her bir aile üyesinin haklarına saygı duyan, onları suçlamayan bir tutum geliştirerek ailenin problemlerine ilişkin olarak nasıl birlikte çaba göstereceklerine ilişkin model olur. Daha sonra ailenin bir bütün olarak problemleri konusunda sorumluluk üstlenmesine yardım edilir. Sosyal hizmet uzmanı arkadaşlar bağımlılık süreci, bağımlılık tedavisi hakkında aileleri bilgilendirmek ve ailenin tedaviye katılımını sağlamalıdır. . Aile üyeleri arasında kısır döngüye dönüşen iletişimlerin yerine problem çözücü yeni iletişim tarzlarının oluşmasına yardımcı olmak. . Aile üyelerinin her birinin kendi yaşamlarıyla ilgili sorumluluk üstlenmelerine ve aile içindeki bağımlı ergenin sorumluluklarını üstlenmemelerine yardımcı olmak. . Aile bireylerinin bağımlı ergen ve sistemle kurdukları, bağımlılığı besleyen sağlıksız ilişkilerinin sonlanmasına yardımcı olmak. Aileyi ve madde bağımlısı ergeni gerektiğinde toplumsal hizmet ve kaynaklardan yararlandırmak. Aile içinde madde bağımlısı bir ergenin varlığı kaçınılmaz olarak diğer aile üyelerini de etkilemekte ve aile içinde sosyal hizmet müdahalesini gerektiren çeşitli sorunların oluşmasına yol açmaktadır. Bu nedenle ailelerle sosyal hizmet uygulamaları madde bağımlısı ergenin maddeden uzak kalmasının sağlanması ve bir bütün olarak aile işlevselliği açısından oldukça önemlidir EVLİLİK YEMİNİ Evlilik kadın ve erkeğin farklı değerlerden ve ortamlardan gelerek ortak bir hayat oluşturmak amacıyla meydana getirdikleri yapıdır. Aile olmanın temelinde neslin ve nefsin korunması esas alınır. Malumdur ki, Aile olmanın temelini oluşturan evlilik karşılıklı verilen sözler ve atılan imzalar ile yapılır. Bir kadın ve erkeğin bir araya gelerek oluşturduğu bu özel yapı hayatlarını beraber geçirmek, ortak bir yola girmek ve bu ortak yapıdan meydana gelecek çocuklar ile ve diğer akrabalar ile uzun ilişkiler oluşturmak amaçlanır. Bu doğrultuda kadın ve erkeğin birbirine yapmış olduğu evlilik yemini sözleri oldukça anlamlı ve derin duygular barındırır. Bu yemin aynı zamanda iki tarafında yakınlarını hısım yaparak yakınlaştırır. Kelimelerin yan yana getirilerek meydana getirdiği yoğun anlamlar, duygusal anlar evlilik yemini şeklinde ortaya çıkar. Herkesin ihtiyaç duyacağı bu güzel sözlere aynı zamanda elbette ki eşlerde ihtiyaç duyarlar. Eşlerin birbirine verdiği bu sözler uzun bir evliliğin başlangıcı olarak tanımlanır. Aslında evliliğini saygı ve sevgi çerçevesinde yürüten kişiler birbirlerine vermiş oldukları bu sözler sayesinde evlenmek isteyen kişilere de aynı zamanda örnek teşkil ederler. Evlilik yemini olarak tanımlanan güzel sözler pek çok yeni yuva kurmak isteyen kişiye ilham kaynağı olur. Biz bu yazımızda (şakayla karışık) evlilik aşamasında çiftlerin birbirlerine karşı yapacakları bağlılık yeminini çeşitlendirelim istedik. Hastalıkta ve sağlıkta, iyi günde ve kötü günde, yoksullukta ve bollukta, ölüm bizi ayırana kadar seni seveceğime ve sadakatla bağlı kalacağıma yemin ederim. Ben araba kullanırken “ay biraz yavaş gitsen” demene sinirlenmeyeceğime söz veriyorum. Biz tartışırken önce aç olup olmadığını öğreneceğime söz veriyorum. İzlemeyi çok istediğin romantik komedi filmini seyrederken kanepede uyuya kalmayacağıma söz veriyorum. Sen maç izlerken televizyonun önünden geçmeyeceğime söz veriyorum. Birlikte oyun oynarken bunun bir oyun olduğunu unutmayacağıma ve gaza gelip seni yenmeyeceğime söz veriyorum. Buzdolabında yarım kalmış sütü bitirmeden yeni bir kutu süt açmayacağına söz veriyorum? Sofrayı toplarken sana yardım edeceğime ve tabağımı lavaboya değil, bulaşık makinesine yerleştireceğime söz veriyorum. Ütüyü bulaşıklardan sonra halledeceğime… Benden habersiz aldığın gofret, çikolata, şeker ve bilimum tatlıları gizli gizli yemeyeceğime söz veriyorum? Diş macunu tüpünü ortadan değil her medeni insan gibi dibinden başlayarak sıkacağıma söz veriyorum. Salonun ortasına bıraktığın-bıraktığım çorapları her zaman, hiç üşenmeden çamaşır makinesine atacağıma söz veriyorum. Evde baş başayken “baş ağrılarımı” bahane etmemeye, her gece uygulayacağım şiddetin ölçüsünü kaçırmayacağıma söz veriyorum. Ömür boyu sevmeye, tuvaleti temizlemeye, ölene kadar yemek yapmaya, kokan çoraplarını salondan toplamaya ve tv kumandasına elveda demeye yemin ederim. Senin hayatı sevmene yardımcı olacağıma, sana her zaman sevgiyle dokunacağıma ve aşkın gerektirdiği sabrı göstereceğime yemin ederim. Hayatını cehenneme çevirmeyeceğime… Akrabalarının yanında iç çamaşırı veya pijamamla dolaşmayacağıma, perdeleri asarken merdiveni tutarak yardımcı olacağıma, maç izlerken kritik anlarda ekran önünden geçmene komşularımızı rahatsız etmeden tepki göstermeye söz veriyorum. Hasta olmadığım sürece seninle pembe dizi izleyeceğim ve diziyi izlerken yüksek sesle yorum yapacağıma söz veriyorum. Mesela; ” Tuh Allah seni kahretmesin bu o adama yapılır mıydı?” Evlilik yıldönümlerimizde anne-babanı çaya davet edeceğime, nadiren de olsa TV kumandasını sana vereceğime, fırsat olursa çamaşırları yıkayıp, ütüleyeceğime, senede bir de olsa ailene telefon etmene izin vereceğime söz veriyorum. Futbol maçlarını seni sıkacak kadar izlemeyeceğime, televizyon kumandasını arada bir sana vereceğime, fazla mesai bahanesiyle arkadaşlara uymayacağıma, kayınvalidemin ev ziyaretlerinden rahatsız olmayacağıma, özel gün ve haftalarımızı asla unutmayacağıma, arada sırada da olsa sana hediyeler alacağıma, seni daima koruyup kollayacağıma. Pantolon cepleri ve evraklarını her gün karıştırmayacağıma, fırsat buldukça seninle alışverişe çıkıp somurtmayacağıma, ailen geldiğinde onlara mutfaktaki eşyaların yerlerini bulmakta yardımcı olacağıma söz veriyorum. Sürekli şikayet etmeyeceğime, kredi kartlarını çökertip seni üzmeyeceğime, sık sık ağlayarak annemin evine gitmeyeceğime, pahalı hediyeler istemeyeceğime, alışveriş konusunda seni yormayacağıma, her gün sana mükellef sofralar hazırlamaya çalışacağıma, seni anlamaya çalışacağıma, hayatım boyunca seni seveceğime söz veriyorum. Yorgun olsam dahi seninle her zaman alışveriş merkezlerini gezeceğime, almayacağın kıyafetleri deneme kabininde saatlerce deneyip zamanımızı harcamana ve tüm bunlar için sana tek kelime bile etmeyeceğime söz veriyorum. Artık yağmurda hiç ıslanmayacaksınız; çünkü her biriniz bir diğeriniz için sığınak olacaksınız. Artık hiç üşümeyeceksiniz; çünkü her biriniz bir diğeriniz için sıcaklık olacaksınız. Artık hiç yalnızlık çekmeyeceksiniz; çünkü her biriniz bir diğerinize yoldaş olacaksınız. Artık bir bedensiniz; çünkü önünüzde tek bir hayat var. Şimdi yuvanıza gidin, birlikteliğinize tanık olacak günlere başlayın. Her gününüz mutlulukla dolsun, ömrünüz mutlulukla uzasın. Şakası bir yana Rabbim tüm evli kardeşlerimize dünya ve ahret saadeti versin. Bir yastıkta kocasınlar. (Yastıkları ve nevresimleri arada bir de olsa yıkamayı unutmasınlar.) FEHMİ DEMİRBAĞ 14 NİSAN 2020

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder