"Küresel sehirler, küresel markalar artık dünyada devletler gibi siyasi aktör haline geliyor. Kültür de siyaset ve ekonomi gibi stratejik unsur oluyor." Küresel markalar; İŞGALCİ KOLLUK KUVVETLERİ! ŞİMDİ MİLLİ MÜDAFA ZAMANI! KIZLI-ERKEKLİ KAYBEDECEĞİZ YOKSA GELECEĞİMİZİ! YANİ; NE KARA KUVVETLERİ, NE HAVA KUVVETLERİ, NE DENİZ... İLLA Kİ; KÜLTÜR KUVVETLERİ!
17 Aralık 2024 Salı
Hayal Fabrikası / Hikaye
HAYAL FABRİKASI
Türkiye'de kala kala bir tane hayal fabrikası kalmıştır. Bütün fabrikalar ya yabancılara satılmış ya da özelleştirilmiştir. Bu fabrika ise zar zor faaliyetlerini sürdürmektedir. Fabrikanın hammaddesi çocuk gülücüklerinden elde edilir. Bir de dudakları dualı ihtiyarlardan.
Artık gençler yerli ve milli hayaller kuramazlar. İthal hayallerden temin etmektedirler.
Onun için barış, kardeşlik, yardımlaşma, paylaşma da azalır toplumda.
***
Uzun zaman önce, Anadolu’nun kıyısında köhneleşmiş bir kasabanın tozlu sokaklarında, eskilik ve yeniliğin kavgaya tutuştuğu bir çağda, bir hayal fabrikası vardı. Türkiye’de ondan başka hiçbir hayal fabrikası kalmamıştı. Çatısı delik, duvarları isli, pencereleri köhne, bahçesi artık unutulmaya yüz tutmuş solgun çiçeklerle dolu bu fabrika, sanki bir zaman tünelinden sürüklenerek bugünlere gelmişti. Çocukluk günlerinden kalan sıcak bir anı gibi, varlığı ancak hissediliyor ama tam olarak hatırlanamıyordu.
Fabrika bir zamanlar canlıydı. İçinde on binlerce işçi değil belki, ama gönüllü ustalar, çıraklar, hayal terzileri, düş mühendisleri çalışırdı. Onlar çocuk gülücüklerinden en saf hayal ipliklerini eğirir, ihtiyar ninelerin, dedelerin dillerinden dökülen duaları, kutsal bir boya niyetine hayallere karıştırırlardı. Sonuçta ortaya çıkan hayaller, ne ticari ne de endüstriyel birer ürün sayılırdı. Bunlar, toplumun ortak vicdanının, ortak kültürün, yılların birikiminin eseri olan, “yerli ve milli” hayallerdi. Bu hayaller insanları birbirine yaklaştırır, evlerde huzur, meydanlarda barış, gönüllerde kardeşlik filizlendirirdi.
Gel zaman git zaman, devran değişti. Artık dünya küçüldü, sınırlar yumuşadı, fikirler küresel bir çarşıda alınıp satılır oldu. Gençler, kendi sokaklarında, kendi dil ve lehçelerinde üretilen hayallerle büyümekten ziyade ekranlardan, uzak ülkelerin ışıltılı kentlerinden ithal hayaller ithal ediyordu. Bu ithal hayaller, yerel kültürün mayasını yavaş yavaş bozuyor, gözlerdeki ışıltıyı soğuk, metalik bir parıltıya çeviriyordu. Yardımlaşma yerine rekabet, paylaşma yerine sahip olma isteği, barış yerine ise mesafe yerleşiyordu. Derken, birer birer tüm yerli hayal fabrikaları ya kapandı ya da yabancılara satıldı. Son kalan bu fabrika, ıssız bir iskelede unutulmuş bir tekne gibi sallanıp duruyordu.
Fabrikanın başında, yaşı epeyce ilerlemiş, omuzları çökmüş bir usta başı vardı: İsmi Kerem Usta’ydı. Onun babası, dedesi de burada çalışmış, hayallerin dokusunda iz bırakmıştı. Kerem Usta, fabrikanın avlusunda tek başına gezinir, bir zamanlar koridorlarını çınlatan çocuk kahkahalarını anımsar, atölyelerdeki dualı ninelerin sessiz gölgelerini hatırlardı. Raflarda eskimiş iplik makinaları, boya kazanları, sararmış defterler, yıpranmış tülbentler dururdu. Onlar, çoktan unutulmuş hayal kalıplarının tozlu hatıralarıydı.
Gelgelelim, günün birinde, kasabanın kenar mahallelerinden bir çocuğun sesi duyuldu. Bu ses, uzun süredir duymadıkları o saf gülüşe benziyordu. Ayşegül adındaki bu çocuk, henüz on yaşındaydı. Onun kahkahası, çamurlu sokakların, yırtık pabuçların ortasında bile pırıl pırıl parlıyordu. Ayşegül’ün anneannesi Fatma Nine, dirsekleri yamalı hırkasının içinde sessizce dualar mırıldanırdı. Bu iki insan, fabrika için iki efsanevi hammaddeydi: saf bir çocuk gülüşü ve yılların imbiğinden süzülmüş bir dua.
Bir sabah, Kerem Usta eski bir deri çantasını omzuna astı, kim bilir kaç zamandır kapalı duran fabrika kapısını açtı. Kapı gıcırdadı, örümcek ağları sarktı, içeri toz doldu. Girişte eski bir tabela vardı: “Yerli ve Milli Hayal Fabrikası.” O tabela artık paslıydı, harfleri silikleşmişti. Ama o gün Kerem Usta, tıpkı gençliğindeki gibi kollarını sıvadı. İçindeki bir ses ona, “Bu fabrikayı yeniden çalıştırmalı, yeni nesillere hatırlatmalıyım. Gerçek hayallerin tadını onlara tekrar duyurmalıyım,” diyordu.
İlk işi, kasabada kalan tek tük çocuk kahkahalarını toplamak oldu. Fakat sorun şuydu: Çocuklar eskisi kadar gülmüyordu. Gülebilenlerse sahne, naylon kahkahalar atıyorlardı. Çoğunun gözü, ithal edilmiş hayallerin parlak paketlerinde, son model oyuncaklarda, ekranlarda dönüp duran renkli görüntülerdeydi. O yabancı hayaller başta cazip görünüyor, ama insanın ruhuna fazla dokunmuyordu. Kerem Usta’nınse gerçek kahkahaya ihtiyacı vardı, sahici bir gülüşün titreşimine, ona rengini veren o içten sese. Ayşegül, her sabah penceresinden kuşlara gülüyor, mahalledeki kedi yavrularına gülüyor, masal kitaplarının sararmış sayfalarına gülüyordu. Onun gülüşünü toplamak için Kerem Usta, minik bir ses kavanozu yaptı. Ayşegül’ün annesiyle konuştu; izin istedi. Anne, şaşkındı ama iyi yürekliydi. Ayşegül ise bu tuhaf adama, “Tamam Usta Amca, güleyim de sen topla,” dedi. Her kahkaha attığında, ses kavanozunun cam yüzeyinde renkli bir ışık dans ediyordu. Kahkaha, öyle kolay elde edilmiyordu, ama Ayşegül’ün neşesi bitmez gibiydi. Birkaç gün içinde kavanoz yarıya kadar renkli gülücük titreşimleriyle doldu.
Sırada dualar vardı. Fatma Nine, avluya bakan sedirde oturur, gözlerini ufka diker, dualar mırıldanırdı. En sevdiği de Fatiha sursiduasıydı. Bu dualar, eskilerin bilgeliğini, dilden dile aktarılan geçmişin hikâyelerini, toprağın sesini, suyun sadeliğini içerirdi. Derdi; Allah sizleri iyilerle karşılaştırsın! Dünya ve ahiret mutluluğu versin!
Kerem Usta, elinde ince bir tülbent parçasıyla, Fatma Nine’nin dualarını toplayacaktı. Duaların somut bir hali yoktu elbet, ama onlar fısıldanırken ortamda tatlı bir esinti dolaşır, fesleğen kokusu yayılır, duvarların rengi bile açılırdı. İşte o esintiyi tülbente hapsetmek ustalık isterdi. Kerem Usta, yılların tecrübesiyle sessizce Nine’nin yanında oturdu, dualar yükselirken tülbenti nazikçe havada gezdirdi. Her dua, tülbente işleyen görünmez bir nakıştı sanki. Günün sonunda, elinde tülbentte saklı, rengârenk bir doku belirdi. Tıpkı eski zamanlarda hayallerin boyanmasında kullanılan, insanın içini ısıtan renkler gibi.
Malzemeler hazırdı. Fabrikanın içinde, eskiden “Hayal Dokuma Tezgâhı” diye anılan bir odacık vardı. Burası karanlık ve tozluydu. Kerem Usta mum ışığında, çocuk gülücüklerini tıpkı pamuk eğirir gibi ipe dönüştürdü. Bu ipe “neşegülü” adını verirdi dedesi. Sonra tülbentte sakladığı duaları birer boya tanesi gibi bu ipliğe yedirdi. Ortaya çıkan ip, gökkuşağını andırıyordu. Artık hayal dokuma zamanı gelmişti. Yaşlı usta, elindeki ipi eski bir tezgâha geçirdi, ayağını pedala bastı, iplik ileri geri kaydı, odada minik bir müzik tınısı belirdi. Dokumadan her sır geçtiğinde, sanki fabrika duvarları nefes alıyor, örümcek ağları titriyor, paslı makinalar hafif bir inlemeyle uyanıyordu.
Tezgâhın üstünde şekillenmeye başlayan hayal, bir Anadolu kasabasının sokaklarında ortak bir sofra etrafında toplanmış insanları gösteriyordu. Orada herkes elindekini paylaşıyor, kuşlar insanların omuzlarına konuyor, çocuklar neşeyle oynuyor, ihtiyarlar hikâyeler anlatıyordu. Bu hayal öyle bir ışıltıyla dokundu ki tezgâha, tezgâhın mekanik sesleri yerini hafif bir ney nağmesine bıraktı. Zaman sanki geriye sarıldı, bahçedeki çiçekler tomurcuklandı, kasaba meydanında eskiden beri unutulan bir çeşmenin suyu yeniden akmaya başladı.
Hayal artık hazırdı. Fakat bu hayali kim kullanacaktı? Kerem Usta, sabahın ilk ışıklarıyla kapıyı açtı ve meydanda bir masa kurdu. Dokuduğu hayali, minik bir bohça gibi masanın üzerine serdi. Yanına çocukları, gençleri, komşuları çağırdı. “Gelin, bakın, size bu fabrikanın son hediyesini getirdim,” dedi. Çevrede toplananlar önce şaşkındı. Renkli bohçanın içindeki hayale bakınca gözleri doldu. Çünkü bu hayal, kalplerinde bir şeyleri kıpırdattı, geçmişten bir sesi, unutulmuş bir tadı, yıllardır belki de eksikliğini hissetmedikleri bir sıcaklığı geri getirdi.
O gün, kasabada garip şeyler oldu. Uzun süredir kimsenin kimseye selam vermediği sokaklarda insanlar birbirine gülümsemeye başladı. Komşular tekrar birbirine yardıma koştu, çocuklar yalınayak koştururken kendi mahalle oyunlarını yeniden keşfetti. Yaşlılar, dualarına devam etti, gençler ekranlara dalmak yerine birbirine hikâyeler anlattı. Meydanın ortasına bir ağaç dikildi. Bu ağaç, mevsimlere aldırış etmeden renkli çiçekler açıyordu. İthal hayallerin soğuk, mesafeli havası o gün belki tamamen silinmedi, ama bu yerli hayal bohçası, unuttuklarını hatırlatan bir işaret fişeği gibi parladı gökyüzünde.
Aradan yıllar geçti. Kasaba, o hayal dokumasının etkisiyle bir nebze de olsa kendine geldi. Fabrika hâlâ tek başınaydı, ama bu sefer hiçbir yere gitmeye niyeti yoktu. Kerem Usta, önünde uzanan kuşaklara sessizce baktı. Fabrikanın kapısı artık ara sıra açılıyor, içine çocuklar girip çıkıyor, eski defterlerdeki tariflere bakıyor, belki de bir gün yeni bir hayal dokuyacakları zamanı kolluyordu.
Ve belki de en önemlisi, artık gençler sadece ithal hayallerin değil, kendi hayallerinin peşine düşmeyi hatırlıyordu. Bu kasabanın hikâyesi, hayallerin toprağın altında bir tohum gibi saklı kalabileceğini ve doğru zamanda, doğru besinle filizlenebileceğini gösteriyordu. Fabrika, bir anı, bir efsane, bir dua, bir gülüş olarak varlığını sürdürdü; kendi topraklarında yeniden doğan hayallerle, barışın, kardeşliğin, yardımlaşmanın tohumlarını bir kez daha yeşertti.
***
I. BÖLÜM: PASLI TABELANIN GÖLGESİ
Türkiye’nin iç bölgelerinden, vaktiyle canlılığı ve renkleriyle meşhur bir kasaba, uzun süren bir suskunluğun ağırlığı altında inliyor. Yıllar önce bu kasaba, kendine özgü kültürü, dillere destan imece gelenekleri ve renkli panayırlarıyla nam salmıştı. Hemen kasabanın kuzey yakasında, kentin diğer yapılardan ayrı bir tepesinde, artık unutulmaya yüz tutmuş bir fabrika yükseliyor: “Yerli ve Milli Hayal Fabrikası.”
Eskiden bu tabela parlak, özenli ve alımlıydı. Şimdiyse pasın kahverengi çürüklüğü harfleri kemirmiş, “Yerli ve Milli Hayal Fabrikası” ifadesinin bazı harfleri silinip gitmiş. Gündüz gölgede neredeyse hiç fark edilmiyor; gece ay ışığıyla yıkanan tepede ise hayaletvari bir görüntü sergiliyor. Kasaba halkı için bu yapı, çoktan geçmişte kalmış bir masalın unutulmuş son cümlesini andırıyor.
Artık kimse oraya gitmiyor. İçerdeki makinalar paslanmış, tavan arasındaki güvercin yuvalarını baykuşlar devralmış. Yerde kırık tahta kasalar, köşede paslı bir balta, raflarda eskimiş iplik makaraları, toza bulanmış boyalar, uçları yanık tülbentler... Hepsi yıllar öncesinden kalma. Şimdi kasabada kimse “Milli hayal” kavramını dahi tam olarak hatırlamıyor. Gençler ithal hayallerle yaşıyor. Onların zihinlerini ekranlardan akan renkli, gürültülü, ama derinliği olmayan hayaller dolduruyor. Kimse soru sormuyor: Bu fabrika neydi, neden kuruldu, ne üretilirdi?
Bu sessizliğin içinde fabrikaya bir adam her gün uğruyor: Kerem Usta. Yaşı altmışı çoktan devirmiş, omuzları düşmüş, uzun beyaz saçlarını ensesinde bağlamış, yüzündeki derin çizgiler belirgin. Kerem Usta’nın babası ve dedesi de burada çalışmış ustalardı. Yeteneklerini, yerli hayallerin dokuma tekniklerini, dualarla boyanmış iplikleri, çocuk gülüşlerinden eğrilmiş pamukları ondan öğrendi. Ama şimdi kasaba boş, fabrika yalnız. Kerem Usta, zaman zaman içerideki tozu süpürüyor, rafa oturup geçmişi anıyor, gözlerini bir köşeye dikip saatlerce düşüncelere dalıyor. Bir zamanlar bu fabrikanın koridorlarında çocuk kahkahaları yankılanır, yaşlıların dudaklarından dualar duyulur, fabrikada çalışan “hayal terzileri” en nadide düşleri, yepyeni umut kumaşlarına dokurlardı.
II. BÖLÜM: İTHAL HAYALLERİN SOĞUKLUĞU
Kasabada gençler, hemen her akşam kahvehanelerde veya evlerinin salonlarında ithal hayallerin kabuklarını kemiriyor. Bu hayaller daha çok, uzaktaki büyük şehirlerin parlak reklamları gibi: Arabalar, neon ışıkları, pahalı giysiler, gösterişli yaşamlar. Fakat tüm bu gürültünün içinde eksik olan bir şey var. Paylaşma, omuz omuza çalışma, uzun kış gecelerinde bir tandır başında anlatılan masallar, bir ağızdan söylenen türküler… İthal hayaller, varmış gibi yapıyor ama aslında yerel toprağın mayasını çatlatıp geçiyor. Gençler bunu belki henüz fark etmemiş. Kasabanın eski kuşağından kalan birkaç kişi ise endişeli. Onlar, Kerem Usta gibi, hâlâ insana özgü, bu toprağa kök salmış hayallerin peşinde.
Kasabanın orta yerinde, artık pek kimsenin uğramadığı eski bir kahvehane var. Kahveci Osman, yalnız müşteri bulmakta zorlanıyor. Gençler gelmiyor çünkü burası sesli, hızlı, gösterişli bir yer değil. Osman, zaman zaman Kerem Usta’yı misafir ediyor. İkisi de suskun. Bardakta çay ılıklaşıp tortulaşırken, bakışları pencereden dışarı kayıp gidiyor. Sanki her ikisi de belki geçmişten birini görürüm umuduyla sokağı izliyor. Belki kahkaha atan çocuklar, belki bir köşede dualar mırıldanan yaşlı bir nine… Ama sokak bomboş, cansız, kimsesiz.
III. BÖLÜM: AŞİNA BİR KAHKAHA
Günler bu yeknesaklık içinde akıp giderken, bir sabah beklenmedik bir ses yankılanır. Pazar yerinin tam ortasında, kimsenin dikkat kesilmediği bir saatte, küçük bir kız çocuğu gülmektedir. Adı Ayşegül’dür. On yaşlarında, incecik, saçları örgülü, yanakları al al. Herkesin gözden kaçırdığı bir detayı var: Bu çocuğun gülüşü sahici. İthal hayallerin, sırf taklitten, sırf gösterişten kaynaklanan sahte gülüşlerine hiç benzemiyor bu. Bu gülüşte güneşin sarısı, Anadolu toprağının sıcaklığı, eski zamanın masumiyeti gizli.
Ayşegül’ün gülüşü, Kerem Usta’nın paslı kulaklarını yıllar sonra uyandırıyor. O sabah, fabrikanın tozlu camından bakarken, rüzgârın taşıdığı bu sesi duyuyor. Kalbi hızla çarpıyor. Bir zamanlar fabrika çocuk kahkahalarıyla beslenirdi. Bu gülüş, Kerem Usta’nın belki de yıllardır beklediği bir kıvılcım. “Hâlâ saf gülüş var bu toprakta,” diyor içinden, “Öyleyse hayaller tamamen yok olmadı.”
Aynı anda kasabanın diğer ucunda, cumbalı bir ahşap evde, yaşlı bir nine dualar fısıldıyor. Fatma Nine deniyor ona. Kasabada çok kişi tanımaz, ama onun dualarını gökyüzü duyuyor sanki. Bu dualar rüzgârla dolanıyor, sessiz sokaklara tatlı bir koku bırakıyor. Fatma Nine gözlerini kısarak uzaklara bakıyor. Belki de vaktiyle bu kasabada boy veren o yerli hayallerin yeniden filizlenmesini diliyor.
IV. BÖLÜM: HAMMADDE PEŞİNDE
Kerem Usta, ertesi sabah eski deri çantasını omzuna atarak kasabanın sokaklarına iniyor. Uzun süredir kimseyle konuşmayan bu sessiz adam, önce Ayşegül’ün evinin önünde duruyor. Kızın annesine nazikçe selam veriyor, meramını anlatıyor: “Ben Hayal Fabrikasının ustasıyım. Çocuğunuzun gülüşü çok değerli. O gülüşten küçük bir parça ödünç almak isterim.” Annenin gözleri faltaşı gibi açılıyor. Fabrikanın varlığını unutmuş, gülüşün nasıl “ödünç” alınacağını da anlamamış. Ancak Kerem Usta’nın gözlerindeki dürüstlük ve hüzün birleşince, kadın başını hafifçe sallıyor. Ayşegül meraklı. Bu esrarengiz adamın elinde minik bir kavanoz, önünde diz çöküyor ve “Gül bakalım,” diyor. Ayşegül önce kıkırdıyor, sonra kahkaha atıyor. Bu kahkahanın titreşimi, kavanozun cam yüzeyinde renkli halkalar oluşturuyor. Kavanoz artık renkli bir ışıkla dolu; o saf, yerli gülüşün özünü hapseden bir ışık demeti.
Aynı günün akşamında, Kerem Usta Fatma Nine’nin evine varıyor. Kapıyı çalmıyor. Avluda sedir üstünde dualar mırıldanan kadını izliyor. Tülbentini eline alıyor, dikkatle duaların dolaştığı havada gezdiriyor. Tülbent belki sıradan bir bez parçası, ama ustanın ellerinde duaların ince nakışını üstüne çekiyor. Bir an, rüzgâr duruyor, kuşlar susuyor. Fatma Nine başını kaldırıp sessizce gülümsüyor ustaya. O gülümsemede, tanınmış tanınmamış, bilinmiş bilinmemiş bütün duaların onayı var sanki.
V. BÖLÜM: DOKUMA TEZGÂHININ UYANIŞI
Artık malzemeler hazır. Eski fabrikaya dönen Kerem Usta, önce örümcek ağlarını süpürüyor, paslı makinaların yağlanması gerektiğini hatırlayıp bir kenara not ediyor. Mum ışığında, çocuk gülüşünü ipliğe dönüştürme işine koyuluyor. Bu gülüş sanki pamuk gibi eğrilip incecik bir ipek ipliğe dönüşüyor. Ona “Neşegülü” ismini takıyor. Ardından Fatma Nine’nin dualarının işlendiği tülbenti hafifçe suyla ıslatıp bir boya kazanına bırakıyor. Duaların özü boya gibi ipliğe karışıyor. Ortaya gökkuşağına benzeyen bir iplik çıkıyor. Bu ipliğin dokunuşu ılık, rengi canlı, kokusu taze toprağı andırıyor.
Hayal Dokuma Tezgâhı dediği eski bir ahşap tezgâhı var fabrikanın bodrumunda. Kim bilir kaç yıldır kullanılmayan bu tezgâha titizlikle iplikleri geçiriyor. Ayak pedalına bastıkça çıtırtılı bir ses duyuluyor, ahşap iskelet hafifçe esniyor. İlk birkaç dokunuşta toz kalkıyor. Sonra ritim tutuyor tezgâh. İplik bir o yöne, bir bu yöne kayıyor. Her dokuduğunda kerpiç duvarlarda hafif bir ışıltı beliriyor. Sanki fabrikanın özü canlanıyor.
Yavaş yavaş dokunan hayal, bir kasaba sofrası resmi gibi belirmeye başlıyor. Bu sofra etrafında insanların yüzleri aydınlık, elleri cömert, yürekleri ferah. Paylaşma, kardeşlik, imece yeniden hayat buluyor bu renkli düş dokumasında. İplikler birbirine dolandıkça, fabrika duvarları hafif bir ıslık sesi çıkarıyor, tavandaki güvercinler uyku halinden uyanıyor, tavan arasından ince bir koku yayılıyor.
VI. BÖLÜM: HAYALİN MEYDANA İNİŞİ
Gün doğarken, Kerem Usta dokuduğu hayali bohçaya sarıp kasaba meydanına iniyor. Meydan, uzun zamandır böyle bir hareket görmemiş. Ayşegül annesinin eteğine yapışmış, merakla izliyor. Fatma Nine, iki bastonlu komşusu Ayşe Teyze ile bir köşeden bakıyor. Kahveci Osman tezgâhını açıyor. Gençler, bakkalın önünde toplanmış, bu tuhaf olaya kulak kabartıyorlar.
Usta bohçayı masaya seriyor, “Gelin bakın, size gerçekte kim olduğunuzu hatırlatacak bir hayalim var,” diyor. Merakla yaklaşanlar önce şaşkın. Rengârenk ipliklerden dokunmuş bu hayal kumaşında ne var ki? İçine baktıklarında, kendi köklerini, eski mahalle oyunlarını, hep birlikte yenilen iftarları, bir tandır başında anlatılan hikâyeleri görüyorlar. Gözleri doluyor. Bazısı bunu anlamıyor bile, ama göğsündeki gizli bir boşluk doluyor sanki.
O gün, kasabada sessiz bir devrim yaşanıyor. Gençler ilk defa ithal hayallerin soğukluğundan sıyrılıp kendi topraklarının sıcaklığını hissediyor. Çocuklar bahçelerde koşuşurken ip atlayıp mendil kapmaca oynuyor, komşular birbirine selam veriyor. Kahveci Osman’ın yüzü gülüyor; çünkü masalara oturan gençler, dedelerinin vaktiyle anlattığı hikâyeleri soruyorlar. Fatma Nine dualarını eksik etmiyor, artık onları duyanlar kulak kesiliyor. Bu hayal, kasabanın damarlarında donup kalmış kanı ısıtıyor, yeniden akıtıyor.
VII. BÖLÜM: GELECEĞİN RENKLERİ
Aradan aylar geçiyor. Fabrika elbette yine yalnız. Ama artık kapısı arada bir açılıyor, içeriye gençler giriyor. Kerem Usta onlara tozlu raflardan eski defterleri gösteriyor. Bu defterlerde iplik boyama tarifleri, hayal kompozisyonları, duaların dokuma sırasındaki kullanım usulleri yazılı. Gençler şaşkın, ama hevesli. Neden olmasın, belki onlar da yeni hayaller dokuyabilirler. İthal hayaller yine orada, dış dünyada akar durur. Ama bu toprakların kendine özgü bir sırrı var: Çocuk gülüşünün, yaşlı duasının, dost meclisinin verdiği bir tat.
Hayal Fabrikası bu romanın son sayfalarında hâlâ mütevazı, hâlâ sessizce varlığını sürdürüyor. Ama artık “son nefesinde” değil. Bir tohum gibi toprağa yeniden yerleşmiş, besinini bulmuş. İçinde bir kıpırtı var. Kasaba halkı, o hayal bohçasını her hatırladığında aralarında paylaşma, yardımlaşma, dostluk filizleniyor. Eski bir efsane tekrar dolaşımda: “Bu toprağın hayalleri var,” diyorlar, “Yerli ve milli, bizim özümüzden doğan hayaller…”
Fabrika binası şimdi kasabada bir sembol. Gençler orada atölyeler kurmayı düşünüyor, çocuklar renkli boyalarla duvarlarını süslüyor. Fatma Nine’nin duaları her bahar açan çiçeklerin kokusuna, Ayşegül’ün gülüşü gençlerin diline pelesenk olan şarkılara dönüşmüş. İthal hayaller hâlâ var, ama artık kasaba insanı farkında: Kendi hayallerini de üretebiliyorlar. Neşegülü iplikler, dualı boyalar, imece sofraları; bunlar unutulmayacak. Belki ülkenin başka yerlerine de yayılacak, başka kasabaları da uyandıracak. Çünkü toprak, kendi çekirdeğinden çıkan tohumu hep besler, yeter ki bu tohumu hatırlayacak birileri bulunsun.
Hikaye burada sona ererken, okuyucu kasabanın ortasındaki o sofrayı, dönmeye başlayan tezgâhın hafif müziğini, kuşların uyanışını ve insanların gözlerindeki o sıcak ışıltıyı görüyor. Fabrika bir sembol, bir yürek, bir vicdan ve nihayetinde bir kimliktir. Bu romanın nihayetinde asıl anladığımız, hayallerin yerli toprağın suyu ve havasıyla yeşerdiğidir. Yeter ki gülüş ve dua bitmesin, el ele vermekten vazgeçilmesin. Çünkü hayal fabrikası tam da bunun için var: Kendimize dair umutları, değerleri, düşleri yeniden ve yeniden dokumak için.
FEHMİ DEMİRBAĞ.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder