"Küresel sehirler, küresel markalar artık dünyada devletler gibi siyasi aktör haline geliyor. Kültür de siyaset ve ekonomi gibi stratejik unsur oluyor." Küresel markalar; İŞGALCİ KOLLUK KUVVETLERİ! ŞİMDİ MİLLİ MÜDAFA ZAMANI! KIZLI-ERKEKLİ KAYBEDECEĞİZ YOKSA GELECEĞİMİZİ! YANİ; NE KARA KUVVETLERİ, NE HAVA KUVVETLERİ, NE DENİZ... İLLA Kİ; KÜLTÜR KUVVETLERİ!
17 Aralık 2024 Salı
MÜTERAKE YILLARINDA AŞK
Kasım 1919’da, İstanbul’un işgal altında olduğu günlerdi. Mütareke yılları, şehrin damarlarında kanın yavaşladığı, sessiz bir çöküşün hissedildiği bir dönemdi. Kapı aralıklarından sızan fısıltılar, gazete köşelerinde kırpık haberler ve sokakların ürkek bakışları… Bunların hepsi, imparatorluğun enkazında yolunu bulmaya çalışan insanların çaresizliğini yansıtırdı. Kent, bir yandan itilaf güçlerinin gölgesinde ezilirken, diğer yandan hücrelerine dek işlemiş çürümüşlüğüyle kendi iç mücadelelerini veriyordu.
Galata Köprüsü’nün iki ucunda, Rum, Ermeni, Yahudi, Türk ve Levanten esnaf, müşteriden çok hâle yanan gözlerle geçen askerleri izlerdi. Fransız, İngiliz, İtalyan üniformaları, belindeki tabancasıyla sokakları arşınlayan yabancı askerler, Boğaz’ın maviliği üzerinde sisli bir hâle gibi asılı kalan karamsarlık… Kış iyice yaklaşmış, sabahları pus, akşamları sert bir rüzgâr getirmişti. Cibali’deki tütün fabrikasından işini kaybeden, Karaköy’deki dükkanını yabancılara devretmek zorunda kalan, Pera’daki evini satıp Anadolu’ya çekilen nice insan vardı.
İşte böyle bir atmosferde, Hüsrev Efendi adında orta yaşlı bir terzi, Babıali yokuşunun alt ucundaki küçücük atölyesinde sabahı akşama bağlıyordu. Siftah neredeyse yoktu. Yenice kapadığı kibrit kutusunu, yakamadığı sobayı ve elindeki yamalı eski ceketiyle telaşlı bir iş yapıyormuş gibi görünmeye uğraşıyordu. Müşterileri eskiden paşalar, mutasarrıflar, memurlar, tüccar beylerdi. Şimdiye kalsa, neredeyse hiç kimse yoktu. Arada bir düşen bir iki sipariş, boğazından geçen bayat ekmeği temin etmekten öteye gitmiyordu.
Hüsrev Efendi’nin komşusu, eski bir matbaanın kalfalarından Harutyun, sokağın sonunda kâh sağına soluna bakarak, kâh ezilip büzülerek yürür; geceleri gizli gizli Anadolu’ya gidecek direnişçilerin eline geçecek bildirilerin dizgileriyle uğraşırdı. Mahallede pek az kişi bu işten haberdardı ama Hüsrev bunlardan biriydi. Harutyun bir gece yarısı, karanlık atölyesinde çırağın mumu kıvılcımlanırken ona “Bazı kâğıtları saklar mısın?” diye sorduğunda Hüsrev büyük bir sessizlikle onay vermiş, tedirgin adımlarla matbaadan gelen ince kağıt tomarlarını özenle dikiş kutularının altına gizlemişti.
O akşamüstü yine sıkıntılı bir gün batımında, atölyenin kapısını tıkırdatan biri oldu. Hüsrev şaşırdı. Uzun pardösülü, fötr şapkalı, kaşları çatık bir adamdı bu. Bu kişi ne Rumca ne Fransızca konuştu; Türkçesi aksanlıydı ama anlaşılıyordu. Kendini Johansen olarak tanıttı. İsveçli bir gazeteci olduğunu, İstanbul’un durumunu yazmak için gözlem yaptığını, terzi atölyesinden bir iki giysi diktirmek istediğini söyledi. Elinde eski bir paltosu ve yıpranmış bir kaşe yelek vardı. Hüsrev, zorluğun pençesinde inim inim inlerken gelen müşteriye elbette kapıyı kapatmayacaktı. Kumaşları eline alıp yokladı, ölçülerini aldı, iki gün sonra hazır olacağını söyledi. Johansen, “Buraya yine geleceğim,” dedi ve kapıdan çıkarken altın rengi bir çakmak masanın üstünde kalmışçasına hafif bir ışık bıraktı.
Gece olunca, matbaadan Harutyun geldi. Kaşla göz arasında yarın sabaha yetişmesi gereken bir tomar kâğıdı getirdi. Bunlar, Anadolu’da direnişi örgütleyen subaylardan birinin mesajlarını içeriyordu. Basit cümlelerle yazılmış, ancak yüreklere umut eken bildirilere benziyordu bunlar. “Trakya’dan, Anadolu’dan haber var. Yarın kayıklara yüklenecek, Karadeniz kıyılarına gönderilecek,” dedi Harutyun. Hüsrev, elleri titreyerek aldığı kağıtları atölyenin tabanındaki gevşek tahtanın altına itina ile sakladı.
Sabahın ilk ışıkları atölyeye sızarken, soğuk rüzgâr sokakları tırmalıyordu. Bir anda güçlü birkaç yumruk sesi kapıyı sarstı. İki İngiliz askeri, ellerinde tüfekleriyle içeri daldı. Öfkeliydiler; dün gece kıyıda bir kayıkta gizli bildiriler ele geçmişti. İz sürerek Harutyun’un matbaasına varmış, oradan da onunla ilişkisi olabilecek birkaç adrese ulaşmışlardı. Şimdi sırada terzi atölyesi vardı.
Hüsrev, korkuyla yutkundu. Askerler atölyede neredeyse her yeri didik didik ettiler. Dikiş kutuları boşaltıldı, masadaki teraziyi devirdiler, raflardaki kumaşlar yerlere saçıldı. İngilizlerden biri gözüyle duvara yaslı duran kâğıt topalarını süzdü ama onlar sadece Hüsrev’in kullanmadığı boş patrondan ibaretti. Tahta döşemeye uzanmaya yeltendiklerinde kapı yeniden açıldı. İçeri giren Johansen idi. Gözlerinde hafif bir endişe, elinde dün bıraktığı paltosu: “Terzi Bey, ölçümü almaya geldim, hazır mı?” dedi. Bu beklenmedik ziyaret, askerleri tedirgin etti. Yabancı bir gazeteciydi, belki de büyükelçilik çevresince tanınan biri. Askerler homurdana homurdana, tam bir şey bulamadıklarına kanaat getirip çekip gittiler.
Johansen, dudaklarını hafifçe büktü. “Umuyorum sizi rahatsız etmedim. Bir iki dakika önce gelseydim ne olacaktı, kim bilir…” diyerek eliyle ceketini düzeltip çıktı gitti. Bu belki de bir tesadüftü, belki de değildi. Hüsrev, ardında yankılanan topuk seslerini dinledi. Tekrar yalnız kalınca, titreyen ellerle tahtanın altından o kağıtları çıkardı, onları bir kumaş topuna iyice sarıp, gece Harutyun’a vermek üzere kenara koydu. Bir düşünceden diğerine savruluyordu. Acaba Johansen bu kasıtlı bir yardım mı etmişti, yoksa tamamen rastlantı mıydı? Üzerinde duracak vakit yoktu. Bu şehirde herkesin bir hesabı vardı. Kimisi umut saçmaya, kimisi korku yaymaya çalışıyordu. Herkes bir diğerinin gözünün içine bakıp niyeti okumaya çalışıyordu.
Gün ağarırken, Boğaz’ın suları soğuk bir demiri andırıyor, şehrin üzerindeki sis çökmeye devam ediyordu. Mütareke İstanbul’unda, bir terzi atölyesinin karanlık köşesinde, biraz korku, biraz ümit, biraz çaresizlik saklıydı. Esir alınmış şehirde, direnişin sesini Anadolu’ya taşıyan o kâğıt tomarları, belki bir gün başka bir güneşin doğmasına vesile olacaktı. Belki Hüsrev Efendi bir gün, yeniden özgür bir ülkenin insanlarına elbiselik kumaş ölçecek, matbaacı Harutyun baskı makinesinin kolunu çekerken bayram sevinciyle çalışacaktı.
Ama şimdilik, her şey belirsizdi. Sokakta devriye gezen yabancı askerlerin adımları art arda yankılanırken, Babıali yokuşunun ucundaki terzi atölyesi sessizce direnmeyi öğreniyordu. Mütareke yılları, ürkek bir sabır ve ince bir ümitle geçiyordu; ne kadarı tesadüf, ne kadarı kaderin ince planıydı bilinmez. Ancak tarihin karanlık köşelerinde saklanmış bu küçük hikâye, sabırla bekleyenlerin de bir gün söz söyleyeceğini müjdeliyordu.
***
Şehir yine gri bir sabaha uyanmıştı. Mütareke İstanbul’unda günler birbirine benzerdi: Sokaklarda itilaf askerlerinin postalları, Pera’nın çarşılarında endişeli gözler, Boğaz’ın sularında belirsiz bir hüzün akardı. Ancak Babıali yokuşunun alt ucundaki o terzi atölyesinde artık derin bir dönüşümün ilk kıvılcımları yanıyordu.
Hüsrev Efendi’nin atölyesinde ele geçirilememiş bildiriler, Anadolu’ya sızdırılıp direnişi beslemişti. İngiliz askerleri elleri boş dönmüş, Johansen isimli sözde İsveçli gazetecinin beklenmedik ziyareti, kağıtların yakalanmasını engellemişti. Ertesi gün, Harutyun, matbaa kalfası, gece yarısı atölyeye tekrar uğradı. Bu kez yüzünde uzun süredir ilk kez görülen bir kararlılık, bakışlarında sanki bin yıllık bir huzur vardı. Hüsrev onu içeri buyur etti. Ortalık sessizdi, sadece uzaklardan gelen bir top sesi veya rıhtıma yanaşan motorların iniltileri duyuluyordu.
“Usta,” dedi Harutyun, sesi kısık ama net. “Size söylemem gereken bir şey var.” Hüsrev kulak kesildi. “Dün Sultanahmet Camii’ne gittim. Sessizce girdim, kimseye çaktırmadan… İçeride kandiller yanıyor, yavaş bir uğultu var, bir hoca Kur’an’dan ayetler okuyordu. Biliyorsunuz ben Ermeni bir matbaacının oğluyum, ama bu toprakları, bu şehri hep sevdim. Burada doğdum, burada büyüdüm. Bu zulmün, bu işgalin, bu parçalanmanın acısını hep birlikte çekiyoruz. Uzun zamandır bir arayış içindeydim. Ben dün, o camide Müslüman oldum, şahadet getirdim.”
Hüsrev şaşkınlıkla dinledi. Harutyun’un yüzündeki ifade samimiydi, gözlerinde garip bir aydınlık belirmişti. Bu beklenmedik itiraf, belki zamansız, belki imkânsız gibi görünüyordu, ama Mütareke yıllarında insanların inancını ve kimliğini yeniden gözden geçirdiği çok oluyordu. Herkes, bir yol ayrımındaydı. Bu şehirde pek çok gelenek yıkılmış, yeni ufuklar açılmıştı. Harutyun devam etti: “Uzun süredir sizin kızınız Ayşe’ye karşı bir sevgi besliyordum. Çekiniyordum, söyleyemiyordum. Ama şimdi… Daha dün canımı ortaya koyarak Anadolu’ya bildiri yolladık. Bu toprağın direnişine el verdik. Ben artık bu toprağın inancına da gönlümü açtım. Ayşe’yi Allah izin verirse helalim yapmak, hayatımı onunla birleştirmek istiyorum.”
Hüsrev, avuçlarını dizlerine vurdu, gözleri nemlendi. Bu şehirde şahit olduğu onca kederden sonra, şimdi karşısında duran delikanlının samimiyeti onu sarsmıştı. Biliyordu ki Harutyun kötü günlerde yanında olmuş, hiç çekinmeden hayatını riske atarak bildirileri saklamış, teslim etmişti. Şimdi bir adım daha atıyor, bu toprağın inancıyla da bütünleşmek istiyordu. Hüsrev’in içinden bir ses, “Bu toprak herkesin yurdudur,” diyordu. “Bu çocuk saf, dürüst ve Ayşe’yi mutlu edebilir.” Hüsrev başını salladı, “Benim için bir mahzuru yok evlat, yeter ki Ayşe de razı olsun.”
Ayşe, bu konuyu duyunca önce şaşkınlıkla titredi. Harutyun’u uzaktan tanıyor, onun dürüstlüğüne ve cesaretine saygı duyuyordu. Babasıyla konuştu, birlikte karar verdiler. Sade, sessiz bir nikâhla, belki bir iki hafta içinde yuvalarını kuracaklardı. İşgal altındaki bir şehirde, tedirginlikle dolu sokaklarda, bir küçücük mutluluk adacığı oluşturacaklardı.
O günlerin akşamında Johansen yine atölyeye uğradı. “Terzi Bey,” dedi nazikçe, “Paltoyu teslim almak için geldim.” Hüsrev, Johansen’in yüzüne bakarken içinden geçenleri dizginlemeye çalışıyordu. Aklında sorular: Bu adam dün tam İngiliz askerleri baskın yaparken ortaya çıktı, onları püskürttü, peki kimdi? Johansen gülümsedi, sanki Hüsrev’in kafasındaki soruları okurcasına kapıyı kapattı, sesi alçaldı.
“Bana Johansen diyorlar,” dedi hafif bir tebessümle, “Ama aslında İnebolu taraflarındanım. Adım Cahit’tir. İstanbul’da istihbaratla uğraşıyorum. İtilaf devletleri muhbir sanıyor beni, gazeteci sanıyorlar, oysa ben Anadolu’ya bilgi aktarıyorum. Dün gelen askerler sizi ele geçirecekti. Ben önden gelip sizin güvenliğinizi sağlamak istedim. Kusura bakmayın, size gerçeği söyleyemedim.”
Hüsrev, şaşkın ve minnet doluydu. Bu şehirde güvenilecek çok az kişi kalmıştı. Johansen ya da Cahit, artık ne diyecekse desin, artık dosttu. Atölyenin içindeki tozlu raflar, bu itiraflarla sanki hafifliyordu. İkisi de uzun uzun konuşmadı, zira kelimeler acemi kalırdı. Sadece başlarıyla anlaştılar. Artık bu atölye, gizli bir direniş odağı, aynı zamanda bir ailenin doğuşuna tanık olacak küçük bir sığınaktı.
Günler geçti. İstanbul’da sokak dedikoduları yayılıyordu: Anadolu’da Mustafa Kemal ve arkadaşları direnişi örgütlüyor, işgalcileri her cephede zor durumda bırakıyordu. Bu haberler gizli gizli matbaalarda basılan bildirilerle yayılıyordu. Harutyun, şimdi Hüseyin adını almıştı – Müslüman olduktan sonra bu ismi uygun görmüştü. Harutyun’un matbaadaki işlerine eskisi kadar ihtiyaç yoktu, çünkü artan baskınlar yüzünden matbaa bir süreliğine kapatılmıştı. Ancak bu kez Cahit’in yardımıyla, Anadolu’ya gizlice geçecek yeni kuryeler buluyor, Hüsrev’in atölyesinde saklanan kağıtları gecenin bir yarısı sandallara yüklüyorlardı.
Evlenme hazırlıkları sessiz ve gösterişsiz yürütüldü. Ayşe, mahallenin yaşlı hanımlarının yardımıyla basit bir gelinlik dikti. Kumaşı bile zor bulunmuştu. Harutyun – ya da Hüseyin – nikâha giderken, Hüsrev’in bir zamanlar paşalara diktiği ama hiç teslim edemediği bir setreden yararlanarak kendine sade bir damat giysisi elde etti.
Nikâh, bir Cuma sabahı, küçük bir evin avlusunda, birkaç şahidin huzurunda kıyıldı. Bu sırada Sultanahmet Camii’nin minarelerinden ezan sesi yükseliyordu. Arka sokaklarda itilaf askerleri devriye geziyor, atölyenin hemen ilerisinde muhacir bir ailenin çocukları lastik top peşinde koşuyordu. Hayatın absürt tezatı: Bir yanda işgal, öte yanda yepyeni bir ailenin temelleri. Hüsrev, damadına sarıldı. Ayşe’nin gözlerinde umut vardı, içi titriyordu. Bu, belirsiz zamanlarda tomurcuklanan bir hayattı.
Cahit (nam-ı diğer Johansen) nikâha geldi, tebrik etti, sonra sessizce ayrıldı. Elinde küçük bir paket bıraktı: İçinde Anadolu’dan gelen bir mendil, üzerinde nazikçe işlenmiş küçük bir harita ve bazı isimler yazılıydı. Bu bir semboldü: Bu şehirde doğan yeni aile, artık o büyük davanın bir parçasıydı. Hüsrev o mendili özenle sakladı. Gün gelecek, işgal bitince, belki bu mendili bir bayram sofrasında serer, şehrin yeniden doğuşunu kutlarlardı.
Birkaç hafta sonra İstanbul’un dar sokaklarında söylentiler çoğalıyordu: Anadolu hareketi güçleniyor, itilaf kuvvetleri sarsılıyordu. Atölyede bir gece yine toplanıldı. Hüsrev, damadı Hüseyin (eski Harutyun), kızı Ayşe, Cahit ve birkaç gizli direnişçi, sabaha karşı Boğaz’a doğru yola çıkacak ufak bir kayığa son bildirileri teslim ettiler. Bu kez Hüsrev daha emin, Hüseyin daha cesur, Ayşe ise daha umutlu bakıyordu geleceğe. Bu ailenin temelleri sevgi, inanç ve mücadeleyle atılmıştı.
Şehir hâlâ sisli, sokaklar hâlâ tedirgindi, ancak şimdi atölyenin loş ışığında bir iğne deliği kadar umut belirmişti. Harutyun’un İslam’a geçişi, Ayşe ile evliliği, Cahit’in gerçek kimliği, bu tuhaf dönemde birbirine kenetlenen hayatların ne denli ince bir dengede durabileceğini gösteriyordu. Gelecekte belki istiklâl gelir, yurdun dört bir yanında hürriyet ezgileri yükselirdi. O gün gelince, bu küçük hikâyenin kahramanları da belki evlerinin penceresinden Boğaz’a bakarken, “Biz de elimizden geleni yapmıştık” diyerek sessizce gülümseyeceklerdi.
Mütareke İstanbul’unda, Babıali’nin altındaki küçücük terzi atölyesi, artık sadece bir zanaat yeri değil, yeni bir inancın, yeni bir aşkın, millî mücadelenin gizli bir üssü ve sessiz tanığıydı.
***
Mütareke İstanbul’unda sonbaharın ağır bulutları Boğaz üzerinde kümelenirken, Babıali yokuşunun altındaki terzi atölyesi sessiz bir direniş üssüne dönüşmüştü. Hüsrev Efendi ve damadı Hüseyin (eski Harutyun), kızı Ayşe ile birlikte, İstanbul’dan Anadolu’ya sevk edilen gizli evrakları, bildirileri ve parça parça umutları bu atölyede saklıyor, gece karanlığında sandallara, mavnalara yüklüyorlardı. Bir yanda işgalin palet izleri, öte yanda Anadolu’ya filizlenen hürriyet ateşi… İşte bu iki uçurum arasında, terzi atölyesi kıl kadar ince bir ip gibi uzanıyordu.
Bir akşam, mum ışığında otururlarken kapı usulca vuruldu. Hüseyin kapıyı açtığında içeride uzun boylu, esmer tenli, ama gözleri çelik gibi parlayan biri duruyordu. Bu, Zenci Musa’ydı. Çoğu kimse onu Anadolu’ya silah ve insan kaçıran, direnişçileri koruyan kara gölgelerin arasında tanırdı. Söylentilere göre o, Afrika topraklarından gelip Osmanlı sancağı altında savaşmış, şimdi de Milli Mücadele’nin gizli kahramanlarından biriydi. Sessizce içeri girdi, kimliğini ele vermeden elindeki notları Hüsrev’e uzattı. Bu notlarda, yurdun dört bir yanındaki direniş odaklarına dair bilgiler vardı. Musa bu atölyeye, Cahit’in (Johansen) tavsiyesiyle gelmişti. Ona “Bu terzi atölyesi güvenlidir, orada vatansever dostlar bulacaksın,” demişlerdi.
Musa’nın gelişiyle atölyenin çeperleri genişledi sanki. Musa fazla konuşmaz, daha çok dinler, gözlemlerdi. Gecenin ilerleyen saatlerinde Hüsrev’le beraber dükkânın zemin altındaki gizli bölmeye indiler. Orada saklanan bildiriler, kağıtlar, ufak silah parçaları ve Anadolu’ya gönderilecek haritalar bulunuyordu. Musa sessizce başını salladı, anlamıştı ki burası artık onun da koruyacağı bir sığınaktı. “Bu kâğıtlar, bu umutlar, boşa gitmez inşallah,” dedi alçak bir sesle. Hüseyin elini Musa’nın omzuna koydu. “İnşallah,” diye tekrar etti.
Ertesi sabah, Hüsrev atölyeyi hafifçe havalandırırken, içeri Mehmet Akif Ersoy girdi. Uzun boylu, mütefekkir yüzlü, kaşları hüzünlü ama bakışları güçlü bir şair. Akif, Hüsrev’i tanırdı zira onun yazıları, şiirleri Anadolu’da moral kaynağıydı. Sessizce selam verdi, kimsecikler yokmuş gibi içeri süzüldü. Ayşe, ocağın başında çay hazırlıyordu. Akif’in bu ziyaretinin sebebi açıktı: Anadolu’ya mesajlar iletiliyordu, onun yüreklendirici mısraları, iman ve ümit dolu dizeleri de bu mesajlarla birlikte gizlice sevk ediliyordu. Akif, cebinden sarımtırak kağıtlara el yazısıyla işlenmiş birkaç sayfa çıkarıp Hüsrev’e uzattı.
“Şimdilik bunları nakledin,” dedi alçak bir sesle. Bu sayfalarda belki de ileride istiklâlin manifestosu sayılacak dizeler vardı. Öyle ki, her satırı moral, irfan ve azim aşılayacaktı Anadolu’ya. Hüseyin ve Ayşe, Akif’in getirdiklerini dikkatle sakladı. Akif uzun uzadıya kalmadı, çayından bir yudum aldı, “Allah yardımcımız olsun,” dedi ve sessizce ayrıldı. Hüsrev, ardından bakarken “Bu şehir uyanacak, Akif Bey,” diye fısıldadı içinden, “Elbet uyanacak…”
Akşam karanlığı çökerken, kapı bu defa tok ve kararlı bir tonda çalındı. İçeri giren iri yapılı, keskin bakışlı bir adamdı: Kuşçubaşı Eşref. Teşkilat-ı Mahsusa’nın efsanevi subaylarından, Enver Paşa’nın yakın çalışma arkadaşı, nice çetin görevlerin adamı. Şimdi ise parçalanmış vatanın direniş cephesinde gizli kapılar aralıyor, İstanbul’daki tüm direniş odaklarını koordine etmeye çalışıyordu. Onun gelişiyle atölyedeki gerginlik arttı. Çünkü Eşref, dikkat çeken biriydi. Kılık değiştirmiş olsa bile, onun bakışlarından tecrübeli bir istihbaratçı olduğunu anlamak mümkündü.
Eşref, Musa’ya selam verdi. Cahit’in kimliğini bilen ender kişilerden biriydi. Yanında getirdiği küçük bir defterde Anadolu’ya sevk edilmesi gereken önemli isimler, şifreler, buluşma noktaları yazılıydı. Bu defter, Milli Mücadele’nin kurmaylarının ihtiyaç duyduğu hayati bilgileri içeriyordu. Hüsrev, bu defteri görünce yutkundu. Bu kadar değerli bilgiyi saklamak büyük risk demekti. Eşref başını eğdi, “Siz bu işi hakkıyla yapıyorsunuz,” dedi. “Mehmet Akif de gelir gider buraya öyle mi? Güzel. Anadolu, sizin gibi siperler sayesinde güç kazanıyor. Biz de inşallah çok yakında bu istila kuvvetlerini geriye püskürteceğiz.”
Musa, Eşref ve Hüseyin gece boyunca atölyenin bodrum katında fısıltıyla konuştular. Hüsrev, yukarıda bekçilik ediyor, kimse yaklaşmasın diye göz kulak oluyordu. Ayşe, çay demliyor, odun sobasını hafifçe körüklüyor, misafirlere ılık bir köşe sunuyordu. Bu ev, adeta küçük bir karargâha dönüşmüştü. Cahit (Johansen) de ilerleyen saatlerde uğradı; o da deftere bakıp bazı eklemeler yaptı, sonra gizli bir el işaretiyle Eşref’e onay verdi.
Gece, atölyede planların kesiştiği, tarihi bir buluşmaya şahitlik etti: Biri Teşkilat-ı Mahsusa’dan, biri Anadolu’nun direncini dizelere döken şair, diğeri vatanın dört bir yanında gizli kahramanlıklar yapmış Zenci Musa, bir diğeri ise Harutyun iken bu toprağın inancına sarılan Hüseyin… Tüm bu insanlar, farklı hayat hikâyelerinden gelip milli mücadelenin gizli hatlarında birleşmişlerdi.
Ertesi sabah, hava serin ve pusluydu. Kuşçubaşı Eşref, atölyeden ayrılırken Hüsrev’in elini sıktı. “Bu topraklar,” dedi, “bize çok acı gördürdü. Ama bak, ne kadar farklı köklerden gelen insanlar bu uğurda birleşti. İşte bu birlik, son sözü söyleyecek.” Ardından Musa’yı yanına alarak sıvıştılar, karanlık sokaklardan geçip kayboldular. Mehmet Akif ertesi gün geçerken sokağın karşısından selam etti, ama yanına uğramadı. Muhtemelen yeni satırlarını kaleme alıyor, Anadolu’nun yüreklerine ümit aşılayacak dizeler yazıyordu. Cahit ise yine Johansen kimliğine bürünmüş, İtilaf Devletleri askerlerinin arasından sıyrılarak limana yönelmişti. Orada sıradan bir gazeteci kılığında tütün saran adam, aslında vatanın kalbine bilgi taşıyan bir casustu.
O günlerde İstanbul’un mazgallarından tarih akıyor, Babıali’nin gölgesinde küçük bir atölyede bir milletin kaderi işleniyordu. Hüsrev atölyesinin eşiğinde durdu, hafif bir rüzgâr yüzünü okşadı. Ayşe, içeride ufak tefek tamiratları yapıyor, Hüseyin kumaşları katlıyordu. Hüsrev, “Ne çok misafir ağırladık bu daracık odada, ne çok sır sığdı bu tozlu raflara,” diye düşündü. “Kuşçubaşı Eşref’in getirdiği defter, Mehmet Akif’in verdiği şiirler, Zenci Musa’nın teslim ettiği notlar, Cahit’in emeği… Hepsi bir gün özgür bir güneşin altında okunacak, anılacak belki.”
İşgalin gölgesinde, insanların kalbine korku kazınırken, küçük bir atölyede çeşit çeşit karakterler vatan kelimesinin etrafında birleşiyor, iman ve inançla bir mücadele veriyorlardı. Bu minik sahne, koca bir destanın içindeki dipnot gibiydi. Ama bir gün, tarih bu dipnota çok şey borçlu olacaktı. Bu topraklar kurtulduğunda, Sultanahmet’in kubbelerinin altında şahadet getiren Hüseyin’le Ayşe bir yuva kurarak yaşayacak, Mehmet Akif’in mısraları bayrak gibi dalgalanacak, Kuşçubaşı Eşref yeniden geniş ufuklarda at koşturacak, Zenci Musa adını suskun anıtlara değil insanların gönüllerine yazacaktı. Cahit ise yıllar sonra belki gerçek adını ifşa edecek, “O günler zordu, ama inanın, kalplerimizdeki cesaret bize yetti,” diye anlatacaktı.
Ve böylece, Mütareke İstanbul’unda bir terzi atölyesi, tarihî bir kavşağa dönüştü. Kararlılık, fedakârlık ve inanç, onca zulme ve baskıya rağmen bir tohum gibi toprağa düştü. İşte bu tohum, milli mücadelenin en zorlu günlerinde bile umut filizleri vermeye devam ediyordu.
***
Akşamüzeri, sonbahar serinliğinin Boğaz’a indiği bir saatte Ayşe, komşu hanımın hasta çocuğuna bir tabak çorba götürmek için terzi atölyesinden ayrıldı. Hüsrev, “Dikkatli ol kızım, sokaklarda devriye artmış,” diye tembihlemişti. Hüseyin ise bir an önce dönmesi için kapının eşiğinden onu endişeli gözlerle uğurlamıştı. İşgal günleri tehlikeliydi; beklenmedik her anda, kör bir kurşun, hoyrat bir el insanın en sevdiklerini alabilirdi. Ayşe yine de çekinmedi; bu şehirde yaşamak, yardım etmek, komşuya el uzatmak, sıradan hayatın ipine tutunmak da bir direniş şekliydi.
Evine dönmek için dar bir sokağı geçti, sonra Sarnıç tarafında kalan boş bir avluya yöneldi. Tam köşeyi dönüyordu ki, İngiliz askerlerinin sert nidaları yankılandı. Üç asker, ellerinde tüfekleriyle yolunu kesmişti. Belki kimliğini sordular, belki bir şüpheyi bahane ettiler. Ayşe korkuyla geriye çekildi, bakışlarında tedirgin bir alev yandı. Kendini savunmak, kaçmak, ya da konuşmak nafileydi. İşgalcinin elinde tüfek, gözlerinde şüphe vardı. Kimse orada neyin, nasıl, neden olduğunu tam bilemedi. Bir çift el tüfeği doğrulttu, iki el silah sesi karanlıkta çınladı.
Atölyede Hüsrev, içini kemiren bir huzursuzluk hissediyordu. Hüseyin, elleriyle masadaki kumaşı evirip çeviriyor, sanki aklındaki kasveti dağıtmaya çalışıyordu. Musa, pencerenin yanında bekliyor, sokakları gözlüyordu. Gece vaktinin sessizliğine sızan o iki silah sesi, hepsini irkiltti. Hüsrev koşarak dışarı fırladı, Hüseyin peşinden. Dar sokağın ucunda yerde Ayşe’nin cansız bedeniyle karşılaştıklarında dünya başlarına yıkıldı. Kızlarının, eşlerinin, umutlarının güneşi paramparça olmuştu. Ayşe, kanlar içinde yatıyordu. Avuçları boş, gözleri kapanmış, rüzgâr saçlarını son kez okşuyordu.
İngiliz askerleri olay yerinden çoktan uzaklaşmıştı. Geride yalnızca bir gölge, kandan ıslanmış soğuk taşlar ve sanki şehrin sessiz çığlığı kalmıştı. Hüsrev dizlerinin üstüne çöktü, Ayşe’nin ellerini avuçladı. Hüseyin sessizce, gözyaşlarını içe akıtarak bekledi. Müslüman olduktan sonra yeni bir hayata adım attığı, bir yuva kurduğu, bir gelecek düşlediği Ayşe’sini şimdi toprağa verecekti. Musa, dişlerini sıkarak yanlarına çömeldi, öfkenin keskin bıçağı kalbini yarıyordu.
Kuşçubaşı Eşref, ertesi akşam atölyeye geldiğinde onları gözleri şişmiş, sessiz bir ağıtın ortasında buldu. Eşref, belki bin tehlike atlatmış bir adamdı, ama böyle bir acı karşısında sessiz kaldı. Silahlar, planlar, haritalar… Hepsi bir anda önemsizleşmiş gibiydi. Bu şehir, evlatlarını, analarını, genç kızlarını toprağa düşürüyor; özgürlük için yanıp tutuşan kalplere kara bir yas, ağır bir öfke ekiyordu. Mehmet Akif duyunca sessizce geldi, Hüsrev’in ellerini tuttu, hiçbir şey diyemedi. Hüzün, kelimeleri dizginlemişti. O gece, Akif birkaç mısra karaladı. İçinde matem, sabır ve öfke yüklüydü; belki bir gün bu mısralar milletin kalbine ulaştığında bu acı da ortak bir hatıraya dönüşecek, bağımsızlık ateşinin alevini besleyecekti.
Cahit (Johansen), bunu haber aldığında, kılık değiştirerek sokağı taradı, ispiyoncu tayfasına rüşvet verdi, belge topladı. Bu cinayeti işleyenlerin kim olduğunu bulmaya çalışıyordu. İşgalin adaleti yoktu, ama direnişin hafızası olacaktı. Bu masum kanın hesabı bir gün sorulacaktı. Cahit, Eşref’e, Musa’ya fısıldadı: “Bunu yapanların isimlerini tespit edebilirsem Anadolu’ya bildireceğim. Gün gelir hesap sorulur.” Musa’nın gözleri kıvılcımlandı; bu, işgalcinin cezasız kalmayacağının sessiz teminatıydı.
Ayşe’nin cenazesi, sabahın ilk ışıklarıyla Sultanahmet’e yakın bir hazirede kılındı. Etrafta kimsecikler yoktu, zira işgal kuvvetleri toplanmaları yasaklamıştı. Hüsrev, hüznün en ağır tonunda, kızının mezarının başında diz çöktü. Hüseyin, ellerini semaya açtı, dualarla gözyaşını karıştırdı. Musa, Kuşçubaşı Eşref ve Cahit arka planda sessizce beklediler. Mehmet Akif, başını önüne eğerek sessiz bir Fatiha okudu. Belki ileride, Ayşe gibi şehitlerin adı dilden dile, kuşaktan kuşağa aktarılacaktı.
Bu acıdan sonra atölyenin atmosferi değişti. Hüsrev daha az konuşur oldu, ama gözlerinde kararlı bir ateş yandı. Hüseyin’in inancı, sabrı keskinleşti; artık mücadele onun için kişisel bir davaya, Ayşe’nin hatırasına adanmış bir yol haline gelmişti. Musa, atölyeden Anadolu’ya sevk edilecek belgelere daha da dikkat eder oldu. Kuşçubaşı Eşref yeni talimatlar getirdi: Bazı direniş gruplarının birleşeceğini, çok yakında işgale karşı büyük bir adım atılacağını müjdeledi. Akif, şiirlerini daha da güçlü bir imanla kaleme aldı; Ayşe’nin acısını, bir milletin acısına dönüştürüp teselliyi bağımsızlık umudunda aradı.
Ayşe’nin canına kıyan işgal gücü, belki o an sıradan bir cinayet işlediklerini sanıyordu. Oysa onlar, bir milletin kalbine nefret tohumları ekmiş, direnişin öfkesini bilemişlerdi. Artık Hüsrev, Hüseyin, Musa, Eşref, Cahit ve Akif için bu dava daha kutsal, daha kaçınılmaz bir hale geldi. Bu kayıp, korkuyu değil kararlılığı besledi.
Günler geçtikçe, terzi atölyesi Anadolu’ya giden yolun bir mihveri olmaya devam etti. Her vesikada, her pakette, her gizli notta Ayşe’nin hatırası yaşıyordu. Bu, bir nevi yemin gibiydi: Bu şehir kurtulacak, bu ülke hürriyetine kavuşacak; Ayşe’nin dökülen kanı, bu toprağın istiklâl çiçeklerini sulayacaktı. Belki günün birinde zafere ulaşıldığında, Hüsrev yeniden kumaşlara nakış işlerken, Hüseyin genç çıraklara dikiş öğretecek, Musa Anadolu topraklarında şerefli bir ömür sürecek, Eşref şanlı bir destanın danışmanı olarak anılacak, Akif hür bir ülkede mısralarını hürriyetle okuyacaktı.
Ama o zamana dek, bu acı kayıp gönüllerde bir ukde olarak kalacak; umut, hüzünle harmanlanarak mücadeleyi bileyecekti. Ayşe’nin şahadeti, Mütareke İstanbul’unda küçük bir atölyeden yükselen sessiz ve kararlı direnişin, en acı, en yakıcı, ama belki de en anlamlı sembolü olacaktı.
Ne karanlık geceler çökerdi bu topraklara önceden,
Ne zulmün paslı zincirleri değmişti bu göğün ipeğine!
Şimdi dalga dalga düşman, râm etmek dilerken vatanı,
Bir narâdır yükselen, imanlı göğüslerin göklerine!
Ey ömrünü Hakk’a ve haysiyete adayan pak kadın!
Teninde zulmün kör kursunuyla solsa da hayat,
Kalbinde dirilişin mukaddes korları tutuştu:
Senle doldu Asr-ı Saadet’ten bir hatırat!
Bak, diz çökmek ister bu şer kuvvet, bu münafık dimağ,
Sen ki Allah’a secdeyle büyüttün sabrı, edebi…
Yarınlar senin destanını altın sayfalarla yazar,
Unutulmaz bu aziz kan; dirilir sayende edebi.
Senin ruhunla direndi bu hürriyet günleri,
Adın bir bayrak misâli şafak ufkuna asıldı!
Şimdi her mü’min bacı, göğsünde senin nefesin:
Vatan, o nefesle bükülmez bir çelik halka kıldı.
Direnişin sinesinde alevlenen iman cevheri
Senin kanınla billurlaştı, o artık söndürülemez!
Senin şahadetindir Ulu Rabbe giden en temiz yol,
Ki bu yol, hayasız elin hâkimiyetini silemez.
Ey şehîde, ey nûr-efşân hatıra! Emanetin yüce:
Bu ümmet senin isminle dağları aşar elbet.
Unutma! Kudret-i Hakk’ın nazarında bir damla kanın,
Bin kılıçtan keskin, bin satırdan daha dehşet!
Şimdi senin sesin, sanki bir ezan-ı hürriyet,
Çınlıyor gönüllerde, şahlandırıyor milleti.
Müslüman kadını, haysiyetli, vakur, dimdik durur,
Bu yolda her can feda, ama kazanır nihâyeti.
Gidiyorsun göğe, ellerin beyaz bir kuş gibi…
Bize sabır, bize sebat, bize azim kaldı ardında.
İmanla dolu nesiller seninle erer murada:
Ebediyen yaşayacaksın, bu sancağın altında!
FEHMİ DEMİRBAĞ
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder