"Küresel sehirler, küresel markalar artık dünyada devletler gibi siyasi aktör haline geliyor. Kültür de siyaset ve ekonomi gibi stratejik unsur oluyor." Küresel markalar; İŞGALCİ KOLLUK KUVVETLERİ! ŞİMDİ MİLLİ MÜDAFA ZAMANI! KIZLI-ERKEKLİ KAYBEDECEĞİZ YOKSA GELECEĞİMİZİ! YANİ; NE KARA KUVVETLERİ, NE HAVA KUVVETLERİ, NE DENİZ... İLLA Kİ; KÜLTÜR KUVVETLERİ!
27 Eylül 2025 Cumartesi
DÜŞÜNEN ADAM
fehmi demirbağ
Bölüm 1: 28 Şubat Gecesi
Berlin, 2023. Goethe Kültür Sanat Merkezi'nin loş salonunda, jeneriğin akmaya başlamasıyla birlikte kalbimin ritmi hızlanıyor. Dışarıdaki dünya, sinemanın bir propagandadan öte, bir "halk okulu" olduğu tartışmalarıyla çalkalanırken, benim zihnim yirmi altı yıl geriye, 28 Şubat 1997'nin o soğuk gecesine gidiyor. Film, o gecenin en mahrem anıyla, yorgun ve hüzünlü bir liderin, oğluyla yaptığı o özel sohbetle başlıyor.
Kamera, Ankara’daki başbakanlık konutunun sessiz koridorlarında geziniyor. Dışarıda, zırhlı araçların tekerlek sesleri ve protesto sloganları uğultuya karışıyor. Ancak bu odada, sadece bir baba ile oğulun hüzünlü sessizliği var. Başbakanlık koltuğundan zorla indirilen bir lider... Dışarıda kalan tüm o unvanlar, protokoller, makamlar... Burada sadece bir baba, Necmettin Erbakan. Karşısında ise onu teselli etmeye çalışan oğlu, Fatih Erbakan.
"Baba, üzülme," diyor Fatih, sesi kısık ve titrek. "Bu bir son değil, biliyorum."
Erbakan, pencereden dışarıdaki karanlığa bakıyor. Yüzünde tarifsiz bir keder var, ama bu keder makamını kaybettiği için değil. Yıllardır inandığı, uğruna çalıştığı değerlerin, bir kez daha küresel bir oyunla karşı karşıya kalışına duyduğu bir acı. Elini oğlunun omzuna koyuyor, gözleri pencerelerin yansımasında parıldıyor.
"Bitmiyor Fatih," diyor, sesi bir fısıltı gibi. "Milletime karşı oynanan bu oyunlar bir türlü bitmiyor. Ama şunu unutma evlat, bir lider görevden alınabilir, bir siyasi parti kapatılabilir... Fakat bir fikir asla hapsedilemez."
Sözleri bir anda umuda evriliyor. Omuzları dikleşiyor, bakışları kararlı bir ışıkla doluyor.
"Henüz maç bitmedi."
Bu söz, sadece bir cümle değil, filmin de, hikayenin de kalbi oluyor. Erbakan, daha sonra oğluna dönecek ve yıllar öncesine, gençliğine doğru bir yolculuğa çıkaracak. O yolculuk, sadece onun hayatını değil, Türkiye'nin ve tüm İslam dünyasının gidişatını değiştirecek olaylarla dolu.
Bölüm 2: Gümüş Motor'dan Gençlik Ateşine
1951'de, 23 yaşındaki Necmettin, savaşın harabeye çevirdiği Almanya'ya adım attığında, cebinde sadece bir avuç umut ve kafasında yanan bir fikir vardı. Berlin, gri ve sisli bir örtüyle kaplıydı; binaların isli cepheleri, sokaklardaki sessizlikten daha yüksek bir acıyla çığlık atıyordu. Ama Necmettin için bu yıkım, bir yok oluş değil, yepyeni bir başlangıcın habercisiydi. O, bu enkazın altından sadece bir ulusun değil, tüm insanlığın geleceğini inşa edecek tohumları çıkaracağına inanıyordu.
Aachen'deki yüksek mühendislik enstitüsünde, dersler bittiğinde bile atölyeden ayrılmazdı. Kalay kokusu, motor yağının metalik tadı ve dönen makinelerin gürültüsü, onun için bir orkestranın en sevdiği senfonisiydi. En büyük takıntısı, Rusya'nın dondurucu soğuğunda yakıtları donarak işlemez hale gelen Alman tanklarının dizel motorlarıydı. Herkes bu durumu savaşın kaçınılmaz bir sonucu olarak görürken, o, bir bilim insanı titizliğiyle, bu sorunu çözmek için adeta bir dedektif gibi iz sürüyordu. Haftalarca süren hesaplamaların ve deneylerin sonunda, o genç Türk mühendis, bu teknik sorunu çözecek formülü bulduğunda, Alman hocalarının yüzündeki hayret, onun için en büyük ödüldü.
Bu başarısı ona, Türkiye'ye döndüğünde de peşini bırakmayan bir saygınlık kazandırdı. Ama onun için asıl mücadele şimdi başlıyordu. Ülkenin sanayisini, Batı'nın tekelinden kurtarmak ve kendi yerli üretimini yapmak... Bu fikir, ruhunda bir yangın gibiydi. Fabrika binalarını, atölyeleri gezdi, ellerini kirletti, işçilerle birlikte ter döktü. Gümüş Motor adını verdiği ilk yerli motor fabrikasının temellerini attığında, etrafındaki pek çok kişi bunun imkânsız bir hayal olduğunu düşünüyordu. "Türkiye'de motor mu yapılır?" alaycı soruları, birer diken gibi kalbine saplanıyordu.
Ancak Necmettin, bu sözlere kulak asmıyordu. O, her bir vidayı, her bir döküm parçasını, geleceğin tohumları olarak görüyordu. Bu motorlar, sadece bir makine parçası değil, aynı zamanda bu milletin kendi ayakları üzerinde durmasının, kendi onurunu geri kazanmasının bir sembolü olacaktı. Gümüş Motor'un bacasından ilk dumanlar yükseldiğinde, o dumanlar sadece bir fabrikanın değil, aynı zamanda "Ağır Sanayi Hamlesi" adını verdiği büyük bir rüyanın da ilk işaretiydi. Bu rüya, yıllar sonra kuracağı siyasi hareketin ve liderliğini yapacağı davanın da temelini oluşturacaktı.
Bölüm 3: Bir Boksörün Mirası
New York'un Bronx semtindeki Yankee Stadyumu, 28 Eylül 1976 günü nefesini tutmuştu. Ringin üzerindeki ışıklar, iki dev adamın terli bedenlerinde dans ediyordu. Bir tarafta, tüm dünyanın "efsane" olarak tanıdığı, 35 yaşındaki Muhammed Ali. Diğer tarafta ise, en belalı rakiplerinden biri olan, çenesi kaya gibi sert, bakışları acımasız Ken Norton. Bu, sadece bir boks maçı değil, aynı zamanda Ali'nin kariyerinin dönüm noktalarından biriydi. İlk maçı hakem kararıyla kaybetmiş, ikincisini zor da olsa kazanmıştı. Üçüncü karşılaşma, artık bir hesaplaşma meselesiydi.
Filmde, kamera ringin etrafında ağır çekimde dönüyor, Ali'nin attığı her yumruğu, Norton'ın yüzündeki her bir ifadeyi yakın planda gösteriyordu. O maçı sadece boks tutkunları değil, tüm dünya izlemişti. Ali, 709 yumruk atmış, 199 yumruk yemişti. Maçın sonunda ringde yorgunluktan dizlerinin üzerine çöktüğünde, galip ilan edilenin kendisi olduğunu öğrendiğinde, o yorgunluk bir anda bir zafere dönüşüyordu. Ringde yorulmayan Ali, ilgiden yoruluyordu.
Ancak film, bizi ringden çok farklı bir yere, İstanbul'a taşıyordu. O maçın üzerinden daha iki gün bile geçmemişti. Adeta daha teri kurumadan, Muhammed Ali, boks eldivenlerini çıkarıp, Ankara'daki Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan'ın özel davetiyle Türkiye'ye geliyordu. Bu ani karar, pek çok kişiyi şaşırtmıştı. Film, bu tarihi anı, bir belgesel titizliğiyle işliyor: Ali'yi taşıyan uçağın tekerleri piste değdiğinde, onu karşılamak için binlerce insan havaalanını adeta bir miting alanına çeviriyordu. Marşlar söyleniyor, tekbirler getiriliyordu. Ali merdivenlerden indiğinde, tezahüratlar yeri göğü inletiyordu. Bu, bir sporcunun karşılanması değil, bir kahramanın, bir sembolün karşılanmasıydı.
Erbakan Hoca ile Muhammed Ali'nin Sultanahmet Camii'nde kıldığı cuma namazı sahnesi, filmin en can alıcı noktalarından biriydi. Kamera, caminin avlusunu dolduran on binlerce insanı yukarıdan çekiyor, adeta bir denizin dalgalanmasını andıran bu kalabalık, Erbakan'ın "Milli Görüş" hareketinin ne kadar büyük bir potansiyele sahip olduğunu gözler önüne seriyordu. Muhammed Ali'nin küresel şöhretiyle, Erbakan'ın yerel siyasi hareketi birleşiyor, İslam alemi için yeni bir umut ışığı yanıyordu. İki liderin yan yana yürüdüğü bu sahne, Erbakan'ın ileride doğacak oğluna neden "Muhammed Ali Fatih" adını vereceğini de anlamlandırıyordu.
Film, bu tarihi ziyaretin hemen sonrasında, Kasımpaşa Kültür Sarayı'ndaki bir başka önemli ana geçiş yapıyordu. Avrupa boks şampiyonu Cemal Kamacı'nın da Milli Görüş hareketine katıldığı bu gecenin sunucusu, gençlik kolları başkanı olan, gelecek vadeden bir gençti: Recep Tayyip Erdoğan. O gecenin enerjisi, gençlerin gözlerindeki parıltı ve sahneden yükselen coşkulu sesler, bu davanın sadece yaşlı liderlerin değil, gençlerin de omuzlarında yükseleceğini gösteriyordu.
Bu tarihi kesit, 28 Şubat gecesindeki baba-oğul sohbetine geri dönüyor. Erbakan, bu anıları oğluna, davanın nasıl bir misyon olduğunu anlatmak için kullanıyordu. "Bak Fatih," diyordu, "bu dava bir hak-batıl mücadelesidir. Biz sadece bir siyasi parti kurmuyoruz, biz nesilleri, kalbi iman dolu gençleri yetiştiriyoruz. Bu gençlik, bir gün tüm bu oyunları bozacak."
Bölüm 4: Fleming'in İtirafı
Berlin galasının kalabalığı, film gösteriminin heyecanıyla uğuldarken, ben davetlilerin arasında dolaşıyor, tebrikleri kabul ediyordum. Yüzler birbirine karışıyor, samimi gülüşler ile yapmacık nezaketler ayırt edilemiyordu. Birden, James Bond'un yaratıcısı olarak bilinen, ancak bendeniz için daha çok 6-7 Eylül olaylarının ardındaki isim olarak hafızama kazınan Ian Fleming ile burun buruna geldim. Göz göze geldiğimiz o an, zamanın durduğunu hissettim. Bir gülümsemeyle yaklaştı, ancak gözlerindeki ifade, bir sırrı taşıyan adamınkinden farksızdı.
"Yönetmen Bey," dedi, sesi filmden fırlamış bir casusunki gibi derindi. "Sizi tebrik ederim. Mükemmel bir iş çıkarmışsınız. Hele ki o bölüm..."
Sözlerini filmden bahseder gibi kesmişti, ancak kastettiği, filmdeki Erbakan'ın "Adil Düzen" vizyonuydu. Yüzü ciddileşti ve salonun gürültüsünü aşan bir fısıltıyla devam etti.
"Dünya, soğuk savaş denen bir oyunda ikiye ayrılmıştı. Komünizm ve kapitalizm. Bizim, yani Batı'nın, bu ikili oyunun dışında herhangi bir alternatif olmasına asla tahammülümüz yoktu. Biliyor musunuz, biz yıllarca Doğu'nun komünist tehlikesini anlatmak için binlerce sayfa yazdık, yüzlerce film çektik. Ama o adam..." Eliyle perdeyi işaret etti. "Erbakan, ortaya çıktı ve tüm bu oyunu bozdu. O, sadece bir partinin lideri değildi. O, 'Adil Düzen' diyerek, tüm dünyada yeni bir felsefe yaymaya çalışıyordu. Ve bu, Batı için en büyük tehditti."
Fleming, bakışlarını benden ayırmadan devam etti. "Bize göre Sünni dünya, 300 yıldır uyuyordu. Siyasetten, ilimden, sanattan uzak, uysal bir kitleydi. Ama Erbakan'ın hareketiyle, uyanmaya başladılar. İlk defa kendi medeniyetlerini, kendi düzenlerini kurabileceklerine dair bir umut belirdi. Bu umudu söndürmek için, Şiileri harekete geçirdik. İran İslam Devrimi adı altında, radikalizmi İslam coğrafyasına musallat ettik. Erbakan ilim, ahlak ve modern sanayi diyordu. Biz ise terörizm ve radikalizm diyorduk."
"O," dedi, sesi alaycı bir tınıya bürünerek, "siyonizmin nasıl bir bela olduğunu tüm dünyaya haykırıyordu. Bizim senaryomuzda bu yoktu. O yüzden 1980'de Kudüs mitingini yaptıktan hemen sonra, 12 Eylül ihtilal borazancıları devreye girdi. Milli Görüş'ü bölmek için, sekülerleşmenin karşısına 'muhafazakarlık' adı altında yeni bir parti, ANAP'ı çıkardık. Yine olmadı. Kudüs söylemleri üzerinden 28 Şubat olaylarını dizayn ettik ve bu kez karşısına başka bir siyasi parti, Ak Parti'yi çıkardık. Bir de Fethullah Gülen'le Amerikancı İslam'ı kurduk. Onu sadece izledik, takip ettik, çünkü 'Milli Görüş' dediği şeyin aslında bir 'Evrensel Görüş' olduğunu anlamıştık. Onun 'Ağır Sanayi' dediği şeyin, bir asrın idrakinin ta kendisi olduğunu görmüştük."
Fleming, sözlerini bitirdikten sonra hafifçe eğildi ve kalabalığa karıştı. Arkasında, benim zihnimde bir fırtına bırakmıştı. Romanın anlatıcısı olarak, filmin aslında görünenden çok daha fazlasını anlattığını, bir liderin hayat hikayesinin, dünya sahnesindeki gizli savaşların bir yansıması olduğunu o an anladım.
Bölüm 5: Safların Ayrılması
28 Şubat 1997 gecesi, Ankara'nın soğuk havası sadece fiziksel bir soğukluk değil, aynı zamanda manevi bir titremenin de habercisiydi. Erbakan'ın oğluyla yaptığı o özel sohbetin ardından film, hızlı bir kurguyla toplumun farklı kesitlerini gösteriyordu. Görüntüler, bir film şeridi gibi akarken, Erbakan'ın yıllardır mücadele ettiği ayrışmanın, bu olayla birlikte ne kadar derinleştiğini görüyorduk.
Kamera, bir yanda "Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği" pankartları altında toplanan, laik yaşam tarzını savunan kalabalıkları gösteriyordu. Öte yanda ise, dini değerlerin ve başörtüsü mücadelesinin sembolü haline gelmiş gruplar, sessiz bir direnişle direniyorlardı. Bu iki kalabalık, aynı şehrin sokaklarında yürüyor, aynı havayı soluyordu ama aralarındaki mesafe, kilometrelerce uzaktı. Erbakan'ın yıllardır haykırdığı "terörün dini olmaz" sözü, bu bölünmüşlükte yankılanıyor, ancak kimse duymuyordu.
Film, bu toplumsal ayrışmayı, dini sembollerin nasıl siyasallaştırıldığını ve ticarileştiğini de gösteriyordu. Önce Fethullah Gülen'in "Amerikancı İslam"ı, ardından muhafazakar bir yaşam tarzının, kendi değerlerini yitirerek nasıl bir popüler kültüre dönüştüğünü... Şule Yüksel Şenler'in "Huzur Sokağı" romanının, bir dönemin manevi şuurlanma sembolü iken, televizyon ekranlarında nasıl "gaydırı gubbak" bir hale getirildiğini görüyorduk. Filmde, Erbakan'ın o hüzünlü sesi yankılanıyordu: "Dünyevileşmeyi bile elimize yüzümüze bulaştırıyor, beceremiyoruz."
Bu sahneler, sadece bir dönemin hikayesini değil, aynı zamanda mahallelerin, komşuluk ilişkilerinin, ortak değerlerin nasıl yavaş yavaş yok olduğunu anlatıyordu. Eski, samimi mahalleler yıkılıyor, yerlerine ruhsuz, kutu gibi "toplu konutlar" inşa ediliyordu. O eski manevi birliktelik, beton duvarların arasında kayboluyordu. Erbakan'ın, "Kalu Bela Sözleşmesinin yerine..." diye başlayan sözleri, modernleşme adı altında kendi kimliğimizden nasıl uzaklaştığımızı vurguluyordu. "İstanbul Sözleşmesi evla oldu, Kalu Bela Sözleşmesinin yerine de; bulduk her türlü belamızı."
Filmin en etkileyici sahnelerinden biri, cami saflarını gösteriyordu. Eskiden omuz omuza, "lebaleb" dolan safların, şimdi birbirinden uzak durduğunu, aralarına görünmez bir hat çekildiğini görüyorduk. "Saflığımızı yitirdikçe saflaştık; saflaştıkça saflarımız ayrıldı da ayrıldı." Bu cümleler, sadece dini bir metafor değil, aynı zamanda toplumun manevi bağlarının nasıl koptuğunun da bir kanıtıydı. Erbakan'ın hayatı, bu bölünmüşlükte bir köprü kurmaya çalışan, ancak sürekli olarak engellenen bir liderin hikayesiydi.
Bölüm 6: Lokman Hekim'den Bill Gates'e
Film, hızla başka bir temaya, bilimin ve teknolojinin maneviyatla olan ilişkisine geçiyordu. Erbakan'ın, bilimi sadece bir araç olarak değil, aynı zamanda bir medeniyet inşası olarak gördüğü vurgulanıyordu. Anlatılan hikaye, modern tıbbın ve teknolojinin, geleneksel bilgelik ve ahlaktan nasıl uzaklaştığını ele alıyordu.
Sahneler, bilimsel bir konferansın soğuk ve steril salonunda başlıyordu. Üst düzey akademisyenler ve bürokratlar, Bill Gates'in küresel sağlık politikaları ve elektronik sıvılar üzerine yaptığı sunumu dinliyorlardı. Ekranlarda, "bilimsel lakırtılarla" dolu grafikler ve istatistikler akıyordu. Bu sunumun karşısında, Erbakan'ın 28 Şubat gecesindeki sesi yankılanıyordu: "Lokman Hekim'in tıbbı yerine Bill Gates'in elektronik sıvılarına düçar olduk."
Bu sahne, sadece bir teknoloji eleştirisi değildi; aynı zamanda insanlığın, kadim bilgeliğini ve vicdanını nasıl bir kenara attığını gösteriyordu. Lokman Hekim'in tıbbı, doğa ile uyum, insanla empati ve ahlak ile bilimin bütünleştiği bir anlayışı temsil ediyordu. Bill Gates'in "elektronik sıvıları" ise, kapitalist, kitlesel ve maneviyattan yoksun bir modernizmi simgeliyordu. Film, bu iki farklı vizyonun çatışmasını, görsel ve işitsel bir şekilde çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyordu.
Erbakan, konuşmasında bilimin sadece laboratuvarlarda değil, aynı zamanda ahlakın ve vicdanın ışığında ilerlemesi gerektiğini vurguluyordu. Onun için "Ağır Sanayi" sadece makine üretmek değil, aynı zamanda bu ülkenin kendi aklını, kendi medeniyetini üretmesi anlamına geliyordu. Ancak film, bu vizyonun, dönemin hegemon güçleri tarafından nasıl engellendiğini, nasıl karalandığını ve alternatif bir yaşam tarzı sunanların nasıl itibarsızlaştırıldığını gösteriyordu.
Bölüm 7: Sinsi Plan: Genişletilmiş Ortadoğu Projesi
Filmin anlatımı, Ian Fleming'in itirafıyla başlayan küresel komplo teorilerini, daha somut olaylarla destekleyerek derinleştiriyordu. Kamera, galadaki John Deutch ve diğer üst düzey protokol mensuplarının yüzlerinde geziniyor, hepsinin bu oyundaki rolüne dair ipuçları veriyordu.
Anlatıcının sesi, filmin bu bölümünü duyuruyordu: "Erbakan'ın 'Adil Düzen' çağrısı, Batı'yı sadece siyasi bir tehdit olarak değil, aynı zamanda ekonomik bir kâbus olarak da korkutuyordu. Bu çağrı, Sünni dünyasının tek bir bayrak altında birleşme potansiyelini taşıyordu ve bu, petrol, doğalgaz ve stratejik yolların kontrolünü elinde tutan hegemonlar için kabul edilemezdi."
Film, bu noktada bizi gizli bir toplantıya götürüyordu. 1990'ların sonu. Berlin'de, gri bir binanın en üst katında, bir masanın etrafında John Deutch, Ian Fleming ve CIA'den diğer üst düzey yetkililer oturuyordu. Masanın üzerinde, "Genişletilmiş Ortadoğu Projesi" yazılı gizli bir harita duruyordu. Haritada, Türkiye'nin güneyinden başlayarak, Irak, Suriye ve İran'ı kapsayan geniş bir coğrafya, suni sınırlar ve çatışma bölgeleriyle işaretlenmişti.
"Erbakan'ın ilim ve sanayiyle güçlenmiş bir İslam dünyası hayali, bizim planlarımıza en büyük darbe olacaktır," diyordu Deutch, haritadaki Türkiye'nin üzerine parmağını koyarak. "Bu adam durdurulmalı. Ne pahasına olursa olsun."
Fleming, elindeki puroyu masaya bırakıyor ve "Doğrudan müdahale edemeyiz," diyordu. "Onlarca yıldır beslediğimiz seküler ordu, 28 Şubat ile işini bitirdi. Ama bu, yeterli değil. Yeterince bölünmedikçe, istedikleri birliğe ulaşabilirler. Onları içeriden parçalamalıyız."
Bu sahnenin hemen ardından, filmin kurgusu çarpıcı bir şekilde 11 Eylül 2001'e atlıyordu. New York'taki İkiz Kulelerin çöküşünü gösteren dehşet verici görüntüler, tüm dünyaya yayılan terör korkusunu tetikliyordu. Film, bu olayların arkasındaki karanlık gücü, Bin Ladin'in Bush ailesiyle olan ilişkisini ve terörün nasıl "İslami" bir etiketle suni bir şekilde üretildiğini ima ediyordu.
"Bu, tüm dünya için bir dönüm noktası," diyordu Deutch, galadaki ses kaydında. "İstediğimiz düşmanı yarattık. Artık insanlara, İslam'ın 'barış dini' değil, 'terör dini' olduğunu kanıtlayabiliriz. Bu sayede, Ortadoğu'ya demokrasi getirme bahanesiyle müdahale edebiliriz. Böl-yönet. Klasik bir taktik."
Bu bölme-yönet stratejisinin bir parçası olarak, filmde bir yandan "İslami terörizm" adı altında yeni örgütlerin nasıl kurulduğu, diğer yandan ise İsrail'in "Vadedilmiş Topraklar" hezeyanlarının nasıl alevlendirildiği anlatılıyordu. Erbakan'ın bilim, ahlak ve vicdan çağrısının karşısına, cehalet, vahşet ve kinle beslenen bir ideoloji konuyordu. İnsanların gözü, terörle korkutulup, gerçek sömürü tezgahlarından uzaklaştırılıyordu.
Erbakan, kendi davasının, bu küresel oyunun tam ortasında olduğunu biliyordu. Onun "Milli Görüş" dediği şeyin, tam da bu sinsi planları boşa çıkaracak evrensel bir duruş olduğunu da... Ancak bu bölüm, onun mücadelesinin ne kadar zorlu ve tehlikeli olduğunu gözler önüne seriyor, umut ile komplo arasındaki ince çizgiyi vurguluyordu.
Bölüm 8: Davanın İntikası ve Küresel Müdahale
Ian Fleming'in itirafıyla aydınlanan kirli sırlar, filmin bu bölümünde somut olaylara dönüşüyordu. Galada, John Deutch'un yüzündeki hafif tebessüm, planın nasıl da kusursuz işlediğinin bir kanıtı gibiydi.
Film, Erbakan'ın "Milli Görüş" davasının, küresel güçler tarafından nasıl parçalanmaya çalışıldığını gösteriyordu. Bu, doğrudan bir darbe operasyonundan çok daha sinsi bir hamleydi. Amaç, Erbakan'ın fikrini, farklı ideolojilerle zehirleyerek dönüştürmekti.
Sahnelerden biri, 1980'li yılların sonunu gösteriyordu. Erbakan'ın Kudüs mitingleri, büyük bir halk uyanışına sebep olmuştu. Halk, Mescid-i Aksa'yı sadece bir ibadethane değil, aynı zamanda İslam dünyasının ortak onuru olarak görmeye başlamıştı. Bu birlik, Batı'nın "Genişletilmiş Ortadoğu Projesi" için en büyük engeldi. Film, bu noktada 12 Eylül 1980 darbesinin perde arkasına geçiyordu. Darbenin sadece bir askeri operasyon olmadığı, aynı zamanda toplumu sekülerleşme ve apolitikleşme sürecine sokmak için tasarlandığı anlatılıyordu.
Ancak küresel aktörler, bunun yeterli olmadığını biliyordu. Filmde, CIA ajanlarının, darbe sonrası siyasete giren figürlerle nasıl temas kurduğu gösteriliyordu. Hedef, Erbakan'ın tabanını, onun "Ağır Sanayi Hamlesi" ve "Adil Düzen" gibi temel ilkelerinden uzaklaştıracak yeni bir siyasi hareket yaratmaktı. ANAP'ın ortaya çıkışı ve "ılımlı sağ" söylemleriyle Milli Görüş tabanını absorbe etme çabası, bu planın ilk adımıydı. Erbakan'ın ilim ve sanayi odaklı davetinin karşısına, Batı'nın "serbest piyasa ekonomisi" ile şekillenmiş, muhafazakarlık kılıfına sarılmış bir söylem konuluyordu.
Film, 28 Şubat 1997'ye geri dönüyordu. Bu olay, sadece bir muhtıra değil, aynı zamanda davanın içindeki ayrışmayı hızlandırmak için ustaca kurgulanmış bir tezgahtı. Ekranlarda, dönemin medya manşetleri, maneviyatın nasıl terörle ilişkilendirildiğini ve İslamcıların nasıl "irtica" bahanesiyle şeytanlaştırıldığını gösteriyordu. Bu süreçte, Batı'nın "Amerikancı İslam" projesiyle beslediği Fethullah Gülen ve hareketi ön plana çıkarılıyor, İslam adına farklı bir algı yaratılıyordu. Bu yeni anlayış, Erbakan'ın ilim, ahlak ve yerli sanayi vurgusundan tamamen uzak, Batı'yla entegre ve siyasete mesafeli bir duruş sergiliyordu.
Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri, 28 Şubat'ın hemen ardından, Erbakan'ın en yakınındaki isimlerin bile nasıl farklı yollara saptığını gösteriyordu. Sahneler, yeni bir siyasi partinin kurulmasıyla bitiyordu: Ak Parti. Bu yeni parti, Erbakan'ın temel prensiplerini terk etmeden ama Batı'nın hoşgörülü olduğu, daha pragmatik bir çizgiye yöneliyordu. Erbakan'ın davası, parçalanmıştı.
Fleming'in sesi yeniden yankılanıyordu: "Onun davası, 'Evrensel Görüş'e dönüşmesin diye, onu içeriden böldük. Bu, en etkili yöntemdi. Çünkü bir düşman, kendi içinden çıkan bir başka düşmanla savaşırsa, her zaman kaybeder."
Bölüm 9: Düşünen Adam'ın Vasiyeti
Galada, film, 28 Şubat gecesi Necmettin Erbakan'ın oğlu Fatih ile olan konuşmasına geri dönüyordu. Dışarıdaki dünyanın karmaşası, bu küçük odanın içinde bir fısıltıya dönüşmüştü. Erbakan, tüm ihanetlere ve kırgınlıklara rağmen yüzünde bir tebessümle, yorgun ama umutlu bir ifadeyle oğluna bakıyordu.
"Bak Fatih," diyordu, sesi geçmişten gelen bir bilgelik gibiydi. "Bu davanın geleceği artık bizim ellerimizde değil. Gençlerin ellerinde."
Filmde, Erbakan'ın hayatından kesitler, bu kez gençlik teması üzerinden yeniden canlanıyordu. Görüntüler, Gümüş Motor fabrikasının atölyelerindeki genç mühendisleri, Milli Gençlik Vakfı'nın (MGV) salonlarında ders dinleyen, heyecanlı gözlerle bir şeyler öğrenmeye çalışan gençleri gösteriyordu. Erbakan'ın her konuşmasında, her toplantısında gençliğe verdiği önem vurgulanıyordu. Onun için gençlik, sadece bir gelecek değil, aynı zamanda davanın bizzat kendisiydi.
"Bize düşen, sadece tohumu atmaktı," diyordu Erbakan, filmde. "Şimdi o tohumları sulamak, büyütmek ve onların meyve vermesi için uygun ortamı hazırlamak size düşüyor. Ben ilim dedim, siz ilmin en ilerisine gidin. Ben ahlak dedim, siz ahlakın en yücesini yaşayın. Ben sanayi dedim, siz çağın en ağır sanayisini kurun."
Film, bu vasiyetin nasıl hayata geçirilebileceğini de gösteriyordu. Erbakan'ın isteği üzerine kurulan Erbakan Vakfı, sadece bir anma kurumu değil, aynı zamanda bir "think tank" kuruluşu olarak tasvir ediliyordu. Görüntüler, gençlerin bu vakıfta bilim, sanat ve felsefe üzerine tartıştıkları, yeni projeler ürettikleri sahnelerle doluydu. Erbakan, kendi davasını, siyasetin dar koridorlarından çıkarıp, bilim, sanat ve kültürel bir harekete dönüştürmek istiyordu.
"Bizim mahallemiz, sanat ve sanatçıya teşne değil," diyordu anlatıcı. "Ama bu filmin yapılması, bu tabuların da yıkıldığının bir kanıtı. Tıpkı Muslum'un, Bergen'in filmleri gibi, bizim de hikayelerimizi anlatmamız gerekiyor. Bu hikayeler, sadece bizim değil, tüm insanlığın ortak mirası."
Film, Erbakan'ın, "Bizim 'Milli Görüş' dediğimiz şey, aslında 'Evrensel Görüş'tür," sözleriyle son buluyordu. Onun hayali, sadece Türkiye'yi değil, tüm insanlığı içine alan, adalet ve vicdan üzerine kurulu bir medeniyet inşa etmekti.
________________________________________
Bölüm 10: Oscar'la Gelen Zafer ve Sonsöz
Berlin'deki gala salonunun ışıkları aniden yandı. Uzun ve derin bir sessizliğin ardından, salonda alkış tufanı koptu. İnsanlar ayağa kalkmış, dakikalarca alkışlıyorlardı. Siyasetçiler, bürokratlar, akademisyenler... Hepsi gözleri yaşlı bir şekilde bizi tebrik ediyordu. John Deutch'un yüzündeki gergin ifade, yerini şaşkınlığa bırakmıştı. Ian Fleming'in gözlerinde ise, tahmin edemediği bir hikayenin gücü vardı.
"Kazandık..." diye fısıldadım, Stanley Kubrick'in hayali omzuma dokunurken. "Maç bitmedi demiştin hocam... İşte o maç şimdi bitti."
Bu film, sadece Erbakan'ın hayatını anlatmakla kalmamış, aynı zamanda on yıllardır süren bir küresel oyunu da gözler önüne sermişti. Hollywood, küresel güçlerin propaganda aracı olarak kullanılırken, biz onların oyununu kendi silahlarıyla, bir sanat eseriyle bozmuştuk.
Aylar sonra, Los Angeles'taki Oscar Ödül Töreni'ndeydik. "En İyi Yabancı Film" ödülü için benim ve Stanley Kubrick'in yönettiği "Düşünen Adam" filminin adı okunduğunda, tüm salon ayağa kalktı. Sahneye çıktığımda, mikrofona Erbakan'ın sesiyle, onun o meşhur cümlesini fısıldadım: "Henüz maç bitmedi!"
Bu ödül, sadece bir filmin başarısı değil, aynı zamanda bir düşüncenin, bir davanın, tüm engellere rağmen ayakta kalışının bir kanıtıydı. Düşünen Adam filmi, insanlığa, dünyayı sömürenlerin değil, düşünen ve üretenlerin değiştireceğini haykırıyordu. Ve bu haykırış, dünyanın dört bir yanında yankılanıyordu.
Bölüm 11: İktidarın Cazibesi
Film, Düşünen Adam'ın Oscar'ı kucaklamasıyla sona ermiş, o büyük gala gecesinin parıltısı, bir dönemin zaferini taçlandırmıştı. Ancak perde kapandığında, romanın gerçek hikâyesi başlıyordu. Babası Necmettin Erbakan'ın vefatından sonra, genç Fatih, omuzlarında sadece bir dava değil, aynı zamanda babasının büyük gölgesiyle baş başa kalmıştı. Bu gölge, bazen koruyucu bir kalkan, bazen ise aşılması gereken bir dağ gibiydi. Fatih, babasının "Adil Düzen" vizyonunun manevi ağırlığını taşıyordu, lakin ruhunun derinliklerinde bambaşka bir ateş yanıyordu: iktidar ateşi.
Bu ateş, Fatih'in her adımında kendini belli ediyordu. Babasının "iktidar bir amaç değil, bir araçtır" sözü, kulaklarında bir yankıdan öteye geçemiyordu. O, artık bir fikri değil, somut bir gücü arzuluyordu. Babasının aksine, o, masallardan çok, gerçek dünyanın sert rüzgârlarını hissetmek istiyordu. Siyasi haritaları incelerken, gözleri sadece parti amblemlerini değil, aynı zamanda iktidarın getirdiği gücü, nüfuzu ve şöhreti görüyordu. Bu hırs, babasının tüm uyarılarını, tüm vasiyetini geri planda bırakmıştı. Babasının bir zamanlar "Milli Görüş" için adadığı o genç, şimdi kendi görüşleri için yepyeni yollar arıyordu.
Bu ruhsal dönüşüm, Fatih'in etrafındaki herkes tarafından hissediliyordu. Aile dostları, dava arkadaşları, hatta partinin tabanı bile, Fatih'te babasındaki o "düşünen adam" ruhundan farklı bir şeyler olduğunu seziyordu. Fatih'in konuşmaları daha agresif, söylemleri daha keskinleşmişti. O, babasının sabrından ve hikmetinden uzak, daha hızlı, daha sonuç odaklı bir lider olma yolunda ilerliyordu. Bu değişim, onu küresel güçlerin gözünde "potansiyel bir ortak" haline getiriyordu. Babası bir tehdit olarak görülürken, Fatih, kontrol edilebilir bir piyon gibi görünüyordu. Ve Fatih, iktidarın göz kamaştıran ışığına öylesine kapılmıştı ki, yaklaşan tehlikenin farkında değildi.
________________________________________
Bölüm 12: Hollywood'un Kurbanı
Fatih'in iktidar hırsı, onu uluslararası arenanın kurtlar sofrasına itmişti. Hollywood ve CIA'in yürüttüğü algı operasyonları, genç liderin ruhundaki zayıflığı avlamak için kusursuz bir tuzaktı. Babasının "Adil Düzen" vizyonu, Batı için bir tehditken, Fatih'in bu vizyondan uzaklaşması, onlar için bir fırsattı.
Gizli bir el, Fatih'e ulaşmıştı. Bu el, uluslararası seminerler, parlak medya davetleri ve "dünya lideri" imajını güçlendirecek "özel danışmanlıklar" sunuyordu. Fatih, bu cazip tekliflere direnemiyordu. Onu, babasının eski usul siyasetinden uzaklaştırıp, "modern" ve "yenilikçi" bir lider olarak sunuyorlardı. Onun adına hazırlanan parlak broşürler, şık videolar ve uluslararası platformlarda yapılan sunumlar, Fatih'i, babasının sade ve mütevazı imajından tamamen farklı bir figür haline getiriyordu.
Bu operasyonun en kritik parçası, Hollywood'un gücüydü. Fatih'in hikâyesi, Batı'nın istediği gibi yeniden yazılıyordu. Babasının "ağır sanayi" vurgusu, yerini teknoloji devleriyle yapılan "stratejik ortaklıklara" bırakıyor; "cihat" kavramı, yerini "demokratik reformlara" terk ediyordu. Fatih, bu illüzyonun içinde, kendi elleriyle babasının mirasını dönüştürüyordu. O, babasının davet ettiği "düşünmeye" artık zaman bulamıyordu. Zihni, danışmanların hazırladığı raporlar, medya koçlarının söyledikleri ve imajının nasıl parlatılacağıyla ilgili hesaplarla doluydu. Genç lider, bilmeden, babasının hayatını adadığı şeye ihanet ediyordu. Hollywood'un parlak ışıklarının altında, bir zamanlar Milli Görüş'ün umudu olan Fatih, küresel bir oyunun sadece bir kurbanına dönüşüyordu.
Bölüm 13: CIA ve Senaryo
Fatih, bilmeden, dev bir senaryonun başrol oyuncusu oluyordu. Bu senaryo, Hollywood’un en yetenekli yönetmenlerinin dahi hayal edemeyeceği kadar karmaşık ve sinsiydi. New York'taki gökdelenlerin birinde, camdan bir ofiste, CIA'in Ortadoğu masasından gelen belgeler, Fatih'i adım adım küresel projenin içine çekiyordu. Belgelerin her satırında, "Ilımlı İslam" projesinin detayları yazılıydı. Amaç, radikalizm ile mücadele adı altında, İslam coğrafyasında Batı'nın çıkarlarına hizmet edecek, uysal ve politikadan uzak yeni nesil liderler yaratmaktı. Fatih, babasının aksine, bu rol için biçilmiş kaftandı. Onun gençliği, enerjisi ve babasının ismini taşıması, onu paha biçilmez bir propaganda aracı haline getiriyordu.
Fatih'e, "liderlik eğitimi" adı altında sunulan programlar, aslında birer beyin yıkama seansından farksızdı. San Francisco'nun teknoloji merkezlerinde, silikon vadisinin parıltılı ofislerinde, Fatih’e, babasının "ağır sanayi" vurgusunun artık "demode" olduğu anlatılıyordu. Gerçek güç, artık çelik fabrikalarında değil, dev veri merkezlerinde, sosyal medya platformlarının algoritmalarında ve yapay zekâda yatıyordu. Fatih, babasının "kendi uçağımızı, kendi tankımızı yapalım" rüyasının, "küresel ortaklıklar" ve "dijital diplomasi" ile değiştirilmesi gerektiğine ikna ediliyordu. Onun konuşma tarzı, giyim şekli ve hatta jestleri bile, halkına değil, Batı’nın seçkin zümresine hitap edecek şekilde yeniden tasarlanıyordu. Fatih, babasının o eski, samimi paltosunu çıkarıp, yerine parlak, ama ruhsuz bir takım elbise giyiyordu.
Film, bu değişimi çarpıcı bir şekilde gösteriyordu. Bir sahnede, babasının eski, tahta masasında halkla konuşan bir Fatih vardı; yüzünde samimiyet ve dava ateşi okunuyordu. Bir sonraki sahnede ise, uluslararası bir konferansın dev sahnesinde, parmak uçları üzerinde duran, ezberlenmiş metinleri okuyan, halkından kopuk, yapay bir Fatih... O, babasının mirasını savunmak yerine, onu modernleştirme adı altında, küresel güçlerin istediği bir kalıba sokuyordu. Milli Görüş, adeta bir "start-up" şirketine dönüştürülüyordu; ruhundan ve misyonundan arındırılmış, sadece kârlılık ve görünürlük odaklı bir projeye… Fatih, farkında olmadan, babasının hayatını adadığı şeye en büyük ihaneti yapıyordu. Bu ihanet, ruhunda derin bir boşluk yaratıyordu, ancak hırsının gürültüsü, bu boşluğun feryadını duymasına engel oluyordu.
________________________________________
Bölüm 14: Yalnızlık ve Pişmanlık
Yıllar, Fatih'in iktidar basamaklarını hızla tırmandığı ama ruhundan uzaklaştığı bir tünel gibi akıp gitmişti. Babasının vefatından sonra geçen her yıl, onu zirveye biraz daha yaklaştırıyor, ama bir yandan da etrafındaki insanları, ailesini ve en önemlisi de kendini kaybetmesine neden oluyordu. Bir zamanlar babasının davasına gönül vermiş dava arkadaşları, Fatih'teki bu değişimi görüyor, ondan yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Onlar için Fatih, artık babasının mirasını taşıyan bir lider değil, küresel rüzgârların savurduğu, köksüz bir fidan gibiydi.
Fatih, siyasi başarılarıyla basının manşetlerini süslüyor, uluslararası platformlarda alkışlanıyordu. Ancak, gece yatağına yattığında, bu başarıların getirdiği parıltı sönüyor, yerini derin bir yalnızlığa bırakıyordu. Ne makamının gücü, ne de uluslararası tanınırlığı, içindeki boşluğu dolduramıyordu. Aynaya her baktığında, babasının o asil ve yorgun yüzünü görüyordu. O yüz, ona hep aynı soruyu soruyordu: "Düşünüyor musun Fatih?"
Bu soru, Fatih'in içini kemiren bir kurtçuk gibiydi. Bir gece, uykusuzlukla boğuşurken, babasının kütüphanesine, onun eski kitaplarının ve notlarının arasına girdi. Babasının el yazısıyla dolu, eskimiş bir ajandayı buldu. İlk sayfada babasının gençlik yıllarında, Almanya'da yazdığı bir not vardı: "Bir ağacın kökleri ne kadar derinse, dalları o kadar yükseğe ulaşır. Ama köklerini unutan bir ağaç, ilk fırtınada devrilir." Fatih, bu satırları okurken, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Kendi köklerinden ne kadar uzaklaştığını, babasının mirasına nasıl ihanet ettiğini o an derinden hissediyordu. O, bir "Düşünen Adam" olmak yerine, küresel bir oyunun sadece bir parçası olmayı seçmişti. Pişmanlık, tüm ruhunu kaplamıştı.
Bölüm 15: Geçmişin Çağrısı
O gece, babasının ajandasından süzülen satırların ruhunda uyandırdığı fırtınayla Fatih, yatağa yorgun bir bedenle, ama uyanık bir zihinle uzandı. Gözlerini kapattığında, babasının o meşhur, tok sesi kulaklarında yankılanıyordu: "Düşün Fatih!" Bu ses, sadece bir ses değil, aynı zamanda bir davetti. Fatih, rüyasında, babasının elini omzunda hissetti. Necmettin Erbakan, başında sarık, yüzünde o mütebessim, bilge ifadeyle karşısındaydı. Babası, ona siyasi haritaları, parlak ofisleri veya medya manşetlerini göstermiyor, sadece gümüş bir motorun parlayan dişlilerini, o motorun hareket ettirdiği tarlaları ve o tarlalarda çalışan insanların alın terini gösteriyordu.
"Oğlum," diyordu Erbakan, "Güç, mevkide değil, milletin gönlündedir. Yabancıların sana giydirdiği o parlak gömlek, seni kendi halkından ayırıyor. Bizim elbisemiz, millete hizmetin ve alın terinin elbiseleridir."
Rüya, Fatih'in ruhunda bir deprem etkisi yaratmıştı. O güne dek önemsemediği her şey, şimdi anlam kazanıyordu. Babasının "Ağır Sanayi" dediği şeyin sadece makine üretmek olmadığını, aynı zamanda bu milletin kendi ayakları üzerinde durmasını sağlamak olduğunu anlıyordu. Babasının "Adil Düzen" dediği şeyin, küresel sömürüye karşı bir ahlak, bir vicdan olduğunu anlıyordu. Sabah uyandığında, Fatih artık o aynı adam değildi. Üzerinden ağır bir yük kalkmıştı. Yıllardır gözlerini bağlayan hırs perdesi aralanmıştı ve Fatih, ilk kez, babasının mirasının gerçek değerini görüyordu. Pişmanlığı, şimdi bir eylem gücüne dönüşüyordu. Fatih, babasının davetine icabet etmeye, kaybolan mirasını aramaya ve yeniden bir "Düşünen Adam" olmaya karar vermişti. Ancak bu yol, yalnız başına gidilecek bir yol değildi.
________________________________________
Bölüm 16: İki Liderin Buluşması
Fatih'in bu kararı, onu, o ana dek düşman kamplarda görülen bir figürle, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'la yüzleşmeye itti. Telefon görüşmesi kısa ve kararlıydı. "Görüşmemiz lazım," dedi Fatih, sesi artık hırstan değil, samimiyetten geliyordu. Erdoğan, bu beklenmedik talebi kabul etti. Randevu, Ankara'da, resmiyetten uzak, sade bir akşam yemeğinde kararlaştırıldı.
Mekân, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nin dışındaki, sade ve mütevazı bir çalışma ofisiydi. Kapıdan girdiğinde, Fatih, Erdoğan'ı takım elbisesiz, sadece gömlek ve pantolonla, elinde bir bardak çayla buldu. İki lider, yıllar sonra ilk kez, aralarında hiçbir protokol engeli olmadan karşı karşıya gelmişlerdi. Erdoğan'ın yüzünde ne zaferin kibri, ne de rakibe duyulan küçümseme vardı. Aksine, Fatih'in babasının gençlik kollarından arkadaşına bakan bir dostun sıcaklığı vardı.
Sessizlik, bir an için odayı kapladı. Bu sessizlik, her ikisinin de ruhundaki tüm fırtınaları, tüm geçmişi ve gelecek kaygılarını barındırıyordu. Erdoğan, bu sessizliği bozan ilk kişi oldu. "Fatih," dedi, sesi yumuşak ve babacandı, "Hocamızın en sevdiği sözlerden biriydi: 'Hak tecelli eder, batıl zail olur.' Sanırım, tecelli etme vakti geldi."
Fatih, başını eğdi. Sözler, adeta kalbine inen birer ok gibiydi. Erdoğan'ın sözlerinde, ne bir yargılama, ne de bir suçlama vardı. Sadece derin bir anlayış ve tecrübe vardı. Fatih, bu buluşmanın, sadece bir siyasi ittifak görüşmesi olmadığını, aynı zamanda kendi hayatının ve babasının davasının bir muhasebesi olduğunu anlamıştı. İki liderin bu buluşması, sadece Türkiye siyasi tarihi için değil, Milli Görüş'ün geleceği için de bir dönüm noktası olacaktı. Bu, iki farklı neslin, babanın vasiyetini yerine getirmek için verdikleri bir sözleşmeydi.
Bölüm 17: Erbakan'ın Mirası
Odanın atmosferi, siyasi bir buluşmadan ziyade, adeta bir baba-oğul sohbetinin samimiyetine bürünmüştü. Erdoğan, Fatih'in babasının gençlik kollarındaki hatıralarını anlatmaya başladı. Sesi, geçmişe duyulan derin bir saygı ve özlemle doluydu. "Hocamızın en sevdiği sözlerden biriydi, 'İktidar, bir amaç değil, bir araçtır.' Bize bunu sadece sözle değil, tüm hayatıyla öğretti. O, başbakanlık koltuğuna otururken bile, o koltuğun bir hizmet makamı olduğunu asla unutmadı. Ne zaman siyasetin kirli oyunlarına kapılmaya kalksak, o bize hep 'düşünün' derdi."
Erdoğan, odayı dolduran sessizlikte, Fatih'e gözlerindeki derin bilgeliği hissettiren bir bakış attı. "Hatırlarsın Fatih," dedi, "Hocamız, 'Biz, kavgacı değil, davacıyız,' derdi. O, makam uğruna hiçbir zaman davasını satmadı. Bugün senin yaşadığın, o gün bizim de yaşadığımız bir sınavdır. Küresel güçler, bizi bölmek için her şeyi yaptı. Bir zamanlar bizim de iktidar hırsımız vardı, biliyorsun. O hırs, bizi körleştirebilirdi. Ama hocamızın emaneti, bizi hep doğru yolda tuttu. O bize, bu davanın temelinin ilim, ahlak ve vicdan olduğunu öğretti."
Erdoğan'ın sözleri, Fatih'in ruhunda birer tokat gibi yankılanıyordu. Aklından geçenler, babasının mirasının nasıl bir "araç" değil, bir "amaç" olarak kullanıldığına dair o acı gerçeklerdi. Kendi adını taşıyan vakıf, uluslararası fonlarla nasıl beslenmişti? Küresel iş birlikleri adı altında, babasının ağır sanayi rüyası nasıl bir kenara atılmıştı? Fatih, kendisinin ve babasının mirasının, küresel güçlerin elinde birer oyuncak haline geldiğini anladıkça, pişmanlığı daha da derinleşiyordu.
________________________________________
Bölüm 18: Fatih'in İtirafı
Fatih, başını kaldırdı. Gözleri yaşla doluydu. Karşısında oturan Erdoğan'a, sadece bir cumhurbaşkanına değil, aynı zamanda babasının davasının bir neferine, bir büyüğe bakar gibiydi. Sesi titrek, ama kararlıydı. "Haklısınız," dedi. "Ben, babamın mirasına ihanet ettim. Onu bir dava olarak değil, bir güç aracı olarak gördüm. Bana, Hollywood'un yapımcılarından daha sinsi, CIA'in ajanlarından daha ustaca yaklaştılar. Küresel 'düşünen kuruluşlar,' 'stratejik ortaklıklar' diyerek, babamın davasını dönüştürebileceklerini söylediler."
Fatih, yaşadığı aldatmacayı birer birer anlattı. Kendisine nasıl "modern liderlik" dersleri verildiğini, halkından uzaklaşan "uluslararası imaj" projelerini, ve en önemlisi, İslam'ın nasıl "ılımlı" ve "radikal" diye ikiye ayrılıp, radikalizmin bilinçli olarak nasıl beslendiğini… "Onlar, 'Düşünen Adam'ı durdurmak için, onun mirasını kullandı. Ben, babamın vasiyetini yerine getirmek yerine, onların senaryosunun bir kurbanı oldum."
Erdoğan, Fatih'in samimiyetini görüyordu. Bu itiraf, sadece bir hata itirafı değil, aynı zamanda bir uyanışın da kanıtıydı. O gece, o odada, iki liderin arasında kurulan köprü, sadece kişisel bir bağ değil, aynı zamanda Milli Görüş'ün iki farklı kolunun yeniden birleşmesi anlamına geliyordu. Bu, yıllarca süren ayrılığın, yanlış anlaşılmaların ve küresel tezgahların bir sonu olacaktı. Babasının vasiyeti, şimdi, yeni bir başlangıç için birleşen bu iki liderin ellerinde yeniden yeşerecekti.
Bölüm 19: Ortak Payda
Fatih'in samimi itirafları, odanın atmosferini bir anda değiştirmişti. Erdoğan, Fatih'e yaklaşarak sırtına dostça vurdu. "Fatih," dedi, sesi hem bir teselli hem de bir görev çağrısıydı. "Hocamızın davası, tek bir kişinin davası değildi, olamazdı da. Bu, topyekûn bir milletin, hatta tüm İslam coğrafyasının davasıdır. Onlar, bizi 'Milli Görüş' adı altında kutuplaştırmaya çalıştılar, oysa biz bir milletin, bir ümmetin ortak paydasıyız. Senin yaşadığın da bu planın bir parçasıydı. Onlar, bizi birbirimize düşürerek, 'Böl-yönet' taktiğiyle Ortadoğu'yu parçalamak istiyorlar."
Erdoğan, masanın üzerindeki haritaya uzandı. Fatih'in babasının çizdiği, “Adil Düzen” haritasından farklı olarak, bu harita küresel güçlerin "Genişletilmiş Ortadoğu Projesi" haritasıydı. Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin güneydoğu bölgelerinin nasıl bölünerek, terör koridorlarıyla birbirine bağlandığı, petrol ve doğalgaz yollarının nasıl kontrol altına alınmak istendiği açıkça görünüyordu. Erdoğan, Fatih’e, küresel güçlerin bu sinsi planını nasıl deşifre ettiklerini, “düşman” olarak gösterilen örgütlerin nasıl CIA ve Batılı istihbarat servisleri tarafından beslendiğini belgelerle anlatıyordu.
"Hocamız, 'Ağır sanayi, bir asrın idrakidir' derdi," dedi Erdoğan. "Bu söz, sadece fabrika kurmak demek değildir. Bu, kendi savunma sanayini kurmak, kendi teknolojini üretmek, başka bir devlete ya da kuruluşa bağımlı olmamak demektir. Bizim kurduğumuz Altay tankları, Bayraktar İHA'lar ve diğer savunma sanayi hamlelerimiz, aslında Hocamızın vasiyetini yerine getirmektir. Dışarıdan bakınca siyasi bir ayrılık gibi görünse de, biz hep aynı davanın farklı kollarında yürüdük."
Fatih, Erdoğan'ın sözlerinden derin bir etkiyle sarsılmıştı. Bu buluşma, yıllarca zihninde biriken tüm şüpheleri, yanlış anlamaları ve pişmanlıkları bir anda silip atıyordu. Babasının mirasının, kendi partisi kadar, Erdoğan'ın liderliğini yaptığı AK Parti tarafından da yaşatıldığını görüyordu. Bu, bir iktidar paylaşımı değil, bir dava birliğiydi.
________________________________________
Bölüm 20: Yeni Bir Başlangıç
O gece, Ankara'nın soğuk havası bile, iki liderin buluşmasından yayılan sıcaklıkla ılımıştı. Fatih, pişmanlığın ağırlığını üzerinden atmış, yerine babasının davasına olan yeni bir inançla dolmuştu. Erdoğan ile birlikte, Milli Görüş'ün temel değerleri olan ilim, ahlak ve vicdan üzerine yemin ettiler. Onlar artık sadece Türkiye için değil, tüm İslam coğrafyası ve hatta dünya için ortak bir gelecek inşa etmeye karar vermişlerdi.
Bu birleşme, ertesi gün dünya gündemine bomba gibi düştü. Fatih, kamuoyunun karşısına çıkarak, küresel güçlerin kendisini nasıl kullandığını, nasıl bir algı operasyonuna maruz kaldığını açıkça anlattı. Hollywood'un şatafatlı senaryolarının ardındaki CIA planlarını ifşa etti. Bu itiraf, sadece Türkiye'de değil, tüm dünyada yankı buldu. Bir zamanlar Batı'nın projesi olarak görülen bir genç lider, şimdi onların en büyük kâbusu haline geliyordu.
Romanın son bölümü, bu birleşmenin getirdiği somut sonuçları anlatıyordu. Türkiye, sadece kendi sınırları içinde değil, tüm Ortadoğu'da barış ve istikrar için yeni politikalar izlemeye başlıyordu. Fatih'in önderliğinde, Erbakan Vakfı, bir düşünce kuruluşu olmanın ötesine geçerek, gençlere yönelik uluslararası bilim ve sanat enstitüleri kuruyordu. Amaç, geleceğin liderlerini, tıpkı Necmettin Erbakan gibi “düşünen adamlar” olarak yetiştirmekti.
Roman, son sahnesinde, Fatih’in babasının eski kütüphanesinde, bir grup gence “Düşünen Adam” kitabını okurken gösteriyordu. “Unutmayın,” diyordu Fatih, “Babamın en büyük vasiyeti, sürekli düşünmemiz, sorgulamamız ve vicdanımızın sesini dinlememizdi. Güç, bizi insan yapan değerlerden koparmamalı.”
Bu sözler, filmin galasındaki alkışlarla, bir zamanlar İkiz Kulelerin yıkılışına neden olan gürültüyle ve Hollywood'un yapay ışıklarıyla tezat oluşturarak, okuyucuya en güçlü mesajı veriyordu: Düşünmek, tüm sömürü tezgahlarını ve algı operasyonlarını bozan tek güçtür.
Roman burada sona eriyordu. Erbakan'ın hayatı, tarihin tozlu sayfalarından çıkarılıp, bir davanın ve bir mücadelenin sembolü olarak yeniden doğuyordu.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder