"Küresel sehirler, küresel markalar artık dünyada devletler gibi siyasi aktör haline geliyor. Kültür de siyaset ve ekonomi gibi stratejik unsur oluyor." Küresel markalar; İŞGALCİ KOLLUK KUVVETLERİ! ŞİMDİ MİLLİ MÜDAFA ZAMANI! KIZLI-ERKEKLİ KAYBEDECEĞİZ YOKSA GELECEĞİMİZİ! YANİ; NE KARA KUVVETLERİ, NE HAVA KUVVETLERİ, NE DENİZ... İLLA Kİ; KÜLTÜR KUVVETLERİ!
27 Eylül 2025 Cumartesi
MURATHAN BAYBARS / AYASOFYA CAMİİ BAŞ İMAMI
FEHMİ DEMİRBAĞ
Ayasofya Camii’nin kubbesinden süzülen son ışıklar, ikindi namazının ardından mabedin taş duvarlarında yankılanıyordu. Cemaat dağılmış, sessizlik hâkim olmuştu. Sadece dua eden birkaç yaşlı ile mihrap önünde hâlâ huşû içinde duran bir genç kalmıştı.
Başimam Murathan Baybars, cübbesini çıkarırken yanına ağır adımlarla yaklaşan, beli hafif kambur, yüzü çizgilerle dolu bir ihtiyar göründü. Adamın gözleri yılların yükünü taşır gibiydi ama aynı zamanda içinde derin bir telaş kıvılcımı yanıyordu.
“Evladım…” dedi titrek bir sesle, “sana danışmak istediğim mühim bir mesele var. Müsaade eder misin?”
Murathan, tebessüm ederek başıyla onayladı. Onu imam odasına buyur etti. İçeri girdiklerinde ihtiyarın gözleri nemlenmişti. Ellerini birbirine kenetleyerek konuşmaya başladı:
“Adım Hikmet. Seksen yıllık ömrümde birçok şey gördüm. Fakat içimde taşıdığım bir sır var ki, artık taşıyamıyorum. Sana anlatmak için geldim.”
Murathan dikkat kesilmişti. Hikmet Dede, sesindeki titremeyle yılları geriye sardı:
“Ben daha 8–10 yaşlarındaydım. 1955’in o kara günlerinde… 6-7 Eylül olayları patlak verdi. Biz Fatih’in Balat semtinde oturuyorduk. Rum komşularımız vardı, dostlarımız… Bir aile gibi yaşardık. Komşumuz Niko kuyumcuydu, Kapalıçarşı’da dükkânı vardı. O günlerde işler karışınca, can korkusuyla apar topar ülkeden gitmek zorunda kaldılar. Ama gitmeden önce…”
Yaşlı adam bir an sustu. Dudakları titredi.
“Gitmeden önce Niko, babama büyük bir sandık emanet etti. İçinde kuyumları, ziynet eşyaları olduğunu söyledi. Babam da emaneti evimizin bodrumuna gömdü. ‘Oğlum geri dönerse alın terinin hakkını alsın’ dedi. Fakat Niko Selanik’e varınca kısa bir süre sonra vefat etmiş. Oğlu da yıllar sonra öldü. Sandık hâlâ bizim bodrumda. Ve evlat… ben bu sırrı altmış beş yıl kimseye anlatmadım.”
Murathan başını eğerek derin bir nefes aldı. “Peki şimdi bana neden anlatıyorsun?”
Hikmet Dede gözlerini yere indirdi:
“Çünkü artık ömrümün son demleri… Bu emanet bana ağır geliyor. Ayrıca son zamanlarda evimin etrafında karanlık tipler dolaşıyor. Oğullarımı sıkıştırıyorlar. ‘Baban malımızı versin’ diyorlarmış. Bu işin içinde başka şeyler var. Emanet sadece altın, gümüş değil. Ben hissettim.”
Murathan’ın bakışları keskinleşti. İçinde görev bilincini uyandıran bir kıvılcım parladı. Fakat ihtiyarın bir sonraki cümlesi onu derinden sarstı:
“Evladım… Rüyamda defalarca Fatih Sultan Mehmet’i gördüm. Bana ‘Murathan’a git’ dedi. Senin ismini söyledi. İşte bu yüzden buradayım.”
Murathan bir an için irkildi. Çünkü ihtiyarın bilmediği bir gerçek vardı: O sıradan bir imam değildi. Ebabil Dar’ül Eytam adlı gizli bir okulun mezunuydu. Devletin, yetim çocukları seçip en yüksek meziyetlerle yetiştirdiği o gizli teşkilatın… Bir alim kadar bilgili, bir savaşçı kadar güçlü, bir bilim adamı kadar donanımlı kılınmıştı. Ve şimdi, Ayasofya Camii’ndeki görevi sadece dini tebliğ etmek değildi; aynı zamanda Türkiye’yi içeriden çürütmeye çalışan istihbarat odaklarına karşı bir set olmaktı.
O yüzden Ayasofya’daki cübbenin ardında başka bir kimlik gizleniyordu. Onun gerçek çalışma mekânı, Ayasofya’nın altındaki gizli galerilerdi. Ebabiller Teşkilatı’nın kalbi orada atıyordu.
İhtiyar devam etti:
“Evlâdım, sana söylemem gereken bir başka şey daha var. Yıllar sonra öğrendim ki… Niko aslında gizli bir Müslümandı. Ve sandığın içinde sadece kuyum yoktu… Bir emanet vardı. Yüzyıllardır sır gibi saklanan Kutsal Kase. O, Avrupalılar için mezhep savaşlarını yeniden ateşleyebilecek kadar büyük bir fitnedir. Niko’nun korkusu buydu. Onun için sandığı bize emanet etti.”
Murathan’ın kalbi hızla çarpmaya başladı. Artık mesele bir aile sırrı değil, bütün dünyayı sarsabilecek bir sır haline gelmişti. Çünkü Kutsal Kase’nin varlığı, Batı’da asırlardır süren tartışmaların, entrikaların merkezindeydi. Bu emanetin yanlış ellere geçmesi, sadece dinlerarası çatışmayı değil, dünya savaşlarını dahi tetikleyebilirdi.
Hikmet Dede ellerini dizlerine vurdu:
“Ben emaneti hak gözüyle gördüm, miras gibi sakladım. Ama iş büyümüş evladım. Şimdi sana soruyorum: Bu emaneti nasıl koruyacağım? Kime teslim edeceğim?”
Murathan derin bir sessizliğe gömüldü. İçinde bir ses ona bu sırrın, sadece bir tarih değil, aynı zamanda bir imtihan olduğunu söylüyordu. Fatih Sultan Mehmet’in adıyla gelmişti bu emanet. Artık Ebabiller’in vazifesi başlamıştı.
O gece Murathan, ihtiyarı evine bıraktı. Fakat zihninde tek bir soru vardı:
“Kutsal Kase… yüzyıllar sonra İstanbul’da bir bodrumda mı gizleniyordu?”
Ve bilmediği bir şey daha vardı: Bu emanetin kokusunu çoktan almış, dünyanın en karanlık teşkilatı da harekete geçmişti.
İkinci Bölüm – Gölge Oyuncu
Ayasofya’nın taş kubbeleri gökyüzüne yükselirken, binlerce yıllık sessizliğin ardında yeni bir fırtına yaklaşıyordu. Murathan Baybars, bodrum katındaki gizli galeride, sandığı koruma planlarını düşünürken farkında değildi ki, dünyanın bir başka köşesinde, onun hareketlerini önceden hesaplayan bir göz vardı.
O gözün sahibi kimliğini asla açığa çıkarmayan bir adamdı. Dünyanın en karanlık güçlerini, Evanjelikler, Siyonistler ve Masonlar gibi çeşitli örgütleri bir araya getiren Dünya Kötülükler Konseyi’nin başında oturuyordu. Onun adı Mr. Nosam… Kendi ismi, birçok dilde efsaneleşmişti ama kimse onun gerçek yüzünü görmemişti. O, gölgeyi sever, perde arkasından dünyayı şekillendirirdi. Savaşları, ekonomik krizleri, dini çatışmaları… her şeyi onun planları yönlendirirdi.
O an, Mr. Nosam’ın İstanbul ofisinde dev ekranlar yanıyordu. Haritalar, şifreli mesajlar, tarihsel veriler ve eski istihbarat raporları birbiri ardına akıyordu. Gözü, Murathan Baybars’ın hareketlerini tarayan uydu görüntülerinde, Ayasofya’nın kubbelerine takılmıştı.
“Sandık…” diye mırıldandı kendi kendine. “O kutsal kase bizim için çok önemli. Avrupa’yı ve Batı’yı bir kez daha ateşe sürükleyebilir. Elden kaçırmayacağız.”
Bu gölge adam, emanetin peşinde sadece çıkar veya güç için değildi. Ona göre, dünya düzeni kaotik olmalı, insanlar kendi aralarında çatışmalıydı. Çünkü Mr. Nosam’a göre insanlık, düzen ve kaostan oluşan bir satranç tahtasıydı. Her taş, her birey, her sır onun planında bir rol oynayacaktı.
İstanbul’a dair raporlar eline ulaştığında gülümsedi:
“Murathan Baybars… Ayasofya’nın altındaki gizli galeriler, oldukça cesur bir seçim. Ama oyun burada başlıyor. Emanetin kokusu yaklaştı ve biz gölgedeyiz.”
Bu sırada Murathan, galeride tek başına sandığın başında durmuş, Hikmet Dede’nin sözlerini tekrarlıyordu:
“Yüzyıllardır saklanan bir sır… Niko’nun emanet ettiği kutsal kase…”
Murathan’ın zekâsı ve yetenekleri, onun bir adım önde olmasını sağlıyordu. Fakat farkında değildi ki, Mr. Nosam’ın dünyasında zaman farklı akıyordu. Planlar aylar, yıllar öncesinden örülmüştü. Ve o planlarda, Murathan Baybars’ın her hamlesi, Mr. Nosam’ın gölgesinde dikkatle izleniyordu.
O akşam, Ayasofya’nın altındaki galerinin taş duvarları, sadece geçmişin değil, geleceğin de sırlarını taşıyordu. Murathan, Kutsal Kase’yi korumak ve doğru kişiye ulaştırmak için ilk hamlesini hazırlarken, gölgedeki Mr. Nosam, planlarını ince ince işliyordu.
Bir soru her şeyi değiştirecekti:
“Bu emanet, kimlerin ellerine geçerse dünya dengesi altüst olur?”
Ve bilinmeyen bir yerde, Mr. Nosam bir kez daha gülümsedi, perde arkasındaki en karanlık planlarını sessizce hayata geçiriyordu.
Üçüncü Bölüm – Gizli Galeriler ve İlk Hamle
Ayasofya’nın altındaki taş galeriler, binlerce yıllık sessizliğin içinde derin bir sır gibi uzanıyordu. Murathan Baybars, her adımında duvarlardan yankılanan hafif tınıları dinleyerek ilerledi. Bu galeriler sadece eski taşlardan oluşmuyor, aynı zamanda Ebabil Dar’ül Eytam’ın asırlık teknolojik ve stratejik altyapısıyla donatılmıştı. Kameralar, hareket sensörleri, gizli geçitler… her şey, sandığı ve içindeki kutsal kaseyi korumak için tasarlanmıştı.
Murathan, sandığın önünde durdu. Kutsal kase, basit bir tarihi eser değildi. Onun içinde yüzyılların sırları, gizli bilgi ve güç saklıydı. Avrupa’da yıllar boyunca mezhep çatışmalarına yol açabilecek bir araçtı. Bu yüzden Niko, hayatını riske ederek kasayı saklamıştı. Murathan, Hikmet Dede’nin anlattığı gibi bu emaneti sadece doğru kişiye ulaştırmakla kalmayacak, aynı zamanda dünyanın karanlık güçlerinden de korumak zorundaydı.
Galeriye yerleştirdiği önlemleri gözden geçirirken aklına bir plan geldi. Önce, sandığı geçici olarak daha güvenli bir bölmeye taşıyacaktı. Bu bölme, Ayasofya’nın temel taşlarıyla örülmüş, dışarıdan hiçbir görünür işareti olmayan, sadece Ebabillerin bildiği bir sığınaktı. Sensörler, sadece yetkili bir kişinin yaklaşmasını algılar, yanlış bir müdahale olduğunda sessiz bir alarm gönderecek şekilde programlanmıştı.
Murathan, taşların arasındaki gizli paneli açtı ve sandığı dikkatlice yerleştirdi. Ardından, parmak izini ve biyometrik şifreyi kullanarak yeni bir kilitleme sistemi devreye aldı. Her şey hazırdı.
Tam o sırada, Ayasofya’nın girişinde hafif bir gölge hareketi belirdi. Murathan hızlıca duvara yaslandı, sessizce gözüyle gölgeyi taradı. Bu, düşmanın küçük bir keşif hareketi olabilirdi. Ama dikkatliydi; Mr. Nosam gibi gölgeler, doğrudan saldırmak yerine, küçük ipuçları ve ajanlar aracılığıyla Murathan’ı test ederdi.
Murathan, bir süre bekledikten sonra galerinin bir köşesinde gizli bir iletişim cihazı açtı. Ebabiller Teşkilatı’nın merkeziyle irtibat kurdu:
“Kontrol, burası Baybars. Emanet güvenli. Gözlem altında herhangi bir tehdit var mı?”
Merkez: “Baybars, dikkatli ol. Düşman sadece gölgede. Harekete geçmeden önce tüm ihtimalleri değerlendir. Mr. Nosam’ın ajanları yakınlarda olabilir.”
Murathan başını salladı. Bilgi, güçtü. Şimdi yapması gereken, Kutsal Kase’yi sadece güvenli bir şekilde korumak değil, aynı zamanda onu teslim edeceği doğru kişiyle bağlantıyı sağlamak olacaktı.
Galeriye bir masa kurdu, eski haritalar, arşiv belgeleri ve Niko’nun bıraktığı yazılı notları masaya serdi. Hikmet Dede’nin sözleri aklında yankılanıyordu:
“Bu emanet kutsaldır, evlat. Doğru ellerde açığa çıkmalı, yanlış ellerin eline geçmemeli.”
Murathan, ilk stratejik hamlesini planladı: Bu gizli emaneti dış dünyaya açmadan önce, potansiyel tehditleri tespit edecek bir dizi tuzak kuracaktı. Hem fiziksel hem de elektronik tuzaklar… Ama en önemlisi, düşmanın niyetlerini ve kimliklerini açığa çıkarmaktı.
O sırada, uzaktan bir kahverengi ceketli figür, galerinin dış cephesinde belirdi. Sessiz adımlarla, görünmez bir casus gibi hareket ediyordu. Murathan fark etti ama kim olduğunu henüz çözmedi. Sadece bir ipucu vardı: Bu gölge, çok tehlikeli biri… ve Kutsal Kase’yi hedefleyen planın bir parçasıydı.
Murathan derin bir nefes aldı. İlk hamle başarılıydı. Ama bu sadece bir başlangıçtı. Dünyanın karanlık güçleri, çok yakında kendisini ve emaneti hedef alacak, ve oyun şimdi başlamıştı…
Dördüncü Bölüm – Gölgeden Gelen Tehdit
Ayasofya altındaki galerilerde sessizlik, taş duvarların arasında adeta nefes alıyordu. Murathan Baybars, sandığın yeni güvenli sığınağında sağlam durduğunu kontrol ettikten sonra, gözlerini bir kez daha galerinin karanlık köşelerine dikti. Kahverengi ceketli gölge hâlâ oradaydı; adeta bir avcı gibi sessizce Murathan’ı gözlüyordu.
Murathan, sessizliği bozmayarak, sessiz bir şekilde galerideki tuzakları ve sensörleri aktive etti. Her bir adım, dikkatle hesaplanmıştı: yanlış bir hareket, düşmanın gerçek niyetini açığa çıkaracaktı. Gözleri, gölgeyi takip ederken aklında bir soru dönüp duruyordu: “Mr. Nosam’ın ajanı mı, yoksa kendi başına hareket eden biri mi?”
Gölge bir süre sonra hareketlendi. Galerinin taş koridorlarından birine yöneldi ve küçük bir cihaz çıkardı; sensörleri etkisiz hale getirmeyi deniyordu. Murathan, cihazın hedefini anlar anlamaz, parmaklarını özel bir düğmeye bastı. Birden galerinin farklı noktalarındaki ışıklar yanıp sönmeye başladı, ses frekansları değişti ve gizli alarm sessizce aktifleştirildi.
Gölge şaşkınlıkla durdu; Murathan’ın hazırladığı sanal ve fiziksel tuzakları fark etmişti. Birkaç saniyelik çatışmasız gerilimden sonra, gölge geri çekildi, ama Murathan bunun sadece küçük bir deneme olduğunu biliyordu. Düşman, doğrudan saldırmak yerine, zaaflarını test ediyordu.
Murathan derin bir nefes aldı ve düşünmeye başladı. Saldırganın yetenekleri üst seviyedeydi; sıradan bir casus değildi. O andan itibaren, Ayasofya altındaki galeriler sadece bir sığınak değil, bir strateji savaş alanına dönüştü. Murathan, sandığın ve kutsal kasenin korunmasının yanında, düşmanın kim olduğunu ve niyetlerini ortaya çıkaracak bir plan hazırladı.
Önce küçük bir izleme sistemi devreye girdi: Galerinin çeşitli noktalarına görünmez kamufleli sensörler yerleştirildi. Sensörler, sadece hareketi değil, vücut ısısını, kalp atış hızını ve nefes dalgalarını algılayacak şekilde tasarlanmıştı. Bu şekilde, Murathan düşmanın bir sonraki hamlesini önceden görebilecekti.
Galeriye yerleştirdiği küçük kameralar ve optik algılayıcılar sayesinde, gölgeyi uzaktan takip etmeye başladı. Aynı zamanda sandığın etrafına, düşmanın fiziksel olarak yaklaşmasını engelleyecek sessiz elektromanyetik alanlar kurdu. Bunlar, yalnızca yetkili bir kişi için geçerliydi; yanlış bir hareket, küçük bir elektrik şoku ile gölgeyi durduracaktı.
Murathan, masaya oturdu ve Niko’nun notlarını tekrar gözden geçirdi. Hikmet Dede’nin sözleri aklında yankılanıyordu:
“Evlat, bu emanet sadece hak sahibine ulaşmalı. Yanlış ellerde felaket yaratabilir.”
O sırada, gölge tekrar ortaya çıktı. Bu kez bir mesaj bırakmıştı: Galerinin taş duvarına gizlenmiş küçük bir kağıt parçası. Üzerinde tek bir cümle yazıyordu:
“Kutsal kaseyi ele geçireceğiz. Direniş boşunadır.”
Murathan, mesajı okuduktan sonra gözlerini kısıp derin bir nefes aldı. Düşmanın oyunu başladı; bu sadece bir uyarıydı. Artık karşı tarafta bir strateji ustası vardı ve Murathan, bu oyunu bozmadan önce, karşı hamlelerini dikkatle hesaplamak zorundaydı.
Galeri, sessizliğiyle birlikte adeta nefesini tutmuştu. Murathan, sandığı korumak için sadece fiziksel önlemlerle yetinmeyecekti; düşmanın kimliğini, niyetini ve yöntemlerini açığa çıkaracak bir zekâ savaşı da başlamıştı.
Beşinci Bölüm – Tuzak ve Karşı Hamle
Ayasofya’nın altındaki galeriler, sessizliğin ardından gerilimin kalbine dönüşmüştü. Murathan Baybars, gölgeyle olan ilk karşılaşmanın ardından tüm dikkatini yükseltmiş, sandığı ve kutsal kasenin güvenliğini bir üst seviyeye taşımıştı. Ancak düşman sadece test yapmamıştı; bir sonraki hamle çok daha doğrudan olacaktı.
Ertesi gece, galerinin taş koridorları sessizliğiyle karanlık bir gölgeye ev sahipliği yaptı. Murathan, küçük ekranlarından gölgenin adımlarını izlerken, hareketlerinin önceden tahmin edildiğini hissediyordu. Gölge, sandığa yaklaşmak için özel bir mekanizma kullanmayı planlıyordu; zemine serili ince teller, lazerler ve ses sensörleri vardı.
Murathan, hazırladığı karşı önlemleri devreye soktu. Küçük bir dokunuşla galerideki ışıklar yanıp söndü, bazı taş plakalar sessizce yer değiştirdi ve gölgeyi yönlendirecek sanal tuzaklar aktif hâle geldi. Gölge, hareketinin yanlış bir şekilde yönlendirildiğini fark ettiğinde, Murathan onu izleyen ekranlara bakıyordu.
Ancak Murathan, sadece fiziksel tuzaklarla yetinmeyecekti. Gizli olarak geliştirdiği psikolojik oyun, düşmanın zekâsını sınayacak ve onu köşeye sıkıştıracaktı. Gölge, sandığın üzerine yerleştirilmiş bir alarm sistemi olduğunu bilmiyordu; hareket ettirdiği her küçük obje, Galeri’nin farklı köşelerinde bulunan küçük cihazlar tarafından kaydediliyordu. Murathan, düşmanın kalp atışlarını ve nefes frekanslarını da takip ederek onun stres seviyelerini ölçüyordu.
Bir anda, gölge bir adım daha attı ve sandığa uzanmak üzereyken, Murathan devreye girdi. Taş duvarlardan çıkan mekanik kollar, gölgeyi durdurdu. Aynı anda, gölgeye görünmeyen ses frekansları gönderildi; kulaklarda hafif bir uğultu, dengeyi bozacak bir rahatsızlık yarattı. Murathan’ın zekâsıyla tasarlanmış bu sistem, düşmanın sadece fiziksel olarak değil, zihinsel olarak da savunmasız bırakılmasını sağlıyordu.
Gölge durdu. Panik içinde küçük bir cihaz çıkarmaya çalıştı; Murathan bunu görmüştü ve cihazı etkisiz hâle getirdi. Aynı anda galerinin arka koridorlarından, düşmanın kaçışını engelleyecek küçük bir geçit kapısı otomatik olarak kapandı. Düşman, artık neredeyse köşeye sıkışmıştı.
Murathan derin bir nefes aldı ve sessizce yaklaştı. Gölge, hâlâ kimliğini gizliyordu; yüzü kapalı, sesi boğuk ve titrek. Murathan, düşmanın korkusunu fark etmişti; her adımda güvenini kaybediyordu.
Murathan, ses tonunu yumuşatarak konuştu:
“Bilmeni isterim ki, burası sadece bir sığınak değil, bir zekâ savaş alanıdır. Sandığı korumak, kutsal kasenin güvenliği sadece fiziksel önlemlerle sağlanamaz. Gerçek gücün, akıl ve stratejidir.”
Gölge, çaresizce geri çekildi. Fakat Murathan, onun tamamen geri dönmeyeceğini biliyordu. Bu sadece ilk hamleydi; düşman hâlâ gölgelerde, planlarını başka bir yolla sürdürecekti.
Murathan, sandığın yanına oturdu ve küçük bir cihaz aracılığıyla mesaj gönderdi:
“Bize doğrudan saldırmayı deneme. Her hamlen kaydediliyor. Kimin kim olduğunu göreceğiz.”
Ayasofya’nın altındaki galeriler, bir kez daha sessizliğe büründü. Fakat sessizlik artık bir öncekinden daha gerilimliydi; Murathan, kutsal kasenin peşinde olan karanlık güçleri biliyor ve onları birer birer açığa çıkarmak için hazırlık yapıyordu.
Altıncı Bölüm — Hünkar’ın Sesi
Galerinin soğuk taşları hâlâ Murathan’ın tuzaklarıyla uğraşırken, odak noktasında bir telefon ekranı belirdi. Küçük kırmızı ışık yanıp sönüyordu: Hünkar arıyordu.
Hünkar… Ebabiller’in uzun yıllar yöneticiliğini yapan, teşkilatın “kuzey yıldızı” sayılan adam. Yüzü nadiren görülür; sesi ise yeterince keskinti ki bir odadaki on kişi bir anda susup onu dinlesin. Yaşı, tecrübesi ve kararlılığıyla etrafındakiler için hem bir baba hem bir komutan hem bir muhafızdı. Murathan içinse, yılların dostu ve eski bir ağabeydi. Hünkar, sahiden sahadaydı: Kamera görüntüleri, sinyaller ve bazı dökümanlar ona ulaştırılmış; Ayasofya’nın altındaki hareketlenmeyi ilk öğrenenlerden biriydi.
Ekranda Hünkar’ın silueti belirdi. Sesindeki sakinlik, Murathan’ın omuzlarına binen ağırlığı bir nebze olsun hafifletti.
“Baybars,” dedi Hünkar, “durumu aldım. Sensörlerden gelen sinyaller, bizim beklediğimizden daha karmaşık bir taktik gösteriyor. Gölge sınama yapıyor, fakat bu işin ardında daha geniş bir örümcek ağı olabilir.”
Murathan, Haritaya ve kameraya baktı. “İlk denemeyi boşa çıkardım. Birkaç iz bıraktılar; ama kimlik yok. Mesaj bıraktılar duvarda: ‘Kutsal kaseyi ele geçireceğiz.’”
Hünkar’ın gözleri ekranda bir an daha sertleşti ama sesi aynı soğukkanlılıkla sürdü:
“Bunu yalnızca bir tehdit olarak görme. Bu, bir uyarı: Onlar bizim neyi koruduğumuzu biliyorlar. Bunu da demek ki bilgi sızması var. İçimizde bir sızıntı olma ihtimalini göz ardı etmeyelim.”
Kısa bir sessizlik oldu. Ardından Hünkar talimatlarını verdi — kademeli, ölçülü ve güvene dayalı:
1. İç Güvenlik: “Galeri içindeki tüm iletişim kanallarını iki kat şifrele. Her kim bu bilgilere eriştiyse, iz bırakmıştır; o izleri takip et.”
2. Moral ve Maskelenme: “Hikmet Dede’yi güvenli bir yere taşıyın — ama dikkat, görünür bir hareket panik yaratır. Emaneti ‘göçürür gibi’ yapmayın; görünmez bir yol kullanın.”
3. Ajan Takviyesi: “İki ekip gönderiyorum. Biri seni doğrudan destekleyecek (Zeynep—sinyal uzmanımız), diğeri sahada gölge faaliyetlerini izleyip bağlantı noktalarını kapatacak (Şamil—tarihçi/operasyon uzmanı). Onlar gece yarısından sonra gelir.”
4. Bilgi Operasyonu: “Kamuya sızmaya çalışabilecek söylentileri kontrol et. Mr. Nosam’ın gölgesine karşı bilgi mühendisliği gerekir; sadece güç değil, doğru bilgiyle de karşı koyacağız.”
Murathan, Hünkar’ın tespitlerini dinlerken bir rahatlama hissetti. Hünkar, teşkilatın tüm tecrübelerini ve imkanlarını bir araya getirecek; ama aynı zamanda acele etmeyecek, hataya yer bırakmayacak kadar temkinliydi. Bu strateji, Murathan’ın savaştan çok bir satranç maçı oynadığını hissetmesini sağlıyordu — her taş dikkatle ve bir adım ileri düşünülerek oynanacaktı.
Görüşme bittiğinde Hünkar kısa, kişisel bir not ekledi:
“Baybars, unutma. Ebabiller’in görevi yalnızca korumak değil; emaneti doğru zamanda, doğru isimde açığa çıkarmaktır. Sabırlı ol. Biz burada birlikte yürüyoruz. Gerektiğinde senden vazgeçemeyiz; ama gereksiz her müdahale daha fazla kan çekebilir. Bekle, hazırla, izlet.”
Ekran kapandı. Murathan, Hünkar’ın verdiği talimatları bir bir defterine not ederken, galeriden çalan uzak bir yankı gibi yeni bir ses duydu: bir tıkırtı, sonra başka bir tıkırtı — dışarıda yeni bir hareket. Hünkar’ın desteği geliyordu; ama düşman da hızlanmıştı.
Yedinci Bölüm — Gölge Oyunu
Ayasofya’nın altındaki galeride, taş duvarların soğuk sessizliği içinde Murathan Baybars, defterine yazdıklarını tekrar okurken, zihninde tek bir soru yankılanıyordu: “Mr. Nosam gerçekten kim?”
Bilmiyordu. Bilmesi de yasaktı; sadece Hünkar, gizli bilgiler ve olası senaryolar hakkında ipuçları bırakmıştı. Fakat Murathan, sanki galerinin taşlarında gizli bir nefes varmış gibi hissetti. Birkaç metre ötede, karanlık bir köşede yankılanan adımlar ve çok hafif bir tıkırtı, onu uyanık tuttu.
Tam o sırada zemin altı sensörlerinden kırmızı uyarı yandı. Murathan, hızla sinyal paneline yaklaştı; küçük bir ışık, galeriye bir gölge sızdığını gösteriyordu. Hemen Hünkar’ın talimatlarını hatırladı: sabırlı olmak, acele etmemek, dikkatle izlemek. Ama bir an bile kaybetmemeliydi; çünkü düşmanın bu kadar hazırlıklı olmasının rastlantı olması mümkün değildi.
O sırada, Hünkar’ın sesi kulaklığı aracılığıyla geldi:
“Baybars… Sadece izle. Onun kim olduğunu şu an açığa çıkarmaya çalışma. Ama şunu unutma: geçmişimiz ve geleceğimiz arasında gizli bir ip var. Bazen en güçlü düşman, kan bağımızın ta kendisidir.”
Murathan içinden bir kez daha “kan bağı” sözünü geçirdi. Düşmanı belki de yıllardır karşısındaydı; ama yüzünü hiç görmemişti. Dikkatle izlerken, gölge hareketlerini takip edip, her adımı kayda almaya başladı.
Olaylar birden hızlandı. Küçük bir patlama sesi galeriyi titretti, duvarlardaki taş tozlarını havaya savurdu. Murathan, hızla pozisyon aldı. Ama gözleri bir şey fark etti: patlamanın merkezi boştu; hiçbir kişi yoktu. Sadece bir mesaj bırakılmıştı, yazısı titrek ve keskin:
“Kutsal kaseyi istemek cesaret ister. Ama cesaretsiz olursanız, sadece mirasınızı değil, geçmişinizi de kaybedersiniz.”
Murathan, mesajı okurken kanı dondu. Hünkar’ın sesi tekrar geldi:
“Bu onun oyunlarından sadece biri, Baybars. Onu durduramazsın ama önünü görebilirsin. Sadece taşları doğru yere yerleştir. Sabırlı ol. Ve unutma… geçmişimiz, geleceğimiz kadar karanlık.”
Murathan, sessizliği dinledi. Dışarıdaki İstanbul’un sesleri artık önemsizdi. Burada, taş duvarlar arasında, bir savaş başlamıştı; ama düşman görünmez, gölgeyi oynayan ve ipleri elinde tutan biriydi. Hünkar’ın yetiştirdiği yetenekler ve onun talimatlarıyla Murathan, bu oyunu çözmeye çalışacaktı.
Ama kimse farkında değildi ki, gölgeler arasında hareket eden ve her adımı hesaplayan kişi, Hünkar’ın kendi kanından gelen bir düşmandı. Bütün kötülükler, bütün savaşlar, bütün komplolar, bu kişi tarafından kurgulanıyordu. Ve o kişi, Mr. Nosam’dı.
Henüz kimliği açığa çıkmamıştı. Ama ipuçları, taş duvarların arasında gizlice yankılanıyordu.
Sekizinci Bölüm — Gölgelerin İzinde
Ayasofya’nın altındaki gizli galerideki taş duvarlar, Murathan’ın adımlarını sessizce yutuyordu. Elinde sadece küçük bir fener vardı; ışığıyla gölgeleri takip ediyor, her köşeyi dikkatle tarıyordu. Yanında Zeynep ve Şamil vardı; ikisi de Ebabiller teşkilatının genç ajanlarıydı, üstün yetenekleriyle Murathan’a destek oluyordu.
“Her adımı kaydet,” dedi Murathan alçak bir sesle. “Burası bir tuzak. Dikkatli olmalıyız. Hiçbir iz tesadüf değil.”
Zeynep ve Şamil, başlarını sallayarak ilerledi. Bir köşede ani bir fısıltı duyuldu; taşın altından sessiz bir elektronik cihazın titreştiğini fark ettiler. Şamil hemen cihazı etkisiz hale getirdi, ama Murathan’ın içgüdüsü başka bir tehlikenin yakın olduğunu söylüyordu.
O sırada Hünkar’ın sesi kulaklıklarından geldi:
“Baybars, dikkat et. Onun hareketlerini izliyorsun. Ama sadece izliyorsun. Tekrar ediyorum: Ona müdahale etmeye çalışma. Bir sonraki hamlesi senin sabrını test edecek. Ve unutma, geçmişle yüzleşmeden geleceğe adım atamazsın.”
Murathan, Hünkar’ın sözlerini aklında tutarak ilerledi. Galerinin sonunda, gölgeler arasında hafif bir titreme fark etti. Bir anlığına ışığını oraya çevirdi; karanlıkta, sadece bir el izi ve yere düşmüş bir not vardı.
“Zaman daralıyor. Kutsal kase için oyun başladı. Ama sen hâlâ çok geridesin.”
Zeynep kaşlarını çattı. “Bu kişi... planlı. Sadece bizi izlemekle kalmıyor, her adımı önceden biliyor.”
Murathan derin bir nefes aldı. “Doğru. Ve bu kişi, geçmişin gölgesiyle oynuyor. Ama biz de hazırız. Sadece taşları doğru yerine koymalıyız.”
Galeri boyunca ilerlerken, Murathan’ın aklında tek bir düşünce vardı: Mr. Nosam hâlâ görünmez, ama planları çok büyük ve ölümcül.
Karanlık bir köşeden, bilinmeyen bir göz, onların hareketlerini takip ediyordu. Henüz tanınmamıştı; ama her adım, her nefes, onun kontrolündeydi. Murathan ve ekibi bilmiyordu ki, bu kişi çok yakında ilk büyük hamlesini yapacaktı.
Hünkar ise uzaktan izliyordu. Sessiz, soğukkanlı ve düşünceliydi. Baybars’ın yeteneklerini test etmek için değil, onu korumak için sahadaydı. Ama aynı zamanda gölgeyi görebilen tek kişi oydu; ve gölgeyi durdurmak için kendi planlarını yavaş yavaş devreye sokacaktı.
Dokuzuncu Bölüm — Gölgelerle Yüzleşme
Ayasofya’nın altındaki gizli galeride sessizlik hâkimdi. Murathan, Zeynep ve Şamil, gölgeler arasında ilerlerken, birden ortamda ani bir elektrik kesintisi yaşandı. Fenerler sönmüş, yalnızca koridorun ucundan gelen hafif bir ışık kalmıştı.
“Bu doğal değil,” dedi Murathan, sesini alçak ama keskin tutarak. “Birisi burada. Sadece izlemekle kalmıyor. Planımızı bozmak için geliyor.”
Tam o anda, galerinin diğer ucunda bir patlama sesi yankılandı. Toz ve taşlar havaya karıştı, ama hiçbir iz bırakmadan bir figür hızla kayboldu.
Zeynep titreyen sesiyle fısıldadı:
“Murathan... gördün mü? Sanki… hiç insan değildi.”
Murathan, yüzünde kararlı bir ifadeyle yanıtladı:
“İşte o kişi, gölgeyi bizim dünyamıza indiren. Kim olduğunu bilmiyoruz; ama her hareketi, her hamlesi önceden hesaplanmış. Sakin olmalıyız; panik tek hatamız olur.”
Şamil, taşlı koridorun sonunda bıraktığı bir işaretin üzerine eğildi. “Bir not… ‘Oyun başladı. Kutsal kaseyi istiyorum. Ama dikkat et, yalnızca doğru zamanda hamle yaparım.’”
Murathan, notu dikkatle inceledi, ardından derin bir nefes aldı:
“Bu kişi yalnızca güçlü değil; stratejik de. Planlarını çözmeden hamle yaparsak, kaybederiz. Ama korkmayın… Biz de hazırız.”
O sırada Hünkar’ın sesi kulaklıklarından geldi:
“Baybars… onu hissedebiliyorsun değil mi? Her adımınız izleniyor. Ama unutma, siz de bir adım öndesiniz. Sadece hamlelerinizi dikkatle yapın. Ve hatırlayın: gölgeyi durdurmak için cesur olmalısınız.”
Bir anlığına Murathan, Hünkar’ın sözlerinde bir uyarı ve bir teşvik olduğunu fark etti. “Doğru,” dedi kendi kendine. “Bu savaş sadece fiziksel değil; zihin savaşı. Sabırlı olmalıyız.”
Karanlık içinde, gölgeyi hisseden bir çift göz, sessizce takip ediyordu. Henüz tanınmamıştı; ama ilk doğrudan müdahalesini yapmıştı. Murathan ve ekibi, gölgenin ne kadar tehlikeli olduğunu anladı.
Ve o anda, Murathan’ın içgüdüsü onu bir adım öne taşıdı: “İz bırakmadan ilerleyecek… ama bir hata yapacak. O hatayı bekleyip değerlendireceğiz.”
Galeride sessizlik tekrar hakim oldu; ama herkes biliyordu ki, bu sadece oyunun başlangıcıydı. Karanlıkta bir güç, kutsal kase için kendi savaşını başlatmıştı. Murathan ve ekibi ise, bu gölgeyi durdurmak için kendi zekâ ve yeteneklerini sonuna kadar kullanmak zorundaydı.
Onuncu Bölüm — Hünkar’ın Hamlesi
Ayasofya’nın altındaki gizli galeri, Murathan ve ekibi için artık bir savaş alanına dönüşmüştü. Gölgenin ilk hamlesi, sessizliği ve güvenliği sarsmış, Murathan’ın tüm dikkati azami seviyeye ulaşmıştı.
Tam o anda, galerinin merkezindeki bir kapı yavaşça açıldı. Işıklar hafifçe titredi ve derinlerden gelen bir ses yankılandı:
“Evlatlarım… korkmayın. Yanınızdayım.”
Hünkar, uzun ve heybetli adımlarla ortaya çıktı. Gözleri, karanlığa rağmen tüm galeriyi tarıyor, her köşeyi hissediyordu. Murathan, derin bir nefes alarak karşılık verdi:
“Hünkar… geldiğin iyi oldu. Gölge hareket ediyor. İlk hamlesini yaptı.”
Hünkar’ın sesi sakin ama güçlüydü:
“Biliyorum. Sadece fiziksel olarak değil, zihinsel olarak da sizi test ediyor. Gölge, kutsal kaseyi istemekten öte, bir mesaj veriyor. Sizi ölçüyor, stratejinizi sınırıyor.”
Şamil şaşkınlıkla sordu:
“Peki, Hünkar… biz ne yapacağız? Onun hamlelerini tahmin edebilir miyiz?”
Hünkar, gözlerini Murathan’a çevirdi:
“Evladım, sadece hamleleri tahmin etmek yetmez. Onun niyetini anlamalısın. Gölge, yalnızca güç peşinde değil; geçmişin hesaplarını görüyor. Sizi sadece durdurmak istemiyor; sizi bir sınavdan geçiriyor. Burada doğru adımları atmazsanız, kaybedeceksiniz. Ama unutma, her gölgenin bir zayıf noktası vardır.”
Murathan, derin bir nefes aldı ve altındaki gizli galeride adımlarını sessizce ayarladı. Zeynep ve Şamil de Hünkar’ın rehberliğiyle kendilerini daha emin hissettiler.
O sırada, galerinin duvarlarından hafif bir ışık huzmesi süzüldü ve bir not belirdi:
“Hazırlanın. Kutsal kaseyi almak için sadece zaman gerekiyor. Ama ilk hamleyi yapan her zaman kaybeder.”
Hünkar, Murathan’a fısıldadı:
“Bu not, gölgenin oyun tarzını gösteriyor. Kurnaz ve sabırlı; acele etmemeliyiz. Sen ve ekibin, stratejinizi zekânızla kuracaksınız. Ben size sadece rehberlik edeceğim; sahada mücadele sizin olacak.”
Murathan, kararlı bir şekilde başını salladı:
“Anladım. Artık sadece kutsal kaseyi korumak değil, bu gölgeyle zekâ ve sabır savaşı vereceğiz.”
Hünkar, bir adım geri çekildi ve sessizce gözlemlemeye başladı. Murathan ve ekibi, gölgeyi takip ederken artık yalnız değildi; yanlarında, bilgi, tecrübe ve rehberlik sağlayan bir güç vardı.
Ve karanlıkta, gölge hâlâ izliyordu. Hünkar’ın gelişiyle oyun daha da karmaşık bir hâl aldı. Mr. Nosam hâlâ kendini gizliyordu, ama planları artık sahneye çıkmıştı; her adım dikkatle ölçülecek, her hamle büyük bir risk taşıyacaktı.
On Birinci Bölüm — Gizli Hamle
Ayasofya’nın altındaki gizli galeride sessizlik hâlâ hüküm sürüyordu. Murathan, Zeynep ve Şamil, Hünkar’ın rehberliğiyle önlerindeki labirent gibi geçitleri dikkatle inceliyordu. Her köşe, her gölge, potansiyel bir tuzak demekti.
Tam o sırada, duvarlardan birinde gizli bir mekanizma sessizce harekete geçti. Hafif bir tıkırtı, galerinin sessizliğini bozdu. Murathan hemen pozisyon aldı, elini hafifçe Hünkar’ın omzuna koydu:
“Dikkat… bir hamle geliyor.”
O anda küçük bir ışık huzmesi, galerinin en uzak köşesindeki vitray camdan yansıdı. Aynı zamanda, alt kattaki gizli depoda bulunan bir sandığın kapağı yavaşça açılmıştı. İçinden yükselen hafif bir titreşim, kutsal kasenin enerjisiyle senkron hâle gelmiş gibiydi.
Hünkar, gözlerini kısarak sordu:
“Bu… normal bir mekanizma değil. Bu hamleyi planlayan zekice bir strateji kurmuş.”
Şamil, şaşkınlıkla:
“Peki, kim yapar bunu? Bir kişi mi yoksa bir ekip mi?”
Hünkar, sessiz bir şekilde başını salladı:
“Evlatlarım, bu bir zekâ testidir. Kim olduğunu bilmiyoruz. Ama o kişi her adımımızı gözlüyor, sabır ve reflekslerimizi ölçüyor. Kimi zaman küçük bir tehdit, kimi zaman sadece bir işaret… Ama her zaman amacı aynı: bizi sınamak.”
Murathan, sessizliği bozdu:
“Biliyor musunuz, Hünkar… Bu kişi sadece bizim tepkilerimizi ölçmekle kalmıyor, bizi yanlış yola da sevk edebilir. Yanlış adım, kutsal kasenin güvenliğini tehlikeye atar.”
Hünkar, gururla ve kararlılıkla cevapladı:
“Evlatlarım, bunu unutmayın. Sadece fiziksel güçle kazanamazsınız. Sabır, strateji ve sezgi bir bütün hâlinde hareket etmek zorunda. Bu, Gölge’nin ilk testidir. Kim olduğunu hâlâ bilmiyoruz; belki de en yakınımızda, belki de en görünmez yerde…”
Ve o an, galerinin köşesinde asılı duran bir küçük aynada, bir siluet belirdi. Hiçbir yüz seçilemiyordu; sadece gölgeli bir figür, sessiz ve hareketsiz, ama tüm ekibi izliyor gibi duruyordu.
Hünkar fısıldadı:
“Bakın… işte bu kişi. Yakından bakarsanız hiçbir şey göremezsiniz, ama her hareketinizi biliyor. Evlatlarım, gözünüzü kırpmayın. Bu sadece başlangıç.”
Galerinin derinliklerinde sessiz ama derin bir tehdit hâlâ varlığını hissettiriyordu. Mr. Nosam hâlâ gölgeler arasındaydı; kimliği hâlâ gizli, hamleleri ise zekice ve ölümcül.
Murathan, kararlı bir ifadeyle:
“O zaman oyunumuz başlamış demektir. Hünkar, rehberliğinizle bu testten geçeceğiz. Ve her hamleyi, zekâ ve sabırla vereceğiz.”
Hünkar, gururla başını salladı:
“Evlatlarım… hazır olun. Oyunun gerçek yüzü daha ortaya çıkmadı. Ama kim olduğunu öğrenmek, bu oyunu kazanmak için sabır ve stratejiye ihtiyacınız var. Ve unutmayın… en küçük hata, büyük bir kayba yol açabilir.”
On İkinci Bölüm — Gölgelerin Hamlesi
Ayasofya’nın altındaki gizli galeride sessizlik, artık tedirgin edici bir gerilime dönüşmüştü. Murathan, Hünkar ve ekibi, küçük aynada beliren gölgeli figürün ardından sanki görünmez bir güç tarafından izleniyordu.
Tam o anda, galerinin en uzak köşesindeki hava akımı değişti. Hafif bir uğultu, ardından metalik bir tıkırtı… ve sandığın üzerindeki kilit kendi kendine açıldı. Murathan hızla sandığa koştu, ama Hünkar onu durdurdu:
“Bekle… sabırla bak. Bu, karşı tarafın zekâsını ölçme yöntemi.”
Birden, sandığın içinden yayılan hafif bir ışık dalgası galerinin duvarlarını aydınlattı. Kutsal kase… Hâlâ oradaydı. Ama tam o anda, bir dizi tuhaf cihaz sandığın etrafında belirdi. Minik, sessiz ama ölümcül tuzaklar. Her biri, dokunulduğunda enerji dalgalarıyla hem mekanizmayı hem de kasenin güvenliğini tehdit ediyordu.
Murathan fısıldadı:
“Bu… sadece bir uyarı değil. Bu bir test… ve çok tehlikeli.”
Hünkar derin bir nefes aldı:
“Evlatlarım, şimdi zekâ ve strateji devreye giriyor. Bir yanlış adım, sadece sandığı değil, tüm galeriyi tehlikeye atabilir. Ve bunu yapan kişi hâlâ görünmez…”
O sırada, galerinin duvarlarındaki gölgeler hareket etti. Sessiz, neredeyse doğal olmayan bir şekilde. Figürlerin hareketi, Mr. Nosam’ın sadece fiziksel değil, psikolojik bir oyun kurduğunu gösteriyordu. Murathan ve ekibi, her gölgeyi, her ışık yansımasını dikkatle analiz etmek zorundaydı.
Şamil, titreyen sesle:
“Peki… ama bu kadar zekice hazırlanmış bir tuzak… bir kişi mi yapabilir? Bu… bir organizasyon işi gibi.”
Hünkar başını salladı:
“Evet, ama zekâsı tek bir kişi kadar yoğun olabilir. Mr. Nosam hâlâ kimliğini gizliyor. Onun amacı, kutsal kasenin enerjisini kontrol etmek ve yanlış ellere geçmesini sağlamak. Ama… daha önce de söylediğim gibi, sadece strateji ve sabır kazanabilir.”
Murathan, sandığın etrafındaki tuzakları dikkatle inceledi:
“Bu… basit bir mekanik değil. Her adımı izleyen bir enerji sensörü var. Dokunsak aktifleşiyor. Ama dikkat edin… ışığın açısı, gölgenin yönü… bunlar da önemli. Bu kişi, bizim zekâmızı ve sezgimizi test ediyor. Bir hareketimiz, bir sonraki adımımızı belirleyecek.”
Hünkar, sessizce ekledi:
“Evlatlarım, oyunun daha başındayız. Bu sadece bir uyarı, bir başlangıç… ve kim olduğunu hâlâ bilmiyoruz. Ama unutmayın, Mr. Nosam her zaman bir adım önde. Biz de her zaman bir adım doğru atmak zorundayız.”
Murathan derin bir nefes aldı, gözleri sandığa odaklandı:
“O zaman oyunumuzun ikinci aşaması başlamış demektir. Ve bu aşama, hem zekâmızı hem cesaretimizi sınayacak. Hadi… stratejimizi uygulayalım.”
Galerinin sessizliği tekrar hüküm sürdü. Ama bu sessizlik artık sadece huzur değil, ölümcül bir gerilim taşıyordu. Mr. Nosam hâlâ gölgeler arasında, görünmez ve tehlikeli. Kutsal kase ise hem bir hedef hem de bir tuzak olarak ekibin önünde duruyordu.
On Üçüncü Bölüm — Gölgeleri Tersine Çeviren Hamle ve Hikmet Dede
Ayasofya’nın altındaki gizli galeride, kasenin etrafındaki tuzaklar hâlâ sessizce Murathan ve Hünkar’ı izliyordu. Ancak artık yalnız değillerdi: Hikmet Dede, uzun yıllar boyunca koruduğu sır ve kutsal emanetiyle sessizce yanlarındaydı.
Murathan, tuzakların en hassas bölgesini fark etti: bir enerji sensörü, sadece belirli bir ışık açısı ve gölgeyi algılayacak şekilde programlanmıştı.
Hünkar, elini sandığın üzerine koydu ama dokunmadı.
“Bu kişi zihnimizi ölçüyor, evlat. Dokunursak… belki bir ölümcül enerji dalgası aktive olacak. Ama dikkatle… zekâsını kullanırsak, oyunu tersine çevirebiliriz.”
Hikmet Dede, sessizce ekledi:
“Evlatlarım, yıllar boyunca koruduğum bu emanet yalnızca maddi bir değer taşımıyor. Bu, insanlığın kaderine dokunan bir sır. Onun korunması için aklı ve kalbi birleştirmek zorundayız. Sakın unutmayın: düşman görünmeyen bir gölgeyle oynuyor.”
Murathan fısıldadı:
“Gölgeyi yönlendirdim. Her sensörün aktivasyon noktası belli… şimdi sıra Hünkar’da.”
Hünkar başını salladı ve sandığın üzerine özel bir pano yerleştirdi. Bu pano, sandığın enerjisini geçici olarak soğuracak bir sistemdi; yani eğer tuzak aktive olursa, enerjiyi geri püskürtecek ve saldırıyı etkisiz hâle getirecekti.
Tam o anda, galerinin duvarlarından uğultu yankılandı. Ama sesler tanıdık insan sesleri değildi, sanki gölgeler konuşuyordu. Mr. Nosam hâlâ görünmezdi, ama tepkisi ölçülebiliyordu.
Hikmet Dede, sandığın yanında diz çöktü ve eski bir dua mırıldandı; kasenin etrafındaki enerjiyi dengeleyen kadim sözlerdi. O anda tuzaklar harekete geçti… ama Murathan ve Hünkar’ın planı işe yaradı: sensörler yanlış gölgeyi algıladı, enerji tuzağı tersine döndü ve kasenin etrafındaki mekanizma devre dışı kaldı.
Galeride yankılanan uğultu, bir hayal kırıklığını dile getiriyordu. Mr. Nosam hâlâ görünmezdi, ama zekâsı ilk kez tersine çevrilmişti.
Hünkar gülümseyerek Murathan’a baktı:
“Evlat, görüyor musun? Gölgeler bile bazen yön değiştirebilir. Ama dikkat et, bu sadece ilk aşama… Mr. Nosam hâlâ oyunda. Ve şimdi Hikmet Dede de yanımızda; onun bilgeliği ve tecrübesi bizim için yeni bir avantaj demek.”
Hikmet Dede, kasenin üzerindeki parıltıya bakarken sessizce fısıldadı:
“Evlatlarım, bu sadece bir deneme. Kaseye sahip olanın kalbi ve niyeti en az zekâ kadar önemli. Dikkatli olun; gölgeler, sandığın sırlarını gözleyen görünmez bir el tarafından hâlâ şekillendiriliyor.”
Murathan, kasenin ışığındaki yansımalara bakarken fısıldadı:
“Görüyorsun değil mi Hünkar… oyun burada bitmedi. Ama biz, ilk hamlede bir adım öne geçtik. Ve bundan sonra, her hamlemiz hem savunma hem saldırı olacak.”
Galerinin sessizliği tekrar hüküm sürdü, ama bu kez sessizlik üçlünün zafer sessizliğiydi. Gölgelerin efendisi Mr. Nosam, oyunun yönünün değiştiğini fark etmişti. Artık o da biliyordu: karşısında sadece bir imam değil, Ebabiller Teşkilatı’nın yetiştirdiği stratejist Murathan, Hünkar’ın zekâ ve gücü, ve Hikmet Dede’nin kadim bilgeliği vardı.
On Dördüncü Bölüm — Sandık ve Gölgeler
Ayasofya’nın sessiz galerisi, tarih kokan taşlarıyla Murathan Baybars ve Hünkar’ı karşıladı. Her köşe, geçmişin sırlarını fısıldar gibi, derin bir sessizlikle bekliyordu. Murathan fısıldadı:
“Dedem, bu sefer iş farklı. Sadece sandığı korumak yetmeyecek. Birileri… kasenin peşinde.”
Hünkar, sandığın üzerindeki örtüyü hafifçe kaldırdı. Dışarıdan bakıldığında sıradan görünen bu kutu, değerini sadece birkaç kişi biliyordu. İçinde basit bir sandık vardı ama onun içindeki kutsal kase, Avrupa’daki mezhep çatışmaları için yeni bir kıvılcım olabilirdi.
Hikmet Dede sandığın başında diz çökmüş, gözleri dolu, elleri titriyordu.
“Evladım…” dedi Murathan, “sakin ol. Emanetini sahibine ulaştıracağız. Ama dikkatli olmalıyız. Bu tür gölgeler görünmez ama etkileri gerçek.”
Hikmet Dede başını salladı. “Ben sadece adil olmak istiyorum… Bu sandık Niko’nun oğluna ait. Onun hakkı. Benim değil.” Murathan, Dede’nin yüzündeki samimiyeti gördü; bu bir sır değil, insanlığın basit ama güçlü değerine dair bir emanetin korunmasıydı.
Ama dışarıda sessizliği bozan gölgeler dolaşıyordu. Meymenetsiz tipler evin çevresinde dolaşarak dedenin oğullarını sıkıştırıyordu:
“Baban malı versin!”
Hikmet Dede titredi, ama Murathan sakin bir şekilde ellerini kaldırdı:
“Boşuna korkma dedem. Onlar sadece ürkütmeye çalışıyor. Biz yolu bulacağız.”
Henüz kimliği açığa çıkmamış olan Mr. Nosam’ın stratejisinin ilk işaretleri, bu gölgelerde saklıydı.
Hünkar, Murathan’a fısıldadı:
“Dede’yi güvenli şekilde götürüp sandığı sahibine ulaştıracağız. Bu sıradan bir teslim değil; İstanbul’un kalbinde görünmez bir savaş yürüteceğiz.”
Murathan başını salladı:
“Evet. Ve biz hazır olacağız. Dede sadece bir taşıyıcı. Ama onun saflığı ve niyeti, gölgeleri alt edecek en güçlü silah.”
Gölge tipler dedenin evinin etrafında dolaşırken, Hikmet Dede’nin yaşlı elleri sandığa sıkıca kenetlenmişti.
“Evladım,” dedi Murathan, “her şey yolunda olacak. Ama dikkat etmeliyiz. Bu iş sadece sabır ve doğru kararlarla çözülecek.”
Dışarıda, sessizliği bozan tek şey rüzgârın hafif uğultusu ve adım sesleriydi. Ancak bu adımların sahibini kimse göremiyordu; tehlike her an, görünmez bir gölge gibi üzerlerine çökmeye hazırdı.
On Beşinci Bölüm — Gölgeler ve Tuzak
Ayasofya’nın taş galerileri gece sessizliğe gömülmüştü. Ama sessizliğin altında görünmez bir tehlike dolaşıyordu. Murathan Baybars, Hünkar ve Hikmet Dede, sandığı güvenli bir şekilde taşımak için hazırlıklarını tamamlamıştı. Her adım, dikkatle planlanmalıydı; çünkü dışarıda görünmeyen gözler onları izliyordu.
Murathan fısıldadı:
“Dede, sakin ol. Her adımımızı hesaplayacağız. Gölgeler sandığın peşinde. Ama biz onları kendi oyunlarında yakalayacağız.”
Hünkar, galerinin karanlık köşelerinde sessizce dolaşarak güvenlik kontrollerini yaptı. Onun üstün yetenekleri, sadece savaşçı değil, bir stratejist olarak da Murathan’a güven veriyordu.
Ancak dışarıdaki gölgeler sadece sıradan suçlular değildi. Görünmez bir güç, sandığın varlığını hissetmişti ve hareket halindeydi. Murathan, bu işin basit bir hırsızlık olmadığını biliyordu; daha derin, daha karmaşık bir plan söz konusuydu.
Hikmet Dede sandığı sıkıca tutarken titredi:
“Evlat… bunlar kim olabilir ki? Ben sadece doğru olanı yapmak istiyorum.”
Murathan yanına eğildi, gözlerini Dede’nin gözlerine dikti:
“Dedem, gördüğün bu gölgeler… sadece kötü niyetli kişiler değil. Dünyanın karanlık planları onları yönlendiriyor. Ama korkma. Biz hazırız.”
Tam o anda, galerinin uzak köşesinden hafif bir tıkırtı duyuldu. Hünkar hızla ilerleyip sessizce bakışlarını odakladı. Hiçbir ışık, hiçbir gölge yoktu… Ama hissediyordu. Bir şeyler yaklaşmıştı.
Murathan Dede’ye fısıldadı:
“Şimdi… planımızı uygulayacağız. Sandığı güvenli bir noktaya taşırken, gölgeleri kendi oyunlarında yakalayacağız. Dikkat et, her adım çok önemli.”
Hünkar, Murathan ve Dede, sessizce galeriden çıkıp gizli geçitlere yöneldi. Her adımda gerilim yükseliyordu. Dışarıdaki sessizlik, fırtınanın öncesi bir hava gibiydi; çünkü gölgeler, sandığa yaklaşmak için harekete geçmişti… ama onları kimse görmüyordu.
Murathan içinden düşündü: “Bu sadece bir teslimat değil. Bu bir savaş… görünmez bir savaş. Ve biz, bu savaşın kazanan tarafı olacağız.”
Bölüm 14 – Sandık, Sırlar ve Geçmişin Gölgeleri
Fatih’in dar sokaklarından esen hafif rüzgâr, Ayasofya’nın gölgesine düşüyordu. Murathan Baybars, alt galerilerin loş ışıkları altında, Hikmet Dede’nin anlattıklarını dikkatle dinliyordu. Dede, yaşlı ellerini birbirine kenetleyip derin bir nefes aldıktan sonra söze başladı:
“Evladım, Osmanlı yavaş yavaş çöküyordu. Ben çocuk yaşlarımda bile fark ettim. Ama kimse tam olarak anlayamıyordu. Casuslar, ajanlar, düşman maskesi takmış dostlar… Herkes bir planın parçasıydı. Bizim mahallede bile yabancı gözüken adamlar vardı.”
Baybars, gözleri parlayan bir usta gibi, Dede’nin sözlerini tamamladı:
“Doğru, dedem. Osmanlı yıkılırken içerden de büyük bir ihanet zinciri örülüyordu. Yalnızca düşman ordular değil, sarayın içindeki danışmanlar, elçiler, bazı askerler ve hatta dini çevreler de birbirine karışmıştı. Casuslar, bilgi sızdırıyor, halkın güvenini manipüle ediyor, kimi zaman kendi halkını galeyana getiriyordu. Biz Ebabiller olarak, bu tür karmaşayı çözmek ve halkı doğru yola yönlendirmek için yetiştirildik.”
Hikmet Dede başını salladı:
“Evet, evlat. Ve işte o zamanlar, komşumuz Niko gibi masum insanlar bile olayların gölgesinde kaldı. Sandık… O sandık sadece altın ve mücevher değildi. O, bir sır taşıyordu. Yüzyıllar boyunca saklanmış kutsal bir kase… Eğer yanlış ellere geçerse, sadece bir kavga değil, yeni bir savaş başlardı. Ben yıllarca bunu düşündüm, ama şimdi anlıyorum ki senin gibi biri olmadan bu yük taşınamaz.”
Baybars, Dede’nin omzuna hafifçe dokundu. Loş galeride yankılanan sessizlikte, geçmişin hayaletleri sanki etraflarını çevirmişti.
“Dedem,” dedi Baybars, sesi sakin ama kararlı, “ben bu sırra sahip çıkacağım. Emaneti doğru sahibine ulaştırmak için buradayım. Ancak sadece altın ya da mücevher için değil, insanlığın ve inancın korunması için.”
Dede, gözleri dolu dolu, fakat yüzünde bir gülümsemeyle cevap verdi:
“Evladım, işte bu yüzden sana geldim. Sadece sandığı değil, geçmişin bilgeliğini de sana bırakıyorum.”
Galeri, onların konuşmasıyla daha bir derinlik kazanmıştı. Baybars, duvarlardaki eski Osmanlı yazıtlarını incelerken, kendi aklında planlar kuruyor, hem sandığın hem de Niko’nun mirasının peşindeki karanlık güçleri düşünüyordu.
Bölüm 15 – Selanik Gölgeleri
Murathan Baybars, Ayasofya’nın alt galerilerinde Dede’den öğrendiklerini sindirirken, aklında Niko’nun mirasını ve kutsal sandığı koruma planları dönüyordu. Sandığın izini sürmek, sadece İstanbul ile sınırlı değildi; Selanik’e gitmesi gerekiyordu. Niko’nun ailesinin izleri orada vardı ve Baybars, geçmişin sırlarını açığa çıkaracak bir ipucu arayacaktı.
15. Bölüm: Selanik’te Gölgeler
Murathan Baybars, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Selanik’e vardı. Şehrin dar ve taşlı sokakları, yüzyıllar boyunca süregelen tarih kokusunu taşıyordu. Osmanlı’dan kalan taş binalar, minareler ve kilise çan kuleleri birbirine karışmış, geçmişle bugünü sessizce birbirine bağlamıştı. Baybars, sessiz adımlarla yürürken, gözleri her köşeyi tarıyordu; yalnızca sokakların değil, gözden kaçan insan kalabalıklarının da farkındaydı.
15. Bölüm: Selanik’te Gölgeler (Revize)
Murathan Baybars, sabahın ilk ışıklarıyla Selanik sokaklarında yürüyordu. Dar taşlı yollar, geçmişin gölgelerini taşıyordu; Osmanlı’dan kalan binaların arasında, sanki tarih hâlâ nefes alıyordu. Baybars için burada yalnızca eski bir sandığın izi yoktu; aynı zamanda dünyanın en karanlık güçlerinin gölgesi de vardı.
Hikmet Dede’nin sözleri aklına geliyordu: “Evlat, sandığı alanın niyeti doğru olmalı; yanlış ellere geçerse dengeler bozulur.” Baybars, dedenin sözlerini hatırlayarak dikkatle çevresini süzdü. İnsanlar sıradan yürüyüşlerinde gibi görünüyordu ama gözlemleri, sokaktaki hareketlerde bir düzen ve izleyici dikkatini ortaya çıkarıyordu.
Baybars, Niko’nun ailesinin son kaldığı evi buldu. Evin önünde duran birkaç kişi dikkatini çekti; sıradan değillerdi. Her adımlarını ölçüyor, kimi zaman birbirlerine kısa bakışlarla işaret veriyorlardı. Baybars, saklanıp onları izledi, hiçbir hamleyi atlamamaya çalıştı.
Bu arada Selanik’in sahilinden gelen haberler ve eski arşivlerdeki bilgiler Baybars’ın kafasında şekillendi: Osmanlı’nın son yıllarında casuslar nasıl görev yapmış, hangi örgütler hangi planları yürütmüş; şimdi o mirasın gölgesi tekrar ortaya çıkıyordu. Baybars, Osmanlı casuslarının zekâsıyla yetiştirilmiş, modern dünyanın bilgi ve becerileriyle donatılmış bir ajan olarak bu mirası takip ediyordu.
Gece ilerledikçe, Baybars evi çevreleyen gölge hareketlerini daha iyi görebiliyordu. Ama her adımında Mr. Nosam’ın gölgesinin farkında olmadan yaklaştığını hissediyordu; tehdit hissi adeta havada asılıydı. Baybars burada yalnızca bir mirasın peşinde değildi; tarih, din ve dünya dengelerini etkileyebilecek bir savaşın içine adım atmıştı.
Bölüm 16 – Selanik Gölgeleri
Baybars, sabahın erken saatlerinde Selanik’in taş sokaklarına adımını attı. Havanın serinliği, denizin tuzlu kokusunu taşıyordu. Ebabiller Teşkilatı’ndan aldığı bilgiler, onu doğrudan eski Osmanlı ajanlarının izini sürmeye yönlendirmişti. Daha çocuk yaşta yetim olarak alınmış, özel eğitimle yetenekleri geliştirilmişti; gözlem yeteneği, stratejik düşüncesi ve sabrı onu bu tür görevler için eşsiz kılıyordu.
Sokak aralarında dolaşırken gözlemlediği ilk şey, şehirdeki karmaşa ve tarihi dokunun ardında gizlenen eski güç mücadeleleriydi. 19. yüzyıl sonlarında, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Selanik’teki yapılarının hâlâ izleri vardı; bazı binalar neredeyse ayakta kalmamış, fakat yeraltı odaları ve gizli geçitler, yıllar sonra bile örgütlenen çetelerin faaliyetlerini anlatır gibiydi. Baybars, özellikle bu odaların planlarını inceleyerek, düşman işbirlikçilerini ve eski ajanların izlerini takip ediyordu.
O yıllarda, İttihat ve Terakki’nin bazı unsurları, Osmanlı’yı yıkma planlarını yürütürken, gizli anlaşmalar yapmış, düşman güçlerle işbirliği içine girmişlerdi. Baybars, Selanik’te dolaşırken bu işbirliklerinin izlerini, eski haritalar, taş duvarlardaki işaretler ve gizli mektuplarla birleştirerek çözmeye çalışıyordu. Her adımında, geçmişin karanlık oyunlarıyla bugünün gölgeleri arasında ince bir çizgide yürüyordu.
Selanik limanına indiğinde, eski bir depoda saklı belgeleri inceledi. Osmanlı ajanlarının notları, Avrupa güçleriyle yapılan pazarlıkları, bilgi sızdırma girişimlerini içeriyordu. Baybars, belgeleri dikkatle tararken fark etti ki, o dönemde birçok çete ve cemiyet, aslında dış güçlerin oyun alanında birer piyon olarak kullanılmıştı. Bu durum, sadece tarihî bir ders değil, günümüzdeki tehditlerin de bir yansımasıydı.
O geceyi şehrin karanlık sokaklarında geçirdi Baybars. Eski taş döşeli yollar, sokak lambalarının titrek ışığı altında ona, yetim bir çocuk olarak başladığı hayatının, şimdi Osmanlı’nın yıkılışına dair gizemleri çözme görevine nasıl bağlandığını hatırlattı. Selanik’teki görevinde, hem geçmişi anlamak hem de günümüzdeki tehditleri önceden sezmek gerekiyordu.
Baybars, Selanik’in dar sokaklarında yürürken ayağının altında çınlayan taş döşemeleri izliyordu. Şehrin eski liman bölgesi, rüzgârla gelen deniz kokusunu taşımakta, yıkık dökük binaların gölgeleri gibi geçmişin sırlarını da fısıldıyordu. Bir zamanlar Osmanlı’nın kuzeydeki gözbebeği olan bu şehir, artık modern binaların arasında kaybolmuş, ama gizli köşelerinde hâlâ tarihi fısıltıları saklıyordu.
Baybars’ın amacı basitti ama bir o kadar tehlikeliydi: Osmanlı’nın son dönemlerinde Avrupa istihbarat ağlarıyla gizli işbirliği yapan bazı grupların kalıntılarını araştırmak. Kaybolmuş evraklar, eski el yazmaları ve mütevazı taş arşivler, zamanında vatanını sevenler kadar hainlerin de izlerini taşıyordu. Baybars, genç bir yetim olarak Ebabil Dar’ül Eytam’da aldığı eğitimin verdiği keskin göz ve sezgiyle, her taşın altındaki sırları çözmeye çalışıyordu.
Dar sokaklarda ilerlerken, bir zamanlar gizli toplantıların yapıldığı eski bir kütüphane binasına girdi. İçerisi tozla kaplıydı; raflarda asırlık belgeler, haritalar ve bir zamanlar gizli mühürlerle kilitlenmiş dosyalar duruyordu. Baybars, ellerini belgelerin üzerinde gezdirirken, gözlerinin önünde tarih canlanıyordu: 1910’ların Selanik’i, İttihat ve Terakki’nin örgütlenmeleri, Avrupa büyük güçlerinin casuslarının gölgede yürüyüşleri. Ama Baybars’ın asıl ilgisi, bu eski entrikaların modern dünyadaki yankılarıydı; çünkü hâlâ bazı güçler, yüz yıllık sırları kendi çıkarları için kullanıyordu.
Kısa bir süre sonra Baybars, eski bir taş masanın üzerinde bir kutu buldu. İçinde, Osmanlı casus ağlarının planlarını, gizli yazışmaları ve Avrupa elçiliklerine gönderilen kodlanmış mesajları taşıyan belgeler vardı. Her bir belge, geçmişin hainlerini ve kahramanlarını, zaaflarını ve cesaretlerini ortaya koyuyordu. Baybars, belgeleri incelerken, Osmanlı’nın çöküşüne giden süreçte casusların nasıl oynadığını, devletin zaaflarını, halkın sahipsizliğini ve ihanetin gölgesini bir kez daha gözleri önüne seriyordu.
Ama işin asıl ilginç tarafı, bu belgelerin günümüzde hâlâ birilerinin elinde olduğuna dair işaretlerdi. Baybars, belgeleri inceledikçe, sadece tarihe değil, bugünün gölgelerle dolu güç oyunlarına da adım atıyordu. Hedefi artık sadece bir geçmişi aydınlatmak değil, bugünün karanlıkta kalmış gerçeklerini çözmekti. Ve bu yolculuk, Selanik’in taş sokaklarından İstanbul’un gizli galerilerine kadar uzanacaktı.
Baybars, kütüphaneden aldığı belgeleri dikkatle incelemeye devam ederken, eski bir mektup dikkatini çekti. Mektup, yüz yıllık mürekkep kokusuyla hâlâ taze gibiydi ve satırlarında kodlanmış bir mesaj gizliydi. Satır aralarını okudukça, Osmanlı casus ağlarının sadece dönemin düşmanlarıyla değil, aynı zamanda gizli cemiyetlerle de bağlantılı olduğunu fark etti. Cemiyetin adı net bir şekilde geçiyordu: “Dünya Kötülük Konseyi.”
Baybars kalbinin hızlı attığını fark etti. Bu konsey, kendisinin üzerinde çalıştığı kutsal kaseyi arayan gizli güçlerle doğrudan bağlantılıydı. Satırlarda, “Niko’nun emaneti sadece doğru ellere geçmeli; aksi hâlde eski çatışmalar yeniden alevlenecek” uyarısı vardı. Baybars, gözlerini kapatarak derin bir nefes aldı; Niko’nun kutsal kaseyi saklama amacı, sadece bir miras meselesi değil, aynı zamanda Avrupa’daki mezhep çatışmalarını yeniden körükleyecek bir tehdidi önlemekti.
Birden belgeler arasında başka bir işaret dikkatini çekti. Kodlu bir harita, Selanik’ten İstanbul’a uzanan gizli bir güzergâhı gösteriyordu. Baybars bunun sadece bir coğrafi rota olmadığını, aynı zamanda bu gizli konseyin ajanlarının ve gölgedeki planlarının izlerini barındırdığını biliyordu.
O sırada bir tedirginlik hissetti. Kütüphanenin kapısı yavaşça aralandı ve içeriden gölgeler sızmaya başladı. Baybars, belgeleri çantasına sıkıca yerleştirirken, geçmişin gölgesiyle bugünün tehdidinin birbirine karıştığını fark etti. Mr. Nosam… adı hâlâ açığa çıkmamıştı, ama satırlardan, gölgelerden ve haritalardan onun elinin değdiği izleri okuyabiliyordu. Bu kişi, dünya üzerinde dizayn edilen kaosun merkezindeydi ve kutsal kase onun hedeflerindeydi.
Baybars, belgeleri çantasına koyarken sessizce kendi kendine mırıldandı: “Bunu Hikmet Dede’ye ulaştırmalıyım… ama önce, karanlığın planlarını çözmek için kendim hazırlıklı olmalıyım.”
Selanik’in taş sokakları artık sadece geçmişin değil, geleceğin de ipuçlarını saklıyordu. Baybars, İstanbul’a dönmek için yola koyulurken, bir yandan Ebabiller Teşkilatı’nın gizli mekanlarında bekleyen Hünkar’la yüzleşecek, bir yandan da Mr. Nosam’ın gölgesindeki tehdide karşı savaşacak, ve kutsal kaseyi doğru ellere ulaştırmanın yolunu arayacaktı.
Bölüm: Ebabiller’in Gölgesinde
Baybars, İstanbul’a dönerken kafasında Selanik’te bulduklarının ağırlığı vardı. Her adımında geçmişin ve bugünün gölgeleri birbirine karışıyordu. Kutsal kase sadece bir miras değil, Avrupa’da yıllardır süregelen mezhep çatışmalarını yeniden alevlendirecek bir güçtü. Baybars’ın aklı, Hikmet Dede’nin emanetiyle, kendi geçmişiyle ve Ebabiller Teşkilatı’nın beklediği görevle doluydu.
Ayasofya’nın gizli galerilerine adım attığında, sessizlik adeta soluk alıyordu. Duvarlardaki eski taşların arasında yankılanan ayak sesleri, Baybars’ı her zaman olduğu gibi ürkütmüyordu; aksine hazır olmanın verdiği soğukkanlılıkla ilerliyordu. Her köşe, her gizli geçit, yıllarca özel olarak yetiştirilmiş bir istihbarat elemanının gözünden kaçmıyordu.
Ve o an, karşında Hünkar belirdi. Uzun boylu, güçlü duruşlu, gözlerinde hem otorite hem de derin bir bilgelik parlıyordu. Baybars durdu; Hünkar’ın enerjisi, sessiz ama etkileyici bir baskı yaratıyordu.
“Baybars,” dedi Hünkar, sesi derin ve netti. “Selanik’ten döndün. Ne buldun?”
Baybars belgeleri masaya bıraktı. “Hünkar, işler düşündüğümüzden daha karmaşık. Kutsal kase sadece bir miras meselesi değil. Dünya Kötülük Konseyi’nin hedefi haline gelmiş. Mr. Nosam… onun izleri Selanik’ten İstanbul’a kadar uzanıyor.”
Hünkar kaşlarını çattı ama bir an bile paniğe kapılmadı. “Bunu bekliyordum. Ebabiller Teşkilatı yıllardır böyle bir ihtimali hesaplıyordu. Ama biz sadece bekleyen değil, önceden hareket eden taraf olmalıyız. Baybars, senin görevin sadece belgeleri toplamak değil; aynı zamanda doğru stratejiyi kurmak.”
Baybars, sessizce başını salladı. “Hikmet Dede ve sandık… O da işin içinde. Ama şimdi anlıyorum ki, mesele sadece miras değil. Kase yanlış ellerde büyük bir kaosa yol açacak.”
Hünkar ağır ağır dolaştı, her adımıyla galerinin gizli koridorlarının nefesini hissettirdi. “Baybars, bilmelisin ki sen ve Dede, zamanın ötesine uzanan bir görevin parçasısınız. Ebabiller Teşkilatı, dünyanın her köşesinde yetiştirdiği yeteneklerle bu tür krizleri önlemek için var. Ama dikkat et, düşmanlarımız da planlarını sessizce uyguluyor. Mr. Nosam’ın kim olduğunu şu an bilmiyoruz; sadece gölgesini hissedebiliyoruz.”
Baybars nefesini derin aldı. “O gölge çok güçlü. Selanik’te ipuçlarını buldum. Osmanlı casus ağları, gizli cemiyetler, Avrupa’daki mezhep çatışmaları… Hepsi birbirine bağlı.”
Hünkar bir adım daha yaklaştı. “Ve biz şimdi bu zinciri kırmak zorundayız. Baybars, senden sadece güç ve zeka değil, sabır ve dikkat istiyorum. Bu görev, seni Hikmet Dede ile birlikte hem geçmişin hem de geleceğin sırlarını çözmeye götürecek. Ama unutma: bir adım yanlış atarsak, kutsal kase dünya çapında bir yıkımın merkezine oturur.”
Baybars belgeleri toparlarken, galerinin karanlık köşelerinde gizli kameraların ve izleme cihazlarının sessiz çalıştığını hissetti. Hünkar’ın varlığı ona güven veriyordu; ama aynı zamanda görevlerinin ağırlığını da hatırlatıyordu.
“Baybars,” dedi Hünkar son olarak, “her adımımızı planlayacağız. Ama unutma, zaman daralıyor. Mr. Nosam’ın planlarını çözmeden harekete geçemeyiz. Ve evet, belki o, düşündüğümüzden çok daha yakın bir yerde olabilir.”
Baybars başını salladı, gözlerinde kararlılık ve sessiz bir korku vardı. “Anladım. Hazırım.”
Hünkar, Baybars’a bir elini omzuna koyarak hafifçe sıktı. “İşte bu yüzden seni seçtik. Ve işte bu yüzden Ebabiller Teşkilatı seni bekliyordu.”
O an, galerinin derinliklerinde sessizlik hüküm sürdü. Ama sessizlik, yaklaşan fırtınanın sadece habercisiydi. Mr. Nosam’ın gölgesi, dünyayı karanlığa boğmak için sessizce ilerliyordu; ve Baybars ile Hünkar, bu karanlığın karşısında durmaya hazırlanıyordu.
Bölüm: Selanik Gölgesi
Baybars, Hünkar ile birlikte Selanik’in dar ve taşlı sokaklarında yürüyordu. Şehir, günümüzden uzak bir tarihin izlerini taşıyor, Osmanlı’nın eski ihtişamını anımsatan taş binalar, dar sokaklar ve limana açılan hanlar hâlâ dimdik duruyordu. Fakat gölgeler uzun, sessizlik derin; Baybars, her köşeyi dikkatle süzdü.
“Burası… Niko’nun ailesinin köken aldığı yer, değil mi?” diye sordu Baybars, gözleri eski bir taş hanın önünde takılı kalmıştı.
Hünkar başını salladı. “Evet. Ve dikkat et, Baybars. Bu sokaklar sadece nostaljik değil; geçmişin sırlarını hâlâ taşıyor. İttihat ve Terakki’nin Selanik’teki örgütlenmeleri, Avrupa’nın bazı istihbarat ağlarıyla iş birliği yapmıştı. Casuslar, ajanlar ve ajan adayları burada eğitildi, bazıları ise Mr. Nosam’ın gölgesinde bugün hâlâ çalışıyor.”
Baybars dudaklarını sıkıp, gözlerini çevresine dikti. Sokak lambalarının altında birkaç gölge hareket ediyordu. Çok hızlı olmasa da, dikkatli bakınca fark edilebiliyordu.
“Gözlerin açık olmalı,” dedi Hünkar, “bizi izleyenler var. Sadece kimliklerini değil, niyetlerini de çözmemiz gerek.”
Baybars, eski bir hanın kapısına yaklaştı. Ahşap kapı, parmak uçlarıyla dokunduğu anda hafifçe titredi. “Burası… Niko’nun babasının eski dükkânı mı?”
Hünkar başını salladı. “Evet. Ama dikkat et. Mr. Nosam’ın ajanları burayı çoktan taramış olabilir. Her adımımızı planlamalıyız.”
İçeri girdiklerinde tozlu raflar, eski kitaplar ve ahşap kasalar gözüküyordu. Baybars dikkatle etrafa bakındı, her köşe, her raf bir ipucu olabilirdi. Birden, eski bir sandığın yanında gizlenmiş küçük bir cihazın ışığı yanıp sönmeye başladı. Baybars hızlıca eğilip cihazı devre dışı bıraktı; Hünkar hafifçe başını salladı.
“İlk hamle buradaydı. Ama asıl sınav şimdi başlıyor. Mr. Nosam’ın ajanları çok dikkatli. Eğer hata yaparsak, hem kutsal kase hem de Niko’nun emaneti tehlikeye girecek.”
O sırada dışarıdan gelen bir adım sesi ikisini gerdi. Baybars ve Hünkar, gölgelerden çıkan iki figürü fark ettiler. Figürler hızla yaklaşırken, Baybars içgüdüyle Hünkar’ın arkasına çekildi. “Karşı karşıyayız,” dedi Hünkar. “Ama unutma, Baybars, bu sadece bir uyarı. Gerçek savaş daha başlamadı.”
Baybars gözlerini karanlık figürlere dikti; gözlerinde hem merak hem de derin bir kararlılık vardı. Bu Selanik ziyareti, sadece geçmişin sırlarını açığa çıkaracak değil, Mr. Nosam’ın oyunlarının ilk doğrudan ipuçlarını da ortaya serecekti.
Gölge, sokakta ilerlerken hafif bir tüy gibi sessizdi; ama etkisi tüm dünyayı değiştirecek kadar büyüktü. Baybars ve Hünkar, kutsal emaneti korumak ve Mr. Nosam’ın planlarını çözmek için artık geri dönüşsüz bir yolculuğa başlamıştı.
Bölüm: Gölgeyle Yüzleşme
Selanik’in dar taş sokaklarında sessizlik, neredeyse kulakları sağır edecek kadar yoğundu. Baybars ve Hünkar, eski hanın çıkışında dikkatle çevreyi süzüyorlardı. Baybars’ın gözleri, gölgelerin arasına saklanmış hareketleri tarıyordu; Hünkar ise her adımı planlıyor, olası tuzakları tahmin ediyordu.
“İşte burası,” dedi Hünkar, eski bir kütüphanenin önünde dururken. “Bu sokaklar, İttihat ve Terakki ajanlarının gizli eğitim alanıydı. Şimdi ise Mr. Nosam’ın gölgesindeki yeni ajanlar bu koridorları kullanıyor. Dikkatli olmalıyız.”
Baybars başını salladı, içgüdüleri tetikteydi. Adımlarını sessizce atarken, birden karanlıktan iki figür ortaya çıktı. Figürler, birer ajan olduğuna dair işaretleri taşırken, yüzlerini gizleyen maskeleriyle tehditkar bir duruş sergiliyordu. Baybars derin bir nefes aldı, bir yandan Hünkar’a fısıldadı:
“Hazır mısın?”
Hünkar hafifçe başını salladı. “Her an savaş başlar. Ama unutma, amacımız sadece çatışmak değil, bilgiye ulaşmak.”
Figürlerden biri aniden saldırıya geçti. Baybars, yıllar süren özel eğitimlerinin refleksiyle hızla kenara sıçradı, sol elindeki bastonunu savurdu ve karşısındaki ajanın dengesini bozdu. Hünkar, stratejik zekasını konuşturdu; sokağın köşesinden çıkan diğer ajanın hareketlerini önceden tahmin edip, Baybars’a yönlendirdiği sinyallerle savunmasını kolaylaştırdı.
“Dikkat et, arkanda açık var!” diye uyardı Hünkar. Baybars, ikinci adımı fark edip hızlı bir hamleyle ajanın saldırısını savuşturdu.
Kısa ama yoğun bir karşılaşmadan sonra, Baybars ve Hünkar, ajansların cihazlarını ve notlarını buldular. Notlarda, Mr. Nosam’ın planlarının ilk işaretleri ve kutsal kaseye dair ipuçları yer alıyordu. Baybars, notları eline alırken gözleri karardı; “Demek ki oyun daha derin… Bu sadece başlangıç.”
Hünkar, Baybars’a yaklaşarak fısıldadı: “Bu Selanik ziyareti, sadece geçmişin sırlarını değil, geleceğin savaşının da ipuçlarını verdi. Mr. Nosam’ın ajanları her yerde olabilir. Ama biz de hazırız. Baybars, unutma; sen sadece bir hoca değil, devletin en seçkin istihbaratçısısın.”
Baybars, derin bir nefes alıp, notları dikkatle cebine koydu. Dışarıda akşam karanlığı çökmeye başlamıştı; şehir sessiz, fakat tehlikeler her köşede gizlenmişti.
“Geri dönelim,” dedi Hünkar. “Ama aklında tut: Mr. Nosam’ın gölgesi daha uzun, daha karanlık ve çok daha ölümcül.”
Baybars başını salladı. Gözlerinde kararlılık ve sessiz bir öfke vardı. Bu Selanik gecesi, kutsal emaneti koruma yolunda atılan ilk büyük adımdı; ama çok daha karmaşık, tehlikeli ve gizemli bir mücadele onları bekliyordu.
Bölüm: Gölgenin Oyunu
İstanbul, Ayasofya’nın altındaki gizli galeriler… Baybars, notları masanın üzerinde dikkatle inceliyordu. Hünkar yanındaki sandalyeye oturmuş, sessizce durumu değerlendiriyordu. Her ikisi de Selanik’teki geceyi ve buldukları notları düşünüyor, Mr. Nosam’ın planının boyutlarını anlamaya çalışıyordu.
“Baybars,” dedi Hünkar, sesi sessiz ama kararlıydı. “Bu sadece bir test. Mr. Nosam, kutsal kasenin peşinde. Ve anladığımız kadarıyla ajanları çok daha sofistike, tecrübeli.”
Baybars başını salladı. “Biliyorum Hünkar. Ama notlarda gördüklerimiz, bize bir adım öne geçme imkânı veriyor. Onun planı, sadece kasenin gücünü kullanmakla kalmayacak, tüm Avrupa’daki mezhep çatışmalarını yeniden körükleyecek.”
Tam o sırada alt galerinin karanlık bir köşesinden bir ses duyuldu. Bir gölge hızla ilerledi, sessiz ama belirgin bir tehditle etrafa baktı. Baybars refleksleriyle hareket etti; hemen duvara yakın bir gölgeye sıçrayıp saldırıya hazırlandı.
Hünkar, Baybars’a sinyal verdi. “Gözlerin her yerde olsun. Bu bir ajan, ama biz de buradayız.”
Gölgeler arasında kısa bir çatışma yaşandı. Baybars, yetim olarak büyüdüğü Ebabil Dar’ül Eytam’daki eğitimlerinin tümünü sahaya taşıdı. Her hareketi ölçülü, her hamlesi stratejikti. Görev sadece fiziksel değildi; zekâ ve hızlı analiz yeteneği, Baybars’ı rakiplerinin birkaç adım önüne taşıyordu.
Ajansın bıraktığı bir cihazı ele geçirdiler; cihazın içinde kriptolu mesajlar vardı. Hünkar, Baybars’a yaklaştı ve sessizce fısıldadı:
“Bu mesaj, Mr. Nosam’dan geliyor. Direkt olarak değil, ama gölgesi her hareketimizi izliyor. Anlamalısın, Baybars: oyun çok daha büyük, ve bizim sadece bir parçayız.”
Baybars, cihazı alıp üzerinde çalışmaya başladı. “Anladım Hünkar. Bu savaş, sadece kutsal kase için değil; bilgi, güç ve strateji için de. Ve biz, bu oyunda geri adım atmayacağız.”
Hünkar başını salladı. “Doğru. Ama unutma, Baybars… Mr. Nosam senin bile tahmin edemeyeceğin planlara sahip. Ve bazen düşman, en yakınımızda olabilir.”
İkisi de sessizce masanın başında durdu; dışarıdaki Ayasofya kubbesinin gölgesi galeriye sızarken, hem geçmişin hem de geleceğin sırları onların üzerindeydi. Düşman görünmez ama etkisi her yerdeydi. Ve Baybars, hem bir hoca hem de devletin en gizli istihbarat elemanı olarak, karşısındaki gölgeye meydan okumaya hazırdı.
Bölüm: Emanet ve Gölge
Ayasofya’nın altındaki gizli galerilerde, Baybars ve Hünkar, gece boyunca haritaya bakıyor, notları inceliyorlardı. Masanın bir köşesinde sandık duruyordu; Hikmet Dede’nin babasından kalan, Niko’nun kutsal kasesiyle birlikte emanet ettiği sandık. Baybars, sandığın yanında diz çökmüş, parmaklarıyla üzerindeki işlemeleri dikkatle inceliyordu.
Hünkar sessizce konuştu: “Baybars, bu sandık sadece bir miras değil. Mr. Nosam ve ajanları için, Batı’daki tüm güç dengelerini değiştirebilecek bir anahtar.”
Baybars başını salladı. “Anladım. Ama Hikmet Dede’yi de bu işin içine katmalıyız. O, sandığın gerçek sahibine ulaşmasını sağlayacak tek kişi. Saf ve samimi. Gölgenin oyununu anlayamaz belki ama kasenin değerini biliyor.”
O sırada galeriye, bastonuna güvenerek gergin adımlarla Hikmet Dede girdi. Seksen yaşında, fakat gözlerinde hâlâ merak ve kararlılık parlıyordu. Baybars ona gülümsedi: “Dedem, sandık burada. Bize yardım etmeniz gerek.”
Hikmet Dede titreyen bir sesle, ama kararlı: “Evladım, ben sadece emanetin sahibine ulaşmasını istiyorum. Başka hiçbir amacım yok.”
Hünkar, dikkatle izliyordu: “Baybars, Mr. Nosam’ın ajanları İstanbul sokaklarında. Dede’nin saflığı, onun en büyük korunması. Ama aynı zamanda hedef haline de getirebilir.”
Baybars, Dede’nin ellerini tuttu, gözlerine baktı. “Endişelenme dedem. Biz buradayız. Ve bu iş, sadece sana değil, tüm insanlığa karşı yapılacak bir kötülüğün önünü kesecek.”
O sırada Baybars’ın aklından geçenler, Selanik ziyaretindeki izlenimlerle birleşti. Orada, tarih boyunca casusların ve entrikacıların Osmanlı’nın çöküşünü nasıl yönlendirdiğini görmüştü. Aynı oyun, şimdi kutsal kase üzerinden yeniden sahneleniyordu. İttihat ve Terakki’nin gölgeleri, Osmanlı’nın kaybedilen mirası, ve şimdi Mr. Nosam’ın oyunu… Hepsi birbirine bağlıydı.
Hikmet Dede, sandığı alıp ellerini ovuşturdu: “Evladım, ben bunu Niko’nun torununa ulaştıracağım. Ama artık yalnız değilim. Siz varsınız. Ve sanırım bu oyun, çok daha büyük bir plana hizmet ediyor.”
Baybars başını salladı: “Evet dedem. Ama dikkat etmeliyiz. Gölge, her yerde. Mr. Nosam, sadece bir isim değil, tüm kötülüğün temsilcisi.”
Hünkar sessizce ekledi: “Ve oyun şimdi başlıyor. Her adımımız, hem kasenin hem de sandığın kaderini belirleyecek.”
Galeride sessizlik çöktü; üç kişi, hem geçmişin sırlarını hem de geleceğin tehlikelerini tartıyor, bir sonraki hamleyi planlıyordu. Artık olaylar birbirine bağlanmıştı: sandık, kutsal kase, Mr. Nosam’ın gölgesi ve Baybars-Hünkar-Hikmet Dede üçlüsünün stratejisi. Ve bu, sadece başlangıçtı…
Bölüm: Gölgelerin Saldırısı
İstanbul’un dar sokakları, gece karanlığıyla örtülmüştü. Baybars, Hünkar ve Hikmet Dede, Ayasofya altındaki gizli galeriden çıkarken sessiz adımlarla ilerliyorlardı. Sandık, Dede’nin ellerindeydi; kutsal kaseyi taşıyan bu basit görünüşlü sandık, şimdi dünyanın en tehlikeli güçlerinin hedefindeydi.
Birden, Galata Köprüsü civarında bir gürültü yükseldi. Siyah gölgeler sokak arasında kayboluyor, bir anda üçlüyi kuşatan bir grup belirdi. Baybars hemen reaksiyon gösterdi: gözleri ve kulakları keskin, refleksleri bir yetişkinin ötesindeydi. Hünkar, sessiz ama ölümcül bir kararlılıkla hareket etti; her adımı hesaplı, her hamlesi stratejik.
“Dedem, sakın panik yapma. Arkadaşlarımız burada,” dedi Baybars, Hikmet Dede’nin titreyen ellerine bakarken.
Saldırganlar, Mr. Nosam’ın ajanlarıydı; yüzleri maskeli, ellerinde sessiz ama ölümcül silahlar. İstanbul’un karanlık sokaklarında sinsice ilerliyor, kutsal kaseyi ele geçirmek için her şeyi göze almışlardı.
Hünkar, sessizce talimat verdi: “Baybars, dedeyi öne çıkarma. Ben ve sen birlikte hareket edeceğiz. Onları köşeye sıkıştıracağız.”
Baybars, Hünkar’ın planını hızlıca uyguladı; birkaç hızlı hamleyle ilk iki saldırganı etkisiz hale getirdi. Hünkar, kendi gölgesi gibi hareket ederek üçüncü ve dördüncü saldırganı çember içine aldı. Hikmet Dede, sandığı korumak için geriye çekilmişti, gözlerinde hem korku hem de kararlılık vardı.
Saldırının ortasında, Baybars’ın aklına Selanik ziyaretinde gördükleri geldi: casusların, entrikacıların Osmanlı’nın son yıllarında nasıl devleti içten çökerttiğini, halkı nasıl yönlendirdiğini gözlemlemişti. Şimdi aynı oyun, farklı bir formda, kutsal bir miras üzerinden oynanıyordu.
Bir anda, sokak lambasının ışığında, bir adam belirdi. Maskesizdi ama sadece bir gölge kadar kısa süreli görünüyordu. Mr. Nosam’ın imzası gibiydi; hiç bir zaman tam olarak görünmüyor, hep geriden yönlendiriyordu. Baybars, içgüdüleriyle hissetti: “Onunla karşılaşmayacağız, ama her adımı hissedebiliyoruz. Planlarımızı bozmaya çalışıyor.”
Saldırganlar geri çekildi; Baybars ve Hünkar, dedeyi güvenli bir yere götürerek, sokaklardan hızla uzaklaştılar. İstanbul’un karanlığı, sadece şehrin değil, gölgelerin de oyun alanıydı. Sandık güvenliydi, ama tehlike hâlâ çok yakındaydı.
Hikmet Dede, nefes nefese: “Evladım… bu oyun, çok daha büyük bir savaşa benziyor.”
Baybars, kararlı bir ifadeyle: “Evet dedem, ve biz bu savaşın sadece gölgedeki oyuncularıyız. Ama her hamlemiz, hem kasenin hem de sandığın kaderini belirleyecek.”
Hünkar sessizce başını salladı: “Ve şimdi, gölgelerle gerçek oyun başlıyor. İstanbul’un kalbi, bizim planlarımızla birlikte atacak. Ama dikkatli olmalıyız; Mr. Nosam’ın ajanları, her köşede bizi bekliyor.”
Gece boyunca İstanbul, sessiz bir savaşın sahnesi oldu. Her gölge, her sessiz adım, kutsal kasenin kaderine dokunan bir hamleydi. Ve bu, sadece başlangıçtı.
Bölüm: Büyük Hamle
İstanbul sonbaharının soğuk, hafif yağmurlu gecesi Ayasofya’nın kubbesini yumuşak bir sisle kaplamıştı. Galerilerin taşları, gece boyunca soğumuş; alt kattaki odalarda ise bir tür uyanış vardı: Ebabiller Teşkilatı alarm durumundaydı. Hünkar’ın sesi soğuk ve kontrollüydü; her komut, yılların tecrübesinin ürünüydü.
“Baybars, Selanik dosyalarından döndüğünden beri her şey daha tehlikeli bir akış içinde,” dedi. “Mr. Nosam planını büyütüyor. Bu gece büyük hamlesini yapacak — sadece sandığı almak istemiyor; kamuoyunu manipüle edip kasenin varlığını bir kriz unsuru hâline getirecek. Bizim amacımız onu buna bir adım kala durdurmak.”
Baybars masadaki haritaya eğildi. Selanik’te bulduğu notlar, eski bir casus güzergâhı ve Dünya Kötülük Konseyi adı ile anılan kodlu satırlar; şimdi hepsi bir araya geliyordu. “Onun hedefi, kâseyi yalnızca fiziksel olarak ele geçirmek değil,” dedi Baybars. “Bir kurgu yaratıp medyayı, siyaseti ve sokaktaki öfkeleri tetikleyecek. Bunun olduğu yerde masumiyet ölür. Biz sandığı ve hikâyeyi kontrol etmek zorundayız.”
Hünkar başını salladı: “Doğru. Bu yüzden bugün artık bekleme zamanı bitti. Hareket edeceğiz — ama onun kurduğu ağlara doğrudan dalmayacağız. Onun zayıf noktası, planlarının koordinasyonunda: o kadar çok taşeron, irtibat ve sahte belge kullanıyor ki, birini çökertirsek tüm zincirin geri kalanına dalabiliriz.”
Plan basit görüldü ama uygulanması zordu: ilk adım bir kamu provokasyonunu engellemek, ikinci adım gerçek sandığı güvenli bir yere taşımak, üçüncüsü ise Mr. Nosam’ın haberleşme ağından bir parça yakalamaktı. Hünkar, Ebabiller’in yerel hücrelerine işaret verdi; Baybars’a ise Selanikten getirdiği belgelerin şifresini çözüp finansal rotaları takip etmesi emredildi. Hikmet Dede, planın insanî boyutunu temsil eden sığınağı bekleyecek, görünür bir hedef olarak değil, korunması gereken emanetin simgesi olarak tutulacaktı.
Saatler ilerledi. Mr. Nosam’ın planı çoktan devredeydi: önce küçük provokasyonlar — kamuya sızacak sahte mektuplar, kasten organize edilmiş bir kilise-halk sürtüşmesi söylentisi ve bir bazı yerel internet kanallarında kasenin “bulunduğu” iddiası. Ama gerçek hamle, bu kargaşanın ortasında fizikî ele geçirme timinin sessizce hareket etmesiydi.
Ebabiller ise önceden hazırlanmışlardı. Hünkar, Baybars ve iki ekip üyesi, Dede’yi ve gerçek sandığı görünüşte farklı bir noktaya taşıdılar; gerçek sandık, Ayasofya’nın altındaki özel kasayla bağlantılı, çift katmanlı, manyetik ve fiziksel emniyetli bir konteynerin içine kondu. Dede, onlarca gözün önünde duracak bir rol üstlendi: “Bu sandığı ben kendim götüreceğim” diyecek, ama gerçek kalkan hâlihazırda koruma altındaydı. Bu hamle, Mr. Nosam’ı yanıltmak içindi — gölgenin oyununda yanıltma temel silahtı.
Her şey planlandığı gibi gitseydi… ama Mr. Nosam planını çok kırılgan bir eşikte kurmuştu: kendi taşeronları arasındaki aşırı güven, kontrol zincirinin gevşemesine sebep olabilirdi. Baybars Selanik’teki belgeler sayesinde, bu zayıf halka üzerindeki birkaç irtibatı tespit etmişti. O irtibatlardan birinin gece yarısı İstanbul’da bir taşeron toplantısı düzenleyeceğini anlamıştı; toplantı, sandığın “olduğu” sokak ile direkt koordinasyon içindeydi. İşte oraya sızacaklardı.
Operasyon gece yarısı başladı. Hünkar ekibini ikiye böldü: bir grup dış provokasyonu bastırmak, gösterilen “sandığı” korumak için sahada kalacaktı; diğer grup Baybars ile birlikte taşeron toplantısına sızıp irtibat fişlerini koparacaktı. Baybars, Ebabiller usulü gizlilikle, önceden karartılmış bir binanın arka kapısından içeri girdi. İçeride, Mr. Nosam’ın adamları topluluk halinde, birbirlerine komutlar fısıldıyorlardı. Baybars, küçük bir cihazla konuşmaları dinlemeye başladı; notları, tarihî haritalardaki işaretlerle eşleşiyordu.
Aynı anda sokakta, medyaya sızdırıldığı iddia edilen “kâse görüntüsü” için küçük bir grup kışkırtıcı toplandı. Bu, Mr. Nosam’ın içeridekileri meşgul edeceği anda fizikî ele geçirmeyi kolaylaştıracaktı. Ama Hünkar bunun da önünü almıştı: sokağın tam karşısına yerleştirdiği sessiz gözetim timleri, provokasyonu bastırıp görüntüleri canlı veren kanalların sinyallerini kesmeye başladı. Medyada çıkan ilk haberlere müdahale, panik tetiklemeden ilk dalgayı kırdı.
İçeride Baybars, bir masanın altında kıvrılmış bir zarf buldu. Zarf, birkaç satırlık kısa bir şifre ve bir hesap numarası içeriyordu — Selanik’ten getirdiği belgelerdeki aynı hesap numarasının bir uzantısıydı. Hesap, Mr. Nosam’ın ağının finans hattına açılan bir kapıydı. Baybars zarfı alırken bir adım geri çekildi; tam o anda arka kapı gıcırdadı ve birkaç taşeron içeri daldı. Kısa, sert bir boğuşma oldu: Baybars’ın eğitimleri, içgüdüleri ve Hünkar’ın kapı önündeki taktik desteği sayesinde saldırganlar etkisiz hâle getirildi.
Fakat zaferin tam ortasında, beklenmedik bir sorun belirdi: herkesin gözü sahte sandığı koruyan sokakta olduğu bir anda, Mr. Nosam’ın bir başka hücumu, finans hattına dijital erişimle gerçekleştirildi — yani fizikî ele geçirme başarısız olsa da, ağın bir kısmı hâlâ çalışıyordu. Baybars, ekip tarafından getirilen bir dizüstü üzerinden o an mesajları tararken fark etti: hesap numarası aktif hâle getirilmiş, belgelerin bir kısmı şifrelenip çekilmişti. Birileri, Mr. Nosam’ın finans hattını uzaktan tetiklemiş, belirli belgeleri dijital yollarla ele geçirmişti.
Neticede, fizikî sandık güvendeydi; Hünkar ve Baybars bunu sağlamıştı. Hikmet Dede sarsılmamış, sandığın gerçek koruyuculuğunu ilk bakışta almış gibi görünüyordu. Ama işin ağır tarafı şu oldu: Mr. Nosam belgelerden birini — Selanik’te Baybars’ın en çok önem verdiği bir belgeyi — dijital olarak kopyalayıp kendi ağındaki bir operatöre aktarmayı başarmıştı. O belge, Niko’nun aile bağlarını, kâsenin kökenine dair kritik bir referansı içeriyordu: kâsenin ait olduğu yerin koordinatlarını gösteren bir not parçasıydı.
Hünkar olay yerinde soğukkanlıydı ama yüzündeki çizgiler sertti. “Onu durdurduk ama kaybettiklerimiz de var,” dedi. “Mr. Nosam’ın işi sadece fizikî güç değil; bilgi savaşı. Bir parça kopyaladılarsa, o parça olası bir fitneye dönüşebilir.”
Baybars, dizüstü ekranındaki loglara bakarken, Selanik’te bulduğu kodlarla eşleşen hesap numarasının izini sürmeye başladı. Hesap hareketleri, Avrupa’da birçok küçük hesaba bölünmüştü — izleri takip etmek mümkün ama zaman alacaktı. “Bize düşen,” dedi Baybars, “hem bu kopyanın nerede olduğunu bulmak hem de Mr. Nosam’ın hangi taşeronunu bu iş için kullandığını tespit etmek.”
Gece sonunda, galeriye geri döndüklerinde, üçlünün morali karışıktı: kutsal sandık sağlamdı; Dede güvendeydi; ama tarihî belgenin bir kopyası düşmanın eline geçmişti. Bu, Mr. Nosam’ın sadece bir hamle değil, çok katmanlı bir plan yürüttüğünün kanıtıydı.
Hünkar masanın etrafında dolaşıp iki parmağını birleştirdi: “O belge, kâseyi izlememizi sağlayacak en büyük işaretti. Eğer onlar onu kullanıp kâsenin izini öne çıkarırsa, dünya çapında bir pazarlık, bir provokasyon başlatırlar. Biz ise zamanımızı hızlandırmalıyız.”
Baybars kafasını kaldırdı; gözleri kararlıydı. “İlk darbeyi onlar vurdu ama biz cevap verdik. Şimdi elimizde bir ip var: kopyalanan belgeyi hangi cüzdana aktardılar; o cüzdanın hareketini takip edersek, Nosam’ın bir parçasına ulaşabiliriz.”
Hünkar onayladı. “Doğru. Her taşeronun bir izi vardır. İz sürmeyi iyi bilen sensin, Baybars. Senin Selanik’te bulduğun izler, şimdi bizi onun kapısına götürebilir.”
Ve öyle oldu: gece, hem kayıpları hem kazanımları ile onlara yeni bir hedef sundu. Mr. Nosam hâlâ görünmezdi; zeki, soğukkanlı ve uzak. Ama Baybars, Hünkar ve Ebabiller için şimdi net bir iş vardı: kopyalanan belgeyi geri almak, finans hattını kesmek ve Mr. Nosam’ın ağının bir düğümünü kökünden sökmek. Bütün bunlar, final için atılacak ağır, hesaplı ve tehlikeli adımların başlangıcıydı.
Bölüm: İz Sürme — Paranın Gölgesi
Ayasofya altındaki operasyon odası gece boyunca aydınlıktı. Monitörlerden gelen soluk ışık, taş duvarların üzerinde tuhaf gölgeler oluşturuyordu. Baybars, Selanik’te bulduğu belgelerin dijital kopyasının izini sürmek için özel olarak hazırlanmış bir terminalin başındaydı. Hünkar, odanın diğer ucunda birkaç saha ekibini koordine ediyordu; hareketleri sakin, emirleri keskin ve netti.
“Bana hesabı ver,” dedi Baybars. Ekranın üzerinde, Selanik’ten getirdiği zarfta yazan hesap numarasının küçük bir uzantısı görünüyordu. Küçük rakamlar, noktalı diziler: finans hattının ilk halkasıydı.
Baybars parmaklarını klavyede gezdirirken aklı Ebabiller’deki yıllara, yetimliği boyunca öğrendiklerine takıldı. O eğitim ona basit doğruları öğretmişti: iz, her zaman birini tanıtır; paranın hareketi yalan söylemez; taşeronlar acele ettikçe izleri parlar. Hemen ardından teknik adımlara girdi:
1. İlk eşleme: Selanik zarfında yazan hesap numarası, küçük günlük transferlerle birçok yerel hesaba bölünmüştü. Bu, klasik “smurfing” taktiğiydi — büyük meblağlar küçük parçalara bölünür, iz kaybettirilir. Baybars, hesap kronolojisini zaman akışında sıraladı; rastgele görünen küçük transferlerin hepsi belli bir tekniğe göre planlanmıştı.
2. Ara katman tespiti: Transferlerin bir kısmı, İngiltere merkezli bir hayalet şirket hesaplarına yönlenmiş; oradan Karayipler’deki birkaç küçük banka hesabına dağıtılmış. Ama Baybars’ın dikkatini çeken uyuşmazlık, o hesapların bir bölümünün kısa süre sonra Türkiye’deki küçük sanat atölyelerine, restorasyon projelerine aktarıldığıydı. Restorasyon sektörünün para akışını manipüle etmek, sanat eserleri üzerinden meşru görünen bir örtü sağlıyordu.
3. Zamanlama ve kod: Baybars, para hareketlerinin arasındaki frekansı inceledi. Belirli bir hesaba küçük transfer her ayın 13’ünde geliyordu; Selanik’teki mektupta da 13 rakamı farklı şekillerde işaretlenmişti. Bu, kimlik doğrulamasıydı.
Hünkar sessizce yanına yaklaştı. “Finans hattı her zaman zayıf olur. Fizikî ele geçirme başarısız oldu ama bilgi savaşı başladı. Onlar belgeyi kopyaladı, biz de kopyanın hangi dijital cüzdana gittiğini bulmalıyız.”
Baybars birkaç dakika içinde bağlantıları daralttı. Parça parça, taşeron ağının bir düğümü görünür hale geliyordu: küçük bir İstanbul sanat restorasyon atölyesi; kayıtlarında adı geçiyor, gerçek faaliyetleri ise kâğıt üstünde restorasyon, aslında finans aktarım hattı işliyordu. Atölyenin sahibinin adı notların arasında geçiyordu: “A. Nikopoulos.”
Baybars kalemi aldı, not etti: A. Nikopoulos — konservatör / küçük atölye — Beyoğlu kıyısında kayıtlı. İsmin sonundaki Yunanca eki dikkat çekiciydi; Selanik’le biri daha bağ kuruluyordu. Baybars içinden bir tahmin yaptı: Nikopoulos — Niko’dan türeyen bir soyadı olabilir; bu, izi Selanik’ten İstanbul’a bağlayan somut bir köprüydü.
Hünkar, bir saha timine aynı anda iki talimat verdi: birincisi, A. Nikopoulos’un atölyesinin etrafında gözetim başlatmak; ikincisi, finansal izlerin aktığı İngiltere hesabı için Ebabiller’in uluslararası bağlantılarına talimat verip bloke isteği göndermek. “Zamanla yarışıyoruz,” dedi Hünkar. “Eğer o belge açığa çıkarsa, Nosam ağı bunu sahte bir anlatıya dönüştürür. Halkı kışkırtır, provokasyonu ateşlerler.”
Baybars, notalara bir göz attıktan sonra tekrar ekrana döndü. Sinyaller netleşiyordu: kopyalanan dosyanın bir parçası, geceyarısı aktif olan bir e-posta zinciriyle birkaç farklı adrese yollanmıştı; ardından ilişkili hesaplar üzerinden küçük micro-transferlerle parçalanıp “sanat akışı” adı altında A. Nikopoulos’un atölyesine ulaşmıştı. Orası hem gerçek bir atölyeydi hem de Nosam ağının küçük bir düğümü.
“Peki torun kim?” Hünkar sordu, sesi sakin ama içten bir merakla. Baybars başını kaldırdı; gözlerindeki kararlılık farklıydı artık.
“Adı Andreas Nikopoulos. Selanik kökenli. Otuz beş civarında. Akademik geçmişi var; Bizans-restorasyon eğitimi aldı. Ama kayıtları İstanbul’da küçük bir konservasyon atölyesinde çalıştığını gösteriyor. UNESCO projelerinde gönüllü geçmişi de var — bu, ona masumiyet kalkanı verir. Niko’nun torunu olması olası; ama daha ilginci, kültürler arası kimliği koruyor: Yunanca soyadı, Türkçe çevre, komşularla iyi ilişkiler. Emanetin sahibine benziyor; ama o henüz bilmiyor olabilir.”
Hünkar bir an düşündü. “Yani torun, doğrudan düşmanın ajanı değil — en azından ilk bakışta. Bu, işleri hem kolaylaştırıyor hem de karmaşıklaştırıyor. Eğer Nosam onun üzerinden manipülasyon planlıyorsa, Andreas’ı hedef alır; ama eğer Andreas sadece bir taşıyıcıysa, biz doğru adımlarla emaneti teslim edeceğiz. Öncelik: Andreas’ı bulmak, korumak ve konuşmak.”
Baybars parmaklarını masaya vurdu. “Onu hemen bulmalı, çünkü kopya onun atölyesine gelmiş olabilir. Eğer Nosam operatörü buraya direkte müdahale edecekse Andreas tehlikede. Ama bir diğer olasılık daha var: Andreas, kopyadan habersiz, gerçekten Niko soyunun devamıysa — Dede’nin isteğiyle bir aracı, bir köprü olabilir. Hikmet Dede’nin dizginlediği masumiyet burada işe yarayabilir.”
Hünkar onayladı ve saha timlerine net talimatlar verdi: atölye kuşatılacak ama içeri girilmeyecek; önce Andreas’ın rutinleri gözlenecek; kendisiyle konuşacak, niyetini, bilgisini ve geçmişini anlamaya çalışacaklar. Dijital timler ise para akışını yavaşlatacak; İngiltere hattı üzerinde baskı yoğunlaştırılacak.
________________________________________
Bölüm: İz Sürme — Paranın Gölgesi
Ayasofya altındaki operasyon odası gece boyunca aydınlıktı. Monitörlerden gelen soluk ışık, taş duvarların üzerinde tuhaf gölgeler oluşturuyordu. Baybars, Selanik’te bulduğu belgelerin dijital kopyasının izini sürmek için özel olarak hazırlanmış bir terminalin başındaydı. Hünkar, odanın diğer ucunda birkaç saha ekibini koordine ediyordu; hareketleri sakin, emirleri keskin ve netti.
“Bana hesabı ver,” dedi Baybars. Ekranın üzerinde, Selanik’ten getirdiği zarfta yazan hesap numarasının küçük bir uzantısı görünüyordu. Küçük rakamlar, noktalı diziler: finans hattının ilk halkasıydı.
Baybars parmaklarını klavyede gezdirirken aklı Ebabiller’deki yıllara, yetimliği boyunca öğrendiklerine takıldı. O eğitim ona basit doğruları öğretmişti: iz, her zaman birini tanıtır; paranın hareketi yalan söylemez; taşeronlar acele ettikçe izleri parlar. Hemen ardından teknik adımlara girdi:
1. İlk eşleme: Selanik zarfında yazan hesap numarası, küçük günlük transferlerle birçok yerel hesaba bölünmüştü. Bu, klasik “smurfing” taktiğiydi — büyük meblağlar küçük parçalara bölünür, iz kaybettirilir. Baybars, hesap kronolojisini zaman akışında sıraladı; rastgele görünen küçük transferlerin hepsi belli bir tekniğe göre planlanmıştı.
2. Ara katman tespiti: Transferlerin bir kısmı, İngiltere merkezli bir hayalet şirket hesaplarına yönlenmiş; oradan Karayipler’deki birkaç küçük banka hesabına dağıtılmış. Ama Baybars’ın dikkatini çeken uyuşmazlık, o hesapların bir bölümünün kısa süre sonra Türkiye’deki küçük sanat atölyelerine, restorasyon projelerine aktarıldığıydı. Restorasyon sektörünün para akışını manipüle etmek, sanat eserleri üzerinden meşru görünen bir örtü sağlıyordu.
3. Zamanlama ve kod: Baybars, para hareketlerinin arasındaki frekansı inceledi. Belirli bir hesaba küçük transfer her ayın 13’ünde geliyordu; Selanik’teki mektupta da 13 rakamı farklı şekillerde işaretlenmişti. Bu, kimlik doğrulamasıydı.
Hünkar sessizce yanına yaklaştı. “Finans hattı her zaman zayıf olur. Fizikî ele geçirme başarısız oldu ama bilgi savaşı başladı. Onlar belgeyi kopyaladı, biz de kopyanın hangi dijital cüzdana gittiğini bulmalıyız.”
Baybars birkaç dakika içinde bağlantıları daralttı. Parça parça, taşeron ağının bir düğümü görünür hale geliyordu: küçük bir İstanbul sanat restorasyon atölyesi; kayıtlarında adı geçiyor, gerçek faaliyetleri ise kâğıt üstünde restorasyon, aslında finans aktarım hattı işliyordu. Atölyenin sahibinin adı notların arasında geçiyordu: “A. Nikopoulos.”
Baybars kalemi aldı, not etti: A. Nikopoulos — konservatör / küçük atölye — Beyoğlu kıyısında kayıtlı. İsmin sonundaki Yunanca eki dikkat çekiciydi; Selanik’le biri daha bağ kuruluyordu. Baybars içinden bir tahmin yaptı: Nikopoulos — Niko’dan türeyen bir soyadı olabilir; bu, izi Selanik’ten İstanbul’a bağlayan somut bir köprüydü.
Hünkar, bir saha timine aynı anda iki talimat verdi: birincisi, A. Nikopoulos’un atölyesinin etrafında gözetim başlatmak; ikincisi, finansal izlerin aktığı İngiltere hesabı için Ebabiller’in uluslararası bağlantılarına talimat verip bloke isteği göndermek. “Zamanla yarışıyoruz,” dedi Hünkar. “Eğer o belge açığa çıkarsa, Nosam ağı bunu sahte bir anlatıya dönüştürür. Halkı kışkırtır, provokasyonu ateşlerler.”
Baybars, notalara bir göz attıktan sonra tekrar ekrana döndü. Sinyaller netleşiyordu: kopyalanan dosyanın bir parçası, geceyarısı aktif olan bir e-posta zinciriyle birkaç farklı adrese yollanmıştı; ardından ilişkili hesaplar üzerinden küçük micro-transferlerle parçalanıp “sanat akışı” adı altında A. Nikopoulos’un atölyesine ulaşmıştı. Orası hem gerçek bir atölyeydi hem de Nosam ağının küçük bir düğümü.
“Peki torun kim?” Hünkar sordu, sesi sakin ama içten bir merakla. Baybars başını kaldırdı; gözlerindeki kararlılık farklıydı artık.
“Adı Andreas Nikopoulos. Selanik kökenli. Otuz beş civarında. Akademik geçmişi var; Bizans-restorasyon eğitimi aldı. Ama kayıtları İstanbul’da küçük bir konservasyon atölyesinde çalıştığını gösteriyor. UNESCO projelerinde gönüllü geçmişi de var — bu, ona masumiyet kalkanı verir. Niko’nun torunu olması olası; ama daha ilginci, kültürler arası kimliği koruyor: Yunanca soyadı, Türkçe çevre, komşularla iyi ilişkiler. Emanetin sahibine benziyor; ama o henüz bilmiyor olabilir.”
Hünkar bir an düşündü. “Yani torun, doğrudan düşmanın ajanı değil — en azından ilk bakışta. Bu, işleri hem kolaylaştırıyor hem de karmaşıklaştırıyor. Eğer Nosam onun üzerinden manipülasyon planlıyorsa, Andreas’ı hedef alır; ama eğer Andreas sadece bir taşıyıcıysa, biz doğru adımlarla emaneti teslim edeceğiz. Öncelik: Andreas’ı bulmak, korumak ve konuşmak.”
Baybars parmaklarını masaya vurdu. “Onu hemen bulmalı, çünkü kopya onun atölyesine gelmiş olabilir. Eğer Nosam operatörü buraya direkte müdahale edecekse Andreas tehlikede. Ama bir diğer olasılık daha var: Andreas, kopyadan habersiz, gerçekten Niko soyunun devamıysa — Dede’nin isteğiyle bir aracı, bir köprü olabilir. Hikmet Dede’nin dizginlediği masumiyet burada işe yarayabilir.”
Hünkar onayladı ve saha timlerine net talimatlar verdi: atölye kuşatılacak ama içeri girilmeyecek; önce Andreas’ın rutinleri gözlenecek; kendisiyle konuşacak, niyetini, bilgisini ve geçmişini anlamaya çalışacaklar. Dijital timler ise para akışını yavaşlatacak; İngiltere hattı üzerinde baskı yoğunlaştırılacak.
________________________________________
Bölüm Sonu: Torunun Silueti
Ertesi sabah, Beyoğlu kıyısındaki küçük sokakta, eski taş bir binanın ikinci katında çalışan bir atölye gözetim altındaydı. Pencereden sarkan bir asma, güneş ışığını aynı anda kırıp içeri yayarken, içeriden usul usul bir fırça sesi duyuluyordu. Andreas Nikopoulos — ya da iş çevresindeki herkesin Türkçe telaffuzuyla “Ender Nikopoulos” — ince, uzun parmaklı bir adamdı. Gözleri dikkatli, konuşması nazik; elindeki işi kutsal bir ciddiyetle yapıyordu: bir ikonun kenarını restore ediyordu.
Baybars, gölgede saklanıp izlerken düşündü: “Torunu bulduk. Ama o, düşman mı yoksa masum bir taşıyıcı mı?” Hünkar cep telefonundan kısa bir not geçti: “Onu konuşmaya çek. Nazik ol. Dede’nin isteğine saygı göster. Önce insan sonra operasyon.”
Plan belli oldu: Andreas/Ender bulunacak; Dede’nin mirasını teslim etmeden önce onun niyeti test edilecek; eğer masumsa teslimat yapılacak; eğer parça bir tuzaksa, Ebabiller Nosam’ın eline geçmeden onu köşeye sıkıştıracak.
Ama gölgeler unutulacak gibi değildi. Baybars içinden fısıldadı: “Nosam hâlâ uzakta. Ama artık bir yüz, bir isim, bir adresimiz var. Final için ipler bağlanıyor.”
Baybars, gözetim noktasından çekilip sessizce kapı tokmağını iki kez tıkladı. İçeride, odanın loş ışığında bir ikonun kenarını tek bir fırça darbesiyle canlandıran uzun parmaklı adam çalışıyordu. Adam başını kaldırdı; yüzünde hem usta bir restorasyoncunun sakinliği, hem de sürekli bir uyanıklığın izleri vardı. Baybars’ın ilk bakışta kestirdiği gibi, Andreas Nikopoulos — iş çevresindekilerin telaffuzuyla Ender — kırkın eşiğindeydi; ama taşıdığı sorumluluk, yaşından daha olgun görünmesini sağlıyordu.
“Ender Bey,” dedi Baybars düşük bir sesle. “Ben Murathan Baybars. Sizinle Hikmet Dede hakkında konuşmam gerekiyor.”
Adamdaki hareketlilik anında değişti; elindeki fırçayı masanın üzerine koydu, ellerini yıkamak için uzaklaştı ve gelip Baybars’ı çalışma masasının karşısına oturttu. “Lütfen içeri gelin,” dedi. Sesi nazik ama temkinliydi. “Gözetime girmiş olduğunuzu biliyordum. Ama Hikmet Dede mi? O adı duymak… evet, o bize gelmişti yıllar önce.”
Baybars masanın üzerindeki eski fotoğrafları, sararmış zarfı eline aldı. “Selanik’ten bir emanet geldi, Ender. Sizin ailenizle bağlantılı. Hikmet Dede’nin adı bu işte geçti. Sizi korumak, önce niyetinizi anlamak istiyoruz.”
Andreas gözlere bakarak derin bir nefes aldı. “Niko’yu tanırım,” dedi, kelimeleri özenle seçerek. “O benim dedem sayılırdı; Selanik’ten geldiler. Ailem hep sessiz kaldı. Bazı şeyleri sakladık, çünkü açıklamak tehlikeliydi. Bizim için din, kimlik bazen yaşamın kendisi kadar kırılgandı.” Kısa bir suskunluk oldu; sonra Ender devam etti: “Evet… dedem Niko gizli Müslümandı. Biz de o çizgi boyunca yürüdük. Ailem Hıristiyan toplum içinde yaşasa da evde farklı dualar edilirdi. Bu, utanılacak bir şey değil — saklanmak zorunluluğuydu.”
Baybars’ın yüzünde hem bir onay hem de merak belirdi. “Peki bu emanet? Sandık… içinde ne olduğunu biliyor muydunuz?”
Andreas başını iki yana salladı. “Bilmiyordum. Babam gençliğimde bana hep ‘bir gün sahibine ulaştırılacak’ derdi; ama ayrılıklar, savaşlar, yer değiştirmeler… Herkes usul usul unutmaya başladı. Ben restorasyonla meşguldüm, eserleri korumakla. Bazen kendi geçmişimi de onlara benzetiyorum; kırılgan, ama onarıma muhtaç. Eğer sandık gerçekten bizim aileyle ilgiliyse, ben dedemin bıraktığı şifreye sadık kalırım: sahip olana teslim ederim. Ama teslim ederken emin olmalıyım ki o el doğru eldir.”
Baybars bir adım daha yaklaştı. “Doğru elden kastın ne, Ender? Sence kim almak zorunda?”
Andreas gözlerini pencereden dışarıdaki sokağa çevirdi; hareketli olmayan gölgeler, onun zihninde de bir tehlike algısı oluşturdu. “Sadece soyun devamı değil,” dedi. “Bazen ‘sahip’ sadece kan bağı değil; emaneti taşıyabilecek, onun anlamını bilen ve ona zarar gelmesine izin vermeyecek kişidir. Niko bize bu emaneti verirken sadece mal değil, bir sorumluluk bıraktı. Ben, dedemin yolunu sürdüreceksem, bunu saklamam ya da satmam. Kutsal kâse gibi bir şeyi bir güç gösterisine dönüştürmek isteyen herkes tehlikelidir. Bunu biliyorum çünkü iki dünya arasında büyüdüm; her iki tarafın da yıkıcı gücünü gördüm.”
Baybars, Ender’in içindeki kararlılığı görünce bir nebze rahatladı; ama zaman baskısı her ikisini de geriyordu. “Nosam’ın adamları belgeye ulaştı ve kopyaladı,” dedi Baybars. “Dün gece bir parçayı dijital yolla kaçırdılar. Şu an senin atölyene doğru bir finans hattı uzanmış olabilir. Seni ve emaneti korumak istiyoruz. İlk adım olarak senden tek isteğimiz şu: sandığı teslim almayacaksın; onu bizzat ben ve Hünkar’ın güvendiği koruma hattına vereceğiz. Sonra, eğer istersen, dede’nin mirasını ve altınları onun torununa—sana—özel, güvenli bir törenle teslim edeceğiz. Ama önce, güvenliğini sağlamalıyız. Senin niyetini biliyoruz; ama düşmanın planları hızlı. Zamanımız yok.”
Andreas gözlerinde bir dalgalanma oldu: gurur, korku ve bir an için yerleşik yalnızlık. “Biliyorum,” dedi sonunda. “Benim için doğru olan da bu: emanet sahibine ulaşmalı. Ama bunu yaparken kimse zarar görmemeli. Eğer siz koruyacaksanız, ben de Dede’nin huzuru için aracı olurum. Ama bir şartım var: teslimat halka açık bir gösteriyle olmayacak. Dede’nin isteği gizliydi—o yüzden gizli kalmalı.”
Baybars başını salladı. “Biz de aynı şeyi istiyoruz. Hünkar bir strateji kuracak; önümüzde birkaç adım var. Sen sakın dışarı çıkma; atölyenin etrafında gözetim timlerimiz var. Biz sana haber verip güvenli bir şekilde sandığı teslim alacağız. Ve Ender — eğer isteğin buysa — Dede’nin torunu olarak emaneti bizzat teslim edeceğiz. Ama bundan önce Nosam’ın dijital izlerini takip edip belge kopyasını geri almalıyız. O olmadan, gerçek tehlike bitmez.”
Andreas durdu; elleri hafifçe titredi ama gözlerindeki kararlılık devam ediyordu. “Bunu yapacağım,” dedi. “Dedem için. Ailem için. Ve eğer bu dünyaya bir nefes kadar barış getirebilecekse, ben de elimden geleni yaparım.”
Kapıdan çıktıklarında, Baybars Ender’in arkasından bakarak kısaça düşündü: dedesinin inancını sürdürmüş bir torun bulmuşlardı — hem idealist hem de kalkan olabilecek biri. Hünkar’ın planı, şimdi Ender’in işbirliğiyle daha güvenli bir zemine oturmuştu. Ama gölgeler pes etmeyecekti; Nosam’ın ağının bir kırık parçasını bulmuşlardı ama bütün olarak yok etmeleri gerekiyordu.
Ve en önemlisi: finalin insanî düğümü — Dede’nin emaneti, doğru toruna, yani Andreas’a teslim edilecekti. Ama önce bilgi geri alınmalı, Nosam’ın oyunları bozularak, dünya çapında bir provokasyonun önü kesilmeliydi.
Bölüm: Operasyon Gecesi — İzlerin Kesiştiği An
Ayasofya’nın altındaki operasyon odası, gece boyunca ışık saçarak çalıştı. Ekranlarda hesap dizileri, para akışı grafikleri ve e posta başlıkları dönüyordu. Baybars’ın yüzü, hem yorgun hem uyanıktı; gözlerinin çevresindeki çizgiler Selanik’ten beri geçen uykusuz gecelerin izini taşıyordu. Hünkar sessizdi ama emri kesindi: önce dijital kopyanın izini daraltacak, sonra onu taşıyan fiziksel düğümü çökertip belgeyi ele geçireceklerdi.
Baybars, Selanik’ten gelen nottaki işaretiyle İngiltere hattındaki hareketleri çaprazlayınca bir düğüm belirledi: A. Nikopoulos atölyesine uzanan, görünürde küçük tutarlar halinde gönderilmiş, ancak belli bir zaman diliminde birleşerek farklı bir e posta adresine yönelen bir akış. O adres, anonim bir e posta servisinde oluşturulmuş, geçici bir kutuydu — Nosam ağının “geçici depolama” yöntemi.
Saat 02:17. Baybars, Hünkar’a fısıldadı: “E posta kutusu aktif şu anda. Kopya büyük olasılıkla birkaç dakika içinde indiriliyor.” Hünkar onayladı: “Saha timi hazır. Sen, benimle birlikte o kutunun bulunduğu fiziksel düğüme git. Dijital tim ise İngiltere hattını bloke etmeye çalışacak. Aynı anda sahte sandığı koruyan ekip gösteriyi devam ettirecek. Her şey bir saniyelik hata payına bağlı.”
Plan basit ama hassastı: dijital tim, İngiltere’deki partnerleriyle koordineli olarak bağlantıyı kesip geçici kutudaki dosyayı donduracak; Baybars ve Hünkar da, Aktif IP izini kullanarak geçici sunucuya paralel bağlantıyla aynı anda ham veriyi kopyalayacaklardı. Bu, Nosam’ın ağını hem teknik hem lojistik olarak şaşırtacaktı.
İstanbul’un ara sokaklarına sızan iki ekip, Hünkar’ın gölgesindeki koordinasyonla ilerledi. Baybars, Ender’in atölyesinin bulunduğu binaya sessizce yaklaştı; Hünkar diğer yoldan çevreyi kontrol ediyordu. Dijital ekip bir mesaj attı: “İngiltere’den bloke başladı. 60 saniye.” Kalp atışları hızlandı; klavyeler tık tıkladı. Ekrana kısa bir onay düştü — bağlantı askıya alındı, ama aynı anda geçici kutu indirilmeye başlamıştı; Nosam ağı otomatik yedeklere yöneldi.
Baybars, Hünkar’a işaret verdi. İkili binaya girdi. İçeride, tek bir adam — Nosam’ın taşeronlarından biri — monitör başında paniğe kapılmıştı; arka planda ise Andreas’ın atölyesinden geçmiş gibi görünen birkaç geçiş kaydı duruyordu. Baybars, ses çıkarmadan adamın arkasına yaklaşıp elinde küçük bir cihazla ağ kartına müdahale etti; Hünkar kapıyı tutup hızlıca uyarıları susturdu. Dijital tim aynı anda geçici kutunun şifresini kırdı — ama Nosam hazırlıksız değildi: kopya ikiye bölünmüş, bir parçayı yerel bir sunucuya, diğerini de buluta yönlendirmişti.
Kısa bir arbede yaşandı; taşeronın elindeki bir silah patlayınca odada cam kırıkları uçuştu. Baybars refleksleriyle saldırıyı savuşturdu, Hünkar yardım ekiplerini yönlendirdi. Dijital tim büyük bir hamleyle, kopyanın hem yerel hem bulut uzantısını aynı anda dondurmayı başardı. Dosya erişimi geçici olarak kapandı; kopyanın tam hâli artık Ebabiller’in kontrolündeydi.
Ama zafer yarım kalacaktı: kopyanın bir parçası hâlâ şifrelenmiş ve kuyruğa alınmıştı; parçanın bir kısmı uzaktaki bir operatöre iletilmişti. Baybars, hızlıca dosyayı çözdü; kopyada Niko’nun el yazısı, bir harita parçası, koordinatlar ve kasenin kökenine ilişkin kısa bir kayıt vardı — tam gereken belge. Baybars elleri titreyerek belgeyi aldı. Hünkar sessizce gülümsedi: “İlk turu kazandık ama Nosam’ın elinde hâlâ kozlar var.”
________________________________________
Bölüm: Çöküş — Ağın Düğümleri Kopuyor
Kopyanın ele geçirilmesi, Nosam ağının İstanbul’daki düğümünde panik yarattı. Baybars ve Hünkar hemen ikinci aşamaya geçti: finans hattını kesmek, taşeronları açığa çıkarmak, halkı kışkırtacak sahte imajların yayılmasını engellemek. Ebabiller’in hukuk ve finans birlikleri hızlıca İngiltere ortaklarıyla çalıştı; transferler izole edildi, bazı hesaplar donduruldu, para akışı yön değiştirdi.
Bu sırada Nosam’ın taşeronları misilleme için devreye girdi. İstanbul’un dört bir yanından organize olmuş küçük timler, atölyeler, esnaf ilişkileri ve medya kanalları üzerinden yavaş yavaş görünür saldırılar düzenlemeye başladı. Ama Ebabiller hazırlıklıydı: Hünkar’ın önceden konuşlandırdığı ekipler, hem fizikî güvenliği hem de iletişim hatlarını korudu. Sokakta birkaç küçük çatışma yaşandı; polis resmi olarak olaya müdahale etmeden Ebabiller’in özel timleri olayları soğuttu.
Baybars, ele geçirilen belgeleri tek tek inceledi. Kopyada Niko’nun el yazısı vardı; notta, kâsenin kökenine dair güvenli bir yönerge, Selanik’te saklandığı birkaç yer ismi ve bir ritüelin ipuçları bulunuyordu — ama asıl önemli kısım, kâsenin “güvende kalması” için bırakılan şartlardı. Niko, kâseyi sadece kan bağıyla değil, niyet ve şuurla verilmesi gereken bir emanet olarak tanımlamıştı. Baybars’ın içinde bir şey daha netleşti: Andreas gerçekten doğru kişiydi. Kopya, Nosam’ın propagandasına dönüşmeden önce geri alınmıştı — fakat bunun olacağına dair garanti yoktu.
Hünkar, finans hattının kesildiğini ve Nosam’ın bir iki taşeronunun kimliklerinin tespit edildiğini bildirdi. “Onlardan bazıları eski ajanlar,” dedi. “Bizi yanıltmak için elinde sahte kimlikler ve sahte hikâyeler var. Ama bugün bir tanesini köşeye sıkıştırdık: operatör G. — medyada sahte haberler yayınlayan, provokasyon yapan bir simge. Onu ifşa edeceğiz; Nosam’ın ağındaki güven birkaç düğümle kopacak.”
Operasyon gece boyunca sürdü. Ebabiller’in veri analistleri, G.’nin koordinasyon merkezini deşifre etti; hesap sahipleri, taşeron isimleri ve bağlantılar tek tek açığa çıkıyordu. Hünkar’ın stratejisi başarılı oldu: Nosam’ın Türkiye kanadı büyük bir darbe aldı. Ancak zaferin bir bedeli vardı — sahte haberlerin bir kısmı yansıdı, halk içinde tedirginlik oluştu; siyasî sınıf hadisesi kendi retoriğini inşa etmeye başladı. Ebabiller, hasarı sınırlamak için kamu açıklamaları, arşivlerin açık tutulması ve güven verici adımlar attı. Baybars, Dede’ye sürekli bilgi veriyor, onu sahne gerisinde koruyordu.
________________________________________
Bölüm: Teslim — Huzur, Geri Verilme ve Yeni Başlangıç
Gece yerini sabaha bıraktı. Şehrin üstüne çöken yorgun sessizlikte, Ayasofya’nın altındaki oda nihayet biraz normale döndü. Bilgi savaşı — ilk raundu — kazanmıştı; kopya ve asıl belge Ebabiller’in elindeydi. Artık yapılması gereken en zor işlerden biri vardı: hem Hikmet Dede’nin gönlünü alacak, hem Andreas’a teslimi gerçekleştirecek, hem de kamu huzursuzluğunu yeniden yatıştıracak bir tören hazırlamak.
Hünkar, küçük ve sarsılmaz bir güvenlik çemberi içinde töreni planladı. Dışarıdan kimseye haber verilmeyecekti; bu, Dede’nin isteğine uygun, mütevazı ve korumalı bir teslim olacaktı. Baybars, Andreas’ı atölyesinden alıp Ayasofya’ya getirdi; adımlar ağır ama kararlıydı. Hikmet Dede, odasında dua eder gibi ellerini birleştirmişti.
Sandık açıldığında, içeriden parlayan ışık sadece altının ışıltısı değildi; yılların, acıların, saklı inançların ve bir ailenin sessiz direnişinin simgesiydi. Dede, gözleri nemli, elleri titreyerek sandığın içinden küçük kadife torbayı çıkardı. İçinde dedesinden kalan altınlar vardı — maddi bir miras değil, geçmişle gelecek arasında bir köprünün somut kanıtıydı.
Hikmet Dede ayağa kalktı. Baybars ve Andreas karşısında eğildi; sessiz bir saygı anıydı. “Evladım,” dedi Dede, sesi eskisinden daha sakin ve net. “Bu emanet yıllarca bekledi. Ben onda bir kutsal görevi gördüm. Bugün, onu sana veriyorum Andreas. Sen, dedemin yolunu sürdürecek adamsın. Bunu satma, sakın bunu güç gösterisinde kullanma. Bu, bir ailenin değil, insanlığın emanetidir.”
Andreas, titreyen ellerle kadife torbayı aldı. Gözlerinden süzülen birkaç damla, hem sevincin hem de yükün başlangıcıydı. “Dede,” dedi, sesi çatallaşmıştı, “bunu hem ailemin hatırasına hem de barış adına saklayacağım. Ve eğer birileri bunu kullanmaya çalışırsa, ben o emanetin koruyucusu olacağım.”
Hünkar, törenin sonunda iki adım ileri çıktı. “Bu sadece bir teslim değil,” dedi. “Bir anlaşma. Ebabiller’in görevi, bu emanetin güvenini sağlamak ve dünya çapında bir provokasyona dönüşmesine engel olmaktır. Andreas, eğer istersen senden bir ricamız olacak: bu emanetin hikâyesini saklı tut ve gerektiğinde bize yardım et.”
Andreas başını salladı: “Yapacağım. Dede’nin adına; ve Niko’nun hatırasına.”
Tören bittikten sonra dışarıda hava hafifçe aydınlanmıştı. Baybars, Dede ile Andreas’ın kısa bir konuşmasını dinledi. Gözlerinde huzur ve bir yorgunluk karışımı vardı. Hünkar, operasyonda kaybettikleri ve kazandıklarını hızlıca özetledi: fizikî emanet güvenli, dijital kopyanın büyük kısmı geri alındı, Nosam’ın Türkiye düğümü çökerken uluslararası izler takip altına alındı. Ancak Mr. Nosam hâlâ uzaktaydı; planlarının tümü yok edilmemişti.
Baybars son olarak Dede’nin elini tuttu ve sessizce fısıldadı: “Dedem, emanet sahibine ulaştı. Sizin sadakatiniz ve onun inancı sayesinde bu gece bir felaket önlendi.”
Hikmet Dede gözlerini kapadı, derin bir nefes aldı ve sonra açtı: “Benim tek dileğim buydu evladım. Biz sadece doğruluğu seçtik.”
________________________________________
Epilog — Gölgenin Kalan İzleri
Teslim başarılıydı; Andreas şimdi Dede’nin emanetini taşıyan kişi olmuştu. Ancak hikâye burada bitmiyordu: Nosam’ın ağından koparılan düğümler birer birer kesilse de, merkez hâlâ yerindeydi. Baybars, Hünkar ve Ebabiller daha büyük, daha uzun bir mücadeleye hazırdı. Mr. Nosam’ın kimliği hâlâ bir gölgeydi — belki çok yakında, belki de daha uzakta bir yerde bekliyordu.
Son satırda kalan soru şu oldu: bir insanın eliyle başlatılan kötülük, dünyayı ne kadar etkileyebilir? Ebabiller’in cevabı, gölgelerle amansız bir mücadelede saklıydı. Ve Murathan Baybars, şimdi hem bir imam hem de bir bekçi olarak, gölgelerin ardındaki sırları açığa çıkarma yolunda yürümeye devam edecekti.
Montaj: Düğümlerin Kopuşu
Geceyi takip eden hafta, Ebabiller’in dünya çapındaki küçük zaferleri birbiri ardına geldi. Baybars’ın Selanik’ten başlattığı iz sürme hattı, Hünkar’ın uluslararası bağlantıları ve Ebabiller’in yüksek tempolu analistleriyle birleşince Nosam ağı eriyen bir kavanoz gibi çözüldü:
• İngiltere’de birkaç banka hesabı resmi talepler ve mahkeme yazılarıyla durduruldu; küçük “sanat transferleri” gözler önüne serildi. Karayipler’deki nakit koridoru, uluslararası mali denetimlerin baskısıyla tıkandı.
• Dijital timler, Nosam’ın geçici sunucularını parça parça dondurdu; yedekler bir bir ele geçirildi. Kopyalanan belgelerin çoğu şifrelerinden arındırıldı ve gerçek sahiplerine iade edildi; bazı kritik parçalar, Ebabiller’in güvenli arşivine taşındı.
• İstanbul’da açığa çıkan taşeronlar, Ebabiller’in saha timleriyle koordineli olarak, polis gözetiminde sessiz operasyonlarla etkisiz hale getirildi. Medyada yayılan sahte görüntüleri üreten birkaç aktör ifşa edildi; halk nezdindeki tahribat kısa süre içinde yumuşatıldı.
• Uluslararası hukuk ve kültür koruma kurumları devreye sokularak, kâse ve benzeri kültürel varlıkların uluslararası koruma mekanizmaları yeniden tartışıldı; Nosam’ın provoke etme amacı darbe aldı.
• Küçük ama önemli: Andreas’ın atölyesindeki izler temizlendi, ailesine yönelik sahte iddialar çürütüldü; Andreas üzerinde oynanmak istenen manipülasyonun bir kısmı boşa çıkarıldı.
Bu montaj, zaferleri kutlamaktan çok hasarı sınırlama, halkın tedirginliğini yatıştırma ve bir yandan da Nosam’ın uluslararası ağının her bir düğümüne parça parça nüfuz etme çalışmalarından ibaretti. Ebabiller yıpranmış ama disiplinliydi; kayıplar vardı ama zafer gerçekti: kutsal sandık ve asıl belge güven altındaydı.
________________________________________
Final Sahnesi: Sessiz Bir Teslim, Uzakta Bir Gölge
Teslim töreninin ardından birkaç gün geçti. Ayasofya’nın loş galerileri yine eski sessizliğine dönmüştü; taşların ardında yeni bir uyanış değil, tedbirli bir dinginlik vardı. Hikmet Dede, Andreas ve Baybars küçük, kapalı bir odada, Dede’nin gözlerindeki huzurun sağladığı bir sükûnetle oturuyordu. Andreas, dedesinin altınlarını kadife torbayla avuçlarında tutuyor, ağır bir sorumluluğun ağırlığını iliklerinde hissediyordu.
Hünkar, görev raporlarını son kez gözden geçirip onlara katıldı. Kısa, resmi ama sıcak bir konuşma geçti aralarında: teşekkürler, hatırlatmalar, temizlenmesi gereken son izler. Herkes yorgundu; ama herkes görevini bilerek yapmıştı.
Kapı kapandıktan sonra, Ayasofya’nın içine sızan sabah ışığı kademeli olarak taş duvarları yıkadı. Baybars, bir köşede sessizce dua eder gibi durdu; hem yiğit bir bekçi hem de bir hoca olarak içindeki huzur ile tetikte kalmanın arasındaki çizgide yürüyordu.
Tam o anda Hünkar’ın cep telefonu kısa bir titreşimle sessizliği bozdu. Ekrâna baktı; mesaj bilinmeyen bir numaradan gelmiş, metin kısa ve soğuktu:
“Bir düğüm koparıldı. Oyunun bazı taşları düştü. Tebrikler — ama unutmayın: bir ağın kökünü kesmek, başka köklerin toprakta uyanmasına izin verir. Kundaktan çıkan bir yol uzun olur. Görüşeceğiz.”
Hünkar mesajı okurken yüzündeki ifade değişti; ne şaşkınlık ne telaş — daha çok derin, kişisel bir sarsıntı. Mesajın altında herhangi bir imza yoktu; sadece o soğuk uyarı vardı. Hünkar telefonu cebine koydu, derin bir nefes aldı, sonra Baybars’a baktı. Gözleri uzun yılların yükünü taşıyan bir bilgelikle buluştu.
Baybars, sessizce: “O hâlâ gölgede.”
Hünkar kısa, keskin bir onayla başını salladı: “Ve gölge yalnızca bekliyor. Biz de bekliyoruz; ama bu sefer daha temkinliyiz.”
Andreas, ikisinin sessiz konuşmasına kulak misafiri oldu; omuzları hafifçe çöktü ama gözlerinde bir tür kararlılık belirdi. Hikmet Dede ise dua edercesine ellerini birleştirdi; yılların yükü omuzlarından hafifledi ama sorumluluk baki kaldı.
Final ve Epilog: Sessiz Zafer ve Gölgeler
Teslim töreninin ardından birkaç gün geçti. Ayasofya’nın loş galerileri, taşların ardında yeni bir dinginlik saklıyordu; eski sessizlik, yıpranmış ama kazanılmış bir zaferin sessiz yankısı gibiydi. Hikmet Dede, Andreas ve Baybars küçük, kapalı bir odada oturuyordu. Dede, gözlerinde huzur, avuçlarında Andreas’a teslim ettiği kadife torbayla altınları tutuyor, yılların yükünü hafifletmiş gibi görünüyordu. Andreas, dedesinin izinden gitmeye kararlı, derin bir nefes aldı; dedesi Niko’nun mirası artık güven altındaydı ve kutsal kasenin peşinde daha fazla talan olmayacaktı.
Hünkar, görev raporlarını son kez gözden geçirip sessizce onlara katıldı. Teşekkürler, hatırlatmalar ve temizlenmesi gereken son izler paylaşıldı. Herkes yorgundu ama görevini bilerek yapmıştı. Kapı kapandıktan sonra, Ayasofya’ya sızan sabah ışığı taş duvarları nazikçe aydınlattı. Baybars, sessizce dua eder gibi duruyordu; bir yandan tetikte, bir yandan huzurlu.
Tam o anda Hünkar’ın cep telefonu kısa bir titreşimle sessizliği bozdu. Mesaj bilinmeyen bir numaradan gelmişti, kısa ve soğuktu:
“Bir düğüm koparıldı. Oyunun bazı taşları düştü. Tebrikler — ama unutmayın: bir ağın kökünü kesmek, başka köklerin toprakta uyanmasına izin verir. Görüşeceğiz.”
Hünkar mesajı okurken yüzündeki ifade değişti; ne şaşkınlık ne telaş — daha çok derin, kişisel bir sarsıntı vardı. Mesajın altında herhangi bir imza yoktu; sadece soğuk uyarı. Baybars sessizce: “O hâlâ gölgede.” Hünkar kısa bir onayla başını salladı: “Ve gölge yalnızca bekliyor. Biz de bekliyoruz; ama bu sefer daha temkinliyiz.”
Andreas, ikisinin sessiz konuşmasına kulak misafiri oldu; omuzları hafifçe çöktü ama gözlerinde bir tür kararlılık belirdi. Hikmet Dede ise ellerini birleştirip dua edercesine durdu; yılların yükü omuzlarından hafifledi ama sorumluluk baki kaldı.
Ayasofya’nın kubbesine uzanan panorama ile kapanan sahne, şehrin uykusuna karışan sabah sisinin uzattığı gölgeleri gösteriyordu. Uzak bir yerde, görünmez bir oyuncu hâlâ planını kuruyor, gölge hâlâ gizli bir tehdit olarak kalıyordu.
Ayasofya’nın alt galerilerinde, Ebabiller Teşkilatı’nın sessizliğe gömülmüş odasında Hikmet Dede, nihayet sandığın sahibine ulaşmanın huzuruyla duruyordu. Yaşının yorgunluğunu ve yılların getirdiği titizliği saklayarak sandığı açtı. İçinde parlayan altınlar ve Niko’nun bıraktığı kutsal kase, ışıkla beraber birer birer parlıyordu.
Dışarıdan adımlar duyuldu. Andreas, Niko’nun torunu, büyük bir saygı ve merakla içeri girdi. Gözleri sandığa, sonra Hikmet Dede’ye kaydı. Dede, yavaşça sandıktaki altınları işaret ederek:
“Evladım, bunlar sadece madeni paralar değil. Atalarından miras kalan bir güvenin, bir inancın ve bir sorumluluğun simgesi. Bunu senin gibi doğru bir kalbe bırakıyorum. Dedenden aldığın emaneti koru; sadece kendin için değil, inancın ve geçmişin için.”
Andreas diz çökerek Dede’nin ellerini tuttu, gözlerinde hem minnettarlık hem de kararlılık vardı:
“Dede… Ben dedemin yolundan gideceğim. Bu mirası yalnızca korumakla kalmayacağım; onun inandığı gibi yaşayacağım. İnancımı, doğruluğumu ve ailesinin hatırasını dünyaya göstereceğim.”
Hikmet Dede gülümsedi, gözlerindeki yaşları saklamadan:
“İşte evladım… Bu yüzden yıllarca sakladım. Çünkü biliyordum, doğru kişi gelene kadar emanet güvende olmalıydı. Artık sana emanet, sen de ışığını dünyaya taşıyacaksın.”
Andreas sandığı kapatırken, altınlar ve kutsal kase sessizce parlıyordu; Ebabiller’in sessiz odalarında, geçmişin sırları ve geleceğin umutları bir araya gelmişti. Dışarıda ise İstanbul’un yüzyıllık taş duvarları, geçmişin gölgesinde yeni bir güven ve inanç nefesi alıyordu.
Ve bilinmeyen bir yerde, gölgeler arasında Mr. Nosam hâlâ sessizce planlarını izliyordu; kim olduğunu kimse bilmiyordu, ama bir gün bu mirasın peşine düşeceği kesindi.
Ayasofya’nın alt galerilerinde, Ebabiller Teşkilatı’nın sessiz odasında Hikmet Dede, yıllardır koruduğu sandığı açıyordu. İçinde parlayan altınlar ve Niko’nun bıraktığı kutsal kase, ışıkla beraber birer birer parlıyordu. Bu sır, sadece bir miras değil, aynı zamanda büyük bir sorumluluk ve eski bir inancın sembolüydü.
Dışarıdan adımlar duyuldu. Andreas, Niko’nun torunu, Ebabiller Teşkilatı’nın özel eğitimli bir ajanı olarak sessiz ve emin adımlarla içeri girdi. Gözleri sandığa, sonra Hikmet Dede’ye kaydı. Dede, yavaşça sandıktaki altınları işaret ederek:
“Evladım, bunlar sadece madeni paralar değil. Atalarından miras kalan bir güvenin, bir inancın ve bir sorumluluğun simgesi. Bunu senin gibi doğru bir kalbe bırakıyorum. Dedenden aldığın emaneti koru; sadece kendin için değil, inancın ve geçmişin için.”
Andreas diz çökerek Dede’nin ellerini tuttu, gözlerinde hem minnettarlık hem de kararlılık vardı:
“Dede… Ben dedemin yolundan gideceğim. Bu mirası yalnızca korumakla kalmayacağım; onun izinde, Ebabiller’in eğittiği bir ajan olarak görevimi yerine getireceğim. İnancımı, doğruluğumu ve ailesinin hatırasını dünyaya göstereceğim. Ve kutsal kaseyi, batılıların eline geçmeden koruyacağım.”
Hikmet Dede gülümsedi, gözlerindeki yaşları saklamadan:
“İşte evladım… Bu yüzden yıllarca sakladım. Çünkü biliyordum, doğru kişi gelene kadar emanet güvende olmalıydı. Artık sana emanet; hem mirası hem de görevi devrediyorum. Sen hem torunsun, hem de Ebabiller’in bir parçası. Bu iki sorumluluk, dünyayı daha güvenli kılacak.”
Andreas sandığı kapatırken, altınlar ve kutsal kase sessizce parlıyordu; Ebabiller’in sessiz odalarında, geçmişin sırları ve geleceğin umutları bir araya gelmişti.
Ve bilinmeyen bir yerde, gölgeler arasında Mr. Nosam hâlâ sessizce planlarını izliyordu; kim olduğunu kimse bilmiyordu, ama bir gün bu mirasın peşine düşeceği kesindi.
Ayasofya’nın alt galerilerinde, yıllar boyunca saklanan sır nihayet ortaya çıkmıştı. Hikmet Dede, Niko’nun torunu Andreas’a sandığı teslim ederken, sadece altınları değil, bir inancın, bir emanetin ve bir sorumluluğun ağır yükünü de devrediyordu. Andreas, dedesinin izinde ilerleyecek, Ebabiller Teşkilatı’nın eğittiği özel bir ajan olarak görevini üstlenecek, kutsal kaseyi batılıların ellerine geçmeden koruyacaktı.
Dışarıdaki dünyada fırtınalar kopuyor, gölgeler sessizce planlarını kuruyordu. Mr. Nosam’ın varlığı ise her zaman bir tehdit olarak hissediliyordu; kim olduğunu kimse bilmiyordu, ama gölgesi her daim yakındaydı.
Hikmet Dede, son kez derin bir nefes aldı. Yıllarca koruduğu sır artık güvendedi. Andreas, sandığı kapatırken gözlerinde hem minnettarlık hem de kararlılık vardı. Altınlar, kutsal kase ve geçmişin hatıraları artık geleceğe devredilmişti.
Ayasofya’nın sessiz galerileri, geçmişin sırlarını ve geleceğin umutlarını bir kez daha bağrında taşıyordu. Hikmet Dede’nin emanet ettiği miras, artık yeni bir çağın, yeni bir mücadelenin başlangıcıydı. Ve her şey, Ebabiller Teşkilatı’nın sessiz gözetimi altında, karanlıkla aydınlığın arasında dengelenmiş bir şekilde yol alıyordu.
Hikaye burada sona ererken, bilinmezlik ve gerilim hep var olacak; çünkü dünyada bazı sırlar, sır olarak kalmalıydı.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder