3 oda bir salon,
satılık boğaz manzaralı kelepir daire!
Düne kadar, birazda iğdiş etme maksatlı olarak biz İslamcılar(!) Mustafa
Kemal lafzı geçince “Beton Kemal” deyip istihzai bir tavır sergilerdik.
Rejime alternatif olduğumuzu iddia ederdik!
Şeriat gelecek, adil düzen insanları adaletle idare edecekti.
Bunu savunan insanların inançlarından başkada sermayeleri yoktu.
Derken…
Bir rüzgar esiverdi…
İslamcılar iktidar sahibi oluverdiler bir şekilde…Paralelden bir ittifak
ile.
Paraları oldu! Makamları!
İktidar sahibi de oluverdiler nihayetinde…
Onları o mevkilere getiren düzen eleştiriciliği yerini konjuktür gereği
“ıslahatçılığa” ve maslahatçılığa” bırakıverdi.
Gecekondudan gelenler herşeyi betondan ibaret bildi.
Devrim, ya da hasreti çekilen İslami düzen “çimento” eşdeğerli oldu.
Şehirlere doluştular ülke nüfusunun %75’i.
Köyler boşaldı.
Şeherliydi artık onlarda! Son model otolar, son model garılar...som
altından new age uzzalar...uzayıp gitmeler...
Gariban Müslüman Türk' ün rejimle olan ateşli imtihanı bitmiş, yerini
farkına varamadıkları Kapitalizm ile olan müthiş mücadelesi başlamıştı.
Önce belediyeler iktidar olma şansını verdi, İslamcılara! Belediyeler ise
rant denilen geçimin gümrük kapısıydı.
SORU: Hep merak ederim; zabıta kontrolu dışında imar yapılamıyorsa
memlekette: Şehirlerimizin çarpık yapılaşmasına imza atanlar bu memleketin
okumuş çocukları değil midir? Hani okumuşluk cehaletin engeline elzem sebep
idi?
Nüfus sair sebeplerden yığılınca şehir merkezlerine, 50’li yılların apartman
hayatı komün tarzda sitelere dönüşerek mahalle kavramını çekip kopardı
hayatımızdan. Çocuklarımız kediyi köpeği bilmez oldular, analarıyla avundular
farmvillanın çiftliğinde.
Mahallenin yerini alan siteler bukez mahallenin esnafı denilen yapıyıda AVM
lere bezediler.
Hadi vahşi kapitalizmin modernite ile işbirliği mekanik insan yaratmaya
çalışırken Müslümanca bir ayrıntı ne zaman aklımıza gelecek ki? Hele bir de din
bezirganları kafaları, gönülleri ve imanları kavururken?
SORU: Yapılan sitelerde çağdaşlık gereği havuzlu filan olmakta. Yani
komşular yıl boyu birbirlerinin mahremleriyle görsel halvet içinde olmaktalar.
Yoksa bu hal toplumun ar duygusunu yok etmeye yönelik sinsi bir icraat mıdır?
Ya da bu yorum benim yobazlığıma mı verilmelidir?
Bu inşaat sektörü denilen mekanızma neden sadece şehirler için
sözkonusudur?
Hala şu yüzyılda ahırındaki hayvanlarıyla iç içe yaşayan köylerimizin
modern açıdan yapılanması rant olmadığı için mi göz ardı edilmekte?
Modern köyler ile şehirden köylere tersi göç mümkün değil midir?
TOKİ nin Köysel hali olmaz mı?
Boşta gezen ziraat mühendisleri her bir köye atanamaz mı? İlim köylere tv
ya da cep telefonu ile mi girecek? Ya da beyaz ekmekle? Tezek yakımı “doğal” mı
karşılanmalı? Hele anız yakımı?
Bitkiyi, hayvanı şehirden yani insandan uzaklaştıran beton zihniyet yapılan
parklarla kendini avutmakta! Egzos kokuları arasında hanımeli kokularının rüknu
ne ki?
Hadi plağı başa alalım!
Adem varlık alanına sorumlu bir şahsiyet ve yaratılmışların şereflisi olarak olarak sürüldüğünde, yanı başında ‘sükun bulması’ için yaratılan eşini buldu.
Meleklerin secdesi ile değerleri alemlere duyurulan bu aileye cennet mekanı ve tek istisna ile sınırsız nimetler sunuldu.
Adem ve eşi sonsuzluk/doymazlık histerilerine kapılıp ‘yasak ağaca’
yaklaşınca ‘inin oradan’ (ihbitu) uyarısı/cezası ile mekan değişikliğine uğratıldılar.
Yeryüzünde şaşkın birer sürgün olarak dolaşırlarken vahyin klavuzluğu ile ikinci kez yerleşikliği öğrendiler.
İnsanlığın ilk adresinde
meskun hayatı başlattılar.
Dağların ve taşların yabaniliğinden, denizlerin ve çöllerin ilkelliğinden eşyanın isimlerini öğrenerek fıtrata paralel davranışlar geliştirdiler. Ateş yakmayı, düğüm atmayı, sayı saymayı, toprağı eşmeyi öğrendiler.Baharın, yazın, güzün, kışın sırrına erdiler.
Cennetten yeryüzüne gölgeler düşürdüler. Rablerinden aldıkları kelimeler ile eşyaya şekiller vermek ve eşyayı kullanmak gibi pratik ihtiyaçların ötesinde eşya ile bir, mana dili de geliştirdiler.
Eşyanın bir amaca mebni tasarrufundan kaynaklanan bu ontolojik dil ete ve kemiğe bürünüp zamana ve mekana yayılınca da ‘şehir’ oldu.
İnsan şehir adlı beşiğin kaldırımlarında emekleyen bir bebek; şehir ise insanın kucağında ninniler ile büyüyen bir insan oldu.
İnsanın kadim yürüyüşü devam ettikçe şehirler isimsiz okullar gibi insanlar yetiştirdi, gökten yere yıldızlar buyur etti, medeniyetler biriktirdi.
İnsan kendisine okul olacak şehirler kurdu; şehirler kendisine mimar olacak insanlar yetiştirdi.
Şehirde farklı tarzı, davranışı, algısı ve aklı ile örnekler çoğaldıkça çoğaldı. Şehirler toplumsallaşmanın araçları olarak bir çağdan bir çağa nesiller yaratırken insan teki de hem cinslerinin arasında duyguyu, düşünceyi, eylemi öğrendi.
Şehir akademiler, mektepler, medreseler ile insana bağrını açtı; insan ise bir gözü ile şehrin mürekkebini yudumlarken diğer gözü ile şehrin ana arterlerinden kılcallarına mürekkep taşıdı.
İnsan şehir üzerinden mensubiyet şuuruna ait güven dalgaları ile aklını ve kalbini olgunlaştırdı. Şehir üzerinden şubeleşen, farklılaşan, rengarenkleşen insan, şehrin yollarından başka şehirlere yollar tüketti.
Bazen şehirlerden şehrine, heybesinde hayat yüklü kelimeler ile bazen de kılıcında kan lekeleri, yüzünde yabancı çizgiler, ağzında elfaz-ı küfr döndü.
Şehir onu besliyor o şehri besliyordu.
İnsan yasak ağacı yoklayıp ayıp yerleri ile ulu orta yerde dolandıkça şehir yapraklarını bedenine doluyor; ona bir biçem, bir içerik kazandırıyordu.
Şehir insana takva elbiseleri giydiriyor, süs kazandırıyor ya da şehir insanın
elbiselerini sıyırıp çirkin yerlerini göstererek cennetten uzaklaştıran belalar veriyordu.
İnsan kah İbrahim ve İsmail oluyor, Kabe’nin duvarlarını yükseltiyor, ziraatsiz ölü bir vadiye şehir tadında can suyu akıtıyordu; kah fil ordularının sahibi oluyor, ya da Haccac oluyor Kabe’yi, kutsal şehri yağmalıyor, bombalıyordu.
An oldu şehre uzak kaldı insan ya da şehirden uzaklaştırıldı. Sanki irfan hikmet yüklü bulutlar çekiliyor da üzerinden kupkuru dudakları kalbinden ve ruhundan akıp yüzünde birikiyordu.
İlahi ruh dokununca çarşısına, mabedlerine ve sokaklarına, barış ve esenlik yurduna dönüşüyor, aziz bir belde oluyordu şehir.
İblis ve karanlığı kollayan fesad şebekesi dolduğunda ise bulvarlarına şehrin, kan kokuyordu buhur yerine geceler, dikenli fısıltılar akıyordu çatılarından çok katlı evlerin.
Şehir insanın yeteneklerini sunduğu bir platformdur, sahnedir. Mağaradan gölgeler yansır bazen şehrin perdelerine. Bazen sicim suretinde gözyaşları ıslatır şehrin elbiselerini, dekorunu. Bazen de onurlu okuyucular doluşur orta yerine zamanın ve ‘Ve La Ğalibe İlla Allah’ derler.
Bir köşesinde şehrin günah çukurları ve arkaik zebunlar; diğer köşesinde şehrin gülden terazi tutan ve gülü gülle tartan gül adamlar vardır.
Camilerinde şehadetleri dinin temeli ezanlar, gökdelenlerinde ise kibrin ve tuğyanın silüetleri.
Şehirler de insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler. Göğsünde arzın derin nefesler ile vücut bulurlar. Yekinir yer tutarlar; tezler geliştirir, fırtınalar koparırlar; bağrından cemiyetin adam suretinde adanmışlar büyütür sonra da her canlı gibi ölürler.
Şehirler yaşlanırlar; amansız beden sancılarına yenik düşerler; felaketler ile yerle bir olur ve ölürler. Ama en acısı, şehre gözyaşları döktüren, şehrin iniltilerini yedi kat semaya kavuşturan ihanet sonrası ölümlerdir…
Şehrin naçizane kayıtları, evrakları, salnameleri vardır. Gözleri üzerindedir insanın, kulakları keskindir; makinalı gibi tararlar zamanı. Zerre kadar iyiliğe ve zerre kadar kötülüğe duyarlı gelişmiş aygıtları olmasa da bir hafızası, kalemleri, aziz yazıcıları ve arşivi vardır şehirlerin.
Hakikate körleşen ve sağırlaşan insanın hallerini yazıp durmaktadırlar. Hakikatin kitabını terk edilmiş bırakanları ve hakikatin onurlu okuyucularını kıytırık beyaz yakalılara, teknokrat kırmalarına değişenleri satır satır yazmaktadırlar.
Gözlerini din gününe çevirmiş, insanı adl-i ilahiye şikayete kilitlenmişlerdir.
Gözlerine mil çekilmiş hüzünlerden ahirete uzanan inanç tadında bir bekleyiştir bu.
Hakkı ve sabrı tavsiyeleşmekten uzaklaşan insanın yaşattığı bir kahır yüküdür bu.
Şehrin bereketini bodrum katlarında, eğlence salonlarında, gece kulüplerinde
tüketerek yıpranan, dahası, tüketerek adamlaşacağını zanneden insanın tereddi hallerine bir şikayettir bu.
Yakın geçmişde ve kirlenmiş günümüzde bazı kelimeleri zikrederken insanın içini ince bir sızı yoklar. Yan yana dizilen birkaç harften meydana gelen bu kelimeler yaşanmışlıklardan mütevellit hasreti, kederi, buruk bir sevinci ifade ederler.
Modern yaşamın değirmeninde öğüttüğü mahalle hayatı ve kültürünü de ne yazık ki “eskiden” kelimesinin öncülük ettiği cümleler tarif eder.
Eskiden İstanbul’da muhabbeti dışarı sızdıran ahşap evleri, sevgiliye el sallayan neşeli cumbaları, anahtar delikleri paslanmış tahta kapıları, billur sular akıtan cömert sebilleri, bir ok işareti gibi semayı gösteren haşmetli minareleri ile sabah-ı şerifleri tatlı bir telaşla karşılayan mahalleler vardı.
Asude çınar ağaçlarının gölgelediği bu mahallelerde nikâh, ölüm gibi çeşitli sosyal halleri tanzim eden imamların yanı sıra veresiye tutmaktan erinmeyen emektar bakkallar, henüz ekmekleri bozulmayan hünerli fırınlar, kedisini ihmal etmeyen müşfik kasaplar, makasına altın bir bilezik gibi ehemmiyet veren mâcit berberler, tenhalardan perva etmeyen cesur bekçiler ve en nihayetinde “yârin yanağından gayrı ” emeği-ekmeği, neşeyi-kederi; hülasa koca bir hayatı paylaşan sadık komşular bulunurdu. Kendi söküğünü dikemeyen terzileri de unutmamak lazım. Terzisinden imamına kadar söz konusu mahalle sakinlerinin hayatları iç içeydi.
Birbirinin sosyal ihtiyaçlarını alçakgönüllülükle karşılayan bu insanların komşuluk münasebetleri akrabalık bağlarının bir adım önündeydi.
Mahalle hayatı ve kültürünün menbâsını oluşturan paylaşma, yardımlaşma, dayanışma gibi hasletlerden meydana gelen insani ilişkilere hayati bir zaruret
atfedilirdi.
Mahallelerin sokak dokusunu, çoğu zaman hoşgörü esasına dayanan mahalle
münasebetleri tayin ederdi. Başkasını rahatsız etmediği sürece sokağın ortasında hane inşa etmeyi bile makul gören bu hoşgörü mahremiyeti muhafaza eden çıkmaz sokakları vücuda getirirdi.
Herkese geçiş hakkı tanıyan kavisli sokakların aksine çıkmaz sokaklar sadece bir veya birkaç haneye penâh olurdu. Genellikle bir veya iki kattan oluşan bu hanelerin yükseklik- alçaklık bakımından birbirine paralel inşa edilmesi de tesadüf değildi.
Bu paralellik hane içi hayatın ifşasını önleyecek bir tedbir niteliği taşırdı. Hanelerin dışarıya açılan kapılarının birbirine mukabil gelmemesi de bu mahremiyete gösterilen ehemmiyeti tezahür ederdi.
Günümüzde, kendine mahsus bir kültür meydana getiren eski mahalle hayatının izlerine ne yazık ki sadece fiziki yapılarda rastlamak mümkündür. Buram buram hanımeli kokan kavisli sokaklardan yükselen zerzevatçı nidalarını, kapı eşiğinde yapılan ikindi sohbetlerini, misafir yolunu gözleyen aralıklı kapıları, düdük öttüren telaşlı bekçileri, birbirine yardım etmekten imtina etmeyen kadirşinas sakinleri tahassür eden İstanbul, mahalle hayatı ve kültürünü ancak eski zamanlarda tahayyül ederek teselli bulmaktadır.
Dağların ve taşların yabaniliğinden, denizlerin ve çöllerin ilkelliğinden eşyanın isimlerini öğrenerek fıtrata paralel davranışlar geliştirdiler. Ateş yakmayı, düğüm atmayı, sayı saymayı, toprağı eşmeyi öğrendiler.Baharın, yazın, güzün, kışın sırrına erdiler.
Cennetten yeryüzüne gölgeler düşürdüler. Rablerinden aldıkları kelimeler ile eşyaya şekiller vermek ve eşyayı kullanmak gibi pratik ihtiyaçların ötesinde eşya ile bir, mana dili de geliştirdiler.
Eşyanın bir amaca mebni tasarrufundan kaynaklanan bu ontolojik dil ete ve kemiğe bürünüp zamana ve mekana yayılınca da ‘şehir’ oldu.
İnsan şehir adlı beşiğin kaldırımlarında emekleyen bir bebek; şehir ise insanın kucağında ninniler ile büyüyen bir insan oldu.
İnsanın kadim yürüyüşü devam ettikçe şehirler isimsiz okullar gibi insanlar yetiştirdi, gökten yere yıldızlar buyur etti, medeniyetler biriktirdi.
İnsan kendisine okul olacak şehirler kurdu; şehirler kendisine mimar olacak insanlar yetiştirdi.
Şehirde farklı tarzı, davranışı, algısı ve aklı ile örnekler çoğaldıkça çoğaldı. Şehirler toplumsallaşmanın araçları olarak bir çağdan bir çağa nesiller yaratırken insan teki de hem cinslerinin arasında duyguyu, düşünceyi, eylemi öğrendi.
Şehir akademiler, mektepler, medreseler ile insana bağrını açtı; insan ise bir gözü ile şehrin mürekkebini yudumlarken diğer gözü ile şehrin ana arterlerinden kılcallarına mürekkep taşıdı.
İnsan şehir üzerinden mensubiyet şuuruna ait güven dalgaları ile aklını ve kalbini olgunlaştırdı. Şehir üzerinden şubeleşen, farklılaşan, rengarenkleşen insan, şehrin yollarından başka şehirlere yollar tüketti.
Bazen şehirlerden şehrine, heybesinde hayat yüklü kelimeler ile bazen de kılıcında kan lekeleri, yüzünde yabancı çizgiler, ağzında elfaz-ı küfr döndü.
Şehir onu besliyor o şehri besliyordu.
İnsan yasak ağacı yoklayıp ayıp yerleri ile ulu orta yerde dolandıkça şehir yapraklarını bedenine doluyor; ona bir biçem, bir içerik kazandırıyordu.
Şehir insana takva elbiseleri giydiriyor, süs kazandırıyor ya da şehir insanın
elbiselerini sıyırıp çirkin yerlerini göstererek cennetten uzaklaştıran belalar veriyordu.
İnsan kah İbrahim ve İsmail oluyor, Kabe’nin duvarlarını yükseltiyor, ziraatsiz ölü bir vadiye şehir tadında can suyu akıtıyordu; kah fil ordularının sahibi oluyor, ya da Haccac oluyor Kabe’yi, kutsal şehri yağmalıyor, bombalıyordu.
An oldu şehre uzak kaldı insan ya da şehirden uzaklaştırıldı. Sanki irfan hikmet yüklü bulutlar çekiliyor da üzerinden kupkuru dudakları kalbinden ve ruhundan akıp yüzünde birikiyordu.
İlahi ruh dokununca çarşısına, mabedlerine ve sokaklarına, barış ve esenlik yurduna dönüşüyor, aziz bir belde oluyordu şehir.
İblis ve karanlığı kollayan fesad şebekesi dolduğunda ise bulvarlarına şehrin, kan kokuyordu buhur yerine geceler, dikenli fısıltılar akıyordu çatılarından çok katlı evlerin.
Şehir insanın yeteneklerini sunduğu bir platformdur, sahnedir. Mağaradan gölgeler yansır bazen şehrin perdelerine. Bazen sicim suretinde gözyaşları ıslatır şehrin elbiselerini, dekorunu. Bazen de onurlu okuyucular doluşur orta yerine zamanın ve ‘Ve La Ğalibe İlla Allah’ derler.
Bir köşesinde şehrin günah çukurları ve arkaik zebunlar; diğer köşesinde şehrin gülden terazi tutan ve gülü gülle tartan gül adamlar vardır.
Camilerinde şehadetleri dinin temeli ezanlar, gökdelenlerinde ise kibrin ve tuğyanın silüetleri.
Şehirler de insanlar gibi doğar, büyür ve ölürler. Göğsünde arzın derin nefesler ile vücut bulurlar. Yekinir yer tutarlar; tezler geliştirir, fırtınalar koparırlar; bağrından cemiyetin adam suretinde adanmışlar büyütür sonra da her canlı gibi ölürler.
Şehirler yaşlanırlar; amansız beden sancılarına yenik düşerler; felaketler ile yerle bir olur ve ölürler. Ama en acısı, şehre gözyaşları döktüren, şehrin iniltilerini yedi kat semaya kavuşturan ihanet sonrası ölümlerdir…
Şehrin naçizane kayıtları, evrakları, salnameleri vardır. Gözleri üzerindedir insanın, kulakları keskindir; makinalı gibi tararlar zamanı. Zerre kadar iyiliğe ve zerre kadar kötülüğe duyarlı gelişmiş aygıtları olmasa da bir hafızası, kalemleri, aziz yazıcıları ve arşivi vardır şehirlerin.
Hakikate körleşen ve sağırlaşan insanın hallerini yazıp durmaktadırlar. Hakikatin kitabını terk edilmiş bırakanları ve hakikatin onurlu okuyucularını kıytırık beyaz yakalılara, teknokrat kırmalarına değişenleri satır satır yazmaktadırlar.
Gözlerini din gününe çevirmiş, insanı adl-i ilahiye şikayete kilitlenmişlerdir.
Gözlerine mil çekilmiş hüzünlerden ahirete uzanan inanç tadında bir bekleyiştir bu.
Hakkı ve sabrı tavsiyeleşmekten uzaklaşan insanın yaşattığı bir kahır yüküdür bu.
Şehrin bereketini bodrum katlarında, eğlence salonlarında, gece kulüplerinde
tüketerek yıpranan, dahası, tüketerek adamlaşacağını zanneden insanın tereddi hallerine bir şikayettir bu.
Yakın geçmişde ve kirlenmiş günümüzde bazı kelimeleri zikrederken insanın içini ince bir sızı yoklar. Yan yana dizilen birkaç harften meydana gelen bu kelimeler yaşanmışlıklardan mütevellit hasreti, kederi, buruk bir sevinci ifade ederler.
Modern yaşamın değirmeninde öğüttüğü mahalle hayatı ve kültürünü de ne yazık ki “eskiden” kelimesinin öncülük ettiği cümleler tarif eder.
Eskiden İstanbul’da muhabbeti dışarı sızdıran ahşap evleri, sevgiliye el sallayan neşeli cumbaları, anahtar delikleri paslanmış tahta kapıları, billur sular akıtan cömert sebilleri, bir ok işareti gibi semayı gösteren haşmetli minareleri ile sabah-ı şerifleri tatlı bir telaşla karşılayan mahalleler vardı.
Asude çınar ağaçlarının gölgelediği bu mahallelerde nikâh, ölüm gibi çeşitli sosyal halleri tanzim eden imamların yanı sıra veresiye tutmaktan erinmeyen emektar bakkallar, henüz ekmekleri bozulmayan hünerli fırınlar, kedisini ihmal etmeyen müşfik kasaplar, makasına altın bir bilezik gibi ehemmiyet veren mâcit berberler, tenhalardan perva etmeyen cesur bekçiler ve en nihayetinde “yârin yanağından gayrı ” emeği-ekmeği, neşeyi-kederi; hülasa koca bir hayatı paylaşan sadık komşular bulunurdu. Kendi söküğünü dikemeyen terzileri de unutmamak lazım. Terzisinden imamına kadar söz konusu mahalle sakinlerinin hayatları iç içeydi.
Birbirinin sosyal ihtiyaçlarını alçakgönüllülükle karşılayan bu insanların komşuluk münasebetleri akrabalık bağlarının bir adım önündeydi.
Mahalle hayatı ve kültürünün menbâsını oluşturan paylaşma, yardımlaşma, dayanışma gibi hasletlerden meydana gelen insani ilişkilere hayati bir zaruret
atfedilirdi.
Mahallelerin sokak dokusunu, çoğu zaman hoşgörü esasına dayanan mahalle
münasebetleri tayin ederdi. Başkasını rahatsız etmediği sürece sokağın ortasında hane inşa etmeyi bile makul gören bu hoşgörü mahremiyeti muhafaza eden çıkmaz sokakları vücuda getirirdi.
Herkese geçiş hakkı tanıyan kavisli sokakların aksine çıkmaz sokaklar sadece bir veya birkaç haneye penâh olurdu. Genellikle bir veya iki kattan oluşan bu hanelerin yükseklik- alçaklık bakımından birbirine paralel inşa edilmesi de tesadüf değildi.
Bu paralellik hane içi hayatın ifşasını önleyecek bir tedbir niteliği taşırdı. Hanelerin dışarıya açılan kapılarının birbirine mukabil gelmemesi de bu mahremiyete gösterilen ehemmiyeti tezahür ederdi.
Günümüzde, kendine mahsus bir kültür meydana getiren eski mahalle hayatının izlerine ne yazık ki sadece fiziki yapılarda rastlamak mümkündür. Buram buram hanımeli kokan kavisli sokaklardan yükselen zerzevatçı nidalarını, kapı eşiğinde yapılan ikindi sohbetlerini, misafir yolunu gözleyen aralıklı kapıları, düdük öttüren telaşlı bekçileri, birbirine yardım etmekten imtina etmeyen kadirşinas sakinleri tahassür eden İstanbul, mahalle hayatı ve kültürünü ancak eski zamanlarda tahayyül ederek teselli bulmaktadır.
Mahalle hayatını
oluşturan en önemli unsurlardan biri de sakinler arasındaki
komşuluk ilişkileriydi. Herhangi bir mahalle sakininin karşılaştığı müspet ya da menfi bir olayın ceremesi veya semeresini bütün mahalle paylaşırdı. Ölüm, doğum, evlilik, sünnet gibi sosyal hadiselerin üstesinden hep birlikte gelinirdi. Ölüm olayı karşısında acıya ortak olunur, yas evine cenazenin kaldırılmasından ölü yemeğine kadar her türlü destek verilirdi. Biri mi evlendi, çeyiz dizmekten düğün alayına kadar imece usulü herkes üzerine düşen vazifeyi içtenlikle yapardı. Herhangi bir uygunsuzluk, usulsüzlük karşısında ortak tavır alınır, mahallenin dirliği, düzeni el birliğiyle sağlanırdı.
İstanbul’da komşuluk ilişkilerinin en renkli motifini kadınlar oluştururdu. Zerzevatçı nidasını işittiklerinde merdivenleri telaşla inerek sokağa yönelirlerdi. Akşam sofraya oturtulacak sebzenin en iyisini seçmek için tablanın altını üstüne getirirlerdi. Sonra bir pazarlık alır başını giderdi. Mutabakata varıldığında zerzevatçı, yükü hafiflemiş bahtiyar bir şekilde sokaktan ayrılırdı.
Sıcak yaz günlerinde mahalle hanımları neredeyse her gün birbirlerine sabah
kahvesine, beş çayına veya akşam sohbetine giderlerdi. Sabah namazından sonra kahvaltı saatine kadar ev işleri bitirilmiş olurdu. Hanımlar hayırlı işler dileyerek beylerini işe uğurladıktan sonra akşam yemeği için tencereyi ocağa koyarlardı.
Zeynep, Ayşe, Fatma hanımlar varsa yanlarına genç kızlarını ve gergeflerini alarak onları bekleyen komşu haneye doğru yola koyulurlardı. Hane sahibesi tarafından kapı eşiğinde güler yüzle karşılanan komşular, kamelyanın gölgesinde dinlenen böreklerin başına buyur edilirlerdi. Böreklerden alınan lokmalar midelere bayram ettirirdi. Sonra desenli fincanlarda köpüklü kahveler ikram edilirdi. “Ayol duymadın mı!” diye başlardı lakırdılar. Anlatılan hadiseler, havadisler kahvenin de lezzetiyle keyiflere keyif katardı. Kahveler içildikten sonra da fincanlar “Neyse halin çıksın falin” ifadesiyle açılmak üzere çeşitli dileklerle kapatılırdı. Bahçenin başka bir köşesine öbeklenen genç kızların ise muhabbetlerini genellikle beyaz atlı prensleri süslerdi.
Dantellere atılan her ilmik onları çeşitli hayallere sevk ederdi. Hanımların dillerinde yemek tarifleri, kızların ise “ bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya”.
komşuluk ilişkileriydi. Herhangi bir mahalle sakininin karşılaştığı müspet ya da menfi bir olayın ceremesi veya semeresini bütün mahalle paylaşırdı. Ölüm, doğum, evlilik, sünnet gibi sosyal hadiselerin üstesinden hep birlikte gelinirdi. Ölüm olayı karşısında acıya ortak olunur, yas evine cenazenin kaldırılmasından ölü yemeğine kadar her türlü destek verilirdi. Biri mi evlendi, çeyiz dizmekten düğün alayına kadar imece usulü herkes üzerine düşen vazifeyi içtenlikle yapardı. Herhangi bir uygunsuzluk, usulsüzlük karşısında ortak tavır alınır, mahallenin dirliği, düzeni el birliğiyle sağlanırdı.
İstanbul’da komşuluk ilişkilerinin en renkli motifini kadınlar oluştururdu. Zerzevatçı nidasını işittiklerinde merdivenleri telaşla inerek sokağa yönelirlerdi. Akşam sofraya oturtulacak sebzenin en iyisini seçmek için tablanın altını üstüne getirirlerdi. Sonra bir pazarlık alır başını giderdi. Mutabakata varıldığında zerzevatçı, yükü hafiflemiş bahtiyar bir şekilde sokaktan ayrılırdı.
Sıcak yaz günlerinde mahalle hanımları neredeyse her gün birbirlerine sabah
kahvesine, beş çayına veya akşam sohbetine giderlerdi. Sabah namazından sonra kahvaltı saatine kadar ev işleri bitirilmiş olurdu. Hanımlar hayırlı işler dileyerek beylerini işe uğurladıktan sonra akşam yemeği için tencereyi ocağa koyarlardı.
Zeynep, Ayşe, Fatma hanımlar varsa yanlarına genç kızlarını ve gergeflerini alarak onları bekleyen komşu haneye doğru yola koyulurlardı. Hane sahibesi tarafından kapı eşiğinde güler yüzle karşılanan komşular, kamelyanın gölgesinde dinlenen böreklerin başına buyur edilirlerdi. Böreklerden alınan lokmalar midelere bayram ettirirdi. Sonra desenli fincanlarda köpüklü kahveler ikram edilirdi. “Ayol duymadın mı!” diye başlardı lakırdılar. Anlatılan hadiseler, havadisler kahvenin de lezzetiyle keyiflere keyif katardı. Kahveler içildikten sonra da fincanlar “Neyse halin çıksın falin” ifadesiyle açılmak üzere çeşitli dileklerle kapatılırdı. Bahçenin başka bir köşesine öbeklenen genç kızların ise muhabbetlerini genellikle beyaz atlı prensleri süslerdi.
Dantellere atılan her ilmik onları çeşitli hayallere sevk ederdi. Hanımların dillerinde yemek tarifleri, kızların ise “ bir elinde cımbız, bir elinde ayna, umurunda mı dünya”.
Mesaisini tamamlayan
beyler ise eve gitmeden önce kahveye uğrar, tavlaya
otururlardı. Kahvede demli çaylar ardı sıra servis edilir, gazete sütunlarını meşgul eden memleket meseleleri konuşulurdu. Çoğu zaman ateşli tartışmalara dönüşen memleket meselelerini boşluğa bırakılan zarlar tatlıya bağlardı. “ Du şeşşşş! ” .
Sonra evli evine köylü köyüne…
otururlardı. Kahvede demli çaylar ardı sıra servis edilir, gazete sütunlarını meşgul eden memleket meseleleri konuşulurdu. Çoğu zaman ateşli tartışmalara dönüşen memleket meselelerini boşluğa bırakılan zarlar tatlıya bağlardı. “ Du şeşşşş! ” .
Sonra evli evine köylü köyüne…
Şimdi sıkıysa Avm’ den ya
da marketten parasını sonra vereceğim diyerek bir ciklet isteyin! Mahallenin
yerleşik unsuru olmasa da esnaflar mahalle hayatının önemli unsurlarını teşkil
ederlerdi. Bakkallar, fırınlar, berberler, kasaplar, terziler… Her mahallede bulunan
bu esnaflar mahalle sakinlerinin çeşitli ihtiyaçlarına cevap verirlerdi.
Peynirinden sabununa kadar çeşitli ev gereklerini bulundurdukları için mahallenin en uğrak yerini bakkallar oluştururdu. Zeytinin etlisi, pirincin iyisi onlardan sorulurdu.
Her geleni hoş karşılamaktan, gül güle uğurlamaktan hiç yorulmazlardı. Küçük çekmecelerinden veresiye defterlerini eksik etmeyen bakkallar, mahalle sakinleriyle aralarına maddi bir mesafe koymazlardı. İsteyen her mahalle sakinine bu defterlerde hesap açarlardı. Veresiye defterlerinin her bir nüshasını aybaşına kadar birer senet gibi muhafaza eder, aybaşı parası çıkışmayanları ise idare etmekten kaçınmazlardı.
Mahallenin ikinci uğrak yeri ise fırınlardı. Yemek öncesi kapısı çalınan fırınlardan gramını hiç şaşırmayan baklava dilimli sıcak ekmekler alınırdı. Temizliğine ehemmiyet verilen fırınların bilhassa ramazan aylarında bacası sahur vaktine kadar tüterdi.
İstanbul’da lezzetli yemeklerin yolu eli bıçaklı, beli peştamallı kasaplardan
geçerdi. Sabahın erken saatlerinde dövülmüş, kıyılmış, kuşbaşı kesilmiş et sipariş eden mahalleliye kasaplar paket paket iyisinden sığır, keçi, kuzu yetiştirirlerdi.
Aybaşlarında kasaplar pek çalışırdı. Zira mahalleli genellikle aybaşlarında maaş alırdı. Her kasabın bir de kedisi vardı. Diğer kedilerin imrendiği kasap kedileri önlerine atılan artık etlerle güzel bir ziyafet çeker, sağa sola yuvarlanıp keyif çatarlardı.
Marka bilmediğimiz günlerdi.Kendi söküğünü dikmeye fırsat bulamayan terzilerin ise ellerinden iğne ve iplikleri düşmezdi. Kadın ve erkek terzisi olmak üzere birbirinden ayrılan terziler, mahalle sakinlerine müzeyyen kumaşlardan şahane elbiseler dikerlerdi. Bir elbise için bazen birkaç kez prova yapıldığı olurdu. Bu provalarda elbise diktiren kişiye henüz ana hatları dikilmiş kumaş giydirilir, elbisenin bir kusurunun olup olmadığına bakılırdı.
Burun ucuna kaymış gözlükleriyle kumaşları inceleyen terziler bir kusur fark
ettiklerinde iğnelerine sarılır, kumaşları iğnelerlerdi. Hasbıhalin ihmal edilmediği provalar bittiğinde ise iş başına geçilirdi. Dikiş makinesinin kolunu güçlü bir hamleyle çevirdikten sonra pedallara yüklenen terzilerin bedenleri yorgun düşünceye dek bir ileri bir geri sallanırdı.
Osmanlı döneminde perukâr ismiyle anılan berberler mahalle erkeklerinin saç sakal tıraşından sorumluydu. Düğün, bayram gibi günlerde berber dükkânı hıncahınç dolardı. Herkes sırasıyla alınır, özenle tıraş edilirdi. Kolları sıvalı, elleri usturalı berberlerden önce sakallar nasibini alırdı. Bilenmiş usturalar marifetiyle sakal tıraşı yapılan yüzlere avuç avuç kolonya çarpılırdı. Kolonyayla sızlayan yanaklara sinek konsa kayardı. Sonra saçlar… Hünerli parmakların arasında tutulan saçlar tez canlı
makaslarla kesilir, talep edildiğince kısaltılırdı. Berberler gün boyu ustura ve makası ellerinden “Sıhhatler olsun”u dillerinden düşürmezlerdi.
Peynirinden sabununa kadar çeşitli ev gereklerini bulundurdukları için mahallenin en uğrak yerini bakkallar oluştururdu. Zeytinin etlisi, pirincin iyisi onlardan sorulurdu.
Her geleni hoş karşılamaktan, gül güle uğurlamaktan hiç yorulmazlardı. Küçük çekmecelerinden veresiye defterlerini eksik etmeyen bakkallar, mahalle sakinleriyle aralarına maddi bir mesafe koymazlardı. İsteyen her mahalle sakinine bu defterlerde hesap açarlardı. Veresiye defterlerinin her bir nüshasını aybaşına kadar birer senet gibi muhafaza eder, aybaşı parası çıkışmayanları ise idare etmekten kaçınmazlardı.
Mahallenin ikinci uğrak yeri ise fırınlardı. Yemek öncesi kapısı çalınan fırınlardan gramını hiç şaşırmayan baklava dilimli sıcak ekmekler alınırdı. Temizliğine ehemmiyet verilen fırınların bilhassa ramazan aylarında bacası sahur vaktine kadar tüterdi.
İstanbul’da lezzetli yemeklerin yolu eli bıçaklı, beli peştamallı kasaplardan
geçerdi. Sabahın erken saatlerinde dövülmüş, kıyılmış, kuşbaşı kesilmiş et sipariş eden mahalleliye kasaplar paket paket iyisinden sığır, keçi, kuzu yetiştirirlerdi.
Aybaşlarında kasaplar pek çalışırdı. Zira mahalleli genellikle aybaşlarında maaş alırdı. Her kasabın bir de kedisi vardı. Diğer kedilerin imrendiği kasap kedileri önlerine atılan artık etlerle güzel bir ziyafet çeker, sağa sola yuvarlanıp keyif çatarlardı.
Marka bilmediğimiz günlerdi.Kendi söküğünü dikmeye fırsat bulamayan terzilerin ise ellerinden iğne ve iplikleri düşmezdi. Kadın ve erkek terzisi olmak üzere birbirinden ayrılan terziler, mahalle sakinlerine müzeyyen kumaşlardan şahane elbiseler dikerlerdi. Bir elbise için bazen birkaç kez prova yapıldığı olurdu. Bu provalarda elbise diktiren kişiye henüz ana hatları dikilmiş kumaş giydirilir, elbisenin bir kusurunun olup olmadığına bakılırdı.
Burun ucuna kaymış gözlükleriyle kumaşları inceleyen terziler bir kusur fark
ettiklerinde iğnelerine sarılır, kumaşları iğnelerlerdi. Hasbıhalin ihmal edilmediği provalar bittiğinde ise iş başına geçilirdi. Dikiş makinesinin kolunu güçlü bir hamleyle çevirdikten sonra pedallara yüklenen terzilerin bedenleri yorgun düşünceye dek bir ileri bir geri sallanırdı.
Osmanlı döneminde perukâr ismiyle anılan berberler mahalle erkeklerinin saç sakal tıraşından sorumluydu. Düğün, bayram gibi günlerde berber dükkânı hıncahınç dolardı. Herkes sırasıyla alınır, özenle tıraş edilirdi. Kolları sıvalı, elleri usturalı berberlerden önce sakallar nasibini alırdı. Bilenmiş usturalar marifetiyle sakal tıraşı yapılan yüzlere avuç avuç kolonya çarpılırdı. Kolonyayla sızlayan yanaklara sinek konsa kayardı. Sonra saçlar… Hünerli parmakların arasında tutulan saçlar tez canlı
makaslarla kesilir, talep edildiğince kısaltılırdı. Berberler gün boyu ustura ve makası ellerinden “Sıhhatler olsun”u dillerinden düşürmezlerdi.
Şehircilik bakanlığı
şehrin yalnızca beton yapısıyla mı ilgilenmeli, hasılı. Şehirlerimize insaniyet
kimliği vermek hangi bakanlığın işdir, peki? Modernite dininin dini mubinimize
harp açtığınıda görmeyeceksin ey diyanet?
Sorular, sorular, sorular!
fehmi Demirbağ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder