27 Kasım 2018 Salı

YILLARDIR TEK BAŞIMIZA YAPTIĞIMIZ MÜCADELEYE DESTEK GÖREMEYEN BİZİ SON KERTEDE HAKLI ÇIKARTTI, DEVLET BAŞKANIMIZ...
* Başkan Erdoğan toplumda gittikçe yayılan elektronik araçlara bağımlılığa dikkat çekerek, "Bugün 2 yaşındaki yavru cep telefonunda o kadar bağımlı hale geliyor ki giriyor bir odaya onunla meşgul oluyor. Bu ayrı bir tehdit" dedi.
* Cumhurbaşkanı Erdoğan: Bugün Türkiye'de satılan cep telefonu sayısı 70 milyon civarında bizim nüfusumuz 81 milyon. Bu çok ciddi olumsuz sinyaller veriyor
Uyuşturucu, alkol tüketimi ve tütün tüketim ile mücadelede istenen sonuçların alınmadığını söyleyen Erdoğan, “Çalışma yöntemlerimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Bir yerde bir eksiklik var.
Elbette önleyici polisiye tedbirler, rehabilitasyon programları, tedaviye yönelik sağlık hizmetleri önemlidir. Ancak asıl mesele toplumumuzda bu tür kötü alışkanlıkların kök salmasına zemin hazırlayan ikilimi ortadan kaldırmak olmalıdır. Bunun yolu eğitim kültürden, medeniyet değerlerimizin tolumun tamamına en işi şekilde aktarılmasından geçiyor.
* "Haramı helali bilen bir toplumda uyuşturucu diye, alkol diye, hırsızlık diye, haksızlık diye bir sorun olmamalıdır, olamaz. Eğer bu tür sıkıntılar varsa ve giderek büyüyorsa bağımlılıktan öte başka sıkıntılarımız vardır” diye konuştu." (E BİZ NE DİYORUZ YILLARDIR BAŞKANIM?)
“Bir kesimin, içinde bulunduğu cehalet karanlığında giderek daha fazla boğulduğunu görmekten üzüntü duyuyorum”
* “Duvarı nem, insanı gam yıkar” deyişini hatırlatan Erdoğan, “Ben buna bir de toplumu cehalet yıkar ifadesini ekliyorum.
* Cehalet bazılarının sandığı gibi okuma yazma bilmemek değildir. Asıl cehalet kültürünü, medeniyetini ve onun ürünleri olan kavramları doğruları yanlışları iyileri kötüleri değerlerimizi bilmemektir. Ülkemizde en azından bir kesimin, içinde bulunduğu cehalet karanlığında giderek daha fazla boğulduğunu görmekten üzüntü duyuyorum. Kim olduğundan habersiz, nereden geldiğini ve nereye gittiğini bilmeyen, günübirlik yaşayan, hayatta ölçüsü olmayan bu kesim için üzülmekten daha fazlasını yapmak zorundayız. Türkiye’nin geçtiğimiz 16 yılını değerlendirirken eğitim ve kültür politikalarımızın yetersizliğinden hayıflanmamızın sebebi, bu tür konularda arzu ettiğimiz mesafeyi kat edememiş olmamızdır” şeklinde konuştu. (GÜNAYDIN BAŞKANIM)
* Bağımlılık ve terörün birbirine benzediğine dikkat çeken Erdoğan, “Her ikisi ile de etkin mücadelenin yolu, sineklerle uğraşmanın yanında asıl bataklığı kurutmaktan geçer. Kaynağı kesmediğimizde bağımlılıktan kaynaklanan sıkıntıların önüne sadece polis ve jandarma ile geçmemiz mümkün değildir. Ülke yönetiminin en üst düzey sorumluluk olarak sizlerden beklentim meselenin asıl kaynağının tespiti ve çözümü hususunda neler yapılabileceğinin yol haritasını ortaya koymak” açıklamalarında bulundu. (YOL HARİTAMIZ HAZIR. İYİ DE SENİ YALNIZ BIRAKANLAR BENİ DE YALNIZ BIRAKIYORLAR BAŞKANIM.)
* “Yoksullukla bağımlılığın bir arada olması fevkalade düşündürücü. Çünkü uyuşturucu ve alkol ciddi maliyeti olan bağımlılık türleri. Hayatın idame ettirmekte zorluk çeken toplumlarda bu tür alışkanlıkların yaygınlaşmasının masum bir eğilim olmadığına inanıyorum. Geçmişte doğu blok ülkelerinde alkolün toplumu uyuşturmak, düşünmelerini engellemek için araç olarak görüldüğünü biliyoruz. Devlet eliyle teşviklerle yaygınlaşan alkol sorunu, (BİZİM DEVLETİMİZDE ÇOK MASUM DEĞİL BE BAŞKANIM) hala ciddi boyutlarda. Aynı şekilde tütün alışkanlığının da çok büyük uluslararası şirketler tarafından özendirildiği de ortadadır. Gelişmiş ülkelerdeki uyuşturucu ve alkol sorunun sebepleri elbette daha farklıdır. Bizim gibi orta gelişmişlikten üst gruba geçme mücadelesi veren ülkelerdeki uyuşturucu ve alkol bağımlılığının yaygınlaşmasın kendi ihmallerin yanında farklı saiklerinin olduğu açıktır”
* Cumhurbaşkanı Erdoğan gençler ve çocuklar arasında yaygınlaşan telefon bağımlılığına da dikkat çekerek, “Artık sadece alkol ve tütün bağımlılığı değil, elektronik araçlardaki bağımlılık bilgisayardan cep telefonuna varıncaya kadar çok daha büyük tehditleri oluşturuyor. Bugün 2 yaşındaki yavru cep telefonunda o kadar bağımlı hale geliyor ki giriyor bir odaya onunla meşgul oluyor. Bu ayrı bir tehdit. Buna karşı da neler yapabiliriz bunun üzerinde de çalışmamız gerekiyor. Bugün Türkiye’de cep telefon sayısı 70 milyon civarında. Nüfusumuz 81 milyon” ifadelerini kullandı. ( YORULMAYIN BAŞKANIM. BİZ HEROTÜRK PROJE VE ÇALIŞMAMIZLA HERŞEYİ HAZIRLADIK. AMA SENİNKİLER BİZİ ES GEÇTİLER. YETMEZMİŞ GİBİ DE MOBİNG UYGULADILAR.)
* “Bağımlılığa karşı verilen mücadele, ayın zamanda terörün kaynaklarını kurutmaya yönelik mücadeledir. Terörün olmadığı yerlerde organize suç örgütleri ayın işlevi üstlenir. Türkiye’nin son yıllarda terörle mücadelede kat ettiği mesafenin en önemli sonuçlarında biri de ister transit olsun, ister tüketime yönelik olsun uyuşturucu ticaretinin tüm çeşitlerine büyük darbeler vurmasıdır. Aynı şekilde alkol ve tütün ürünleri kaçakçılığında ciddi azalma meydana gelmiştir. Gayemiz kendimizi de diğer ülkeleri de bu büyük oyunun malzemesi ve hedefi olmaktan çıkarmaktır”
* Cumhurbaşkanı toplumda yaygınlaşan elektronik sigara konusuna da tepki göstererek, “Öyle tilkice hareket ediyorlar. Çıkarmışlar bir elektrikli sigara falan. Garip şeyler. ‘Efendim bunda nikotin yok, çok ama çok az nikotin var’. O dudak alışkanlığı denen olay başladığı andan itibaren herkes akacaksınız ki herkes sigara alışkanlığını adeta yemek yer gibi yemeye başlayacak. Çok geldiler hala geliyorlar. Şu kadar yatırım yapacağız. 500 milyon dolar, , 1 milyar dolar yatırım yapacağız. Biz de kendileri alternatif teklifler götürüyoruz. Peki siz bunu yurt dışına ihraç eder misiniz. Hiç olmazsa yüzde 10’u burada olsun. Sizin tezgahınız başta. Siz buradaki gençliği buna alıştırmak istiyorsunuz. Kusura bakma biz buna müsaade etmeyiz. Terör örgütlerinin arkasında duranlar, teröristleri teşvik edenler, aynı zamanda onların bu tür faaliyetlerine destek verdiklerini bilmelidir. Mücadeleyi her alanda yürütmeden terörizmle başa çıkılamaz. Terör örgütlerinin uyuşturucu ticareti ile mücadelemizde de yeteri kadar destek alamadığımızı belirtmek isterim” diye konuştu.
* “İslam kelim anlamı itibariyle barıştır. Barışı emreden bir dinin terörle yan yana konulması mümkün olabilir mi. Ama dert başka. Dert işte bu DEAŞ gibi örgütlerle İslam’ı kirletmek. Buna müsaade etmeyeceğiz. Biz DEAŞ ile de bir terör örgütlü olarak mücadele ediyoruz, PKK ile de FETÖ ile de mücadelemizi veriyoruz, vermeye devam edeceğiz. Dünyadan İslam dışında ismi terör ile yan yana getirilen başka bir dinin olmaması, bizi bu kavramın kasıtlı kullanıldığı sonucuna götürüyor. Hıristiyani terör diyor musunuz, Musevi terörü diyor musunuz. Bunlardan teröre bulaşan yok mu. Onları niye konuşmuyorsunuz. Gezi olaylarında uluslararası medya sürekli Taksim’i gösterdi. Şu anda Paris’te terör eylemleri var, uluslararası medyada bir ses var mı. Dünya sessiz. Paris’i görmüyorlar. Onların lekelenmesini istemiyorlar. İsteseniz de istemeseniz de dünya bunu takip ediyor” dedi.
* Cumhurbaşkanı Erdoğan uyuşturucu ile mücadele çalışmalarında büyük mesafe kat edildiğini belirterek, “Gençleri ölüme gönderen terör örgütlerine karşı nasıl tavizsizsek uyuşturucu tacirlerine karşı da aynı şekilde tavizsiz davranıyoruz. Cezaevlerinde 52 bin uyuşturucu mahkumu insan var. Bazıları eleştiride bulunuyor. Özellikle bizim derdimiz uyuşturucu müptelası olmaktan halkımızı kurtarma. Biz bu adımları atmazsak Allah göstermesin gelecek nesilleri kaybederiz. Burada adımlarımızı bunun içini atıyoruz ve el ele vererek bu konuda bu işi geliştirmemiz lazım. Bizim nazarımızda gençlerimizi eline silah vermek ile uyuşturucu madde tutuşturmak arasında hiçbir fark yoktur. Türkiye uyuşturucu ticaretine karşı en ağır cezaların verildiği ülkelerden biridir. Bu konuda geri adım atmayı düşünmüyoruz. Tam tersine daha etkili ne tedbirler alırız buna bakıyoruz” diye konuştu.
FEHMİ DEMİRBAĞ

26 Kasım 2018 Pazartesi

1. NAMAZ KILMAK DURUMUNDA DEĞİLSİNİZ.
2. ORUÇTA TUTMAYIN
3. İÇKİ DE İÇEBILIRSİNİZ
4. ZİNA DA YAPABİLIRSİNİZ
5. KUMAR DA OYNAYABİLIRSİNİZ
6. FAİZDE YİYEBİLIRSİNİZ
7. TESETTÜR DE SİZİ BAĞLAMAZ
8. NEDEN ZEKAT VERESİNIZ Kİ?
9. CENNETTEN SİZE NE?
10. YALANDA SÖYLEYEBİLIRSİNİZ.
11. HIRSIZLIKTA YAPABİLİRSİNİZ.
TABİKİ DE EGER KAFİRSENİZ...
YOK MÜSLUMANIM DIYORSANIZ, BU YASAKLARI ÇİĞNEMİŞ OLSANIZ DA TEVBE ETMEK DURUMUNDASINIZ.
HATIRLATAYIM İSTEDİM.
İKTİDAR BU VEBALİ NASIL ÖDER?
Erkeklerin Köpek Kadar Değeri Yok!
Evde bir köpeğiniz var, onu sokağa bırakmak suç artık, yeni gelecek kanunlarımızda cezası var.
Fakat kocanızı evden attırmak suç değil, kadınların hakkı! Bunun için de bir şikayet telefonu açmaları yeterli.
Hayvan hakları ile ilgili kanunumuz zaten vardı yeni kanunlarla da cezalar artırılacak. Artırılsın hiçbir itirazım olmaz, kimsenin hayvanlara eziyet etmeye hakkı yok. Benim itirazım başka bir şeye. Hayvan haklarına göre ” hayvanların bakımlarını ihmal etmek, fiziksel ve psikolojik acı çektirmek, hayvanları, gücünü aştığı açıkça görülen fiillere zorlamak…” suç.
Hayvanlara yapılması yasak olan bu davranışları kadınlar kocalarına yapabilirler kanunen suç değil: Kocalarına psikolojik acı çektirebilirler, yemek yapmayabilirler, kocaları ile cinsel birlikteliğe girmeyebilirler, kocalarının gücünü aşan isteklerde bulunabilirler…
Köpeğini sokağa atamazsın fakat kocanı 6 ay sokağa atabilirsin, hem de kanun garantisiyle.
Hem de “fiziksel şiddet” olmasına da gerek yok. Kadının canı sıkıldıysa yeterli. Hatta erkeğin kadını üzme ihtimali bile varsa kocayı evinden sokağa atabiliyor.
Kadınların ellerinde 6284 gibi kocaya karşı “sopa” olarak kullanabilecekleri bir kanun var.
Bilmeyenler için kanunla ilgili kısa bir bilgi vereyim: 6284 nolu kanun maddesi İstanbul Sözleşmesine dayanılarak yapıldı.
Türkiye’nin 2011 de imzaladığı “İstanbul Sözleşmesi” her zaman her zeminde dostluklarını gösteren (!) sevgili Avrupalı dostlarımızın bize attığı en büyük kazıklardan biridir.
Sözleşmeyi imzalayan ilk ülke biz olduğumuz ve İstanbul’ da imzalandığı için bu “utanç sözleşmesi” maalesef ki güzel İstanbul’umuzun adıyla anılıyor.
“Kadına yönelik şiddet konusunda bölgesel olarak hazırlanmış ilk Avrupa Konseyi Sözleşmesi” diye geçiyor. İstanbul Sözleşmesine “Kadını tanrıça ilan eden sözleşme” de diyebiliriz.
İmzalayan diğer ülkeler çekince koyarak imzaladıkları halde Türkiye hiçbir çekince koymadan imzaladı. Batılı dostlara (!) bu ne güvense artık!
İstanbul Sözleşmesi, bu yıl mart ayında Hırvatistan’da görüşülmeye başlamadan muhafazakarlar “Aile değerlerini zayıflatıyor” diye sözleşmeye tepki gösterdi.
Hırvatistanlı muhafazakarlar parlamentoda yapılması planlanan oylama öncesi, sözleşmenin kadınları koruma kisvesi altında “cinsiyet ideolojisi”ni teşvik ettiğini ve geleneksel aile değerlerini zayıflattığını iddia ettiler.
Hristiyanların aile değerleri bizimkinden daha kıymetliymiş demek mi lazım yoksa onların muhafazakar partileri bizimkinden daha mı muhafazakar ya da daha mı öngörülü ya da daha mı birilerine yaranma çabasında değil… Bunlar sorgulanmalı.
Hırvatistanlı muhafazakarlar konuyu çok iyi özetlemişler. “Kadını koruma kisvesi altında ‘cinsiyet ideololojisi’ yapılıyor.” demişler. Bu ‘cinsiyet ideolojisi’ kavramı önemli, başka zaman üzeriden durmak lazım.
Hırvatistanlı muhafazakarların itirazları sadece İstanbul sözleşmesine, yoksa 6284 gibi bir kanunu zaten ne onların ne de başka hiçbir ülkenin çıkaracağını zannetmiyorum. İstanbul Sözleşmesi 6284 ü mecbur kılmıyor sadece kadınlara yönelik düzenleme istiyor. Fakat biz işgüzarlık yapıp onların aklına gelmeyen kanunları yaptık.
Bu kanun kadına yönelik fiziksel şiddete ceza verse ‘tamam’ diyeceğiz. Gerçi bunun için de ayrı bir kanuna gerek yok. Ceza kanununda zaten şiddeti önleyecek düzenlemeler ve cezalar var.
Fakat bu kanun ile cinsiyetçiliğin en âlâsı yapıldı ve kanun kadınlara özel çıktı ve kapsamı çok geniş.
Fatma Şahin’in Ak Parti’de en etkin olduğu dönemde imzalanan ve imzadan birkaç ay sonra Aile Bakanı olan Fatma Şahin bu sözleşmenin şartlarının yerine gelmesi için canın dişine takip çalıştı. Ve sözleşmenin uygulanması için onun bakanlığı döneminde 2012 de 6284 nolu kanun maddesi hazırlandı ve mecliste tek bir itiraz bile almadan (bu kısım önemli, tek bir itiraz eden milletvekili olmadan) kabul edildi. Bu kanunu onaylamak için elini kaldıran vekiller bunun hesabını nasıl verecekler acaba?
Fatma Şahin, bu kanun maddesini, çoğunluğu PKK destekli feminist kadın dernekleri ile oturup hazırladı bunu da alenen yaptı. Hükümet yetkilileri de “böyle adaletsiz kanun olur mu, feministlerin oyununa mı geliyoruz” demeden kabul ettiler. E tabii korkmak lazım feministlerden!
Mevki makam derdine düşüp Allah’tan korkmayanlar her şeyden korkar. Ve her korku insanın ayağına bağdır, onu cehenneme sürükleyen. Sadece ahiretteki cehennemi kast etmiyorum öncelikle bu dünyada zihninde korkunun cehennemini yaşar insan. Mevki makamını kaybetme korkusu, rızık korkusu, kadın korkusu, rahatını kaybetme korkusu…
Allah’ın rızasından başka korku taşımayanlar yüreklerinde cenneti yaşar.
Allah’ın rızasını geride bıraktıracak her ne korku varsa o korku ile imtihan oluruz, o korkulardan kurtulana kadar ya da ebediyete kadar. Bakınız hâlâ feministlerden korkuluyor. Kanunlar onların rızası gözetilerek yapılıyor.
Velhasıl bizim muhafazakar vekiller kanunu doğru düzgün incelemeden getirebileceği tehlikeleri görmezden gelerek kanunu imzaladılar.
Bu sözleşmeye göre “tanrıça kadına” yönelik “fiziksel, cinsel, ekonomik ve duygusal şiddet” uygulayan en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Fiziksel şiddet tamam, cezalandırılsın fakat cinsel, ekonomik ve duygusal şiddet tanımı çok geniş. Kime göre neye göre şiddet?
Şiddet kişinin algıladığı şeydir. Birine göre şiddet olan başkasına göre değildir.
Kanunda 26 madde var, şiddet olarak belirtilmiş, fakat bu maddeler yoruma açık.
Mesala cinsel şiddet konusu:Bir kadın kocasının hafta iki kez onunla birlike olmasını cinsel şiddet olarak algılayabilir. Kadına göre ayda bir yeterli olabilir ya da senede bir. Şimdi bu kadın “kocam haftada bir benimle birlikte olmak için ısrar ediyor hayır deyince zorluyor dese” erkeğe hemen ceza gelir. Suç:Karısı ile birlikte olmayı istemek. Geneleve gitse suç değil.
Ekonomik şiddet: Kadın kocasının onun ihtiyaçlarını yeterince karşılamadığını düşünür ve şikayet ederse erkek suçlu sayılır ceza alır. Erkeğin kazancı ne kadardır, kadının istekleri mi fazladır, önemli değil. Çalsın çıpsın o zaman yakalanma ihtimali daha az fakat karısının bütün isteklerini yapsın, denmiş oluyor.
Duygusal şiddet: Bunun tanımı daha da geniş. Kadın “kocam bana çiçek getirmiyor, sosyal ağlar da arkadaşlarım kadar ‘kocişim çiçek getirmiş’ diye resim paylaşamıyorum” deyip üzülse al sana kadına şiddet.
Gerçi kanuna göre bu ağır şiddet (!) hareketlerinin gerçekleşmesi gerekmiyor, gerçekleşme ihtimali bile erkeğe ceza gelmesi için yeterli.
Kısacası kadınlar; erkeklere yönelik her türlü şiddeti yapabilirler fakat erkekler, kadın ne kadar suçlu olursa olsun kadınları incitecek söz, davranış ve fiillerde bulunamazlar, bulunurlarsa “kadını incitmekten” suçlu ilan edilir ve kanunlar yoluyla cezalandırılırlar.
İstanbul Sözleşmesi’ne dayanan 6284 nolu kanunun en önemli özelliği sadece kadının beyanı ile erkeğin cezalandırılmasıdır.
Kadını şiddetten koruyalım diyerek erkeklere şiddet uygulanıyor.
Bu kanun sebebiyle erkeğe uygulanan şiddet:
Erkeğin meşru müdafa hakkı elinden alınıyor. Erkeğin beyanı hiçbir şekilde önemli olmuyor.
Erkeğin gerçekten suçlu olup olmadığına bakılmıyor. Cinsiyetinden dolayı erkek, kadına karşı baştan suçlu ilan ediliyor. Bu da adalet ilkesine aykırıdır ve en ağır şiddettir.
İki kişi arasında bir mesele var ve bir kanun maddesi diyor ki; kadın her halükarda doğrudur erkek her halükarda suçludur; erkeği dinlemeye bile gerek yok, derhal cezalandırılsın!
Erkeği cinsiyetinden dolayı aşağılamaktan başka bir şey değil bu kanun. Bazı cani erkeklerin yaptıkları şiddet sebebi ile bütün erkekler potansiyel suçlu görülüp yargısız infaz ediliyor.
6284 anayasaya da aykırıdır. Anayasaya göre “kişinin hak ve özgürlükleri tedbirlerle kısıtlanamaz” fakat bu kanun ile kısıtlanıyor. Bu kanundan mağdur olanlar anayasa mahkemesine dava açabilirler.
6284 açıkça görüldüğü gibi hem adalete hem insan hakların aykırıdır.
Fakat erkekler insan sayılmadığı için hatta kadın derneği KADEM tarafından ayılardan da aşağı görüldüğü için, erkeklerin ayılardan öğreneceği çok şey olduğuna inanıldığı için erkekler bunca zulme karşı mağdur olarak bile görülmüyor.
Kanun imzalandıktan sonra medya ve kadın derneklerinin çabalarıyla köydeki Ayşe Teyze bile öğrendi “koca evden nasıl atılır” diye: “Kocan bağırsa bile şiddet olur” gibi cümleleriyle kadın dernekleri kadınları gaza getirdiler.
O kadar tuhaf sebeplerle kocasını evden attıran var ki, yok artık denilecek cinsten. Kadın dernekleri, katılımcı kadınları yönlendirerek şiddet rakamlarını çok fazla gösterecek çalışma sonuçları ortaya çıkardılar. Ne medyada çıkan yalan haberlerin ne de bu çalışmaların güvenliğini soruşturmuyor nasıl olsa.
İstanbul Sözleşmesi ve 6284 nolu kanun hem adalete hem aileye vurulmuş en büyük darbedir.
6284 ile en çok uygulanan ceza erkeğin evden uzaklaştırılması: Kadın herhangi bir sebeple kocasını şikayet ettiğinde erkek evinden atılıyor, mahallesine giremiyor, belli bir mesafede eve yaklaşmaması gerekiyor, telefonla arayamıyor, karısı ile konuşup iletişime geçmesi, barışmaya çalışması yasak. Bu arada aylarca çocuklarını da göremiyor.
Bir erkek evden atılınca nerde kalır; ne yer ne içer, devletin zerrece umurunda değil, daha bir de onu evden attıran karısına nafaka bağlıyorlar, erkek atıldığı evin faturalarına kadar ödemek zorunda. Böyle bir adaletsizlik başka hangi ülkede var acaba?
Tabii bu kanunu boşanmış kadınlar da kullanıyor. Geçenlerde duydum, kadın eski kocasına eziyet olsun diye uzaklaştırma kararı aldırdığı kocasının evinin yanındaki okula vermiş çocuğu. Erkeğim uzaklaştırma kararında kendi çocuklarına da belli bir mesafede yaklaşmaması gerekiyor. Şimdi bu adam ne yapsın? Yıllardır oturduğu kendi evine gitmesi kanunen suç.
Ya da eski kocasını çocuğu ile görüştürmek istemeyen kadınlar da iftira ile bu kanunu kullanıyorlar. Nasıl olsa kanunlarımızda iftiranın bir cezası yok.
Kaç kadın bu kanunlarla kocasını evden attırdı sayı tam olarak belli değil.
Bu konuda resmi bir açıklama bütün araştırmalarıma rağmen göremedim. Büyük ihtimal çok büyük bir sayı var, bu yüzden açıklamıyorlar. Aile Bakanlığı’ndan ya da Adalet Bakanlığından evden atılan erkeklerin sayısını bekliyoruz.
Bir gazete haberinde. “Kocasını polise şikâyet ederek sokağa attıran kadın sayısı 2006’da 4.884 iken bu rakam 2015’te 190 bine ulaşıyor.” deniyor.
Fakat sayının 190 binden çok fazla olduğuna eminim. Zira geçmiş yıllarda bir yıl içinde sadece İzmir’de 15 bin kadının kocalarını evden attırdığı haberi vardı.
Bir tek İzmir’de bir yıl içinde 15 binse evden atılan erkek sayısı milyonu geçmiştir. Az buz bir zulüm değil bu.
Bir de evden atıldıktan sonra çocuğunu görmeye çalışan ya da karısına barışma mesaji gönderdiği gibi sebeplerle iletişime geçmek de suç sayıldığı için hapis cezası alıp hapse giren erkekler de çok var.
Bu kanundan sonra kadına şiddet hiç olmadığı kadar arttı: Son 7 yılda kadına şiddetin yüzde 1400 arttığını açıklamış hukukçular. Son 7 yıl İstanbul sözleşmesi ile başlıyor ve 6284 ile her geçen gün artıyor. Evinden atılan erkeklerin psikolojileri bozuluyor, cinnet geçirenler oluyor. Bu da cinayetlere sebep oluyor.
El insaf bir düşünsek aynı şey kadınlara yapılsa: Kadınlar, kocalarının keyfi sebeplerle şikayetleri ile evinden atılsa, çocuklarından koparılsa, onlarla iletişime geçme ve yaklaşma cezası olsa kadınlar ne yaparlardı acaba? Sineye çekerler miydi?
Bu kanundan sonra boşanmalar arttı: Kadınların “şikayet edeyim biraz burnu sürtülsün, benim her dediğime he desin” diye basit sebeplerle evden attırdığı kocaların çoğu eve geri dönmemiş.
Evinden atılmak hem de basit bir sebeple erkeklerin çok ağırına gidiyor. Evinden atılmış bir adamın o eşle tekrar yaşaması onunla mutlu olması pek mümkün değil.
İzmir’de bir yıl içinde kocasını şikayet edip attıran 15 bin kadından bir kısmı kocaların geri dönmeyişi üzerine tekrar karakola başvurup “biz sonunun böyle olacağını bilmiyorduk, kocalarımızı geri istiyoruz” demişler.
Erkekleri cezalandırmak üzere yapılmış bu kanun aslında kadına da yapılmış en büyük kötülüktür: “Emrime amade olsun” diye (kadınların pek çoğunun hayalidir, onun emrine amade bi koca) kocasının biraz gözünü korkutmak isteyen kadın, kendini boşanmak için mahkemede bulunca şaşırıyor ve kadın boşanmak istemese de erkek artık onu istemiyor.
Uzaklaştırma kararı aldırdığı kocası ayrılmak için eve eşyalarını almaya gelince intihan eden kadın oldu.
Hem kadına hem erkeğe hem de çocuklara büyük bir zulüm bu kanun.
Bu kanundan sonra aile huzursuzlukları arttı: Feministler tarafından beyni kirletilmiş kadınlar, gaza gelip kocalarını şikayet edip sonra pişman oluyorlar fakat kadın artık istese de şikayetini geri çekemiyor. Çekse de devlet erkeğe 3 bin lira civarı bir ceza veriyor ve bu parayı devlet alıyor.
Bir jandarma anlatmıştı kadının biri “kocamdan şikayetçiyim” diye bizi aradı, dağın başında bir köyden. Bizim merkezden ulaşmamız 2 saat sürdü. Biz varana kadar karı-koca barışmışlar. Kadın ‘ben şikayetçi değilim’ dedi fakat biz işlem yapmak zorundayız, ceza kestik. Kadının ayağında bir giyecek ayakkabısı bile yoktu öyle fakirdi fakat bu cezayı kocası ile birlikte ödemek zorunda.
İşin bir de böyle bir tarafı var. Aileye en büyük darbeyi vuran bu kanun acilen düzeltilmeli.
Ak Parti’ye sorularım:
1-Biz Avrupa Birliği üyesi değiliz. Neden Avrupa Konseyinin böyle cinsiyetçi, adalete aykırı bir sözleşmesini kabul ettiniz?
2-Haydi sözleşmeyi kabul etiniz hangi akılla 6284 ü onayladınız?
3-Haydi bir gaflete gelip Fatma Şahin’in tuzağına düştünüz fakat bu kanundan sonra şiddetin bu kadar arttığını gördüğünüz halde neden yıllardır hâlâ bu kanun uygulanıyor.
Hükümetin seçimden önce acilen bu sözleşmeyi iptal etmesi ve kanun maddesini kaldırması lazım.
İstanbul Sözleşmesinin fesih ile ilgili bölümünde şöyle yazıyor:
“Herhangi bir Taraf, herhangi bir zaman diliminde, Avrupa Konseyi Genel Sekreterine yapacağı bir bildirimle işbu Sözleşmeyi feshedebilir.”
Acilen sözleşmeyi feshedin. 6284 ü de iptal edin.
İnşallah mecliste bu kanunun iptali için teklif hazırlayacak cesur vekillerimiz vardır. Bu kanun kaldırılırsa feminist kadınların carlamalarını biraz çekmek gerekebilir. Bu sözleşme sebebiyle Avrupa fonundan beslenen çoookk kadın derneği var.
Mesala Avrupa İnfo da “Tutunduklarımız:İstanbul Sözleşmesi” başlıklı bir yazıda İstanbul sözleşmesinin kadın derneklerinin tutundukları dal olduğunu anlatılıyor:
“Türk Kadınlar Birliği Genel Başkanı Sema Kendirci Uğurman Avrupa Birliği desteğinin hayati olduğunu vurguluyor. “Sivil toplum örgütleri finansal anlamda hayal ettikleri projeleri gerçekleştirmek için yeterince destek bulamıyor. Avrupa Birliği’nin katkılar sayesinde projeyi hak ettiği boyutta gerçekleştirebildik. Mesela gereken yayınları oluşturabildik” diyor. Proje ekibinden Sevna Somuncuoğlu, “AB özelikle bu projeye gereken insan kaynağınıı ayırabilmemizi ve onu sürdürülebilir kılmamızı sağladı” diye ekliyor.”
Bu kadınlar bu kanunların kadına şiddeti artırdığını gayet iyi bildikleri halde canhıraş savunmaya devam ediyorlar; zira şiddet arttıkça Avrupa fonu ödül olarak parayı artırıyor. Böyle bakılınca kadın derneklerinin çoğu kadın kanından besleniyor. Öldürülen kadınların görünmeyen katilleri feministlerdir.
İsminin başında “Adalet” olan Adalet ve Kalkınma Partisi‘ hükümetinden seçime girmeden, acilen bu kanunları değiştirmesini bekliyoruz, bu onlar için seçimden önce son fırsat.
Bir tek bu kanun değil, Ak Parti hükümetinin kadın politikalarını gözden geçirmesi, aileyi ilgilendiren kanunların acilen daha fazla mağdur üretmeden düzeltmesi gerekiyor: Eski eşe ömür boyu nafaka zulmü, eşit mal paylaşımı, boşanmalarda tazminat, velayet, boşanma davalarının uzun sürmesi, erken evlenenleri cinsel istismar kapsamında değerlendirip dini nikahlı erkekleri tecavüzden yargılayıp mahkum etmek…
Ak Parti eğer seçime bu kanunlarla girecekse önce partinin ismini değiştirip “Adalet” kelimesini kaldırsınlar. Partinin adını icraatlarına uygun:
“Kadınları Kalkındırma Partisi” yapabilirler.
O zaman bizde bu gibi konuların hesabını onlardan hiç sormayız.
Eğer Adalet ve Kalkınma Partisi adı ile devam etmeyi düşünüyorlarsa bize adaletli olduklarını göstersinler, bu kanunlarda adaleti göremiyoruz.
Sema MARAŞLI
ANNEYİ KAYBEDİYORUZ !
ANNEYİ KAYBEDERSEK AILEYI...AİLEYİ KAYBEDERSEK TOPLUMU...TOPLUM OLMAKTAN UZAKLAŞIRSAK TARİHIN MEZARLIKLARI BİZİ BEKLİYOR.
Mağaradakiler gibiyiz
Birbirimize bakmıyoruz, sadece görüyoruz.
Birbirimizi dinlemiyoruz, anlamıyoruz, sadece işitiyoruz.
Tuhaf haldeyiz.
Defalarca yazdım: aileyi kaybediyoruz.
Çünkü anneyi yani, ailenin herşeyi olan anneyi kaybediyoruz.
Aile Bakanımız hala çözülmeyi teşvik etme yolundalar..!
Geçen gün açıkladılar; çalışmak isteyen annelere kurslar verilecek, bu kurslara katılacaklara da yevmiye 70 TL verilecek.
Öte yandan kreşler kamu kurum ve kuruluşların çevresine ve içlerine kadar yaygınlaşacak, özel sektörde de aynı durum teşvik edilecekmiş.
Kreşe çocuğunu gönderen çalışan anneye de 400 TL aylık destek verilecekmiş.
Buradan Bakanımız Hanımefendiye soruyorum : İngiltere gibi, Yalnızlar için bakanlık ne zaman kurulacak Sayın Bakan ?
Zira bu gidiş oraya.
Zira aile diye bir kavram kalkıyor artık, yok olma yolunda adımlar hızlandı.
Güçlü kadından, sadece çalışan kadını hatırlayan bir anlayışı terketmeden, bu işin düzeleceği de yok ne yazı ki.
Çalışan kadını korudukça; bir yandan erkekler tembelleşip kahvede oturmaya başladı, öte yandan evde köle gibi çalışıp iş yapan, aileyi ayakta tutan ve çocuk yetiştiren kadın ile ikisini birbirine karşı kinlendirdik ve böylece öteki kadını da aklında hiç yokken, çalışmaya özendirdik.
Çalışan kadının çocuğuna evde baksın diye para verdiğimiz Babaannelerle anneanneleri de birbirine düşürdük.
Baba, evin direği diyoruz ama anne evin herşeyidir; bir evin temeli, tavanı, çatısı annedir.
Anne yoksa ev yoktur, aile yoktur.
Komşuluk yoktur.
Akrabalık yoktur.
Anneyi evden koparıp, çocuklardan, mahalleden, komşulardan, akrabalardan koparıp kapitalizmin azgın dişlilerinin arasına terkediyoruz.
Televizyonlarda, bana bir tek ürünün reklamını gösterin ki içinde kadın olmasın.!
Kadını, sabahın köründe metrolara, metrobüslere konserve balık gibi doldurup övüten bu zalim, azgın ve acımasız çarkların insafına bırakan ve bu gidişi sürekli körükleyen anlayışı Allah aşkına bırakın artık.
Evde kadın olmayınca ev yoktur, aile yoktur bunu, neden anlamak istemiyorsunuz ?
Sanayileşmeye başlayalı beri adım adım dedeler ve nineler aileden koptu.
Geriye anne, baba ve çocuklar kaldı yani büyük ve geleneksel köklü aile yapımız gitti onun yerine, çekirdek ailemiz oluştu.
Çekirdek ailenin de annesi ve babası işe, çocuklar bakıcıya, kreşe veya okula gidince evler evlikten çıkıp otele dönüştü.
Yasaları yapanlar, uygulamaya çalışanlar, yönetenler hiç kimse kendini kandırmasın, hem eşleri ve hem de nineleri birbirine düşman ettik.
En ufak bir tartışmada evinden, yuvasından kovulan Anadolu insanının onurunu zedeleyen batıcı, seküler ve materyalist anlayış yüzünden kadın cinayetleri git gide çığırından çıktı.
Aynı fakülteden mezun olup çalışan, evlenmeyen ve ya evlenip en çok bir çocuk yapan, Türkiye’yi hızla yaşlandıran, çocuğunu anne şefkatinden mahrum ederek toplumu uçuruma doğru sürükleyen kadını güçlendirmek adına, yani çalışan kadın lehine sürekli yasa ve yönetmelikler çıkarıp güya ödüllendirirken, diğer yandan fakülteyi bitirip yuvasını kuran, üç-dört çocuk yapıp ülkemizi gençleştiren, kaliteli annelik yapan ve evinde köle gibi çalışan, komşuluğu, akrabalığı, dayanışmayı, geleneksel aile bağlarını sıkı bir şekilde devam ettiren kadını görmezden geliyoruz.
Evvela genç kızlarımızı yani, anneyi yani, aileyi kurtarmalıyız.
Vakit geç olmadan, Batılılar gibi iyice uyuşturucu bataklığına saplanmadan, aileler dağılmadan, cinnet ve cinayetler çoğalmadan kadın, aile, çocuk ve gençlik üzerine dini, ahlâki, ilmi çalışmalar yapmalı, uygulamalıyız.
Biz, biziz.
Bizim aile yapımızı, Batılıların uyguladığı ve aileyi iyice çözdüğü gibi yasa ve yönetmeliklerle koruyamazsınız.
Bizi, Peygamberi metodlar ve öğretim (eğitim değil, öğretim) kurtarır.
Şu anda gidilen bu yol, yol değildir.
Bu yol ve yöntemlerle aileyi iyice çözüyor ve parçalıyoruz.
Biz bize, kendimize dönmeliyiz.
Geç kalıyoruz.

FERMAN KARAÇAM
GOMİNİSTLER
Aşağıdaki yazıyı Recep Yazgan kardeşim kaleme almış. Takibinde olduğum gominist belediye başkanıyla ilgili bir yazı.
Düşünsenize 800 küsur belediye başkanımız var Akparti' den. Haydi Mhp'li belediyeleri de katalım bu sayıya....
Gıpta edilecek adamlar ve çalışmalar ortaya koyamamışız. Bizse bir gominist belediye başkanının yaptıklarını ve yapmaya çalıştıklarını imrenerek takip ediyor, onu konuşuyoruz.
Bizim belediyeler sözkonusu olduğunda da israf, kibir, komisyon gibi konular hemen akla/gözönüne geliyor.
Yazık...Bu dava için sarf ettiğimiz çabalarımıza, ömrümüze...
Biz bu mu olacaktık? Böyle mi olacaktık?
Yeni bir seçim arefesindeyiz. Liyakatli başkan arayışından öte kimin adamı meselesiyle yeni bir başlangıç yapmanın telaşesi içerisindeyiz.
Bir gominist kadar konuşulamamak...
Konuşulduğumuzda da ibretlik tablolarla dile gelmek...
Erime nereye kadar?
Kültürel yozlaşmadan payını almayan müessese kalmadı. Emsal noktada artık gominist bir başkan hepimizi paçavraya çeviriyorsa artık şapkayı önümüze alıp düşünmek durumundayız.
Evet Recep kardeşimize kulak verelim...
"Sosyal(ist) belediyeciliği kırdan şehre yaymak!
Bu yazının komünizm propagandasına girip girmeyeceğini inceleyedurun; Türkiye’de komünist belediye başkanı var da neden İslamcı belediye başkanı yok?
25 Kasım 2018
Yeni Akit yazarı Dilipak’ın, ‘Bu durumda oyumuzu kime verelim!’ başlıklı yazısındaki, “Benim genel olarak savunduğum, bir parti işe yaramaz bir adamı aday gösterse, bir başka parti de İdris Küçükömer gibi sol gelenekten gelen bir adamı aday gösterse, benim tercihim 2.’si olurdu” ifadeleri bana Türkiye’nin tek ‘komünist’ belediyesi Ovacık’ı hatırlattı.
Borcu olmayan tek belediye ve Makam arabası olmayan tek belediye başkanı…
Başkanın maaşı belediye personelinden daha az.
Göreve gelir gelmez suyu bedava yapacakmış fakat devlet buna olur vermeyince Ovacık sakinlerine suyu, sudan ucuz vermeye başlamış; tonu 50 kuruş…
Ulaşımı ücretsiz yapmış.
Ovacık’a Komünist belediye ve başkanını görmek için her yıl 100 Binin üzerinde turist geliyormuş; Ülkücüler, Saadet Partililer, hatta AK Partililer…
Özellikle gençler Ovacık’ın çevresinde kamp kuruyorlarmış.
Kütüphanesi olan belki de tek belediye; 10 bin kitaplı iki kütüphanesi var.
Kurdukları Ovacık 94 Mahallesi Tarımsal Kalkınma Kooperatifi, Türkiye'nin 81 iline nohut, kuru fasulye, çay bal gibi organik ürün gönderiyor.
Kargo ile bütün ülkeye dağılıyor hatta yurtdışına…
Geçen yıl 100 ton fasulye, 30 ton barbunya, 7 ton bal üretip satmışlar.
Ürünlerin paket torbaları Halk Eğitim Müdürlüğü'ndeki kursiyer kadınlar tarafından dikiliyor.
Buradan sağlanan gelirle Ovacıklı 100 öğrenciye 200 TL üniversite eğitim bursu ve fakirlere gıda desteği veriliyor.
Komünist Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu’nun, hayvancılığın geliştirilmesi, marka süt ve süt ürünleri üretilmesi, güneş ve rüzgârdan yenilenebilir enerji elde etmek gibi hedef projeleri var.
Her yıl belediyenin gelir gider tablosu belediyenin önüne afiş olarak asılıyor.
Başkan Maçoğlu, "Harcadığımız her kuruşun hesabını halkımız bize sorsun diye hesapları halka açıyoruz. Biz yönetime geldiğimiz zaman belediye zarardaydı ve borçları vardı, şimdi belediyemiz kâra geçti ve nakit parası da var" diyor.
Bu yazının komünizm propagandasına girip girmeyeceğini inceleyedurun;
Türkiye’de komünist belediye başkanı var da neden İslamcı belediye başkanı yok?
Makam arabasını reddeden, maaşı çalışanından az, derviş meşrep, mütedeyyin belediye başkanımız neden yok?
Olsaydı hayata geçireceği icraatları yukarıda sıralanan komünist belediye başkanının faaliyetlerinden farklı ve fazla olarak neler ihtiva ederdi çok fazla düşünülmemiş gibi duruyor.
Komünist belediye başkanından farklı ve fazla olarak hakiki manada İslamcı (şeriatçı?) bir belediye başkanı, İslam’ın korumayı taahhüt ve teklif ettiği; din, can, akıl, nesil ve mal emniyeti hususlarını ön plana çıkarmak için ne gibi hedef ve projeler ortaya koyardı?
Ya da İslam Medeniyet Tasavvuru şehirciliğini?
Ya da faizin haram, zekâtın farz olduğunu iş ve icraatlarında tezahür ettirecek hangi usul ve metotlardan hareket ederdi.
Kur’an ziyafetleri ve Ramazan eğlencelerinden fazla neler yapardı?
Bugünün sözde İslamcı belediye başkanlarının yobaz görünmemek adına uzak durdukları hangi İslami hassasiyetleri ön plana çıkarırdı?
İslam ahlak ve fazileti yani Emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i anil münker uğruna belediye başkanlığından azledilme veyahut belediyesine kayyum atanma tehlikesiyle burun buruna gelmeyi göze alabilir miydi?
Fehmi Demirbağ
ELEŞTİRELLİŞTİRDİKLERİMİZDEN MİSİNİZ?
Kışkırtılmış ve batı tarafından dizayn edilmiş dindarlık, modern problemler karşısında ne yapacağını bilemiyor. Teknoloji konusunda özellikle. Gelişmelerin ve değişimlerin farkında bile değiliz. Modernite karşısında sus-pusuz! Mesela, betonla-naylonla nasıl başa çıkacağını bilemiyoruz. İslamın mevcudat karşısında değerleri yerle yeksan. Haçlılara, Sırplara, İngilizlere yenilmeyen bir medeniyet olarak betona-sentetiğe yeniliyoruz, farkında değiliz.
Belediyeler büyük bir savurganlıkla her tarafa park, cami yaparak, yapılan restorasyon çalışmalarıyla tarihimizi ve medeniyetimizi yok ediyor. Bunun nedeni bilgisizliğe dayalı görgüsüzlükten.
Sömürge valilerinin tavırlarıyla ülke yönetmeye çalışıyoruz.
Ne yardan geçiyoruz, ne serden.
Hem Müslüman kalalım istiyoruz hem de tam bir batılı gibi yaşayalım.
Mümkünatı olmayan hayallerdeyiz.
Bu çelişik durum bizi komik durumlara da düşürüyor.
Kitlelerin durumu ise alabildiğince hazin.
Düşünen adama bile, sorgulayana bile tahammül kalmamış durumda.
Gündelik hayat herkesi kündeye getirmiş durumda.
Partizanlık amentümüzü belirliyor.
Ya da mucize ve kerametlerin beklentisine hasretmişiz kendimizi ki, heyhat!
Ya da susacağız. Genel kitlenin teslimiyetine serdedeceğiz kendimizi.
Çürüdüğümüzü görmezden geleceğiz.
Çözüm önerilerine kulak tıkayacağız.
Şikayetlenmeleri zül adledeceğiz.
Birilerinin adamı olacağız.
Gemisini kurtaran kaptanlardan olacağız ama denizin bittiğini görmezden gelerek.
Pespayeleğin adına bile dava deyip es geçeceğiz bazı şeyleri.
Tuğyan ve kıyamet uzak gelecek...
Kavramlarımız ölecek kelimelerimizle birlikte hücre hücre...
Kırışacak tenimiz, buruşacağız.
Ama emin adımlarla cennet beklentimiz olacak büyük bir utanmazlıkla.
Kültür...Sanat...Eğitim...ve ahlak boş lakırtılardan ibaret kalacak!
Suya sabuna dokunmadan temizlenmenin faziletlerinden bahsedeceğiz.
İkiyüzlülüğümüzü bile arayacağız binbir surat halet-i ruhiyemizle...
Olsun!
Bizden birilerinin kendilerini kurtarması bize umut olacak; fırsattan bizler de belki sayelerinde yırtarız.
Utanmayacağız, arlanmayacağız, sıkılmayacağız; en yeni kostümlerle caka satacağız podyumlarda-kürsülerde!
Adam sanmaları için bizleri pişmiş kelle pozlar vereceğiz fotoğraf makinalrına. Çirkin çıksa da suretlerimiz paralı adamlarımız rotuşlar nasıl olsa!
İslamcıyız ne de olsa...
Bu tabela bizi kurtarır bir şekilde.
En azından mazimiz öyle.
Biz şanlı ecdadın nesliyiz.
Haydan geldik, amma. Huggeden nasipleniriz.
Bi haller oldu bize...
Olanı da kabullendik amma!
Tevbe etmesini bile unutarak...
Fehmi DEMİRBAĞ

14 Kasım 2018 Çarşamba

MEHMET AKİF BATILILAŞMA SEVDASINA KÖRÜ KÖRÜNE YAKALANMIŞ HASTALARIN HEGEMONYASINA KARŞI DİYORDU Kİ;
“Tesettür kalktı, ortadan bet bereket de kalktı”
Akif mütemadiyen onu tekrar edip duruyordu. Üniversiteleri ıslah edelim, okulları ıslah edelim, namazımızı kılıp orucumuzu tutalım, ıslah edelim, ibadet edelim.
E BİZ DE AYNI ŞEYİ DİYORUZ.
Dönemin istibdatçıları onun Müslüman kimliğinden dolayı rahatsızdılar. Hatta İstiklal marşını bile 2 kez değiştirmek istediler.
Necip Fazıl'a bile teklif götürdüler.
O da şu mısraları yazdı:
Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Avlanır, kim sana atarsa kement,
Ezel kuşatılmaz, çevrilmez ebet.
Allahın seçtiği kurtulmuş millet!
Güneşten başını göklere yükselt!
Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Nur yolu izinden git, KILAVUZ’un!
Fethine çık, doğru, güzel, sonsuzun!
Yürü altın nesli, o tunç Oğuz’un!
Adet küçük, zaman çabuk, yol uzun.
Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!
Şahit ol, ey kılıç, kalem ve orak!
Doğsun BÜYÜK DOĞU, benden doğarak!
Aynası ufkumun, ateşten bayrak!
Babamın külleri, sen, kara toprak!
***
Yani müesses nizamın ilkeleriyle düzene itira eden bizim gibi kafalar hep bir karşılaşma hali yaşayacağız.
Ama düzene ititraz etmek adına toplumsal huzurun bozulmasına da çanak tutmamak lazım, diye düşünüyorum.
Benim gibi düşünmeyin.
En azından bu konuları siz de düşünün diyorum.
Fehmi Demirbağ
HAKKININ HAKKI!

PEK SAYIN MUHTEREM MÜŞTERİLERİMİZ
PİSA, SPAN, CARLBRO!
“Yıkarken para kazan, yaparken bir daha kazan!”
Vahşi Kapitalizm sürecinde tek bir kutsal vardır: KÂR!
Küreselleşme sürecinde ulus ve yurttaşlık bilincinden yoksun olan, etnik ve cehalete dayalı dinsel bağlarını öne çıkartan, üreten yerine tüketen insan rolünü yüklenen insan modeli gündemde tutulur. Entelektüel bilgi ölçüsü bu haklardan söz edebilen insanla özdeştir.
Toplumsal ve sosyal kavramlar geri itilerek unutturulur. İnsana “önemli olan sensin”
denilmektedir. Güya birey mukaddes bir varlığa dönüştürülür. Hümanizma had safhadadır. İnsanları bu role hazırlayan bir takım "güya hak”lardan söz edilir.
Tüketici hakları: Küreselleşmeyle birlikte dünyada üretici hakları hiçe sayılırken
“tüketici hakları” diye bir kavram itibar görmeye başladı. “Defolu mal satın almayınız” demek ister, oysa piyasayı canlı tutmaktır asıl maksat. Çılgın alış-veriş günleri-organizasyonları yapılır. Ne kadar tüketiyorsan o kadar saygınsın. Kimliğin markaların insafındadır. Küçük üretici hakları unutturulmuştur, hatta köylünün tarlasını boş bırakması tercihleridir. Makinalaşmanın getirdiği yoğun üretim ön plandadır. Kuralları oyun sahipleri belirler. Karteller, tiröstler halkların meclislerinden önce yüce normları belirlemişlerdir bile.
İnsan hakları: Etnik, kültürel ve dinsel ayrımcılığı körüklemek üzere ortaya atılmış
bir hak türüdür. Oysa insanı sosyal varlık yapan özelliği üretim ilişkisi içerisindeki yeridir. Aileden başlayıp komşuluk ilişkilerine kadar yakın teması istemez. Bireyselciliği benimser.
Çalışan insanı kendi sınıfından ayrı düşürmek ve bu doğrultuda düşüncesini şekillendirmek üzere ortaya altmış bir kavramdır.
Almanya’da 2.Dünya savaşından sonra sıkça dillendirildiği görülmüştür. Amacı,
sosyalist ülkelerde insanların özgür olmadığını, ülke dışına çıkmalarının yasak olduğunu yaymak ve bu nedenle batıya kaçmak isteyenlere yardım etmek, onlara iş ve ev vermekti. Aynı şey şu anda İslam dünyasının insanları için tezgahlanmaktadır. Amerikan rüyası dedikleri şeyin hasretini çektirmektir. Özellikle çıkartılmış savaşlarla, mültecilik meselesiyle gerçek niyetlerini saklarlar.
Daha sonra bu kavram emperyalist blok dışında kalan diğer bağımsız ülkeleri parçalamak amacıyla kullanılmaya başlandı.
Küreselleşmenin en itibarlı kavramıdır; insanı toplumdan soyutlamak, bireye indirip
yalnızlaştırmak için etkin bir silahtır. Tabi insan haklarından kastettikleri siyonistler ve emperyalistlerdir. Geri kalan yığınlar köle kaldıkları ve tükettikleri ölçüde; efendilerine hizmet ettikleri sürece sorun yoktur. Her türlü janjanlı ambalajlarla servis edilir.
Okullarımızda bile ders olarak okutulması gündeme getirildi; Bunun arkasına saklanılırak “Ben Müslüman Türküm” demek, diğer Müslüman olmayan gruplara ve marjinallere saygısızlık olarak kabul edilecek kadar ileri gidildi,
“Arkadaşlarının temel hak ve özgürlüklerine saygısızlık etmek” şeklinde bir açılımla davranış bozuklukları arasında sayıldı.
Davranış bozukluğu ifadesi içerisinde bir başka pedagojik yanlış daha yapılmaktadır;
“Hatalı davranışın düzeltilmesi” biçiminde bir yaklaşım getirilmesi gerekirken, çocuğun kişiliğini hedef alan “Davranış Bozukluğu Gösteren Çocuk” üst başlığı kullanılmaktadır.
Oysa, yanlış olan çocuk değildir, davranışıdır. Ona bu yanlışları öğreten yetişkinlerdir. Sistemdir, sokaktır, ailedir; okullardır.
Madem çocuk davranış bozukluğu(!) içerisinde ise onun iyileştirileceği yer psikologun danışmanlık bürosudur; çocuk bu konuda bir ticari istismar meselesidir. Okullar üzerinden ticari bir metaya dönüştürülmüştür. Rehberlik öğretmenlerine verilen hizmet içi eğitim seminerleri buna yönelik bilgilerle doludur. “Davranım Bozukluğu” gibi çarpık bir tanım da kullanılmaktadır.
Kültürel haklar: Biz inancımıza göre insanı tanımlayamazken, batı kafası “İnsan biyolojik, psikolojik ve sosyal varlıktır”, “insan kültürel ve duygusal varlıktır” diyerek salata yapmaya devam etmektedir.
İnsan hakları kavramının içeriği her fırsatta ve bulguda genişletilmektedir. Ulusal müfredatın eğitimde birlik ilkesi buradan yola çıkarak delindi; “çocuk kültürel varlıktır, kendi kültürünün dışındaki bilgileri, şarkıları, oyunları, dersleri almaya zorlanamaz” şeklinde yoruma açık hale getirildi. Ama emperyalist batı kültürünün yaygın eğitimdeki materyallerinin talanından nedense uzak tutulması görmezden gelinmektedir.
İnsanlar arasında kültürel farklılıkları derinleştirerek parçalamayı hedefler. Yerel değerlerle ayrışma artırılırken herkes tek dünya kültürüne angaje edilmektedir. Misal Türk-Kürt birbirlerine düşürülürken birbirlerinin değerlerine tahammül edemezlerken her ikisi de starbucks cafede kahvelerini yudumlayabilmektedirler. Ancak o ortamlarda birbirlerine tahammül etmektedirler. Böl, parçala, yut...sakın uyanmasınlar ama...
Kadın hakları: Cinsiyet ayırımcılığını öne çıkartır. Kadın-erkek ayırımcılığını
körüklemek, bu yolla da toplumda dayanışma ruhunu geriletmek, sanal düşmanlar yaratarak insanların dikkatini küresel saldırılardan uzaklaştırmak ister.
Gerçekten çalışan veya işsiz annelerin haklarıyla ilgilenilmez. Çalışan kadınların
sosyal hakları, çocuğuna süt içirme hakkı, çocuklarının temel besinlerini kolaylıkla bulma hakkı onların ilgi alanı dışındadır. Kadın kavramının en süistimal edildiği başlık burada saklıdır. Buranın üzerinden aile tahrip edilmek istenilir.
Eşcinsel hakları: Ya da cinsel pozitif ayrımcılık. İnsan ırkını yok etmeye yönelik, bütün ahlaksızlıkları bünyesinde bulunduran bir kavramdan sözediyoruz. Günümüzün çıldırmış batı kafası atom bombasından daha tehlikeli sonuçlara ve yıkımlara yol açacak olan bu konu üzerinden hakçılık palavrasıyla insanlığı tehdit etmektedir.
Çocuk hakları: Küresel saldırılardan en çok yara alanların çocuklar olduğunu
gözden uzaklaştırmak üzere ortaya atılmış kavramdır. Çocukları tüketici yapmanın yollarını açmak üzere ortaya atılmıştır. Çocuğun sosyal varlık olduğunu unutturmak, birey olarak var olduğunu gündemde tutmak ister.
Çocuk haklarından söz edenler gerçekte çocukların eğitimde piyasa canavarına teslim edilirken uğradığı zararları ve doğasıyla oynandığını görmezler.
Çocuk, yetişkinler tarafından korunmak ve eğitilmek zorundadır. Hakçı ve merhamete dayalı politikaların olmadığı toplumlarda çocuklar her zaman birilerinin sömürüsüne maruz kalacaktır. Çocuğu kodlayarak kölelik sisteminin devamından yanadır.
Azınlık hakları: Ulus devletlerin dağılmasını hızlandırmak, halkın dayanışmasını
zayıflatmak ve toplumu etnik ve dinsel olarak olabildiğince küçük parçalara ayırmak üzere ortaya atılmıştır.
Küreselleşme sürecinde dünyamız tek kültüre doğru, “kullan at” öz cümlesinde
ifadesini bulan tüketim toplumuna doğru sürüklenirken azınlık haklarının sözde kalacağı gerçektir. Çok kanallı televizyonda sunulan birbirinin kopyası programlar tek kültüre gidişin açık örneğidir.
Dünyada, küresel merkezlerden yayılan pop kültürün egemenliği altında hem klasik
sanatların hem de halk kültürlerinin yok olmakta olduğu açıkça görülmektedir. Dünya halkları bir küresel asimilasyonla karşı karşıya getirilmişken onlara azınlık haklarından söz eden aynı Batı, iki yüzlü davranmaktadır.
Hele şu an şu dakika dünyanın her köşesinde vahşi katliam ve soykırımlar işlenirken...Misal Yemen'de...susan, görmezden gelen egemenlerin samimiyetini sorgulamak durumuzdayız, biz müşteriler...
Fehmi Demirbağ
ÖĞRENMEK İSTİYOR MUSUN?

ÖĞRENMEYİ ÖĞRENMELİYİZ. BUNUN İÇİN ALIŞILAGELEN ALIŞKANLIKLARIMIZDAN VAZGEÇMELİYİZ. HELE Kİ OKULDA ÖĞRENDİKLERİMİZİ GÖZDEN GEÇİRMELİYİZ. YA ÖĞRETİLENLER YANLIŞSA?
EN İYİ ÖĞRETMEN HAYATIN TA KENDİSİDİR. BİZİ CENDEREYE SOKAN DA BU! YANİ OKULDA ÖĞRENDİKLERİMİZLE HAYATIN ÖĞRETTİKLERİ ÇELİŞTİĞİNDE ŞAŞIRAKALIYORUZ. KENDİMİZİ DE GÜVENSİZ HİSSEDİYORUZ.
OKUL KONSANTRE ÖĞRETİR. 
HAYAT İSE PARÇA PARÇA.
MESELE PARÇALARI BİR PUZZLE GİBİ BİR ARAYA GETİRMEK DE!
DENEYİMLERİNİZİ GÖZDEN GEÇİRİNİZ.
ÖĞRENMEK İÇİN TEKNİK GELİŞTİRİNİZ.
ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİĞİNİZDEN ÖNCELİKLİ OLARAK KURTULMANIZ GEREKİYOR.
BEYNİMİZİN İÇİNDEKİ 100 MİLYARA YAKIN NÖRON SİZDEN BU KOMUTU BEKLİYOR.
HERŞEY SİZİN İRADENİZ ALTINDA.
ÖNCE ŞU BEN YAPAMAM-EDEMEM KODLAMASINDAN KURTAR KENDİNİ.
BAK ŞU KÜSTAH İNSANOĞLUNA. KENDİSİNİ İLAHLAŞTIRMA MAKAMINDA GÖRMEKTEYKEN, KENDİ ÜRETTİĞİ ROBOTLARA DAHA YÜRÜMEYİ ÖĞRETEMEDİ. YA SEN?
İLK ADIMINI ATTIĞIN GÜNÜ HATIRLIYOR MUSUN? NASIL KOŞMAYA BAŞLADIN PEKİ?
BAZI ÖĞRENİMLER SENİN KODLAMANA YAZILDI. İRADENLE Mİ NEFES ALMAYI ÖĞRENDİN?
SENİN ÖĞRENMEN GEREKEN ŞEY, NASIL ÖĞRENECEĞİNİ ÖĞRENMEN.
ZATEN BU SENİN YARADILIŞ GEREKÇEN.
SEN UZUN YAZILARI OKUMAYI SEVMEDİĞİNİ SÖYLÜYORSUN MİSAL.
SEN SÖYLEDİĞİN İÇİN BEN SANA ZORLA OKUTMA YAPTIRAMAM Kİ?
DEVAM EDERİZ...HELE ŞU NEGATİF YÜKLEMLEMELERİNDEN BİR KURTUL.
DAHA NELER KONUŞACAĞIZ, NELER!

FEHMİ DEMİRBAĞ
GÜVEN OYLAMASI
* TOPLUMU TASARLAYAN, ONA YÖN VEREN YAPILARI NOTLAYALIM MI?
* ONLARA BİR KARNE VERECEK OLSAK NASIL BİR NOTLANDIRMA YAPARDIK?
* KİMLER GÖREVLERİNİ HAKKANİYETİYLE YERİNE GETİRİYOR?
*100 ÜZERİNDEN KAÇ PUAN VERİRDİNİZ?
A- SİYASİLER
B- BÜROKRATLAR
C- ÜNİVERSİTE KURUMLARI-AKADEMİSYENLER
D- EĞİTİM CAMİASI-OKULLAR
E- SAĞLIK KURUMLARI-MENSUPLARI
F- SANAT CAMİASI
G- TELEVİZYONLAR
H- YAZAR VE AYDINLAR
I- GAZETECİLER
J- SOSYAL MEDYA
K- ADALET MENSUPLARI
L- EMNİYET MENSUPLARI
M- ESNAF
N- SANAYİCİ-İŞ ADAMLARI
O- AİLE
P- CEMAATLER
R- SPOR DÜNYASI
S- HÜKÜMET
T- BELEDİYELER
U- DİN GÖREVLİLERİ
Ü- İŞÇİLER
V- STK' LAR
Y- SİLAHLI KUVVETLER
Z- KÖYLÜLER
CİDDİ BİR ÇALIŞMADIR. CİDDİYE ALMANIZI RİCA EDİYORUM. SAYFALARINIZDA PAYLAŞMANIZI RİCA EDİYORUM. DEĞERLENDİRMELERİ YORUMA YAZMANIZ DA RİCA OLUNUR.
HERBIR ŞIKKI AYRI AYRI NOTLAYINIZ.

http://sebayazilim.com/fehmidemirbag/example.php
FEHMİ DEMİRBAĞ

ALLAH'IN AYETLERİNE BİR GÖZ GEZDİRELİM -1-
Batı Afrika fil balığı (Gnathonemus petersii), Afrika’nın 270C’lik sıcak ve çamurlu sularında yaşar.
İsmini, baş şekillerinin fil burnuna benzemesinden alan bu balıklar, yemek bulmak, karanlık ve bulanık sularda yönlerini tespit etmek için zayıf elektrik alanlarını kullanırlar.
Düşük elektrikli bu balıkların başları üzerindeki çıkıntılı kısım, elektrik algılayıcıları ile kaplıdır.
Alınan elektrik sinyallerinin birleştirilmesi çok fazla işlem gücü gerektirir; fil balıkları balıklar aleminde en ağır beyne sahip olanlardır.
Bu türde beyin o kadar büyük ve aktiftir ki, balığın kendi metabolik enerjisinin %60’ını kullanır. Bu da insanlardakinin 3 katı bir değerdir.
Canlının elektrik sinyali yayan elektrik organı ise kuyruğunda yer alır. Balık yolunu, kuyruk tarafındaki kaslarından düzenli olarak yaydığı elektrik sinyalleri ile bulur.
Normal şartlarda, dakikada yaklaşık 500 sinyal yayar. Fakat suyun kirlilik oranı arttıkça dakikada ürettiği sinyal sayısı 1.000’i aşabilir.
Düşük elektrikli fil balıklarının baş kısmı elektrik algılayıcılarıyla kaplıdır.
Canlı, yemek bulmak ya da karanlık ve bulanık sularda yönünü tespit etmek için zayıf elektrik akımlarını kullanır.
İngiltere’nin Bourmounth şehrinde kirliliği ölçmek için, fil balıklarından faydalanılarak yapılan dedektörler kullanılmaktadır.
Bourmounth’daki bir su şirketi, Stour nehrinden aldığı su örneklerini 20 fil balığının kontrolüne vermiştir.
Her balık nehirden gelen su ile doldurulmuş bir akvaryumda yaşatılmaktadır.
Akvaryumlardaki alıcılar sinyalleri alıp bağlı oldukları bilgisayarlara iletmektedir.
Eğer su kirli ise balığın artan sinyalleri tespit edilerek bilgisayar aracılığı ile alarm verilmektedir.
Eğer bir balık, bir bilim adamına ilham kaynağı olabiliyor ve teknik bir mükemmellik sergiliyorsa; insanların üstesinden gelemediği bir soruna üstün sistemleri ile çözüm olabiliyorsa, canlının yaratılışında düşünülmesi gereken bir olağanüstülük olduğu ortadadır.
Böyle mükemmel bir yaratılışın kör tesadüflerin, şuursuz rastlantısal süreçlerin ürünü olması elbette ki mümkün değildir.
Bugün bilim adamlarının taklit ederek faydalanmaya çalıştıkları bu üstün mekanizma, Allah’ın sonsuz aklının, ilminin ve yaratma sanatının sayısız örneklerinden biridir.
Yüce Allah örneksiz ve kusursuz yaratmaya kuşkusuz ki kadirdir. Rabbimiz’in kadrini ve yüceliğini takdir edemeyenler, Yaratılış’taki sanatı ve olağanüstülüğü görmediklerinden değil, içine daldıkları büyüklük hissinden dolayı yanılgıdadırlar. Bir ayette bu durum şöyle haber verilmektedir:
Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu, gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları dolayısıyladır. (Araf Suresi, 146)
Oysa büyüklük yalnızca Yüce Allah’a aittir:
Göklerde ve yerde büyüklük O’nundur. O, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Casiye Suresi, 37)

ALLAH'IN AYETLERİNE BİR GÖZ GEZDİRELİM -2-
Agamidae adı verilen uçan kertenkeleler Güney Asya ormanlarında yaşarlar. uçan kertenkele
Ortalama boyutları 20-30cm kadardır ve vücut yapıları ince ve uzundur.
uçan kertenkele
Vücudunun yanlarındaki deriyi gererek oluşturduğu kanatlarla 10 metreyi aşan uçuşlar yapabilir.
Ejderha kertenkeleleri yaprakların rengini taklit ederek kamufle olurlar. Ayrıca, iniş sırasında yaprak gibi düşebilmeyi de becerir ve bu sayede avcı kuşların saldırılarından korunur.
uçan kertenkele
Bununla birlikte kamuflaj, aynı zamanda bir savaş stratejisidir. Avını yapraklar arasında kamufle olarak bekler.
uçan kertenkele
Uçan kertenkelenin kullandığı uçuş ve gizlenme tekniği bir bütündür. Yaprak gibi süzülme, iniş tekniği, kanatların hafif ve katlanabilir olması, sırtının renginin yapraklarla uyumu, sistemin başarılı biçimde işleyişi için gerekli özelliklerdir. Bunlardan birinin eksik olması durumunda diğer özellikleri bir işe yaramayacak kertenkelenin hayatı tehlikeye girecektir. Yani sistemin daha ilkelinin ya da yarımının bir faydası yoktur.
uçan kertenkele
Bu canlının boşluğa düştüğü anlarda derisini germesi, avlanmak için ve av olmamak için kamufle olabileceği yerleri fark edip oralarda durması, bilinci olmayan bir canlının yapabileceği bir davranış değildir, bunu onun kalbine ilham eden ve yaptıran yüce Allah’tır. Allah bir ayette şöyle bildirmiştir: Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “OL” der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi 117)
ALLAH'IN AYETLERİNE BİR GÖZ GEZDİRELİM -3-
Vücudunuzun her hücresinde dünyada hiç kimsenin konuşmadığı bir dilde yazılmış, müthiş bir bilgi hazinesi saklıdır.Bu dilin alfabesi sadece dört harften meydana gelir ve her harf, “baz” veya “nükleotid” denilen kimyasal bir molekülü temsil eder. “Kodon” adı verilen genetik kelimeler de bu harflerden oluşmaktadır.
Dört harfli bu DNA dili, Adenin, Timin, Guanin ve Sitozin (Cytosin) moleküllerinin A, T, G ve C harflerinden oluşur. İşte çekirdekteki bilgi bankasında yer alan bilgiler de, bu dört harfli alfabe ile kodludur. A, T, G, C harflerinin yüzlercesi birarada ele alındığında, uzun, anlamlı cümleler ortaya çıkar.
Bu cümleler, vücuttaki işlemlerin nasıl yapılacağını tarif eden, bunlara dair talimatlar içeren “genler”dir. Bu harflerin milyonlarcası ise, anlamlı bir sıralama ile üst üste dizilerek DNA molekülünü oluştururlar.
Moleküler biyolog David S. Goodsell, Our Molecular Nature (Moleküler Doğamız) adlı kitabında DNA molekülünden şu sözlerle bahsetmektedir:
DNA belki de moleküllerin en güzelidir, fakat nadide bir kitap gibi gerçek güzelliği cildinde değil, içinde kullanılan kelimelerde saklıdır.
Scientists looking at DNA model
İnsan hücresindeki DNA’larda yaklaşık 30.000 civarında gen bulunur. Her gen, karşılığı olduğu protein türüne göre, sayıları 1.000 ile 186.000 arasında değişen nükleotidlerin özel bir sıralamada dizilmesinden oluşur.
Bu genler insan vücudunda görev yapan yaklaşık 200.000 civarındaki proteinin kodlarını saklar ve bu proteinlerin üretimini denetler. Bu 30.000 genin içerdiği bilgi DNA’daki toplam bilginin yalnızca % 3’ünü teşkil eder. Geriye kalan % 97’lik bölüm ise günümüzde hala Araştırılmaktadır.
Genler kromozomların içinde bulunur. Her insan hücresinin (üreme hücreleri hariç) çekirdeğinde 46 kromozom vardır.
Her bir kromozomu, gen sayfalarından meydana gelmiş bir cilde benzetirsek, hücrede insanın tüm özelliklerini içeren 46 ciltlik bir “hücre ansiklopedisi” vardır diyebiliriz. Bu hücre ansiklopedisi daha evvel belirttiğimiz gibi tam 920 ciltlik Britannica Ansiklopedisi‘nin içerdiği bilgiye eş değerdir.
Her insanın DNA’sındaki harflerin dizilimi farklıdır. Şu ana kadar dünya üzerinde yaşamış milyarlarca insanın tümünün birbirinden farklı olmalarının sebebi de budur.
DNA’daki harflerin diziliş sırası insanın yapısını en ince ayrıntılarına dek belirler. Boy, göz, saç ve cilt rengi gibi özelliklerin yanı sıra, vücuttaki 206 kemiğin, 600 kasın, 10.000 işitme siniri ağının, 2 milyon optik sinir ağının, 100 milyar sinir hücresinin, 130 milyar metre uzunluğundaki damarların ve 100 trilyon hücrenin planları, tek bir hücrenin DNA’sında mevcuttur.
Kanadalı bilim yazarı Denyse O’Leary DNA’daki bilgiden şu ifadelerle bahsetmektedir:
Bilginin asıl şaşırtıcı olanı DNA’da yazılı eserdir. Tekrar eden bir dizilimi yok. Fakat diğer bilgi ile bağlantılı bir dizilimi var ve çok kompleks. Örneğin kedinin embriyosundaki DNA, embriyonun yavru bir kedi olması için çok kompleks talimatlar içerir.
Şimdi bu bilgilerin ardından düşünelim: Bir kelime bile, yazan bir kişi olmadan oluşamadığına göre, insan hücresindeki milyarlarca harf nasıl oluşmuştur?
Bu harfler nasıl olup da böyle mükemmel ve kompleks bir bedenin eşsiz planını oluşturacak bir düzende, birbiri ardına anlamlı bir şekilde dizilmiştir?
Eğer bu harflerin düzeninde çok ufak bir değişiklik olsaydı, el parmaklarınız ayağınızda, gözünüz karnınızda yer alabilir ya da başınız ters yöne dönük olabilirdi.
Kollarınız çok kısa ya da uzun olabilir veya dudaklarınız birbirine bitişik olabilirdi. Şu anda düzgün bir insan olarak yaşam sürdürebiliyorsak, bu ancak Yüce Rabbimiz‘in izniyledir. Allah her insanın DNA’sındaki harflerin düzenini buna vesile kılmıştır.
Bir ayette Allah şöyle buyurmaktadır:
O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, ‘şekil ve suret’ verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)

ALLAH'IN AYETLERİNE BİR GÖZ GEZDİRELİM -4-
Kalbinizin atışını neyin sağladığını hiç düşündünüz mü? Otomatik olarak saatlerce, günlerce, hatta onlarca sene nasıl çalışmaktadır?
Durmak bilmeden işleyen pompalama sistemi elektrik enerjisi ile çalışır. Tüm organlara ve hücrelere, kan ve ihtiyaç duyulan tüm maddelerin taşınmasını sağlayan ve işlevini yitirdiğinde insanın ölümüyle sonuçlanan kalp, bu hayati görevlerini elektrik enerjisi sayesinde gerçekleştirir.
Doktorların kalp fonksiyonlarının tamamen durması halinde elektrik akımı uygulamalarının sebebi de budur.
Kalbin atışını sağlayan enerji kalbe dışarıdan gelmez. Kalp, aynı zamanda pompalama görevini yerine getirmek için kullanacağı enerjiyi kendi üreten bir motordur. Elektrik, kalp kaslarının kasılmaları sonucunda üretilir.
İnsan kalbinde iki tür hücre bulunur, bunlar iletken hücreler ve kas hücreleridir. İletken hücreler elektrik sinyallerini kas hücrelerine iletmekle, kas hücreleri de dakikada ortalama 70 kere kanı pompalamakla yükümlüdür.
Mikroskop camındaki bir kalp hücresi taze kan elde ettiği sürece tek başına bile atmaya devam eder. Çünkü kalbin içinde kendi elektriğini kendi üreten bir jeneratör bulunmaktadır.
Bilindiği gibi jeneratör, enerji kesintisi durumunda devreye girerek enerji üretimine devam eden ve makinelerin zarar görmesini engelleyen bir alettir. İnsan vücudundaki en hayati organlardan bir tanesi olan kalp de herhangi bir enerji kesintisi karşısında zarar görmemesi için bu tür bir korumaya alınmıştır.
Kalbin bir an durması vücutta son derece önemli hasarlara neden olabilir, hatta sonucu ölüm olabilir. Bu yüzden kalbi çalıştıracak elektrik sistemi kesintisiz bir şekilde işlemelidir.
Bu elektrik sistemini inceleyen bilim adamları çok şaşırtıcı gerçeklerle karşılaştılar. Kalp, yalnızca mikro bir jeneratör değil, birbiri içine geçmiş birçok bağlantıya sahip, programlı ve sistemli bir elektronik devreler bütünü sayesinde çalışmaktadır.
Bu elektronik kontrol ve yönetim sistemi, böbreklerden beyne, atardamarlardan hormonal bezlere kadar birçok etkenle iş birliği içindedir. Öyleyse şuursuz hücrelere bu şuurlu hareketleri yaptıran kimdir?
Kalbin içine bu pompaları bir düzen içinde kim yerleştirmiştir?
Kim pompaların uzantıları olan damarları tüm vücudumuza döşemiştir?
Kim bu pompanın aralıksız olarak çalışmasını sağlamaktadır?
Kim bu pompaya, ne zaman, ne kadar kan pompalaması gerektiğini bildirmektedir?
Kim kanın akış yönünü düzenleyecek şekilde kapakçıklar var etmiştir?
Kim temiz kan, kirli kan ayrımını yapmaktadır?
Kim kalp hücrelerine enerjilerini kendilerinin üretmesi gerektiği bilincini vermiştir?
Kim kalp hücrelerine bir düzen ve uyum içinde atmalarını emretmektedir?
Bütün bu soruların elbette tek bir cevabı vardır: Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah

ALLAH'IN AYETLERİNE BİZ GÖZ GEZDİRELİM! -5-
Güneş Sistemi içinde bir yolculuğa çıktığınızı düşünün. Bu yolculukta karşınıza çıkan; dondurucu soğukluğa ya da yakıcı sıcaklığa sahip, atmosferi zehirli gazlardan oluşan, yüzeyinde korkunç fırtınalar esen veya içinde hiç su bulunmayan gezegenler olacaktır. Sadece içinde yaşadığımız ‘mavi gezegen’ Dünya; atmosferinden yeryüzü şekillerine, ısısından manyetik alanına, elementlerinden Güneş’e olan mesafesine kadar, her türlü dengesiyle, tamamen yaşama uygun olarak yaratılmıştır.
Dünyanın canlı yaşamı için elverişli olmasının en önemli nedenlerinden biri ise, sahip olduğu su miktarıdır. Yeryüzünün büyük bölümü, yani yaklaşık %70’i sularla kaplıdır. Bu sularda farklı renkleri, farklı biyolojik sistemleri, ilginç avlanma ve savunma taktikleriyle milyonlarca canlı türü yaşamını sürdürür. Hatta oran vermemiz gerekirse dünyadaki canlı türlerinin %90‘ına bu sular ev sahipliği yapmaktadır. Gelişen teknoloji sonucu yapılan araştırmalarla canlılarda yeni türlerin keşfi, her geçen gün daha da artmaktadır.
Scientific Reports dergisinde Aralık 2016’da yer alan son araştırmaya göre, Hint Okyanusu’nun yaklaşık 3 km. derinliklerinde sıcak su kaynakları civarında 6 yeni canlı türü keşfedildi. Araştırmacılar, bulunan yeni türlerin deniz tabanına kadar inebilen uzaktan kumandalı denizaltı robotlarıyla yapılan inceleme sonucunda keşfedildiklerini açıkladı. Yeni deniz canlılarının ise deniz salyangozu, okyanus solucanı, deniz minaresi, hoff yengeci ve kum kurdu türlerine ait oldukları ifade edildi.
Deniz Salyangozu
İngiltere’nin Southampton Üniversitesi’nde yapılan araştırmalara liderlik yapan Dr. Jon Copley ve ekibi, okyanus tabanında, bir düzineden fazla mineral helezonunun bulunduğu, futbol stadyumu büyüklüğündeki bir alanı mercek altına aldılar. İnceleme yapılan ve hidrotermal havalandırma bacaları olarak da bilinen bu helezonların, bakır ve altın mineralleri açısından oldukça zengin olduğu ve gelecekte deniz altı madenciliği için de değerlendirilebileceği keşfedildi. Bu helezonların etrafında birçok derin deniz canlısının yaşadığı ve yaşayan bu canlıların helezonlardan çıkan sıcak sıvılarla beslendiği yapılan açıklamalar arasında yer almaktadır.
Kuşkusuz derin deniz canlıları, canlı türlerinin yalnızca bir bölümüdür. Yeryüzündeki canlı türlerinin sayısı ile ilgili tahminler, günümüzde 100 milyon rakamına kadar varmaktır. Harvard Üniversitesi’nden Prof. Edward O. Wilson, In Search of Nature (Doğanın Gizli Bahçesi) adlı kitabında canlı türlerindeki çeşitlilikle ilgili şu gerçekleri ifade etmiştir:
Öncelikle biyolojik çeşitlilik miktarı konusunu düşünün. Dünya üzerindeki organizma türlerinin sayısı tam olarak bilinmiyor. Bugüne kadar yaklaşık 1,5 milyon türe isim verilmiştir, ama gerçek sayı muhtemelen 10 milyon ile 100 milyon arasındadır…
Yüce Allah, kutsal kitabımız Kuran’da “…Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır? (Nahl Suresi, 8)” ayetiyle yarattığı canlı çeşitliliğini bize bildirmiştir. Son derece gelişmiş teknolojiye rağmen 100 milyon canlı çeşidinden sadece 1,5 milyonunun tanımlanabilmiş olması, ayette bildirildiği gibi “daha bizim bilmediğimiz” nice canlı çeşidinin yeryüzünde yaşamını sürdürdüğünün delillerindendir. Okyanusların binlerce metre derinliğindeki güneş ışığı almayan noktalarından, kutup bölgelerindeki dağların zirvesine kadar her yerde çok sayıda canlı türü yaşamaktadır. Gelişen teknoloji Allah’ın yarattığı tüm canlıları tespit etme konusunda yetersiz kalmaktadır. Her bir canlı Allah’ın sonsuz ilminin benzersiz ve kusursuz birer tecellisidir. Allah Kuran’da şöyle bildirmektedir:
Şüphesiz, müminler için göklerde ve yerde ayetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır. (Casiye Suresi, 3-4)

ALLAH'IN AYETLERİNE BİR GÖZ GEZDİRELİM -6-
En büyük galakside ki yıldız sayısı yaklaşık 3 trilyondur. Orta büyüklükte ki bir galakside yaklaşık 200-300 milyar, küçük bir galaksi de ise yaklaşık 100 milyar yıldız vardır.
Kolları ve merkezleriyle galaksiler uzayda ki en büyük gök cisimleridir. Kollar galaksi merkezinin etrafında döner. Bu kollar gaz ve toz bulutlarından oluşmuştur.
Gezegenimiz olan dünya, galaksinin merkezine yakın olmasına rağmen etrafında 220 milyon tane yıldız vardır.
Yıldızlar ve gezegenler, uzayda ki “bulutsu” ismi verilen gaz ve toz yığınlarının bir araya gelip sıkışmalarıyla meydana gelirler.
Yıldızları biz uzaktan bakınca beşgen ya da altıgen görürüz. Ama aslında yıldızlarda bizim Güneşimiz gibi küre şeklindedir.
Dev bir yıldız yaşamının sonuna geldiğinde ise, şiddetli bir patlama ile uzay boşluğuna dağılır. Bu yıldızın dağılan parçalarından da daha küçük yıldızlar ve gezegenler oluşur.
Eğer yaşadığımız evren ve sahip olduğumuz vücudumuzun kontorlü bizim elimizde olsaydı, biz hayatımız boyunca sadece kalbimizi attırmaya çalışsak onu bile yapamazdık. Ama bütün evreni mükemmel bir uyum içinde yaratan Allah’ın gücü kudreti sonsuzdur. Allah bir ayette şöyle bildirmiştir:
Allah… O’ndan başka İlah yoktur. Diridir, kâimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun Katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek Yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)

ALLAH'IN AYETLERİNE GÖZ GEZDİRELİM -7-
Evrende canlı ya da cansız bütün maddeleri etkileyen değişmez kurallar vardır. İşte bu değişmez kurallar, evrenin de aynı içinde barındırdığı canlılar gibi, kusursuz bir tasarımla yaratıldığını gösteren delillerdir. Bugün daha çok fizikçilerin ilgilendiği bu ipuçları, bizlere maddi yaşama ilişkin yasalar olarak sunulur. Kimi insanların “fizik yasaları” olarak görüp de doğal karşıladığı pek çok özellik, Allah’ın mükemmel yaratışının delillerinden başka bir şey değildir.
Burada sadece evrendeki tasarımın kusursuzluğunu hatırlatacak bir kaç örnekle yetineceğiz.Örneğin su molekülündeki tasarımın onlarca özelliğinden sadece birini ele alalım: “Suyun akışkanlığı”.
Her sıvının farklı bir akışkanlık değeri vardır. Suyun akışkanlığı ise canlıların tam kullanabileceği orandadır. Eğer suyun akışkanlığı daha zayıf olsaydı, yani su daha yoğun bir sıvı olsaydı, bitkilerin kıl inceliğindeki borularının içinde ilerleyemeyecek ve bitki yaşamı için gerekli maddeleri taşıyamayacaktı.
Suyun akışkanlığı şimdi olduğu gibi olmasaydı, akarsuların akışı farklılaştığından, dağ oluşumları değişecek, vadiler, verimli ovalar oluşmayacak, kayalar parçalanıp toprakları meydana getiremeyecekti.
Su, vücudumuzu mikroplara ve zararlı yabancı maddelere karşı koruyan akyuvarların da hareket etmesine imkân tanır. Eğer su daha yoğun olsaydı kan daha kıvamlı olacak ve bu hücrelerin damarlar içindeki hareketi imkânsız hale gelecekti. Kalbin kanı pompalaması zorlaşacak, bunun için gerekli enerjiyi belki de karşılayamayacaktı.
Sadece bu bir kaç örnek bile suyun canlılar ve özellikle insan için yaratılmış özel bir sıvı olduğunu göstermektedir.
KUVVETLERİN DENGESİ
Yer Çekimi Kuvveti
Yer çekimi kuvveti bugünkünden daha fazla olsaydı ne olurdu? Koşmak ve hatta yürümek imkânsız hale gelirdi. İnsanlar ve hayvanlar tüm bu hareketleri gerçekleştirmek için şimdikinden daha çok enerji sarf ederlerdi. Bu durumda başta yeryüzündeki besin kaynakları olmak üzere enerji kaynakları hızla tükenerek yok edilirdi. Ya çekim kuvveti daha zayıf olsaydı? Hafif şeyler yeryüzünde sabit durmayacaktı. Sözgelimi en ufak bir esintide yerden kalkan toz ve kum taneleri saatlerce havada uçuşacaktı. Yağmur damlalarının hızı çok yavaşlayacak, yere inmeden yeniden buharlaşacaklardı. Akarsuların akış hızı yavaşlayacak, bu nedenle onlardan elektrik enerjisi elde edilemeyecekti. Bu özellik Newton tarafından açıklanan kütlesel çekim kanununa dayanmaktadır: Newton’un kütlesel çekim yasası cisimler birbirinden uzaklaştıkça çekim kuvvetinin azaldığını söyler. Bu yasaya göre iki yıldız arasındaki mesafe 3 katına çıkacak olursa, çekim kuvveti 9 kat azalacaktır. Veya uzaklık yarıya indiğinde yıldızın çekim kuvveti 4 kat artacaktır.
Bu yasa dünyanın, ayın ve gezegenlerin yörüngelerinin bugünkü gibi olmasını açıklar. Eğer yasa böyle olmayıp da yıldızın çekim kuvveti uzaklık arttıkça daha fazla azalsaydı, gezegenlerin yörüngeleri eliptik olmazdı, gezegenler sarmal bir yörünge çizerek güneşe doğru inişe geçerlerdi. Tam tersine daha az olsaydı ise, uzak yıldızların çekim kuvveti güneşinkine baskın çıkar ve dünya güneşten sürekli uzaklaşan bir yolculuğa çıkardı. Bunun sonucunda, dünya, ya hızla güneşe yaklaşıp sıcaktan kavrulur ya da güneşten uzaklaşarak uzayın mutlak soğukluğuna savrulup donardı.
Planck Sabiti Farklı Olsaydı ?…
Gün boyunca çeşitli yollarla farklı enerjilerle karşılaşıyoruz. Bir ateş karşısındayken hissettiğimiz sıcaklık bile aslında çok hassas dengelerde yaratılmıştır.
Fizikte enerjinin sürekli bir akım halinde değil, ‘kuvant’ adı verilen parçalar halinde yayıldığı öngörülür. Yayılan enerji miktarı hesaplanırken Planck Değişmezi adı verilen sabit bir rakam kullanılır. Bu sayı çoğu zaman matematikte göz ardı edilebilecek kadar küçüktür. Büyüklüğü kabaca 0,000000000000000000000000006624 olarak ifade edilen bu sayı, doğanın temel değişmezlerinden biridir. Herhangi bir radyasyon olayında, verilen enerji miktarı frekansa bölünürse sonuç daima bu sayıya eşittir. Bütün enerji biçimlerinin (ısı, ışık gibi) büyüklüğü Planck değişmezine bağlıdır.
Eğer bu çok küçük sayı farklı bir büyüklükte olsaydı, ateş karşısında oturduğumuzda hissettiğimiz sıcaklığın şiddeti çok farklı olabilirdi. Ya en ufak bir ateş bizi kavuracak kadar enerji dolu olur, ya da güneş kadar büyük bir ateş topu bile, dünyayı ısıtmada yetersiz kalırdı.
SÜRTÜNME KUVVETİ
Günlük hayatta, özellikle bir şeyleri iterken karşılaştığımız sürtünmeyi kimi zaman hep zorluk çıkaran bir kuvvet olarak düşünmüşüzdür. Oysa cisimler ve yüzeyler arasındaki sürtünme kuvveti yaratılmamış bir dünya nasıl olurdu? Kalem elinizden kayıp düşecek, kitaplar ve defterler masanın üzerinden kayıp yere düşecek, masa döşeme üzerinde kayıp köşeye çarpacaktı, kısacası tüm cisimler aynı düzeye gelene kadar her şey kayacak ve yuvarlanacaktı. Sürtünmesiz bir dünyada, düğümler çözülecek, çiviler ve vidalar yerlerinden çıkacak, arabaların freni tutmayacak, ses asla sönmeyip, bir duvardan ötekine yankılanıp duracaktı…
Evrende düzeni sağlayan tüm bu fizik yasaları, evrenin de içindeki canlılar gibi tasarlanmış olduğunun kanıtlarıdır. Gerçekte fizik yasaları, sadece Allah’ın yaratmış olduğu düzenin insanlar tarafından yapılan bir açıklamasıdır. Evrendeki düzeni sağlayan değişmez kurallar Allah tarafından yaratılmış ve hakkında düşünüp Allah’ın üstünlüğünü kavramaları ve verdiği nimetlere şükretmeleri için insanların hizmetine verilmiştir.
Allah’ın yaratmasındaki üstünlük ve düzen ile ilgili daha sayısız örnek verilebilir. Kainatın var edilmesinden bu yana geçen milyarlarca yılda yaratılan her şey Allah’ın ilmiyle ve O’nun hakimiyetinde gerçekleşmiştir.


ALLAH' IN AYETLERİNE BİR GÖZ GEZDİRELİM -8-
Şu ana kadar tespit edilmiş, hafızası en güçlü kuş, fındıkkıran kuşudur. Bu kuş, Kuzey Amerika’da büyük kayalık dağların çevresinde ve Büyük Kanyon’da yaşar. Besin maddesi ise çam fıstığıdır.
Ancak bu fıstıklar, sadece Eylül ayının birkaç haftasında yenilebilir durumdadırlar. Dolayısıyla, kuşun diğer zamanlar için fıstıkları saklaması gerekmektedir. Bunun için yer belirler. Çam ağaçları ile kuşun fıstıkları saklamak için belirlediği yer arasında kimi zaman 20 km’yi aşan uzaklıklar olabilmektedir.
Fındıkkıran kuşu, çamlardan topladığı fıstıkları, saklamak amacıyla belirlediği yerlere gömmeye başlar. Fıstığı tek hamlede sert toprağın içine sokar ve bazen de işaret için üzerine bir taş bırakır. Hareketli geçen 3 hafta boyunca fındıkkıran kuşu sürekli olarak fıstık toplar.
Uçtuğu sırada yer şekillerini, uğradığı ağaçları, kaya yamaçlarını mucizevi şekilde hatırlar ve bunları kafasında canlandırdığı haritaya ekler. Fındıkkıran kuşunun, bu kısa ve verimli dönem boyunca Büyük Kanyon’un yüzlerce kilometrelik alanına dağıtarak gömdüğü 100 bin fıstığın yerini ezberlemesi gerekmektedir.
Fındıkkıran kuşu, önündeki aylar boyunca beslenebilmek için ezberlediği haritaya ihtiyaç duyacaktır. Eğer gömdüğü fıstıkların nerede olduğunu hatırlayamazsa hayatta kalamaz.
İşaretleri birer fotoğraf şeklinde hatırlaması da zordur, çünkü kar manzarayı değiştirmiştir. Dolayısıyla bıraktığı işaretler de yok olmuştur. Ama bu durum, kuşun kafasını karıştırmaz. Gömdüğü yaklaşık 100 bin fıstığın %90’ını bulur.
Bir kuşun, yemesi gereken besinin yılın belli bir döneminde sona ereceğini, bu nedenle hayatta kalması için bunları saklaması gerektiğini bilmesi kuşkusuz imkansızdır. Ona, besin maddesini, kış için belirli yerlere gömmesi gerektiği öğretilmemiştir.
100 bin fıstığı gömdüğü yerleri tek tek aklında tutması gerektiğini bilmesi mümkün değildir. Ancak bu canlı, bunların tümünü mükemmel şekilde yapar. Çünkü yeryüzündeki her varlık gibi o da Allah’ın ilhamıyla hareket eder.
Bir yıl boyunca, hakkında hiçbir belirti olmayan binlerce fıstığı hiç zorlanmadan bulabilmesi için ona tüm bunları yapmasını ilham eden, onu yaratıp var eden Allah’ın gözetimine ve yardımına ihtiyacı vardır.
Yarattığı varlıklar üzerinde gözetici olan ve onlara sınırsızca, hesapsızca ve bilinemeyecek yerlerden sürekli olarak rızık veren Allah’ın yaratması gözler önündedir. Küçücük bir kuşta sergilenen bu detay, Allah’ın büyüklüğünü ve Yüceliğini bir kez daha en güzel şekli ile sergilemiştir.
Kendi rızkını taşıyamayan nice canlı vardır ki onu ve sizi Allah rızıklandırır. O, işitendir, bilendir. (Ankebut Suresi, 60)

DEVAM EDECEK!